3

"Rabbine hamd ile tesbih et. Ve, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ ona önce tesbihte bulunmasını, sonra hamdetmesini, daha sonra da mağfiret talebinde bulunmasını emretmiştir. Böyle bir te'dibin pekçok faydası vardır:

Nusratın Gecikmesinin Hikmeti

Birinci Fayda: Bil ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hak üzere olduğu halde, yardım ve nusretin uzun seneler gecikmesi insanın kalbine ağır gelir ve insan gönlünde, "Ben hak üzere isem, ey Rabbim, bana niçin yardım etmiyorsun; bu kafirleri niçin bana musallat kıldın?" şeklinde bir istifham uyanır. İşte hatıra gelebilecek böyle bir düşüncenin önüne geçmek için, Cenâb-ı Hak, tesbihatta bulunmayı emretmiştir. Ama bizim, "Bu tenzihten muradı, "Allahım, sen, herhangi bir kimsenin sana karşı bir şey hak etmiş olmasından münezzehsin. Bilakis, yaptığın her şeyi sen, ancak, ilahi meşietin muktezasınca yaparsın. Binâenaleyh sen, dilediğini dilediğin gibi yaparsın..." şeklindedir." dememize gelince, buna göre tesbihin faydası, Allahü teâlâ'yı, herhangi bir kimsenin O'na karşı bir şeyi hak etmiş olmaktan tenzih etmektir. Mu'tezile'nin görüşüne gelince, bu tenzihin faydası, kulun, bu gecikmenin, bir hikmet ve maslahata binaen olup, cimrilik ve batılı hakka tercih etme sebebiyle olmadığını bilmesidir. Sonra, kul, Allah'ı, yakışmayan şeylerden tenzih etme işini bitirince, o zaman da, kendisine vermiş olduğu iyilik ve iütuflardan dolayı, Allah'a hamd ile meşgul olmaya başlar. Bundan sonra da, işlediği günahlar yüzünden, Allah'dan mağfiret talebinde bulunur.

Sonda veya Başta Hamd

İkinci Fayda: Hak yolda yürüyenlerin iki yol ve tarzı vardır: Onlardan bir kısmı, "Gördüğüm herbir şeyin sonrasında Allah'ı gördüm" derken, kimileri de, "Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm" der. Şüphesiz bu yol, daha mükemmeldir. Ama, hikmete dair ilim ve alametler açısından olmasına gelince, bu böyledir; çünkü müessirden esere inmenin mertebesi, eserden müessire inmenin mertebesinden daha yücedir.

Rivayet ehlinin fikirleri açısından böyle olmasına gelince; zira, nurun kaynağı, vacibu'l-vücud olan (Allah)'dır; zulmetin kaynağı ise, mümkinü'l-vücûd'dur. Birincisi temaşaya dalmaksa, şüphesiz, daha şerefli ve üstündür. Bir de, asi ile tabi olana istidlalde bulunmak, tabi olan ile asla istidlalde bulunmaktan daha kuvvetlidir. Bu husus sabit olunca biz deriz ki: Bu ayet, iki yolun en kıymetlisi olan bu yola delalet etmektedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, Hâlık ile meşgul olmayı, nefs (kişinin kendisi) ile meşgul olmadan önce getirmiş, böylece de, Hâltk ile ilgili olarak şu iki hususu zikretmiştir:

a) Tesbih..

b) Tahmid (hamd etmek).. Daha sonra ise ulema, üçüncü mertebede istiğfarı zikretmişlerdir ki, bu istiğfar da, hem Hâlık'a, hem de halka (mahluka) iltifat etmekle içice olan bir hal ve durumdur.

Allah'ın Sıfatları

Bil ki, Hak teâlâ'nın sıfatları, selbî ve icâbî (olumlu) ve nefy ve isbat olmak üzere kısımlara ayrılmaktadır. Selbî sıfatlar, icâbî olanlardan önce gelmektedir. O halde, "tesbih" Vâcibü'l-Vücûd olan Cenâb-ı Hakk'ın selbî sıfatlarını nazara vermeye bir işarettir. "Tahmîd" ise, Cenâb-ı Hakk'ın sübûtî sıfatlarına bir işarettir; ki bunlar, ikram sıfatlarıdırlar. İşte bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim, celal sıfatının ikram sıfatından önce olduğuna delalet etmektedir. Cenâb-ı Hak, Vâcibü'l-Vücûd'a dair bilgi ile istiğfarın bu iki nevine de işaret edince, buradan, doğrudan doğruya istiğfara geçti. Çünkü kul, istiğfarda, kendi kusurlarını ve Hak teâlâ'nın cömertliğini görüp müşahede eder. Yine o istiğfarda, nefsi için en mükemmel ve en uygun olanı taleb eder. Yine şurası malumdur ki, kul, Allah'dan başkasını müşahede ile meşgul olduğu nisbette Cenâb-ı Hakk'ın celal ve azametini mütalaa ve müşahededen mahrum kalır. İşte bu incelikten dolayıdır ki, istiğfar, tesbih ve tahmidden sonra gelmiştir.

