TEBBET SURESİBeş ayet olup, ittifakla, Mekke'de nazil olmuştur. 1"(Asıl) Ebû Leheb'in elleri kurusun...". Bil ki, Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri ve insanı, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurdu. Daha sonra, "De ki: Ey kafirler..."(Kâfirûn, 1) sûresinde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Rabbine itaat edip, şürekâya ve Allah karşıtı şeylere tapmadığını; kâfirinse, Rabbine isyan edip, Allah karşıtı şeyler ve ortaklar ile meşgul olduğunu açıkça beyan etmiştir. Buna, sanki, "Ey Rabbimiz, itaatkârın mükafaatı nedir? İsyankarın cezası nedir?" denilmiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "itaatkarın mükafaatı zaferin, fethin, bu dünyada hakimiyetin; Ahirette ise, sonsuz mükafaatın meydana gelmesidir. Nitekim, "Allah'ın yardımı geldiğinde..."(Nasr, 1) ayeti buna delalet eder. İsyankarın cezasına gelince, bu da, dünyada hüsrana uğramak, Ahirette ise, büyük bir ikaba maruz kalmaktır. Nitekim Tebbet Sûresi de buna delalet eder. Bunun bir benzeri ise, En'âm Sûresi'nin sonundaki, şu ifadedir: "O Allah, sizi, yeryüzüne halifet yapan ve bir kısmınızı bir kısmınızdan derecelerle üstün kılandır..." (En'âm, 165). Sanki şöyle denilmiştir: "Ey Rabbimiz, Sen çok cömertsin; cimrilikten münezzehsin; kadirsin, acziyetten münezzehsin. O halde, bu farklı farklı oluşun sebebi nedir?" İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Size verdiği şeylerde sizi sınamak için..."(En'âm, 165) buyurmuştur. Sanki, "Ey Rabbimiz, ya kul günahkar ve asi olursa, o zaman hali nasıl olur?" denilmiş de bunun üzerine cevaben, "Muhakkak ki senin Rabbin, cezası çok hızlı olandır" (En'âm, 165) buyurulmuştur. O halde, şayet kul itaatkar, muti olursa, onun mükafaatı şudur. Allahü teâlâ, dünyada, onun hatalarını bağışlar, Ahiret de ise, ona karşı merhametli ve kerim davranır... Alimler, bu sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında bazı açıklamalarda bulunmuşlardır: 1) İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, başlangıçta, durumunu gizliyor ve Mekke'nin mahallelerinde gizlice namaz kılıyordu. Bu, "Yakın akrabalarını uyar" (Şuârâ, 214) ayeti nazil oluncaya değin, üç sene devam etti. Bu ayet nazil olunca Safa Tepesi'ne çıktı ve "Ey Âli Gâlib..." diye nida etti. Bunun üzerine Âli Gâlib, Mescidden onun yanına geldi. Bunun üzerine Ebû Leheb, "İşte Gâlib yanına geldi, ne var?" dedi. Sonra, "Ey Âl-i Lüey" diye seslendi. Bunun üzerine, Lüey'den olmayanlar geri döndü. Bunun üzerine Ebu Leheb, "İşte Lüey yanıma geldi, ne var?" dedi. Sonra, "Ey Âl-i Mürre" diye seslendi. Bunun üzerine, Mürre'den olmayanlar geri döndü. Yine Ebû Leheb, "İşte Mürre yanıma geldi, ne var?" dedi. Hazret-i Peygamber sonra, "Ey Âl-i Kilâb" diye seslendi. Bundan sonra da, "Ey Âl-i Kusayy" diye seslendi. Bunun üzerine Ebü Leheb, "İşte Kusayy yanına geldi, ne var?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, "Allah bana, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Sizlerse en yakınlarımsınız. Biliniz ki ben, ne bu dünyada size nasib sağlayabilirim, ne de Ahirette bir pay... Ancak, "Lâ ilahe illallah" demeniz müstesna. O zaman ben de, bununla, Rabbimiz katında lehinize şehadette bulunurum..." dedi. Bu söz üzerine Ebû Leheb, "Hay kahrolasıca, bizi bunun için mi çağırdın?" dedi. Onun bu sözü üzerine bu sûre nazil oldu. 2) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Safa Tepesi'ne çıkar ve "Sabah oldu, uyanın ey Kureyş..." der. Bunun üzerine Kureyş yanına gelir ve "Neyin var?" diye sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ne dersiniz, eğer ben size, "Düşman size sabahleyin ya da akşamleyin saldıracak" desem, bana inanır mısınız?" der. Onlar da, "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben sizi, şiddetli bir azab öncesinde uyarıyorum" cevabını verir. Bunun üzerine Ebû Leheb, dediğini der de, bu sûre nazil olur. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) amcalarını toplar ve onlara, bir sahanda yemek takdim edince onu kınarlar. "Bizden birisi tek başına bir koyun yer (bu ne ki?!)" derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yeyiniz, yeyiniz..." der. Onlarda, doyuncaya kadar yerler, ama, sahandaki yiyecekten çok az şey eksilir. Sonra da ona, "Ne vardı?" derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları İslâm'a davet eder. Ebû Leheb de diyeceğini der. Rivayet olunduğuna göre Ebû Leheb, "Müslüman olursam, bana ne var?" deyince, Hazret-i Peygamber, "Müslümanlara olanlar..." diye cevap verir. O, "Ben onlara üstün olacak mıyım?