İHLAS SÛRESİ

Bu sûre dört ayet olup, Mekkî'dir.

1

"De ki: O Allah birdir".

Sûrenin tefsire girmezden önce, bir takım fasılların takdim edilmesi gerekir.

Sûrenin Fazileti

Birinci Fasıl: Ubeyy (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rvayet etmiştir: "Kim, "Kulhüvallahu" sûresini okursa, Kur'ân'ın üçte birini okumuş gibi olur ve onu, Allah'a şirk koşan ve Allah'a iman edenlerin sayısı kadar, on misli ecir verilir." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Kim "Kulhüvallahu ehad" sûresini bir kere okursa, Allah'a meleklere, kitablara ve peygamberlere inanan kimseye verilen mükafaat gibi bir mükafaat verilir ve yine ona yüz şehid ecri verilir. "Rivayet edildiğine göre, Cebrail (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte iken, Ebû Zerri'l-Gifâri (radıyallahü anh) geldi. Cebrail (aleyhisselâm), "Ebû Zerr geldi" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu tanıyor musun?" diye sordu. Cebrail (aleyhisselâm) da, "O, bizim yanımızda, sizin yanınızdakinden daha meşhur" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu fazilete ne sayede ulaştı?" diye sordu. Cebrail (aleyhisselâm), "Kendisini küçük gördüğü ve kulhüvallahu ehad süresini çok okuduğu için" cevabını verdi. Enes (radıyallahü anh) şöyle rivayet ediyor: "Tebük'te idik. Derken güneş doğdu. Fakat onun ne ışığı ne ziyası vardı. Onu daha önce hiç bu şekilde görmemiştik. Dolayısıyla hepimiz hayret ettik. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) indi ve "Allahü teâlâ, yetmiş bin meleğin inip, Muaviye b. Muaviye'ye (cenaze) namazını kılmalarını emretti. Sen de (ey Muhammed) onun namazını kılmıyor musun?" dedi. Sonra kanadını yeryüzüne vurdu ve dağları yerinden etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sanki o kendisine yukardan bakıyor gibi oldu. Derken ashabıyla birlikte onun cenaze namazını kıldı sonra da, "O, bu ulaştığı dereceye ne sayesinde ulaştı?" diye sordu. Cebrail (aleyhisselâm), "O, İhlas Sûresi'ni (okumayı) severdi" cevabını verdi. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescide girdi ve bir adamın, "Ey Ehad (tek), ey Samed, ey doğurmamış, doğrulmamış ve ey dengi olmayan Allahım Senden istiyorum" diyerek dua ettiğini duydu. Bunun üzerine o adama, üç defa, "Bağışlandın, bağışlandın, bağışlandın (yani duan kabul edildi)" Müsned, 4/338; Nesai, sehv 58 (352). demiştir.Sehl b. Sa'd'den şu rivayet edilmiştir: "Bir adam, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve ona fakirlikten şikayet etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Evine girdiğin zaman, eğer orada bir kimse varsa ona selam ver. Eğer hiç kimse yoksa kendine selam ver ve bir defa "Kuîhüvallahu ehad" sûresini oku" Feyzu'l Kadir 1/341. dedi. Adam bunu yaptı ve Allahü teâlâ, onun rızkını, komşularına bile bol bol verecek kadar çoğalttı. "Enes (radıyallahü anh)'den de şu rivayet edilmiştir: Bir adam, bütün namazlarında, "Kuîhüvallahu ehad" sûresini okuyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun sebebini sordu. O da, "Ey Allah'ın Resulü, ben bu sûreyi seviyorum" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, "Senin onu sevmen, seni cennete sokar Tirmizi, Fezâil-i Kur'an 11 (5/180) buyurdu. Denilmiştir ki: "Kim bu sûreyi uykusunda okursa, ona tevhid, az geçim sıkıntısı ve fakirlik, çok zikrullah verilir ve duaları kabul olunur."

Nüzul Sebebi

İkinci Fasıl: Sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus söz konusudur:

1) Bu sûre, müşriklerin sorusu üzerine nazil olmuştur: Dahhâk bu hususta şöyle demiştir: "Müşrikler, Âmir b. et-Tufeyl ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Birliğimizi bozdun, ilahlarımıza hakaret ettin ve babalarının-atalarının dinine muhalefet ettin. Eğer fakir isen (yani bunların, fakirliğinden dolayı yapıyorsan), seni zengin edelim; deli isen, seni tedavi ettirelim; eğer bir kadını arzu ettiysen (birisine aşık olduysan), seni onunla evlendirelim" diye haber gönderdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben ne fakirim, ne deliyim, ne de bir kadına aşığım. Ben, sizi putlara tapmaktan, Allah'a tapmaya çağıran bir peygamberim" dedi.

Bunun üzerine ikinci olarak, "Ma'budunun cinsini bize bildir: O, altından mı, gümüşten mi?" diye haber saldılar. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ bu sûreyi indirdi. Müşrikler de, "üçyüz altmış putumuz bile, bizim ihtiyaçlarımızı tam yerine getiremiyor. Peki, tek bir ilah, bütün mahlukatın ihtiyacını nasıl yerine getirebilir?" dediler. Bunun üzerine, "O sıra sıra dizilen (meleklere) yemin olsun ki sizin ilahınız tektir" (Saffat, 1-4) ayetleri nazil oldu. Müşrikler, "O ilahın fiillerini bize anlat?" diye bir başka haber daha gönderdiler. Bunun üzerine de, "Şüphesiz sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yaratandır..."(A'râf, 54) ayeti nazil oldu.

2) Bu sûre, yahudilerin sorusu üzerine nazil olmuştur. Bu hususta İkrime, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu haberi rivayet etmiştir: "Yahudiler, yanlarında Ka'b b. Eşref olduğu halde, Hazret-i Peygambere geldiler ve "Ey Muhammet, Allah, mahlûkatı yaratmıştır. Peki Allah'ı kim yaratmıştır? dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gazablandı, bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) inerek, onu teskin etti ve "Ey Muhammed kanatlarını indir, yani şefkatli ol" dedi. İşte bunun üzerine, "Kulhüvallahu ehad" sûresi indi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o yahudilere bunu okuyunca, "Bize Rabbini anlat: (mesela) pazusu nasıl, eli-kolu nasıl?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, birincisinden daha şiddetli bir şekilde gazablandı. Bunun üzerine, Cebrail (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler, bilemediler" (En'am,9-10) ayetini getirdi.

3) İhlas Sûresi, hristiyanların sorusu üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Necran (hristiyanları) heyeti geldi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bize Rabbini anlat: O, zebercedden midir, yoksa yakuttan mıdır, veya altından yahut gümüşten midir?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Benim Rabbim, hiçbir şeyden değil. Çünkü O, herşeyin yaratıcısıdır" dedi. Bunun üzerine İhlas Sûresi nazil oldu. Hristiyanlar dediler ki: "O da tek, sen de teksin." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Onun gibi hiçbirşey yok" dedi. Onlar, "Daha başka sıfatlarından bahset" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah sameddir?" dedi. Onlar, "Samed ne demektir?" diye sordular. Hazret-i Peygamber, " Mahlukatın, ihtiyaçları için kendisine yöneldiği zattır" cevabını verdi. Onlar, "Daha da anlat" dediler. Bunun üzerine, (......) yani, Allah Meryem gibi doğurmamış, yani İsâ gibi, doğurulmamıştır. yani, mahlukatından, O'nun bir benzeri yoktur" ayetleri nazil oldu.