Melekiyete Teşvik

Üçüncü Fayda: Bu, beşerin, meleklere benzemesine bir teşviktir. Bu böyledir, zira, en alttaki türün en üstünde bulunan, en üstteki türün en altında bulunana bitişiktir. İşte bu sebepledir ki, "İnsanlık mertebelerinin en sonuncusu (yani, en üst mertebesi), meleklik mertebelerinin başlangıcıdır. Sonra melekler, kendileri hakkında, "Biz sana hamdederek, noksan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz" (Bakara, 31) demişlerdir. Bu sûredeki, (......) Nasr, ifâdesi işte, (Bakara, 31) ayetinde geçmekte olan meleklere benzemeye bir işarettir. Buradaki, ifâdesi de, Bakara 31'de geçen "kemal sıfatlarıyla da tavsif edip duruyoruz..." ifadesine bir işarettir. Çünkü aliler, ifadesini, "Biz, senin rızana nail olmak için, nefislerinizi takdis ve tebrie ediyoruz, aklıyoruz" şeklinde yorumlamışlardır. "İstiğfar"ın manası da yine, nefsi arındırmak, takdis etmek manasına racidir. Bundan muradın, "Onlar kendileri için, beni hamd ile tesbih ettikleri iddiasında bulundular ve kendilerinde böyle bir meziyyet gördüler. Sana gelince, beni hamdinle tesbih ve tenzih et; böyle bir taati kendinden bilmekten de tevbe ve istiğfar et. Bilakis, bunu, benim muvaffak kılmaz ve ihsanımdan bilmen gerekir..." şeklinde olması da muhtemeldir. Şöyle denilmesi de muhtemeldir: "Melekler nasıl kendileri hakkında, (Bakara, 31) demişler; Allah da onlar hakkında nasıl "İman edenler için mağfiret talep ederler" (Mü'min, 7) buyurmuşsa, ey Muhammed, sen de, bölük bölük dine gelen o kimseler için, tıpkı, mü'minler için mağfiret talebinde bulunan ve "Rabbimiz, tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla" (Mü'min, 7) diyen melekler gibi af talebinde bulun..."

İstiğfarın Manası

Tesbih, temizlemektir. Bundan, Kâ'be'nin putlardan temizlenip kırılmalarının murad edilmesi muhtemeldir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Rabbini hamdederek..." buyurmuştur ki, bu, "Senin bu temizleme İşine girişmenin, Rabbini hamdedip O'na İstiğfarda bulunman ve O'nun yardım ve desteğini elde etmen vasıtasıyla olması muhtemel ve yerinde olur. Sonra bunu yaptığın zaman, kendini, Allah'a layık ve yakışan taatı yapmış ve yerine getirmiş olarak görmemen; bilakis, bu durumda dahi kendini kusurlu ve eksik görmen uygun düşer. O halde, ey Muhammed, sen, Allah'a olan taatlarındaki kusur ve eksiklerinden dolayı istiğfar talebinde bulun!" demektir.

Beşinci Fayda: Hak teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, ya masumsun, ya da değil. Eğer masum, günahlardan korunmuş isen, tesbih ve tahmid ile meşgul ol. Şayet masum değilsen, istiğfarda bulunmakla meşgul ol." Bu durumda ayeti kerime, tıpkı, "Sana ölüm gelinceye değin Rabbine yardım et" (Hicr, 99) ayetinde de olduğu gibi, Allah'a kulluk görevini yerine getirme mükellefiyetinde hiçbir boşluğun olmadığına dair bir tenbihat gibi olmuş olur.

Tesbihin Manası

"Tesbih"ten neyin murad edildiği hususunda iki izah şekli vardır:

1) "Tesbih, Allah'ı tenzih ile zikretmektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bundan sorulduğunda, cevaben, "Tesbih, Allah'ı bütün kötü şeylerden tenzih etmektir" buyurmuştur. Kelimenin aslı ise "yüzdü" kelimesinden gelir. Şöyle ki: Yüzen kimse, tıpkı kuşun havada uçması gibi, suda yüzer ve kendisini, suya batıp da boğulmaktan ya da, su yatağındaki kötü şeylere takılıp da onlarla kirlenmekten korur. Kelimenin şeddeli şekli de, "uzaklaştırmak" anlamına gelir. Çünkü, senin Allah'ı tesbih etmen demek O'nu, hakkında layık ve caiz olmayan şeylerden uzak tutman demektir. Şüphe yok ki bu kelimenin, Allah'ı, nefy ve isbat yönünden, gerek zati, gerek fiili sıfatlar itibariyle hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek için kullanılması güzel ve uygun olmuştur. Çünkü, nasıl ki balık necaset kabul etmezse, bunun gibi, Hak Sübhanehû da, Kendisi hakkında asla uygun olmayan şeyleri kabul etmez. O halde "tesbih" kelimesi, hem zat, hem sıfat, hem de fiiller hususunda Allah'ın tenzih edilmesini ifade eder.