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Neyle üstün olacaksın ki?!" diye cevap verir. Bunun üzerine de o, "Yazık bu dine, onda ben ve başkası bir olacak öyle mi?" der. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir heyet geldiğinde, bu heyet amcasına ondan sorar ve "Sen onu en iyi tanıyansın..." derdi. O da onlara, "Muhammed bir sihirbazdır" der, bunun üzerine de onlar ondan yüz çevirir, onunla karşılaşmazlar. Derken ona bir heyet daha gelir, amcası da onlara, buna benzer şeyler söyler. Onlar da, "Onu görmeden gitmeyeceğiz" deyince, Ebû Leheb, "Biz onda, delilikten başka hiçbir şey müşahede etmedik. Eli kurusun ve kahrolsun.." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan haberdar olur ve hüzünlenir. Bunun üzerine de bu sûre nazil olur. "Ebû Leheb'in elleri kurusun..." (Tebbet, 1) ifadesine gelince, bil ki, (......) ifadesi hakkında bazı görüşler bulunmaktadır: 1) et-Tebâb, helak olmak anlamındadır. Arabların şeklindeki sözü bu ifadeden olup, "İhtiyarlıktan helak olmuş..." anlamındadır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın (Mü'min,37) ayetidir ki, "... ancak helak ve hüsrandadır" demektir. Bunu teyid eden bir husus da şudur. Bir bedevi Ramazan ayının bir gününde, hanımıyla cinsi münasebet yaptığında, "Helak oldum ve helak ettim" der. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu yadırgamadı. Böylece, onun bu hususta doğru söylediğine işarette bulunmuştur. Şüphe yok ki amel, ya imana dahil olur; yahut da dahil olur ama, onun en zayıf cüzlerinden birisi olur. İşte ameli terketmekle helak meydana gelince, Ebû Leheb hakkında ise, itikadı, cüz ve ameli tek meydana gelmiş, batıl inancın, batıl sözün ve batıl amelin mevcudiyeti tahakkuk etmiştir. O halde, helakin meydana gelmeyişi nasıl düşünülebilir?! İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak kurusun, helak olsun..." buyurmuştur. 2) "hüsrana uğrasın..." anlamındadır. Çünkü (......) kelimesi, helake götüren hüsran, anlamındadır. "Onların hüsrandan başka birşeylerini arttırmadılar..." (Hud, 101) ayeti de bu anlamdadır. Yani, demektir. Zira bunun delili, bir başka yerde, (Hûd,63) buyurulmuş olmasıdır. 3) anlamındadır. İbn Abbas şöyle demiştir: Çünkü Ebû Leheb, "O bir sihirbazdır" sözüyle, insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den uzaklaştırıyordu. Böylece de insanlar, onunla görüşmeden çekip gidiyorlardı. Çünkü Ebû Leheb, kabilenin yaşlısı olup, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babası gibiydi. Bu sebeple de, itham edilemezdi. Bu sûre nazil olup da, onu duyunca, kızdı ve şiddetli bir düşmanlık sergiledi. Böylece itham olunur bir hale geldi ki, artık bundan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki sözleri kabul edilemezdi. Böylece sanki, çabası boşa gitmiş amacına ulaşamamıştı... Muhtemelen Cenâb-ı Hak şundan dolayı burada "el"i zikretti. Çünkü, o, yanına gelen heyetin omuzuna eliyle vuruyor ve "Akıllı ol, çık git... Çünkü o delil" diyordu. Çünkü, mutad ve alışılmış olan şey şudur: Birini bir yerden döndüren kimse, elini onun omuzuna koyar da, onu o yerden men eder. 4) Atâ'dan rivayet olunduğuna göre "galip ve üstün geldi anlamındadır. Çünkü o, kendi elinin en üstün olduğuna, onu Mekke'den çıkarıp zelil kılacağına, onu yeneceğine inanıyordu. 5) İbn Vessab'dan rivayet edildiğine göre bunun anlamı, "Her hayır üzere, elleri sararıp solsun..." şeklindedir. Buna göre şayet, "el"in zikredilmesinin faydası nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu hususta birkaç izah şekli vardır: 1) Rivayet edilen şu haberdir. Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e atmak için yerden bir taş almıştır. Târik el-Muharibî'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: Allah'ın Resulü'nü pazarda gördüm, şöyle diyordu: "Ey insanlar, Lâ ilahe illallah deyin, kurtulun..." Arkasında da bir adam, ona taş atıyordu. Topuklarını da kanatmıştı. "Ona itaat etmeyin, çünkü o, çok yalancıdır" diyordu. Ben, "Bu kimdir?" deyince, "Muhammed ve amcası Ebû Leheb" dediler. 2) "İki el"den murad, bedenin tamamıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, (Hacc, 10) ayetinde de böyledir. Arabların (......) deyimleri de bu anlamdadır. Cenâb-ı Hakk'in "Ellerinizin yaptıklarından..."(Yasin, 71) ayeti de bu anlamdadır. Bu yorumu Cenâb-ı Hakk'ın "kurudu da" ifadesiyle kuvvetlenmektedir. 3) ifadesinin manası, "Dini de dünyası da, öncesi de sonrası da helak olsun" şeklindedir. Ya da, iki elden birisiyle menfaat temin edilir, diğeriyle de zararlar def edilir. Ya da, sağ elle silah tutulur; diğeriyle de kalkan. 4) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu gündüzleyin davet edince, o bundan kaçındı. Gece olunca da, Nûh (aleyhisselâm)'un sünnetine uyarak onu gündüz davet ettiği gibi geceleyin de, davet etmek üzere, onun evine gitti. Onun yanına varınca, Ebû Leheb ona, "Özür dilemen için yanıma geldin..." dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, tıpkı ihtiyaç içinde olan birisi gibi onun önüne oturdu. Ve onu, İslâm'a davet etmeye başladı. Ona, "Eğer seni, inanmaktan, âr ve utanma alıkoyuyorsa, bana bu vakitte icabet et ve sus..." deyince, Ebû Leheb, "şu oğlak inanmadıkça, sana inanmam" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlağa, "Ben kimim..." dedi. Oğlak da, "Allah'ın Resulü" dedi ve dilini salıvererek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i medhetti. Bunun üzerine kin ve hased, Ebû Leheb'i istila etti; hemencecik oğlağın ayaklarından tutarak onu parçaladı. "Kahrolası, sihir sana da tesir etti" deyince, oğlak: "Bilakis, sen kahrol..." dedi. Bunun üzerine de, buna uygun biçimde, bu sûre nazil oldu. Yani, "Oğlağın ayaklarını parçaladığı için, Ebû Leheb'in elleri kurusun..." 5) Muhammed ibn İshâk şöyle dedi: Rivayet olunduğuna göre Ebû Leheb şöyle demiştir: "Muhammed bana bazı şeyler va'dediyor. Ben, bunların olacağını sanmıyorum. O (Muhammed), bunların ölümden sonra olacağını iddia ediyor. Oysa ki, elime, bunlardan yana hiçbir şey koymadı." Sonra da ellerine ülfet ve "Hay kahrolasıcalar, şimdi hiçbir şey göremiyorum.." derdi. İşte bunun üzerine de bu sûre nazil olur. Cenâb-ı Hakk'in, ifadesine gelince, bu hususta da birkaç izah vardır: 1) Cenâb-ı Hak birinci ifadeyi, "Kahrolasıca insan, onu küfre ne sevketti..."(Abese, 17) ayetinde olduğu gibi beddua üslûbunda buyurmuş, ikinci ifadeyi ise, haber verme makamında... Yani, "Bu oldu ve meydana geldi" demektir. İbn Mes'ûd'un şeklindeki kıraati de bunu teyit eder. 2) Her iki ifade de haber vermek içindir. Fakat Cenâb-ı Hak birincisiyle, amelinin helak olmasını, ikincisiyle de bizzat kendisinin helak olmasını murad etmiştir. Bunun en güzel izahı şöyledir: Kişi, kendisinin ve işinin menfaati için çalışıp çaba sarfeder. Allahü teâlâ böylece, Ebû Leheb'in her ikisinden de mahrum kaldığını haber vermiştir. 3) (......) demek, "Yani, malı helak olsun.." Nitekim mal hakkında, "elin sahip olduğu şey" denilir, ifâdesi de, "onun bizzat kendisi halak oldu" anlamındadır. Nitekim Kur'ân'da, "Onlar, hem kendilerini, hem de çoluk-çocuklarını helak ettiler" buyurulmaktadır. Bu, Ebu Müslim'in görüşüdür. 4) "Ebû Leheb'in kendisi helak olsun" "Oğlu Utbe helak olsun..." anlamındadır. Nitekim rivayet olunduğuna göre Utbetu'bnu Ebî Leheb, Kureyş'ten bazı kimselerle beraber Şam'a gider. Geri dönmeye niyetlendiklerinde Utbe onlara, "Muhammed'e benden Necm Sûresi'ni inkar ettiğimi ulaştırın..." dedi. Ve yine rivayet edildiğine göre o bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzüne söylemiş ve (haşa) yüzüne tükürmüştür. O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çok şiddetli düşmanlık taşıyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allahım, ona, köpeklerinden bir köpeği musallat et..." dedi. Böylece onun kalbine büyük bir korku düştü; bu sebeple de hep sakınırdı. Derken gecelerden bir gece yola çıktı. Sabah yaklaştığında yanındakiler ona, "Kervan helak oldu" dedi. O ininceye kadar, onu terketmediler. O, korku içindeydi. O, tıpkı parmaklıklar gibi, deveyi etrafına çöktürdü. Allah da ona bir aslanı musallat etti. Develere ise sükunet verdi. Böylece aslan aradan süzüldü. Ve onu parçaladı. Paramparça etti. Buna göre şayet, "Bu sûre bu olaydan önce nazil olmuştur. ifâdesi de geçmişten haber vermektedir. O halde ifade bu olaya nasıl hamledilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu böyledir, çünkü, bunun meydana geleceği, Allah'ın malumu idi. 5) Bu, "Rabbinin hakkını bilmediği zaman, Ebû Leheb'in elleri kurusun. Resulünün hakkını bilip ikrar etmediği zaman da (kendisi) helak olsun..." demektir. Ayet hakkında birkaç soru bulunmaktadır. Birinci Soru: Adı Leheb olan bir oğlu olmadığı için yalan gibi olduğu halde, niçin ona, Ebû Leheb künyesi verildi? Üstelik künye kullanılması tazim ve tefhim ifade eder!.. Birincisine şöyle cevap verilir: Künye, bazan isim olabilir. Nitekim bunu, (......) şeklinde okuyan kimsenin kıraati de teyid eder. Aynı şekilde (Ali ibn Ebû Talib, Muaviye Ibnu Ebû Süfyan) da denilmektedir. Çünkü bunlar onların isimleri olup, onlarla kinaye yapılmıştır. Künyenin tazim ifade etmesine gelince, buna da birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Künye isim olunca, tazim ifade etmenin dışına çıkmıştır. 