BAKARA SÛRESİ(Bakara süresi, Medine'de Nazil Olmuştur. 286 Âyettir) Önce sûrenin nüzulü, fazileti ve ona dair varid olmuş haberler ile ilgili açıklamalarla başlayacağız. Bu konuda rivâyet tesbit etmek şartıyla ondan sonra bütün sûrelerde de aynı usulü takip edeceğiz. Bakara sûresi Medine'de ve değişik sürelerde inmiş bir sûredir. Medine'de nazil olmuş ilk sûre olduğu da söylenmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkunuz." (el-Bakara, 2/281) âyeti semadan son nazil olan âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerîme Mina'da, Veda Haccında Kurban bayramının birinci gününde nazil olmuştur. Yine faizin yasağını belirten âyet-i kerimeler de (el-Bakara, 2/275, 280) Kur'ân-ı Kerîm'den son nazil olmuş âyetler arasındadır. Bu sûrenin fazileti çok, sevabı muazzamdır. Buna Fustatu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Otağı) ismi verilir. Bu adın verildiğini Halid b. Ma'dan söylemiştir. Bu adın veriliş sebebi ise, azameti, gözkamaştırıcı özelliği, çekiciliği, hüküm ve öğütlerinin çokluğudur. Hazret-i Ömer bu sûreyi, -daha önceden de belirtildiği gibi- ihtiva ettiği fıkhı ve diğer hükümleriyle on iki yılda oğlu Abdullah da sekiz yılda öğrenmiştir. İbnu'l-Arabi der ki: Hocalarımdan birisini şöyle derken dinledim: Bu sûrede bin tane emir, bin tane nehiy, bin tane hüküm, bin tane haber vardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) belli sayıda askerî birliği belli bir tarafa göndermiş. Onların başına en genç olanını Bakara sûresini ezberlediğinden dolayı komuttan tayin etmiş ve ona: "Git, sen onların emirisin" demiştir. Bu hadisi Tirmizî, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş olup sahih olduğunu belirtmiştir. Müslim, Ebû Umame el-Bahili'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bakara sûresini okuyunuz. Onu öğrenmek bereket, onu terketmek bir hasrettir. Batılcılar da onun altından kalkamazlar." (Hadisin ravilerinden bir tanesi olan) Hazret-i Muâviye der ki: Bana ulaştığına göre burada sözü geçen "batılcılar"dan kasıt sihirbazlardır. Yine Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizi kabirler haline getirmeyiniz. Çünkü şeytan, içerisinde) Bakara sûresinin okunduğu evden kaçar." Dârimî, Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bakara sûresi bir evde okundu mu mutlaka şeytan oradan seslice kaçıp gider. Ayrıca şöyle demiştir: Herşeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Bakara süresidir. Herşeyin katıksız bir özü vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in özü de mufassal sûrelerdir. el-Busti'nin Sahih’inde Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Bakara süresidir. Kim geceleyin evinde okursa, üç gece süre ile şeytan onun evine girmez. Kim gündüzün onu okursa, şeytan üç gün süre ile evine girmez." Ebû Hâtim el-Busti der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şeytan üç gün süre ile evine girmez" âyeti ile kastettiği şeytanların azgın olanlarıdır. Müsned'inde eş-Şa'bi'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah dedi ki: Her kim bir gecede Bakara sûresinden on âyet-i kerîme okur ise sabah olana kadar o gece o eve hiçbir şeytan giremez. Bunlar baştaki ilk dört âyet, Âyetul-Kürsi, ondan sonraki iki âyet ve: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" (el-Bakara, 2/284) den itibaren sonundaki üç âyet-i kerimedir. Yine eş-Şa'bi'nin rivâyetine göre Abdullah şöyle demiştir: O gün ona da aile halkına da şeytan yaklaşmaz, hoşuna gitmeyecek birşey de ilişmez. Bunlar bir deliye okundu mu mutlaka kendisine gelir. -Abdullah'ın arkadaşlarından birisi olan el-Muğire b. Subey' dedi ki: Kur'ân'ı asla unutmaz. İshak b. Îsa der ki: Ezberlemiş olduklarını unutmaz. Ebû Muhammed ed-Dârimî der ki: (radıyallahü anhvilerden) kimisi de el-Muğire b. (Subey' değil de) Sumey'dir demiştir. İbn Abdi'l-Berr'in "el-lstiab" adlı eserinde şöyle denilmektedir: Lebid b. Rabia b. Amir b. Mâlik b. Cafer b. Kilab b. Rabia b. Âmir b. Sa'saa cahiliyye dönemi şairlerinden birisi idi. İslam'ı da idrak etmiş güzel bir şekilde İslâm'a bağlanmış, müslüman olduktan sonra şiir söylemeye son vermişti. Halifeliği döneminde Hazret-i Ömer ona şiiri hakkında soru sormuş. Şiir okumasını istemişti. O da Bakara sûresini okumuştu. Hazret-i Ömer ona: Ben sana kendi şiirinden okumanı istemiştim. Lebid de: Yüce Allah bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit olsun şiir söylemedim. Onun bu sözleri Hazret-i Ömer'in hoşuna gittiğinden dolayı iki bin olan maaşına beş yüz daha ilave etmişti. Haber rivâyet edenlerin çoğu şöyle demiştir: Lebid İslâm'a girdikten sonra şiir söylemedi. Bazıları da: O İslâm'a girdikten sonra sadece şu beyiti söylemiştir, demektedirler: "Allah'a hamdolsun çünkü ecelim gelmedi İslâm'dan bir elbiseye bürününceye kadar." İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu beyitin Selul'lu Karade b. Nüfase'ye ait olduğu da söylenmiştir. Bence daha sahih olan görüş budur. Başkası da şöyle der: Hayır, İslâm'a girdikten sonra Lebid'in söylediği beyit şudur: "Soylu insanı kendi nefsi gibi sigaya çeken olmaz Kişinin salih arkadaşı kişiyi İslah eder." Âyete'l-Kürsî ile Bakara sûresinin sonlarının faziletine dair varid olmuş haberler, bunların tefsiri yapılırken gelecektir. Yine Âl-i İmrân sûresinin baş taraflarında bu sûrenin faziletine dair daha başka açıklamalar da -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. "Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile" 1Elif, Lâm, Mîm. Tefsir âlimleri sûrelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih âyetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara îman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. Bu görüş ayrıca Ebû Bekir es-Sıddîk ile Ali b. Ebî Tâlib (Allah ikisinden de razı olsun )den de rivâyet edilmiştir. Ebû’l-Leys es-Semerkandî, Ömer, Osman ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anhüm)dan şöyle dediklerini kaydetmektedir: Mukatta Harfler ilimleri gizlenmiş âyetlerdendir. Onlar tefsir edilmezler. Ebû Hâtim de der ki: Biz Mukatta Harfleri Kur'ân-ı Kerîm'de yalnızca sûrelerin baş taraflarında görebiliyoruz. Bunlarla yüce Allah'ın neyi anlatmak istediklerini de bilemiyoruz. Derim ki: Ebû Bekr el-Enbârî'nin zikrettiği şu rivâyetler de bu kabildendir: Bize el-Hasen b. Hubab anlattı. Bize Ebû Bekr b. Ebi Talib anlattı. Bize Ebû'l-Münzir el-Vasıti, Mâlik b. Miğvel'den anlattı. Mâlik, Said b. Mesrûk'tan, o er-Rabi b. Huseyn'den rivâyetle dedi ki: Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi ve ondan istediği şeylerin bilgisini yalnızca kendisine sakladı. Sizi de dilediğine muttali kıldı, dilediğinin sırrını bildirdi. Kendisi için sakladığı bilgilere herhangi bir şekilde nail olamazsınız. O bakımdan onlara dair soru sormayınız. Sizi muttali kıldığı şeylere gelince, işte hakkında soru soracağınız ve kendisine dair size haber verilecek olan bilgi budur. Bununla birlikte siz Kur'ân'ın tümünü öğrenemezsiniz ve bütün öğrendiklerinizle de amel edemezsiniz. Ebû Bekr der ki: İşte bu, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan birtakım harflerin anlamlarını yüce Allah'tan bir deneme ve bir imtihan olmak üzere bütün alemden gizli tutulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara îman eden bir kimseye ecir verilir, mutlu olur. Bunları inkar eden ve şüphe ile karşılayan da günah kazanır ve haktan uzaklaşır. Bize Kadı Ebû Yûsuf b. Yakub anlattı. Bize Muhammed b. Ebû Bekr anlattı, bize Abdurahmân b. Mehdi Süfyan'dan rivâyetle anlattı. Süfyan, el-A'meş'ten, o Umare'den o Hureys b. Zuhayr'dan o da Abdullah (b. Mes'ûd)'dan rivâyetle dedi ki: Hiçbir mü’min ğayba imandan daha faziletli bir îmana sahip olmaz. Bundan sonra da: "Onlar ğayba inanırlar" (el-Bakara, 2/3) âyetini okudu. Derim ki: Bu müteşabih ve müteşabihin hükmü ile ilgili açıklamalardır. İleride yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân sûresinde de açıklanacağı üzere doğru olan görüş budur. İlim adamlarından büyükçe bir topluluk da şöyle demiştir: Hayır, bizim bunlara dair söz söylememiz ve bunların altında saklı olan faydalı hususları araştırmamız, bunlardan çıkartılabilecek anlamlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu görüşü savunanlar konu ile ilgili pek çok kanaat ileri sürmüşlerdir. İbn Abbâs'tan ve yine Hazret-i Ali'den şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan Mukatta Harfler Allah'ın ism-i a'zamıdır. Şu kadar var ki bizler bu harflerden bu ismin ne şekilde olduğunu çıkartandayız. Kutrub, el-Ferrâ' ve başkaları der ki: Bunlar heca harflerine işarettir. Allah bunlarla bu Kur'ân-ı Kerîm'in benzerini meydana getirmek için meydan okuduğunda Kur'ân-ı Kerîm'in bu harflerden meydana geldiğini bildirmektedir ki onların konuşmalarının temelini bu harfler oluşturmaktadır. Böylelikle onların Kur'ân-ı Kerîm'in benzerini meydana getirmekten yana acze düşmeleri ile onlara karşı getirilen delil daha bir beliğ (açık) olur ve kesinlik kazanır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm onların dilleri olan Arapçanın dışında değildir. Kutrub der ki: Onlar Kur'ân-ı Kerîm'i işittiklerinde kaçıp gidiyorlardı fakat "Elif, Lâm, Mim" ve "Elif, Lâm, Mim, Sad" âyetlerini işitince böyle bir sözü (önce) tepki ile karşıladılar. Ancak Hazret-i Peygamber'e kulak vermeye başladıklarında onu işitme duyularına ve kulaklarına sağlamca yerleştirmek kastı ile onlara telif edici (ısındırıcı) Kur'ân-ı Kerîm'i okudu ve onlara karşı delilini ortaya koydu. Başka bir grup da şöyle demektedir: Müşrikler, Mekke'de iken Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemekten yüzçevirip: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sözler söyleyin" (Fussilet, 41/26) demeleri üzerine onlar tarafından garib karşılansın ve kulak kabartsınlar, ondan sonra da Kur'ân'ı dinlesinler, böylelikle de onlara karşı kesin bir şekilde delil ortaya konulsun diye bu harfler nazil olmuştur. Bir grup da şöyle demektedir: Bu harfler bir kısmı bırakılmış geri kalanları belirtilmemiş bazı isimlere delalet etmektedirler. Nitekim İbn Abbâs ve başkalarının şu açıklamaları buna benzer: Elif Allah'tan, Lâm Cebrâîl'den, Mim ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den (kısaltma)dır. Şöyle de denilmiştir: Elif Allah adının baş harfi, Lâm Latif ismini baş harfi, Mim Mecid adının baş harfidir. Ebû'd-Duha, yüce Allah'ın (........) "elif, lâm, mim" âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şu açıklamayı yaptığını rivâyet etmektedir: "Ben Allah'ım bilirim." Diğer taraftan "elif, lâm, râ"nın: Ben Allah'ım görürüm; "elif, lâm, mim, sad" âyetinin: "Ben Allah'ım hakkı batıldan ayıran hükmü veririm" anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Buna göre elif (ben anlamına gelen) "ene" kelimesinin "lâm" harfi "Allah" adının, "mim" harfi (bilirim anlamına gelen) "a'lemu"nun yerini tutmaktadır. ez-Zeccâc bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Ben bu harflerden her birisinin bir mana ifade ettiği kanaatindeyim. Araplar harflerin bir kısmını teşkil ettiği kelimelerin yerini tutmak üzere hem şiirde hem de o manayı kastetmek üzere (tek başlarına) harfleri kullanmış bulunmaktadırlar. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "Ben ona 'dur' dedim o da 'kâf dedi." Burada şair: İşte durdum, dediğini kastetmektedir. Zuheyr de şöyle demiştir: "Hayra karşılık hayırlar, fakat şer olursa fâ Bununla birlikte ben şer istemem ancak tâ." Şair burada "fâ" ile; "eğer sen kötülük yaparsan ben de kötü karşılık veririm" demek istemiştir. "Fâ" ile de; "sen kötülük istersen ben de kötülük yaparım," demek istemiştir. Bir diğer şair de şöyle demiştir: "Onlara seslendiler yularları takın diye hiç tâ...mısınız? Hep birlikte haydi fâ.. dediler." "Tâ" ile binmez misiniz, demek istemiş, "fâ" ile de bininiz, demek istemiştir. Hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir müslümanın öldürülmesine yarım kelime ile dahi yardımcı olursa..." Şakik der ki: Yarım kelime ile yardımcı olması demek Çöldür anlamına gelen) "uktul" kelimesi yerine iki harflik "uk" demektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Şa.... olarak kılıç kafidir" diye buyurmuştur. Bunun anlamı ise, "şâfiyen" kelimesinin ilk iki harfi olup "şifa veren" demektir. Zeyd b. Eslem der ki: Bunlar sûrelerin isimleridir. el-Kelbi de der ki: Bunlar şerefleri ve faziletleri dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle kasem ettiği yeminlerdir. Ve bunlar O'nun isimlerindendir. Bu da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Kimi ilim adamı bu görüşü kabul etmeyerek şöyle demiştir: Bunun kasem olması uygun olmaz. Çünkü kasem: gibi edatlar ile birlikte yapılır. Burada ise bu edatlardan herhangi birisi yoktur. Dolayısıyla bunun bir yemin olması câiz değildir. Buna şöyle cevap verilebilir: Burada yemin edilen şey yüce Allah'ın: "O'nda hiçbir şüphe yoktur" âyetidir. Bir kimse, yemin ederken: Allah'a yemin ederim bu kitapta hiçbir şüphe yoktur" diyecek olsa onun bu ifadesi doğru olur ve burada yer alan yoktur, yeminin cevabı olur. Böylelikle el-Kelbi'nin bu sözü ile İbn Abbâs'tan bu şekilde yapılan rivâyetin doğru ve sağlıklı bir açıklama olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Eğer: Yüce Allah'ın yemin etmesinde hikmet nedir? Zaten insanlar o dönemde ya tasdik eden ya da yalanlayan olmak üzere iki sınıftı. Doğrulayan yeminsiz de doğrulamaktadır. Yalanlayan ise yemin ile birlikte de tasdik etmemektedir, denilecek olursa şu şekilde cevap verilebilir: Kur'ân-ı Kerîm Arapça nazil olmuştur. Araplardan herhangi bir kimse sözünü pekiştirmek istediği takdirde sözünün doğruluğuna yemin eder. Şanı yüce Allah da onlara karşı konulan delile kuvvet kazandırmak istediğinden dolayı Kur'ân-ı Kerîm'in kendi katından gönderilmiş olduğuna yemin etmektedir. Kimisi de der ki: "Elif Lâm Mim" yani: Ben bu Kitabı senin üzerine Levh-i Mahfuzdan indirdim demektir. Katâde de yüce Allah'ın Elif, Lâm, Mim âyeti hakkında şöyle der: Bu Kur'ân-ı Kerîm'in isimlerinden bir tanesidir. Muhammed b. Ali et-Tirmizî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah bu sûrede bulunan bütün hüküm ve kıssaları sûrenin baş taraflarında sözkonusu ettiği harflere koymuştur. Bunu ise ancak bir peygamber ya da bir Allah dostu bilebilir. Daha sonra bunu insanları bilgilendirmek üzere bütün sûrede açıklamaktadır. Konu ile ilgili başka görüşler de ileri sürülmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mukatta'a Harflerin Okunuşları: Bu harfler sükûnlü okunarak üzerinde vakıf yapılır. Çünkü bunlar nakıstır. Ancak bunlar hakkında haber getirir yahut bunları atfeder isek, o takdirde bunları i'rablı (harekeli) olarak okuyabiliriz. Bu harflerin i'rabda mahallerinin olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Bunların irabı yoktur çünkü bunlar, cümle içinde yerleri belli olan isimler değildir, muzari fiil de değildir. Bunlar sadece heca (alfabe harfleri) konumundadır ve bunlar oldukları gibi hikaye edilirler (seslendirilirler) denilmiştir. Halil ve Sîbeveyh'in görüşü budur. Bu harflerin sûrenin isimleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise açıklanmayan bir mübtedanın haberi olarak kabul edildiklerinden dolayı i'rabda mahalleri reftir. Yani: Bu "Elif Lâm Mim"dir, anlamındadır, derler. Nitekim: Bu Bakara süresidir derken de böyledir. Veya bu harfler mübteda kabul edilir, haberi de daha sonra gelen: "Bu..." âyetidir. "Zeyd işte o adamdır" demek gibi. İbn Keysan en-Nahvi der ki: "Elif Lâm Mim" nasb mahallindedir. "Elif Lâm Mim"i okuyorum demek veya: "Elif Lâm Mim"i okumaya bak, demek gibi. Yemin olarak cer mahallinde oldukları da söylenmiştir. Çünkü İbn Abbâs: Bunlar yüce Allah'ın kendileriyle yemin ettiği kasemlerdir, demiştir. 2İşte bu kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için hidâyettir. Bu Kitab: Yüce Allah'ın: "İşte bu (şu.) kitab" anlamının "bu kitap" olduğu söylenmiştir. Şu" kelimesi aslında gaib olana işaret için olmakla birlikte hazırda bulunana işaret için de kullanılır. Nitekim şanı yüce Allah kendi zatı hakkında haber verirken (aynı edatla) şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, gizliyi de açığı da bilen aziz ve rahim olandır." (es-Secde, 32/6) Hufaf b. Nudbe'nin şu beyitindeki işaret de böyledir: "Mızrak(ım) belini bükerken ona dedim ki: Hufafa iyi bak. İşte o kişi benim!" Yani; ben buyum demektir. Burada yer alan “şu" ile Kur'ân-ı Kerîm'e işaret edilmekte ve (bu anlamına gelen) yerine kullanılmaktadır. Bunun ifade ettiği kısa anlam şudur: "Elif Lâm Mim, İşte bu kitap, onda hiçbir şüphe yoktur." Aynı zamanda bu, Ebû Ubeyde, İkrime ve başkalarının görüşüdür. Yüce Allah'ın şu âyetinde de kullanılan (bu türden işaret zamirleri) aynı anlamdadır: "İşte bu bizim İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir" (el-En'am, 6/83); "Bunlar Allah'ın âyetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz." (el-Bakara, 2/252) Burada geçen ve uzaktaki veya gaib olan birisini işaret etmek için kullanılan kelimesi, yakın için kullanılan kelimesi anlamındadır. Fakat artık bunlar zaman itibariyle geçip gittiklerinden dolayı âdeta uzaklaşıp gitmiş gibi oldular ve bu bakımdan -uzak için işaret zamiri olan kelimesi kullanıldı. Buhârî’de şöyle denilmektedir: Ma'mer dedi ki: İşte bu kitap bu Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Takva sahipleri için bir hidâyettir" Bir açıklama ve bir yol göstermedir. Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın hükümleridir. Aranızda o hükmeder." (el-Mümtehine, 60/10) âyetinde olduğu gibidir. Mana bu Allah'ın hükmüdür, şeklindedir. Derim ki: “şu" anlamında da kullanılır. Umm Haram'dan rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber'in Onlar bu denizin ortasında yolculuk yapacaklardır" âyetinden kasıt, o (görmediğimiz) denizde yolculuk yapacaklardır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca gaib olana işaret edilerek: "O onun kapısında duruyor" da denilmiştir. bu, şu" zamirinin gaib hakkında kullanılışı ile ilgili olarak on ayrı görüş vardır: 1) "İşte bu kitap" yani benim insanlar için takdir ettiğim mutluluk, bedbahtlık, ecel ve rızık hakkında bir şüphe yoktur, yani onu değiştirecek yoktur, anlamındadır. 2) "Bu kitap" ile ezelde kendim için takdir ettiğim: "Rahmetim gazabımı geçmiştir" âyeti kastedilmiştir. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah yaratmayı hükmettiği zaman kitabında kendisi hakkında kendisinin yanında alıkonulmuş o kitabında: Benim rahmetim gazabıma galib gelir" diye buyurmuştur. Bir diğer rivâyette de" ....geçer" şeklindedir. 3) Yüce Allah peygamberine suyun silip götüremeyeceği bir kitap indireceği vadinde bulunmuştur. İşte bununla sözü geçen o vade işaret edilmiştir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Mücaşi'li Iyad b. Himar'dan gelen bir rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah yeryüzü halkına baktı, Araplarıyla Arap olmayanıyla hepsine gazab etti. Bundan tek istisna kitap ehlinden geriye kalan bir azınlık oldu. Ve buyurdu ki: Seni, seni ve seninle başkalarını sınayayım diye peygamber olarak gönderdim. Senin üzerine suyun yıkayamayacağı, uyurken ve uyanıkken okuyacağın bir kitap indirdim...." 4) Burada işaret Kur'ân-ı Kerîm'in Mekke'de nazil olan bölümlerinedir, de denilmiştir. 5) Şanı yüce Allah Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Muhakkak Biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." (el-Müzemmil, 73/5) âyetini Mekke'de iken inzal buyurunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce rabbinden kendisine verilen bu vadin gerçekleştirilmesini gözetleyip duruyordu. Medine'de onun üzerine: "Elif, Lâm, Mim. İşte bu kitap onda hiçbir şüphe yoktur" âyetini inzal buyurunca onun anlamı şunu ifade ediyordu: Medine'de senin üzerine indirdiğim Kur'ân-ı Kerîm'in bu bölümleri işte Mekke'de iken sana vahyedeceğimi vadetmiş olduğum o kitaptır. 6) Buradaki "işte bu" ile Tevrat ve İncil'de bulunanlara işaret edilmektedir. "Elif, Lâm, Mim" ise Kur'ân-ı Kerîm'in adıdır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Bu Kur'ân-ı Kerîm Tevrat ve İncil'de açıklaması yapılan kitaptır. Yani Tevrat ile İncil bu kitabın doğruluğuna tanıklık etmekte ve Kur'ân-ı Kerîm her ikisinde bulunan manaları kuşattığı gibi onlarda bulunmayan şeyleri de fazladan ihtiva etmektedir. 7) Burada yer alan "işte bu kitap" âyeti ile Tevrat'a da İncil'e de işaret edilmektedir de denilmiştir. Anlamı şöyle olur: "Elif, Lâm, Mîm. Bu kitap işte o iki kitap veya o iki kitap gibidir." Yani Kur'ân-ı Kerîm o iki kitapta bulunanları kendisinde toplamıştır. Böylelikle "bu" ifadesi Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bir delil ile her ikisini ifade etmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O (inek) ne çok yaşlı ne de çok gençtir. Bunun ikisi arasında dinç bir inektir." (el-Bakara, 2/68) Burada "bunun" âyeti ile kastedilen yaşlı ile genç arasında demektir. İleride açıklaması gelecektir. 8) Bir diğer görüşe göre burada yer alan "bu" ile Levh-i Mahfuza işaret edilmektedir. el-Kisai der ki: "Bu" Kur'ân'ın henüz nazil olmamış, semada bulunan diğer bölümlerine işarettir. 9) Diğer bir görüşe göre şanı yüce Allah, kitap ehline Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın üzerine bir kitap indireceğini vadetmişti. İşte buradaki işaret, sözü geçen o vâdedir. el-Müberred der ki: Anlam şudur: Bu Kur'ân-ı Kerîm sizin bundan önce kâfirlere karşı gelişi sayesinde muzaffer olacağınızı ileri sürdüğünüz o kitaptır. 10) Bu âyet ile "Elif Lâm Mim" harfleri, Benim kendilerinden oluşturduğum bu söz düzeni ile size karşı meydan okuduğum harflerdir, görüşünü kabul edenlere göre, alfabedeki harflere işaret edilmektedir. "Kitap" bir araya derlenip toparlanmayı ifade eden dan masdardır. Biraraya gelip toplandığından dolayı askerî birliğe "ketîbe" denilir. Bölük bölük olduğu takdirde atlar hakkında da aynı kökten denilir. Katırın fercinin iki tarafı bir halka veya ince uzun bir deri parçası ile bir araya getirildiği vakit, bu durumu ifade etmek üzere denilir. Şair der ki: "Yanında konakladığın Fezareli hiçbir kimseye sakın güvenme Develerine karşı ve onları (n ferclerini) bir halka ile bağla." Kâf harfi ötreli okunarak kelimesi, içinden ip geçirmek üzere açılan ve ipiyle birlikte olan delikise, böyle bir yerden ip geçirme işleminin adıdır. Şair Zu'r-Rimme der ki: "Tabaklanmış, delikleri genişçe derinin Delikleri aralıksız damlayan su ile delikler kaybolmuş." Kitap: Yazan kimsenin alfabe harflerini birarada veya ayrı ayrı yazmasıdır. Yazılan şey olmakla birlikte buna "kitap" ismi verilmiştir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Benden bir dönüş umar halbuki onda Tutkalın yapıştırdığına benzer bir kitap (yazı) vardır." Kitap: Aynı zamanda farz, hüküm, kader anlamına da gelir. el-Ca'di der ki: "Amcamın kızı, Allah'ın Kitabı çıkardı beni Aranızdan, ben Allah'ın yaptığını önleyebilir miyim? Rayb: Şüphenin Anlamı: Yüce Allah'ın "Hiçbir şüphe" âyeti genel bir nefydir. İşte bundan dolayı burada kelimesi nasbedilmiştir. "er-Rayb" kelimesinin üç anlamı vardır: 1- Şüphe demektir. Abdullah b. ez-Ziba'rî der ki: "Ey Umeyme, hakta şüphe diye birşey olmaz. Asıl şüphe bilgisizin söylediğinde olur. " 2- Töhmet demektir. Cemil der ki: "Buseyne dedi ki, ey Cemil beni töhmet altında bıraktın Ben de dedim ki, ikimiz de ey Buseyne töhmetçi kimseleriz." 3- İhtiyaç demektir. Şair (Ka'b b. Mâlik) der ki: "Tihame'den her türlü ihtiyacımızı karşıladık Ve Hayber"den; sonra da kılıçları topladık." Allah'ın Kitabında şüphe de yoktur tereddüt de olmaz. Bunun anlamı şudur: Bu kitap zatı itibariyle haktır ve o, Allah tarafından indirilmiştir. O'nun sıfatlarından bir sıfattır. Yaratılmamıştır, sonradan da var edilmemiştir. İsterse bu konuda kâfirlerin herhangi bir şüphesi bulunsun. Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: İfade haber olmakla birlikte manası yasaklamaktır. Bu konuda şüphe etmeyiniz, demektir. Burada ifade tamam olmaktadır. Sanki: İşte bu kitap, hak bir kitaptır, denilmiş gibidir. Herhangi bir hususta şüphe veya korkuya kapılmak sözkonusu olduğunda kişi: Bu iş beni kuşkulandırdı, der. Rayb sahibi olduğu takdirde (........) kelimesi kullanılır. Kuşkulanan kimseye denilir. ise, zamanın musibetleri ve başgösteren sıkıntılı olaylar demektir. Yüce Allah'ın: "Onda şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidâyettir" âyeti ile ilgili açıklamalar altı başlık altında ele alınacaktır: “Onda" âyetinde yer alan "ha" harfi, "fi" sebebiyle cer mahallindedir. Bunun beş türlü okunuşu vardır. En güzeli okuyuşudur. Bundan sonra "he" harfinden sonra "vav" ilave etmeksizin okuyuşu gelir. Bu, ez-Zühri ve Sellâm Ebû'l-Münzir'in kıraatidir. Bundan sonra he harfinden sonra uzatan harf olarak yâ ilavesiyle okuyuşudur. Bu İbn Kesîr'in kıraatidir. Ayrıca hadan sonra vav ekleyerek kıraati de caizdir. Ha harfini sakin okuyup ondan sonraki ha harfi ile idğam edip şeklindeki okuyuş da caizdir. hidâyet" kelimesi, mübteda olduğu için ref mahallindedir. Haberi ise, (........) kelimesidir. O taktirde "... onda hidâyet vardır" demek olur. "Hûda" kelimesinin arapçadaki anlamı doğruluk ve açık seçiklik demektir. Yani bu kitapta marifet ehline bir açıklama vardır. Doğru yol gösterilmektedir ve onda fazlasıyla açıklama ve hidâyet vardır. Hûda iki türlüdür: Birisi delalet (yol göstericilik) şeklindeki hidâyettir. Bu peygamberlerin ve onlara tabi olanların yapabilecekleri bir şekildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir kavim için de hidâyete ileten bir (yol gösterici) kişi vardır." (er-Rad, 13/7) Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve muhakkak ki sen dosdoğru yola hidâyet edersin." (eş-Şura, 42/52) Burada yüce Allah, peygamberlere hidâyete iletme imkanını verdiğinden sözetmektedir. Burada sözü geçen "huda"nın anlamı ise göstermek, davet etmek, dikkat çekip uyarmaktır. Diğer bir hidâyet şekli ise; te'yid ve başarı (desteklemek ve tevfik) anlamına gelen ve yalnız yüce Allah'a has olan hidâyettir. Yüce Allah, Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin." (el-Kasas, 28/56) Buna göre hidâyet kalpte imanı yaratmak anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu âyetleri de böyledir: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerindedirler." (el-Bakara, 2/5); "Ve o dilediğine hidâyet verir." (Yûnus, 10/25) Hûda aynı zamanda hidâyet bulmak anlamına da gelir. Bunun anlamı ise, ne sekide tasarrufta bulunursan bulun irşad anlamına gelir. Ebû'l-Meâli der ki: Bazan hidâyet mü’minleri cennete ulaştıran yollara ve cennete götüren yollara iletmek anlamında da kullanılır. Mücahidlerin nitelikleri ile ilgili olarak yüce Allah'ın şu âyeti bu türdendir: "Onların amellerini asla boşa çıkartmaz, onları hidâyete erdirecektir." (Muhammed, 47/4-5) Yüce Allah'ın şu âyetinde de (belli bir yere ulaştıran yollara iletmek) anlamında kullanılmıştır: "Onları cehennemin yoluna götürün." (es-Saffat, 37/23) Yani onların o yollardan yürümesini sağlayın, demektir. Hidâyet müennes bir lafızdır. el-Ferrâ' der ki: Esedoğullarının bazıları "el-Hüda" kelimesini müennes kabul ederek: Bu güzel bir hidâyettir" derler. el-Lihani de bu müzekker bir lafızdır demektedir. Bu kelimenin i'rabı kabul etmeyiş sebebi, sonunda maksur elifin bulunmasıdır. Elif ise hareke almaz. Harfli olarak da harf(-i cer)siz olarak da mef'ûl alır (geçişli olur). Buna dair açıklamalar Fâtiha sûresinde yapılmıştı. Yola iletmek, evi tarif etmek için bu kelime kullanılır. Birincisi (yani harfli geçiş yapması) Hicazlıların şivesi, ikincisini de el-Ahfeş nakletmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi dosdoğru yola ilet (hidâyet eyle)!" (el-Fâtiha, 1/6) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi buna ileten (hidâyet eyleyen) Allah'a hamdolsun." (el-A'raf, 7/43) "Hüda"nın gündüzün isimlerinden birisi olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanlar bu zaman süresi içerisinde geçimlerini sağlamak ve bütün maksatlarını gerçekleştirmek için (aydınlığında) yol bulurlar. İbn Mukbil'in şu beyiti de bu anlamdadır: "Nihayet gün aydınlandı, sahralar ansızın (üstüme) geliyorken; Aile halklarına bir musibet geleceğinden korkuyor, ya da dua ediyorlar." Yüce Allah: "Takva sahipleri için" âyetinde hidâyetini takva sahiplerine tahsis ettiğini ifade etmektedir. Her ne kadar bu kitap bütün insanlık için bir hidâyet ise de bununla takva sahiplerinin şerefi arttırılmaktadır. Çünkü takva sahipleri, onun içinde bulunan hakikatlere îman etmiş ve tasdik etmiş, doğrulamışlardır. Ebû Ravk'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir", yani onlar için bir şereftir dediğine dair bir rivâyet gelmiştir. Yani: Yüce Allah onları tebcil etmek, şanlarını yüceltmek, üstünlüklerini açıklamak üzere böyle buyurmuştur. (......) kelimesinin aslı, şeddesiz iki ya ile olmak üzere şeklindedir. Birinci ya'dan esre, ağırlığı dolayısıyla hazfedildikten sonra iki sakin bir araya geldiğinden dolayı ya'nın birisi hazfedilmiş, vav harfinin yerine de vav ile te'nin bir araya gelmesi halinde vav'ın te harfine dönüştürülmesi şeklindeki Arapların asıl kaidelerine uygun olarak vav, te harfine dönüştürülmüş ve ondan sonra arka arkaya gelen iki te birbirine idgam edilerek olmuştur. Takvanın dilde asıl olarak, az söz söylemek demek olduğu söylenmiştir. Bunu nakleden İbn Faris'tir. Derim ki: Takva sahibi gemlenmiştir (fazla konuşmaz) muttaki de mü’min ve itaatkarın üstündedir" hadisindeki "muttaki" kelimesi de bu anlamdadır. Salih ameli ve ihlaslı duasıyla yüce Allah'ın azabından kendisini koruyan kimseye "muttaki" denir. Bu kelime, kendin ile hoşlanmadığın şey arasında engel olarak kullandığın hakkında hoşlanılmayan şeyden sakınmak" tabirinden alınmıştır. Nitekim en-Nabiğa şöyle demiştir: "Düştü üzerindeki örtü, fakat düşürmek istemezdi onu Onu yerden aldı ve eliyle bize karşı kendisini korudu." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Bir örtü attı ki onun ötesinde güneş var ve korudu kendisini En güzel iki eklem olan: El ve bilek ile." Hafız Ebû Muhammed Abdülgani, Ebû Ubeyde Said b. Zerbi yoluyla Âsım b. Behdele'den, o Zir b. Hubeyş'ten o İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Mes'ûd birgün yeğenine şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, insanların ne kadar çok olduğunu görüyorsun değil mi? Yeğeni: Evet deyince şöyle dedi: Tevbe eden yahut takva sahibi kimse dışında onlarda hayır yoktur. Kardeşimin oğlu insanların ne kadar çok olduğuğunu görüyorsun değil mi? Ben yine: Evet görüyorum, dedim. Şöyle dedi: Alim veya ilim öğrenen v\^dışında onlarda hayır yoktur. Ebû Yezid el-Bistami der ki: Takva sahibi konuştuğu zaman Allah için konuşan, amel ettiği zaman Allah için yapandır. Ebû Süleyman ed-Darani der ki: Takva sahipleri Allah'ın kalplerinden şehvet ve arzuların sevgisini çekip sıyırdığı kimselerdir. Takva sahibinin şirkten sakınan ve nifaktan uzak kalan kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak İbn Atiyye der ki: Bu yersiz bir açıklamadır. Çünkü kişi fasık olduğu halde bu şekilde olabilir. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Ubey b. Kab'a takvanın mahiyeti hakkında soru sorunca Ubey ona: Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü? diye sormuş. Hazret-i Ömer: Evet demiş. Bu sefer: Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın? diye sorunca Hazret-i Ömer: Elbiselerimi topladım ve mümkün olduğu kadar korundum deyince Ubeyy: İşte takva budur, cevabını vermiş. Şair İbnu'l-Mu'tez bu anlamdan hareket ederek şu beyitleri söylemiştir: "Bırak günahları küçüğüyle Büyüğüyle. işte takva budur Dikenli bir yolda, gördüğünden sakınarak Yürüyen kimse gibi davran Küçük günahı önemsiz görme Çünkü dağlar çakıl taşlarından olur." Takva bütün hayırları toplamıştır. Allah'ın öncekilere de sonrakilere de vasiyeti odur. İnsanın elde edeceği en hayırlı, en büyük fayda takvadır. Nitekim Ebud-Derda'ya: Senin arkadaşların şiir söylediği halde senden herhangi bir şiir bellenmedi denince onlara şöyle der: "Kişi ister ki dilekleri verilsin kendisine Allah ise ancak muradını yerine getirir Kişi der ki: Benim faydam, benim malım Halbuki Allah korkusu (takva) elde edeceği en üstün faydadır." İbn Mâce'nin Sünen'de Ebû Umame'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dermiş: "Allah korkusundan (takvasından) sonra mü’minin elde ettiği en hayırlı şey, salih zevcedir. Ona bir emir verirse kendisine itaat eder, ona bakarsa kendisini sevindirir. Ona yemin verdiği takdirde yeminini yerine getirir, yanında bulunmayacak olursa hem kendi nefsinde hem de malında ona karşı hainlik etmez, doğru davranır. " Takvanın aslı veznindedır. Onu korudum, önledim anlamına gelendan vav harfi te'ye dönüştürülmüştür, korkan adam demektir. Aslı ise şeklindedir. Aynı şekilde kelimesinin de aslıdır. Nitekim Araplar derler. Halbuki bunun aslı şeklindedir. 3Onlar ğayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler. Bu âyete dair açıklamalar yirmi altı başlık halinde sunulacaktır: 1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri: "Onlar" anlamına gelen kelimesi "takva sahipleri" kelimesinin sıfatı olarak (mahallen) mecrurdur. Önceki kelime ile ilişkisi olmamak üzere merfu olması da caizdir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Övmek kasdıyla nasbedilmesi de caizdir. (Özellikle: Ğayb'a inanan... lan kasdediyorum, anlamında). "İnanırlar" tasdik ederler anlamındadır. Îman sözlükte tasdik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Sera bize îman edici değilsin" (Yusuf, 12/17); yani bizi doğrulayıcı değilsin. Bu kelime be ve lâm harfleri ile mef'ûl alır (geçişli olur). Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın." (Âl-i İmrân, 3/73); "Mûsa'ya... inanmadı" (Yûnus, 10/83) Haccac b. Haccac el-Ahvel (Zikku’l-Asel lakaplı) rivâyetle dedi ki: Katâde'yi şöyle derken dinledim: Ey ademoğlu, eğer sen hayrı ancak isteyerek severek yapmak istiyor isen şunu bil ki senin nefsin usanmaya, yorulmaya ve tahammülsüzlüğe meyyaldir. Fakat asıl mü’min zor gelse dahi katlanandır. Asıl mü’min, buna karşı kendisini güçlendirendir. Asıl mü’min işi sıkı tutandır. Şüphesiz ki mü’minler gece ve gündüz telbiye getirerek (Lebbeyk diyerek ve dua ederek) Allah'a yönelenlerdir. Allah'a yemin ederim mü’min gizli ve açık Rabbimiz, Rabbimiz deyip durur ve nihayet Allah da gizli açık dualarını kabul buyurur. "Ğayb" Arapçada göremediğin herşey hakkında kullanılır. Kelimenin aslı ya'lıdır. O bakımdan: Güneş battı, batıyor, denilir. Gaybet (gaib olma hali) anlamı bilinen bir kelimedir. Kadının kocası kaybolduğunda denilir. Bu şekilde kocası kaybolan kadına da ( denilir. Yerin çukurca bir bölgesine düşüldüğü takdirde: Çukurca bir yere düştük, denilir. İçinde saklanılıp kaybolunan ağaçların toplu olarak bulunduğu yere de (koruluk, ormanlık anlamına) ismi verilir. Yerin alçakça olan kısımlarına da "ğayb" denilir. Çünkü gözün görmediği bir yerdir. Müfessirler burada yer alan "ğayb"ın ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi, bu âyet-i kerimede kastedilen ğayb, yüce Allah'tır demektedir. İbn el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi Kur'ân-ı Kerîm ve onda bulunan ğayblerdir demişlerdir. Kimisi de ğayb: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haber verdiği ve akıl ile bilinemeyen herşeydir: Kıyâmetin alametleri, kabir azâbı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gibi. İbn Atiyye der ki: Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine ğayb bunların hepsi hakkında kullanılabilir. Derim ki: Bu, Cibril hadisinde (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Bana imandan haber ver, diye sorduğunda Hazret-i Peygamber'in kendisine işaret ettiği şer'î imanı ifade eder. Hazret-i Peygamber bu soruya cevaben şöyle buyurdu: "(Îman) Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe îman etmen ve hayrı ile şerriyle de kadere îman etmendir." Hazret-i Cebrâîl: de: Doğru söyyledin, diye cevap verdi... Abdullah b. Mes'ûd der ki: Hiçbir mü’min ğayba imandan daha üstün bir şeye îman etmiş değildir. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Onlar ğayba îman ederler..." âyetini okudu. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Biz gaib olanlar değiliz," (el-A'raf, 7/7) Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ğaybde Rablerinden korkarlar." (el-Enbiya, 21/49) Yüce Rabbimiz, dünya yurdunda gözle görülmeyen, gaiptir. Ancak dikkatle düşünmek ve istidlal halinde gaib olmadığı görülür. O bakımdan mü’minler amellere karşılık veren kadir bir Rablerinin olduğuna îman ederler. İnsanlardan uzaklarda, görülmeyip yalnız kaldıklarında ve gizliliklerde O'ndan korkarlar. Çünkü Allah'ın kendilerini görmekte olduğunu bilirler. Böylece âyetlerin açıklaması uygun bir şekilde yapılmış ve aralarında zıtlık kalmamış olur. Bundan dolayı Allah'a hamdederiz. "Ğayba" âyeti ile kastın, onlar münafıkların zıddına, vicdanlarında, kalplerinde Allah'tan korkarlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Şair der ki: "Ğayba îman ettik, halbuki bizim kavmimiz Muhammed'den önce putlara ibadet ederlerdi. " "Namazı dosdoğru kılarlar" âyeti bir cümlenin cümleye atfedilmesini ifade eder. "Namazın dosdoğru kılınması (ikame edilmesi)" rükünleriyle, sünnetleriyle, vakitlerinde uygun şekilleriyle -ileride açıklanacağı üzere- eda edilmesi demektir. Bu âyet, devam etti ve sabit oldu anlamına gelen (........) dan gelmektedir. Ayak üzerinde durmaktan değildir. Mesela: Hak kaim oldu, denildiğinde açıkça ortaya çıktı ve sabit oldu kastedilir. Şair der ki: "Ve Savaş bizimle - bacağı üzere - ayağa kalktı." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Onlara: Düşman tarafından basıldınız, denildi mi hiç vakit kaybetmezler Hemen atlılar mızrak pazarıni kurarlar." "Dosdoğru kılarlar" âyetinin devam ettirirler anlamına geldiği de söylenmiştir. Hazret-i Ömer şu sözleriyle buna işaret etmektedir: "Namazı koruyan ve ona gereken dikkati gösteren dinini korumuş olur. Namazı yitirip kaybeden kişi ondan başkasını daha çok kaybeder." Namaz için ikamet (kamet) getirmek bilinen bir husustur. Cumhûra görre kamet, sünnettir. Kameti terkedenin (namazı) iade etmesi gerekmez. Evzai, Atâ, Mücâhid ve İbn Ebi Leyla'ya göre vaciptir. Onu terkedenin namazı iade etmesi gerekir. Zahiriler de böyle demiştir. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. İbn el-Arabi de bunu tercih ederek şöyle demektedir: Çünkü Bedevi arabın namaz kılması ile ilgili hadiste: "Ve kamet getir" diye buyurarak Hazret-i Peygamber, tekbir getirmesini, kıbleye yönelmesini ve abdest almasını emrettiği gibi kamet getirmesini de emretmiştir.: Daha sonra şöyle der: Şimdi sizler artık bu hadisi de bildiğinize göre, bu konuda İmâm Mâlik'e ait iki rivâyetten hadise uygun olanını kabul etmeniz gerekir ki, bu da kamet getirmenin farz olduğu şeklindedir. İbn Abdi’l-Berr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Namazın tahrimesi, tekbirdir" âyeti tahrime getirmeyen kimsenin namaza girmiş olmayacağının delilidir. Dolayısıyla bu tahrimeden (iftitah tekbirinden) önce yapılan işlerin hükmü, terkedilmeleri dolayısıyla namazın iade edilmemesidir. Fukahânın icmâ ile kabul ettikleri şeyler müstesna. Bu konuda icma bulunduğundan dolayı (namazda) selam verir ve bunları yerine getirir. Taharet, kıbleye yönelmek, vakit ve benzerleri. Mezhebimize (Mâlikî) mensup kimi ilim adamları şöyle demiştir: Kamet getirmeyi kasten terkeden kimse namazı tekrar iade eder. Ancak bu, kametin farz olduğundan dolayı değildir. Çünkü farz olmuş olsaydı kasten veya yanılarak terkedilmesi arasında fark olmazdı. Bu hükmün sebebi sünnetlerin hafife alınması(nın önüne geçmek)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Namaz Kılarken Kameti Duyan: "Kamet getirildiğini duyan kimse acele eder mi etmez mi?" hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Çoğunluk isterse bir rek'ati kaçıracağından korksun acele etmeyeceği görüşündedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde koşarak namaza gitmeyiniz. Yürüyerek namaza gidiniz ve sükûnetinizi bozmayınız. Yetiştiğinizi kilınız, yetişemediğinizi de tamamlayınız." Bunu Ebû Hüreyre rivâyet etmiş Müslim de Kitabına almıştır. Yine Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde sizden hiçbir kimse namaza koşarak gitmesin. Yürüyerek gitsin ve sükûnetini bozmaksızın ağırbaşlılığını korusun. Yetiştiğini (İmâmla) kıl, yetişemediğini sonradan sen kaza et." İşte bu hadisler bu konuda birer nastır. Mana yönünden ise, kişi, koşarak yorulur ve nefes nefese yetişirse, namaza girmesi, okuması ve huşuunu birbirine karıştırır, şaşırır. Aralarında İbn Ömer'in de -bu konuda farklı rivâyet gelmekle birlikte -İbn Mes'ûd'un da bulunduğu seleften bir grup namazı geçireceğinden korktuğu taktirde çabucak gidebileceği görüşündedir. İshak der ki: Rek'ati kaçırmaktan korkarsa acele eder. İmâm Mâlik'ten de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. İmâm Mâlik der ki: At sırtında olan kimsenin atını dürtüp koşturmasında mahzur yoktur. Bazıları onun bu görüşünü yayan yürüyen ile bineği üzerinde giden arasında fark vardır, şeklinde açıklamışlardır. Çünkü at sırtında olan bir kimse yürüyen kimse gibi yorulup nefes nefese kalmaz. Derim ki: Her durumda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine uymak daha uygundur. O bakımdan Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi sükûnetini ve ağırbaşlılığını bozmaksızın, yürümesine eskisi gibi devam eder. Çünkü namaza giden de namazdadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği bir hususun haber verdiğinden başka türlü olmasına imkan yoktur. Namaza girmiş, (başlamış) bir kimsenin nasıl sükûnet ve ağırbaşlılığını koruması gerekiyorsa yürüyenin durumu da böyledir. Taki o da bu şekilde namaz kılana benzesin ve onun elde ettiği sevabı elde edebilsin. Bizim bu görüşümüzün sağlıklı oluşuna delil, belirttiğimiz Hadîs-i şerîflerdir. Ayrıca Dârimî'nin Müsned'inde kaydettiği şu rivâyet de buna delildir: Bize Muhammed b. Yusuf anlattı dedi ki: Bize Süfyan, Muhammed b. Aclan'dan anlattı , o el-Makburi'den o Ka'b b. Ucre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Abdest alıp mescide doğru yola koyuldun mu parmaklarını biribirine geçirme. Çünkü sen namazdasın." Sahih olan bu Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) acele etmekten daha az olan bir davranışı men etmiş ve mescide gitmekte olan birisini namaz kılan birisi gibi değerlendirmiştir. İşte Sünnet-i Seniyye'den bu rivâyetler yüce Allah'ın: "Allah'ın zikrine koşunuz" (el-Cum'a, 62/9) âyetini beyan etmekte ve bununla namaza gitmek için çabukça koşmanın söz konusu olmadığı, aksine bir fiil ve amelin kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İmâm Mâlik de bunu böylece açıklamıştır. Bu konuda doğru olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7- İmâma Yetişemeyip Sonradan Kılınan Rekatlar Edâ mıdır, Kaza mıdır? İlim adamları Peygamber Efendimizin: "Yetişemediğinizi tamamlayınız" âyeti ile: "Yetişemediğini kaza et" beyanlarının aynı anlama gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu iki tabirin aynı anlama geldiği ve "kaza etmek" tabirinin mutlak olarak kullanılıp tamamlamak kastedildiği söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namaz kaza edildiğinde (kılındığında)" (el-Cuma, 62/10) Bir başka yerde de: "Hacc ibadetlerinizi kaza ettiğinizde (tamamladığınızda)..." (el-Bakara, 2/200) Bunların farklı anlamlarda olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bu farklı görüşler, sonucunda namaza sonradan katılan bir kimsenin İmâmla kıldıkları namazının ilk rek'atleri midir, sonraki rek'atleri midir konusunda da görüş ayrılığına sebep teşkil etmiştir. Birinci görüşü aralarında İbnü'l-Kasım'ın da bulunduğu İmâm Mâlik mezhebine mensup bir grup kabul etmiştir. Fakat böyle bir kimse kılamadıklarını Fâtiha ve zammı sûre okuyarak kaza eder. Böylelikle bu kişi fiilleriyle önce kılınmış bir namaza bina etmiş fakat sözleriyle kaza etmiş olur. İbn Abdi’l-Berr der ki: Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüş budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep âlimlerimizin kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu, Evzai'nin, Şâfiî'nin, Muhammed b. el-Hasan'ın, Ahmed b. Hanbel'in, Taberi'nin ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. İbn Abdi'l-Hakem'in Mâlik'ten zikrettiği görüş olan Eşheb'in rivâyetiyle Îsa'nın İbnu'l-Kasım yoluyla Mâlik'ten naklettiği rivâyete göre, sonradan yetişenin yetiştiği rek'atler namazının son kısmıdır. Bu durumda o hem fiil hem söz itibariyle kalanı kaza eder. Kufeli âlimlerin görüşü de budur. Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab der ki: Maliki mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. İbn Abdi’l-Berr der ki: Sonradan yetişenin yetiştiği bölümleri, namazının yetiştiği ilki kabul edenler zannederim ihrama (iftitaha) riâyet etmiş, onu gözönünde bulundurmuşlardır. Çünkü iftitah ancak namazın başında sözkonusudur. Teşehhüd ve selam ise ancak namazın sonunda sözkonusu olur. İşte burdan hareketle şöyle demişlerdir: Sonradan yetişenin yetiştiği, namazının başıdır. Bununla birlikte Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Tamamlayınız" diye âyeti de varid olmuştur. Tamamlamak ise sonradan olan bir iştir. Karşı görüşü savunanlar ise, Hazret-i Peygamber'in "Kaza ediniz" âyetini delil gösterirler. Kaza edilen ise kaçırılan, kılınamayandır. Ancak "tamamlayınız" şeklinde gelen rivâyet daha çoktur. İmâm ile yetiştiğin, namazının başıdır, diyenlerin görüşlerine ancak Abdülaziz b. Ebû Seleme el-Macişun ile el-Müzeni, İshak ve Davud'un şu söyledikleri uygun bir açıklama olur: Sonradan İmâma yetişen kişi İmâm ile birlikte Fâtiha'yı ve yetiştiği takdirde bir sûre okur. Kaza etmek için kalktığı takdirde ise yalnızca Fâtiha'yı okur. Bunların bu açıklamaları, kabul ettikleri asıl ilkeye ve uygulamalarına uygun düşmektedir. -Allah onlardan razı olsun. 8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile Kılınmaz: Kamet getirilmesi nafile namaza başlamayı engeller. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde farz namazdan başka namaz olmaz." Bunu Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Eğer nafileye başlamış bulunuyor ise bu sefer onu kesmez. Çünkü yüce Allah: "Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) diye buyurmaktadır. Özellikle de o nafileden bir rek'at kılmış ise. Konu ile ilgili hadisin genelliği dolayısıyla başladığı nafileyi keser de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti Duyan: Henüz sabah namazının iki rek'atini kılmadan mescide gelen ve akabinde de farz için kamet getirildiğini gören kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: İmâma uyar ve iki rek'ati (sünneti) kılmaz. Eğer henüz mescide girmemiş ise şayet bir rek'atin geçeceğinden korkmuyor ise mescidin dışında iki rek'at sünneti kılıverir. Ancak Cum'a namazının eda edildiği mescide bitişik mescid avlularından herhangi bir yerde bu iki rek'ati kılmaz. Şayet ilk rek'ati kaçıracağından korkarsa İmâma uysun ve onunla birlikte namaz kılsın. Daha sonra arzu ettiği takdirde güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti kılar. Hatta güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti kılması onları büsbütün terketmesinden daha iyi ve faziletli bir davranıştır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da der ki: Şayet (farz) iki rek'ati kaçırmaktan ve İmâmın ikinci rükûdan başını kaldırmasından önce yetişemeyeceğinden korkarsa o takdirde İmâma uyar. Eğer İmâm ile birlikte bir rek'ata yetişebileceğine kanaat getirir ise, mescidin dışında sabah namazının iki rekat sünnetini kılar, sonra da İmâma uyar. el-Evzai de böyle demiştir. Ancak o, son rek'ati kaçırmaktan korkmadığı sürece bu iki rek'at sünneti mescidde de kılmayı câiz görmektedir. es-Sevri de der ki: Bir rek'ati kaçırmaktan korkarsa cemaat ile birlikte namaza durur ve bu iki rek'at sünneti kılmaz. Aksi taktirde iki rek'ati kılar, isterse mescide girmiş bulunsun. el-Hasen b. Hay (b. Hayyan da denilmektedir) der ki: Kamet getiren kişi, kamete başladığı takdirde sabahın iki rek'at sünneti dışında farz olmayan hiçbir namaz kılınmaz. Şâfiî de der ki: Mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini gören bir kimse, İmâm ile birlikte namaza durur ve (sabahın) iki rek'at sünnetini mescidin dışında da içinde de kılmaz. et-Taberi de böyle demiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de nakledilmiştir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz için kamet getirildiği takdirde farz dışında namaz olmaz." diye buyurmaktadır. Sabah namazının iki rek'ati ya sünnettir, ya fazilettir veya rağibe (kılınması teşvik edilmiş) bir namazdır. Anlaşmazlık halinde delil ise sünnetten getirilen delildir. İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşü ile Ebû Hanîfe'nin görüşünün delillerinden bir tanesi de İbn Ömer'den gelen şu rivâyettir: İbn Ömer mescide geldiğinde İmâmın sabah namazını kıldığını görür. İbn Ömer bu iki rek'ati Hazret-i Hafsa'nın odasında kıldıktan sonra İmâma uyarak onunla birlikte namazını kılar. es-Sevri ve el-Evzai'nin delillerinden birisi de Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen şu rivâyettir. O mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini görür. Mesciddeki direklerden birisinin arkasına çekilerek sabahın iki rek'at sünnetini kılar ve sonra da namaza durur. Ve bunu ashab-ı kiramdan olan Huzeyfe ile Ebû Mûsa (r. anhum)'ın da hazır olduğu bir sırada yapar. Ayrıca bunlar (Sevri ve Evzai ile onların görüşünde olanlar) şöyle derler: Kişinin mescid dışında farza durmayıp nafile ile uğraşması câiz olduğuna göre mescidde de bunu yapması caizdir. Müslim, Abdullah b. Mâlik b. Buhayne'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Sabah namazı için kamet getirildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müezzinin kameti getirdiği sırada namaz kılan birisini gördü ve ona: "Sen sabahı dört rek'at olarak mı kılıyorsun?" dedi. Bu, Hazret-i Peygamber'in İmâm namaz kılarken, mescid içerisinde sabahın iki rek'at sünnetini kılan bir kimseye tepki göstererek bu davranışını reddettiğini ifade etmektedir. Aynı şekilde bu Hadîs-i şerîfi sabahın iki rek'at sünnetinin böyle bir durumda kılınması halinde sahih olduğuna delil gösterilmesi de mümkündür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir şeyi yapmak imkanına sahip olmakla birlikte onun namazını kestirmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "es-Salat" (namaz): Sözlükte dua demektir. Duayı ifade eden (Peygamber'in Hadîs-i şerîfi de şöyledir: "Sizden herhangi bir kimse bir yemeğe çağrıldığı takdirde bu daveti kabul etsin. Eğer oruçsuz ise, yemekten yesin. Oruçlu ise, salat getirsin." Yani dua etsin. Kimi ilim adamları der ki: Burda kastedilen bildiğimiz namazdır. Oruçlu olan bu kişi bu durumda iki rek'at namaz kılar ve ayrılır gider. Ancak birinci görüş daha yaygındır ve daha çok ilim adamı bu görüşü benimsemiştir. Hazret-i Esma, Abdullah b. ez-Zübeyr'i doğurduğu sırada onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdi. Esma der ki: Daha sonra Hazret-i Peygamber eliyle onu sıvazladı ve ona salat getirdi. Yani ona duada bulundu. Yüce Allah da: "Ve onlara salat getir" (et-Tevbe, 9/103), diye buyurmuştur. Onlara dua et, demektir. el-A'şâ der ki: "Gitmemin yaklaştığı sırada kızım der ki: Rabbim her türlü yorgunluktan, ağrıdan babamı uzak tut Sen bu duanın benzerini yapmaya devam et, uyku için yum gözlerini Çünkü kişinin yanı uyumak ihtiyacını duyar." Yine el-A'şâ der ki: "Küpü içerisinde rüzgar onunla karşılaştı. Küpüne dua etti, tekbir getirdi ve duada bulundu. " Burada geçen kelimesinin tekbir getirip dua etmek anlamında olduğu es-Sihhah'ta belirtilmiştir. Kimisi de "salat" lâfzı kelimesinden türetilmiştir. Bu ise sırt bölgesinin ortalarında bir damarın adıdır. Kuyruk sokumunda bu damar bölünür ve onun etrafını çevirir. At yarışında kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü yarışta bu kişinin atının başı kendisinden önceki yarışçının atının kıçının yakınında olur. "es-Salat" kelimesi de buradan türetilmiştir. Ya imandan sonra ikinci önemli farz olduğundan dolayı bu ismi almıştır ve böylelikle namaz at yarışında bu şekilde ikinci gelen "el-musalli"ye benzetilmiştir, ya da rükûa eğilen bir kimsenin iki kaba etini büktüğünden dolayı bu ismi almıştır. Çünkü "es-Salâ" atın kuyruk sokumu anlamındadır. Bunun ikili de şeklinde gelir. "el-Mûsalli" ise öne geçenin hemen arkasından gelen demektir. Çünkü ikincisinin başı birincisinin kıçına yakındır. Hazret-i Ali de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öne geçti ve arkasından Ebû Bekir vardı (salla) üçüncü olarak da Ömer vardı. "Salat" lâfzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylenmiştir. Kişi ateşe düştüğü, ateşlik olduğu zaman "Ateşi boyladı" denilir. Yüce Allah'ın: "Kızgın bir ateşe girecektir" (el-Ğaşiye, 88/4) âyetinde de (girecektir anlamına gelen) bu kelime de bu manadadır, el-Haris b. Ubad da der ki: "Ben o cinayete katılanlardan değilim. Allah biliyor ki Bugün onun ateşinin hararetine yanıyorum." Yani onun ateşine düşmüş bulunuyorum. Bu anlamı ile, sanki ibadete yüce Allah'ın emrettiği şekli ile devam etmek ve bunu sürdürmek manası kastedilmiş gibidir. Namaz kelimesinin ateşte kavurup düzeltip yumuşatıldığı takdirde kullanılan: değneği ateş üzerinde ısıttım" kökünden alındığı da söylenmiştir. Sanki namaz kılan "el-musalli" namaz kılmak suretiyle kendisini doğrultur, yumuşatır ve huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiş gibidir. el-Hârzencî der ki: "İşinde acele etme, onu sürdür Çünkü devamlı sürdüren kimse gibi asanı (bir rivâyete göre asasını) doğrultan bulunmaz." Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmektedir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde geçen "salat" lâfzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çalmaktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/132) âyetinde olduğu gibi. Salat, tesbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamınadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle tesbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) âyeti ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır. Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde bu anlamadır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lâfzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. ..""" Salat’ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebû Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir. Derim ki: Bu görüşe göre "salaf'ın iştikakı (türetilmişi) yoktur. Cumhûrun görüşüne gelince bu da bir sonraki başlıkta açıklanacaktır: 11- Kelime ve Terim Olarak Salat (Namaz): Bu konuda usulcülerin farklı iki görüşü vardır. Birisine göre bu kelime ilk olarak konulmuş olduğu lügavi esası üzere kalmıştır. Îman, zekat, siyam (oruç), hac kelimeleri gibi. Şeriat ise bu konuda yalnızca gerekli şart ve hükümleri açıklamıştır. İkinci görüşe göre şeriatın getirdiği bu fazlalıklar, bu kelimeleri yeniden konulmuş kelime haline getirir. Ve tıpkı şeriat tarafından ilk defa konulmuş, kullanılmış gibi olurlar. Usulcülerin ihtilafı işte bu noktadadır. Birincisi daha doğrudur. Çünkü şeriat Arap diliyle sabit olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm de şeriati apaçık bir Arapça ile bildirmiştir. Diğer taraftan Arapların isimleri kullanmakta belli bir tasarruf şekilleri vardır. Mesela "ed-dâbbe" kelimesi debelenen hareket eden her bir varlık için kullanıldığı halde daha sonra örf bu kelimeyi sadece "el-behaim (yırtıcı hayvanlar dışında kalan dört ayaklı bütün kara ve deniz hayvanların)"a tahsis etmiş ve örfte sadece bunlar anlaşılır olmuştur. İşte şeriatın örfünün de isimler üzerinde böyle bir tasarrufu sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Bu Âyetteki "Namaz"dan Kasıt: Burada sözü geçen "namaz" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Kasıt farz namazlardır denildiği gibi, hem farz hem nafile namazlardır da denilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü lâfız genel bir lafızdır ve takva sahibi ise hem farzları hem de nafileleri işler. Namaz rızık için bir sebeptir. Nitekim yüce Allah -Allah'ın izniyle- Taha sûresinde de açıklaması geleceği gibi: "Aile halkına namazı emret." (Taha, 20/132) diye buyurmaktadır. Yine namaz karın ağrısı ve diğer ağrılara karşı bir şifadır. İbn Mâce'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) erkenden namaz kıldı. Ben de erkenden namaz kıldım ve oturdum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dönüp şöyle dedi: “Onun (açlığın) derdinden mi karnın ağırıyor?” Ben: Evet ey Allah'ın peygamberi dedim. O da bana: "Kalk namaz kıl, çünkü namazda şifa vardır" diye buyurdu. Bir rivâyette de "açlık derdinden mi karnın ağırıyor?" ifadesini Farsça olarak şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Farsça: Karnının rahatsızlığından mı şikayet ) ediyorsun? anlamındadır. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir işten dolayı sıkılır ise, hemen namaza koşardı. Namaz ancak birtakım şart ve farzlar yerine getirildiği takdirde sahih olur. Taharet, namazın şartları arasındadır. Buna dair hükümler, Nisa ve Maide sûrelerinde gelecektir. Bir diğer şart avretin örtülmesidir. Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir. Namazın farzlarına gelince: Kıbleye yönelmek, niyet etmek, tahrim tekbiri (iftitah tekbiri) getirmek ve bunun için ayakta olmak, Fâtiha sûresini okumak ve bunun için ayakta bulunmak, rükû ve rükûda itmi'nan, başın rükûdan kaldırılması ve doğrulmak, sücud ve sücudda itmi'nan, başın secdeden kaldırılması, iki secde arasında oturmak ve bu oturuşta itmi'nan, ikinci defa secdeye varmak ve bunda da itmi'nan. Bütün bu hükümlerde asıl delil ise, Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazını doğru dürüst kılamayan kimseye namaz kılmayı öğretmesine dair Hadîs-i şerîftir. Sözü geçen bu Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber bu kişiye şöyle demiştir: “Namaz kılmak üzere kalktığın vakit, abdest azalarını iyice yıka, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra Kur'ân-ı Kerîm'den ezberlediğin bölümlerinden kolayına geleni oku. Sonra itmi'nan buluncaya kadar rükû et. Sonra doğruluncaya kadar başını kaldır, sonra secdende itmi'nan buluncaya kadar secde yap. Sonra iyice itmi'nan bulacak şekilde oturuncaya kadar başını (secdeden) kaldır ve sonra da bunu namazının bütününde aynen yap." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Rifâa b. Râfi'in rivâyet ettiği hadis de böyledir. Bunu da Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Mezhep (Maliki Mezhebi) âlimlerimiz der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyeti namazın rükünlerini açıklamakta, bu konuda kamet getirmekten, elleri kaldırmaktan, kıraat miktarından ve intikal tekbirlerinden söz etmemektedir. Yine rükû ve sücudda tesbih getirmekten, (birinci kadede) arada oturmaktan, teşehhüdden, son oturuştan ve selam vermekten de söz etmemektedir. Kamet getirmek ve muayyen olarak Fâtiha'nın okunması ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ellerin (intikal tekbirlerde) kaldırılması ise, ilim adamlarının büyük çoğunluğu ve fukahanın geneline göre vacip değildir. Çünkü Ebû Hüreyre'nin ve Rifâa b. Râfi'in rivâyet ettiklerine işaret edilen hadisleri bunu ifade etmektedir. Davud (ez-Zahiri) ve mezhebine mensup bazı kimseler, iftitah tekbiri esnasında bunun vücubunu (farz olduğunu) kabul etmişlerdir. Kimisi de şöyle demiştir: İftitah esnasında, rükû esnasında, rükûdan kalkma halinde ellerin kaldırılması vaciptir. Kim ellerini kaldırmazsa namazı batıldır. Bu, el-Humeydi'nin de görüşüdür, el-Evzai'den gelen bir rivâyet de böyledir. Delil olarak Peygamber Efendimizin: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece kılınız" hadisini gösterirler. Sözkonusu bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Bunu delil gösterenler derler ki: Buna göre biz onun nasıl yaptığını gördüysek o şekilde yapmak bizim için vaciptir. Çünkü yüce Allah'tan muradını tebliğ eden odur. İftitah tekbiri dışında kalan tekbirler ise, sözü geçen hadis dolayısıyla Cumhûra göre sünnettir. İmâm Mâlik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım şöyle derdi: Namazda üç ve daha fazla tekbiri getirmeyen kimse selam vermeden önce sehiv secdesi yapar. Eğer sehiv secdesi yapmazsa namazı batıl olur. Bir veya iki tekbiri unutacak olur ise, yine sehiv secdesi yapar. Yapmayacak olursa, birşey gerekmez. Yine ondan gelen rivâyete göre sadece, bir tekbiri yanılarak yerine getirmeyen bir kimse için sehiv secdesi yoktur. İşte bu, onun tekbirin çoğunluğunun ve genelinin yerine getirilmesini farz kabul ettiğini az bir kısmının yapılmayışının ise affedilip bağışlanacağı görüşünde olduğunu göstermektedir. Esbağ b. el-Ferac ile Abdullah b. Abdulhakem derler ki: Namazın başından sonuna kadar tekbir getirmeyen bir kimsenin -iftitah tekbirini getirmiş ise- herhangi birşey yapması gerekmez. Eğer bu tekbirleri yanılarak yapmamışsa, sehiv secdesi yapar. Sehiv secdesi yapmazsa ona birşey gerekmez. Bununla birlikte bir kimsenin tekbiri kasten terketmemesi gerekir. Çünkü bu tekbirler (intikal tekbirleri, ara tekbirleri) namazın sünnetlerinden bir sünnettir. Kasten bu tekbirleri terkedecek olursa güzel bir iş yapmamış olur. Bununla birlikte herhangi bir şey yapması gerekmez ve namazı da geçerlidir. Derim ki: Doğrusu budur. Şâfiîlerden, Kûfelilerden hadis ehli ile -İbnu'l-Kasım'ın görüşünü kabul edenler dışında- Mâlikîlerden oluşan değişik bölge fakihlerinin görüşü budur. Buhârî, (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir babına şu başlığı vermektedir: "Rükû' ve sücudda tekbiri tamamlamak babı. " Daha sonra Buhârî Mutarrif b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir. Ben ve İmrân b. Husayn, Ali b. Ebî Tâlib'in arkasında namaz kıldık. Secdeye gittiğinde tekbir getirir, başını kaldırdığında tekbir getirir, ikinci rek'atten (teşehhüdden) kalktığında da tekbir getirirdi. Namazını bitirince İmrân b. Husayn elimden tutup şöyle dedi: Bu bana Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı namazı hatırlattı. Veya şöyle dedi: Yemin olsun, bu bizlere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi namaz kıldırdı. Buhârî daha sonra İkrime'nin rivâyet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir: Makam-ı İbrahim'in yanında her eğilip kalktığında, oturuştan kalkıp başını secdeye koyduğunda tekbir getiren birisini gördüm. İbn Abbâs'a haber verince şöyle dedi: "Anasız kalasıca. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı namaz da böyle değil miydi?" Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu başlık ile ara tekbirleri getirmenin onlarca yapılan bir uygulama olmadığını bize göstermektedir. Ebû İshak es-Sebîî'nin Yezid b. Ebi Meryem'den onun da Ebû Mûsa el-Eş'ari'den rivâyetine göre Ebû Mûsa şöyle demiştir: Cemel günü Ali bizlere öyle bir namaz kıldırdı ki, bununla bize Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazını hatırlattı. Her eğilip doğrulduğunda, kalkıp oturduğunda tekbir getirdi. Ebû Mûsa der ki: Biz bu tekbirleri ya unutmuştuk veya kasten terketmiş idik. Derim ki: Ne dersiniz? Onlar hiç namazlarını iade ettiler mi? Buna göre: Ara tekbirleri terkeden kimsenin namazı batıl olur, nasıl denilebilir? Durum böyle olsaydı sünnet ile farz arasında fark olmazdı. Birşeyin birimleri farz değil ise hepsi de farz değil demektir. Başarı Allah'tandır. Rükû ve sücudda tesbihte bulunmak, Cumhûra göre -sözü geçen hadis sebebiyle- farz değildir. İshak b. Raheveyh bunu farz görmüştür. Ona göre tesbihi bu yerlerde terkeden namazını iade eder. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rükûa gelince orada Rabbinizi ta'zim ediniz, sucuda gelince orada çokça dua etmeye çalışınız. Çünkü duanızın kabul edilmesi, çokça umulur." 16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd: Cülus (birinci oturuş) ve teşehhüde gelince, bu konuda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve mezhebine mensup olan ilim adamları birinci oturuş ve bu oturuşta teşehhüd getirmek sünnettir, der. Bir grup ilim adamı da birinci oturuşu vacip kabul eder ve şöyle derler: Bu oturuşun diğer farzlardan ayrı bir özelliği sehiv secdesinin onun yerini tutmasıdır. Müzabene satışından araya icare akidlerinden de kırâd akdinin bedel olarak kabul edilmesi ve İmâmı rükû halinde bulan kimsenin iftitah tekbiri aldıktan sonra rükûa durması gibidir. Ayrıca bu konuda şunu da delil gösterirler: Eğer bu (oturuş ve teşehhüd) sünnet olsaydı, kasden bunu terkeden kimsenin namazın diğer sünnetlerini terketmek halinde olduğu gibi namazının batıl olmaması gerekirdi. Diğer taraftan bunu vacip (farz) görmeyenler şunu delil gösterirler: Eğer bu, namazın farzlarından birisi olsaydı, unutarak bunu terkeden kimsenin bunu yerine getirmesi için -bir secde veya bir rükû terkeden gibi- geri dönmesi gerekir ve rükû' ve sücudda gözetilmesi gereken sıra ve tertibe de riâyet etmesi, ondan sonra da bir rükû veya bir secde yapmayı terkedip daha sora bunları sırasına göre yerine getiren kimsenin yaptığı gibi sehiv secdesinde bulunması gerekirdi. Abdullah b. Buhayne'nin rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki rek'at kıldıktan sonra ayağa kalktı ve teşehhüdde bulunmayı unuttu. Arkasında bulunan cemaat oturması için tesbih getirdi (subhanallah dedi) ise de o ayakta kalmaya devam etti; bunun üzerine arkasındaki cemaat da ayağa kalktı. Namazını bitirince selam vermeden önce sehiv secdesini yaptı. Şayet birinci oturuş farz olsaydı unutmak ve yanılmak dolayısıyla sakıt olmazdı. Çünkü namazlardaki farzların terkedilmesinin - İmâma uyan kişi müstesna - unutmak veya kasten olması arasında fark yoktur. Namazda son oturuşun hükmü ve bundan maksadın ne olduğu ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu konu ile ilgili beş ayrı görüş ileri sürülmüştür: a- İkinci oturuş da teşehhüd de selam da farzdır. Bu görüş sahiplerinden birisi de Şâfiî'dir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivâyetlerin birisi de bu doğrultudadır. Bunu Ebû Mus'ab, Muhtasar'ında Mâlik'ten ve Medine halkından bir görüş olarak da rivâyet etmiştir. Davud ez-Zahirî de bu görüştedir. Şâfiî der ki: Birinci teşehhüdü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat ve selam getirmeyi terkeden bir kimsenin bunları iade etmesi gerekmez, fakat bunları terkettiği için sehiv secdesi yapması gerekir. Unutarak yahut kasten son teşehhüdü terkeden kimse namazını iade eder. Bu görüş sahipleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namaza ait beyanlarının farz olduğunu delil gösterirler. Çünkü namazın asıl delili mücmeldir. (Kısa ve veciz ifade edilmiştir). Herhangi bir delil ile istisna edilenler dışında beyana ihtiyacı vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece namaz kılınız" diye buyurmuştur. b- İkinci görsün sahiplerine göre ikinci oturuş, teşehhüd ve selam vacip değildir. Bu, Basra âlimlerinden birinin görüşüdür. İbrahim b. Uleyye de bu kanaattedir. Ayrıca son oturuşu birinci oturuşa açıktan açığa kıyas etmiş ve böylelikle Cumhûra da muhalefet etmiş, şaz bir görüş ortaya atmıştır. Şu kadar var ki o, bütün bunlardan herhangi birisini terkedenin namazını iade edeceği görüşündedir. Bunların delilleri arasında Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivâyet ettiği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetidir: "İmâm namazında başını son secdeden kaldırdığı sonra da abdesti bozulduğu takdirde namazı tamam demektir." Ancak bu Ebû Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) açıklamasına göre sahih bir hadis değildir. Buna dair açıklamalarımızı "el-Muktebes" de beyan etmiş bulunuyoruz. Ancak hadisin bu lâfzı olsa olsa selam verme gereğini kaldırır, oturmayı değil. c- Üçüncü görüş: Teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Yoksa bizzat teşehhüd de selam da farz değildir. Bunu Ebû Hanîfe ve arkadaşları ile bir grup Küfe alimi ileri sürmüştür. Bunlar İbnu'l-Mübarek'in el-İfrikî Abdurrahmân b. Ziyad'dan -ki zayıf bir ravidir- rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse namazının sonlarında oturduğu ve selam vermeden önce abdestini (herhangi bir şekilde) bozduğu takdirde onun namazı tamam olur." İbnu'l-Arabî der ki: Hocamız Fahrü'l- İslâm ders esnasında bize şu beyiti okurdu: "Bir osurukla namazdan çıkılacağı görüşündedir Söyleyin bana osuruk ile «es-selâmu aleykum» arasında fark ne kadar büyüktür?" İbnu'l-Arabî der ki: Mezhebimize mensup kimi ilim adamı bu mes'eleden oldukça zayıf iki fer'î hüküm çıkarmışlardır. Bunlardan birincisi Abdülmelik'in Abdülmelik'ten rivâyetine göre şaka ve oyun olsun diye ikinci rek'atin sonunda selam veren bir kimse ile ilgili açıklama şöyledir: Eğer dört rek'at kılıyorsa (iki rekat için) yeterli olur. Bu görüş Iraklıların görüşünün aynısıdır. İkinci mesele: Kabul görmeyen kitablarda belirtildiğine göre İmâm teşehhüdden sonra ve selâmdan önce kasten abdestini bozarsa bu ona uyanlar için de yeterli gelir. (Yani onların da namazı tamam olur). Ancak bunlar fetvada iltifat edilmemesi gereken hususlardandır. Meclislerde hatırlamak kastıyla bunlar sözkonusu edilebilse de. d- Dördüncü görüş: Ka'de de farzdır, selam da farzdır, fakat teşehhüd vacip değildir. Bu görüşü savunanlar arasında Mâlik b. Enes, mezhebine mensup arkadaşları ve bir rivâyette Ahmed b. Hanbel'dir. Bunlar şu sözleriyle delil gösterirler: İftitah tekbiri ile Fâtiha'yı okumanın dışında hiçbir zikir vacip (farz) değildir. e- Beşinci görüş: Teşehhüd ve oturuş birer vaciptir, fakat selam vacip değildir. Aralarında İshak b. Raheveyh'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu görüştedir. İshak bunun için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Abdullah b. Mes'ûd'a teşehhüdün nasıl yapılacağını öğrettiği ve şunları söylediği hadisi delil göstermiştir: "Sen bunu bitirdin mi namazın da tamam olur ve üzerindeki mükellefiyeti eksiksiz yerine getirmiş olursun." Darakutnî der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Onu bitirdiğin takdirde namazın tamam olmuş olur" sözünü bazı raviler Züheyr'den naklederek hadise dercetmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözüne bitişik gibi göstermiştir. Ancak Şebâbe bunu Züheyr'den yaptığı rivâyetinde ayırdetmiş ve İbn Mes'ûd'un sözü olarak belirtmiştir. Onun bu ifadesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisine bu sözü dercedenlerden doğruya daha yakındır. Şebâbe ise güvenilir bir ravidir. Ğassan b. er-Rabi' de aynı şekilde ona uygun rivâyette bulunmuştur. O da hadisin son kısmını İbn Mes'ûd'un söylediği bir söz olarak ifade etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e refetmemiştir (ulaştırmamıştır.) İlim adamları namazın sonunda selam vermenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Vacip (farz) olduğu söylendiği gibi vacip olmadığı da söylenmiştir. Doğrusu vacip olduğudur. Çünkü Hazret-i Âişe'den ve Hazret-i Ali'den rivâyet edilen sahih hadis bunun vacip olduğunu göstermektedir. Bu hadisi şerifi Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivâyet ettiği gibi Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Muhammed b. Akîl'den, o Muhammed b. el-Hanefiyye'den, o Hazret-i Ali'den rivâyet etmektedir. Hazret-i Ali dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Namazın anahtarı abdest, onun tahrimi tekbir, tahlili ise teslimdir." Bu Hadîs-i şerîf, iftitah tekbirini almak ile selam vermenin vacip olduğunu gösteren asıl ' bir delildir. Ayrıca başka bir şeyin onların yerini tutmayacağını da göstermektedir. Nitekim başka birşeyin taharetin (abdestin) yerini tutmayacağı da ittfakla kabul edilmiştir. Abdurrahmân b. Mehdî der ki: Bir kişi namazına aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinden yetmiş isim ile başlayıp da tahrim tekbirini getirmeyecek (Allah Ekber demeyecek) olsa yeterli olmaz. Selam vermeden önce abdesti bozulursa bu da yeterli olmaz. Bu aynı zamanda Abdurrahmân b. Mehdî'nin Hazret-i Ali'nin hadisini sahih kabul ettiğini göstermektedir. Abdurrahmân b. Mehdî hadis ilminde hadisin sahih olanını olmayanından ayırdedebilmekte İmâmdır. Onun bu kanaati de yeterlidir. 19- İftitah Tekbiri'nin Hükmü: İlim adamları iftitah esnasında tekbirin vücûbu hususunda farklı görüşlere sahiptir: İbn Şihab ez-Zühri, Said b. el-Müseyyeb, el-Evzaî, Abdurrahmân ve bir grup ilim adamı: İhram tekbiri (iftitah tekbiri) vacip değildir, demişlerdir. İmâm Mâlik'ten İmâma uyan kimse hakkında bu görüşe delalet eden ifadeler rivâyet edilmiştir. Ancak onun mezhebinde sahih kabul edilen görüş ihram tekbirinin vacip olması ve bunun farz olup namazın rükünlerinden bir rükün olmasıdır. Doğrusu budur, Cumhûrun kabul etiği görüş de budur. Bundan farklı görüş belirtenlerin görüşlerini ise sünnet reddetmektedir. 20- İftitah Tekbiri'nin Sözleri: Namaza girmek için söylenmesi gereken lâfız hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, onun mezhebine mensup arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu tekbirden başkası yeterli değildir derler. Bunlara göre tehlil (la ilahe illellah), tesbih (sübhanallah), ta'zim (Allahu a'zam), tahmîd (elhamdülillah) demek yeterli değildir. Hicaz âlimlerinin ve Irak âlimlerinin çoğunluğunun görüşü budur. İmâm Mâlik'e göre ise ancak "Allahu Ekber" demek yeterli olur, başkası yeterli değildir. İmâm Şâfiî de böyle demiş ve ayrıca: "Allahu'l Ekber" ile "Allahu'l- Kebir" demenin yeterli olacağını da eklemektedir. İmâm Mâlik'in lehine delil, Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile başlar kıraate de "elhamdülillahi rabbil alemin" diyerek başlardı. Ayrıca Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadiste yer alan: "Onun tahrimi tekbirdir" hadisi ile (daha önce işaret edilen) Bedevî Arabın namaz kılmasını öğrettiği hadiste: "Tekbir getir" demesidir. İbn Mâce'nin Sünen'inde de şu rivâyet yer almaktadır: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe ile Ali b. Muhammed et-Tanafisî anlatarak dediler ki: Bize Ebû Üsame anlattı, dedi ki: Bana Abdülhamid b. Ca'fer anlattı dedi ki: Bize Muhammed b. Amr b. Atâ anlattı dedi ki: Ben Ebû Humeyd es-Saidî'yi şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) namaza kalktığında kıbleye yönelir, ellerini kaldırır ve: "Allahu ekber" derdi. Bu, tekbir lâfzının söylenmesi gereken muayyen lâfız olduğu hususunda açık bir nas ve sahih bir hadistir. Şair der ki: "Gördüm ki Allah herşeyden en güçlü, en büyüktür Ve herşeyden orduları da daha azimdir." Diğer taraftan "Allahu ekber" lâfzı kadîm oluşu da ihtiva etmektedir. Ancak "kebir" ya da "azim" lâfızları bu manayı ihtiva etmemektedir. Dolayısıyla "Allahu ekber" mana itibariyle daha beliğdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Hanîfe de der ki: Eğer kîşi "la ilahe illellah" diyerek namaza başlayacak olsa bu da yeterlidir. Şayet "allahumeğfirli (Allah'ım, bana mağfiret buyur)" diyecek olsa bu yeterli olmaz. Muhimmed b. el-Hasen de bu görüştedir. Ebû Yûsuf ise der ki: Eğer güzel bir şekilde tekbir alabiliyor ise böyle söylemek yeterli olmaz. el-Hakem b. Uteybe şöyle dermiş: Kişi tekbir yerine Allah'ı zikredecek olur ise bu da onun için yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: Ben güzel bir şekilde Kur'ân okumasını bilen bir kimsenin, bunun yerine tehlil ve tekbir getirip Kur'ân okumayacak olur ise namazının fasid olacağı hususunda (ilim adamlarının) görüş ayrılığı içerisinde olduklarını bilmiyorum. Bu görüşü kabul eden bir kimsenin, tekbir yerine başka birşeyin söylenmesinin yeterli olmasını da kabul etmemesi ve bu görüşü ileri sürmemesi gerekirdi. Tıpkı kıraatin yerini başka bir şeyin tutmaması gibi. Ebû Hanîfe der ki: Arapça olarak bu lâfzı güzelce söyleyebilse dahi Farsça tekbir getirmesi yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Hayır, yeterli olmaz. Çünkü bu müslüman cemaatlerin kabul ettiği görüşün hilafınadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine öğrettiğine muhaliftir. Onun kabul ettiği bu görüşüne uygun kanaat belirten kimsenin olduğunu da bilmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ümmet iftitah tekbiri esnasında niyetin vücubu üzerinde ittifak etmiştir. Bundan tek basit istisna bizim mezhebe mensup bazı kimselerden gelen rivâyettir. Buna dair açıklamalar da taharet ile ilgili âyet-i kerimenin tefsirinde gelecektir. Niyetin özü, emri verene emrettiğini kendisinden istenen şekilde yapmak suretiyle yakınlaşmak kastıdır. İbnu'l-Arabî der ki; Her niyette aslolan niyette belirtilen fiile başlamakla birlikte bu niyeti yapmaktır. Veya niyeti hatırdan çıkarmamak şartıyla fiile başlamadan önce bu kasdı içinde barındırmaktır. Şayet önceden niyet yapılır ve gaflet gelir, dolayısıyla bu halde iken ibadete başlanırsa önceki o niyet muteber değildir. Tıpkı fiile başladıktan sonra yapılan niyetin muteber olmayışı gibi. Ancak oruçta niyetin daha önce yapılmasına ruhsat vardır. Çünkü oruca başlamanın ilk vaktinde niyetin de bulunması oldukça büyük bir zorluktur. İbnu'l-Arabî der ki: Bize Ebû'l-Hasen el-Kurevî Askalan serhaddinde dedi ki: İmâmu'l-Harameyn'i şöyle derken dinledim: Kişi namaza başlayacağı esnada niyetini de hatırında, tutar. Sadece yaratıcıyı, alemin sonradan yaratılmış olduğunu ve nübüvveti düşünür. Nihâyet onun bu düşüncesi namaza niyete gelir karar bulur. Der ki: Bunun için de uzun bir zamana gerek yoktur. Bu, son derece kısa bir an içerisinde gerçekleşebilir. Çünkü cümlelerin öğretilmesi için uzun bir zamana gerek var, ancak bunların hatırlanması kısacık bir anda olur. Niyetin tamamlayıcı unsurlarından birisi de namazın tümünde niyetin bulunmasıdır. Ancak bu zor bir iş olduğundan dolayı şeriat namaz esnasında niyetin hatırdan gitmesini hoşgörü ile karşılamıştır. Hocamız Ebû Bekr el-Fihrî'yi Mescid-i Aksa'da şöyle derken dinledim: Muhammed b. Sahnûn dedi ki: Babam Sahnûn'u kimi zaman namazı bitirdiği halde kalkıp iade ettiğini gördüm. Ona: Neden böyle yaptın? dediğimde şu cevabı verirdi: Namaz esnasında niyet hatırımdan çıktı, işte bunun için namazı iade ettim. Derim ki: İşte bunlar namaza ait birtakım hükümlerdir. Diğer hükümlerine dair açıklamalar ise yüce Allah'ın güç ve yardımı ile bu kitabın ilgili yerlerinde gelecektir. Rükûdan, cemaatle namaz kılmaktan, kıbleden, namazları vakti içerisinde kılmaktan söz edileceği gibi yine bu sûrede korku namazından da kısmen söz edilecektir. Ayrıca namazın kısaltılması, korku namazı ile ilgili tamamlayıcı açıklamalar Nisa sûresinde, vakitlere ait açıklamalar Hud, İsra ve Rum sûrelerinde, gece namazı ile ilgili açıklamalar el-Müzemmil sûresinde, tilavet secdesiyle ilgili açıklamalar A'raf(6) sûresinde, şükür secdesiyle ilgili açıklamalar Sâ'd sûresinde hepsi yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır. "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" âyetine gelince; rızık, Ehl-i Sünnet'e göre helal veya haram olsun kendisiyle yararlanmanın mümkün olabildiği şeydir. Bu görüş "haram rızık değildir, çünkü onun mülk edinilmesi sahih değildir, Allah da haramı rızık olarak vermez, helali rızık olarak verir ve rızık ancak mülkiyet manasını taşıması halinde sözkonusu olur" diyen Mu'zetilenin görüşüne muhaliftir. Derler ki: Küçük bir çocuk hırsızlarla birlikte yetişse ve baliğ olup güç kazanıp o da hırsız oluncaya kadar hırsızların yedirdiklerinden başka hiçbir şey yemese, yine hırsızlık yapmaya devam edip ölünceye kadar çaldıklarını yemeyi sürdürse o şeye malik olmadığından dolayı Allah ona hiçbir rızık vermiş olmaz ve o Allah'ın rızkından herhangi birşey yememiş olarak ölür gider. Ancak bu tutarsız bir görüştür. Buna karşı delil ise şudur: Eğer rızık mülk olarak vermek anlamını Vaşısaydı çocuğun rızıklanan bir kimse olmaması gerekirdi. Yine çöllerde otlayan davarların aynı şekilde kuzu ve oğlakların da rızıklandırılanlardan olmamaları gerekirdi. Çünkü bu hayvan yavrularının analarının sütleri yavruların değil, analarına sahip olanların mülkiyetindedir. Ümmet, küçük çocuğun oğlak ve kuzu gibi hayvan yavrularının ve diğer davarların rızıklananlardan oldukları, yüce Allah'ın mülk edinenler olmamakla birlikte onlara rızık verdiği üzerinde icma ettiğine göre; rızkın gıda demek olduğu anlaşılmış olur. Çünkü ümmet, köle ve cariyelerin rızıklanan kimseler oldukları üzerinde ve aynı şekilde mülk edinemeyen kimseler olmakla birlikte yüce Allah'ın onları rızıklandırdığı üzerinde icma etmişlerdir. Böylelikle rızkın bizim dediğimiz gibi olduğu, onların ileri sürdükleri gibi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Allah'tan başka rızık veren olmadığının delili ise şu âyetlerdir: "Size gökten ve yerden rızık veren Allah'tan başka herhangi bir yaratıcı var mıdır?" (Fatır, 35/3); "Bol bol rızık veren şüphe yok ki, o pek çetin ve güç sahibi olan Allah'tır." (ez-Zariyat, 51/58); "Yeryüzünde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır." (Hud, 11/6) Bu husus kesindir. Hakiki anlamda rızık veren Allah'tır, Âdemoğlunun rızık verici olması ise kelimenin anlamını zorlamak halinde (mecazen) sözkonusu olabilir. Çünkü Âdemoğlu Fâtiha sûresinde de açıkladığımız gibi sonradan elinden alınacak bir şekilde malik olur. O da hiçbir şeklide mülk sahibi olmayan hayvanlar gibi gerçek anlamda merzûktur (yani Allah'tan rızık alandır). Ancak herhangi bir şeyi alıp kullanmasına izin verilmiş ise onun hükmü helaldir, alıp kullanmasna izin verilmemiş ise hükmü haramdır ve her ikisi de rızıktır. Üstün akla sahip kimselerden birisi yüce Allah'ın: "Rabbinizin rızkından yeyin, O'na şükredin. Hoş bir belde ve mağfireti bol bir Rabb.." (Sebe', 34/15) âyetinden hareketle şunlalrı söylemektedir: Burada mağfiretin sözkonusu edilmesi rızkın kimi zaman paramı olabileceğine işaret etmektedir. 23- Kelime Anlamı ile "Rızık": Yüce Allah'ın: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden" âyetinde yer alan "rızk" kelimesi dan masdardır. Razk şeklinde masdar rızk şeklinde isimdir. Çoğulu "erzak" şeklinde gelir. Rızk, ata (devlet tarafından verilen muayyen maaş) anlamına da gelir. "Er-Razıkiyye" beyaz keten bir kumaştır. askerler azıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. bir defalık rızık demektir. Dilciler böyle açıklamıştır. Diğer taraftan İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Rızk Ezdişenue kabilesinin lehçesinde şükür anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" (el-Vakıa, 56/82) âyetinin anlamı, şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız? demektir. Bu manada: Beni rızıklandırdı, demek bana şükretti, demek olur. Yüce Allah'ın: "İnfak ederler" âyetinin anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildiği zaman , satılan şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraftan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının ismi olan "en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya îman onun kalbinden çıkar. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" ismi verilir. ise, sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın: "O zaman infak olur (tükenir) korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) âyetinde yer alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir. Burada sözü geçen "nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat olduğu söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır denilmiştir. -Bu da İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir. Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dînar ile bir köle azad etmek uğrunda harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasında ecri en büyük olan, aile halkına harcadığındır." Sevbân'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin infak ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı dinardır." Ebû Kılabe -bu hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha sonra Ebû Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan veya yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da kendilerini zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha büyük ecir sahibi kim olabilir? Burada sözü geçen "infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiştir. -Bu ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâtın ancak kendine has olan lâfzı ile -ki o da "zekât" lâfzıdır- kullanıldığını gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lâfız ile sözkonusu edilecek olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Şayet infak lâfzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yüce Allah'a kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadakaların farz olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede yer alan diğer âyetleri nesheden âyetler nazil oluncaya kadar böylece devam etmiştir. Burada nafaka ile zekâtın dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekât lâfzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz olduğu anlaşılır. İnfak emrinin genel olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu âyet, kendilerine verilen azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedindedir. Bu ise ancak helalden olur. Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği zekât ve zekâtın dışında bazı hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler. Şöyle de denilmiştir: Ğayba îman kalbin işidir. Namaz kılmak bedenin işidir. "Kendilerine verdiğimiz azıklardan infak ederler" âyeti ile kasdedilen de malın payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur. Yüce Allah'ın: "Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" âyetinin te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimisi söyle demiştir: Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bunu Ebû Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir. 4Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de îman ederler. Onlar âhirete de yakîn ile inanırlar. Denildiğine göre Abdullah b. Selam gibi kitap ehlinden olup îman edenler kastedilmiş ve bu âyet-i kerîme onun hakkında nazil olmuştur. Önceki âyet-i kerîme ise Araplardan olup îman eden kimseler hakkında inmiştir. Şöyle de denilmiştir: Her iki âyet-i kerîme de mü’minler hakkındadır. Buna göre “onlar" kelimesinin i'rabı atıf olmak üzere mecrurdur. İsti'naf (yeni bir cümle başlangıcı) kabul edilerek merfu olması da uygundur; yani: "Onlar o kimselerdir ki..." Bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de mü’minleri hakkında kabul edenlere göre ise onlar" kelimesinin i'rabı mübteda olarak merfudur, haberi ise: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerindedirler..." âyeti olur. Bununla birlikte (önceki âyete) atıf olmak üzere mecrur olma ihtimali de vardır. "Sana indirilene" âyeti ile kastedilen Kur'ân-ı Kerîm'dir; "Senden önce indirilene" âyeti ile kasıt ise daha önce indirilen kitaplardır. Böyle bir îman ise yüce Allah'ın şu âyetinde kendilerinden haber verdiği yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarından farklıdır: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine îman edin' denildiği zaman: 'Biz bize indirilene îman ederiz' derler." (el-Bakara, 2/91) Denildiğine göre şu: "Onlar ğayba inanırlar" âyeti nazil olunca yahudiler ve hıristiyanlar: Biz ğayba îman ettik, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılarlar" âyetini duyunca da: Biz de namazı dosdoğru kılarız, dediler. Yüce Allah: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" âyeti hakkında da: Bizler infak eder ve tasaddukta bulunuruz, demişlerdir. Ancak: "Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de îman ederler" âyetini işitince bu işten kaçıp uzaklaştılar. Ebû Zer'den rivâyet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. O şöyle buyurdu: Yüzdört kitap. Allah Şit’e elli sahife, Ahnuh'a (İdris'e) otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife, Mûsa'ya Tevrat'tan önce on sahife indirmiştir. Ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'ı da indirmiştir. Bu hadisi el-Huseyn el-Âcurri ile Ebû Hâtim el-Busti rivâyet etmişlerdir. Burada şöyle bir soru ortaya atılabilir: Aralarındaki hükümlerin aykırılıklarına rağmen bunların hepsine îman etmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Sözkonusu olan hepsinin Allah tarafından indirildiğine îman etmektir. Bu, İslâm'dan önce indirilmiş şeriatlar gereğince ibadet etmenin sakıt olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci cevap: Îman önceden indirilmiş kitapların neshedilmemiş bölümleri hakkında sözkonusudur. Bu ise, önceki şeriatlere bağlanmayı gerekli görenlerin görüşüdür. -Yüce Allah'ın izniyle- buna dair açıklamalar da ileride gelecektir. Yüce Allah'ın: "Onlar âhirete de yakın ile inanırlar" âyetinden kasıt, onlar öldükten sonra dirilişi (ba'sı) ve neşri kesin olarak bilirler demektir. Yakîn: Şüphesiz bilgi demektir. hepsi aynı anlama (kesinlikle bildim, anlamına) gelir. kelimesinde ya harfinin vav oluş sebebi vav'dan önceki dammedir. Bundan küçültme ismi yapmak istediğimiz takdirde aslına döndürerek deriz. Küçültme ismi, (tasgir) ise kelimeleri asıl şekillerine döndürür. Çoğul yapmak da böyledir. "Yakin" kelimesiyle Arapların zannı ifade ettikleri de olur. Lağiv yemini ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri: Bu, kişinin Allah adına yakini bulunan bir işe (öyle zannettiği bir işe) yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır ki, o takdirde bu yemini yapanın herhangi bir sorumluluğu, keffareti yoktur, ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki: "Kızgın bir arslan anlamaya çalıştı ve Onu kendime feda edeceğimi ve kendisiyle dövüşmeyeceğimi zannetti. " Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Aslan geldi, devemi kokladı. Canımı kurtarmak için onu feda edeceğimi sanıyordu. Kendimi korumak kasdıyla devemi ona bırakacağımı, onunla çarpışarak kendimi tehlikelere atmayacağımı sanmıştı. Yakîn (kesin bilgi) anlamına "zan" kelimesinin kullanılmasına gelince; bu hem Kur'ân-ı Kerîm'de varid olmuştur, hem de şiirde bunun örnekleri pek çoktur. "Âhiret": Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuzdan dolayı "teehhur"dan türetilmiştir. Nitekim dünya ileride de açıklanacağı şekilde (yakın olmak) anlamına gelen "ed-dunuv"dan türetilmiştir. 5İşte onlar, rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir. en-Nahhas der ki: Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" harfi hitap içindir. el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan kelimesinin tekili de (........) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir. İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir: İşte onlar, benim kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?" (........)ın akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Vadideki konaklama yeri dışında kalan konakları yer O günlerden sonraki yaşayışı da." Yüce Allah da şu âyetinde bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanmıştır: "Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olurlar." (el-İsra, 17/36) İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." âyetinde Kaderiyye'nin; kendi îman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerinden yüce ve münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah burada "nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiyye'nin bu görüşlerine dair açıklamalar ile (Fâtiha sûresi 31. başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" âyeti ile ilgili ikinci başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. "Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridirler" âyetinde yer alan "onlar" kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "felâha erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna "fasıla" Kûfeliler de buna "imad" ismini verirler. "Felâha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin haberidir. Asıl itibariyle sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki: "Gerçek şu ki demir, demir ile yarılır" Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden kelimesi de burdan türemiştir. Bunu Ebû Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felâha eren) da sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu ismi alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl itibariyle dilde kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir. Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der ki: "Eğer ki bir kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder." Kapkaranlık cahili dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöyle demiştir: "Her kederden sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felâh olmaz. " Yani gece ve gündüzün gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Öyle topraklara yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir. Âd ve Himyer'den sonra da (hala) felahı umuyoruz. " Burda felâh'tan kasıt da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki: "İstediğini alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur. Ve akıllı kimse de mahrum bırakılıp aldatılabilir. " Demek istediği şudur: Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir, akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur. Buna göre yüce Allah'ın: "Ki onlar felâha erenlerin ta kendileridir" âyetinin anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felâh bulanlar; istediklerini elde edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kurtulanlardır, demektir. Anlam birdir. "Felâh" kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim Hadîs-i şerîfte şöyle denmiştir:... Neredeyse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Felahı kaçıracaktık? Ben: Felâh nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur. İşte bundan dolayı sahura "felâh" ismi verilmiştir. -Lâm harfinin şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitinde olduğu gibi araziyi süren demektir: "Onun kendisi ile yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. " Diğer taraftan örtfe "felâh"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden korkulan şeyden de kurtulmak anlamındadır. Bir soru: Peki Hamza kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri ötreli olarak neden okumamıştır? Cevap: Birinci grup kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi ötreli haliyle bırakılmıştır. Fakat öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "üzerlerine" (el-Bakara, 2/61) âyeti ile: "onlara iki..." (Yasin, 36/14) âyetinde onun gibi okumuştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine dair rivâyetlerden bilinen bir husustur. 6Gerçekten o inkâr edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. Îman etmezler. Yüce Allah mü’minleri ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda varacakları noktayı sözkonusu etmektedir. Küfür (inkâr), imanın zıddıdır. Âyet-i kerîme'de kastedilen de odur. Bazan nimet ve yapılan iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hazret-i Peygamber'in küsûf hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim. Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın Rasulu? diye sorulunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Küfürleri sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâfir mi oluyorlar? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nankörlük ederler, iyiliğe karşı nankörlük ederler. Onlardan birisine zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buhârî ve başkaları rivâyet etmiştir. Arap dilinde "el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "Bir gece içinde ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye "kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi örtmüş olur. Şair der ki: "Her ikisi de (erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde koruma altına alınmış yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti de böyledir: "Tan yerinin ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında) gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini ekincilerin (küffar) hoşuna giden yağmur gibidir." (el-Hadid, 57/20) Burada "küffar" ile ekinciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" ismini alırlar. "el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur. Yüce Allah'ın: "Onlar için birdir" âyetinin anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Burada soru edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki: "Ve bir gece ki karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de" âyetinde yer alan "inzâr" bildirmek ve tebliğ etmek demektir. İnzâr ancak korunup sakınmak için elverişli bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerektiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki: "Mühlet olduğu halde Aiürt inzâr ettin Sabah vaktinden önce, fakat Amr itaat etmedi. " "Filan oğulları bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır. İlim adamları bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu âyet umumi olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hakkında özel anlam ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kimseyi tayin etmeksizin insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulunduğunu bildiğini anlatmak istemiştir. İbn Abbâs ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerîme yahudilerin başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri bunlar arasındadır. er-Rabi' b. Enes de der ki: Bu âyet-i kerîme Bedir günü Savaşa katılan kesimlerin komutanları arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, âdeta küfür üzere öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir. İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler. "Îman etmezler" âyeti ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüphesiz inkar edenler îman etmezler, demektir. "(........) Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da söylenmiştir. Bundan sonraki âyetler ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir" mübteda olmak üzere merfudur. " Onları inzâr etsen de etmesen de" âyeti ise haberdir. Cümle ‘in haberidir. en-Nehhâs der ki: Yani onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyarmanın onlara hiçbir faydası olmuyor. Kıraat âlimleri "Onları inzâr etsen de" kelimesini farklı şekillerde okumuşlardır. Medineliler, Ebû Amr, el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sîbeveyh bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin şu sözleri de böyledir: "Ey Cülâcil ile Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim mi?" Burada yer alan kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöyle demiştir: "Uzandım, elimi gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu; Ona: Sen Zeydu'l-Eranib misin dedim." İbn Muhaysin'in de bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir. Veya kelimesi zaten istifhama delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Kabileden geçip gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın? Biraz beklesen sana ne zararı olur?" Sözlerinde de demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullanmış ve ile yetinip ayrıca elif kullanmamıştır. İbn Ebi İshak'ın da: şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hemzeyi yan yana getirmemek için de aralarına elif sokarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Ebû Hâtim der ki: Aralarına bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebû Amr ve Nafî' de bu şekilde çokça okurlar. Hamza, Âsım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile, şeklinde okurlar. Ebû Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir ihtimaldir. Sîbeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir. Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler. Ebû Hâtim de der ki: Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte burada yedi kıraat vechini gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir. Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şeklin çoğunluğun kabul ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: "işte sizler..." (Âl-i İmrân, 3/66 ve 119) âyeti hakkında: Bunun aslı: şeklindedir, demiştir. 7Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde perde vardır; onlar için büyük bir azap da vardır. Bu âyet ile ilgili açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. 1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer Nitelikleri: "Allah... mühür vurmuştur." Yüce Allah, bu âyet-i kerimede onların îman etmelerine neyin engel olduğunu: "mühür vurmuştur" âyeti ile açıklamaktadır. kelimesi birşeyi mühürlemek için kullanılan dan mastardır. Mühürlenen şeye denilir. Mübalağalı ifade etmek istendiği takdirde de kullanılır. Anlamı birşeyi örtmek ve bir başka şeyin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek demektir. kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benzeri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla onun ağzına başka birşeyin ulaşması ve içine muhteviyatından başka birşeyin konulması önlenmek istenir. Meani âlimleri şöyle demiştir: Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir: Hatm (mühürlemek) tab' (damgalamak) dîk (darlık), maraz (hastalık), reyn (kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasallallahü aleyhi ve sellemet (katılık), insiraf (haktan yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkâr. İnkâra dair şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve onlar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir." (en-Nahl, 16/22) Hamiyete dair de şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalplerine hamiyeti (taassub ve kibiri) cahiliyye hamiyetini koymuşlardı." (el-Feth, 48/26). İnsiraf (yüzçevirmeye) dair de şöyle buyurmaktadır: "Ve sonra yüzçevirip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplulukturlar." (et-Tevbe, 9/127) Kasallallahü aleyhi ve sellemet (katılık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı zikretmekten (anmaktan yüzçevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline." (ez-Zümer, 39/22); "Bundan sonra yine kalpleriniz taş gibi katılaştı." (el-Bakara, 2/74) Mevt (ölüm) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (el-En'am, 6/122); "Daveti kabul edenler ancak dinleyenlerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36) Reyn (günahların kalbi örtmesi) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Hayır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14) Maraz (hastalık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kalplerinde hastalık vardır." (el-Bakara, 2/10) Dîk (darlık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır." (el-En'am, 6/125) Tab' (damgalama) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Bunun için de kalplerine damga vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (el-Munafikun, 63/3); "Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155) Hatm (mühürlemek) hakkında da bu âyet-i kerimede: " Allah kalplerine. . . mühür vurmuştur." (el-Bakara 2/7) diye buyurmaktadır. Bütün bu âyetlerin yeri geldikçe -yüce Allah'ın izniyle- açıklamaları da yapılacaktır. Mühürlemek; açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu âyette geçtiği gibi manen de olabilir. Kalplerin mühürlenmesi yüce Rabbimiz hak Teala'nın hitaplarının anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur'ân-ı Kerîm'i anlamamaları ya da yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın yarattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır. İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Katâde ve başkalarının bu âyet-i kerîme ile ilgili açıklamalarının ifade ettiği mana budur. 3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve Îmanı Yaratması ve Kaderiyye: Bu âyet-i kerimede hidâyeti, dalaleti, küfrü ve imanı yüce Allah'ın yarattığının en açık bir delili, en anlaşılır bir ifadesi vardır. İşitenler ibret alınız; düşünenler hayret ediniz; şu kendilerinin îman ve hidâyetlerini yarattığını söyleyen Kaderiyye'nin akıllarına!... Mühürlemek, tab'etmek (damgalamak)ın kendisidir. Kalplerine, kulaklarına mühür vurulmuşken, gözleri üzerinde perde çekilmişken, gayretlerini ortaya koysalar dahi imanı nerede bulabilecekler, ne zaman hidâyeti elde edebilecekler? Onları saptırmış, sağır etmiş, gözlerfni kör etmişken, Allah'tan başka onlara kim hidâyet verebilir? "Allah kimi saptırısa artık ona hidâyet verecek hiçbir kimse yoktur" (er-Rad, 13/33) Allah'ın bu yaptığı saptırdığı ve yardımsız bıraktığı kimse hakkında adaletin kendisidir.. Zira o saptırdığı kimsenin lehine herhangi bir hak gerçekleşmiş olup da Allah o hakkı o kişiden alıkoymuyor ki adalet niteliği zail olsun. Aksine onlardan alıkoyduğu şey kendilerine ihsan etmek imkanına sahip bulunduğu lütfü ve keremidir. Yoksa onlar için hak olan birşeyi onlardan esirgemiş değildir. Kaderiyye: Mühür vurmanın, damgalamanın, perdelemenin anlamı, adlandırmak, hüküm vermek, onların îman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir; dese; Cevabımız şu olur: Bu tutarsızdır. Çünkü mühürlemenin ve damgalamanın hakikati kalbin kendisi sebebiyle mühürlenmiş ve damgalanmış hale geldiği fiildir. O bakımdan bu işin gerçek mahiyetinin adlandırmak ve hüküm olması düşünülemez. Çünkü: "Filan kişi mektubu damgaladı ve mühürledi" denildiği takdirde bu, hakikatte o mektubun kendisi sebebiyle damgalanmış ve mühürlenmiş hale geldiği fiildir. Yoksa öyle bir adın verilmesi ve öyle bir hükmün verilmesi değildir. Dilciler arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan ümmet şanı yüce Allah'ın kâfirlerin küfürlerine bir ceza olmak üzere, kâfirlerin kalplerini mühürlemek ve damgalamakla kendi yüce zatını nitelendirdiği üzerinde icma etmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, Allah küfürleri yüzünden kalplerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155) Ümmet, kâfirlerin kalplerinin peygamber, melekler ve mü’minler tarafından mühürlenip damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmişlerdir. Eğer mühürleyip damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten ibaret olsaydı, bu işin peygamberler ve mü’minler için imkansız olmaması gerekirdi. Çünkü hepsi de kâfirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış olarak adlandırırlar, onları dalalet içerisinde îman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan farklı bir mana ifade ettiği kesinlik kazanmış olur. Bu şanı yüce Allah'ın kendisi sebebiyle îman etmeyi engellediği, Allah'ın kalpte yarattığı bir manadır. Bunun delili; yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Biz böylece onu günahkarların kalplerine sokarız. Onlar buna inanmazlar." (el-Hicr, 15/12-13); "Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler... koyduk" (el-En'am, 6/25) ve benzeri başka âyetler. ".... kalplerine...." âyetinde kalbin bütün organlardan üstün olduğunun delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır. Herşeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb düşünce ve fikir yeridir. Kelime asıl itibariyle birşeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiğimiz takdirde kullanılan o şeyi çevirdim, çeviriyorum, döndürüyorum"dan mastardır. Kabı yüzüstü döndürdüğümüz takdirde şöyle denilir. Daha sonra bu lâfız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan şu organına ad olmuştur. Buna sebep ise oraya gelen düşüncelerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evirilip çevirilmesidir. Nitekim şöyle denilmiştir: "Kalbe kalp adının verilmesi onun evrilip çevirilmesinden dolayıdır. O bakımdan kalbin için döndürülmekten ve çevirilmekten sakın." İşte Araplar bu masdarı bu şerefli organın ismi olarak kullanmaya başladığından dolayı, başındaki kaf harfini kalın okuyarak kendisi ile kelimenin aslı arasında fark olduğunu göstermek istemişlerdir. İbn Mâce'nin Ebû Mûsa el-Eş'ari'den rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kalbin misali geniş bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer." İşte bu " anlam dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey kalplere sebat veren Allah'ım, Senin itaatin üzre kalplerimize sebat ver." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kadrinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna göre, ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle sözkonusu olmalıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer." (el-Enfal, 8/24) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. 5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi: Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de -onların başkanı ve hükümdarı olmasına rağmen- kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmaktadır: "Kişi doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır." Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi bir günah işlediği takdirde kalbi kararır. Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur." Daha sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hayır, bilakis onların kazandıkları kalpleri üzerine bir perde çekmiştir." (el-Mutaffifin, 83/14) âyetinde sözünü ettiği "er-rayn" işte budur. Mücâhid de der ki: Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır. "Derim ki: Mücâhid'in bu sözü ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz vücutta bir et parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü bozulur. Dikkat edin o kalptir." âyetinde mühürlemenin gerçek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Denildiğine göre, kalp bir çeşit çam ağacına benzer. Bu aynı zamanda Mücâhid'in sözünü desteklemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'in rivâyetine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize iki Hadîs-i şerîf söyledi ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu anda ikincisini beklemekteyim. O bize şunu anlattı: "Gerçek şu ki emanet yiğitlerin kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur'ân-ı Kerîm nazil oldu ve Kur'ân'ı da öğrendiler sünneti de öğrendiler." Daha sonra bizlere emanetin kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: "Kişi uykuya dalar, kalbinden emaneti alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur. Kalbinden emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır. Tıpkı ayağın üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen onu kabarmış görürsün fakat içinde hiçbir şey yoktur. -Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve onu ayağının üzerine yuvarladı- İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse emaneti yerine getirmez. O kadar ki: Filan oğulları arasında güvenilir bir kimse vardır, denilir. O kadar ki: Bu adam ne kadar kibar, ne kadar akıllı denilir, halbuki kalbinde hardal tanesi ağırlığında imandan eser yoktur. Bir zamanlar ben kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi etmezdim. Eğer bu kişi müslüman ise, (ve benim hakkım ona geçmiş ise) mutlaka dinine bağlılığı sebebiyle onu bana geri getirecek, şayet o bir hıristiyan, yahut bir yahudi ise, onun başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bugün ise, ben sizin aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım." Hazret-i Peygamber'in sözünü ettiği şekilde: "Ufak bir eser" ve "kabarcık" deyip bunu "ayağına yuvarladığın bir kor ateş gibi" diye açıklaması ve: "Senin onu kabarmış görmen" ifadeleri bütün bunların kalbe, etki eden ve hissedilir şeyler olduğunu göstermektedir. İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Huzeyfe'nin rivâyet ettiği şu hadiste de durum böyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çubuk çubuk olarak arzedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nokta konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembeyazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine içirilen hevayı bilir..." Bazan kalpten "tuâd" ile "sadr (göğüs)" diye de söz edilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu senin kalbine (fuad) iyice yerleştirelim diye böyle yaptık." (Furkan, 25/32); "Biz, göğsünü senin için genişletmedik mi?" (el-İnşirah, 94/1) Her iki âyette da onun kalbi kastedilmektedir. Bazan kalp ile aklın da kastedildiği olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak bunda kalbi olan... kimse için elbette öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kastedilen akıldır. Çünkü kalp çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre aklın yeridir. Fuâd kalbin yeridir, sadr ise fuâdın yeridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşitmeyi görmeye üstün tutanlar Yüce Allah'ın: "Kulaklarına" âyetini, lehlerine delil göstermişlerdir. Çünkü burada "kulaklar", "gözler"den önce zikredilmiştir. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa...." (el-En'am, 6/46); "Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi." (en-Nahl, 16/78) Bu görüşü savunanlar der ki: İşitme ile altı yönden de idrak edilir. Aydınlıkta da karanlıkta da idrak edilir. Fakat ancak karşı tarafta olanlar görülür ve ışık ve aydınlık vasıtasıyla görmek mümkündür. Kelamcıların çoğunluğu ise görmenin işitmeden üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü işitme ile ancak sesler ve sözler idrak edilir. Görme ile cisimler, renkler ve bütün şekiller idrak edilir. Bunlar derler ki: Görme ile alakalı olanlar daha çok olduğundan dolayı o daha üstündür. Ayrıca altı yönden görme ile idrakin mümkün olabileceğini de kabul etmişlerdir. 8- Gözlerin Çoğul Gelmesinin Sebebi: Neden "gözler" çoğul geldi de "işitme" tekil gelmiştir diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Buna sebep bu kelimenin mastar olmasıdır. Çok hakkında da az hakkında da kullanılır. Aynı zamanda "sem' (işitmek)" kendisi vasıtasıyla işitilen organın da adıdır. Bu organa fiilin masdarı isim olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Burada "işitme" bir topluluğa izafe edildiğinde dolayı bununla topluluğun işitmelerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "O (uçsuz bucaksız) yollarda leşleri vardır kusurlu develerin; kemiklerine gelince, (Üzerlerindeki etler vahşi hayvanlar tarafından sıyrıldığından dolayı) parlak ve beyazdır. Derileri ise (güneşte suyu çekilmiş) kupkuru kesilmiştir." Şair burada çoğul olarak "derileri" kastettiği halde "deri" kelimesini tekil olarak kullanmıştır. Çünkü o topluluğun birtek derisinin olamayacağı bellidir. Bir başka şair de benzeri bir durum hakkında şöyle demektedir: "Biz esir alınmışken öldürülmeyi olmayacak birşey sayma Boğazınızda bir kemik vardır ve biz kahrolduk." Burda "boğazlarınızda" kastediyor. Bir başka şairin şu sözleri de bunun gibidir: "Sanki o, kızmış iki Türk'ün suratı gibidir Hızlıca atını sürüp mızrağı için hedef alan gibi." Burada "iki yüz" kastettiği halde "iki Türkün suratı" demiştir. Çünkü iki kişinin tek bir yüzü olmayacağı bilinen bir şeydir. Bunun misali gerçekten çoktur. Âyetin bu bölümü çoğul olarak: onların kulaklarına" şeklinde de okunmuştur. Anlamının "işitme yerlerine" olması da muhtemeldir. Çünkü işitmeye mühür vurulmaz.. İşitme yerlerine mühür vurulur. Bu şekilde muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. "Sem': İşitmek" dinlemek anlamında da kullanılır. Bu bakımdan "senin benim sözlerimi dinlemen hoşuma gider" anlamında ifadesi kullanılır. Avcının sesine ve köpeklerin havlamasına kulak veren bir öküzün durumunu anlatan Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de böyledir: "Uzaktan uzağa gelen sese büyük bir maharetle kulak verdi O gizli sesi duymak için ve duyduğunda onun yalan yok, o bir gerçekti." (Sin harfinin esreli mim harfinin de sakin okunması ile): "es-Sim"1 şeklindeki kelime insanın güzel bir şekilde sözkonusu edilmesi demektir. Yine kurdun sırtlandan olma yavrusuna da "sim"' denir. Burada kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık "perde" kelimesi mübteda olarak merfudur ve ondan önceki ifadeler de haberdir. "Kalpleri" âyeti ile ona atfedilen kelimelerdeki zamirler şanı yüce Allah'ın ezelden beri îman etmeyeceklerini bildiği Kureyş kâfirleri hakkındadır. Bunun münafıklar, yahudiler hakkında olduğu söylendiği gibi bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu daha geneldir. Buna göre mühürlemek kalpler ve kulaklar, perdelemek ise gözler hakkında sözkonusudur. Ğişâ, örtü, perde demektir. Eğer örtüsü anlamına gelen tabiri de burdan gelmektedir. Birşeyi örtüp kapatmak için fiili kullanılır. en-Nâbiğa der ki: "Zübyanoğullarına şanımı ne diye sormadın? Saçları ağarmış ve kumara katılmayıp kavmiyle birlikte etlerinden yiyen kimseyi duman örttüğü zaman." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Gözüm üzerinde perde varken seninle arkadaşlık ettim. Gözüm açılınca kendimi parçalarcasına kınadım." İbn Keysan der ki: "Gişâve" kelimesinin çoğulunu yapmak isterseniz, sondaki "h" harfini hazfederek (sonu hemzeli) "ğişâ" dersiniz. el-Ferrâ', "edavi" gibi "ğeşavi" şeklinde yapılacağını da nakletmiştir. Burada bu kelime şeklinde nasb ile ve: "Ve gözlerine perde çekti" anlamında da okunmuştur. O takdirde şairin şu sözlerine benzer: "Ben ona saman ve soğuk su yedirdim." Bir başka şair de buna benzer şöyle demiştir: "Keşke senin kocan gitseydi Kılıç ve mızrak kuşanmış olarak." Burada önceki mısrada anlam "... ve ona su içirdim" şeklinde sonraki beyitte ise: "Ve mızrak taşımış olarak" şeklindedir. Çünkü mızrak kuşanılmaz. el-Farisi der ki: Normal genişlik ve tercih halinde böyle bir kullanım hemen hemen görülmez gibidir. Buna göre bu kelimenin ref" halinde okunması daha güzeldir. O takdirde aradaki "vav" harfi de cümlenin cümleye atfedilmesi olur. el-Farisi der ki: Ben "el-Ğişave"den gelen ve çekimi yapılan vav'lı bir fiil bilmiyorum. Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: "Gişave: Perde" kulaklar ve gözler üzerindedir. Bu durumda kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Başkaları da şöyle demiştir: Mühürlemek hepsi hakkındadır. Gişave (perdelemek) ise mühürlemenin kendisidir. Buna göre (..........) kelimesi üzerinde durak yapılır. el-Hasen de ğayn harfinin ötreli okunması suretiyle şeklinde okurken Ebû Hayve de o harfi üstün olarak okumuştur. Ebû Amr'dan ise, şeklinde masdarın aslına irca ederek okuduğu rivâyet edilmiştir. İbn Keysan der ki: Bunun şekillerinde okunması caizdir. Fakat en güzel okuyuş şeklindedir. Araplar birşeyi kapsamak, üzerinde olmak anlamında kullanılan herşey hakkında bu vezin ile bu kelimeleri kullanırlar. İmâme (sarık), kinane (ok torbası), kilade (gerdanlık), isabe (başa bağlanan bez) ve benzeri şeyler. Şanı yüce Allah'ın: "Ve onlar için" âyetinden kasıt yalanlayan kâfirlerdir. "Büyük bir azap vardır" âyeti ile de bu azâbın niteliği belirtilmektedir. Azaba örnek olarak kamçı ile vurmayı, ateş ile yakmayı ve buna benzer insana acı ve ıstırap veren şeyleri gösterebiliriz. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ve mü’minlerden bir grup onların azaplarına şahit olsunlar." (en-Nûr, 24/2) diye buyurulmaktadır. Azâb kelimesi, alıkoymak ve engellemekten türetilmiştir. "Onu filan şeyden alıkoyarım ve engellerim" anlamında: denilir. Suyun tatlılığını ifade etmek üzere "uzube" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. Çünkü suyun arılaşmak ve ona karışan şeylerin ayrılmasını sağlamak üzere kapta alıkonulmak suretiyle tatlı olması sağlanmak istenir. Ali (radıyallahü anh)'ın şu sözü de böyledir: yani hanımlarınızı dışarıya çıkmaktan alıkoyunuz" demektir. Yine Hazret-i Ali'nin bir askerî birliği uğurlarken şöyle dediği nakledilmektedir: Nefislerinizi kadınları hatırlamaktan alıkoyunuz. Çünkü bu sizin gaza arzunuzu kırar." Herhangi bir şeyden alıkoyduğun herkesi "azablandırmış olursun." Meselde şöyle denilmiştir: "Yemin olsun ben sana engelleyici bir gem takacağım." Yani insanlara yüklenmeni önleyecek bir engel takacağım, demektir. Birşeyden imtina etmek anlamında imtina etti, başkasını alıkoymak anlamında da: başkasını alıkoydu" denilir. Buna göre bu fiil hem lazım (geçişsiz), hem de müteaddi (geçişli )dir. Azaba bu adın veriliş sebebi, ona mahkum olan kimseden insan bedenine uygun gelen her türlü hayırın alıkonulup engellenmesi, bunun zıddı olan şeylerin ise üzerine yağdırılması, boşaltılmasıdır. 8İnsanlardan kimisi: «Allah'a ve âhiret gününe inandık derler.» Halbuki onlar îman etmiş değillerdir. Âyeti ile ilgili açıklamalar yedi başlık halinde ele alınacaktır: İbn Cureyc, Mücâhid'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bakara sûresinde mü’minler hakkında dört âyet, kâfirlerin nitelikleriyle ilgili iki âyet, münafıklar hakkında da onüç âyet-i kerîme nazil olmuştur." Esbat'ın es-Süddi'den yüce Allah'ın: "İnsanlardan... " âyeti hakkında: Onlar münafıklardır, dediğini rivâyet etmektedir. Sufi âlimleri der ki: "en-Nas" bir cins ismidir. Veli (dost) edinilen kimselere ise cins ismiyle hitap edilmez. Nahivciler "en-nas" kelimesi hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bunun çoğul isimlerinden birisi olup "insan" ile "insane" kelimesinin lâfzı değiştirilerek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin "nüveys" olduğu belirtilmiştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket anlamına gelen en-nevs'ten gelmektedir. O bakımdan " Hareket etti, eder" denilir. Umm Zer' hadisi diye bilinen hadiste de şu ifadeler geçmektedir: "Kulaklarıma aşağı doğru sarkan ve hareket eden küpeler verdi." Bunun Unuttu" kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs der ki: Âdem (aleyhisselâm) Allah'ın ahdini unuttuğundan dolayı "insan" ismini almıştır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Âdem unuttuğundan (ya da; Âdem'e unutturulduğundan) dolayı onun zürriyyeti de unuttu." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik ve o unuttu." (Taha, 20/115) İleride gelecektir. Buna göre insan kelimesinin başındaki hemze fazladandır. Şair der ki: "Bu ahidleri sakın unutma. Çünkü, Sen unutkan olduğun için sana insan ismi verildi." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Eğer önceden sana vermiş olduğum sözleri unutursam Bağışla. Çünkü ilk unutan kişi insanların ilkidir." İnsana bu adın veriliş sebebinin onun (Hazret-i Âdem'in) Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir. Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla bu adın verildiği de söylenmiştir. O takdirde kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur. Şair der ki: "İnsana ancak ünsiyyeti dolayısıyla bu isim verilmiştir Kalbe ise ancak dönüp durmasından (niyetleriyle evirilip çevirilmesinden) bu ad verilmiştir." 3- Münafıklar da Bir Çeşit Kâfirdir: Yüce Allah, önce mü’minleri sözkonusu etti. Şeref ve faziletleri dolayısıyla önce onların niteliklerini belirtti. Daha sonra onların zıddı olarak kâfirleri zikretti. Çünkü küfür ve îman iki ayrı taraftır. Arkasından münafıkları zikredip az önce kendilerinden söz ettiği kâfirlere kattı. Çünkü yüce Allah: "Onlar îman etmiş değillerdir" âyeti ile mü’min olmadıklarını belirtmektedir. Bu âyet ile Kerramiye'nin: "Kalp inanmasa dahi îman dil ile söylemekten ibarettir." görüşü reddedilmektedir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın: "Allah da onları söylediklerinden dolayı... mükâfatlandırdı" (el-Maide, 5/85) âyetini delil gösterir ve derler ki: Burada yüce Allah: "Söylediklerinden ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı" diye buyurmamıştır. Delil olarak Hazret-i Peygamber'in şu sözlerini de gösterirler: "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri takdirde ise kanlarını ve mallarını bana karşı korumuş olurlar." Ancak onların ileri sürdükleri bu görüş bu konuda kusurlu olduklarını ve donukluklarını ortaya koymakta: Kur'ân ve Sünnnetin söz ve inanç ile birlikte amelde de bulunmak gerektiğini belirten buyrukları üzerinde düşünmeyi terkettiklerini göstermektedir. Oysa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle de buyurmuştur: "Îman, kalp ile bilmek, dil ile söylemek, azalar ile de amel etmektir." Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Buna göre Sicistanlı Muhammed b. Kerram'ın ve onun görüşünü kabul edenlerin benimsedikleri kanaat nifakın kendisi ve bizzat ayrılıktır. Yardımsız bırakılmaktan ve kötü inançtan Allah'a sığınırız. 4- Mü’min ve Kâfir'in Türleri: Bizim (Mâlikî mezhebine mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Mü’min iki türlüdür: Birisi Allah'ın sevdiği ve dost edindiği mü’min, diğeri ise Allah'ın sevmediği ve dost edinmediği, aksine buğzedip düşmanlık ettiği mü’min. Îman ile vefat edeceğini bildiği her mü’mini Allah sever, onu dost edinmiştir, ondan razıdır. Allah küfür üzere öleciğini bildiği herkese de buğdezer, ona gazap eder, ona düşmandır. Ancak bu onun imanı sebebiyle değildir. Aksine, vefatı esnasındaki küfür ve dalaleti dolayısıyladır. Kâfir de iki türlüdür. Birisi kaçınılmaz olarak ceza görecek, diğeri ceza görmeyecek kâfirdir. Ceza görecek olan kâfir, küfür üzere ölen kişidir. Allah böyle bir kimseye gazap eder ve ona düşmandır. Cezalandırılmayacak kişi ise îman üzere ölen kişidir. Yüce Allah böyle birisine azap etmez, buğzetmez, aksine onu sever, onu dost edinir. Hali hazırdaki küfrü sebebiyle değil, îman üzere vefat edeceğinden dolayı böyledir. 5- Mutlak Olarak Sevap Ya da Ceza Göreceğini Söylemek: Buna göre mutlak olarak: "Mü’min, sevap kazanmayı hakeder, kâfir de cezayı hakeder" demek câiz değildir. Aksine bunun îman ile kayıtlı olarak söylenmesi gerekir. İşte bundan dolayı şöyle deriz: Putlara taptığı esnada, yüce Allah Hazret-i Ömer'den razı idi. Onun sevap kazanmasını murad ediyor, cennete gitmesini istiyordu. Puta taptığından dolayı değil, fakat mü’min olarak vefat edeceğinden dolayı böyle idi. Diğer taraftan, ibadet ettiği esnada bile İblis'e gazap etmiş idi. İbadet ettiği esnadaki halinden dolayı değil, sonunda küfür üzere öleceğinden dolayı. Bu hususta Kaderiyye farklı bir kanaat belirterek muhalefet etmiş ve şöyle demiştir: Hayır, ibadeti esnasında Allah İblis'e gazap etmemiştir. Putlara taptığı vakit de Allah Ömer'den razı değildi. Ancak bu görüş tutarsızdır. Çünkü şanı yüce Allah İblis'in (Allah'ın laneti üzerine olsun) ne halde öleceğini bildiği gibi, Hazret-i Ömer'in de ne şekilde vefat edeceğini ezelden beri biliyordu. Böylelikle Allah'ın İblis'e ezelden beri gazap ettiği ve Ömer'i sevdiği sabit olmuş olur. Buna delil ümmetin şu husus üzerine icma etmiş olmasıdır: Şanı yüce Allah cehennem ehlinden olduğunu bildiği kimseyi sevmez. Aksine o kimseye gazap eder. Diğer taraftan cennet ehlinden olduğu kimseleri de sever. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki ameller, son hallere göredir." Bu bakımdan sûfî ilim adamları şöyle der: Îman kulun söz ve fiil olarak kendisiyle süslenip bezendiği şeyler değildir. Îman, ezelden beri kişinin mutluluğuna dair cereyan etmiş olan hükümdür. Bunun beden üzerinde ortaya çıkması ise, kimi zaman iğreti olarak sözkonusu olabilir, kimi zaman da bir hakikat olarak ortaya çıkabilir. Derim ki: Bu, Müslim'in Sahih'inde ve başka hadis kaynaklarında sabit olan Abdullah b. Mes'ûd'un şu hadisindeki ifadeyi dile getirmektedir: Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Doğru söyleyen ve doğruluğu tasdik edilen Resûlüllah bize anlattı: "Sizden her bir kimsenin yaratılışı annesinin karnında kırk gün tutulur. Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) olur. Sonra bunun kadar bir süre bir çiğnemlik (et parçası) olur. Sonra Allah meleği gönderir. Bu melek ona ruh üfler. Ona dört husus emredilir: Rızkını, ecelini, amelini bedbaht mı yoksa mutlu mu olacağını yazması emredilir. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan adına yemin ederim, sizden herhangi bir kimse, cennet ehlinin amelleriyle amel eder. O kadar ki kendisi ile cennet arasında sadece bir arşınlık mesafe kalır, fakat onun için takdir edilen hüküm onu geçer ve cehennem ehlinin ameli ile iş yapar ve böylelikle oraya girer. Ve yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder, o kadar ki kendisi ile cehennem arasında bir arşınlık mesafe kalır. Fakat onun hakkında yazılmış olan hüküm onu geçer ve cennet ehlinin ameli ile amelde bulunarak oraya girer." Denilse ki: İmâm, hadis hafızı, Ebû Muhammed Abdülğani b. Said el-Mısrî'nin zındıklık sebebiyle asılmış Muhammed b. Said eş-Şami'den -ki bu; Muhammed b. Ebû Kays'tır- onun Süleyman b. Mûsa'dan -ki bu da el-Eşdak diye bilinir- onun Mücâhid b. Cebr'den, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre: Bize Ebû Rezin el-Ukayli haber vererek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Ey Ebû Rezin, ben ve sen tadı hiçbir şekilde değişmeyen bir sütten, (cennette) içeceğiz" Ben dedim ki: Allah ölüleri nasıl diriltir? Bana şu cevabı verdi: "Kurumuş halde sana ait olan bir araziden hiç geçtin mi, sonra aynı yerden geçerken onun yeşermiş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken, tekrar kurumuş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken yine yeşermiş olduğunu hiç gördün mü?" Ben: Gördüm, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." Ben yine: Benim mü’min olduğumu nasıl bilebilirim? dedim şu cevabı verdi: "Bu ümetten -İbn Ebi Kays der ki: Veya benim ümmetimden diye buyurdu- olan herkes bir iyilik yapar, bunun iyilik olduğunu bilir ve buna karşılık Allah'ın kendisine hayır ile karşılık vereceğini bilirse veya bir kötülük işler, bunun kötülük olduğunu bilir, Allah'ın buna karşılık ona kötü bir ceza vereceğini yahut o kötülüğü ona bağışlayacağını bilirse o kişi muhakkak mü’mindir." Derim ki: Bu Hadîs-i şerîf senet itibariyle her ne kadar güçlü değil ise de manası doğrudur ve İbn Mes'ûd tarafından rivâyet edilen az önce kaydettiğimiz Hadîs-i şerîfe aykırı değildir. Çünkü o Hadîs-i şerîfteki ifade ölüm hali ile alakalıdır, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ameller ancak sonuçlan iledir" hadisini andırmaktadır. Bu Hadîs-i şerîf ise, böyle olan kimsenin o haliyle mü’min olacağını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7- Münafık'a Bu Adın Veriliş Sebebi: Dil âlimleri der ki: "Münafık"a münafık deniliş sebebi, içinde gizlediğinden başka birşeyi açığa vurmasıdır. Bu isimin ona verilmesiyle o, yafean faresi denilen hayvana benzetilmiştir. Bu cerboa (Arap tavşanı, yaban faresi) denilen hayvanın "en-Nafika (bugünkü diliyle tünel anlamında)" ismini alan bir deliği bulunur. İkinci bir deliği daha vardır ki o deliğin ismi da "el-Kâsiâ"dır. Bu hayvan yeri deler, içeri girer. Yerin yüzeyine yakın ve toprağı inceltinceye kadar deliğini sürdürür. Herhangi bir tehlike sezdiği vakit kafası ile bu toprağı iter ve dışarı çıkar. O bakımdan bu hayvanın deliğinin dışı toprak, içerisi ise, kazılmış halde olur. Münafıkın durumu da işte böyledir. Onun dış görünüşü îman , içi ise küfürdür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce geçmiş bulunuyor. 9Allah'ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar, halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar. İlim adamlarımız der ki: "Allah'ı... aldatmaya çalışırlar" âyeti, kendilerince ve kendi kanaatlerine göre onu aldatmaya çalışırlar demektir. Allah'ın bu şekilde buyurmasının sebebi, yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine benzediğinden dolayıdır. Bu ifadede bir hazf (söylenmemiş bir lâfız)ın olduğu da ileri sürülmüştür. Bunlara göre ifadenin takdiri şöyledir: "Onlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı aldatmaya çalışırlar." Bu görüş el-Hasen ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Bu şekilde onların Allah'ın Peygamberini aldatmaya çalışmaları bizzat Allah'ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş olur. Çünkü Allah onları peygamberine verdiği risalet aracılığıyla çağırmaktadır. Aynı şekilde mü’minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de Allah'ı aldatmaya kalkışmaları demektir. Onların aldatmaya çalışmaları, içlerinde gizledikleri küfre uymayan açığa vurdukları imanlarıdır. Bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak isterler. Böylelikle kurtulduklarını ve karşılarındakini aldattıklarını sanırlar. Bunu tefsir ilmiyle uğraşan birtakım kimseler söylemiştir. Dil bilginleri de der ki: Arap dilinde aldatma (el-had')ın asıl anlamı, fesat ve bozuluştur. Bunu Saleb İbnu'l-Arabi'den nakletmekte ve şu beyiti buna delil göstermektedir: "Rengi beyaz tadı lezzetlidir Tükürük bozulursa da yine tükürüğü hoştur." Derim ki: Buna göre "Allah'ı aldatmaya çalışırlar" âyetinin anlamı şöyle olur.- Onlar kendileriyle Allah arasındaki hallerde riyakarlıkta bulunmak suretiyle îman ve amellerini bozarlar. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den de - ileride açıklanacağı üzere- bu şekilde açıklandığına dair rivâyet gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "İnsanlara karşı riyakarlık yaparlar" (en-Nisa, 4/142) diye buyurulmaktadır. Bunun asıl itibariyle gizlemek demek olduğu da söylenmiştir. Eşyanın içerisinde bulunduğu evin gizli saklı tarafına da "el-mehda" tabirinin kullanılması da buradan gelmektedir. Bunu İbn Faris ve başkaları nakletmektedir. Araplar da Kertenkele yuvasında gizlendi" derler. Yüce Allah'ın: "Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar" âyetinde bir olumsuz ifade ve bir olumluluk vardır. Yani bu aldatmanın akıbeti yalnızca kendilerini bulur. "Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, ancak kendisini aldatır" diye bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kimseyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur. Bu aynı zamanda Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: "Allah'ı aldatmaya çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve yo kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır." Bunu duyanlar: Ey Allah'ın Peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin." Yüce Allah'ın da ne şekilde aldattığı: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) âyeti tefsir edilirken açıklanacaktır. Nafi', İbn Kesîr ve Ebû Amr, bu kelimeyi her iki yerde de lâfızlar arasında da cinas olsun diye şeklinde okumuşlardır. Âsım, Hamza, Kisai ve İbn Amir ise ikinci kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin mastarı Hı harfinin esreli okunuşu ile ve şeklindedir. Bunu Ebû Zeyd nakletmiştir. Muverrik el-İcli ise, ya harfini ötreli, hı harfini üstünlü, dal harfini şeddeli olmak üzere ve çoğul ifade edecek şekilde Allah'ı çokça aldatmaya çalışırlar" şeklinde okumuştur. Ebû Tâlût Abdüsselâm b. Şeddâd ile el-Cârûd ise, ya harfi ötreli, hı harfi sakin ve dal harfi üstün olmak üzere şeklinde ve: "Ancak kendileri tarafından aldatılmaktadırlar" anlamında okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, aradaki harf-i cer hazfedilmiş olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Mûsa kavmini (n arasından)., seçti" (el-A'râf, 7/155) anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın: "... farkına varmazlar" âyetinin anlamına gelince, yani onlar bu aldatmalarının vebalinin tekrar kendilerine döneceğini bilmezler. Bu aldatmaları sayesinde kurtulduklarını ve amaçlarına ulaştıklarını sanırlar. Ancak bu, dünyada böyledir. Âhirette ise, -ileride de görüleceği gibi- onlara: "Geride bıraktığınıza dönün de nûr arayın" (el-Hadid, 57/13) denilecektir. Dilciler der ki: birşeyin farkına varıldığı zaman: Farkına vardım" denilir. Şair kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü şair başkasının farkına varamadığı, değişik birtakım anlamların farkına varabilir. Arapların: Keşke bilmiş olsaydım, anlamında kullandıkları şeklindeki deyimleri de buradan gelmektedir. 10Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırdı. Yalan söylediklerinden dolayı onlara acıklı bir azap vardır. "Kalplerinde hastalık vardır" âyeti mübteda ve haberdir. "Hastalık" onların inançlarındaki bozukluğu ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmış bir deyimdir. Bu ise ya şüphe ve münafıklıktır veya inkâr ve yalanlamaktır. Anlamı şudur: Günah işlemek kastı sebebiyle, tevfik, koruma ve destekten uzak olduğundan dolayı kalpleri hastadır. Dil bilgini İbn Faris der ki: Hastalık bir rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla insanın sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan herşeyin adıdır. Kur'ân okuyucuları: hastalık" kelimesindeki "radıyallahü anh" üstün okunacağı üzerinde icma etmişlerdir. Ancak el-Esmai'nin Ebû Amr'dan rivâyetine göre o "radıyallahü anh" harfini sükûnlu okumuştur. "Allah onların hastalıklarını artırdı." Bu onlara bir bedduadır, denilmiştir. Küfürlerine karşılık ceza olmak üzere Allah onların şüphelerini, münafıklıklarını, yardımsız kalıp zayıflıklarını, güçsüz kalıp acizliklerini daha da artırsın, demek olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ey rüzgarları güneyden ve saba (doğu)dan gönderen Zeyd (kabilesi) gazaplandı mı sen de onların gazaplarını artır." Yani, kendilerini kızdıran şeyin intikamını almak fırsatını verme. Buna göre bu âyet-i kerimede münafıklara beddua etmenin, onları kovup uzaklaştırmanın câiz olduğuna delil vardır. Çünkü münafıklar Allah'ın yarattıklarının en kötüleridir. Bu âyetle yüce Allah onların hastalıklarının daha da arttığını haber vermektedir. Yani Allah onların hastalıklarına hastalık katmıştır, demek olur. Nitekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır. "Onların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (et-Tevbe, 9/125) Meânî bilginleri de der ki: "Kalplerinde hastalık vardır"ın anlamı: Onlar dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gafil olup ondan yüzçevirmeleri dolayısıyla kalplerinde hastalık vardır. "Allah onların hastalıklarını artırdı" âyetinin anlamı da: Allah onları kendi hallerine bıraktı. Dünyanın bütün keder ve endişelerini onlar için bir araya getirdi. Bunlardan vakit bulup da dinlerine gereken önemi vermeye fırsat bulamadılar. "Onlara acıklı bir azap vardır." Fani olanlar sebebiyle kalıcı bir azapları olacaktır. Cüneyd der ki: Azaların hastalanması bedendeki rahatsızlıklardan dolayı olduğu gibi, kalplerin hastalıkları da hevâya uymaktan kaynaklanır. "Onlara acıklı bir azap vardır" âyetinde yer alan "elim (acıklı)" kelimesinin Arap dilindeki anlamı, acı veren, can yakan demektir. Nitekim "es-Semî"' kelimesi de işittiren anlamına kullanılır. Zu'r-Rimme bir devenin niteliğini anlatırken, şöyle der: "Uzun boylu develeri hızlıca koşturturuz Yüzlerine elim (yakıcı) bir ısı vurarak." Acı ve ıstırap verdiği takdirde kelimesi kullanılır. Ağrıtmak anlamına kelimesi, ağrı anlamına da ….kelimesi kullanılır. Acı ve ıstırap duymayı ifade etmek ivçin de kelimesi kullanılır. "Elim" kelimesinin çoğulu, "ulemâ şeklinde gelir, kerim ve kürema gibi. A'lâm da "eşraf" kalıbında acılar anlamındadır. "Yalan söylediklerinden dolayı....." yani peygamberleri yalanlayıp yüce Allah'ın âyetlerini reddedip âyetlerini yalanladıkları için. Bu açıklamayi Ebû Hâtim yapmıştır. Âsım, Hamza ve Kisai (..........) şeklinde okumuşlardır. "Yalan söylemeleri ve îman etmedikleri halde îman ettik demeleri sebebiyle..." demek olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in münafıklıklarını bildiği halde münafıkları neden öldürmediği hususunda ilim adamlarının dört ayrı görüşü vardır: 1- Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Onları öldürmeyişinin sebebi kendisinden başka onların durumunu bilenin olmayışıdır. İlim adamları çok büyük bir çoğunlukla Hakim'in kendi bilgisine dayanarak öldürme cezası vermeyeceğini kabul ederler. Ancak diğer hükümler hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbnü'l-Arabi der ki: Şu kadar var ki bu görüş çürüktür. Çünkü el-Mücezzer b. Ziyad'a karşılık olarak (kısasen) el-Haris b. Süveyd b. es-Samit öldürülmüştür. Çünkü el-Mücezzer, el-Haris'in babası olan Süveyd'i (cahiliyye döneminde Evs ile Hazrecliler arasında cereyan eden) Buas günü Savaşında öldürmüştü. Ancak el-Haris İslâm'a girmiş ve Uhud Savaşında el-Mücezzer'in gafil olduğu bir anı yakalayarak Uhud günü öldürmüştü. Durumu Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber verince ona karşılık olmak üzere el-Haris'i öldürdü. Çünkü el-Mücezzer'in öldürülüşü hile (gafil avlayarak) ile olmuştur. Gafil avlayarak öldürmek karşılığında ölüm cezası ise, Allah'ın hadlerinden birisidir. Derim ki: Böyle bir açıklama İbnü'l-Arabi gibi bir İmâmın bir yanılmasıdır. Çünkü sözü geçen icma eğer sabit olmuş ise bu, sözü geçen olayın hükmünü bozmaz. Çünkü icmaın gerçekleşmesi ve sabit olması, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatı ve vahyin kesilmesinden sonra olur. Buna göre bu, vahiy ile muayyen bir olay hakkında verilmiş bir hüküm demektir. O bakımdan bu delil gösterilemez. Veya icma ile neshedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Şâfiî mezhebi âlimleri der ki: Onları öldürmeyişinin sebebi, küfrünü gizleyen imanını açığa vuran kişi demek olan, zındıkın tevbe etmesinin istenip öldürülmeyişidir. İbnü'l-Arabi der ki: Ancak bu bir vehimdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) münafıkların tevbe etmelerini istemediği gibi, bunu kimse de nakletmiş değildir. Hiçbir kimse de: Zındıkın tevbe etmesinin istenmesi vaciptir, demiş değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların durumlarını bildiği halde onlardan yüzçeviriyordu. İşte Şâfiî mezhebi mensuplarından sonradan gelmiş bir kişi şöyle demektedir: Zındıkın tevbe etmesini istemek caizdir, şeklindeki bir görüş sahih olarak kimseden nakledilmiş değildir. 3- Peygamber efendimizin onları öldürmeyişi maslahat dolayısıyladır. Bu da kalplerin ondan uzaklaşmayıp ona ısınması içindir. Bu hususa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e söylediği: "Benim ashabımı öldürdüğümden insanların söz etmesinden Allah'a sığınırım" âyeti ile bu hususa işaret etmektedir. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kalplerini İslâm'a ısındırmak istediği kimselere (müellefetu'l-kulub) kötü bir inanca sahip olduklarını bilmekle birlikte ısındırmak gayesiyle bağışlarda bulunurdu. Bu hem bizim ilim adamlarımızın (Maliki mezhebi âlimlerinin) hem de başkalarının görüşüdür. İbn Atiyye der ki: Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münafıkları öldürmekten uzak duruşu ile ilgili olarak Mâlikî mezhebine mensup ilim adamlarının izlediği yoldur. Bunu Muhammed b. el-Cehm, Kadı İsmail, el-Ebheri ve İbnu'l-Macişun açıkça ifade etmişlerdir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu âyetini gösterirler. "Eğer münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar.... ve korlukla öldürülürler" (el-Ahzab, 33/60-61) Katâde der ki: Bunun anlamı, münafıklıklarını açıkça ilan ettikleri takdirde öldürülürler, şeklindedir. İmâm Mâlik der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dönemindeki münafıklık bizim günümüzdeki zındıklığın aynısıdır. Zındıklık ettiğine dair tanıklık edilecek olursa tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin iki görüşünden birisidir. Yine İmâm Mâlik der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münafıkları öldürmekten uzak durması, ümmetine hakimin kendi bilgisine dayanarak hüküm veremeyeceğini beyan içindir. Çünkü münafıkların durumları hakkında başkaları tarafından şahitlik edilmiş değildir. Kadı İsmail der ki: Abdullah b. Ubey b. Selam hakkında Zeyd b. Erkam'dan başkası (münafıklığa dair) şahitlik etmemiştir. el-Cülas b. Süveyd hakkında da onun himayesinde bulunan üvey evladı Umeyr b. Sa'd'dan başkası şahitlik etmemişti. Eğer bunlardan herhangi bir kimseye karşı iki kişi kâfir ve münafık olduğuna dair şahitlik ederse öldürülür. İmâm Şâfiî ise öteki görüşünü delillendirmek üzere şöyle demektedir: Hakkında zındıklık ettiğine dair şahitlikte bulunulup da bunu inkâr edip îman ettiğini ve İslâm'ın dışında her dinden uzak olduğunu belirten bir kimse hakkındaki sünnet (uygulama), kanının akıtılmayacağı şeklindedir. Re'y sahipleri, Ahmed, Taberi ve başkaları da bu görüştedir. Şâfiî ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı münafıkları öldürmekten alıkoyan -onların münafık olduklarını bilmekle birlikte- müslüman olduklarını açığa vurmalarıdır. Çünkü onların açığa vurdukları öncesinin (gizlediklerinin) hükmünü ortadan kaldırır. Taberi der ki: Yüce Allah kulları arasındaki hükümleri zahir esasına göre tesbit etmiş ve yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir imtiyaz vermeksizin gizliliklerine dair hükmü sadece kendisi üstlenmiştir. O bakımdan kimsenin zahir olana aykırı hüküm verme yetkisi yoktur. Çünkü bu zanlara yakın bir hüküm olur. Eğer bir kimsenin öyle bir yetkisi olsaydı, herkesten çok Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buna göre hüküm vermesi gerekirdi. Halbuki o, münafıklar hakkında açığa çıkardıkları davranışları sebebiyle müslümanlara uyguladığı hükümlerin aynısını uygulamış, gizliliklerini ise Allah'a havale etmiştir. Hatta Allahu Teala şu âyetinde onların zahir hallerini yalanlamış bulunmaktadır: "Ve Allah tanıklık eder ki münafıklar şüphesiz yalancıdırlar." (el-Münafıkun, 63/1) İbn Atiyye der ki: Mâlikîler bu konuda benimsedikleri görüş ile ilgili olarak bu âyet-i kerimenin kendilerini, görüşlerinin aksini kabul etmek açısından bağlayıcı olmayışını şöyle izah ederler: Bu âyet-i kerimede münafıkların şahıs olarak tayini yapılmamıştır. Âyet-i kerimede münafıklıkla itham edilen herkes için bir azar vardır. Bu âyet-i kerimeye rağmen, münafıklıkla itham edilen her kişinin şöyle demek imkanı yine vardır: Bu âyet-i kerimeyle kastedilen ben değilim, ben ancak mü’minim. Eğer bu âyet-i kerîme ile herhangi bir kimse tayin edilmiş olsaydı, onun yalanlamasını (yani münafıklığının cezasını) hiçbir şey ortadan kaldıramazdı. Derim ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları vaya onların pek çoğunu, isim ve şahısları ile yüce Allah'ın kendisine bildirmesi suretiyle bilirdi. Huzeyfe de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine haber vermesi sayesinde bunu biliyordu. O kadar ki Hazret-i Ömer ona: Ey Huzeyfe, ben de onlardan birisi miyim, diye sorar Huzeyfe ona: Hayır, diye cevap verirdi. 