2) Tesbihten murad, namazdır. Çünkü bu lafız, Kur'ân-ı Kerim'de namaz manasında da varid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Akşama ve sabaha erdiğiniz zaman, Allah'ı tesbih edin (namaz kılın)" (Rum, 17) ve "Güneş doğmadan önce, Rabbini hamdederek tesbih et (namaz kıl) "buyurmuştur. Bunu teyid eden bir başka husus da, bu sûrenin, nazil olan son sûre olmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de son hastalığında, "Namaza ve ellerinizin altındaki (köle ve cariyelere) çok dikkat edin" buyuruyor, bunun içinden sürekli tekrarlıyor ve bu konuda lisanına da hakim olamıyordu.

Bazıları ise şöyle demişlerdir: Bununla, Mekke'nin fethi günü sekiz rekat olarak kılmış olduğu şükür namazı kastedilmiştir. Diğer bazı alimler, "Bu kuşluk namazıdır"; yine başkaları, "Hazret-i Peygamber, dört rekatı şükür için, dört rekatı da kuşluk namazı için olmak üzere, sekiz rekat namaz kılmıştır. Namaza "tesbih" adının verilmesi ise, namazda mutlaka tesbihatın bulunması sebebiyledir. Burada, "Namazın, söz ve fiillere dair her türlü noksanlıklardan temiz tutulup tenzih edilmesi gerekir!" şeklinde bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır. Birinci görüş sahipleri, görüşleri hakkında bu hususta gelmiş olan pekçok haberi delil getirmişlerdir. Mesela bunlardan olmak üzere, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin nazil olmasından sonra,"Allahım, seni hamd ile tesbih ve tenzih ederim. Allahım, beni bağışla! Sana tevbe ve istiğfar ediyorum!" demeyi çoğaltmıştır. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) yine şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber rükûunda çokça, "Allahım, Seni hamd ile tesbih ederim. Allahım beni bağışla!" diyordu. Yine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin anlattığına göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), son demlerine doğru, otururken kalkarken, giderken gelirken, daima "Allah'ı hamd ile tesbih ve tenzih ederim" diyordu. Bunun üzerine, "Ey Allahın Resulü, sen, "Sübhanellâhi ve bihamdihî.." ifadesini çokça söylüyorsun, (niye)? deyince, "Çünkü ben, bununla emrolundum" dedi ve "Allah'ın yardımı... geldiği zaman "ayetini okudu. İbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre bu sûre nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allahım, seni hamdinle tenzih ve tesbih ederim. Allahım, hem beni bağışla. Muhakkak ki sen, tevbeleri çokça kabul edensin, çok bağışlayansın" ifadesini çokça söylemeye başlamıştır. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Muhakkak ki ben, günde, Allah'a yüz kere tevbe ediyorum" Müslim, zikir, 41 (4/2075). diyordu.

Tesbih ve Tahmidin Fazileti

Ayet-i kerime, tesbih ve tahmidin faziletine delalet etmektedir. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak yardım ve fetih nimetlerinin şükrünü eda etmede, bunu kafi ve yeterli kabul etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Oruç, benim içindir..." hadis-i kudsîdeki ifadesi, orucun en büyük faziletlerinden birisidir; çünkü Cenâb-ı Hak onu kendine nisbet etmiştir. Hal böyleyken, bu niye böyle olmasın ki?! Sonra Cenâb-ı Hak, bu teşrif ve üstünlük hususunda, namaz mahallerini oruca denk kılmış ve "Mescidler Allah'ındır" buyurmuştur. Bu da, namazın, oruçtan çok çok üstün olduğuna delalet etmektedir. Sonra namaz, zikirlerin mahal ve mekanıdır. Bundan dolayı Allahü teâlâ, "Muhakkak ki, Allah'ı anmak daha büyüktür" (Ankebut,45) buyurmuştur. Allah, Kendisini medhettiği şeylerle medhedilmesi, hem aklen hem de şer'an malum iken, bu, nasıl böyle olmasın ki? Namazın keyfiyetine gelince, bu ancak, şeriatın açıklamasıyla bilinebilir. Bundan dolayıdır ki, namaz, tesbih ve tekbirin kendisinden beslendiği bir kaynak gibi addolunmuştur.

Buna göre şayet, "Tesbihatın vacib olmaması, onun derecesinin, namazın diğer amellerininkinden daha az olmasını gerektirir" denilirse, biz deriz ki: Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

1) Namazın diğer fiilleri, kalbin kendisine meyletmediği şeylerdendir; bunun içindir ki bunlar hususunda, onların vacib ve farz kılınmasına gerek duyulmuştur. Tesbihat ve tekbire gelince, hem akıl buna davet eder, hem de ruh, buna aşık ve müştakdır. Bundan ötürü de, fıtri sevgi ile yetinilmiştir. Bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "îman edenlerse, Allah'ı daha çok severler" (Bakara, 165) buyurmuştur.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesi emirdir. Mutlak olarak gelen emir ise, fukahaya göre, vücub ve farziyyet ifade eder. Mutlak olarak gelen emrin "nebd -mendubluk" ifade ettiğini söyleyen ise, kelimenin burada, karine yardımıyla vücub ifade ettiğini, çünkü istiğfarda bulunmanın bu ifadeye atfedildiğini, istiğfarın ise farz olduğunu; atf'da bulunan hususlardan birisinin de, matuf ile matufun aleyh arasında bir müşterekliğin bulunması olduğunu söylemiştir.

