FELAK SÛRESİ

MUAVİZETEYN'E GİRİŞ

Bu iki sûrenin tefsirine girişmezden önce, iki konunun ele alınması gerekir:

Birinci Konu: Bir arifin (mutasavvıfın) bu sûreyi enteresan bir şekilde tefsir edip, şöyle dediğini duydum: "Allahü teâlâ, İh tas Sûresinde, "üahiyyât" (ulûhiyyet) konusunu açıklayınca, onun peşisıra, mahlukatın mertebelerini anlatmak için Felak Sûresi'ni getirdi ve önce, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım..." buyurdu. Çünkü ademin (yokluğun) karanlıkları sonsuzdur. Hak Sübhanehû ve Teâlâ da, var etme ve yaratmanın nuru ile bu karanlıkları aydınlatandır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, önce, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım" buyurdu, sonra da "Yarattığı şeylerin şerrinden" buuyrdu. Bunun izahı şöyledir: Mümkinât-mahlukat alemi, Cenab-ı Hakk'ın, "Dikkat edin, halk (yaratma) ile emr O'na aittir"(A'râf, 54) ayetinde beyan ettiği üzere, iki kısımdır: âlem-i emr ve âlem-i halk... Âlem-i emin hepsi, mahza hayırdırlar, serlerden ve afetlerden (kusurlardan) uzaktır. Âlem-i halk ise cisim ve cismaniyyet alemidir. Şer de ancak bu alemde bulunur. Cisim ve cismaniyyet alemi, alem-i halk (yaratılış alemi) diye isimlendirilmiştir. Çünkü halk, takdir etme (bekleme) manasınadır ve mikdar (belirlenen ölçüler) cisimlerin ayrılmaz özellikleridir. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak, "De ki: Var etme ve yaratma nuru ile, yokluk denizinin karanlıklarını aydınlatan Rabbe cisim ve cismaniyet alemi olan, halk alemindeki serlerden sığınırım" buyurmuştur.

Hem sonra açık olan hususlardan birisi de şudur: Cisimler, ya eserîolur, ya unsurî olur. Eserî cisimler, hayırlı ve iyidirler. Çünkü onlar, kusur ve bozulmadan uzaktırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman'ın yaratmasında hiç bir kusur göremezsin. Gözünü tekrar çevir, bir çatlak görüyor musun?"(Mülk, 3) buyurmuştur. Unsurî (elementlerden oluşan) cisimler ise, ya cansızdır, ya bitkidir, ya hayvandır. Cansızlar, bütün nefsani kuvvetlerden halidir. Binâenaleyh bunlarda tamamen zulmet (karanlık) vardır ve hiçbir nur yoktur. İşte, "Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden (o Rabbe sığınırım)" (Felak, 3) ayetiyle anlatılmak istenen budur.

Bitkilere gelince, onlardaki bitkisel besleme gücü, hem enine, hem boyuna, hem de derinlemesine artar, uzar. Binâenaleyh bu bitkisel güç, sanki üç düğümü üflenmiş gibidir. Hayvanlara gelince, onlardaki hayvani güçler, zahiri duyular, batini duyular, şehvet ve gazabtır ve bu kuvvetlerin hepsi, insani ruhu, gayb alemine bağlanıp, Allah'ın celalinin kudsiyyeti ile meşgul omaktan alıkor. İşte, "Hased ettiği zaman, hased edenin şerrinden de (o Rabbe sığınırım) "(Felak, 5) ayetinden murad budur. Bu mertebelerden sonra, insani nefisden başka süfliyyat kalmamıştır ve Rabbe sığınan odur. Binâenaleyh kendisinden sığınılmaz.