2) Onun esas ismi Abdu'l-Uzza olup, böylece bundan künyesine geçilmiştir. 3) O cehennemlik olup akibet varacağı yer de, alevli bir ateş olunca, hâli, künyesine uygun düşmüş, bu nedenle onunla zikredilmesi yerinde olmuştur. Buna göre ona, nasıl ki çok kötü ve şerir bir kimseye, Ebu'ş-Şer "şerrin babası"; hayırsever kimseye de Ebû'l-Hayır "hayrın babası", Ebü Leheb "alev'in babası" denilir. 4) Yanakları ateş parçası gibi ve kıpkırmızı olduğu için ona bu ad verilmiştir. Böylece, onunla alay edip tahkir etmek için, bununla anılması caiz olmuştur. Nebî (aleyhisselâm)'nin Amcasına Bedduası? İkinci Soru: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), rahmet ve yüce bir ahlak peygamberi idi. O halde onun, amcasına karşı böylesine sert bir ifade kullanması nasıl uygun düşer? Meselâ Nuh (aleyhisselâm), kafirlere karşı son derece sert ve katı olduğu halde, kafir olan oğlu hakkında, "Oğlum, benim ehlimdendir. Senin vadinse haktır..." demiş, yine İbrahim (aleyhisselâm), "Babacığım, babacığım..." demek suretiyle babasına şefkat ifadesiyle hitap etmiştir. Babası ona, "Muhakkak seni taşlarım... Benden bir müddet uzaklaş..." (Meryem,46) dediğinde, o, "Selam sana... Senin için Rabbimden mağfiret talebinde bulunacağım..."(Meryem,42) diye cevap vermiştir. Musa (aleyhisselâm)'ya gelince, Cenâb-ı Hak onu, Firavun'a gönderince, ona ve Harun (aleyhisselâm)'a, "O Firavun'a yumuşak söz söyleyin"(Taha, 44) demiştir. Oysa ki, Firavun un günahı, Ebû Leheb'in günahından çok ağır idi. Üstelik Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatine göre, baba, kısas yoluyla oğulun yerine öldürüp, ona recmedilemezken; hatta, savaşta, kafir olan baba oğulun karşısına geçse, oğul babayı öldürmez, onu kendinden uzaklaştırır. Ki böylece onu bir başkası öldürsün. Bu soruya birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Ebû Leheb, "Muhammed mecnundur" diyerek, insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den uzaklaştırıyordu. İnsanlar onu suçlamıyorlardı. Zira o, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babası gibiydi. Böylece o, risaletin insanlara ulaşmasın; engelleyen bir kimse konumuna girdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona böyle konuştu da, böylece öfkesi daha da arttı ve çok şiddetli bir düşmanlık gösterdi. Böylece de bu düşmanlık sebebiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tenkid etmesi hususunda itham edilir hale gelmesi hususunda itham edilir hale geldi. Bundan sonra da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) şayet, din hususunda bir kimseye yumuşak davranıp müsamaha gösterseydi, bu, babası konumunda olan amcasına karşı olurdu. Fakat, ona karşı dahi böyle bir yumuşaklık ve müsamaha meydana gelmeyince, bu konudaki bütün beklentiler sona ermiş ve herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dine taalluk bir konuda asla hiç kimseye müsamaha etmediğini anlamıştır. 3) Zikrettiğiniz açıklama biçimi, çelişik gibidir. Çünkü, Ebû Leheb'in onun amcası olması, onun ona karşı büyük şefkat sahibi olmasını gerektirir. Ama, iş tersine dönüp şiddetli bir düşmanlık söz konusu olunca, onun da, buna mukabil şiddetli ve sert bir hitabı hak etmesi kaçınılmaz olmuştur. Sûrenin Başında Kul Emri Olmaması Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın burada, "De ki, Ebû Leheb'in elleri kurusun" buyurmayıp da, Kâfirûn Sûresi'nde, "De ki: Ey kafirler..." (Kafirûn, 1) buyurmasının sebebi nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Zira, amcalık yakınlığı, hürmete riayeti gerektirir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammet! (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, amcasına (bir tür kınama) olacağından, "De ki..." emrini kullanmasını emretmemiştir. Kâfirûn Sûresi'nde ise durum bunun tersinedir. Zira o kafirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcaları değildir. 2) Kâfirûn Sûresi'ndeki kafirler, Allah'ı tenkit etmişler, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ey Muhammed onlara cevap ver (ve) de ki: "Ey kafirler..." buyurmuştur. Bu sûrede ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tenkit etmişler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Ey Muhammed, sen sus. Ben onun hakkından gelirim. Ebû Lehebin elleri kurusun..." buyurmuştur. 3) Bunun manası şudur: "Onlar seni kınadıkları zaman, sen, "Cahiller onlara hitap ettiklerinde, "selam" derler..."