3) Tesbihat şayet farz olsaydı, o zaman, onu terketmekten dolayı meydana gelen ikab ve azab da, onun yüceliğini göstermek için daha büyük olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, bu mahzurdan kaçınmak için onu vacib kılmamıştır.

Dördüncü Mesele

"Hamd"e gelince, onun tefsiri daha önce geçmişti. ifadesinin tefsirine gelince, alimler bu hususta birkaç görüş zikretmişlerdir:

1) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kelamın takdiri, "Ey Muhammed, Allah'ın sana gösterdiği o hayranlık verici inam ve nimetlerden hayranlık duyarak, "Allah'ı tenzih ederim. Bütün hamd, Allah'a mahsustur" de. Yani, "tesbih ile tahmidi birleştir" şeklindedir. Nitekim sen, "ikisini, karıştırıp da içtim" anlamında "Suyu sütle içtim" dersin.

2) Sen, Allah'a hamdettiğin zaman, onu tesbih de etmiş olursun. Zira tesbih, hamd'e dahildir. Zira, Allah'ı övüp ona şükürde bulunmanın, O'nu, bütün noksan sıfatlardan tenzih etmeyi ihtiva etmesi gerekir. Zira Allah medhe ve övgüye ancak, noksanlıklardan tenzih edildiği zaman layık olabilir. Bundan ötürüdür ki, Fatiha Sûresi, Kur'ân'ın anahtarı kabul edilmiştir. Mekke'nin fethi sırasında Allah'ın Resulü, "Kuluna yardım eden Allah'a hamdolsun!" demiş, fakat sözünü, tesbih ile açmamış (yani.... Allah'ı tesbih ederim dememiş)tir. O halde ifâdesinin manası, "Ona hamdetmen, vasıtasıyla, onu tesbih et; yani O'nun, bu yolla tesbih ve tenzih eyle..." şeklindedir.

3) Bu ifadenin hal olması. Buna göre manası, "Hamdeden olarak Allah'ı tesbih " şeklinde olur. Bu senin tıpkı, "silahlı olarak anlamında olmak üzere, "Silahınla çık.." demen gibidir.

4) Bunun manasının, "Tesbihten sonra hamdde bulunmayı da tasarlayarak, Allah'ı tesbih ve tenzih et..." şeklinde olması da caizdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmaktadır: "Senin, lafzan her ikisini aynı anda söylemen uygun olmaz. Fakat, niyet bakımından ikisini birleştirebilirsin. Tıpkı, kurban bayramı günü, kendisinden sonra kurban kesmeye niyetlenerek, bayram namazına niyet etmen gibi. Ki böylece senin için aynı saatte iki sevap ve mükafaat bir arada tahakkuk eder. İşte burada da böyledir."

5) ifadesindeki bâ'nın, "Bunu, ancak ve ancak Allah'ın lütfü ve keremi ile yaptım" örneğinde geçen, bâ gibi olması. Buna göre mana, "Allah'ı, ancak ve ancak O'na hamdederek, O'nun irşadı ve inamı ile tesbih ve tenzih et. Başkasını överek değil" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, ilk hadisinde geçen Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şu sözüdür: ' Buna göre ifâdenin anlamı, şu şekilde olur: "Allah'ı, sadece O'nu hamdederek tesbih ve tenzih et. Çünkü, seni hidayete ileten O'dur, başkası değil..." Bu sebepledir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle demekte olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'a hemdetmeye muvaffak kılmasından ötürü de Allah'a hamd ü senalar olsun."

6) Süddî, ifadesinin, "Rabbimin emriyle..." anlamında olduğunu rivayet etmiştir.

7) İfadedeki bâ'nın zaid bir bağlaç olması. Buna göre kelamın takdiri, "Rabbinin hamdini tesbih ve tenzih et.." şeklinde olur. Sonra, bu anlayış hakkında da birkaç ihtimal söz konusudur.

a) Bunun manası, "Allah için, hamdlerin en temiz ve nezih olanını seç" şeklindedir.

b) "Rabbine olan hamdlerini, riya ve gösterişten"; bunları zikir ile fasit dünyevi gayelere ulaşmak emelinden temizle..."

c) "Rabbine olan hamdlerini, "Ben bunları, O'na yaraştığı şekilde yaptım" iddiasından temizle." Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı, layık olduğu veçhile takdir edemediler" (Zümer, 67) ayetiyle, buna işaret edilmektedir.

8) Yani, "Sana vacib olan hamdin yerine, sen, tesbihatta bulun..." demektir. Bu böyledir, çünkü, hamd muhakkak, nimetler mukabilinde olur, Allah'ın bize olan nimetleri ise sonsuzdur. Binâenaleyh, bunlara mukabil hamd ü sena edebilmek, beşer takatinin üstündedir. Bu sebeple işte Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları hakkıyla sayamazsınız"(İbrahim, 34) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Sen, bihakkın hamdden acizsin. O halde, hamdin yerine tesbihatta bulun" demek istemiştir.