Hal böyle olunca Allahü teâlâ bu sûreyi bitirdi ve bundan sonra, Nâs Sûresi'nde, insani nefsin, terakkideki derecelerinin mertebelerini zikretti. Bu böyledir, çünkü nefis, fıtratı (yaratılışı) itibariyle, marifetullah ve muhabbetullah ile dolmaya (sarılmaya) müsaittir. Fakat o, işin başında, bütün bu " marifetlerden (ilimlerden) baştır. Sonra ikinci mertebede onda önce bedihi ilimler meydana gelir. Bu ilimler vasıtasıyla, fikri meçhulleri bilme derecesine ulaşmak mümkündür. Sonra işin sonunda da, bu fikri meçhuller, kuvveden fiile geçer. İşte Hak teâlâ'nın "De ki: İnsanların Rabbine sığınırım" (Nas, 1) ayeti, insani nefsin birinci mertebesine, yani bütün bedihi ve kesbi ilimlerden hali (boş) oluş haline bir işarettir. Bu böyledir, çünkü nefs bu mertebede, kendisini o bedihi me'arifi (bilgiler) ile terbiye, edip süsleyecek olan bir mertebeye muhtaçtır. Sonra bu ikinci mertebede, ki bu, o bedihi ilimlerin meydana geldiği mertebedir, nefis için, buradan fikri ilimleri bilme mertebelerine geçebilme melekesi (kabiliyeti) ayetinden murad budur. Sonra üçüncü mertebede, yani bu fikri ilimlerin kuvveden fiile geçmesi mertebesinde, nefsin tam kemali (olgunluğu) gerçekleşir. İşte "ve insanların ilahına (sığınırım)" (Nas, 3) ayetinden murad da budur. Binâenaleyh Hak Sübhanehû ve Teâlâ kendisini adeta, insani nefsin mertebelerinden herbir mertebeye göre, o mertebeye uygun bir isimle isimlendirmiştir. Sonra da, "O sinsi vesveselerinin şerrinden (sığınırım)" (Nas, 4) dememizi emretmiştir. Bu sinsi vesveseciden murad, vehmi kuvvettir. Vehme, "sinsi" denilmesinin sebebi şudur: Akıl ve vehim, bazı mukaddimelerin (öncüllerin) kabulünde, biribirine yardım ederler. Sonra iş neticeye ulaşınca, akıl o neticeye destek olur, vehim ise, sinsice davranır, geriler, döner ve neticenin kabulünü engellemeye çalışır. İşte bu sebepten dolayı ona "sinsi" (hannâs) denilmiştir. Sonra Hak teâlâ, bu sinsinin, akla büyük zarar verdiğini ve insanın nadiren ondan kurtulduğnu beyan etmiştir. Binâenaleyh Hak teâlâ bu sûrede adeta insan ruhunun mertebelerini beyan etmiş ve onun düşmanının kim olduğuna ve akıl ile vehmin arasının ne ile ayırdedilebileceğine işaret etmiştir. İşte bu nokta, insani nefsin mertebelerinin son derecesidir ve dolayısıyla Kitab-ı Kerim ve Furkan-ı Azim bu noktada sona ermiştir."

Muavizeteyn'in Nüzul Sebebi

İkinci Konu: Müfessirler bu sûrelerin sebeb-i nüzulü olarak, birkaç rivayet zikretmişlerdir:

1) Rivayet edildiğine göre Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, "Bir ifrit, cin, sana tuzak kuruyor. Binâenaleyh yatağına gittiğin (yattığın) zaman dedi.

2) Allahü teâlâ bu iki sûreyi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e göz değmesine karşı bir tedavi-çare olsunlar diye indirmiştir. Sa'îd b. Müseyyeb'den şu rivayet edilmiştir: Kureyşliler, "Gelin, aç kalalım ve Muhammed'e nazar vuralım" dediler ve bunu yaptılar. Sonra ona gefip, "Pazun ne kadar güçlü; sırtın ne kadar kuvvetli, yüzün ne kadar parlak!" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, muavizeteyn'i indirdi.

3) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre ise Yahudi Lebîd b. el-A'sâm, bir kuyuya attığı bir yay kirişine, onbir düğüm atarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sihir yaptı. Bu kuyunun ismi, Zervân idi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalandı ve bu rahatsızlık üç gece (artıp) şiddetlendi. İşte bundan dolayı, bu iki sûre nazil oldu ve Cebrail (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, sihrin atıldığı yeri haber verdi. Resulü İlah (sallallahü aleyhi ve sellem) da oraya Hazret-i Ali (aleyhisselâm) ve Talha (radıyallahü anh)'yı gönderdi. Onlar bu (şeyi bulup) getirdiler. Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Bir düğüm çöz, bir ayet oku" dedi. O bunu yaptı ve Hazret-i Peygamber her bir ayeti okuduğunda, bir düğüm çözüldü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (o zaman), bir hafiflik ve rahatlık hissediyordu."Bil ki Mu'tezile'nin hepsi, bu rivayeti reddederler: (Mesela) Kâdî "Bu rivayet asılsızdır. Halbuki Allahü teâlâ, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Maide, 67) ve "Sihiraz, yaptığında felaha ermez" (Taha, 69) buyurduğu ve bunun olabileceğini söylemek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini yaralamaya götürdüğü halde, bir de bu doğru olsa bile, sihir yapanların bütün peygamberlere ve saliklere zarar verebilecekleri böylece kendileri için büyük bir mülk elde etmeye kadir olabilecekleri neticesi çıkacağı için, ki bütün bunlar batıldır, söz konusu değildir; keza kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sihirlenmiş diye tenkid ederlerken, bu rivayetin doğru olduğu nasıl söylenebilir? Binâenaleyh eğer bu hadise meydana gelmiş ise, kafirler bu iddialarında doğru olmuş olurlar ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu kusur hasıl olmuş olur. Halbuki bütün bunların caiz olmadığı malumdur" demiştir.