İhlas Sûresinin Öteki İsimleri

Üçüncü Fasıl: Bu, sûrenin isimleri konusundadır. Bil ki isimlerin çokluğu, faziletin fazlalığına delalet eder. Örf de söylediğimiz bu hususa şahiddir. Sûrenin bir ismi, "tefrîd"dir; İkincisi, "tecrid"; üçüncüsü, "sûretu't-tevhid"; dördüncüsü, İhlâs Sûresi'dir. Çünkü bu sûrede, Allahü teâlâ'nın celal sıfatları demek olan, selbî sıfatlarından başkası zikredilmemiştir. Bir de, kim bu sûredeki şeylere İnanırsa, Allah'ın dini hususunda muhlis olmuş olur. Keza kim bu iman üzere ölürse, bu onun cehennemden halâsı (kurtuluş vesilesi) olur. Yine bu sûrenin öncesi, yani Tebbet Sûresi, hâlis (sırf) Ebû Leheb'in kınanması ile ilgilidir. Binâenaleyh bu sûreyi okuyup (inananın) mükafaatı, (ahirette) Ebû Leheb'le birlikte ve aynı yerde olmamaktır. Sûrenin beşinci ismi, "necat suresizdir. Çünkü bu sûre, seni dünyada teşbih'den ve küfürden (Allah'ı bir şeylere benzetmekten ve inkardan); Ahirette de cehennemden kurtarır.

Altıncı isim, "velayet sûresi"dir. Çünkü kim bunu okursa, Allah'ın velilerinden olur ve bir de, kim, Allah'ı sûrede anlatıldığı şekilde bilirse, Allah'ı sever ve böylece bağışı, ni'met saydığı gibi, mihneti de rahmet sayar.

Yedinci isim, "nisbet süresizdir. Çünkü, bize rivayet edildiğine göre bu sûre, "Rabbini bize anlat" diyenlere cevaben nazil olmuştur. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Süleyman kabilesinden bir adama "Ey Benî Süleym'li, Rabbini güzel tavsif et." Çünkü onlar, "Rabbini bize anlat" deyince, Allah da, "Allah'ın nesebi (vasfı) işte budur" dedi. Nesebe rivayet etmek, arabın şanındandır. Onlar, neseblerde eksiltme yapan veya artırma yapanlara şiddetle karşı koyarlardı. Binâenaleyh Allah'ın bu sûredeki vasfı, daha çok gözetilmelidir.

Sûrenin sekizinci ismi, "Marifet Sûresi"dir. Çünkü marifetullah, ancak bu sûreyi bilmekle tam ve mükemmel olur. Cabir (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: "Bir adam namaz kıldı ve İhlas Sûresi'ni okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz bu, Rabbini bilen bir kuldur" buyurdu. İşte bundan dolayı bu sûre, "sûretu'l-marifet" diye isimlendirildi." Sûrenin dokuzuncu ismi, "Cemâl Sûresi"dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah cemildir, yani güzeldir, cemâli (güzelliği sever) " Keşfu'l-Hafa, 1/224. buyurdu. Bunun üzerine ona, bu "cemâl"in ne olduğu soruldu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O, tekdir, sameddir, doğurmamış, doğurulmamıştır. Çünkü eğer o tek ve benzersiz olmasaydı, o benzerinin onun yerini tutması caiz (mümkün) olurdu" dedi.

Sûrenin onuncu ismi, "Mukaşkışa (tedavi eden)"dir. "Hastayı iyi etmek" manasında, "takşîşu'l-mariz" denilir. Binâenaleyh kim bu sûreyi bilirse, onun için şirk ve nifak hastalığından iyileşme gerçekleşir. Çünkü nifak da, "Kalblerinde bir hastalık var" (Bakara, 10) ayetinde ifade edildiği gibi, bir hastalıktır. Sûrenin onbirinci ismi, "el-Muavvize"dir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Osman b. Maz'un (radıyallahü anh)'un yanına girdi, bu sûreyi ve bundan sonraki iki sûreyi okuyarak, onu Allah'ın korumasına havale etti. Sonra da, "Bu sûrelerle, Allah'a sığın. Çünkü bunlardan daha hayırlısı ile, sığmamazsm" Nesai, İstiaze, 1 (8/251), (Benzer Hadis). buyurmuştur. Onikinci isim, "Samed Sûresi "d ir. Çünkü bu, sadece Allah'dan bahsetmektedir. Onüçüncü isim, "el-Esâs (temel) Sûresi"dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yedi gök ve yedi yer, "Kulhüvallâhu ehad" temeli üzerine kurulmuştur Feyzu'l-Kadir, 1/506. buyurmuştur. Buna delalet eden şeylerden biri şudur: "Nerdeyse ondan ötürü, gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacakt" (Meryem, 90) ayetinin delaletiyle, teslis inancı, göklerin ve yerin harab olmasının sebebidir. Binâenaleyh tevhidin de, bu şeylerin imar olmasının sebebi olması gerekir. Denilmiştir ki: Alemin harab olmasının sebebi, "Eğer göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, oralar fesada uğrar (düzeni bozulurdu)" (Enbiya, 22) ayetinin anlattığı husustur.

Sûrenin ondördüncü ismi, Mani'a (engel) Süresizdir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Allahü teâlâ'nın, Peygamberine, onu miraca çıkardığı zaman

"Sonra İhlas Sûresi'nİ veriyorum. O, Arş'ımm hazinelerinin saklandığı şeylerdendir. O, maniadır - engeldir; kabir azabına ve cehennem ateşinin yalamalarına engel olur" dediğini rivayet etmiştir.

Onbeşinci isim, "Muhdar'dır. Çünkü o okunduğu zaman, onu dinlemek için melekler hazır olur, gelir.

Onaltıncı isim, "Müneffire (kaçıran)"dır. Çünkü şeytan, o okunduğ uzaman kaçar. Onyedinci isim, "Berâet Sûresi"dir. Çünkü rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi okuyan bir adamı gördü ve "Bakın, şu adam şirkten beri (uzak) olmuştur" dedi. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "K/m Kulhüvallahu Sûresi'nİ, bir namazda veya namaz dışında yüz defa okursa, onun cehennemden beratı yazdır" Feyzu'l Kadir,5/202 buyurmuştur.

Sûrenin onsekizinci ismi, "Müzekkire" (hatırlatan)dır. Çünkü o, kulu tevhidin özünü-safını anlatır, hatırlatır. Binâenaleyh bu sûreyi okumak, sana muhtaç olduğun şeylerden unuttuklarını hatırlatan bir damga, bir işaret gibidir.

Ondokuzuncu isim, "Sûretu'n-Nûr"dur. Hak teâlâ, "Allah göklerin ve yerin nurudur" (nur, 35) buyurmuştur. Binâenaleyh o, gökleri ve yeri münevvir olan, yani aydınlatandır. Bu sûre de, senin kalbini aydınlatır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Herşeyin bir nuru vardır. Kur'ân'ın nuru ise, kulhüvallahu ehad süresidir." Bunun bir benzeri de şu durumdur: İnsanın nuru en küçük bir uzvu olan, göz bebeğindedir. İşte İhlas Sûresi de, Kur'ân için, aynen insanın gözbebeği mesabesindedir. Sûrenin yirminci ismi, "el-Emân" süresidir. Cenâb-ı Hak bir hadis-i kudside "Kul "Lâilâhe illallah" dediği zaman, Benim kaleme (korumama) girmiş olur. Kim de Benim kaleme girerse, azabımdan emin (güvenlik içinde) olur" buyurmuştur.

İhlas Sûresi'ni Okumadaki Mükafaatın Hikmeti

Dördüncü Fasıla: Bu, İhlas Sûresi'nin faziletleri hakkındadır. Bu faziletler şöyle çeşitli açılardandır:

1) Hadislerde de meşhur olmuştur ki bu sûreyi okumaktan, kastedilen şudur: Bütün şeriatların ve ibadetlerin en önemli ve şerefli hedefi, Allah'ın zatını, sıfatlarını ve fiillerini bilmektir. Bu sûre de, Allah'ın zatını bilme konusunu ihtiva etmektedir. Binâenaleyh İhlas Sûresi, Kur'ân'ın üçte birine denk olmuş olur.