(Furkan, 63) ayetinin hükmüne girmen için sus. Sen sustuğunda da, senin yerine cevap verecek olan benim!." Rivayet olunduğuna gön re bir kişi Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e eziyet ediyor, ama o susuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kimseyi men edip, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'den uzaklaştırmaya başladı. Derken Ebû Bekir (radıyallahü anh) cevap vermeye yönelince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu. Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh), "Bunun sebebi nedir?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Çünkü sen susuyorken, melek senin yerine cevap veriyordu. Ama sen cevap vermeye yönelince, melek yanından uzaklaştı, yanına şeytan geldi..." buyurdu. Bil ki, bunda, Cenâb-ı Hak katından bu hususta bir uyarı bulunmaktadır. Sefih ve bayağı kimseye cevap vermeyenin müdafii, yardımcısı ve muini Allah'tır. Dördüncü Soru: Abdullah ibn Kesîr el-Mekkî'nin "Ebî Leheb'in" şeklinde hâ'nın sükunuyla okumasının hikmeti nedir? Cevap: Ebu Ali şöyle demiştir: ve ifâdelerinin, tıpkı, ifadelerinde olduğu gibi, iki kıraat ve kullanış olması muhtemeldir. Alimler (Tebbet, 3) ifadesindeki hâ'nın fetha ile okunacağı üzerinde icma etmişlerdir. (Mürselat,31) ifadesi de böyledir. Bu da, fetha ile okumanın, sükûn ile okumadan daha uygun olduğuna delalet eder. Başkaları da şöyle demiştir: Alimler, fasılaya uygun olsun diye, ikinci ifadenin, fetha ile okunacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. 2"Ona, malı da, kazandığı da fayda vermedi". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifâdesindeki (......)'nın olumsuzluk anlamında istifham olması muhtemel olduğu gibi, nefy anlamında olması da muhtemeldir. Birinci takdire göre mana, "Belayı ondan Savuşturmada, malının ve kazancının ne tesiri var ki!? Çünkü, Karun'dan daha fazla malı olan yoktu; mal ondan ölümü savuşturabildi mi? Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan da daha güçlü bir hükümdar yoktu; o ölümü savuşturabildi mi?" şeklinde olur. İkinci takdire göreyse ifade, malının ve kazancının ona hiçbir fayda salamayacağını haber vermektedir. (......) ifadesi, mahallen merfudur. ya ism-i mevsuldür, ya da masdar manası ifade eder. Yani, "kazandığı şey veya, "kazanması demektir. Rivayet olunduğuna göre o şöyle diyordu: "Eğer kardeşinin oğlunun söylediği gerçek ise, ben bundan, malım ve evladım karşılığında canımı kurtarırım.." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu ayeti inzal buyurdu. Daha sonra alimler, ifadenin manası hakkında bazı vecihler zikretmişlerdir: 1) Yani, "Malı ve malıyla kazandığı şey, yani ana sermayesi ve kârları ona fayda vermedi" demektir. 2) Mardan maksat, hayvanlarıdır. 'den maksat da, bu hayvanlardan elde ettiği yeni nesiller ve ürünlerdir. Çünkü o, zenginlik ve bolluk içinde idi. 3) ile, babasından varis olduğu şeyler; ile de bizzat kendisinin kazandıkları kastedilmektedir. 4) İbn Abbas şöyle demiştir: ile, onun evladı kastedilmektedir. Bunun delili Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir "Kişinin yediği şeylerin en temizi, kendi kazanandan olandır. Onun evladı da, kendi kesbindendir" Buhari, büyû. 15. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen ve senin malın, babanındır" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Ebû Leheb'in oğulları davalaşmak üzere babalarının yanına gelirler, orada da dövüşürler. Bunun üzerine Ebû Leheb, aralarına girmek için ayağa kalkar; derken içlerinden birisi onu iter, o da yere düşer ve kızar. Bunun üzerine, (oğullarını kastederek), "Çıkın yanımdan, ey, habis ve pis kazanç" der. 5) Dahhâk ise şöyle demiştir: Bu, "onun malı ve habis ameli, yani, Hazret-i Muhammed'e olan düşmanlığı konusundaki hile ve desiseleri ona fayda vermedi.." demektir. 6) Katâde'nin dediğine göre ifâdesi "Kendisinden yararlanacağını umduğu ameli ona fayda vermedi" anlamındadır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "(Faydasını umarak) yaptıkları amellerine yöneldik de, onları geçersiz kıldık..." (Furkan, 23) ayeti gibidir. Ayet hakkında bazı sorular bulunmaktadır Birinci Soru: Cenâb-ı Hak burada (......) buyurmuş, Leyl Sûresi'nde ise "Tereddi ettiği zaman malı ona fayda vermez" (Leyl, 11) buyurmuştur. Ne fark vardır? Cevap: Mazi ifadesiyle açıklamak, daha kuvvetli olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Malım bana fayda vermedi..." (Hakka, 28) ve "Allah'ın emri geldi..." (Nahl, 1) ayetlerinde de böyledir. ikinci Soru: Malı ve kazandığı şey ona hangi konuda fayda vermedi? Cevap: Bazıları, "Allah'ın Resulü'ne düşmanlık hususunda fayda vermedi ve ona galib gelemedi" derken, diğer bazıları da, "Bilakis malı ve kazancı ona, ateşi, cehennem ateşini defetme hususunda, fayda vermediler. Bundan dolayıdır ki, Allah "Ateşe yaslanacak..." buyurmuştur" demişlerdir. 