Biz (ehl-i sünnetin) alimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Rivayet alimlerinin cumhuruna göre bu kıssa (hadise), sahihtir. "Bu hususta zikredilen izahlar, Bakara Sûresi'nde geçti. Kadî'nin, "Kafirler, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Peygamberi sihirlenmiş diye tehdid ediyorlardı. Eğer bu hadise meydana gelmiş ise, kafirler bu sözlerinde doğru olmuş olurlar" şeklindeki sözünün cevabı da şöyledir: Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sihirlenmiş aklını kaybetmiş bir deli olmasını ve dinlerini bu yüzden terketmiş olduğunu kastediyorlardı. Ama onun, bedenen hissettiği bir acı ile sihrin tesirinde kalmasına gelince, bu hiç kimsenin inkar edemeyeceği (akıldan uzak göremeyeceği) bir şeydir. Velhasıl Allahü teâlâ, dini, şeriatı ve peygamberliği hususunda eziyet edecek-zarar verecek, hiçbir şeytan, insan ve cinni ona (sallallahü aleyhi ve sellem) musallat etmemiştir. Ama bedenine zarar verme hususu ise, uzak bir ihtimal görülmez. Bu meseledeki sözün tamamı Bakara Sûresi'nde geçti. Biz şimdi tefsire dönelim:

Bu sûre, beş ayet olup, Medenî'dir.

1

"De ki"; Sabahın Rabbine sığınırım".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Ayetin Başındaki Kul Emri

Birinci Mesele

Ayetin başındaki "De ki..." ayetiyle ilgili birkaç incelik var:

1) Allahü teâlâ, kendisini zatında ve sıfatlarında uygun olmayan şeylerden tenzih olmak üzere, Ihlas Sûresi'nin okunmasını emredince ve bu tenzih, en büyük taatlardan biri olunca, sanki kul, "Ya Rabbi, bu taat gerçekten çok büyük ve onu hakkıyla yapma hususunda kendime güvenemiyorum" dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ ona, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım", yani Allah'a sığın ve rica et ki, o seni, en güzel bir şekilde bu taata muvaffak kılsın" diye cevap vermiştir.

2) Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Allah'ın nesebini (anlatımını) ve sıfatlarını sorunca, sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah'ım, senin hakkında, sana layık olmayan şeyleri söyleme cesaretini gösteren bu cahillerden nasıl kurtulacağım" demiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım" yani, "Bana sığın ki seni onların şerlerinden koruyayım" cevabını vermiştir.

3) Cenâb-ı Hak, sanki, "Kim Benim evime (Beytullah'a) sığınırsa, ona şeref veririm ve onu güvenlikte kılarım. Çünkü Ben, "Kim oraya girerse, eman olur" (Al-i Imran, 97) büyürdüm. Binâenaleyh sen de Bana iltica et ve "Sabahın Rabbine sığınırım" de ki, seni de emin kılayım" demek istemiştir.

Rukyenin Hükmü

Alimler, dua ve Allah'a sığınmak suretiyle, Allah'dan yardım istemek caiz midir, değil midir?" diye ihtilaf ettiler. Bazıları, "Bu caizdir" deyip, şöyle bazı deliller getirdiler:

1) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), rahatsızlandı-şikayetlendi. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) "Allah'ın ismi ile seni, sana rahatsızlık veren herşeye karşı okuyup tedavi ediyorum ve Allah sana şifa verir" İbn. Mace,tıb 37 (2/1166). diyerek onu okumuştur.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bizlere, bütün acılara ve ateşli hastalıklara) karşı şu duayı öğretirdi: "Her direten (muztarib) damarın şerrinden ve cehennemin sıcaklığının şerrinden, Kerim Allah'ın ismi ile, Yüce Allah'a sığınırım. İbn. Mace, tıb, 37(2/1165).