"Kul yâ eyyühe'l-Kâfirûn" Sûresine gelince, o, Kur'ân'ın dörtte birine denktir. Çünkü Kur'ân'ın ulaşmak istediği maksad, ya bir şeyin yapılmasıdır, ya bir şeyin terkedilmesidir. Bu hususlardan her biri, ya kalbin fiilleriyle ilgilidir, ya organlarının fiilleriyle ilgilidir. Binâenaleyh hepsi dört kısımdır. "Kâfirûn Sûresi" ise, kalbin fiillerinden, terkedilmesi gerekenleri anlatmaktadır. Dolayısıyla gerçekte, Kur'ân'ın dörtte birine şamil olmuş olur. Bu sebepten dolayı bu iki sûre, yani Kâfirûn ve İhlas Sûreleri, bazı isimlerde müşterek (ortak)tirler. Binâenaleyh her ikisi de, "mukaşkışa" (tedavi eden) ve "mübrie" (iyileştiren)dir. Çünkü bunlardan herbiri, kalbin, Allah'ın dışındaki varlıklardan beraetini, uzaklaşmasını ifade eder. Ancak şu kadar var ki, Kâfirûn Sûresi lafzı ile, Allah'dan başkasından beraeti ve Allah ile (yani Allah'a ibadetle) meşgul olmaya devamı ifade eder; İhlas Sûresi de, lafzı ile, Allah ile, Allah ile meşgul olması ve Allah'dan başkasından yüz çevirmeye devam etmeyi ifade eder. Yahut "Kâfirûn Sûresi", kalbin, Allah'dan başka ma'bud edinilen şeylerden beraetini; İhlas Sûresi ise, ma'budun (Allah'ın), kendisine layık olmayan şeylerden beraetini (uzak tutulmasını) ifade eder.

2) Kadr gecesi, Kur'ân'ı ihtiva eden sedef olduğu için bin aydan daha hayırlı olmuştur. Kur'ân'ın hepsi de, adeta "Kulhüvallahu Ehad" isminin, sedefi (kabı)dır. Binâenaleyh işte bundan dolayı, İhlas Sûresi için bu fazilet söz konusu olmuştur.

3) Akli delil, kulun en yüce ve büyük derecesinin, kalbinin, Allah'ın celâl ve kibriya nurları ile aydınlanması olduğuna delalet eder. Bu ise, ancak bu sûreden elde edilir. Dolayısıyla bu sûre, sûrelerin en büyüğü olmuştur.

İmdi, eğer, "Allah'ın sıfatları, başka sûrelerde de zikredilmektedir?.." denilirse, biz deriz ki: Fakat bu sûrenin, bir özelliği var, o da şu: İhlas Sûresi, şeklen küçük olduğu için, kalblerde hep ezbere kalır, akıllarda hep bilinir. Binâenaleyh onun sayesinde, Allah'ın celalinden zikri ebediyyen hazır olur. Dolayısıyla, yerinde olarak, bu faziletleri ile, diğer sûrelerden ayrılmış ve temeyyüz etmiştir.

Şimdi sûrenin tefsirine dönelim.

Hak teâlâ'nın "De ki: "O Allah birdir" ayetiyle ilgili bir kaç mesele var:

Aklın Yüksek Özlemi

Bil ki marifetullah, (adeta) hazır olan (elde olan) bir cennettir. Çünkü cennet, aklına ve arzularının özlemlerine nail olmandır. İşte bundan dolayı cennet, aklı ile arzusu anlaşamadığı zaman, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) için cennet olmadı. Kabir de mü'min için bir hapishane değildir. Çünkü mü'min için orada, aklı ile hevâ-u hevesini birleştiren şey hasıl olur. Hem sonra marifetullah, hevâ-u hevesin ve aklın istediği şeylerdendir. Binâenaleyh marifetullah, mutlak manada bir cennet olur. Söylediğimiz bu şeylerin izahı şöyledir: Akıl, iyiliklerin emanet edileceği bir emin (güvenilir) zat ister. Şehvet (heva-u heves) de, kendisinden, tad alacağı şeyleri taleb edebileceği bir zengin zat ister. Hatta akıl, yüksek himmeti (gayreti) olan insan gibi, ancak Mevlasına boyun eğer. Heva da, bir zenginin geldiğini duyunca, iyilikte bulunmasını isteyen kimse gibi, mevlasının iyiliğini istemek için gayrete gelir. Hatta akıl, geçmiş nimetlerine şükretmek için, Mevtasını yakından tanımak (marifetullah) ister; heva ise, gözlediği nimetlerini elde etme arzusuyla, mevlasının marifetini elde etmek ister. Bu ikisi, o Mevlanın istediği gibi, onu âlim, ve zengin olarak bildikleri (öğrendikleri) zaman, hiç kimseye şükretmem" der, şehvet de, "Senden başka hiç kimseden birşey istemem" der. Sonra şüphe gelir ve "Ey akıl nasıl sadece ona şükredersin, belki O'nun bir benzeri (dengi) vardır? Sen ey şehvet, sadece O'nunla yetinirsin, belki orada başka bir kapı vardır?" der. Böylece akıl şaşkın bir halde kalır ve bu rahatı kaçar. Dolayısıyla yakîn cevherine (madenine) ulaşmak-kavuşmak için istidlal alemine gitmek ister. Binâenaleyh Hak teâlâ sanki, "Bana hizmet ve şükür ile meşgul olma lezzeti, nasıl kuluma gizli kalır" demiş ve Resulünü göndermiş ve ona, "bunu, kendinden söyleme, aksine de ki: "Doğru olarak bildiğim (Allah) bana şöyle diyor: "De ki: O Allah birdir."Öyleyse sana, vahdaniyetini naklî delil ile öğretti. Akıl yürütme ve tefekkür etme zahmetinden seni kurtardı."Bunun izahı şudur, istekler üç kısımdır: Bir kısmı, kendisine naklî delil ile ulaşılması mümkün olmayanlardır. Bunlar, Allah'ın zatını, ilmini, kudretini ve mucizelerin doğruluğunu bilmek gibi, semiyyatın geçerli oluşunun kendilerinden geçerli olmasına bağlı olduğu şeylerdir. Bir kısım, kendisine ancak semiyyat (naklî delil ile) ulaşabilen şeylenrdir. Bunlar da, vukuunun mümkün olduğu akıl ile bilinen herşeyin vaki olmasıdır. Üçüncü kısım da, kendisine akıl ve semiyyatın birlikte ulaşabileceği şeylerdir. Bu da, Allah'ın bir olduğunu ve onun, görülmesinin mümkün olduğunu bilmek gibi şeylerdir. Vahdaniyyetin, yani Allah'ın birliğinden delillerini, "Eğer bu ikisinde, (göklerde ve yerde), Allah'dan başka ilahlar olsaydı, bunlar fesada uğrardı" (Enbiyâ, 22) ayetinin tefsirinde uzun uzun anlattık.

Sûre Başlarında Kul Emri

Bil ki alimler, "Kâfirûn Sûresi"nin başında "De ki" lafzının gerekli olduğu hususunda icma etmişlerdir. Keza, "Tebbet Sûresi"nin başında da (De ki) lafzının olmasının caiz olmayacağı hususunda da icma etmişlerdir. Ama İhlas Sûresi'ndeki (De ki) lafzı hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bunun meşhur kıraati şeklindedir. Übeyy ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bunu, başında lafzı olmaksızın (......) şeklinde okumuşlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, lafzı olmaksızın ve şeklinde de okumuştur. Sûrenin başında edatını okuyan, "Bunun sebebi, bu nazmın, yani ayetin bu sıra ve düzeninin, kulun (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) gücü dahilinde olmadığını, onun ancak kendisine söyleneni aktardığını beyan etmektir" demiş olur. lafzını hazfederek okuyan da, "(Ayette bahsedilen) gerçek, daha önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ce bilinmiyordu vehmine kapınılmasın, bu yanlışlığa düşülmesin diye (böyle okudum)" demek istemiş olur.

Ayetin İrabı

Bil ki bu ayetin i'râbı ile ilgili çeşitli ihtimaller var:

1) (......) zamiri, Allah isminden kinayedir. Buna göre "Allah" lafzı, mübtedanın haberi olarak merfudur ve "ahad" kelimesi hakkında, senin "Zeyd kardeşindir ayaktadır" şeklindeki cümlende caiz olan ihtimaller, caizdir.