3"Alevli bir ateşe yaslanacak". Ayetle ilgili bazı meseleler vardır: Allahü teâlâ, Ebû Leheb'in geçmişteki halinden, onun helak içinde olup, malının ve kazancının da hiçbir fayda sağlamadığı şeklinde haber verince, bu sefer de, onun gelecekteki halinden, "... ateşe yaslanacaktır" buyurarak haber verdi. (......) ifadesi, yâ'nın fethası ile ve şeddeli ve şeddesiz olmak üzere, dammesi ile okunmuştur. (Gaybî haber). Bu ayet-i kerimeler, şu üç açıdan gaybdan haberler kapsamaktadır: 1) Ebû Leheb'in helak ve hüsran içinde olacağını haber vermek. Ki, aynen böyle olmuştur. 2) Onun, malından ve kazancından yararlanamayacağını haber vermesi. Bu da böyle tahakkuk etmiştir. Hazret-i Abbas ve Ümmü Fadl'ın Müslüman Olması Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in azadlısı Ebû Rafi' şöyle der "Abbas ibn Abdilmuttalib'in yanında hizmetli idim; İslâm evimi şereflendirmişti. Böylece hem Abbas, hem Ümmü'l-Fadl, hem de ben müslüman olmuştum. Abbas, Kureyş'ten korkuyor ve müslümanlığım saklıyordu. Ebû Leheb, Bedir'e gitmemiş, yerine As İbn Hişâmı göndermişti. Savaşa katılmayan herkes, yerine bir başka adamı göndermişti. Bedir harbinin haberi geldiğinde, biz, kendimizde bir kuvvet hissettik. Ben, zayıf bir kimseydim, Zemzem odasında ok yapıyor, okluk çubukların kabuğunu soyuyordum. Orada oturuyordum; Ümmü'l-Fadl yanımda oturuyordu. Gelen haber bizi sevindirmişti. Derken ansızın, iki ayağını da sürüyerek Ebû Leheb gözüktü. Derken, odanın gerili ipine oturdu. Sırt ilaydık. O böylece oturuyorken, birden insanlar, "İşte bu gelen Ebû Süfyan ibnu'l-Haris ibnu Abdilmuttalib'dir" demeye başladılar. Bunun üzerine Ebû Leheb ona, "Yeğenim, ne haber?" dedi. O da, "O topluluk bizimle karşılaştı; bizi diledikleri gibi öldürmeleri için omuzlarımızı onlara (adeta) bağışladık. Allah'a yemin olsun, bununla birlikte insanları iyice düşündüm. Sonra bizleri, yer ile gök arasını doldurmuş kır atlara binmiş olan beyaz tenli adamlar karşıladı..." diye cevap verdi. Ebu Râfl, sözüne devamla şöyle der: "Odanın gerili ipini kaldırdım ve "Bunlar, vallahi meleklerdir" dedim. Bunun üzerine o (Ebû Leheb), beni tuttu ve yere yatırarak dövdü. Sonra üzerime çökerek beni dövdü; zayıf bir adamdım ben. Bunun üzerine Ümmü'l-Fadl kalktı ve bir sopa alarak başına vurdu ve yardı başını. "Efendisi yok diye, sen onu zayıf mı buldun? Allah'a and olsun ki, biz, uzun zamandan beri mü'miniz. Muhakkak ki Muhammed, doğru söylemektedir.." dedi; bunun üzerine o, zelil bir biçimde çekip gitti. Allah'a and olsun ki o, bundan sonra sadece yedi gece yaşadı; derken Allah ona, Kara kızıl hastalığını musallat kıldı; bu hastalık da onu öldürdü. Andolsun ki, iki oğlu onu iki ya da üç gece bekletmiş ve gömmemişti de, o evinde kokmaya başlamıştı... Kureyş, bu hastalıktan ve onun bulaşmasından, insanların taundan korkması gibi korkup sakınıyordu. "Biz bu çıbandan korkarız" diyorlardı. Sonra onu defnettiler ve (kuyulayarak) bıraktılar. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, malı da, kazancı da fayda vermedi" ifadesinin manası budur işte." 3) Bu ayet, onun cehennemlik olacağını haber vermektedir. Bu da aynen tahakkuk etmiştir; zira o küfür üzere ölmüştür. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat uleması, "teklif-i mâ'lâ yutak"ın mevcudiyetine, Cenâb-ı Hakk'ın Ebû Leheb'i, iman ile mükellef kılmış olmasıyla da istidlalde bulunmuştu. Haber verdiği her hususta Allah'ı doğrulamak, iman cümlesindendir. Allah'ın haber verdiği şeylerden bir tanesi de, Ebû Leheb'in iman etmeyip cehennemliklerden olduğudur. Böylece o, iman etmeyeceğine inanmakla mükellef tutulmuştur. Bu ise, iki zıddın arasını aynı anda cem etmekle mükellef tutmak olur ki, bu, imkansızdır. Ka'bî ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî bana, "Ebû Leheb şayet iman etmiş olsaydı, bu haber, onun iman etmiş olduğunu haber verme olurdu, yoksa onun iman etmemiş olduğunu haber verme değil" şeklinde cevap verirken, Ka'dî ise buna şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın yapmayacağını haber verdiği şeyi faraza, yaptığı söylense durum nasıl olur?" diye soru ile cevap vermiştir ki bizim buna cevabımız şudur: "Buna, "evet" ya da "hayır" ile cevap vermek