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), henüz eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer ve yedi defa, "Arş-ı Azim'in Rabbi, Allahu Azim'den, sana şifa vermesini istiyorum" derse, o hasta şifa bulur" buyurmuştur.

4) Hazret-i Ali (radıyallahü anh) rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hastanın yanına girdiği zaman, "Ey Arş'ın Rabbi, bu derdi gider, ey şifa verici, şifa ver. Senden başka şifa verici yoktur" derdi.

5) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sizin ikinizi, şeytandan bela ve uğursuzluktan ve her kem gözden, Allah'ın tâm kelimeleri ile, okuyor, (Allah'ın korumasına havale ediyorum)" Tirmizi Tıb, 18 (4/396). diyerek Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'e okurdu ve "Babam İbrahim de, oğlu İsmail ve İshak'ı böyle diyerek okurdu" derdi.

6) Osman b. Ebu'l-As es-Sakafî şöyle demiştir: "Neredeyse beni öldürecek bir acım olduğu halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldim. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sağ elini, o (ağrının olduğu) yerin özerine koy ve yedi defa, "Bulduğum bu şeyin şerrinden, Allah'ın ismi ile, Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım" de Tirmizi Tıb, 29 (4/408).

7) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yolculuk yapıp da bir konağa indiği zaman, "Ey toprak, benim de, senin de Rabbin Allah'dır. Ben, senin, sende olanın, senden çıkanın, üzerinde yürüyenin şerrinden O Allah'a sığınırım. Yine, aslanın, küçük ve büyük yılanın, akrebin ve bu beldenin sakinlerinin, babanın, oğulun, akrebin ve bu beldenin sakinlerinin, babanın, oğulun şerrinden Allah'a sığınırım" derdi.

8) Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir:Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vücudunda bir rahatsızlık duyduğu zaman, Ihlas ve Felak-Nas sûrelerini sağ avucuna okur ve o avucuyla, rahatsızlık duyduğu yeri meshederdi.

Rukyenin Caiz olmadığı Görüşü

Bazı kimseler, Cabir (radıyallahü anh)'den rivayet edilen, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rukye yapmayı (okuyup-üfleyerek tedaviyi) yasakladı" hadisinden dolayı ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah'ın bazı kulları var; onlar, (tedavi için) dağlanmazlar, rukye yaptırmazlar ve sadece Rablerine tevekkül ederler" Buhari, tıb, 42; Müslim, İman 371-372 (1/196), (Benzer Hadis). "Dağlama yapan ve rukye yaptıran, Allah'a tevekkül etmiş olmaz" İbn Mâce, Tıb, 23 (2/1154) Tirmizi, Tıb, (4/393). hadislerinden dolayı rukye yapmayı yasak (haram) saymışlardır. Ben buna, "Bu yasaklamanın, ne olduğu (gerçeği) bilinmeyen rukye (tedavi) ile ilgili olması muhtemeldir. Ama güvenilir bir dayanağı olan rukyeye gelince, o nehyedilmemiştir" diyerek cevab veririm. Ama alimler, bir şey asma konusunda İhtilaf etmişlerdir: Rivayet edildiğine göre.k Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim birşey asarsa (bağlarsa), (bağlarsa), işi ona havale edilir" Tirmizi, Tıb, 24 (4/403). buyurmuştur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un, ümm-i veledinin pazusuna bağlanmış (asılmış) bir nazarlık gördüğü ve onu, sert bir şekilde koparıp, parçaladığı rivayet edilmiştir.

Kimi alimler, bunu caiz görmüşlerdir. Muhammed Bakır (radıyallahü anh)'a, çocuğa asılan-takılan muska-nazarlığın hükmü soruldu, o bu hususta ruhsat verdi.