2) (......) zamir-i şandır. Bu durumda, "Allah" lafzı, mübteda olarak merfu olur, "ahad" kelimesi de onun haberi olur ve bütün cümle, (......) zamir-i şânının haberi olur. Buna göre ayetin takdiri: "Durum, gerçek ve söylenecek söz şudur: O Allah birdir" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, (Enbiya, 97) ayetidir. Fakat bu ayette zamir, müennes olarak gelmiştir, çünkü bunun tefsirinde, müennes bir isim var. (Hacc,46) ayeti de buna göre gelmiştir. Ama tefsirde bir müennes olmaz ise, zamir-i kıssa müennes olarak getirilmez. Nitekim (Tahâ, 74) ayetinde müennes olarak gelmemiştir.

3) Zeccâc, "Bu ayetin takdiri, "(Ey müşrikler) sizin sorduğunuz zat, Allah'dır, birdir" şeklindedir" der.

Ehad Kelimesi

Bu, "ahad" kelimesiyle ilgilidir. Bu hususta iki izah var:

1) Bu, "Vâhid" manasınadır. Hain, "Ehad, isnân (bir-iki) denilmesi, caizdir." "Ehad"ın aslı "vâhid"dir. Fakat vâv'ı, hafiflik-kolaylık olsun diye hemzeye kalbolunmuştur. Araplar, vucûh - ucûh; (yüzler), visâde - isâde (yastık) gibi, ötüreli ve kesreli varlıklarda çokça yaparlar.

2) Vahidî ve ehad, müteradif iki isim değildir. Ezheri, "Allah'dan başka hiçbir varlık, "ehad" olarak tavsif edilip de mesela, veya denilemez. Ama, "raculün vâhfdun", yani "bir adam" denir. Ehad, Allah'ın, kendi zatı için seçmiş olduğu sıfatlarındandır. Binâenaleyh bu sıfatta, hiç birşey O'na ortak olamaz" demiştir.

Vahid İle Ehad Arasındaki Fark

Alimler "vâhid" ile "ehad" arasındaki fark ile ilgili çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

1) Vâhid, "Ehad"a dahildir, ama "Ehad", "Vâhid"e dahil değildir.

2) Sen mesela, "Falancaya hiçbir vahid koyamaz" dediğin zaman, "Fakat iki kişi karşı kor" diyebilirsin. Ama, "ehad" kelimesi böyle değildir. Dolayısıyla eğer, "Falancaya hiçbir ehad karşı koyamaz" dediğin zaman, "Fakat ona iki kişi karşı kor" diyemezsin.

3) "Vâhid" kelimesi, müsbet (isbat) için, "ehad" kelimesi ise, menfî (nefy) için kullanılır. Mesela, müsbet (olumlu) manada, "Bir (vâhid) adam gördüm" "Bir (vâhid) adam gördüm" dersin; menfî manada da, "Hiçbir kimse (ehad) görmedim" dersin, binâenaleyh bu, umûm (genel mana) ifade eder.

Kıraat Farkı

Kıraat imamları bu ayetin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. Ekserisinin kıraati tenvin ve kesreyle harekelenmesi ile şeklindedir. Bu, kendisinde bir İşkâl olmayan, kıyasa uygun şekildir. Çünkü daki tenvin ve "Allah" lafzının lamı tarifi sakindirler. İki şakin yanyana gelince, bunlardan birincisi kesre ile harekelenir. Ebû Amr'ın bu ifadeyi, tenvinsiz olarak (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bunun sebebi, nûn harfinin, aynen kendileri gibi, ziyade edilebilmesi açısından, lîn harflerine benzemesidir. Dolayısıyla onlara benzeyince, iki sakin bir araya geldiğinde, birisinin hazfedilmesi açısından, aynen onlar gibi muameleye tabi tutuldu. Nitekim elif, vâv ve yâ harfleri bu sebebten, ifadelerinde olduğu gibi, hazfedilmişlerdir. Aynı sebepten dolayı ve ifadelerinde olduğu gibi, fiildeki nun-u sakin hazfedilin iştir. Bu ayette de, nun, ittikâ-i sakineynden, yani iki sakin harfin yanyana-peşpeşe gelişinden dolayı, o harflerde olduğu gibi, hazfedil mistir. Biz bu konuyu, (Tevbe,30) ayetinin tefsirinde uzun uzun ele aldık.

Yine Ebû Amr'ın (......) şeklinde okuduğu ve "Bir çok kurraya rastladım, onlar bunu sükûn üzerine vasıl ile, bu şekilde okuyorlardı" dediği rivayet edilmiştir. Ebû Ali, "Fasılalar, "idrâç"ta, vakf halindeki şekilleriyle icra edilir. Buna göre (......) şeklinde okuyanlar, tâ okuyuşu da böyledir" der. Kurrâ'nın çoğu Ebû Amr'ın anlattığığna göre, "vakf" görüşünde olunca, o, bunu, devamlı olarak üzerinde vakfedilmesi ve arapların dilinde (örfünde) çok oluşundan ötürü, vasi halinde de vakıf halindeki şekliyle okumuştur. A'meş ayeti, (......) şeklinde okumuştur. Eğer, "Bunun sebebi nedir?" denilirse, cevaben denilir ki: "Ehad" kelimesi, "nekire" üzeredir. Maverdî şöyle der: "Bunun iki izahı var:

1) Lâm-ı tarif, mukadder olması niyetiyle hazfedilmiştir ve ayetin takdiri, şeklindedir.

2) Kelimenin nekire olmasından murad, ta'zimdir, yani büyüklüğü ve önemi ifade etmektir.

Ayetin İşaret Ettiği Üç Makam

Bil ki ayeti, üç kelimedir ve bunlardan her biri, talihlerin (kulların) makamlarından bir makama işarettir:

Birinci Mesele

Mukarreblerin makamıdır ve bu, Allah'a seyr-u sülük edenlerin ve şu, her eşyaya ve her haki kata, eşya ve hakikat olduğu için bakanların mertebelerinin en yücesidir. Binâenaleyh hiç şüphesiz bunlar, Allah'dan başka bir mevcud (varlık) görmezler. Çünkü Hak, zâtı gereği vacibü'l-vücûd olandır. Onun dışındakiler ise zâtı gereği mümkin olan varlıklardır. Zatı gereği mümkin olana, o, o olması açısından bakıldığında, "yok" hükmünde olur. İşte bu makamda olanlar, Hak Sübhanehü ve Teâlâ'dan başka, gerçek "varlık" göremezler. Bu ayetteki (O) lafzı da, mutlak bir işarettir. Bu işaret, hernekadar mutlak ise de, işaret edilen varlık muayyen olunca, bu mutlak o muayyene ait olur. Dolayısıyla (......) kelimesi mukarreb olan o kimselerin, Hak teâlâ'ya yaptıkları bir işaret olur ve bunlar, bu işarette herhangi bir temyize ihtiyaç duymazlar. Çünkü bir mümeyyeze (belirlenen varlığa) ihtiyaç duymak, ancak ortada iki mevcud (varlık) bulunduğu zaman söz konusu olur. Halbuki yukarıda beyan ettiğimiz gibi, bu kimseler akıl gözleri ile, sadece bir tek zorluk görmekte ve tanımaktadırlar. İşte bu sebepten dolayı, (O) lafzı, bu kimseler için tam irfanın (bilginin-tanımanın) hasıl olması için kafi gelmiştir.

İkinci Makam: Ashab-ı yemînin makamıdır. Bu, birinci makamın aşağısındadır. Çünkü bu ikinci makamda olanlar, Hak teâlâ'yı bir mevcud (varlık) olarak bilip tanıdıkları gibi, halkı da bir varlık olarak kabul etmektedirler. Dolayısıyla bunlar için, varlıklarda bir çokluk, birden fazlalık söz konusudur. Şüphesiz bu durumda, (O) kelimesi, Halik Teâlâ'ya işaret etmek için yeterli olmaz, aksine burada, Hakk'ın halktan ayrılmasını, halk ile karıştırılmamasını sağlayacak bir mümeyyize (belirleyici kelimeye) ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bu makamda olan kimseler lafzına, lafzını ilave etme ihtiyacını duymuşlardır. Çünkü Allah, diğer varlıkların muhtaç olduğu ve bütün diğer varlıklardan müstağni olan varlıktır.