doğru olmaz" Bil ki, bu iki cevap da gayet yetersizdir. Birinci cevaba gelince, şu sebeptendir. Çünkü bu ayet, Allah'ın Ebû Leheb'in iman etmeyeceğine dair verdiği haberin bir gerçek olduğuna delalet etmektedir. Onun iman etmeyeceğine dair olan doğru haber, imanın varlığına, zevali imkansız ve zati bir münafatla aykırıdır. Cenâb- Hak her ne zaman, bu haberin mevcudiyetiyle birlikte onu iman etmekle mükellef tutunca, böylece onu, iki aykırı şeyi aynı anda yapmakla mükellef kılmış olur. İkinci cevaba gelince, bu da birincisinden elde edilir. Çünkü biz, onların, dilleriyle "evet" ya da "hayır" demelerini istemiyoruz; daha doğrusu aklın sarih açıklaması, "imanın bulunmadığına dair haber ile, imanın mevcudiyetine dair haber arasında, hem doğruluğun hem de zatî ve öz itibariyle aykırılığın bulunduğunu dile getirmektedir. Binâenaleyh, diğeri bulunduğu halde, iki zıddan birisini gerçekleştirmeyi teklif etmek iki zıddın birleştirmeyi teklif etmek olur. Bu problem, muarızımız ister lisanıyla bir şey desin ya da sussun, ortada olan bir husustur. 4"Odun hammalı olan karısı da..,". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, ism-i tasgir siğasıyla (......) şeklinde okunmuştur. Bu kelime, kınama (şetm) amacıyla mansub okunmuştur. Keşşaf sahibi, "Ben, bu (nasb ile) kıraati daha güzel buluyorum" demiş ve Ümmü Cemil'in kınamayı o istemiş ve sevmiş olanın bu güzel jestini, Allah'ın Resulünü anmaya vesile edinmiştir. Bu ifade, tenvinli olarak mansub ve ayrıca merfu olarak da okunmuştur. Ümmü Cemil, Harb'in kızı olup, Ebû Süfyan ibn Harb'in kız kardeşi, Muaviye'nin de halasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı, amansız düşmanlık sahibidir. Müfessirler, Ümmü Cemil'in odun hammalı olması hakkında bu açıklamaları zikretmişlerdir. 1) O, demet demet diken ve pıtırak dikenleri taşıyor ve bunları, geceleyin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yoluna saçıyordu. Buna göre şayet, "O, şerefli ve varlıklı bir aileye mensub idi. Daha nasıl onun için, "O, odun hammalıdır" denilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Malı çok olsa da, o, bayağı ve adi bir kimse idi. Ya da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan aşırı düşmanlığından dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yoluna atmak için, kendisine odun ve diken taşıtmıştır. 2) O, insanlar arasında laf götürüp getiriyordu. İşte, insanların arasını bozmak için, laf götürüp getiren kimseye, "Onlar arasında odun taşıyor", yani, "Aralarında ateş yakıyor" denilir. Nitekim, gevezelik yapan kimseye, "Geceleyin odun toplayan" ismi verilir. 3) Katâde'nin görüşü. Buna göre, o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i fakir olmakla kınıyordu. İşte bunun üzerine, odun taşımış olmakla ayıplanmış ve kınanmıştır. 4) Ebû Müslim ve Saîd ibn Cübeyr'in görüşü. Burada murad edilen, onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlık hususunda yüklenmiş olduğu günahlardır. Çünkü bu, onu ateşe götürme konusunda, odun mesabesindedir. Bunun bir benzeri de budur. Cenâb-ı Hak, günah işleyen kimseyi, sırtında yük bulunduğu halde yürüyen bir kimseye benzetmiş ve "Muhakkak ki onlar, bir iftirayı ve apaçık bir günahı yüklenmişlerdir" (Ahzab, 58), "Onlar, günahlarını sırtlarında taşıyacaklardır..." (En'âm, 31) ve "Onu insan yüklendi..."(Ahzab, 72) buyurmuştur. (......) kelimesini merfu olarak okursan, burada iki izah şekli bulunur: 1) Kelimenin fiilindeki zamire atfedilmesi. Yani, "Hem o, hem de karısı yaslanacak" demektir. (......) ifadesi ise hal olur. 2) Mübteda olarak merfu okunması. ifâdesi ise haberdir. Esma (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Tebbet Sûresi nazil olduğu zaman, elinde taş olduğu halde gürültü ve zelzele içinde Ümmü Cemîl gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekir (radıyallahü anh) içerde oturduğu halde mescide girer. Şöyle demektedir: "Kınanmış olarak terkettik onu. Dinini istemedik. Hükmüne de asi olduk..." Bunun üzerine Ebû Bekir, "Ey Allahın Resulü, o muhakkak ki sana geliyor, Seni görmesinden korkarım..