Alimler, nefes, yani üfleme konusunda da ihtilaf ettiler: Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), rahatsızlandığı zaman, Felak-Nâs sûrelerini okuyarak, kendi kendine üflerdi ve eliyle (ağrıyan yerini) meshederdi. O, vefat ettiği o acının rahatsızlığını duyduğu zaman da, daha önce yaptığı gibi Felak-Nâs sûreleri ile kendisine okuyup üflemeye başlardı." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edildiğine göre, o, yatacağı zaman, Felak-Nâs sûrelerini iki eline okur, sonra onlarla bütün bedenini meshederdi. Bazı alimler, okuyup-üflemeyi hoş görmemişlerdir: İkrime "Rukye yapan kimsenin üflemesi, meshetmesi (el sürmesi) veya düğüm atması münasip değildir" demiştir. İbrahim (en-Nehâi)'nin, "(Selef), rukyede üflemeyi kerih görürlerdi" dediği rivayet edilmiştir. Birisi demiştir ki: "Acı çekmekte olan Dahhâk'ın yanına girdim ve "Ey ebû Muhammed sana okuyayım mı?" dedim, "Olur, fakat üfleme" dedi. Ben de ona muavvizeteyn'i (Felak ve Nâs'ı) okudum." Halîmî şöyle demiştir: "İkrime'den rivayet edilen, "Rukye yapan kimsenin üflememesi, meshetmemesi, muska bağlamaya (düğüm atma)ması gerekir" sözünü söylerken, İkrime, sanki Allahü teâlâ'nın, düğüme nefes etmeyi (üflemeyi), sığınılması gereken şeylerden saydığı; binâenaleyh bunun yasak olması gerektiği görüşüne sahib olmuştur." Fakat bu görüş zayıftır. Çünkü düğüme üflemek, cana ve bedene zarar veren bir sihir olduğu zaman ancak kötü ve kınanmış bir iş olur. Ama bu nefes (üfleme), canlara ve bedenlere iyilik vermek için, tedavi etmek için olunca, haram olmaması gerekir.

Rabb Vasfının Özelliği

Allahü teâlâ, kıraatin başlangıcında, "Şeytandan Allah'a sığın" (Nas, 98) buyurarak, euzu ile başlamayı emretmiştir. Burada ise "De ki: Sabah'ın Rabbine sığınırım" buyuruyor. Bir başka yerde de "Deki: Ya Rabbi şeytanın vesveselerinden sana sığmıyorum"(Mü'minûn,97) buyurmuştur. Hadis-i şeriflerde de "Allah'ın tam kelimelerine sığınırım" şekli yer almıştır. Şüphe yok ki, Hak teâlâ'nın isimlerinin en yücesi, "Allah"dır. "Rab" ismi ise, bazan Allah'dan başkaları için de kullanılır. Nitekim Allahü teâlâ, "Çeşitli Rabler mi hayırlıdır, yoksa Allah mı" (Yusuf, 39) buyurmuştur. Öyleyse, Allahü teâlâ'nın bu sûrelerde, "Allah'a sığınırım" şeklinde değil de, "Sabah'ın Rabbine sığınırım" diye sığınmayı emretmesinin sebebi nedir? Buna, âlimler çeşitli şekillerde cevap vermişlerdir:

1) Allahü teâlâ, "Kur'ân okuduğun zaman, Allah'a sığın" (Nahl, 98) ayetinde, Kur'ân okumak için istiazeyi emretmektedir. Bu sûredeki istiaze emri ise, canı ve bedeni sihirden korumak içindir. Birinci vazife daha büyüktür. Dolayısıyla Allahü teâlâ orada, en büyük ismini zikretmiştir.

2) Şeytan seni ibadetten men etmeye çalışırken, bedenine ve ruhuna zarar ulaştırmaya çalışırken gösterdiği gayretten daha fazla çaba sarfeder. Dolayısıyla Hak teâlâ bu sûrede değil de orada, en büyük ismini, yani "Allah" ismini zikretmiştir.

3) "Rabb" ismi, "terbiyeye" işaret eder. Dolayısıyla Allahü teâlâ sanki, geçmişte ona olan terbiyesini, onu gelecekte terbiyesine bir vesile saymıştır. Yahut da kul, adeta şöyle diyor: "Allahım, terbiye ve ihsan Senin sanatındır. Binâenaleyh beni ihmal etme, ricamı boşa çıkarma."

4) Cenâb-ı Hak "terbiye" ile, ihsana (iyiliklere) başlamıştır. Başlamak ise, devamı gerektirir."