Üçüncü Makam: Ashab-ı şimalin makamıdır ve bu, en değersiz ve en aşağı makamdır. Bu makamda olanlar, vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) varlıkların, birden fazla olabileceği ve tanrının, birden fazla olabileceği görüşündedirler. Dolayısıyla bunlara red olarak ve sözlerinin batıl olduğunu ortaya koymak için, geçen lafızlara bir de "ehad" (bir) lafzı ifade edilmiş ve "De ki: O Allah birdir" denilmiştir.

Allah'ın Selbî ve İzafî Sıfatlarına Delalet

Burada, anlattıklarımızdan daha önemli ve daha yüce, şöyle bir başka konu daha var: Allahü teâlâ'nın sıfatları ya izafidir, ya selbidir. izafi olanlar, alim, kadir, murîd (irade eden), hallak (yaratan) gibi sıfatlardır. Selbî (olumsuz) olanlar da, "cisim değildir", "cevher değildir", "araz değildir" gibi şekillerde ifade ettiğimiz sıfatlardır. Mahlukat öncelikle, birinci tür sıfatlarına; ikinci olarak da, ikinci tür sıfatlarına delalet eder. "Allah" lafzı, bütün izafî sıfatlara delalet eder: "Ehad" lafzı da, bütün selbî sıfatlara delalet eder. Dolayısıyla sözümüz, insan akıllarına uygun irfanı anlatmaya tam bir ifade olmuş olur. Biz, "Allah" lafzının, Cenâb-ı Hakk'ın bütün izafî sıfatlarına delalet ettiğini söyledik, çünkü "Allah", ibadete müstehak-layık olandır. İbadete müstehak olmak ise, varetme ve yaratmada tek başına olan için söz konusudur. Varetme ve yaratmada tek olmak da, tam bir kudrete, geçerli bir iradeye ve külliyat ile cüziyyatın bütün malumatını kuşatan bir ilme sahip olan için söz konusu olur. İşte bunlar, izafi sıfatların toplamıdır. Selbi sıfatların toplamı ise, "Ehad" oluşta yatmaktadır. Çünkü "Ehad" (bir) olmaktan murad, bu hakikatin haddi zatında, terkib (birleşim) şekillerinden uzak ve tek olmasıdır. Bu böyledir, çünkü her mürekkeb mahiyet (varlık), kendisini meydana getiren, parçalarının herbirine muhtaçtır. Her bir parçası da, o mürekkeb varlıktan başka birşeydir, yani mürekkeb varlığın kendisi demek değildir. Dolayısıyla her mürekkeb varlık, kendisinden başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, "mümkin zatihi" bir varlıktır. Dolayısıyla her mürekkeb, zatı itibariyle "mümki" (olabilir de, olmayabilir de) cinsinden bir varlıktır. Bütün mümkin varlıkların yaratıcısı olan ilahın (Allah'ın), "mümkin" varlık olması imkansızdır. Öyle ise O, haddi zatında ferddir, tektir, birdir. O'nun ferd ve tek olduğu, yani "ehad" olduğu sabit olunca, mütehayyiz, yani mekan tutan bir varlık olmaması gerekir. Çünkü her mütehayyiz varlığın, mesela, sağı, solundan farklıdır. Her böyle olan da, kısımlara ayrılabilir. Öyle ise, "ehad" (tek) olanın, mütehayyiz olması imkansızdır. O, mütehayyiz olmayınca, mekanlardan ve yönlerden hiç birinde olmamış olur ve herhangi bir şeyde, bir "hal" (sıfat) da olmaması gerekir. Çünkü o zaman, o, mahalli ile, yani hali-sıfatı olduğu şey ile birlikte, "ehad" (tek bir şey) olmamış olur.

Keza o, herhangi bir şey için "mahal" de olamaz. Çünkü o zaman o "hafi ile birlikte, yine "ehad" (tek bir şey) olmamış olur. O, bir hal veya mahal olmayınca, kesinlikle değişmez. Çünkü değişmenin, bir sıfattan, diğer bir sıfata, bir halden diğer bir hale olması gerekir. Keza O "ehad" (bir-tek) olunca, vâhid (bir tane) olması da gerekir. Çünkü eğer vacibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) iki tane varlığın olduğu farzedilse, bu ikisi "varlık"ta ortak olmuş olurlar ve belirleme ile birbirinden ayırdedilebilirler. Ama ortak oldukları husus ile, birbirinden ayırdedildikleri husus farklı şeylerdir. Bu durumda bu varlıklardan herbiri (kendilerinde, birden fazla mahiyet bulundurdukları için), mürekkeb varlıktır. Böylece sabit olur ki: O'nun "ehad" oluşu, vâhid olmasını da gerektirir. Buna göre eğer, "O, şeyin, "ehad" (bir) olduğu nasıl düşünülebilir? Çünkü "ehad" diye nitelenen her hakikatte (varlıkta), bir o hakikat, bir de "ehad" olma vasfı var ve bu ikisinin toplamı, bir üçüncü şeydir, dolayısıyla bu üçtür, bir yani "ehad" değildir" denilirse, şöyle cevap verilir: "Ehad" olmak, o hakikatin ayrılmaz vasfıdır. Dolayısıyla o hakikaten "ehad" olduğuna hükmedilmiştir. O, işte bu hakikattir, yoksa kendisi ile o "ehad" olma sıfatından meydana gelen toplam değildir. Binâenaleyh bu anlattıklarımızdan, "Allah birdir" sözünün, Allahü teâlâ'nın bütün izafi ve selbi sıfatlarını içine alan-ifade eden bir söz olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki daha geniş ve tam izah, "Sizin ilahınız, tek olan bir ilahtır" (Bakara, 163) ayetinin tefsirinde geçmiştir.

Samed Vasfı

2

"Allah, sameddir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Alimler, "samed" kelimesinin izahı sadedinde iki şey söylemişlerdir:

1) Bu, "fa'al" vezninde olup, mefûl (ism-i mef'ûl) manasındadır ve "Ona yöneldi, ona niyetlendi" manasındaki, fiilindendir. Demek ki samed, "bütün ihtiyaçlar konusunda, kendisine yönelinilen, başvurulan efendi, büyük" manasınadır. Şair,

"Ölüm habercisi, Benî Esed'in en hayırlısı olan Amr ibn Mes'ûd'un yani o ulu efendinin vefatını erkenden haber verdi" demiştir. Yine şair, şu şiiri söylemiştir:

"Keskin kılıcımla ona üstünlük sağladım. Sonra da ona, "Al o (kılıcını), ey Huzeyf, sen efendi ve ihtiyaçları gideren iyiliksever birisin" dedim." Bu tefsirin doğruluğuna delil, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın rivayet ettiği şu hadistir: Bu ayet nazil olduğu zaman, sahabe, "Samed nedir?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "O, ihtiyaçlar hususunda kendisine başvurulan efendidir" dedi." Leys, ifadesi, "şu işe niyetlendim, niyetlendi, yöneldi" manasınadır" der.

