2

"İnsanların, fevc fevc Allah'ın dinine girdiklerini gördüğünde..."

Ayetine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) fiilinin manasının "basiret ettin, gördün" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, yine mananın, "bildin..." şeklinde olması da muhtemeldir. Şayet mana, şeklinde olursa, ifadesi de hal olarak mansub olur. Buna göre kelamın takdiri şu şekilde olur. "İnsanları da, bölük bölük Allah'ın dinine girer halde gördüğünde..." Ama ifadenin manası, "Allah'ın dinine girdiklerini" ifadesi, fiilinin ikinci mef'ûlü olur. Kelamın takdiri ise, "İnsanların da, Allah'ın dinine girdiklerini bilir ve anlarsan..." şeklindedir.

Nas'dan Maksad

"insanlar" kelimesinin zahiri, umum ifade eder. O zaman da, gerçekte durum böyle olmadığı halde, bütün insanların varlık ve oluş alemine girmiş olmaları gerekir (ne dersin)? Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) İnsanlık ve akıldan maksat ve gaye, din ve taattır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 56) buyurmuştur. Dolayısıyla, kim hak dinden yüz çevirir de, küfür üzerinde kalmaya devam ederse, sanki o, insan değildir. İşte bu mana, Allahü teâlâ'nın, "Onlar hayvanlar gibidirler; hatta onlar daha da sapıktırlar..." (A'râf, 179) ifadesinden kastedilen mananın ta kendisidir. Ayrıca Cenâb-ı Hak onlar hakkında, "Onlara, "İnsanların inandıkları gibi siz de inanın denildiğinde... "(Bakara, 13) buyurmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hasan (radıyallahü anh) dan, "insanlar kimlerdir?" diye sorulduğunda, o, "Bizler, insanların ta kendileriyiz. Bizim taraftarlarımızsa, insan benzerleri. Düşmanlarımız ise, insan değil, "nesnâs"dır, maymundur..." diye cevap vermiş, bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, onu, iki gözünün ortasından öpmüş ve "Allah risaletini koyacağı yeri en iyi bilendir" demiştir.

İslam Yeni Bir Sayfa Başlatır

İmdi, şayet, "Onlar İslâm'a, uzun bir müddet ve çok kusurlar işledikten sonra girmişlerdir. O halde daha nasıl olur da, böylesi büyük bir medhi hak etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin genişliğine bir işaret bulunmaktadır. Çünkü kul, ömrü boyunca küfür ve isyan işleyip de, ömrünün sonunda iman etse, Allah onun imanını kabul eder ve onu, böylesi büyük bir medihle över. Rivayet olunduğuna göre melekler böylesi kimse için, "Her ne kadar daha önce kaçındıysan da, şimdi iman ediptaat işledin..." derler. Yine rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Allah'ın, sizin birinizin tevbe etmesinden duyduğu sevinç, yitiğini bulan kişinin ve suya kavuşan susamışın duyduğu sevinçten daha fazladır.. Müslim, tevbe, 1-8 (4/2102-2104); Buhâri, Daavat 31. Bunun manası şudur: Rab Teâlâ şöyle der: "Kulunu yetmiş sene baktım, terbiye ettim. Eğer küfrü üzere ölürse, onu cehenneme göndermem kaçınılmaz olacak. O zaman, yetmiş sene boyunca ona yapmış olduğunm ihsan ve iyilikler boşa çıkacak..." İşte, küfür ve isyanın müddeti ne kadar uzarsa, bunlardan yapılan tevbenin kabulü de o nisbette zor ve çetin olur.

Yemen Hakkında

2) Rivayet olunduğuna göre, "insanlar" kelimesiyle, Yemenliler kastedilmektedir. Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Bu sûre nazil olduğu zaman Allah'ın Resulü şöyle dedi: "Allahu ekber! Allah'ın yardımı ve fetih geldi! Yemen ehli geldi. Kalbi mütehassıs bir kavim. İman, Yemenlidir; fıkıh, Yemenlidir; hikmet, Yemenlidir." Sözüne devamla da şöyle dedi: "Rabbimizin nefesinin Yemen cihetinden (geldiğini) duyuyorum!"