5) Bu sûreler, Kur'ân'ın son sûreleridir. Binâenaleyh terbiye ve ihsanının senden kesilmeyeceğine tenbih için bu sûrelerde "Rabb" ismini zikretmiştir. Eğer, "insanların Rabbine, insanların melikine, insanların ilahına sığınırım" demek suretiyle, son olarak "ilah" ismini zikretmiştir" denilirse, biz deriz ki: Bunda şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ şöyle demiş olmaktadır: "Rabbim olana sığınırım" de. Fakat (bil ki) O, ilandır, sinsi vesveseciye kahir ve galibtir. Dolayısıyla O, önemli vazifelerinde, düşmanlarına karşı keskin bir kılıç ve yakıcı bir ateş, ama sana karşı ise müşfik olan babana dön." Şu halde bu, iyilik ve terbiye vadinin en büyük bir çeşididir.

6) Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Kalbin Bana ait. Dolayısıyla oraya, Benden başkasının sevgisini sokma. Dilin Bana ait, onunla Benden başkasını anma. Bedenin Bana ait, onu Benden başkasının hizmet (ve ibadetiyle) meşgul etme. Bir şey istediğin zaman ancak Benden iste. Binâenaleyh ilim istediğin zaman da, "Ya Rabbi, ilmimi artır" de. Eğer dünyayı istersen, ilah'dan, fazl-ı ikramını isteyin. Bir zarardan korktuğun zaman da, "De ki: Sabah'ın Rabbine sığınırım." Çünkü Ben, kendimi, "Sabahın yaratıcısı" ve "tanelerin çekirdeklerinin yaratıcısı (fâlik'ı) olarak niteledim. Bütün bu şeyleri, ancak senin için yaptım. Bütün bu işleri senin için yaptığım zaman, seni, korku ve belalardan korumuş olur muyum?" demiş olmaktadır.

Felak Kelimesi Sabah Vaktinin Özellikleri

Müfessirler "felak" kelimesiyle ilgili çeşitli izahlar yapmışlardır:

Birinci Görüş: "Felak", sabah demektir." Bu, ekseri alimin görüşüdür. Zeccâc şöyle demiştir: Felak, sabahtır. Çünkü sabah geceden "faik" edilmekte, geceden çıkartılmaktadır. Felak, "ism-i mef'ûl" (yani çıkarılmış) manasında, "fa'al" vezninde bir kelimedir. Arapça'da, "O, sabahın doğuşundan (aydınlığından) daha açık" denilir." Bu manada, Allah'a sığınmada, "sabah"in özellikle zikredilmesinin çeşitli izahları var:

a) Bu çeşitli (zifiri) karanlıkları bütün bu alemden kaldırmaya kadir olan Allah, sığınan kuldan, korktuğu ve çekindiği herşeyi defetmeye de kadirdir.

2) Sabahın doğuşu, ferahlığın gelişine misal gibidir. Nitekim insan gece, sabahın doğuşunu beklediği gibi, korkan da kurtuluş sabahının doğmasını gözler.

3) Sabah, müjde gibidir. Çünkü insan, karanlıkta, kütük üzerindeki et gibi olur. Sabah olduğu zaman, sanki emniyeti ilan etmiş, ferahlığı müjdelemiş gibi olur. İşte bu sebebten dolayı her hasta ve davetli, seher vaktinde bir hafiflik bulur. Binâenaleyh Hak Sübhanehû ve Teâlâ "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım" buyurmuştur. O, istenmediği halde sabahın doğuş nimetini verir. Ya istendikten sonra nasıl verir?