2) Samed, içinde boşluk olmayan demektir. Şişenin tıpasına "simad" denilmesi de bu köktendir. Sert olan, yumuşaklığı-gevşekliği olmayan şeye de, "musammed" denilir. Katâde şöyle demiştir: "Bu tefsire göre, musammed kelimesindeki "dal", aslında "te" harfinden çevrilmedir ve aslı "musammet"tir." Dilcilerden bazı müteahhir (sonraki) alimler, "Samed, toz tutmayan kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiç bir şeyin çıkamadığı, düz ve pürüzsüz taş manasınadır" demişlerdir. Bil ki Müşebbihe'nin cahillerinden bazıları, bu ayeti, Allah'ın cisim olduğuna delil getirmişlerdir. Bu istidlal yanlıştır. Çünkü, yukarıda da anlattığımız gibi, O'nun, "ehad" (bir-tek) oluşu, cisim olmasına terstir. Binâenaleyh bu ayetin öncesi, "samed" kelimesi ile bu mananın kastedilmiş olmasının imkansız olduğuna delalet etmektedir. Çünkü samed, bu manaya göre, sıkıştırılmış ve pekiştirilmiş cisimlerin sıfatıdır ve Allahü teâlâ, böyle olmaktan münezzehtir. Dolayısıyla bu durumda, kelimeyi, mecazi manaya hamletmek gerekir. Çünkü böyle olan cisimler, başkasının tesirinden ve müdahalesinden uzak olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, vâcibü'l-vücûd olup, varlığında, bekasında ve bütün sıfatlarında, değişmesinin imkansızlığına bir işarettir. İşte dil açısından ayetle ilgili hususlar bunlardır. Müfessirlere gelince, onlardan bir çok izahlar nakledilmiştir: Bu İzahların bazısı, "samed" kelimesinin birinci manasına göre, yani "Allah'ın, bütün ihtiyaçları yerine getirme hususunda, kendisine başvurulan bir efendi" oluşuna göredir. O zaman Samed, Hak teâlâ'nın zatı ve sıfatları açısından vâcibü'l-vücûd olup, bu ikisinde değişmenin imkansız olmasına göredir. Bu durumda da, "samed", Hak teâlâ'nın selbi sıfatlarına bir işarettir. Müfessirler bazan da, "samed'i, bu iki manayı da içine alacak şekilde tefsir ederler.

Samed İsmini, İzafi Sıfatlarla İlgili Görenler

Birinci görüşte olanlar, şöyle çeşitli izahlar yapmışlardır:

1) Samed, bütün herşeyi bilendir. Çünkü Allah'ın, bütün ihtiyaçları karşılaması için başvurulan bir efendi olması, ancak bu özellikle tam olur.

2) Samed, halîm manasınadır. Çünkü O'nun bir efendi (rab-sahib) olması, hilm ve keremli olmasını gerektirir.

3) İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) ve Dahhâk'ın görüşüne göre "samed", şan ve şerefi zirvede olan efendi demektir.

4) Esamm ise, "Samed, herşeyi yaratan" demektir. Çünkü seyyid (efendi) oluşu, bunu gerektirir" demiştir.

5) Süddî, "Samed, arzu edilen işler hususunda kendisine yönelinilen-yalvarılan; musibetlerde de kendisinden yardım istenilendir" demiştir.

6) Huseyn b. el-Fadl el-Becelî şöyle demiştir: "Samed, dilediğini yapan, istediği hükmü veren, verdiği hüküm hussunda kendisine hesab soracak hiç kimse ve hükmünü reddedecek hiç kimse bulunmayandır."

7) Samed, büyük ve yüce efendidir.

8) "Samed, hiçbir işte ondan başkası hükmedemez, yegane şerefli zat" demektir.

Samed İsmini Selbî Sıfatlarla İlgili Görenler

İkinci görüşte olanlar yani "samed" kelimesini, Allahü teâlâ'nın selbî sıfatlarına mecalî bir işaret sayanlar da bununla ilgili şu şekilde bazı izahlar zikretmişlerdir:

1) Samed, "O (Allah), ganidir hamiddir"'(Hadid.24) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın da ifade buyurduğu gibi, ganî (zengin) manasınadır.

2) Samed, "O (Allah), kulları üzerinde kahirdir, hakimdir" (En'âm, 18); ayetinin de ifade ettiği gibi, ondan yukarıda hiç kimse bulunmayan; üzerinden korkmayan, aşağısındakine saygı gösterme durumunda olmayan, bütün ihtiyaçlar kendisine arzedilen demektir.

3) Katâde buna, "O yemez içmez, "O doyurur, doyurulmaz" (En'âm, 14) manasını vermiştir.

4) Yine Katâde, "O, halkının fani oluşundan sonra da baki kalandır. O hariç yeryüzündeki herşey yok olacaktır" (Rahman, 26) demiştir.

5) Hasan el-Basrî, "O, ebedî ve ezelî olandır; yok olması imkansızdır. Hiçbir mekân yok iken O vardı. Keza ne zaman, ne Arş, ne Kürsî, ne bir insan, ne bir cin yok iken O vardı. O şu anda, daha önce nasıl ise öyledir" demiştir.

6) Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh), "Samed, ölmez, kendisine varis olunmaz olandır. Göklerin ve yerin mirası O'na aittir" demiştir.

7) Yeman ve Ebû Malik, "O, uyumaz, uyanılmaz" demişler.

8) İbn Kaysan, "O, hiç kimsenin sıfatı ile nitelenemez" der.

9) Mukâtil b. Hibbân, "O, aybı-kusuru-noksanlığı olmayandır" demiştir.

10) Rebî' b. Enes, "O, başına belaların gelemediği zattır" der.

11) Sa'îd b. Cübeyr, "O, bütün sıfatlarında ve bütün fiillerinde kamil olandır" der.

12) Ca'fer Sâdık, "O, galib gelen, ama mağlub edilemeyendir" der.

13) Ebû Hureyre (radıyallahü anh), "o, herkesten müstağni olan, hiçkimseye ihtiyacı olmayandır" der.

14) Ebû Bekir el-Verrâk, "O, mahlukatın, keyfiyetine muttali olmaktan ümidini kesmiş olduğu zattır" der.

15) O, gözlerin idrak edemeyeceği zattır.

16) Ebu'l-Âliye ve Muhammed el-Kurazî, "O, doğurmamış ve doğrulmamış olandır. Çünkü doğuran herkese, varis olunur; doğurulan herşey de mutlaka ölür" demişlerdir.

17) İbn Abbas (radıyallahü anh), "O, üzerinde-yukarısında hiç kimse bulunmayan büyüktür, en büyüktür" der.

18) O, eksiklikleri ve fazlalıkları bulunmaktan, değişikliklere ve farklılaşmalara mahal olmaktan ve zamanların, mekanların, anların, yönlerin kendisini kuşatmasından (içine almasından) münezzehtir.

Her İki Kısımla İlgili Görenler

Üçüncü görüşte, yani "samed" kelimesini, bütün bu manalara hamletmek de mümkündür. Çünkü kelime, Allah'ın zatının vâcibü'l-vücûd oluşuna delalet etmesi açısından, bütün selbî sıfatlara; herşeyin yaratıcısı olduğuna delalet etmesi açısından bütün İlahi (izafi) sıfatlara delalet etmektedir.

İkinci Mesele

"Allahu's-Samet (Allah Samed'dir) ifadesi, varlıklar içinde, Allah'dan başka "samed" olmamasını gerektirir. "Samed" kelimesi de "masmûd", yani her türlü ihtiyaç için kendisine başvurulan" manasına, veya "Zatında değişiklik kabul etmeyen, değişmesi mümkün olmayan" manasına tefsir edilince, varlıklar aleminde, Allahü teâlâ'dan başka, bu şekilde bir varlık olmaması gerekir. Binâenaleyh bu ayet, o tek varlıktan başka tanrı olmadığına delalet eder. Dolayısıyla "Allahu ehad" (Allah birdir) ayeti, Hak teâlâ'nın zatında hiçbir şekilde bir terkib ve telif olmadığı manasında bir olduğunu; "Allah sameddir" ayeti de, eşleri, benzerleri, zıdları olmadığı manasında tek olduğuna bir işarettir. Geriye ayetle ilgili iki soru kalmıştır.

Niçin Ehad Nekire Samed Marife Getirildi?

Birinci Soru: Niçin "ehad" kelimesi nekire; "es-Samed" kelimesi marife gelmiştir? Buna şöyle cevap verilir: İnsanların vehimlerinde (zanlarında) çoğunlukla, her mevcudun (var olan şeyin) müşahhas (hissedilebilir) olduğu fikri vardır. Halbuki her hissedilebilir (mahsus) şeyin, kısımlara ayrılacağı bilinmektedir. Binâenaleyh kısımlara ayrılmaz olan varlık, ekseri insanların akıllarına gelen şey değildir. Ama Samed, ihtiyaçlarda kendisine başvurulandır. "Samed"in bu manası, araplar için malum idi, hatta insanların çoğunca malumdu. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer, "Onları kim yarattı!" diye sorsan, şüphesiz "Allah" derler"(Zuhruf, 87) buyurmuştur. "Ehad" (bir olma), bilinmeyen, çoğu kimsece tam anlaşılamayan bir konu olunca, ve "samed"iyyet halkın çoğu nazarında bilinen bir mana olunca, işte bu yüzden "ehad" lafzı nekire; "samed" lafzı marife olarak gelmiştir.