9) Bu ifadede, tesbih ile tahmidin, birinin diğerinden sonraya kalması caiz olmayan ve yine her ikisinin aynı anda yapılmaları da tasavvur olunamayan iki şey olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Bunun bir benzeri, kendisi için, şuf'a hakkı ve kusur (ayb)dan dolayı geri verme hakkı sabit olan kimsenin durumudur ki bu kimsenin "Bana satılan bu şeyi geri vermen suretiyle şuf'a hakkını tercih ettim" demesi gerekir. İşte bunun gibi de Cenâb-ı Hak, ikisi de aynı anda vaki olsunlar ve de böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), aynı anda hem hamdeden, hem de tesbih eden olsun diye, "Rabbini hamd ile tesbih ve tenzih et.." buyurmuştur.

10) Bundan muradın, şeklinde olmasıdır. Yani, "Rabbinin hamdini mütalaa ederek, kalbini temizle. Çünkü sen, her şeyin Allah'dan olduğunu gördüğün zaman, kalbini, kendi nefsine ve cehdine çevirmekten temizlemiş olacaksın" demektir. O halde, emr"i Allah'dan başkasının nefyedilmesine; ifadesi de her şeyin Allah'dan olduğunun görülmesine bir işarettirler.

İstiğfar Hakkında

Hak teâlâ'nın, O'ndan mağfiret dile" emri,hakkında birkaç izah tarzı bulunmaktadır:

1) Muhtemeldir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine eziyet edenlerden intikam almayı temenni edip, Allahü teâlâ'dan kendisine yardım etmesini istiyordu. Ne zamanki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı ... geldiğinde..." buyurduğunu duydu, buna sevindi. Fakat şu da bilinmektedir ki, günahı olmayan bir kimsenin mağfiret talebinde bulunması, güzel ve yerinde değildir. Bu yolla Peygamber anladı ki, Rabbi onu, afvetmeye ve intikam almayı terketmeye teşvik etmektedir. Zira, Allahü teâlâ ona, onlar için mağfiret talebinde bulunmasını emredince, daha nasıl olur da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlardan intikam almakla meşgul olması uygun ve yerinde olur?! Sonra Cenâb-ı Hak sûreyi, Kendisinin Tevvâb sıfatını zikrederek bitirmiştir. Sanki şöyle buyurmaktadır: "Tevbeyi kabul etmek, Allah'ın işidir. Dolayısıyla, O'ndan her kim tevbesinin kabulünü talep etmişse, Allah bunu ona vermiştir. Bu tıpkı şuna benzer: Satıcının mesleği, yanındaki emtiayı satmaktır. Bu sebeple, her kim ondan, bu emtiadan bir şey talep ederse, o da ona bundan satar. Satın alan ister dost olsun, isterse düşman. Rab Teâlâ da böyledir işte; tevbe eden ister Mekkeli olsun ister Medineli, O, tevbeleri kabul buyurur. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın bu emrine uydu. Bu sebeple Mekkeliler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, kerim bir kardeşsin; kerim bir kardeşin de oğlusun" dediklerinde, o onlara, "Bu gün artık sizi kınamıyorum. Allah sizi bağışlasın"(Yusuf,92) demiştir. Yani, "Rabbim bana, sizin için mağfiret talebinde bulunmamı emretti. Bu sebeple de, O'nun beni reddetmesi caiz olmaz" demektir.

İstiğfar Kim İçin?

2) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifaedisinden murad edilen mana, ya "Kendin için Allah'dan mağfiret talebinde bulun" ya da, "Ümmetin için" şeklindedir. Şayet ifadesi murad edilen birincisi ise, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir günahın sadır olup olmadığı meselesine varıp dayanır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin İstiğfar?

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den günah sadır olduğunu söyleyen kimse, buradaki "istiğfar"ın faydası hakkında bazı açıklamalar zikretmiştir:

1) Mümkündür ki onun çokça istiğfar etmesi, hatasını küçültme işinde etkili olsun.

2) Israr etmek günahından kurtulması için, ona istiğfarda bulunmak gerekmiştir.

3) İstiğfar ona, küçük günahını onarıp tamir etmesi için gerekli olmuştur. Böylece, onun sevabından asla hiçbir şey fasit olmaz.

Nebi Günah İşlemez Diyenlere Göre İstiğfar

Ondan bir günah sadır olmamıştır diyene gelince, o da, bu istiğfar hakkında şu açıklamalarda bulunmuştur.

1) Peygamberin istiğfarı, tesbih yerine geçmektedir. Bu böyledir, çünkü o, Cenâb-ı Hakk'ı, çok bağışlayıcı olmakla (gaffar) vasfetmiştir.

2) Bundan maksat, başkalarının ona uyması için, onun bununla Allahü teâlâ'ya ibadet ve taatta bulunmasıdır. Çünkü hiçbir mükellef, ibadetinde herhangi bir kusurun meydana gelmediğinden emin olamaz. Böylece bunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne kadar gayret etse ve çaba harcasa da, onun, istiğfardan müstağni olamayacağına; o halde, onun dışındakilerin halinin nice olacağına dair bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır.