4) Bazıları demişlerdir ki: Yusuf (aleyhisselâm), kuyuya atıldığı zaman, dizi şiddetli bir acı duydu ve gecesini, gözü açık geçirdi. Sabahın doğuş vakti yaklaştığı zaman, Cebrail (aleyhisselâm), Allah'ın izniyle, onu teselli etmek üzere ve Rabbine dua etmesini tavsiye etmek üzere indi. Bunun üzerine o, "Ey Cebrail sen dua et, ben de "amin" diyeyim" dedi. Cebrail (aleyhisselâm) dua etti, Yusuf (aleyhisselâm) "amin" dedi. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, onun sıkıntısını (acısını) giderdi. Yusuf'un hayatında mutlu dönem gelince Cebrail (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ben de dua edeyim, sen "amin" de." Böylece Yusuf (aleyhisselâm), Rabbinden, işte bu vakitte, bütün başı belalı olanların sıkıntısını gidermesini istedi. Dolayısıyla her hasta, gecenin sonunda mutlaka bir tür hafiflik hisseder. Rivayet edildiğine göre, Yusuf (aleyhisselâm) kuyuda, şöyle dua etmiştir: "Ey sıkıntılı anımda desteğim, yalnızlığımda dostum; ey garibliğime merhamet eden, ey üzüntümü gideren, ey duama icabet eden, ey benim İlahım ve babalarım İbrahim'in, İshak'ın, Ya'kûb'un İlahı, yaşımın küçüklüğüne, dayanağımın (gücümün) zayıflığına ve çaremin azlığına merhamet et, ey Hayy, ey Kayyûm, ey Celâl ve İkram sahibi olan Allah'ım."

5) Bu ayette, özellikle sabahın zikredilmesi belki de sabahın, darda kalmışların dua, üzüntülere icabet vakti oluşundan dolayıdır. Binâenaleyh Hak teâlâ sanki, şöyle demek istemiştir: "De ki: Bütün dert ve sıkıntıların açıldığı o vaktin Rabbine sığınırım."

6) Belki de Allahü teâlâ, kıyamet gününün bir örneği olduğu için, burada özellikle sabahı zikretmiştir. Çünkü (geceleyin) insanlar, adeta ölüler; evler de kabirler gibidir. Sonra onlardan kimi, evinden çıplak ve iflas etmiş (fakir) olarak çıkar ve ona iltifat edilmez, kıymet verilmez; kimi, borçlu olur ve hapse atılır; kimi, itaat olunan bir padişah olur ve binekler ona yönelir, insanlar onun huzurunda durur. Kıyamet günü de böyledir. Bazı insanlar o gün, sevab yönünden iflas etmiş, takva elbisesinden yoksundur, çıplaktır, dolayısıyla Cebbar Padişahın, yani Allah'ın huzuruna, çekilip götürülürler. Dünyada Rabbine itaatkar olan kul, ahirette itaat olunan, saygı gösterilen bir padişah olur, ona burak sunulur.

Namaz: Kıyamet Provası

7) Allahü teâlâ'nın, kıyamet hallerini kendinde toplayan namaz vakti olduğu için, özellikle sabahı zikretmiş olması da muhtemeldir. Evet, namazdaki kıyam, Kıyamet günündeki kıyamı hatırlatmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ, "İnsanların, Rabbu'l-âlemin için kıyam ettikleri kalktıkları gön..." (Mutaffifin, 6) buyurmuştur. Keza namazdaki kıraat, amel defterlerinin okunuşunu; namazdaki rükû, kıyametteki, "Başlarını (utançlarından) eğerler" (Secde, 12) ayetinin anlattığı hususu; namazdaki secde, "Secdeye davet olunurlar, fakat güçleri yetmez" (Kalem, 42) ayetinin anlattığı hususu; namazdaki oturuş, "Her ümmeti, diz çökmüş görürsün"(Casiye, 27) ayetinin anlattığı hususu hatırlatır. Binâenaleyh kul, "Allahım, beni şu gecenin karanlığından kurtardığın gibi, kıyametin bu korkularından da kurtar" der olur. Cenâb-ı Hak, bu ayette, özellikle sabah namazının vaktini zikretti. Çünkü, "Şüphesiz, fecir vakündeki kıraat (yani sabah namazı) şahitlidir"(İsra, 78) yani gece ve gündüz melekleri, onda hazır olurlar" buyurulduğu üzere, sabah namazının, daha fazla şerefi var.

8) "Seherlerde istiğfar edenler" (Al-i imran, 17) ayetinde beyan ettiği gibi, sabah, istiğfar ve yalvarıp, yakarma vaktidir.