İkinci Soru: Allah lafzını, "Allah birdir, Allah sameddir" diye tekrar etmenin faydası nedir? Cevap: Eğer bu lafız tekrar edilmemiş olsaydı, "ehad" ve "samed" kelimelerinin her ikisinin de, ya marife, ya nekire olarak gelmeleri gerekirdi. Yukarıda izah ettiğimiz gibi, böyle gelmeleri caiz değildir. İşte bundan dolayı "Allah" lafzı, "ehad" nekire, "samed" de marife olarak gelebilsin diye tekrar edilmiştir.

Doğurmadı, Doğurulmadı

3

"O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır".

Bu ayetle ilgili birkaç soru var:

Birinci Soru: (doğurmamıştır) iadesi niçin, (doğurulmamıştır) ifadesinden önce zikredilmiştir? Halbuki, görünen durumda, (mesela insan) önce mevlüd (çocuk-doğurulan) olur, sonra valid (baba-anne) olur?..

Cevap: Önce "doğurmamıştır" ifadesiyle söze başlanmıştır. Çünkü kafirler, Allah'ın çocuğu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu böyledir, çünkü müşrik Araplar, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır"; yahudiler, "Uzeyr, Allah'ın oğludur"; hristiyanlar da "Isa, Allah'ın oğludur" diyorlardı ve bunlardan hiç biri, Allah'ın bir babası olduğunu iddia etmiyorlardı. İşte bu sebepten dolayı, Hak teâlâ bu ayette önce, daha önemli olan hususu ile işe başlayıp, "O doğurmamıştır" buyurmuş; sonra da bunun deliline işaret ederek, "ve doğurulmamıştır" buyurmuştur. Adeta şöyle denilmek istenmiştir: "Allah'ın herhangi bir çocuğu olamayacağına delil, O'nun başkasının çocuğu olmadığı hususundaki ittifakımızdır."

Niçin Len Edatı Kullanılmadı?

İkinci Soru: Hak teâlâ niçin, sadece geçmiş zamanı zikrederek, "Doğurmamıştır..." buyurmuş da, "Doğurmayacaktır" buyurmamış?

Cevap: Cenâb-ı Hak, geçmiş zaman ile yetinmiştir. Çünkü bu ayet, kafirlerin, '9Allah doğurmuştur, Allah'ın çocuğu olmuştur" manasındaki iddialarına cevab olarak gelmiştir. Onların bu iddiada olduklarının delili, "İyi bilin ki onlar, iftiraları yüzünden, "Allah doğurdu" diyorlar" (saffat, 151-152) ayetidir. Dolayısıyla bu ayetten maksad, onların bu sözünü yalanlamak olunca ve onlarda bunu, geçmiş zamanda söylemiş olunca, ayet onların sözüne uygun (bir zaman siğasıyla) gelmiştir.

Üçüncü Soru: Allahü teâlâ burada, "O, doğurmamıştır" buyurmuş; Furkan Sûresi'nden ise, "O, hiçbir çocuk edinmemiştir" (Furkan, 2) buyurmuştur, niçin?

Cevap: Çocuk İki şekilde olur: Birincisi, ondan onun gibi bir varlığın doğması suretiyle, olmayıp, başkasının çocuğunu alıp, çocuk edinmek hernekadar gerçekte kendi çocuğu değil ise de, ona "çocuğum" demesi suretiyle olur. Hristiyanlar iki kısımdır: Onlardan bir kısmı, "İsa, gerçekten Allah'ın çocuğudur" derler. Bir kısmı da, "Allah, bir şeref bahşetmek için, onu çocuğu edinmiştir. Bu tıpkı, Hazret-i İbrahim'i, bir şeref bahşetmek için, halîl (dost) edinmesi gibidir" derler. İşte bundan dolayı Hak teâlâ'nın, "O, doğurmamıştır" (O'nun çocuğu yoktur) ifadesinde, gerçek manada Allah'ın çocuğu olmadığına; "O, hiçbir çocuk edinmemiştir" (Furkan, 2) ayetinde de, ikinci manada Allah'ın çocuğu olmadığına bir işaret vardır. İşte bundan dolayı, bu ayetin devamında, "O, hiçbir çocuk edinmemiştir ve mülkünde ortağı yoktur"(Furkan, 2) buyurulmuştur. Çünkü (mesela) bazan insan, istediği işlerde kendisine yardımcı ve destek olsun diye evladlık (çocuk) edinir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ bir başka sûrede, zikrettiğimiz huususa, yani çocuk edinmenin (evladlık almanın), ancak ihtiyaç duyulduğu zaman olduğuna bir işaret olmak üzere, "Dediler ki: Rahman, çocuk edindi. O, bundan münezzehtir. (Çünkü) O, ganidir (kimseye ihtiyacı yoktur)"(Yunus, 68) buyurmuştur.

Doğurmadığının Aklî Delili

Dördüncü Soru: Allahü teâlâ'nın, doğurmamış ve doğmamış olması, ancak naklî delil ile mi bilinebilir, yoksa (akıl ile de bilinebilir mi). Eğer bu mümkün değil ise, bu hususu burada zikretmenin ne faydası var?

Cevap: Allahü teâlâ'nın doğurmayacağı, cisim olmadığını, parçalanmayacağını ve kısımlara ayrılmayacağını bilmekten çıkartılabilir. "Doğurulmayacağı" ise, kadim olduğunu bilmekten çıkarılabilir. Bu iki asıldan herbirini bilmek de, nübüvvet (peygamberlik) ve Kur'ân'ı bilmeden öncedir. Dolayısıyla bu iki aslın, semî delillerden çıkarılmış olmaları imkansızdır. Geriye şöyle demek kalır. Bu ikisi, semîyyâtlardan çıkarılmış, yani semî deliller vasıtasıyla anlaşılmış olmayınca, bu sûrede zikredilmelerinin hikmeti nedir? Buna karşı deriz ki: Daha önce de anlattığımız gibi: Allahü teâlâ'nın "ehad" (bir) olmasından murad, zatı ve mahiyeti itibariyle her türlü terkib şekillerinden münezzeh olmasıdır, "samed" olmasından murad da, zatı itibarıyla vacibü'l-vücûd olup, zatında ve bütün sıfatlarında, değişmesinin imkansızlığı manasınadır. Durum böyle olunca "ehad" ve "samed" olması, doğmuş ve doğurulmuş olmasının nefyini gerektirir. Allahü teâlâ, doğmuş ve doğurulmuş olmasının nefyini, yani bunların söz konusu olmamasını gerektiren sebebi zikredince, bu iki hükmü de zikretmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın bunların zikrinden maksadı, bu iki hususun söz konusu olamayacağına dair olan kesin aklî delillere işaret etmektir.

Din İle Felsefenin Farkına Dair

Beşinci Soru: "O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır" ayetinde, Allahü teâlâ'nın oğul ve baba olmadığını anlatmanın ötesinde, başka bir fayda (mana) var mı? Bu hususta deriz ki: Bunda birçok başka manalar var. Çünkü, "Allahu ehad" (Allah birdir) ayeti, Hak teâlâ'nın, zatı ve mahiyeti itibariyle "terkîb" olmaktan, münezzeh ligi ne bir işaret; "Allah sameddir" ayeti de O'nun zıdları, benzerleri, ortakları ve emsali olmadığına bir işarettir. Bu iki kıymetli ve önemli mukaddime, üzerinde bütün din sahiblerinin ve felsefecilerin ittifakı bulunan konulardandır. Fakat bu noktadan sonra, din sahibi olanlar ile felsefeciler arasında ihtilaf bulunmaktadır. Çünkü felsefeciler, "Vâcibü'l-vücûd'dan akıl doğmuştur. Bu akıldan da, başka bir akıl, bir nefis ve bir felek doğmuştur. Bu şekilde, bu tertib üzere iş, ay küresinin altında olanı idare eden aklın (doğuşuna) kadar ulaşır" demişlerdir. Bu görüşe göre, Vâcibü'l-vücûd kendisinin altında yer alan "aklı" doğurmuş ve bu alemimizi idare eden akıl (güç) de, kendinden üstteki akıllardan doğmuş gibi olur. Binâenaleyh Hak teâlâ önce, doğurmadığını beyan etmiş ve adeta, "O (Allah), akılları ve nefisleri doğurmam ıştır" demek istemiştir. Sonra da, "Bedenlerinizi, ruhlarınızı ve şu aleminizi idare eden, başka birşeyden doğmuş, doğurmuş, doğurulmuş ve tesir altında kalmış bir şey değil, ancak tek olan Hak Sübhânehü ve Teâlâ'dır" demiştir.