3) İstiğfar, efdal ve en uygun olanı terketmekten ötürüdür.

4) Bu istiğfar şu sebepten dolayıdır. Kul bir itaat işleyip de, bunu, Cenâb-ı Hakk'ın ona olan ihsanı ile karşılaştırdığında, yaptığı taatın, o nimetin şükrünü eda hususunda yetersiz olduğunu görür. İşte bundan dolayı Allah'a istiğfarda bulunsun" demektir.

5) İstiğfar, kulluk yoluna sülük etmede meydana gelmliş olan kusurdan dolayıdır. Çünkü, Allah'a giden yolu, kullukta bir makama ulaşıp da, daha sonra o makamı da geçtiği zaman, işte o makamı aşmasından sonra onun noksan ve kusurlu olduğunu görür. Bundan dolayı da Allah'tan mağfiret talebinde bulunur. Allah'a giden yolun mertebe ve makamları sonsuz olunca, bu istiğfarın mertebelerininde sonsuz olması icab eder.

Ümmet İçin İstiğfar

İkinci ihtimale, yani muradın, "Ümmetinin günahı için istiğfarda bulun" şeklinde olmasına gelince, bu da yine gayet açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Kendi günahın için, erkek mü'minler ve kadınlar için istiğfar et" (Muhammed, 19) ayetinde ümmetinin günahı için istiğfarda bulunmasını emretmiştir. İşte bu noktada, ümmet çoğaldıkça, bu istiğfarda daha zorunlu ve mühim hale gelmiştir. Biz, "Burada, kastedilen mana, hem kendin hem de ümmetin için istiğfarda bulun" şeklindedir" dediğimizde de bunun gibidir.

Tenzih, Hamd, İstiğfar Sıralaması

Ayette bir müşkil bulunmaktadır. O da şudur: Tevbe bütün taatlardan önce gelir; sonra, hamd, tesbihten önce gelir. Çünkü, hamd, in'âm sebebiyle yapılır. İn'âm ve ihsan ise, münezzeh zat (Allah) tam sudur ettiği gibi, bazan da başkasından sudur eder. O halde, önce istiğfarın meydana gelmiş olması, bundan sonra hamdin zikredilmesi, daha sonra da tesbihin ifade edilmesi gerekirdi. O halde ifadenin, tamamen bu tertibin aksine gelmiş olmasının sebebi nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, en kıymetli ve şerefli olanla başlamıştır. Böylece ifade en kıymetliden daha az kıymetliye, yukardan aşağıya inmektedir. Bunda da, Hâlık'tan halka inmenin, halktan Hâlık'a yükselmekten daha şerefli olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır.

2) Bunda, kuldan sudur eden tesbih ve hamdin, Allah'ın celal ve izzeti ile karşılaştırıldığında günah haline dönüştüğüne, binaenaleyh, bundan istiğfarda bulunmanın da vacib olduğuna bir tenbih ve dikkat çekme vardır.

3) Tesbih ve hamd, Allah'ın emrini tazim ve ululamaya; istiğfar İse, Allah'ın mahlukuna şefkat etmeye bir işarettir, birincisi, namaz gibi; ikincisi ise zekat gibidir. Nasıl ki namaz zekattan önce gelirse, işte burda da böyledir.

Nebi İstiğfarda Da Örnek

Ayet-i kerime, tesbih ve istiğfarda bulunmayı açıkça ifade etmenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vacib olduğuna delalet etmektedir. Bu bir kaç bakımdan böyledir:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ın naklinin mütevatir olması için, sûreyi herkese tebliğ etmekle memur idi. Biz de, onun, vahyin tebliğ edilmesi görevini en güzel şekilde yerine getirmiş olduğunu bilmekteyiz. İşte, bu maksadın tahakkuk etmesi için, ona, apaçık bir biçimde tesbih ve istiğfarda bulunması vacib (farz) olmuştur.

2) Güdülen amaçlardan bir tanesi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bütün ümmete örnek ve kudve olmasıdır. Ta ki, ümmet, gerek nimet gerekse mihnet ve çile içinde bulunduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmış olduğu şeyi yapsın; nimetler yeniden geldiğinde şükür ve hamdi de tekrarlasın.

3) Müşahede edilen, genellikle, hamdin önce getirilmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Resulüne daima hamd ve istiğfarı emretmiştir. Ta ki böylece kendisiyle diğer insanların farkı ortaya çıksın. Keza ecelinin yaklaştığını anlayınca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ ona "istiğfar et" emrini ile vermiştir. Ta ki ümmeti de ecelleri yaklaşınca böyle yapsınlar. Ayet hakkında bazı sorular bulunmaktadır:

Bazı Sorular

1) Cenâb-ı Hak, mazi siğasıyla, (......) buyurmuştur. Oysa ki, biz Allah'ın bunu gelecekte kabul etmesine muhtacız.