Mukallidin İmanı

Cumhûr-ı fukahâ ve kelamcifardan pekçoğu şöyle demiştir: "Mukallidin imanı sahihtir." Buna da bu ayeti delil getirmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu kısımdakilerin imanının sahih olduğuna hükmetmiş ve onu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan nimetlerin en büyüklerinden addetmiştir. Şayet onların imanı sahih olmasaydı, Cenâb-ı Hak bunu, bu bağlamda zikretmezdi. Sonra biz kesin olarak biliyoruz ki, onlar, delil ile, ne cisimlerin sonradan meydana geldiğini (hudûs), ne Allah'ın cisimlikten, mekân ve zamandan (el hayyiz) münezzeh olduğunu isbat etmeyi, ne Allah'ın sonsuz olan malumatın bütününü bildiğini isbat etmeyi, ne Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde tam ve mükemmel bir mucizenin tezahür etmiş olduğunu isbat etmeyi, ne de, mucizenin tahakkuk etmesinin, sıdk ve doğruluğa nasıl delalet ettiğini isbat etmeyi biliyorlardı! O bedevilerin, bu İncelik ve dakik hakikatleri bilmediklerini bilmek zorunlu ve zaruridir. O halde biz şunu anlıyoruz ki, mukallidin imanı sahihtir. Onların, bu meselelerin delillerinin asıl ve esaslarını bildikleri; zira bu delillerin asıllarının zahir ve aşikar olduğu söylenemez. Aksine onlar, ayrıntıları bilmiyorlardı. Fakat şu kadar var ki insanın istidlal yapıyor sayılması için, bütün bu tafsilatları bilmesi de şart değildir. Zira biz diyoruz ki, delil ziyadelik ya da noksanlık kabul etmez. Çünkü, delil, mesela on mukaddimeden meydana gelmişe, bunlardan dokuzunu bilip onuncu delilde mukallid olan kimse, neticede kaçınılmaz olarak mukallid olmuş olur. Çünkü, taklidin fer'înin de taklid olması evla ve daha uygundur. Şayet bu kimse, o on mukaddimenin tamamını biliyorsa, onun dışındaki bir kimsenin, bu delili ondan daha iyi bilmesi imkansız olur. Çünkü bu fazlalık, şayet bu delilin delaletinde muteber bir cüz ise, o zaman ilk on mukaddime, delilin tamamı olmaz. Çünkü onunla beraber, bu zaid mukaddimenin de bulunması gerekir. Biz ise daha önce, bu on mukaddimenin yeterli olduğunu farzetmiştik. Şayet bu fazlalık ve ziyadelik, bu delilin delaletinde muteber addedilmezse, o zaman bu, bu delilden ayrı ve bu medlule delaleti hususunda da muteber olmayan bir durum olmuş olur. Böylece de, delilin bir delil olduğunu bilmenin, ziyadelik ya da noksanlık kabul etmediği sabit olmuş olur. Ama, o bedevilerin, bu meselelerin delillerinin bütün mukaddimelerini, bunlardan bir teki dahi müstesna ve hariç olmaksızın, bildiklerinin söylenmesi durumuna gelince, bu, haddinden fazla iddialı ve büyük konuşmak olur. Ya da onlar, böyle değildiler; ki o zaman da, onların mukallid olduğu kesinlik kazanmış olur. Zikrettiğimiz bu şeyi tekid eden bir husus da, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen şu şeydir: O şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü Mekke'yi fethettiği zaman, Arablar birbirlerine yöneldiler de, "O, Harem halkına karşı zafer kazanınca, onun, hak üzere olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, onları daha önce, fil ashabından ve onlara kötülük yapmak isteyen herkesten korumuştu" dediler. Sonra da, savaşmaksızın, bölük bölük İslâm'a girmeye başladılar." Hasan el-Basrî'nin rivayet ettiği budur. Şurası malumdur ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke ehline karşı zafer kazanmasıyla, onun hak üzere olmasının vacîb olduğuna istidlalde bulunmak, çok kuvvetli değildir. Böylece de anlıyoruz ki, onlar istidlalde bulunmuyorlardı; bilakis, mukallid idiler.

Allah'ın Dininin Öbür İsimleri

"Allah'ın dininden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, Allah katında din, İslâm'dır" (Al-i imran, 19) ve "Her kim " İslâm'dan başka din ararsa, bu din ondan kabul edilmez" (Al-i imran, 85) ayetlerinin delaletiyle, İslâm'dır. "Din"in başka isimleri de bulunmaktadır. "İman", bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine, mü'minlerden orada olanları çıkardık. Zaten orada, kendilerini Allah'a teslim etmiş olanlardan yalnız bir tek ev bulmuştuk" (Zâriyat, 35) buyurmuştur. Bu isimlerden bir tanesi de, "sırât"tır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Göklerde olanlarla yerde olanların Kendisine ait olduğu Allah'ın yolu"(Şuara, 53) buyurmuştur. "Kelimetullah" da bu isimlerdendir. Keza, "nur" da bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nurunu söndürmek isterler" (Tevbe, 32) buyurmuştur. "Hüdâ" Cenâb-ı Hak, "Bununla dilediğini hidayet eder"(En'âm, 88) buyurmuştur. "el-Urve-kalb" de bu isimlerdendir. Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, en sağlam kulpa tutunmuştur" (Bakara, 256) buyurmuştur. Bunlardan bir tanesi de, "el-Hablu - kopmaz ip"dir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ipine tutunun" (Al-i İmran, 103) buyurmuştur. Yine, Sıbğatullah (Allah'ın boyası) ve Fıtratullah (Allah'ın yaratışı) da bu isimlerdendir.

1) Çünkü Allah ismi, zata ve sıfatlara delalet ettiği için, isimlerin en büyüğüdür. Cenâb-ı Hak adeta şöyle buyurur: "Bu dinin, Allah'ın dini olmaktan başka bir haslet ve özelliği olmasa bile, onun kabul edilmesi zorunlu ve vacibtir."

2) Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, bu, "Bu dini kabul etmek sana vacibtir; çünkü O, seni terbiye etti; sana ihsanda bulundu" manasını ihsas eder; o zaman da, senin O'na yapmış olduğun taat ve ibadet ise, bir menfaat isteği ve talebine yönelik olarak meydana gelmiş olur; böylece de ihlas bulunmamış olur. İşte buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bana olan kulluk hizmetini, sana dönecek bir faydadan dolayı değil, ben Allah ve ilah olduğun için ihlasla yap" demiş olur.

Beşinci Mesele

(el-fevcu) kelimesi, "kalabalık cemaat" anlamına gelmekte olup, Arablar, daha önceleri birer birer, ya da ikişer ikişer İslâm'a giriyorlar iken, şimdi, bir kabile toptan İslâm'a giriyordu. Cabir ibn Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, o, bir gün, ağlar. Bunun üzerine ona, "Seni böyle ağlatan nedir?" diye sorulduğunda, o şöyle der: "Allah'ın Resulünü şöyle derken duydum: "İnsanlar bölük bölük Allah'ın dinine giriyorlar. Bölük bölük de ondan çıkacaklar" Müsned, 3/343; Darimî, mukaddime, 14. Bizler, imanın bahşedilmesinden sonra, ondan sıyrılıp çıkmaktan Allah'a sığınırız.

2 ﴿