4

"Hiçbir şey O'na denk olmamıştır".

Bu ayetle ilgili iki soru var:

Zarfın Öne Alınması

Birinci Soru: Fasîh arapça sözde (cümlede), müstekar olmayan zarfın sonra, getirilmesi, öne alınmaması gerekir. Sîbeveyh "Kitab"ında bunu açıkça bildirip, kaide olarak zikretmiştir. Öyle ise en fasih söz olan Kur'ân-ı Kerim'deki bu ayette, (O'na) zarfı niçin öne alınmıştır?

Cevap: Bu ayet, hiçbirşeyin Allah'ın zatına denk olmadığını anlatmak için gelmiştir ve bu hususa delalet eden esas lafız bu zarftır. En önemli ve esas olanın öne alınması da daha uygun. İşte bu sebebten dolayı bu zarfı öne alınmayı haketmiştir.

Kıraat Farkı

İkinci Soru: Bu ayetin kıraati nasıldır?

Cevap: (......) kelimesi, hem kâfin ve fâ'nın zammesiyle; hem de kâfin kesresi-fâ'nın sükûnu veya kâfin zammesi-fâ'nın sükunu ile (......) ve (......) şekillerinde okunmuştur. Ama asıl olan, kâfin ve fâ'nın zammesiyle olan okunuştur. Bu kelime ve (ip-sicim) ve (boyun) kelimelerinde de olduğu gibi, (fâ'nın sükunu ile) hazfedilmiştir. Ebû Ubeyde, "Arapça'da, " ve kelimelerinin hepsi de, misil (benzer - denk) manasınadır" demiştir.

Küfüven

Müfessirlerin bu ayetle ilgili şöyle çeşitli görüşleri var:

1) Kâ'b ve Ata buna, "Allah'ın misli ve dengi yoktur" manasını vermişler ve "Cezadaki mükafe'e (denklik), bu kelimedendir. Çünkü bu "kişinin yaptığına denk olan karşılığı vermektir" demişlerdir.

2) Mücâhid şöyle demiştir: "Bu, "Allah'ın, bir eşi-hanımı demek istemiştir: "O'na denk hiç kimse yoktur ki O'nunla evlensin." Bu, Allahü teâlâ'nın, "(Allah) ile cinler arasında bir neseb (akrabalık) uydurdular"(Sâffât,158) ayetiyle anlattığı kimselere bir reddir. Binâenaleyh bu ayetin tefsiri (dolaylı manası), "O, doğurmamıştır" ayetinin adeta te'kididir."

3) En sağlam izaha göre, Allahü teâlâ, kendisinin, bütün ihtiyaçlarda başvurulan, (samed) olduğunu beyan edip, "O, doğmamıştır, doğurulmamıştır" ayetiyle izah ettiğimiz şekilde, bütün aracıları nefyedince, yani arada vasıflar olmadığını ifade edince, bu sûreyi, varlıklardan hiç bir şeyin, celal ve azamet sıfatlarının herhangi birinde Allah'a denk olmasının imkansızlığını ifade ederek bitirdi. Var olma açısından bir denklik yoktur. Çünkü bir şeyin "var oluşu" hakikatinin neticelerinden biridir, Onun hakikati ise, "o o olduğu" için, "adem"i (yokluğu) kabul etmez. Diğer hakikatleri ise, "yokluğu" kabul eder. İlim, yani (bilinme) açısından da bir denklik söz konusu değildir. Çünkü o şeyin bilinmesi zaruri değildir, istidlali de. Aynı zamanda bu bilgi, duyular vasıtasıyla, görme vasıtasıyla elde edilmiş de değildir ve hata-zelle arız olacak bir şekilde olmaz. Hadisler (mahluklar) ile ilgili ilimler (bilgiler), işte böyledir. Keza, kudret, rahmet, cömertlik, adalet, fazl, ihsan açılarından da bir müsavat (denklik) söz konusu değildir.

Dört Ayetin Sıralan ışında ki Güzellik

Bil ki bu sûre dört ayettir ve bunların sıralanışında şöyle çok çeşitli hikmet ve incelikler var:

Birinci Hikmet: Sûrenin başı, Allahü teâlâ'nın bir olduğuna; "Allah sameddir" ayeti, kerim ve rahim olduğuna delalet eder. "O, doğurmamıştır, doğruulmamıştr." Binâenaleyh o, mutlak manada ganidir, hiçbirşeye ihtiyacı yoktur; değişimden-bozulmadan münezzehtir. Dolayısıyla kesinlikle hiçbir hususta cimrilik etmez ve O'nun cömertliği herhangi bir menfaat elde etmek ve kendisinden bir zararı savuşturmak için değil, sırf ihsanındandır. "Hiçbirşey O'na denk olmamıştır" ayeti de, Allah'a nisbet edilmesi caiz olmayan bütün sıfatları nefye-redde bir işarettir.

İkinci Hikmet: Allahü teâlâ, "Allah ehaddir" cümlesiyle zatından bir çok şeyleri nefyetmiş; "Allah sameddir" cümlesiyle noksanlık ve mağlubiyeti; "O, doğurmamıştır, doğurulmamıştır" ayetiyle, ma'luliyyeti ve illeti (bir şey vasıtasıyla olduğu ve birşeye vasıta olduğu konularını); "Hiçbirşey O'na denk olmamıştır" ayetiyle de, zıdları ve ortakları (denkleri) olabileceğini nefyetmiş-reddetmiştir.

Başlıca Batıl Dinleri Red

Üçüncü Hikmet: "Allah birdir" ayeti, "Nar" ve "zulmet" diye iki tanrı olduğunu söyleyen "seneviyye" (mecusiler)in; teslise inanan hristiyanlarin batıl olduğunu ortaya kor; ikinci ayet, Allahü teâlâ'dan başka yaratıcı olduğunu söyleyenlerin görüşünün batıllığını ortaya kor. Çünkü eğer başka yaratıcılar da olsaydı, bütün ihtiyaçlar hususunda sadece Hak teâlâ samed, yani başvurulan olmazdı. Üçüncü ayet ise, "Uzeyr, Allah'ın oğludur" diyen yahudilerin; "Mesih, Allah'ın oğludur" diyen hristiyanların ve "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen müşriklerin, bu görüşlerinin batıllığını ortaya kor. Dördüncü ayet de, putları Allah'a denk ve ortak kabul eden müşriklerin bu görüşlerinin batıllığını ortaya kor.

Dördüncü Hikmet: Bu sûre, Hak teâlâ hakkında, Kevser Sûresinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında oluşu gibidir. Fakat o sûredeki ta'n (kınama), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında "O, ebterdir, onun çocuğu (oğlu) yok" demeleri sebebiyle gelmişti. Bu sûredeki ta'nın sebebi ise, Allahü teâlâ'ya çocuk isnad etmeleridir. Çünkü insan için, çocuğu olmaması; Hak teâlâ için de, gocuğunun olması bir ayıb ve kusurdur. İşte bundan dolayı, bu sûrenin başında "Benden bu tehdidi uzaklaştırmak için de ki:" denilmiş; Kevser Sûresi'nde ise, "Senden bu tehdidi uzaklaştırmak için diyorum ki: "Sana kevseri verdik" buyurulmşutur. Allah en iyi bilendir.

0 ﴿