2) Allahü teâlâ Nûh Sûresi'nde de olduğu gibi, yerine (Gaffâren) demeli değil miydi?

3) Cenâb-ı Hak "Allah'ın yardımı", "Allah'ın dinine" buyurmuştur. O haalde niçin "Allah'ın hamdi" ile buyurmadı da, "Rabbinin hamdiyle" buyurmuştur?

Niçin Mazi Siğasıyla Kâne?

Birinciye birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

1) Böyle söylemesi, daha beliğdir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Ben sizi, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olmakla medhedip övmedim mi? Sonra, sizin aşağınızda olanların da, mesela yahudiler gibi, tevbelerini kabul ediyorum. Çünkü onlar, büyük mucizelerin zuhurunda, yani denizin yarılmasından, Tur dağının yükseltilmesinden üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti yağdırılmasından... sonra Rablerine isyan etmişler ve bütün kabahatler işlemişlerdi. Tevbe ettiklerinde ise tevbelerini kabul ettim. Şimdi, Ben, sizden aşağı seviyede bulunanların tevbesini kabul edince, sizin tövbelerinizi kabul etmez miyim?" demek istemiştir.

2) Bu, "Hayli zamandan beri Ben, asî kullarımın tevbesini kabul etmeye başladım. Buna başlamak, asi olmayanlarını da kabule sevkeder. Rahman olanın keremine bundan başkası mı yaraşır ki?" demektir.

3) "Ben, size, istiğfarda bulunmayı emretmezden evvel de "tevvâb" idim. Size istiğfarı emredince, tevbeleri kabul etmez miyim?"

4) Bu sanki, onların suçlarının hafifletilmesine bir işarettir. Yani, "Sizler suç işleyip de tevbe edenlerin ilki değilsiniz. Bilakis, tevbeleri kabul etmek, benim mesleğimdir" demektir. Buna göre, suç, suçlu için bir musibettir. Musibet yaygınlaştığında ise, hafifler.

5) Bu sanki, şu ifadenin bir benzeri gibidir: "Andolsun ki Allah, geçmişte ihsan ve ikramda bulundu. Aynen bunun gibi, gelecekte de ihsanda bulunacak."

Tevvabâ Yerine Gaffara?

İkinci soruya da birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Böylece, belki de Cenâb-ı Hak, bu ümmete daha fazla şeref ve mevki tahsis etmiştir. Çünkü kulun sıfatları içinde (gaffar) sıfatı yoktur. Aksine, kul tevbe ettiğinde, onun hakkında "tevvâb-çok tevbe eden" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır. Şöyle ki, her ne kadar manalar farklı ise de, sen mü'minsin, Ben de mü'minim. O halde tevbe et ki, neticede de benim adaşım olasın. Şu halde, sen tevvâb (çok tevbe) edensin, ben de tevvâb (tevbeleri çokça kabul eden)im." Tevvâb kelimesi Allah hakkında, O'nun, tevbeleri çok kabulü anlamına gelir. Böylece Cenâb-ı Hak, kulun da çok tevbe etmesi gerektiğine tenbihatta bulunmuş olur.

2) Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Çünkü kul bazan, gönülden tevbe etmediği halde, lisanen "Estağfirullah Allah'tan bağışlanmamı diliyorum" diyebilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kalbiyle günahını izhar ettiği halde lisanıyla istiğfar eden kimse, adeta, Rabbiyle alay eden kimse gibidir" ifadesi de bu manadadır. Buna göre şayet, "Kişi bazan, gerçekten tevbe etmediği halde, "Allah'a tevbe ederim" de der" denilirse, biz deriz ki: O zaman o yalancı olur. Çünkü tevbe, günahtan dönme ve pişman olmanın adıdır. İstiğfar ise böyle değil, kişi bunda yalancı olmaz. O halde kelamın takdiri, "Tevbe ederek Allah'tan mağfiret dile" şeklinde olur. Bu ifadede, amellerin tevbe ve istiğfar ile bitmeleri gerektiğine dair bir tenbihat bulunmaktadır. Ömürlerin sonu da böyledir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir meclise oturduğu zaman, oradaki oturuşunu istiğfar ile bitirirdi.

Rab Vasfını Kullanmanın Hikmeti?

Üçüncü soruya da şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ adaleti gözetmiş, böylece kendi zat ismini de iki kere zikretmiş, fiil ismini de. Bunlardan birincisi "Rab", ikincisi ise "Tevvâb"dır. Rububiyyet önce, tevbeleri çokça kabul ediş de sonra olduğundan, Cenâb-ı Hak, pek yerinde olarak, önce Rabb ismini, sonra Tevvâb ismini zikretmiştir.