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O beni göremez..." buyurdu ve "Sen Kur'ân okuduğunda, seninle, ahirete inanmayanlar arasına sımsıkı bir perde gereriz..." (Isrâ, 45) ayetini okudu. Ümmü Cemîl, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e, "Anlatıldığına göre, arkadaşın beni hicvetmiş..." dedi. Ebû Bekir (radıyallahü anh), "Hayır, Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki, o seni hicvetmedi" diye cevap verdi. O da, "Kureyş, benim, kendilerinin efendisinin ben olduğumu bilir" diyerek çekip gitti. Bu kıssa ile ilgili bazı bahisler bulunmaktadır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Baktığı Halde Görmemesi Birinci Bahis: Ümmü Cemil'in, aynı yerde oldukları halde, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'i görürken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i görmemesi nasıl mümkün olur? Cevap: Bizim ulemamızın görüşüne göre, bu soru düşer. Çünkü, gerekli şartlar bulunduğunda idrak ve algılama caiz olup, vacib değildir. Zira, eğer Allah idraki yaratınca, görür; aksi halde görmez. Mu'tezile'ye gelince, onlar muhtelif açıklamalarda bulunmuşlardır: 1) Belki de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüzünü çevirmiş ve sırtını dönmüştür. Sonra o, çok kızgın olduğu için araştırmamıştı. Ya da, Allah onun kalbine bir korku atmış, bu korku da onu, bakmaktan alıkoymuştur. 2) Belki de Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya yaptığı gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir başka insana benzetti (de o, tanıyamadı). 3) Belki de Cenâb-ı Hak, Ümmü Cemil'in gözünün şualarını o cihetten çevirdi de böylece o, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i göremedi. Bil ki, her üç durumda da problem kaçınılmazdı. Çünkü hiç bu üç izah ile de, bir şey hazır olup bulunduğu halde, onu göremememizin mümkün olduğunu anladık. Biz bunu caiz görürsek, o halde daha, yanımızda filler, borazanlar vb. şeyler bulunduğu halde bizlerin onları göremeyişimiz ve duyamayışımız niye caiz olmasın ki?! İkinci Bahis: Ebû Bekir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ümmü Cemil'i hicvetmediğine yemin etti. Bu, mearîd (ifadenin geniş imkanlarını kullanma) babındandır. Çünkü, bir kere, Kur'ân, hicv olarak isimlendirilemez. Bir de o, Allah'ın kelamıdır, peygamberin kelamı değil. Böylece bu kıssa, mearîdin caiz olduğuna delalet etmiştir. Bu ayetteki bahislerle alakalı olarak, geriye şu iki soru kalmıştır. Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, ifadesiyle yetinemedi de, onu ayrıca, "odun hamalı" olarak da niteledi? Cevap: Denildiğine göre, Ebû Leheb'în Ümmü Cemil'in dışında iki karısı daha vardı. Allahü teâlâ da böylece, bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk'ın onun karılarından herhangi birini kastetmiş olduğunu sanmamasını, aksine, yani Ümmü Cemîl olduğunun bilinmesini istedi. İkinci Soru: Kadınları zikretmek, kerem ve mürüvvet sahibi olana yakışmaz. O halde bunları zikretmek, Allah'ın kelamına nasıl yaraşır? Hele hele bu kadın, amcanın hanımı olursa?! Cevap: Kendilerini zikretmek, o iki kadının küfürleri sebebiyle Nûh (aleyhisselâm)'un hanımı ile Lût (aleyhisselâm)'un hanımı hakkında imkansız görülmeyince, kocası kafir olan kafire bir kadının zikredilmesi, haydi haydi tuhaf görülmez. 5"Boynunda da liften örülmüş bir ip". Vahidî şöyle demiştir: " kelimesi, Arabların lisanında, bükülmüş ipe denilir. Bükmesini çok iyi yaptığı zaman bir kimse hakkında, enilir. Yaratılışı ve mizacı, sert ve katı olan kimse için de, (Reculun memsûdun) denilir. el-Mesed ise, neden olursa olsun, bükülen şeye, ip haline gelen şeye denilir. Bu sebeple, deve derisinden, hurma lifinden, Hindistan cevizi yaprağından bükülen ve ip haline gelen şeye hep mesed denilir. Demirden kıvrılan şeye de aynı isim verilir. Sen bunu iyice anlayınca, biz deriz ki, müfessirler bazı izahlar zikretmişlerdir. 1) Bunun manası, "Onun omuzunda bükülmüş herhangi bir ip bulunmaktadır. Zira Ümmü Cemîl, o diken demetlerini, oduncuların yaptığı gibi, yükleniyor ve onları omuzuna raptediyordu. Bu ifadenin esas maksadı ise, onu odunculara benzeterek, değersizliğini ifade etmek ve, hem ona, hem de kocasına manevi eziyyet vermektedir. 2) Mananın şöyle olması: "Onun durumu cehennemde, bu dünyada diken demetleri taşır, kendi durumu gibi olacaktır. O orada, Zakkum ağacından, cehenneme hep odun taşıyacak, omuzunda da, cehennem zincirlerinden bir zincir bulunacaktır. Buna göre şayet, "Bükülmüş liften edinilmiş olan ip, cehennemde ebediyen nasıl kalabilir?" denilirse, biz deriz ki: Tıpkı, derinin, etin ve kemiğin cehennem ateşinde ebediyen kalması gibi kalır. Alimlerden bazıları, bu ipin, demirden olacağını; bazı kimselerin, yanlışlıkla, demirden bükme İp olamayacağını zannettiğini, oysa ki, ister demirden olsun isterse başka şeyden, bükülmüş olan her şeye "el-mesed bükülmüş, fitillenmiş" adının verileceğini söylemiştir. Yüce ve münezzeh olan Allah en iyisini bilir. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. |
﴾ 0 ﴿