İkinci Görüş: Felak, Allah'ın, bitkilerle yeryüzünü yardığı gibi, yardığı herşeydir. "Şüphesiz Allah, tanenin ve çekirdeğin Halikı (yarıp-çıkaranı)dır" (En-âm,95). Dağları, gözelerle yarmıştır. "O kayalardan, nehirler fışkıranlar vardır"'(Bakara, 74). Bulutları, yağmurlarla, rahimleri, çocuklarla; yumurtaları civcivlerle; kalbleri, marifetlerle (bilgilerle) yarmış, içlerinden bunları çıkarmıştır. Mahlukatı düşündüğü zaman, çoğunun değişimden, hatta yokluktan (adem'den) olduğu; sanki onun karanlık gibi, nurun (aydınlığı) da, "varlık" gibi olduğu hakikati senin için ortaya çıkar. Ve ezelde, O'nunla beraber kesinlikle sanki O'nun, yokluk karanlıklarının denizini, yaratma, varetme ve tekvin nurları ile yardığı sabit olur. İşte, "felak" (yarma) ile anlatılan budur. Bu görüş, şöyle çeşitli bakımlardan, doğruya daha yakındır:

1) Mevcud olan, ya yaratıcıdır, ya yaratılmıştır. Biz "felak" kelimesini bu görüşe göre tefsir ettiğimizde, Allahü teâlâ sanki şöyle demiş olur: "De ki: Bütün mümkinatın Rabbi, bütün mahfukatın var edicisi olan Allah'a sığınırım." Binâenaleyh bundaki saygı daha büyük olur ve "sabah" da, bu manaya dahil olan hususlardan biri olmuş olur.

2) Her bir varlık, ya vâcib-li-zâtihî veya mümkin li-zâtihî'dir. "Mümkin" olan, başkası sayesinde var olmuştur, haddi zatında (önceden) yoktur. Binâenaleyh her "mümkin" varlık için, var olması esnasında, var olmasını sağlayan, devam etmesi halinde de, devamını sağlayan bir müessir gereklidir. Çünkü mümkin, bekası (devamı) halinde, müessire muhtaçtır. Terbiye (rububiyyet) ise hudûs (var olma) haline değil, aksine beka haline bir işarettir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak adeta şöyle buyurmaktadır: Sen (ey kul) sadece var olma halinde değil, zâtının ve bütün sıfatlarının hem var olma, hem beka halinde (bir var ediciye ve hayatını sürdürücüye) muhtaçsın." İşte, "Felâk'ın Rabbi" ifadesi, Allah'dan başka bütün varlıkların, mahiyetleri ve varlıkları konusunda, zatları ve sıfatları bakımından, hem var olmak, hem devam edebilmek için, Allah'a muhtaç olduklarına ve tevhid sırrının, ancak bu hususların görülmesi durumunda, şirk şaibelerinden temiz olacağına delalet eder.

3) Karanlıkta var etmek ve suret vermek, aydınlıkta bu işi yapmaktan daha zordur. Binâenaleyh Hak teâlâ sanki "Ben, nurların doğuşundan ve ışıkların ortaya çıkışından önce yaptığım şeyi yapanım. Böyle bir şey, ancak tam ilim ve yüce hikmet ile yapılan şeylerdendir" demektedir. "O, sizleri, ana rahimlerinde dilediği şekilde şekillendirendir. O Azîz ve Hakîm'den başka tanrı yok" (Al-i Imran, 6) ayeti ile, buna işaret edilmiştir.

Üçüncü Görüş: Felak, cehennemde, içine düşülen" bir vadidir. Bu, Arapların, alçak-çukur yerler için kullandıkları "felak" kelimesindendir. Bunun çoğulu, "Felkân"dır. Bir sahabiden şöyle rivayet edilmiştir: O, Şam'a geldi ve zımmilorin evlerini, içinde oldukları geçim bolluğunu gördü ve "Buna aldırmam. Çünkü bunların gerisinde (sonunda) felak yok mu?" dedi. "Felak nedir?" diye sorulunca da, "O, cehennemde bir evdir ki orası açıldığı zaman, sıcaklığının şiddetinden, bütün cehennem ehli feryad-u figan eder" cevabını vermiştir. Cenâb-ı Hak bu ayette, özellikle "felak"ı zikretti, çünkü Allah, böylece büyük ve insanların düşünemeyecekleri şiddette bir azaba kadirdir. Ama O'nun rahmetinin, azabından daha büyük, daha mükemmel ve daha tam olduğu da sabittir. Dolayısıyla O adeta şöyle demektedir: "De ki: Ey bu şiddetli azabın sahibi, bu azabından daha büyük, daha mükemmel, daha tam, daha öncelikli ve daha ileri olan rahmetine sığınırıyorum."

Mahlukatın Şerri

1 ﴿