Sûrenin Vefatı Nebeviyeyi Haber Vermesi

Sahabe-i kiram, bu sûrenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatının yaklaşmış olduğuna delalet ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Abbas bunu anlayınca ağlamış. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Seni ağlatan nedir?" deyince, Hazret-i Abbas, "Bu sûre senin (yakında) vefat edeceğini haber vermiştir" diye cevap verir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Durum, senin dediğin gibidir" buyurur. Rivayet olunduğuna göre bunu İbn Abbas söylemiş; bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gerçekten bu çocuğa pekçok ilim verilmiştir" buyurmuşlardır. Nakledildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), İbn Abbas (radıyallahü anh)'a saygı gösterir, onu kendine yakın tutardı. Onun, Bedir'e katılan sahabilerle oturmasına izin verirdi. İşte bunun üzerine Abdurrahman (İbn Avf), Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, "Bu çocuğun bizimle oturmasına izin mi veriyorsun? Bizim, onun kadar oğlumuz var" deyince, "bunun sebebi, sizin onun kim olduğunu, yani nasıl liyakatli birisi olduğunu bilmenizdir" diye cevap verdi. İbn Abbas şöyle der: Hazret-i Ömer, bir gün bana ve onlara haber saldı. Bir araya geldiğimizde onlara, ayet-i kerimesinden sual etti. Ama, o bunu sanki, benim sebebimle sormuş gibiydi. Bunun üzerine içlerinden bir kısmı, "Allah nebisine, fetih işlerinden bir kısım, "Allah'tan istiğfar edip, O'na tevbe etmesini emretmiştir" diye cevap verince, ben, "Hayır, böyle değil. Bilakis, bu sûre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vefatı haber vermektedir" dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Bu sûrenin manası hususunda ben de, senin bildiğinden başkasını bilmiyorum" dedi. Sonra da etrafına dönerek, "Bu gördüklerinizden sonra beni nasıl kınarsınız?" diye ilave etti. Yine anlatıldığına göre, bu sûre nazil olduğu zaman, (Hazret-i Peygamber), insanlara hitab ederek, "Allah bir kulunu dünya ile Ahiret, yani Allah'a kavuşma arasında muhayyer bıraktı, o kul da, Allah'a kavuşmayı seçti" buyurur. Bir kimse, "Bu ayet, nasıl olur da bu manaya delalet edebilir?" derse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Bazıları şöyle demiştir: Bunu, az önce anlattığımız üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hatka hitap edip de, muhayyerlik hususunu zikretmiş olması sebebiyle anlamışlardır.

2) Cenâb-ı Hak "nasr"ın, fethin ve insanların bölük bölük İslâm'a girmelerini tahakkuk ettiğini zikredince, bu, artık kemal ve tamamlanmanın da, gerçekleşmiş olduğuna delalet etmiştir. Her kemalden sonra ise zeval gelmektedir. Nitekim şöyle denilmiştir:

"Bir şey tamamlandığı zaman, onun noksanlaşması da yaklaşmıştır, işte "tamamlandı" denildiğinde, sen, zevali gözle artık."

3) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, mutlak olarak tesbih, tahmid ve istiğfarı emretmiştir. Onun bunlarla meşgul olması ise onu, ümmetin işiyle meşgul olmaktan alıkoyar. Böylece bu, tebliğ işinin tamamlanıp kemale erdiğine dair bir tenbihat olmuş olur. Bu ise, ölümü gerektirir; çünkü, şayet Hazret-i Peygamber bundan sonra hayatta kalacak olsaydı, risalet görevinden uzak ve mazul birisi gibi olmuş olurdu ki, bu caiz değildir.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, emri ecelin yaklaştığına dikkat çekmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Vakit yaklaştı, yolculuk zamanı geldi; bu iş için hazırlan ve azıklan!.." buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, ecel yaklaştığı zaman akıllı kimsenin yapması gereken şeyin, çok çok tevbe etmesi olduğu hususuna dikkatimizi çekmiştir.

5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki şöyle denilmiştir: "Dünyada arzuladığın şeyin müntehası ve akıbeti, işte şu bulduğun şeylerdir: Zafer, fetih ve hakimiyet... Allahü teâlâ sana, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" (Duhâ, 4) vadinde bulunmuştu. Madem ki artık, dünyadaki en yüce maksadına nail oldun, o halde, o yüce saadetleri elde etmen için ahiret yurduna geç!.."

Sûrenin Nüzul Zamanı

Biz, en sahih olan görüşün, bu sûrenin Mekke'nin fethinden önce nazil olduğunu bildirmiştik. Bu sûrenin Mekke'nin fethinden sonra nazil olduğunu söyleyenler de vardır: Maverdî'nin zikrettiğine göre, bu sûrenin nüzulünden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ancak, tamamını tesbih ve istiğfarla geçirmiş olduğu altı gün yaşamıştır. Mukatil ise şunu söylemiştir: Bu sûreden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yıl yaşadı. Derken, (Maide, 5) ayeti nazil oldu. Bundan sonra seksen gün yaşadı. Derken, Kelâle ayeti nazil oldu. Bundan sonra elli gün yaşadı. Daha sonra (Tevbe, 128) ayeti nazil oldu. Bundan sonra ise otuzbeş gün yaşadı. Daha sonra da, (Bakara, 281) ayeti nazil oldu. Bu ayetten sonra ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onbir gün yaşadı... Bir başka rivayete göreyse, bu ayetten sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi gün yaşadı. Bunun nasıl olduğunu en iyi bilense Allah'tır.

3 ﴿