4- Şanı yüce Allah, Peygamberinin ashabına verdiği sebat sayesinde münafıkların onları veya dinlerini ifsad etmesinden korumuş idi. Dolayısıyla münafıkların kalmalarında bir zarar yoktu. Bugün durum aynı değildir. Çünkü bizler zındıkların avam olanlarımızı ve bilgisizlerimizi ifsad etmelerinden emin değiliz. 11Onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiği zaman "biz ancak ıslah edicileriz" derler. "Zaman" edatı, zarf kabul edilerek nasb mahallindedir. Bunda amil dediler" âyetidir. Bu âyet beklenen fiilin gerçekleştiğini haber verir. el-Cevherî der ki: edatı gelecekteki zamana delalet eden bir isimdir. Ancak bir cümleye izafe edilerek kullanılır ve: Taze hurma kızarmaya başladığında sana gelirim," ve Filan kişi geldiğinde..." denilir. Bunun isim olduğunu gösteren ise: Filan kişinin sana geleceği günü gelirim, anlamını ifade etmesidir. O halde bu kelime bir zarftır ve karşılık vermek anlamını da ihtiva etmektedir. Şartın cevabı üçtür: Fiil, fa harfi ve edatı. Fiil olarak: "Bana gelirsen ben de sana gelirim" demek gibi. "Fa" harfi ile: " Eğer bana gelirsen ben de sana iyilikte bulunurum" sözünde olduğu gibidir. (........) edatı ile de yüce Allah'ın şu âyetinde şartın cevabı olarak yer aldığını görüyoruz: "Eğer ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle de onlara bir kötülük gelip çatarsa, bakarsın ki (........) onlar ümit kesmişlerdir." (er-Rum, 30/26) Şiirde bu edat getirilerek şartın cevabının yer aldığı örneklerden birisi de Kays b. el-Hatîm'in şu sözleridir: "Kılıçlarımız erişmezse, eğer onları Adımlarımız eriştirir düşmanımıza onlarla öylece vuruşuruz." Burada görüldüğü gibi, vuruşuruz" kelimesi, cezm ile (sükûnlü olarak) üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu da (mahallen) meczumdur. Eğer meczum olmasaydı, o vakit bu kelimenin sonunu nasb ile söylerdi. Bazan ya tekid maksadıyla da eklenir. Yine bu edat ile de cezm edilir. Ferezdak'ın şu beyiti bu türdendir: "Bir zalim oğlu olan Ebû Leyla kalktı ona Ve o, kılıcı sıyırdı mı vururdu." Sîbeveyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitidir: "Ve benim devem istedi mi, (gün boyunca yürüdükten sonra) öyle hızlı yol alır ki Gün batımında, korkmuş ve dehşete kapılmış bir öküz gibidir (çok hızlıdır)." Bundan kastı ise, bu beyitte de cezm edilmediği gibi, edatıyla cezm etmemenin daha güzel olacağıdır. el-Müberred'den bu edat müfacee (aniden beklenmedik birşey ile karşılaşmayı) bildiren ifadelerde mekan zarfı olduğu takdirde cezmetmeyeceği görüşü nakledilmiştir: Çıktım, aniden Zeyd ile karşılaştım" demek gibi. Çünkü burada "Zeyd" kelimesi ile onun cüssesi kastedilmektedir ve bu bir mekandır. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Çünkü bu, çıktım, aniden Zeyd'in orada hazır olduğunu gördüm, anlamındadır. Bu edatta, diğer zaman zarflarındaki gibi masdar manası vardır. Arapların: Bugün şarap ve yarın bir iştir" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Bunun anlamı: Bugün şarap vardır, yarın da bir işin meydana gelmesi sözkonusudur, şeklindedir. "Denildi", demek'ten gelmektedir. Aslı: şeklindedir. Vav'ın kesresi kafa nakledilince vav, ya harfine dönüştü. "... onlara denildi" anlamındaki âyetin, şeklinde lâm'ın lâm'a idğamı ile okunması da caizdir. Burada iki sakinin bir arada bulunmasının câiz oluşu ya'nın hem harf-i med hem de yumuşak harflerinden olmasındandır. el-Ahfeş der ki: Kaf ve ya harfinin ötreli okunuşuyla (........) okuyuşu da caizdir. el-Kisai der ki: Fiilin meçhul olduğunu göstermek üzere kaf harfinin üzerinde dammenin işmam edilmesi caizdir. Bu da Kayslıların şivesidir. Nitekim kelimelerinde de durum böyledir. Hişam, İbn Abbâs'tan (bir nüshada İbn Amir'den) ve Ruveys de Yakub'dan da böyle rivâyet etmiştir. Nafi' ise bunlar arasında özellikle kelimelerinde işmam yapmıştır. İbn Zekvan bunlara kelimelerini de eklemiştir. Diğer kıraat İmâmları ise, hepsini esreli olarak okumuştur. Huzeylliler ile Esedoğullarından Duyberoğulları ile Fek'asoğulları, sakin bir vav ile derler. "Fesad çıkarmayın" âyetinde yer alan edatı nehiy içindir. "Fesad": Salahın zıddıdır. Bunun gerçek mahiyeti doğruluktan onun zıddı olana geçiş yapmaktır. Âyetteki anlamı, küfür ile ve kâfirlerle dostluk ve yakınlık ilişkilerinde bulunmak suretiyle, insanları Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve Kur'ân-ı Kerîm'e imandan uzak tutmakla yeryüzünde fesat çıkartmayınız, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilişinden önce yeryüzünde fesat vardı. Orada türlü türlü masiyetler işlenir idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.) peygamber olarak gönderilince fesat kalktı ve yeryüzü ıslah oldu. Tekrar masiyet işleyecek olurlarsa ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkartmış olurlar. Nitekim başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Orası ıslah edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın." (el-A'raf, 7/56, 85) "Yeryüzünde" Arz kelimesi müennestir, cins ismidir. Aslında bunun tekiline demek gerekirdi fakat Araplar öyle kullanmamışlardır. Çoğulunun da (.........) şeklinde olması gerekir. Çünkü Araplar sonunda müenneslik t'si bulunmayan müennes kelimeleri sonuna "elif ve t" harflerini getirerek çoğul yaptıkları olur: kelimesinde olduğu gibi. Ancak daha sonra bu kelimeyi "vav ve nun" harfleriyle çoğul yaparak şeklinde çoğul yapmışlardır. Halbuki müennes olan bir kelime kelimelerinde olduğu gibi nakıs olmadığı sürece vav ve nun ile cem edilmez. Ancak Araplar burada elif ile t'yi hazfettiklerinden dolayı yerine vav ve nun getirmiş ve "radıyallahü anh" harfinin üstünlü okunuşunu da olduğu halde bırakmışlardır. Radıyallahü anh harfinin sakin olduğu da olur. Bu kelime bazen şeklinde de çoğul yapılabilir. Ebû'l-Hattab Arapların dedikleri gibi, dediklerini de ileri sürmektedir. şeklindeki çoğul da aynı şekilde kıyasa uygun değildir. Onlar sanki bu kelimeyi şeklinde de çoğul yapmış gibidirler. Aşağıda kalan herşeye "arz, yer" denilir. Yine tabiri açıktan açığa temiz ve güzel olan arazi anlamındadır. Arınıp temizlendi anlamına denilir. Ebû Amr der ki: Gözümüze hoş gelen bir yere konakladık, demek olur. "Annen olmayasıca" denildiği gibi, yerin olmayasıca" da denilir. el-Arz: Bineğin ayaklarının alt tarafı anlamına da gelir. Humeyd bir atı vasfederken şöyle demektedir: "Baytar onun ayağının altını çevirip bakmadı. Onun iplerinin de üzerinde hiçbir izi yoktur." Bu kelime aynı zamanda bir silkiniş ve titreyiş anlamına da gelir. Hammâd b. Seleme'nin Katâde'den, onun Abdullah b. el-Haris'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Basra'da yer bir defa sarsıntıya uğradı. İbn Abbâs da der ki: Allah'a yemin ederim bilmiyorum, yer mi sarsıntıya uğradı yoksa bende mi titreme var derken (titreme anlamına) "arz" kelimesini kullanmıştır. Zu'r-Rimme de bir avcıyı nitelendirirken şöyle demiştir: "Tırnaklarından gelen gizli sese kulak kabarttığında Veya bir titreyişi olup ya da zatülcenb hastalığına yakalandığında..." "Arz" aynı zamanda nezle demektir. Allah onu nezle etti, demektir. Nezle olan kimseye de "me'rûd" denilir. kelimeleri hurma fidanlarının yerde köklerinin bulunması anlamındadır. Eğer bu fidan hurma ağacının gövdesi üzerinde biterse, o vakit ona "er-râkib" ismi verilir. el-îrâd ise, yün veya kıldan yapılmış büyükçe kilim demektir. Alçak gönüllü ve çokça hayır yapmak huyuna sahip kimse hakkında da "erîd" tabiri kullanılır. el-Esmaî der ki: yani o kişi aralarında bu işi yapmaya en lâyık kimse" demektir. enli mi enli anlamındadır. Bazısı da sadece semiz, kilolu oğlak, tabirini kullanır. (Yani ayrıca "arîd" demez.) "Biz" kelimesinin aslı, şeklindedir. Ha'nın harekesi, nun'a verildi ve ha sakin okundu. Bunu Hişam b. Hazret-i Muâviye en-Nahvi söylemiştir, ez-Zeccâc der ki: Bu kelime çoğul içindir. Çoğul kelimenin alametlerinden bir tanesi de "vav" harfinin bulunmasıdır. Ötre ise, "vav" harfi cinsindendir. Araplar, iki sakinin bir araya gelmesi sebebiyle kelimesini harekeli okumak zorunda kaldıklarından dolayı çoğul için kullanılan şekilde ona hareke vermişlerdir. İşte bunun için yüce Allah'ın: "İşte onlar, hidâyet karşılığında dalaleti satın alanlardır" (el-Bakara, 2/16) âyetinde yer alan "çoğul ifade eden vav"ı ötreli okumuşlardır. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu kelime kelimeleri gibidir. Çünkü bu kelime de iki ve daha fazla kişi hakkında haber vermekle alakalıdır. Çünkü Ben, kelimesi tek kişi içindir, Biz kelimesi ise ikil ve çoğul içindir. Kişi bazen bu kelime ile, biz kalktık, diyerek bizzat kendisi hakkında da haber verebilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onların mÂişetlerini aralarında Biz paylaştırdık." (ez-Zuhruf, 43/32) Mütekellim olması halinde bu kelime, müennes için de müzekker için de aynen kullanılır. Kadın: Kalktım, gittim, kalktık, gittik, bunu ben yaptım, biz yaptık, der. Arap dilinde bu böyledir. (Birinci şahıslarda eril ile dişil kiplerinin aynı olduğunu anlatmaktadır.) "Islah edicileriz" kelimesi, fiilinden ism-i faildir. "Salâh" fesadın zıddıdır. Bu kelime lâm harfi üstün ve ötreli olarak iki şekilde okunur. Bunu İbnu's-Sikkit söylemiştir. kelimesinin masdarıdır. Şair der ki: "Bana sövdüğün takdirde başımı önüme eğersem ne yaparsın? Ana babaya sövmekten sonra bir düzelme (ıslah) olmaz." "Salâh" Mekke'nin isimlerinden birisidir. "es-Silh" bir nehir adıdır. Münafıkların böyle (yani biz ıslah edicileriz) demeleri kendi kanaatlerinin böyle olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlara göre fesat çıkartmak bir ıslahtır. Yani bizim kâfirlere meyletmekten ve onlarla bulunmamızdan maksadımız, onlarla mü’minler arasını düzeltmekten ibarettir, başkası değildir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. 12Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler. Fakat anlamazlar.
"Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" âyeti onların kanaatlerini reddetmekte, söylediklerini yalanlamaktadır. Bu bakımdan şöyle demişlerdir: Her kim, zahiren iddialarda bulunursa, o kişi yalancıdır. Yüce Allah'ın: "Uyan, gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" dediğine bakmaz mısınız? Bu açıklama doğrudur. başta bulunduğundan dolayı elif esreli olmuştur. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Ali b. Süleyman da: Üstün olması da caizdir, demiştir. Nitekim Sîbeveyh anlamında olmak üzere, gerçekten şüphesiz sen gidicisin, denilmesini câiz kabul etmiştir. Onlar, kelimesinin mübteda olması fesatçılar" kelimesinin de haberi olması caizdir. Mübteda ve haber de bir arada edatının haberi olur. Ayrıca kelimesi gerçekten onlar" kelimesindeki he ve mim harfleri için tekid olabilir. Ayrıca fasıla olması da caizdir. -Kûfeliler buna imad derler- Ve kelimesinin haberi olur. Takdiri ise: Yüce Allah'ın: "İşte onlar felâha erenlerin kendileridir" âyetinde de açıklandığı üzere: uyan, gerçekten onlar, fesatçılardır" şeklinde olur. "Anlamazlar" âyeti ile ilgili olarak İbn Keysan der ki: Kendisinin fesatçı olduğunu bilmeyen kişiyi yermeye gerek yoktur. Fakat fesatçı olduğunu bildiği halde bilerek fesat çıkaran kimse ancak yerilir denilmektedir. Böyle bir iddiaya iki şekilde cevap verilir: Evvela bunlar, fesadı gizliden gizliye yapıyor, dışa da ıslah edici olduklarını gösteriyorlardı. Bununla birlikte bu durumlarının Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için zahir olacağını bilmiyorlardı. Diğer bir açıklama şekli: Onların yaptıkları fesat, kendilerine göre bir salah (düzeltme) olabilir ve onlar bunun fesad olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Hakkı açıklamayı ve hakka uymayı, terkemek suretiyle Allah'a ve Rasûlüne isyan etmişlerdir. "Fakat" anlamına gelen bir te'kid ve bir istidrâk (ek açıklamada bulunmak) harfi (edatı)dır. Böyle bir edatın kullanılması için hem bir nefiy hem de bir isbat (olumlu ve olumsuz önerme) bulunmalıdır. Eğer ondan öncesi olumsuz ise, ondan sonrası olumluluk ifade eder. Şayet öncesi olumlu ise sonrası olumsuzluk ifade eder. Eğer önceden olumlu ifade gelmiş ise, ondan sonra yalnızca tek bir isim kullanmak câiz değildir. Bunun yerine bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bu edattan öncekine zıt bir cümle zikredilir. "Bana Zeyd geldi, fakat Amr gelmedi" şeklindeki ifade de böyledir. Ancak: "Bana Zeyd geldi fakat Amr..." deyip sonra susmak câiz değildir. Çünkü Araplar bu gibi durumlarda "lakin" kelimesinin yerine ( Jo bilakis, belki" kelimesini kullanırlar. Fakat bu "lakin" edatından" önce olumsuz ifade yer almış ise, o takdirde tek bir kelime söylemek câiz olur: "Zeyd bana gelmedi fakat Amr (geldi)" demek gibi. 13Onlara: "İnsanların îman ettiği gibi îman edin" denilince onlar: "Biz de akılsızların inandığı gibi mi îman edelim?" derler. Dikkat et, asıl akılsızlar onlardır. Fakat bilmezler. "Onlara... denilince" âyetinde kastedilen Mukâtil 'in ve başkalarının görüşlerine göre münafıklardır. "İnsanların îman ettiği gibi îman edin" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve şeriatını muhacirlerin ve Yesrib ehlinden olup (hiçbir şekilde münafıklık etmeyen) hakiki îmana sahip olanların doğruladığı gibi siz de doğrulayın. "Îman edin" kelimesindeki elif kat' elifidir. Çünkü muzari fiili (.........) şeklinde gelir. Benzetme edatı olan (kâf) harfi de nasb mahallindedir. Çünkü bu kelime hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Yani; insanların îman ettiği gibi îman edin, anlamındadır. "Onlar: Biz de akılsızların inandığı gibi mi îman edelim derler." İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre akılsızlarla kastettikleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdır. Yine ondan gelen bir rivâyete göre kastettikleri kitap ehlinden îman eden kimselerdir. Bu sözü söyleyenler münafıklardır. Onlar bunu, gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah, Peygamberini ve mü’minleri bundan haberdar etti, asıl sefihliğin (akılsızlığın), hafifliğin ve basiretsizliğin onlar hakkında sözkonusu olduğunu, onların niteliği olduğunu tesbit etti ve gerçek sefihlerin (akılsızların) onlar olduğunu haber verdi. Ancak onlar, kalpleri üzerindeki günah tabakası sebebiyle bunu bilememektedirler. el-Kelbi'nin Ebû Salih'ten onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bu âyet yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yani Onlara -yahudilere- insanların, Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının îman ettiği gibi siz de îman edin, denildiğinde onlar: Biz sefihlerin -yani cahil ve eksik akıllıların- îman ettikleri gibi mi îman edeceğiz, derler. Arap dilinde sefihliğin asıl anlamı: Hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü dokunmuş ise ona denilir. Veya oldukça eskimiş ve incelmiş ise yine bu tabir kullanılır. ifadesi, rüzgarlar ağaçları meylettirdi, anlamındadır. Zu'r-Rimme şöyle demiştir: "Öyle bir yürüdü ki o kadınlar, sanki esen meltem rüzgarlarından dolayı üst tarafları Hafif eğilen mızraklar gibi sallandılar." Birşeyi hakir bulan bir kimse der. Sefeh: Akıllı olmanın zıddıdır. Kişinin, çokça su içip susuzluğunun gitmemesi haline "sefeh" denilir de denilmiştir. Bu âyette yer alan kelimelerinde yan yana gelen iki hemzede dört okuma şekli caizdir. En güzel şekli birincisinin tahkik edilmesi, ikincisinin de katıksız bir vav'a dönüştürülmesidir. Bu, Medinelilerin okuyuşudur. Ebû Amr'ın da böyle okuduğu bilinmektedir. Arzu edildiği takdirde her ikisi de tahfif edilerek okunur. Ve ilk hemze hemze ile vav arası bir sesle okunur, ikincisi de katıksız bir vav olarak okunur. Arzu edilirse birincisi hafifletilir, ikincisi tahkik edilir. Arzu edildiği takdirde de her iki hemze de tahkik ile okunur. "Fakat bilmezler" âyeti "Fakat anlamazlar" (el-Bakara, 2/12) âyeti gibidir. İlim ise bilinen birşeyi olduğu haliyle bilmek demektir. Bir şeyi bildiğiniz takdirde: dersiniz. Onu bildim, anlamındadır. Bir kimseyi ilim ile yendiğiniz takdirde: Adam ile ilim yarışına girdim ve ben ilimde onu mağlup ettim, demektir. ise, ilimde onu yeneceğim, anlamındadır. 14Îman edenlerle karşılaştıklarında "îman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında "muhakkak biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay edicileriz" derler. "Îman edenlerle karşılaştıklarında: 'Îman ettik' derler" âyeti münafıklar hakkında nazil olmuştur." karşılaştılar" kelimesinin aslı dır. Ya harfi üzerindeki ötre kaf harfine taşındı, ya harfi de iki sakinin bir araya gelmesi dolayısıyla hazfedildi. Muhammed b. es-Semeyka' el-Yemani, bu âyeti şeklinde okumuştur. Bunun aslı, şeklindedir. Ya harfi harekeli ondan önceki harf ise üstün olduğundan dolayı elife dönüştü. Bu sefer elif ve vav iki sakin olarak bir araya geldiğinden dolayı elif hazfedildi, daha sonra vav harfi ötre ile harekelendi. Eğer vav harfi kelimesinin başka bir kelime ile bitişik okunması halinde ötreli okunduğu buna karşılık kelimesinden bunun hazfedildiği söylenip sebebi sorulacak olursa, cevap şudur: kelimesinde vav harfinin öncesindeki harf ötredir. Eğer vav ötreli olarak harekelenecek olursa, bunun söylenişi dile ağır gelir. Bundan dolayı hazfedildi, fakat kelimesinde hareke verildi, çünkü vav'dan önceki harfin harekesi fethadır. "Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: 'Muhakkak biz sizinle beraberiz..' derler." âyetinde yer alan başbaşa kaldılar" kelimesinin vaslı "be" harfi cerri ile yapıldığı bilinen bir husus olmakla birlikte neden ile vasledildiği (geçiş yapıldığı) sorulacak olursa cevap şudur: Burada yer alan Başbaşa kaldılar, âyeti ayrılıp gitti, anlamındadır. Ferezdak'ın şu sözlerinde olduğu gibi: "Kalkanımı tersine çevirmemi nasıl görürsün? Ve ben işimi altüst ederim Allah benim yerime Ziyad'ı katletsin." Burada "katletsin" kelimesini "bertaraf etsin" yerinde kullanmıştır. Bazıları da burada yer alan kelimesinin "ile, birlikte" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Ancak bu görüş bir derece zayıftır. Kimisi de burada yer alan kelimesi ba harfi cerrinin anlamını verir, ancak Halil ve Sîbeveyh bu görüşü kabul etmezler. Mananın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Mü’minlerden ayrılıp şeytanlarının yanına gittiklerinde.. O takdirde burada yer alan edatı, anlamına uygun kullanılmış olur. "Şeyatîn" kelimesi şeytan kelimesinin "kırık çoğul"udur. Bu kelimenin türeyişi ve anlamı ile ilgili açıklamalar istiaze ile ilgili açıklamalarda daha önceden yapılmıştı. Müfessirler burada "şeytanlar"dan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs ve es-Suddi'nin açıklamasına göre, bunlar küfrün başkan ve önderleridir. el-Kelbi de, bunlar cinlerin şeytanlarıdır demektedir. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bunlar kahinlerdir. Bununla birlikte imandan ve hayırdan uzaklık anlamına gelen "şeytanat (şeytanlık)" lâfzı sözü geçen bütün bu açıklama şekillerini kapsamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Biz ancak alay edilcileriz, derler." Yani çağrıldığımız şeyi yalanlayan kimseleriz. "Alay eden kimseleriz" anlamına olduğu da söylenmiştir. İstihza, alay etmek ve oyuncak etmek demektir. Bu kelime, "b" harfi ile müteaddi (geçişli) kullanıldığı gibi lazım (geçişsiz) olarak da kullanılır. Şair der ki: "Taysala'nın annesi benimle alay etti Ve dedi ki: Ben onu malı yok, yoksul görüyorum." İstihzâ'nın asıl anlamının intikam olduğu da söylenmiştir. Bir başka şairin şu beyitınde olduğu gibi. "İntikam aldılar onlardan ikibin silahlı Savaşçı ile Onların bölüğü ağaçsız kurak bir arazide ve yerlerinden ayrılmadılar." 15Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında basiretsizce dolaşmalarına mühlet verir. "Allah onlarla alay eder"; yani onlardan intikam alır, onları cezalandırır. Onlarla alay eder ve bu alaylarına karşılık onları cezalandırır. Burada cezaya işlenen günahın ismi verilmiştir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Araplar bu şekildeki ifadeleri çokça kullanırlar. Amr b. Külsûm'ün şu beyiti bu türdendir: "Dikkat edin! Kimse bize karşı bir cahillik etmesin Bu sefer cahillerin cahilliklerinden daha fazla cahillik ederiz." Burada alacağı intikama o da "cahillik" ismini vermiştir. Halbuki akıl sahibi bir kimse cahillikle övünmez. Onun böyle bir ifade kullanması, aynı kelimeleri tekrarlamasının farklı kelimeler kullanmaktan dile daha kolay gelsin diyedir. Araplar bir sözü bir başka sözün karşıtı ve cevabı veya cezası olarak zikrettiklerinde aynı şekilde o sözü tekrarlardı. İsterse manası farklı olsun. İşte Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette de aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şura, 42/40); "Size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi saldırın." (el-Bakara, 2/194) Kötülüğe karşılık vermek kötülük olamaz. Kısas da bir saldın olarak değerlendirilemez. Çünkü kısas yerine getirilmesi gereken bir haktır. Yüce Allah'ın şu âyetleri de böyledir: "Onlar hilekârlığa saptılar, Allah da hilekarlıklarına karşılık verdi." (Âl-i İmrân, 3/54); "Gerçekten onlar bir hile yapıyorlar, Ben de bir hile yaparım" (et-Târık, 86/15-16); "Biz ancak alay edicileriz... Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/14-15). Şanı yüce Allah'ın hile yapması da alay etmesi de hilekarlık yapması da sözkonusu değildir. O'nun bunu yapmasının anlamı sadece onların hilelerine, alaylarına ve hilekarlıklarına bir cezadır. Yüce Allah'ın şu âyetleri de böyledir: "Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, onları aldatır" (en-Nisa, 4/142); "Onlarla alay ederler, Allah da onlarla alay eder" (et-Tevbe, 9/79). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Siz bitkinleşmedikçe Allah da bitkinlik göstermez, siz usanmadıkça Allah da usanmaz." Denildiğine göre "Allah usanmaz, halbuki siz usanırsınız anlamındadır. Yine asıl usananlar sizlersiniz denildiği gibi, anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Sizler amellerinizi bitirmedikçe, amellerinize devam ettikçe Allah da sizin sevabınızı kesmez, amellerinizin karşılığını yazar. Bir grup da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, onlara öyle birtakım işler yapar ki insanlara göre bunlar alaydır, aldatmadır ve hiledir. Şu rivâyette olduğu gibi: "Yağın donduğu gibi ateş de donar ve onun üzerinde yürürler. Nihayet kurtulacaklarını sandıkları bir sırada altlarından yer çöker (ateşe düşerler)." el-Kelbi'nin Ebû Salih'ten, onun da İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre onun, yüce Allah'ın: "Îman edenlerle karşılaştıklarında: 'îman ettik' derler" âyeti hakkında: Burda sözü edilen kitap ehlinin münafıklarıdır, dediğini rivâyet etmektedir. Yüce Allah burada hem onları hem de onların alaylarını sözkonusu etmekte, şeytanlarıyla yani küfürde -az önce de geçtiği üzere- önder ve başkanlarıyla bir araya geldiklerinde: Bizler sizin dininiz üzereyiz. "Biz ancak alay edicileriz" derler. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıyla alay ederiz. "Allah" da âhirette "onlarla alay eder." Cehennemde onlara cennetten bir kapı açar, sonra onlara: Gelin, denilir. Ateş içerisinde yüzerek oraya doğru giderler. Mü’minler ise, süslü çadırlar içerisinde tahtlar üzerinde onlara bakarlar. Kapıya doğru vardıklarında kapı üzerlerine kapatılır, mü’minler de onlara gülerler. İşte "Allah onlarla alay eder" âyetinde anlatılan budur. Yani âhirette onlarla alay eder, demektir. Kapılar yüzlerine kapatılınca da mü’minler onlara gülerler. Yüce Allah'ın şu âyetinde anlatılan da işte bu durumdur: "İşte bugün îman edenler kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde (cehennem ehline ) bakarlar. O kâfirlere işleyegeldiklerinin cezası verildi mi?" (el-Mutaffifin, 83/34-36) Bazıları da şöyle demiştir: Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etmesi, onlara pek çok dünyevî nimetler vermek suretiyle onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Şanı yüce Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada onlara birçok lütuf ve ihsanını izhar eder, âhiretteki azaplarını da gizler, göstermez. Onlar da Allah'ın kendilerinden razı olduğunu sanırlar. Halbuki yüce Allah, kesinlikle onlara azap edecektir. İşte bu insanlar tarafından düşünüldüğü takdirde sanki bir alay, bir hile ve bir aldatma gibi gözükür. Nitekim buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinden anlaşılan ifadeler de delil olabilir: "Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir istidrâcdır. (Derece derece azaba yaklaştırmaktır)." Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: "Bunlar kendilerine hatırlatılanları unutunca üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansızın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zâlimler topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun." (el-En'am, 6/44-45) Kimi ilim adamları da yüce Allah'ın: "... bilmeyecekleri bir taraftan onları derece derece helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182) âyeti hakkında şöyle demişlerdir: Onlar her yeni bir günah ihdas ettikçe Allah da onlara yeni bir nimet verir. "Onlara mühlet verir"; yani sürelerini uzatır, onlara süre tanır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir." (Âl-i İmrân, 3/178) Bu kelimenin aslı, fazlalık anlamındadır. Yûnus b. Habib der ki: Kötülükte onlara fazlalık verdi, hayırda fazlalık verdi" denilir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Mallarla, oğullarla sizin imdadınıza yetiştik."(el-İsra, 17/6); "Ve onlara arzu edecekleri meyve ve etleri fazlasıyla verdik."(et-Tur, 52/22) el-Ahfeş'in şöyle dediği nakledilmektedir: Birşeyi terkedip bıraktığın takdirde denilir. Ancak birşeyi vermek halinde ise: denilir. el-Ferrâ' ve el-Lahyani'den nakledildiğine göre, eğer birşeyin fazlalaştırılması onun mislinden ise, "(........) artırdım" denilir. Mesela, nehir nehre katıldı, denirken bu kelime kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Denizden sonra yedi deniz de ona katılsa" (Lukman, 31/27) Eğer yapılan fazlalık başka türden olursa o vakit artırdım, denilir. Mesela: "Askere yardım ulaştırdım, anlamında: denilir. Yüce Allah'ın: "Rabbiniz beş bin melekle size yardım edecektir." (Âl-i İmrân, 3/125) âyeti de böyledir. İrin yarada başka türden olduğundan dolayı yaranın irin toplamasını ifade etmek üzere denilir. Orda irin toplandı, demektir. "Azgınlıklarında" âyetinden kasıt küfür ve sapıklıklarıdır. Azgınlık (tuğyan)ın aslı haddi aşmaktır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz su haddini aştığı zaman Biz..." (el-Hakka, 69/11) âyeti de bu anlamdadır. Yani su, yükselip tayin ve tesbit edilen miktarını aştığı zaman, demektir. Yüce Allah'ın Fir'avn hakkında: "Çünkü o pek azmıştır" (en-Naziat, 79/17) âyeti, o ileri sürdüğü iddiasında çok aşırıya gitmiştir, demektir. Çünkü Fir'avn: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (en-Naziat, 79/24) demişti. Bu âyet-i kerimedeki anlamı ise şöyledir: Uzun ömür ile onlara mühlet verir. Ta ki tuğyanlarını artırsınlar, O da onların azaplarını artırsın, diye. "Basiretsizce dolaşmalarına..." yani kör olarak dolaşmalarına mühlet verir. Mücâhid der ki: Küfür içerisinde şaşkın şaşkın gidip gelirler. Dil bilginleri şunu nakletmektedir: Mazisi muzarii masdarı şeklinde gelir. İsm-i faili ise, şeklindedir. Bu kelime şaşkınlık ifade eder. Şaşkın ve mütereddit kimse hakkında denilir. Çoğulu şeklinde gelir. Develerinin nereye gittiğini bilmeyen bir kişi hakkında: develeri bilmediği yere gitti" tabiri, kullanılır. Körlük, gözde olur. kalpteki körlüğü (basiretsizliği) ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçi gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." (el-Hac, 22/46) 16İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır. Onların ticareti kazanç sağlayamamış, doğru yola da erememişlerdir. "İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır." Sîbeveyh der ki: kelimesindeki "vav" harfinin ötreli olması, bu vav ile kelimenin aslından olan vav arasındaki farkı göstermek içindir. Yüce Allah'ın: "Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler..." (el-Cinn, 72/16) âyetinde olduğu gibi. İbn Keysan der ki: Vav harfi üzerinde ötre diğerlerinden daha hafiftir. Çünkü ötre vav'ın cinsindendir. ez-Zeccâc da der ki: " Biz" kelimesinde olduğu gibi, ötre ile harekelenmiştir. İbn Ebi İshak ve Yahya b. Ya'mer, iki sakinin yanyana gelmesi ile ilgili esas ilkeye uygun olarak "vav" harfini esreli okumuşlardır. Ebû Zeyd el-Ensari'nin Ka'neb Ebû Simmal el-Adevi'den rivâyetine göre, o fetha (üstün)ın hafif olması sebebiyle vav'ı üstün okuduğunu rivâyet etmektedir. İsterse ondan öncesi fethalı olsun. Kisai ise, vav harfinin ötreli bir hemze olarak okunmasını câiz görmüştür. kelimesinde olduğu gibi. kelimesi, satın almak anlamına gelendan gelmektedir. Bu kelime burada istiare yoluyla kullanılmıştır. Anlamı şudur: Onlar küfrü îmana tecih etmişler ve küfrü imandan daha çok sevmişlerdir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlar körlüğü hidâyetten daha çok sevdiler (tercih ettiler)" (Fussilet, 41/17) Burada "satın almak" tabirinin kullanılması satın almanın müşteri tarafından sevilen şeyler hakkında sözkonusu olması dolayısıyladır. Yoksa karşılıklı olarak değiş-tokuş yapmak anlamındaki "satın almak" manasında değildir. Çünkü münafıklar hiçbir zaman mü’min olmazlar ki imanlarını satmaları sözkonusu olsun. İbn Abbâs da der ki: Onlar dalâleti aldılar, hidâyeti bıraktılar. Yani: Küfrü îmana tercih ettiler ve imanı alacak yerde küfrü aldılar. Allahu Teala'nın bu davranışlarını "satın almak" ile ifade etmesi, kelimeye geniş anlam kazandırmak itibarıyla olmuştur. Çünkü satın almak ve ticaret kelimeleri nihâyetinde bir değişim işlemidir. Araplar ise bunu herhangi bir şeyi herhangi bir şey karşılığında değiştiren her işlem hakkında kullanırlar. Ebû Züeyb de şöyle der: "Eğer sen benim hakkınızda(sana olan sevgimle, meylimle) cahillik ettiğimi sanıyorsan Artık senden sonra ben cahilliği verip akıllılığı satın aldım." "Dalâlet" asıl itibariyle şaşkınlık demektir. Unutkanlığın şaşkınlığa sebep olması dolayısıyla ona da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ben o işi yaptığımda dalâlette olanlardan idim" (eş-Şuara, 26/20); yani unutanlardan idim. Helâk ve yok olmaya da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz yerde kaybolup (dalalnâ) gittikten sonra mı (diriltileceğiz), dediler" (es-Secde, 32/10) "Onların ticareti kazanç sağlayamamış." Arapların: Satışın karlı oldu, satışın zarar etti" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi, onların adeti üzere yüce Allah da kârı ticerete isnad etmiştir. Yine Araplar: kıyam eden bir gece (kişinin geceyi namazla geçirmesi anlamında)" oruçlu bir gün (kişinin gününü oruçla geçirmesi)" derler. Bu ifadeler alışverişinde kar ettin, zarar ettin, geceni namazla geçirdin, gündüzünü oruçla geçirdin, demektir. Yüce Allah'ın bu âyeti de: Onlar bu ticaretlerinde kâr sağlayamadılar, demektir. Nitekim şair de bu türden olmak üzere şöyle demektedir: "Gündüzün şaşkın, gecen uyku (ile geçiyor) İşte hayvanlar da dünyada böyle yaşıyor." "Doğru yola da erememişlerdir." Yani, sapıklığı satın almakla doğruyu bulamamışlardır. Allah'ın ezelî ilminde onlar hidâyet bulmuş kimseler değildir, şeklinde de açıklanmıştır. "Hidâyet bulmak" dalâlette olmanın zıddıdır. Buna dair açıklamalar daha önce geçmiş bulunuyor. 17Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir. O ateş etrafını aydınlatınca Allah onların nurlarını giderip kendilerini karanlıklar içinde bırakır; görmezler. Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar: Yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" âyetinde yer alan : "(........): onların hali" kelimesi mübteda olduğu için merfudur. Haberi ise, "kâf dadır. Burada bu harf isimdir. el-A'şa'nın şu beyitinde olduğu gibi: "Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey Yağı da fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi." İmru'l-Kays'ın şu beyitinde de böyledir: "Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu. Göz bir onun olduğu tarafa bakıyor, bir dalıp gidiyordu." Burada şairler (birinci beyitte) "mızrak yarası gibi" ikinci beyitte de "su kuşu gibi" demek istemiştir. Haberin hazfedilmiş olması da caizdir. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur: Onların hali ateş yakan bir kimsenin halini andırır. Burada "kâf" harfi bir harf (benzetme edatı) olur. (.........) kelimeleri aynı anlamdadır. Benzer, misal demektir. Mütemasil iki şey, birbirini andıran iki şey demektir. Dil bilginleri böyle demektedir. "kimse" kelimesi, tekil için de çoğul içinde kullanılır. İbnu'ş-Şeceri Hibetullah b. Ali der ki: Araplar arasında tekil lâfız ile çoğulu kastedenler vardır. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "O kimseler ki kanları Felç vadisinde akıp gitti İşte asıl yiğitler onlara denir, ey Halid'in anası." Yüce Allah'ın: "O sıdk ile gelen ve onu doğrulayandır) işte onlar sakınanların ta kendileridir." (ez-Zümer, 39/33) âyetinin bu söyleyişe uygun olduğu belirtilmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" âyeti de böyledir. Anlamı: "Bir ateş yakan kimselerin hali gibidir" şeklindedir de denilmiştir. Bundan dolayı daha sonra yüce Allah: "Allah onların nurunu giderip..." diye buyurmuştur. Birincisinde söz tekil iken, ikincisinde çoğul olarak gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Onların daldıkları gibi siz de daldınız" (et-Tevbe, 9/69) âyetinde yer alan kelimesi, burada hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Bunun takdiri de şöyledir: Siz de onların dalışı gibi bir dalış ile daldınız. Şöyle de denilmiştir: Burada yer alan kimse ile, (..........) Ateş yakan" kelimesinin tekil gelmesi, ateş yakmak isteyenin, onlar adına ateş yakmayı üstlenenin topluluk arasındaki bir kişi olmasından dolayıdır. Ateşin ışığı gidince, karanlıkta kalmak hepsi için sözkonusu olduğundan dolayı yüce Allah: "Onların nurlarını" diye buyurmuştur. Burada yer alan (kelimesi, anlamındadır. kelimesinin anlamına gelmesi gibi. (İkisi de kabul etti anlamında) Birinci kelimede sin ve te fazladan gelmiştir. Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. Şairin şu sözünde de böyledir: "Ve bir davetçi çağırdı: Ey çağrıya cevap verenler diye O çağrısı esnasında kimse onun çağrısını kabul etmedi." Nahiv bilginleri âyet-i kerimede yer alan cevabı ile: "nurları" kelimesindeki zamirin nereye ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu edatının cevabı mahzuftur. Bu da "söndü" anlamında kelimesidir. nurları" kelimesindeki zamir de münafıklara aittir. Böylece haber vermek ise, âhirette olacak bir durumu belirtmektedir. Yüce Allah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar çekilmiş olacaktır." (el-Hadid, 57/13) âyetinde olduğu gibi. Bu edatın cevabının: "Giderdi" olduğu "nurları" kelimesindeki zamirin de "yakan" kimseyi ifade eden olduğu da söylenmiştir. Buna göre münafıka dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içerisinde kalması münafıkın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen ise, münafıklara bir misal vermektir. Şöyle ki: Evlilik, mirasçıhk, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının güven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile ilgili olan hükümlerin kendileri için de sabit olmasını sağlayan, açığa vurdukları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vasıtası ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri görenin durumuna benzerler. Bu ateş, sönüp yahut ortadan kalkınca, yine onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münafıkların durumu da böyledir. Onlar îman edince İslam'a girdiklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu âyetinde haber verdiği gibi: "Şüphesiz münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar." (en-Nisa, 4/145) Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan dolayı şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım." (el-Hadid, 57/13) Bu âyet şöyle de açıklanmıştır: Münafıkların müslümanlara yönelmesi, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüzçevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır. "Ateş" anlamına gelen kelimesi müennesdir. Nûr" dan gelmektedir. Aydınlatmak anlamına da gelir. "Nar" kelimesinin orta harfi asıl itibariyle "vav"dır. Çünkü bu kelimeyi küçültmek istediğimiz takdirde (..........) çoğulunu yapmak istediğimiz takdirde ise deriz. Burada görüldüğü gibi, önceki harfin esreli olması dolayısıyla "vav" harfi ya'ya dönüşmüştür. Aydınlattı anlamına gelen kelimesinin ikinci bir söyleyişi de şeklindedir. O bakımdan: Ay aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak ve aydınlattı, aydınlatır," denilir. Bu kelime hem lazım (geçişsiz) hem müteaddi (geçişli) olur. Muhammed b. es-Sumeya', başta elif'siz olarak şeklinde okumuştur. Ancak herkes elif ile okur. Şair der ki: "Soyları ve ileri gelenleri aydınlattı onlara Gecenin karanlığını, o kadar ki boncuğunu delen kişi onu ipine de dizdi." "Etrafını" anlamına gelen kelimesindeki edatı fazla ve tekid içindir. kelimesi ile mef'ûl olduğu da söylenmiştir. "Etrafını" anlamına gelen ….kelimesi mekan zarfıdır. Kelimenin sonunda yer alan "h" harfi de izafet dolayısıyla cer mahallindedir. Giderdi" kelimesi dan türemekte olup birşeyin yok olması zail olması anlamındadır. “Karanlıklar" kelimesi kelimesinin çoğuludur. el-A'meş de kelimenin aslını bozmadan lâm harfini sakin olarak şeklinde okumuştur. Lâm harfini ötreli olarak okuyan ise, isim ile sıfat arasındaki fark dolayısıyla bu şekilde okur. Eşheb el-Ukayli de lâm harfini fethalı olarak: şeklinde okumuştur. Basralılar der ki: Daha hafif olduğundan dolayı damme yerine fethalı okumuştur. el-Kisai de der ki: kelimesi çoğulun çoğuludur. İlk çoğul ise kelimesidir. "Görmezler" hal mahallinde muzârî' bir fiildir: Görmeyenler olarak denilmiş gibidir. Buna göre karanlıklar" kelimesi üzerinde durak yapmak câiz olmaz. 18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler. "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." Yani gizli bir mübtedanın haberi olarak: onlar sağırdırlar... Abdullah b. Mes'ûd'la Hafsa kıraatinde şeklindedir. Yermek maksadıyla bu şekilde nasb ile okumak caizdir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele geçirilirlerse..." (el-Ahzab, 33/61) Yine bir başka yerde yüce Allah: "Karısı da odun taşıyısıcı olarak.." (Tebbet, 111/4) diye buyurmaktadır. Şair de şöyle demiştir: "Önce şarap içirdiler bana, sonra sardılar çevremi Allah'ın düşmanları, yalan ve dolan ile." Şair burada ibaresini onları yermek istediğinden dolayı nasb ile okumuştur. Bu görüşe göre üzerinde vakıf yapmak doğru ve güzeldir. Aynı şekilde sağırdırlar" kelimesinin onları bıraktı, terketti," kelimesiyle nasbedilmesi de caizdir. Şöyle denilmiş gibidir: Onları sağır, dilsiz ve kör olarak terketti. Bu görüşe göre ise, üzerinde vakıf güzel değildir. Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Şişenin ağzını kapatıp tıkadığımız takdirde Şişenin ağzını kapattım," denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir. Kişinin sağır olduğu anlatılmak istenildiğinde denilir. Yani açıkça dilsiz olduğu belli olan kimse demek olur. Şair der ki: "Keşke benim dilim onlardan dolayı iki parça olsaydı Ve bekim (konuşamayan) olsaydım ve diğer yarısı da yıldızların akıp gittiği yerde (bulunsaydı)." Körlük (el-amâ): Görmenin gitmesi, yokolması demektir, Kör oldu kör," körler şeklinde çoğulu gelir. Başkası tarafından kör edildiği anlatılmak istendiğinde mesela: Allah onu kör etti," denilir. tabiri ile kişi kör olmadığı halde körmüş gibi davrandı, anlamına gelir. İşin içinden çıkılamadığı zaman tabiri kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: "O günde haberler onlar için karmakarışık bir hal alır." (el-Kasas, 28/66) Sözü geçen bu açıklamalarımızdan maksat, onların bütün duyularının idrak etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrak etmediklerini ifadedir. Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle bir özel durumu anlatmış oluruz. Şair şu mısrayı çok güzel söylemiştir: "Hoşuna gitmeyen şeylere karşı sağırdır. Halbuki o işiten kimsedir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve ben bir gözü kör çirkin sözlere karşı sağır oldum İsteseydim eğer onları işitirdim." Dârimî der ki: "Hanım komşum dışarı çıktı mı gözüm kör olur Ta ki duvarlar onu saklayıncaya kadar." Şairin birisi de çokça hükümdarların yanına girip çıkan birisine yaptığı tavsiyelerinde şunları da söylemektedir: "Gir, fakat girdiğin vakit, kör gir Çıktığın zaman da dilsiz çık." Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen "sağırlar" hakkı dile getirip söylemeyen "dilsizler" ve hakkı göremeyen "körler" dir. Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Cibril hadisinde ahir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: "Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin alametlerindendir." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Artık onlar dönmezler." Şanı yüce Allah'ın onlar hakkındaki bilgisi dolayısıyla onlar hakka geri dönmezler. Arapçada: Bizzat kendisi dönen için denilir. Başkası tarafından döndürülen için Onu döndürdü," denilir. Huzeyl kabilesi ise: Başkası onu döndürdü" derler. Yüce Allah'ın: "Sözü biribirlerine döndürürler" (Sebe', 34/31) Yani biribirlerini kınarlar demektir. -Yüce Allah'ın sözü geçen sûrede (âyette) beyan ettiği budur. 19Yahut gökten boşanan yağmur gibi. Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır. Ölüm korkusu ile yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır. "Yahut gökten boşanan yağmur gibi." Taberi der ki: Burada Yahut "ve" anlamındadır. el-Ferrâ' da böyle demiş ve delil olarak da şu beyiti göstermiştir: "Leyla zannetti ki ben kötü iş yapıyorum Kendimedir nefsimin takvası yahut kötülüğü." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Hilafete nail oldu yahut onun için bir kaderdi Nitekim Mûsa da Rabbinin huzuruna kader gereği çıkmıştı." Buralarda "yahut" kelimesi: "ve" anlamındadır. Burada yer alan "yahut" kelimesinin, muhatabı istediğini seçmek hususunda serbest bırakmak için kullanıldığı da söylenmiştir. Yani siz münafıkların durumunu ister buna ister buna benzetin. Sadece bu iki halden birisine münhasır değil. Âyet, yahut onlar yağmura tutulmuş kimsenin haline benzerler, demektir. (.........) kelimesi yağmur anlamını taşır. Bu kelimenin iştikakı ise: şeklindedir ve yağmurun yağması hakkında kullanılır. Alkame der ki: "Yağmur yüklü bulutlar, bol bol seni sulayasıca Beni cahil bir kimse ile eş tutma!" Kelimenin aslı şeklindedir. Ya ve vav bir araya gelmiş, ya harfi vav'dan önce esreli bulunmuştur. O bakımdan vav ya'ya dönüştürülüp idğam yapılmıştır. Nitekim kelimelerinde de aynı şey yapılmıştır. Kimi Kûfeliler de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı, vezninde şeklindedir. en-Nehhâs da der ki: Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, bu iki harfin birbirine idğam edilmesi câiz olmazdı. Nitekim kelimesinin de idğamı câiz değildir. kelimesinin çoğulu, "Onların misali, bir ateş yakan kimsenin misaline benzer. Yahut yağmura tutulmuş kimsenin halini andırır..." "Gökten" Gök anlamına gelen "sema" kelimesi müzekker ve müennes olarak gelir ve şekillerinde çoğulları yapılır. el-Accac der ki: "Onu rüzgarlar ve gökler (yani: yağmurlar) sarar" Üst tarafta bulunup da seni gölgelendiren her şeye "sema" denilir. O bakımdan (Arapçada) evin tavanına "sema" denilmiştir. Aynı şekilde "sema" yağmur anlamında da kullanılır; çünkü yağmur semadan (yukardan) gelir. Hassan b. Sabit der ki: "Hashâs oğullarının bazı toprakları var ki kurudur Oraları topraklar ve sema gizleyip örter." Bir başka şair de şöyle demişir: "Sema (yağmur) bir kavmin arzına yağdı mı İsterse onlar kızsınlar biz orada otlatırız." Çamur ve ota da "sema" ismi verilir. Mesela: "Sizin yanınıza gelene kadar semayı çiğneyip durduk" denirken kastettikleri otları ve çamurları çiğneyip durdukları şekildedir. Yine yüksekte kaldığı için atın sırtına da "sema" ismi verilir. Şair der ki: "Atlas gibi kırmızı semasına gelince Hep ıslaktır. Arzı ise kuru mu kuru.." Üstte kalan şeye "sema", aşağıda kalan şeye de "arz" denildiği önceden de açıklanmıştır. "Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır." Yüce Allah burada çoğul şeklinde "karanlıklar" buyurarak bir taraftan gecenin karanlığına, diğer taraftan bulutun karanlığına işaret etmektedir. Bulutlar üst üste yığılıp arttığından dolayı çoğul gelmiştir. Bu kelimenin söyleyiş şekillerine dair açıklamalar önceden (17. âyetin tefsirinde) geçmiştir. Burada tekrarlamaya gerek yoktur. Yüce Allah'ın izniyle daha önce açıklaması geçmiş bütün hususlara dair tutumumuz bu olacaktır. "Gökgürültüsü" hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. yr Tirmizî'deki rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gökgürültüsünün ne olduğu hakkında soru sordular, o da şöyle buyurdu: "Meleklerden bir melek olup bulutlarla görevlidir. Onunla birlikte yüce Allah'ın dilediği yere kendileri vasıtasıyla bulutları sürdüğü kamçıları vardır." Bu sefer: Peki bu işittiğimiz ses ne oluyor? diye sorunca; Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Bu da onun bulutlara bağırdığı zamanki sesidir. Ve bu Allah'ın dilediği yere kadar ulaşır." Yahudiler: Doğru söyledin, diye cevap verdiler.. İlim adamlarının çoğunluğu da bu görüşü benimsemiştir. Buna göre "gökgürültüsü" işitilen sesin adıdır. Hazret-i Ali de böyle demiştir. Arap dilinde bilinen de budur. Cahiliyye döneminde Lebid şöyle demiştir: "Gökgürültüsü ve yıldırım bana o süvariyi kaybetmenin acısını tattırdı Baş edilemez o Savaş gününde." İbn Abbâs'tan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Gökgürültüsü bulutlar arasında sıkışıp kalan bir rüzgardır. İşte işittiğiniz o sesin çıkması bundan dolayıdır. "Şimşek" hakkında da müf'essirler farklı görüşlere sahiptir. Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs (Allah onlardan razı olsun)dan şimşeğin meleğin elinde kendisiyle bulutları sürdüğü demir bir kılıç olduğu rivâyet edilmiştir. Derim ki: Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisin zahirinden anlaşılan odur. Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre bu, kendisi vasıtasıyla bulutları sürüklediği, meleğin elinde nurdan bir kamçıdır. Ondan gelen bir başka rivâyete göre şimşek, görünür gibi olan bir melektir. Felsefeciler de derler ki: Gökgürültüsü, bulut parçalarının birbirleriyle sürtüşmesinden çıkan sestir. Şimşek ise, bu sürtüşmeden dolayı parlayan , çakan ateştir. Ancak bu görüşün doğruluğunu belirten sahih bir metin yoktur. O bakımdan reddedilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Gökgürültüsü" (anlamına gelen "er-Radıyallahü anh'd") kelimesinin asıl itibariyle hareket manasına geldiği ifade edilmiştir. Nitekim korkak kimseye "er-Ri'did (çokça titreyen)" denilir. Çalkalanıp sallanan birşey hakkında da Titredi kelimesi kullanılır. Hadîs-i şerîfte yer alan şu ifade de buradan gelmektedir: İkisi bütün eklemleri titreyerek getirildiler." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. "el-Berk (şimşek)" : kelimesinin aslı parlaklık ve ışık anlamına gelen kelimelerinden gelmektedir. Burak kelimesi de burdan gelmektedir. Burak, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsra gecesinde bindiği binektir. Ondan önce diğer peygamberler de bu bineğe binmiştir. "Gök gürledi" Radıyallahü anh'd kökünden; (Gökte) şimşek çaktı" da Berk kökündendir. Yine: tabiri, kadın güzelleşip süslendi, anlamındadır. Araplar, erkek hakkında denildiğinde tehditte bulundu ve korkuttu, denmek istenir. İbn Ahmer der ki: "Ey ülkemiz kendisinden uzak olan ve ey bizi uzaktan takip edip yetişemeyen Sen bulunduğun yerde şimşek gibi çak ve gök gibi gürle." Belde halkına gök gürültüsü ve şimşekler isabet ettiğinde denilir. Gökteki gürültü ve şimşek için denilirken, tehditte bulunduğu ve korkuttuğu zaman bir kişinin durumunu anlatmak üzere de: denilir. Ancak el-Esmaî bunu kabul etmez. Esmaî'nin görüşüne karşı el-Kumeyt'in şu beyiti delil gösterilmiştir: "Ey Yezid, gürle ve tehditte bulun. Senin tehdidin bana dokunmaz." Ancak el-Esmaî: Kumeyt'in sözleri delil değildir, diye cevap verir. İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Medine ile Şam arasında Ömer b. Hattab ile bir yolculukta idim. Beraberimizde Ka'b el-Ahbar da vardı. Şiddetli bir rüzgar çıktı. Ondan sonra gök gürültüsü ve oldukça şiddetli bir yağmur yağdı. Soğuk da oldu. İnsanlar korkmaya başladı. Ka'b bana şöyle dedi: Her kim gökgürültüsünü işittiği vakit: "Gökgürültüsünün hamdiyle, meleklerin de korkusundan dolayı tesbih ettiği zatın şanı ne yücedir!" derse bu bulut soğur ve gök gürültüsünden dolayı meydana gelecek zararlardan esenliğe kavuşturulur. İbn Abbâs der ki: Bu sözü ben ve Ka'b birlikte söyledik. Sabah olup da insanlar bir araya gelince Ömer'e şöyle dedim: Ey mü’minlerin emiri. Sanki biz insanların içinde bulunduğu durumdan farklı bir haldeydik. Bana, bu nasıl oldu? diye sorunca ben ona Ka'b'ın söylediklerini naklettim. Hazret-i Ömer şöyle dedi: Sübhanallah siz, niye bunu bize söylemediniz, biz de söylediğiniz gibi söylerdik. Bir rivâyette de Hazret-i Ömer'in burnuna isabet eden ve burnunda iz bırakan bir dolu tanesi çarptı. Bu rivâyet inşaallah er-Radıyallahü anh'd sûresinde (13. âyetin tefsirinde) gelecektir. Her iki rivâyeti de Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib, tabiinin ashab-ı kiramdan naklettiği rivâyetler arasında zikretmektedir. (Allah'ın rahmeti hepsine olsun). İbn Ömer'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Gökgürültüsü ve yıldırımları işitip gördüğünde şöyle derdi: "Allah'ım, gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi helâk etme, bundan önce bize afiyet ver." "Yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Parmaklarını kulaklarına tıkamalarının sebebi Kur'ân-ı Kerîm'i işitmemek, ona ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmemek içindir. Çünkü bu onlar açısından bir küfürdür. parmaklar" kelimesinin tekili beş şekilde söylenir: 1. şeklinde hemze esre, be üstün 2. şeklinde hemze üstün, be esreli 3 Hemze ve be üstün, 4. Hemze ve be ötreli, 5. Hemze ve be esreli. Kelime müennestir. "Kulak" anlamına gelen "uzun"un küçültme ismi "uzeyne"dir. Bunu bir erkeğe ad verip küçültecek olursak "uzeyn" denilir. "Kulak" anlamına gelen, "üzün" kelimesinin çoğulu "âzân" gelir. Herkesin sözüne kulak veren kimse hakkında: denilir. Tekili ile çoğulu aynıdır. Kulakları büyük kimseye denilir. Böyle olan koyuna: koça v. de çocuğun kulağını büktüm, demektir. "Yıldırımlardan" âyeti ile yıldırımlar dolayısıyla parmaklarıyla kulaklarını tıkadıklarına işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede yer alan "sallallahü aleyhi ve sellemâik" yıldırımlar "saika" kelimesinin çoğuludur. İbn Abbâs, Mücâhid ve başkaları der ki: Melek olan er-Radıyallahü anh'd (gökgürültüsü)ın hiddeti ileri dereceye vardığı takdirde ağzından ateş saçar. İşte yıldırımlar bunlardır. el-Halil de böyle söylemiştir. Yine el-Halil der ki: Yıldırım: Gökgürültüsü sesinden gelen oldukça şiddetli bir şekilde düşen birşeydir. Kimi zaman onunla beraber değdiği şeyi yakan bir ateş parçası da bulunur. Ebû Zeyd de der ki: Yıldırım, şiddetli gökgürültüsü esnasında semadan düşen bir ateştir. el-Halil de bir grup kimseden bu kelimenin "sin" harfi ile "es-saika" şeklinde söylediğini nakletmektedir. Ebû Bekr en-Nekkaş da der ki: "Saika, sa'ka ve sakia" aynı anlamdadır. el-Hasen bu kelimeyi (kaf harfini öne alarak): "es-Savaki" şeklinde okumuştur. Ebû'n-Necm'in şu beyitinde de durum böyledir: "Keskin ve dümdüz kılıçlarla anlatırlar Şimşeğin gök gürültüsünden yarılmasını." En-Nahhas der ki: Bu şekildeki söyleyiş Temimliler ile Rabia oğullarının bir kısmının söyleyiş şeklidir. Gökten bir topluluk üzerine yıldırım düştüğü vakit, "üzerlerine gökten yıldırım düştü," denir. Saika, aynı zamanda azap sayhası (feryadı) anlamındadır. Allah şöyle buyurmaktadır: "Kazandıkları sebebiyle , horlayıcı azâbın yıldırımı onları yakaladı." (Fussilet, 41/17) Bayılan hakkında: adam bayıldı, baygınlık ifadeleri (bu kökten) kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu anlamdadır: "Mûsâ da baygın düşüverdi." (el-A'raf, 7/143) İbn Mukbil der ki: "Mavi at sineklerini göğsünün altında görürsün Teker teker çifter çifter kişnemeleri o atların, onları baygın (ölü) düşürmüştür." Yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde olanların hepsi baygın düşer." (ez-Zumer, 39/68) âyetindeki baygınlıktan kasıt ölümdür. Yüce Allah bu âyet-i kerimede münafıkların durumunu, şiddetli yağmur esnasında bulunan karanlıklara, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımlara benzemektedir. Karanlıklar onların inandıkları küfrün misali, gökgürültüsü ve şimşek kendisi ile korkutuldukları âyetlerin misalidir. Şöyle de denilmiştir: Allah Kur'ân-ı Kerîm'i yağmura benzetmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılması onlar için içinden çıkılamaz birşeydir. Körlük ise karanlıklar demektir. Onun içerisinde bulunan tehdit, azar da gökgürültüsüdür. Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan nûr ve kimi zaman neredeyse gözlerini kamaştıracak dereceye varan apaçık deliller ise, şimşeği andırmaktadır. "Yıldırımlar" ise Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan dünya hayatında Savaşa çağrının ve âhiretteki tehditlerin misalini ifade eder. "Yıldırımların hoşlarına gitmeyen cihat, zekat ve benzeri diğer şer'i mükellefiyetler olduğu da söylenmiştir. "Ölüm korkusu ile." Burada (korkuyu ifade eden) kelimesi, aynı anlamda olmak üzere şeklinde de okunmuştur. Sîbeveyh der ki: Burada kelimenin nasb halinde gelmesi, mef'ûlu leh olması dolayısıyladır. Hakikatte ise bu masdardır. Sîbeveyh şu beyiti örnek göstermiştir: "Asil bir kimse bana karşı bir cahillikte bulunursa onun bu halini (asaletini) korumak üzere affederim onu Ve seviyesine düşmeyeyim diye adi ve bayağı kimsenin sövmesinden yüzçeviririm." el-Ferrâ' da, bu kelimenin temyiz olmak üzere nasb edildiğini söylemiştir. Ölüm (el-mevt) hayatın zıddıdır. şekillerinde gelir. Şair der ki: "Kızcağızım, ey kızların efendisi Çok yaşa fakat ölmeyeceğinden yana emin olunmaz." Ölü kimse için şeklinde kullanılır. Bu kelimenin çoğulu ise şeklinde gelir. Cansız varlıklar hakkında "el-mevat" denilir. Yine bu kelime, sahipsiz ve yararlanılmayan arazi anlamına gelir. "Mevetan" hayatta olmanın zıddıdır. "İki ölüyü al, fakat iki yaşayanı alma" denilir. Yani arazileri evleri al, fakat köle ve hayvan satın alma. Davarların karşıkarşıya kaldıkları bir hastalıktan ölmelerine denilir. Davarlarda ölüm salgını görüldü," demektir. Öldürmek anlamını ifade etmek üzere denilir. Allah onu öldürdü, anlamındadır. Son kelimenin şeddeli gelmesi mübalağa içindir. Şair der ki: "Urve çok rahat bir şekilde öldü İşte şimdi ben her gün öldürülüyorum." Dişi devenin yavrusu öldüğü takdirde hakkında tabiri kullanılır. Ebû Ubeyd der ki: Kadının da durumu böyledir. Bu durumda olanın çoğulu şeklinde gelir. İbnu's-Sikkit der ki: Bir kişinin oğlu veya oğulları öldüğü takdirde denilir. kendisini ölü gibi gösteren riyakar zahidin niteliklerindendir. ifadesi ise, demene benzer. (Öldürücü mü öldürücü bir ölüm ve kapkaranlık bir gece demektir). Bu şekilde onun lâfzından tekit edici bir ifade kullanılır. ise, bir işe kendisini alabildiğine veren demektir. Şair Ru'be der ki: "Ve deniz köpüğünün hışırtısı var Gece ise su üstünde ölü gibidir." Yine kelimesi, Savaşta ölümden hiçbir şekilde korkmayan, ölüme aldırış etmeyen, ölürcesine çarpışan kimse anlamına gelir. Hadîs-i şerîfte şu ifade kullanılmaktadır: " Ben bunların ölesiye çarpıştıklarını (çarpışacaklarını) görüyorum." (........) kelimesi insanda görülen bir çeşit delilik ve sara nöbeti demektir. Kendisine geldiği zaman tekrar aklı tam anlamıyla başına gelir. Uyuyan ve sarhoşun durumunda olduğu gibi. Mu'te ise, Ebû Talib'in oğlu Ca'ferin (selam ona) öldürüldüğü bir beldenin adıdır. "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." İfadesi mübteda ve haberdir. Yani onun elinden kurtulamazlar, demektir. Bir kişiyi dört bir yandan kuşatıp yakaladığı takdirde Sultan filanı çepeçevre kuşattı," denilir. Şair der ki: "Onları kuşattık, nihayet gördüklerine onlar da inanınca Hep birlikte barışa meylettiler." Yüce Allah'ın: "Onun bütün mahsulü, kuşatıldı (yok edildi)" (el-Kehf, 18/42) âyeti de bu kökten gelmektedir. Şanı yüce Allah, bütün mahlukatı muhit (kuşatıcı)dır. Yani bütün yaratıklar O'nun egemenliği ve âyeti altındadır, emri altındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Arz bütünüyle Kıyâmet gününde O'nun kabzasındadır." (ez-Zumer, 39/67) Yani O'nun egemenlik ve tasarrufu altındadır, demektir. "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." Onların durumlarını çok iyi bilendir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Ve muhakkak Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşatmış olduğunu gerçekten bilesiniz diye." (et-Talâk, 65/12) Onları helâk edip yok edecek ve onları bir araya getirip toplayacaktır, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Etrafınızın kuşatılması hariç..."(Yusuf, 12/66) Hep birlikte helâk edilmeniz hali müstesna, demektir. Özellikle kâfirlerin kuşatılmasının sözkonusu ediliş sebebi ise, âyet-i kerimede daha önce kendilerinden söz edilmiş olmasıdır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. 20O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler. Başlarına karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi. Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir. "O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" âyetindeki" neredeyse" kelimesi birşeyin gerçekleşmesinin yakın olduğunu ifade eder. Yapmasının yaklaşıp yapmaması halinde denilir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki sözlerde kullanılabilir. Nitekim Ru'be şöyle demiştir: "Uzun zamandan beri eskidiğinden dolayı neredeyse tamamıyle yok olacaktı." Ancak getirmeden kullanılması daha güzeldir. Çünkü bu edat ifadeye "gelecek zaman" anlamını kazandırır. Bu ise uygun değildir. Nitekim (bu edat kullanılmaksızın) yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimşeğinin şiddetli ışığı gözlerin nurunu neredeyse alıp gidecektir." (en-Nûr, 24/43) Araplarda: Devekuşu neredeyse uçacak, damat neredeyse prens olacak" tabirlerini kullanır. Çünkü her ikisi de belirtilen hallere oldukça yaklaşırlar. fiili çekimi yapılabilen babındandır. Burada bu fiilin haberi, isim ile gelmiştir ki bu da oldukça azdır. Arapçada bu kelime gibi kelimeleri de vardır. Ve bunların da haberi (.........)sız gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzerlerine cennet yapraklarından koyarak örtmeye başladılar." (el-A'râf, 7/22; Taha, 20/121) Çünkü bütün bu fiiller, hali ve onun yakınlığını ifade eder. Hal ile birlikte ise (........) bulunmaz. "Gözlerini kapıp alıverecek.." Kapıp alıverme; el-hatf: Hızlıca almak demektir. Hızı dolayısıyla uçan kuşa "huttâf" denilmesi bundan dolayıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in korkutmasına misal olduğunu kabul edenlere göre, bunun anlamı da şöyle olur: Onların başlarına geleceklerden korkmaları, neredeyse gözlerini alıverecek. Bunu Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan beyana misal kabul edenlere göre de anlamı şöyle olur: Onlara gözlerini iyice kamaştıracak şekilde açıklamalar gelmiş bulunmaktadır. Bu kelime, şeklinde kullanılır. Her şekilde de okunmuştur. O söyleyişi güzeldir. Diğer söyleyişi ise, el-Ahfeş şeklinde nakletmiştir. el-Cevherî, bunun az ve sıradan bir söyleyiş olduğunu hemen hemen hiç bilinmediğini kaydetmektedir. Yüce Allah'ın: "O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" âyetini bu şekilde Yûnus okumuştur. en-Nehhâs ise, okuyuşunda yedi şekil olduğunu söylemiştir. Fasih okuyuş:şeklindedir. Ali b. el-Huseyn ile Yahya b. Vessab şeklinde okumuştur. Said el-Ahfeş, bu bir şivedir demiştir. el-Hasen, Katâde ve Âsım el-Cahderi ile Ebû Reca el-Utaridi şeklinde okumuşlardır. Yine el-Hasen'den gelen rivâyete göre de "hı" harfini üstün okumuştur. el-Ferrâ' der ki: Bazı Medineliler hı harfini sakin ve ta harfini şeddeli okumuşlardır. el-Kisai, el-Ahfeş ve el-Ferrâ' der ki: Ya, hı ve ta harflerini esreli okuyarak şeklinde okumak caizdir. Bu üç okuma şekli yazıya uygundur. Yedincisini ise Abdülvaris nakletmiş ve şöyle demiştir: Ben Ubey b. Ka'b mushafında şeklinde yazıldığını gördüm. Sîbeveyh ile el-Kisai'nin iddiasına göre şeklinde hı ve ta harflerinin esreli okuyan kimseye göre bu kelimenin aslı şeklindedir. Daha sonra "t" harfini "ta" harfine idğam etti. İki sakin harf bir araya geldiğinden dolayı hı harfi esreli okunmuştur. Sîbeveyh der ki: Hı harfini üstün okuyan kimse, t'nin harekesini o harfe vermiş demektir. el-Kisai der ki: Ya harfini esreli okuyan kimse kelimesindeki elifin esreli oluşu dolayısıyla böyle okur. Ferra'nın hı harfini sakin okuyup ta harfini de idğamlı okunuşu şeklinde Medine halkından yaptığı nakle gelince, bu bilinen bir ki raat şekli de değildir. Mümkün de değildir (câiz değildir). Çünkü iki ayrı sakini bir arada bulundurmaktadır. Bunu da en-Nehhâs ve başkaları söylemiştir. Derim ki: Yine el-Hasen'den ve Ebû Reca'dan şeklinde bir okuyuş da rivâyet edilmiştir. İbn Mücâhid: Bunun yanlış olduğunu zannederim, demektedir. Buna dair de yüce Allah'ın: "Meğer ki hırsızlayıp kapan olsun" (es-Saffat, 37/10) âyetini hiçbir kimsenin (ti harfini) üstün olarak okumadığını delil göstermiştir. "Gözleri" anlamındaki âyetin tekili. Basar, görme duyuşudur. Anlamı şudur: Kur'ân'ın delilleri ve apaçık burhanları neredeyse gözlerini kamaştıracak şekildedir. Şimşeği korkutmanın misali kabul edene göre ise, anlam şöyle olur: Başlarına geleceklerden dolayı korkmaları neredeyse gözlerini alıverecek demektir. "Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler." âyetinde " her ... ça", zarf olduğundan mensubtur. Bu kelime zaman edatı anlamında olursa, o taktirde ism-i mevsul olup âmili de ışığında yürürler" âyeti alır. Bu aynı zamanda cevabıdır. Bunda aydınlattı, amel etmez, çünkü bu da sıla cümlesi bünyesindedir. el-Müberred'e göre, ifadenin takdiri şöyledir: Şimşek yollarını aydınlattığında yürürler. Buna göre "yol" anlamındaki kelime mef'ûl olur. Fiillerin bablarının aynı anlama gelmesinin câiz olduğu da söylenmiştir. Bu durumda takdire gerek kalmaz. Buna göre mana şöyle olur: Onlar Kur'ân'ı işittikleri ve delillerini açıkça gördükleri her seferinde alışkanlık kazanırlar ve onunla birlikte yol alırlar. Kur'ân-ı Kerîm'den anlayamadıkları ve kendisi sebebiyle sapacakları birşey nazil olduğu zaman, yahut kendilerine bir mükellefiyet verildiğinde "dikilip kalırlar." Yani münafıklıkları üzerinde sebat ederler. Bu açıklama şekli İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ekinlerinde, davarlarında halleri iyi gidip de nimetler ardı arkasına geldiği her seferinde şöyle demektedirler: Muhammed'in dini mübarek bir dindir. Fakat onlara bir musibet gelip çattığında, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldıklarında bu işe kızarlar ve münafıklıklarını sürdürürler, münafıklıklarından vazgeçmezler. Bu açıklama şekli de İbn Mes’ûd ve Katâde'den nakledilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklama şeklidir. Bunun doğruluğuna da yüce Allah'ın şu âyeti delildir: "İnsanlardan kimisi, Allah'a inhiraf (ye tereddüt) üzere ibadet eder. Ona bir hayır isabet ederse, bununla mutmain olur. Eğer ona bir fitne (sıkıntı) isabet ederse, yüzüstü gerisin geri döner." (el-Hacc, 22/11) Sufi ilim adamları da der ki: Bu yüce Allah'ın, başından beri irade ile ilgili doğru dürüst sahih bir hali bulunmayan kimselere verdiği bir misalidir. Bu kişi bu hallerden birtakım asılsız iddialarla büyük kimselerin hallerine intikal eder. Eğer bunların adabına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bu iddialarını tashih etmiş olsaydı, bu irade halleri onu aydınlatırdı. Ancak bu iddialar ile bu halleri biribirine karıştırınca Allah, ondan bu hallerin nurlarını giderdi ve bu kişi bu karanlıklardan çıkış yolunu görmeyecek halde iddialarının karanlıklarında kalakaldı. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, bunlarla kastedilen yahudilerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de muzaffer olunca umutlandılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, Mûsa'nın bizlere geleceğini müjdelediği peygamber budur. Bunun hiçbir sancağı geri dönmez. Ancak Uhud'da bozgun sözkonsu olunca irtidat ettiler ve şüpheye düştüler. Bu açıklama şekli zayıftır, âyet münafıklar hakkındadır. Ancak, İbn Abbâs'tan bu rivâyet daha sahih bir şekilde gelmiştir. Bununla birlikte mana hepsini (kâfirleri de münafıkları da) kapsamaktadır. "Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi." Yani eğer Allah dilemiş olsaydı, mü’minleri onların durumlarından haberdar eder ve böylelikle istilaya uğratarak, öldürterek, mü’minleri aralarından çıkartarak İslam'ın kendilerine kazandırdığı izzetleri ellerinden giderirdi. Burada özellikle "işitmek ve görmek"den söz edilmesi, âyet-i kerimede daha önce bunların sözkonusu edilmesidir veya insanda bulunan en şerefli azaları olduklarından dolayıdır. Bu kelime, şeklinde çoğul olarak da okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/7. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir." Genellik ifade eder. Kelâmcılara göre bunun anlamı, şanı yüce Allah'ın kendisine güç yetirmekle nitelendirilebileceği herşey hakkında caizdir. Ümmet yüce Allah'ın "kadîr (gücü yeten)" diye adlandırılabileceği üzerinde icma etmiştir. Şanı yüce Allah kadîr, kadir ve muktedirdir. Kadîr, kâdir'den daha beliğdir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir. el-Herevîde der ki: Kadîr ile kadir aynı anlamdadır. Bir şeye muktedir olmak, O şeye gücü yetmek demektir. Yüce Allah var olması da yok olması da mümkün olabilen herşeye kadîr, muktedir ve kadirdir. O bakımdan her mükellefin şanı yüce Allah'ın kadir olduğunu bilmesi gerekir: Bu kudretiyle o, dilediğini bilgi ve seçimine uygun olarak dilediği şekilde yapar. Yine her mükellefin şunu da bilmesi gerekir: Kulun da kendisine göre bir kudreti vardır. Bu kudreti sayesinde o, ilahi adetin cereyan şekline uygun olarak Allah'ın kendisini muktedir kıldığı şeyleri yapabilir. Bununla birlikte yüce Allah, kendi kudreti ile kullarını istibdadı altında tutmamaktadır. (Yani onları belli bir işi yapmak üzere zorlamamaktadır.) Burada yüce Allah'ın "kudret" sıfatının sözkonusu ediliş sebebi ise, tehdit ve korkutma anlamını ihtiva eden bir fiilden daha önce söz edilmiş olmasıdır. O bakımdan burada "kudref'in anılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Kûfelilere göre buraya kadar yirmi âyettir. Bu yirmi âyetin dört âyeti mü’minlerin niteliği ile ilgilidir. Arkasından kâfirlerin niteliği ile ilgili iki âyet-i kerîme gelmektedir. Geri kalanı ise münafıklar hakkındadır. Buna dair rivâyet İbn Cüreyc'den daha önce geçmiş bulunmaktadır. Yine Mücâhid de bu görüşü belirtmiştir. 21Ey İnsanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin. Ta ki sakınasınız. "Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin." Alkame ve Mücâhid dedi ki: "Ey insanlar" diye başlayan her bir âyet, Mekke'de inmiştir. "Ey îman edenler" diye başlayan her bir âyet de Medine'de inmiştir. Ancak bu görüşü reddeden birtakım hususlar vardır: Bu sûre ve Nisa sûresi, Medenidir yani Medine'de inmiştir ve bunlarda da "Ey insanlar" hitabı yer almaktadır. "Ey îman edenler" ile ilgili görüşleri ise doğrudur. Urve b. ez-Zubeyr der ki: Herhangi bir had (belli bir suçun cezası) yahut bir farz belirten âyetler Medine'de inmiştir. Geçmiş ümmetlerden ve azaptan söz eden âyetler ise Mekke'de inmiştir. Bu da açıktır. Burada "insanlar" ile kimlerin kastedildikleri hususunda iki farklı görüş vardır: Birinci görüş: Bunlar yüce Allah'a ibadet etmeyen kâfirlerdir. Buna da yüce Allah'ın bundan sonra gelecek: "Eğer kulumuza... indirdiğimizden şüphe içinde iseniz." (el-Bakara, 2/23) âyeti delalet etmektedir. İkinci görüş: Bu bütün insanlara yönelik genel bir hitaptır. Buna göre, mü’minlere yönelik olan tarafıyla ibadetin devamı, kâfirlere yönelik olan kısmıyla da ibadet etmeye başlamaları şeklinde bir hitap olur. Bu da güzel bir açıklamadır. "İbadet edin" âyeti ona ibadet etmek emrini vermektedir. Burada ibadet onu tevhid etmek ve dininin şer'i hükümlerine bağlanmaktan ibarettir. İbadet asıl itibariyle boyun eğmek ve önünde zilleti arzetmektir. Eğer bir yol ayaklar ile çiğnenip oradan gidip geliniyor ise, o yola denilir. Tarafe der ki: "Ön ayağını attığı yere arka ayağını attı, peş peşe gidip gelinen bir yol üstünde." İbadet itaat, taabbud de kendini ibadete vermek ve ibadet için çekilmek, birisini abd edinmek de onu köle edinmek, demektir. "Sizi de... yaratan" Şanı yüce Allah, diğer sıfatları arasından onları yaratmış olduğunu özellikle zikretmektedir. Çünkü Araplar yüce Allah'ın kendilerini yarattığını kabul ediyorlardı. Bunu onlara karşı bir delil olmak ve ibadet etmemelerine karşılık da onları azarlamak için zikretmiştir. Bununla üzerlerindeki nimetini hatırlatmak istediği de söylenmiştir. Asıl itibariyle "yaratmak (halk)" iki şekilde olur: Birincisi; takdir etmektir. Mesela: Eğer bir hayvan derisini kesip parçalamadan önce, gerekli şekilde ölçüp tasarlanmış ise, kişi." Deriyi su kırbası olmak üzere halkettim" der. Şair der ki: "Sen takdir ettin mi hemen onu yaparsın Kimisi ise, takdir eder daha sonra hiç yapmaz." el-Haccac da şöyle demiştir: Ben neyi takdir ettimse, (halaktu) mutlaka onu kesinlikle sonuca ulaştırdım. Neye söz verdimse de mutlaka onu yerine getirdim. İkincisi; varetmek, meydana getirmek, icad etmek ve yoktan varetmek. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve yalan halkediyorsunuz. (Olmayan birşeyi uyduruyorsunuz)" (el-Ankebut, 29/17.) "... Sizden öncekileri de.." Kendilerinin Allah tarafından yaratıldıklarını kabul ettiklerine göre, başkalarının da o Allah tarafından yaratıldığını kabul ediyorlar demektir. (O halde bunu da ayrıca söylemenin anlamı nedir?) diye bir soru sorulursa, şu şekilde cevap verilir: Böyle bir ifade verilen öğüdün daha beliğ ve etkileyici olması için dikkat çekmek ve hatırlatmak içindir. Yüce Allah, onlara kendilerinden öncekileri hatırlattı. Böylelikle kendilerinden öncekilerini öldürenin aynı şekilde Allah olduğunu bilsinler ve kendilerini de yarattığı gibi öldüreceğini anlasınlar. Kendilerinden önce geçip gidenlerin ne şekilde oldukları ve helâk olanların ne sebeplerden dolayı helâk edildikleri üzerinde düşünsünler, onların da imtihan edildikleri gibi kendilerinin de imtihan edilmekte olduklarını bilsinler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ta ki sakınasınız." Yüce Allah'ın burada yer alan Ta ki, olur ki" edatı "ibadet edin" ile alakalıdır. Yoksa "yaratan" âyeti ile alakalı değildir. Çünkü Allah'ın cehennem için yaratmış olduğu kimseler, Allah'tan sakınsınlar diye yaratılmış değildir. Bu vö buna benzer yüce Allah'ın buyrukları arasında yer alan (ve aynı edatın kullanıldığı): "Ta ki akıl edesiniz, ta ki şükredesiniz, ta ki öğüt alasınız, ta ki hidâyet bulasınız" buyrukları ile ilgili üç ayrı açıklama şekli yapılmıştır: 1- Bu kelimesi, asıl kullanılış amacına uygun olarak, umut ve beklenti ifade eder. Umut ve beklenti insanlardandır. Onlara şöyle denilmiş gibidir: Sizler bunu yapınız. Çünkü sizden beklenen ve umulan aklınızı kullanmanız, öğüt almanız ve takva sahibi olmanızdır. Sîbeveyh'in ve dil âlimlerinin ileri gelenlerinin görüşü budur. Sîbeveyh yüce Allah'ın: "İkiniz de Fir'avn'a gidin, çünkü o azmıştır. Fir'avn'a yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır yahut korkar" (Taha, 20/43-44) âyeti hakkında şöyle demektedir. Bunun anlamı şudur: Sizler Fir'avn'ın öğüt alacağını umarak ve bekleyerek ona gidiniz. Ebû'l-Meali de bu görüşü tercih etmiştir. 2- Araplar bu edatı, edatının anlamını ifade eden "lâm" (ile ve için) anlamında ve tereddütten uzak bir manada kullanmışlardır. O vakit bu gibi âyetlerin anlamı: Aklınızı kullanmanız için, öğüt almanız için, takva sahibi olmanız için., şeklinde olur. Şairin şu sözü bunun delilidir. "Bize dediniz ki: Bizim Savaşı bırakmamız için siz de Savaşları bırakın Ve bu konuda her türlü teminatı verdiniz Fakat biz Savaşı bırakınca sizin verdiğiniz sözler Çölde parlayıp kaybolan bir serabın parıltısını andırırdı." Burada bu edat dolayısıyla: Bizim Savaştan vazgeçmemiz için siz de Savaşları kesiniz, anlamındadır. Şayet burada eğer şüphe ve tereddüt ifade etseydi, onlara her türlü teminatı vermeleri sözkonusu olmazdı. Bu görüş Kutrub ve Taberi'den nakledilmiştir. 3- Bu edat, bir şeye maruz kalmak anlamında kullanılır. Şöyle denilmiş gibidir: Akıl etmek, yahut öğüt almak veya takva sahibi olmak ile, karşı karşıya kalmak üzere, (için) bunu yapınız. Buna göre yüce Allah'ın: "Ta ki sakınasınız" âyeti şu anlama gelir: Belki sizler Allah'ın size emrettiklerini kabul etmek suretiyle bunu kendiniz ile cehennem arasında bir koruyucu haline getirirsiniz. Bu da bir kişiye hemen hakkını ödeyerek karşılık verdiği takdirde: Hakkı ile ondan korundu" denilmesi kabilindendir. Sanki o kişinin karşılaştığı bu kişiye hakkını ödemesi suretiyle o karşılaştığı kişinin hakkını ondan istemesine karşı kendisini korumuş gibi olur. Hazret-i Ali'nin şu sözleri de bu türdendir: Yani, Savaş kızıştığında biz Peygamber ile korunurduk. Düşmana karşı biz onunla kendimizi korurduk," demektir. Şair Antere de şöyle demiştir: "Göğsünden kan aka aka, atımı sürüp durdum Nihayet at(lı)lar iki keskin (kılıç) ile benden korundu." 22O ki; yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız. "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı altı başlık halinde ele alacağız: "O ki... yaptı." Buradaki kelimesinin anlamı, -iki mef'ûle geçişli olduğundan dolayı- "yaptı, meydana getirdi" şeklindedir. Bazı yerlerde yarattı anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah ne bahire, ne şaibe, ne vasile... kılmıştır (yaratmıştır)" (el-Maide, 5/103); "Karanlıkları ve aydınlığı yaratan" (el-Maide, 6/1) Bu fiil kimi yerde "adlandırdı" anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hâ, Mim. Apaçık (yol gösteren) kitap hakkı için. Muhakkak Biz onu akıl edesiniz diye Arapça bir Kur'ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/1-3); "Onun kullarından bazısı O'na bir kısım isnad ettiler." (ez-Zuhruf, 43/15); "Ve onlar Allah'ın kulları olan melekleri de dişiler kıldılar." (ez-Zuhruf, 43/19) Yani onlara dişi adlan taktılar. Bu fiil kimi zaman "almak" anlamına da gelir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Onların ısırılmaları hoşuma gidiyor" "Onlar öyle bir ısırıldılar ki onları ısıran azı dişi, eti kemiklerinden ayırıyor." Kimi zaman bu kelime fazladan da gelebilir. Bir başka şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "İkiyi dört kişi görmeye başladım Biri de iki, yaşlılık beni yıkınca." Yüce Allah'ın: "Karanlıkları ve aydınlığı yarattı" (el-En'am, 6/1) âyetinde yer alan bu kelimenin fazladan geldiği de söylenmiştir. (.........) aynı anlamına gelir. Şair der ki: "Zayıfların işini aşarak; gece boyu yol aldı; Geceyi oldukça eski (Âd kavminden kalma) derin kuyuya dümdüz sarkıtılan ip gibi kıldı (durmaksızın yol aldı) "Döşek" demek, yeryüzünü üzerinde yattıkları, karar ve rahat buldukları yer kıldığı anlamına gelir. Dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi döşek durumunda olmayan ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılan yerlerinin faydasına var olan bölgelerdir. Çünkü dağlar, kazıklar gibidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz yeri bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?" (en-Nebe, 78/6-7) Denizlerde ise, birçok faydasının yanında yolculuk yapılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve denizlerde insanlar için faydalı şeylerle (yüklü) akıp giden gemilerde..." (el-Bakara, 2/164) Şâfiî mezhebi ilim adamları derler ki: Bir kişi bir döşek üzerinde geceleyin yatıp uyumamak üzere yemin etse, yahut bir kandilin aydınlığında kalmamak üzere yemin etse ve yerin üzerinde yatıp uyuşa veya güneşin aydınlattığı bir yerde otursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü örfen kullanılan bu ifadeler (Kur'ân-ı Kerîm'de kendilerine bu ismin verilmesine rağmen) bu nesneleri anlatmıyor. Mâlikîler ise, bu gibi hususları da yeminler ile ilgili kabul ettikleri asıl ilkeye göre hükme bağlamışlardır. Onlara göre yeminlerde kullanılan ifadeler niyete yahut sebebe veya yeminin hakkında sözkonusu olduğu o döşek ve yaygıya hamledilir (yorumlanır.) Şayet bunlardan herhangi birisi sözkonusu değilse, o vakit örfe başvurulur. "Göğü de bir bina yaptı." Göğün yeryüzüne göre durumu, ev için tavanın durumu gibidir. Bu bakımdan âyeti hak olan yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Ve Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (el-Enbiya, 21/32) Üstte kalan ve gölge yapan herşeye "sema (gök)" ismi verilir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Burada yer alan : Bina" kelimesi üzerinde durak yapmak bir önceki âyetin sonunda yer alan kelimesi üzerinde durak yapmaktan daha güzeldir. Çünkü yüce Allah'ın: "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek..." âyeti yüce Rabbın bir sıfatıdır. Meselâ Filân kişi bir ev yaptı" denilir. tabiride hanımı ile zifafa girdi, demektir. Bu ifadenin kullanılışının asıl sebebi şu olabilir: Hanımı ile zifafa giren kimse, gireceği gece hanımı için bir çadır kurardı. O bakımdan (sonraları) hanımı ile birlikte bulunan herkese: "bina eden" anlamına "bani" denilirdi. Duvarın bina edilmesi ise, asıl itibariyle iyice sağlamlaşıncaya kadar kerpiç kerpiç üstüne koymaktır. "Gökten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı." Âyet-i kerimede "meyveler" anlamındaki kelimesinin tekili dur. Çoğunluğun: şeklinde geldiği de söylenmiştir şeklinde geldiği de, ve in çoğuludur. Buna dair geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle En'âm sûresinde (6/99. âyet 4. başlıkta) gelecektir. Kamçının yan taraflarındaki düğümler" demektir. Âyetin anlamı da şudur: Biz sizin için çeşitli meyvelerden ve türlü türlü bitkilerden size "rızık" olmak üzere çıkardık. Yani, sizin için yiyecek, hayvanlarınız için de yem olmak üzere. Nitekim yüce Allah şu âyetinde bu hususu şöylece açıklamaktadır: "Şüphesiz Biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da yeri gereği gibi yararız. Böylece orda taneler bitiririz. Üzümler ve sebzeler, zeytinler ve hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, çeşitli meyve ve otlaklar. Hem sizin için, hem de davarlarınız için bir fayda olmak üzere." (Abese, 80/25-32) Rızık ile ilgili açıklamalar daha önceden yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Hamd, Allah'a mahsustur. Eğer: "Rızk" kelimesi, mülk edinmekten önce çıkan meyve ve mahsuller hakkında nasıl kullanılmıştır diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir: Çünkü bunlar mülk edinmeye hazır hale getirilir ve bunlardan yararlanmak mümkündür. Bu bakımdan bunlar bir rızıktır. 5- İnsan Diğer Yaratıklara Muhtaç Değildir: Bu âyet-i kerîme şanı yüce Allah'ın insanı bütün yaratıklara muhtaç olmaktan kurtardığının delilidir. Bu bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususa işaretle şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimsenin, ipini alıp sırtı üzerinde odun taşıması, ister versin ister vermesin, herhangi bir kimseden dilenmesinden onun için daha hayırlıdır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Türlü sanat ve benzeri meslekler bütünüyle bu odun toplamanın kapsamı içerisine girer. Hırs, emel, dünya süsüne duyduğu rağbet sebebiyle kendisi gibi bir insana nefsini muhtaç eden bir kimse, Allah'a eş koşmanın yolunun ağzına gelmiş demektir. Bazı sufi ilim adamları şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede fakrın yolunu göstermektedir. Bu ise yeri yatılacak, çiğnenecek bir döşek, semayı örtü, suyu koku, bitkiyi de yiyecek edinmek, dünyada da dünya sebebiyle mahlukattan hiçbir kimseye ibadet etmemektir. Çünkü şanı yüce Allah, senin için kaçınılmaz olan şeyleri başka herhangi bir kimsenin sana minnet etmesine fırsat vermeksizin vermiş, bağışlamış bulunmaktadır. Nevf el-Bikalî der ki: Bir gün Ali b. Ebî Tâlib'in çıktığını ve yıldızlara doğru baktığını gördüm. Bana şöyle dedi: Ey Nevf! Uyuyor musun uyanık mısın? Ben: Hayır, mü’minlerin emiri, uyumuyorum dedim. Şöyle dedi: Dünyaya karşı zahid, âhirete rağbet duyanlara ne mutlu. İşte onlar yeryüzünü bir yaygı, toprağı yatak, suyunu koku, Kur'ân'ı, duayı büründükleri elbise ve şiarları haline getirmişlerdir. Dünyayı tıpkı Mesih (aleyhisselâm) gibi reddetmişlerdir... dedikten sonra bu haberin geri kalan kısımlarını da bildirdi. Bunun geri kalan kısımları bu sûrede yüce Allah'ın "Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim" (el-Bakara, 2/186) âyetini açıklarken -inşaallah- gelecektir. "Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız" âyeti bir yasak bildirmektedir. Ona denk, emsal ve benzer kimseler koşmayınız, demektir. Çoğul olan bu kelimenin tekili şeklindedir. Muhammed b. es-Semeyka işte bu şekilde bu kelimeyi tekil olarak şeklinde okumuştur. Şair der ki: "Allah'a hamd ederiz ve onun eşi yoktur Hayır onun elindedir ve O dilediğini yapar." Hassan da şöyle demiştir: "Sen ona eş (denk) olmadığın halde onu nasıl hicvedersin İkinizin kötü olanı hayırlı olanınıza feda olsun." Bu kelimenin mübalağa ifade eden şekilleri ile şeklinde gelir. Şair Lehid der ki: "Ta ki Senderî benim dengim olmasın Ve ta ki toplu kimseleri darmadağın edeyim." Ebû Ubeyde der ki: zıtlar demektir. en-Nehhâs der ki: "Zıtlar" anlamındaki kelime birinci mef'ûl, "Allah'a" anlamındaki kelime ikinci mef'ûl mahallindedir. el-Cevherî der ki: kelimesi, yukarılara doğru yükselen tepe demektir. Bir koku ismi olan "en-nedd", Arapça değildir. Yüzü doğrultusunda kaçıp giden deve hakkında da bu kelimeden türemiş olan fiil kullanılır. Bazıları (bu kökten gelen kelimeyi bundan dolayı: "O kaçışma günü" (el-Mu'min, 40/32) şeklinde okumuşlardır. Bir kimseyi teşhir etmek ve kusurlarını belirtmek için de aynı kökten olmak üzere ifadesi kullanılır. 7- Kâfir ve Münafıkların Bilgisizliği: "Artık siz de bildiğiniz halde" âyeti mübteda ve haberdir. Cümle hal mahallindedir. Burada hitap İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre kâfirlerle münafıklaradır. Daha önce mühür vurulmak, damgalamak, sağırlık ve körlük gibi buna aykırı niteliklerle onlardan söz etmişken, burada nasıl olur da onları "bilgi sahibi olmak" ile nitelendirmektedir? Buna iki türlü cevap verilebilir: "Siz de bildiğiniz halde" âyeti ile yüce Allah'ın yaratıkları yarattığı, suyu indirdiğine ve rızık olan mahsulleri yeşerttiğine dair bilgi kastedilmektedir. Onlar, bütün bu nimetleri kendilerine verenin Allah olduğunu, ortak koştukları kimselerin olmadığını bilirler. İkinci cevap: Mana şu şekilde de olabilir: Sizler düşünüp tetkik ettiğiniz takdirde güç ve imkan yönüyle O'nun vahdaniyetini bileceksinizdir. İşte bu âyette aklın kabul ettiği delillerin kullanılarak taklidin terkedilmesine, çürütülmesinin emredildiğine dair delil vardır. İbn Fûrek der ki: Âyet-i Kerîmenin mü’minleri kapsaması ihtimali de vardır. O vakit anlamı şöyle olur: Ey mü’minler, dini bırakıp irtidat etmeyin. Allah'ın bir ve tek olduğunu bildikten ve konu ile ilgili bilgisizliğiniz sona erdikten sonra Allah'a eşler, ortaklar koşmayınız. 23Eğer kulumuza parça parça indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun türünden bir sûre getirin. Allah'tan başka şahidlerinizi de çağırın. Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz. Kur'ân'ın Benzersizliği Hususunda Meydan Okuma: "Eğer kulumuza" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "indirdiğimizden" yani Kur'ân-ı Kerîm'den "şüphe içinde iseniz.." Kasıt kendilerine meydan okunulan müşriklerdir. Bu müşrikler Kur'ân-ı Kerîm'i işittiklerinde: "Bu sözler Allah'ın sözlerine benzemiyor. Biz bu hususta ondan yana şüphe içerisindeyiz" demeleri üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bunun kendisinden önceki âyet-i kerîme ile ilişki yönü şudur: Şanı yüce Allah, birinci âyet-i kerimede kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra gelen bu âyet-i kerîme ile Peygamberinin nübüvvetine ve onun getirdiği Kur'ân-ı Kerîm'in kendisi tarafından uydurulmadığına delili ortaya koydu. "Kulumuza" âyeti ile kastedilen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Kul (abd) kelimesi taabbüdden gelmektedir. Taabbüd ise zillet göstermek, boyun eğmek demektir. Köleye -yaptığının türünden olmak üzere- "abd" ismi verilmiştir. Tarafe der ki: "Nihayet bütün aşiret benden uzak durdu Ve zelil kılınmış (uyuz) bir deve gibi tek başıma bırakıldım." Kimi ilim adamı şöyle demiştir: İbadet hasletlerin en şereflisi, ibadet etmek manasını ihtiva eden bir isim almak şereflerin en yücesi olduğundan dolayı yüce Allah Peygamberine "abd (kul)" ismini vermiştir. Bunu ifade eden şu beyitleri de delil göstermiştir: "Kavmim, Zehra'nın yanındadır kalbim Bunu görüp işiten herkes bilir Bana ancak: "Ey onun kölesi" diye seslenin, Çünkü o benim en şerefli ismimdir." "Haydi siz de onun türünden bir sûre getirin." Bu emrin anlamı, muhatapların aczini ortaya çıkarmaktır. Çünkü şanı yüce Allah, bu işin altından kalkmaktan aciz olduklarını biliyor. "Sûre" kelimesi, "suver" kelimesini tekilidir. Sûre ile ilgili ve Kur'ân-ı Kerîm'in i'cazına dair açıklamalar daha önceden yapıldığından dolayı bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. "Onun türünden" âyetinde, zamir ilim adamlarının çoğunluğuna göre Kur'ân-ı Kerîm'e aittir. Katâde, Mücâhid ve benzeri müfessirler bu görüştedir. Bu zamirin Tevrat ve İncil'e ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Sizler bu kitabın benzeri olan bir kitaptan bir sûre getiriniz. O sûre, bu kitapta bulunanları tasdik edecektir. Zamirin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöyle olur: Okuması yazması olmayan bunun gibi ümmi bir insan tarafından ortaya konmuş bir sûre getiriniz. Bu iki açıklama şekline göre, tab'id (kısmilik) ifade eder. Birinci açıklamaya göre ise fazladan gelmiştir (zaiddir). Âyet-i kerimede yer alan üzerinde durak yapmak tam bir vakıf değildir. Çünkü âyeti bunun üzerine atfedilmiştir. "Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın." Şahitlerin anlamı, sizin yardımcı ve destekçileriniz demektir. el-Ferrâ', ilahlarınız diye açıklamıştır. İbn Keysan da der ki: "Burada şahitlerden nasıl söz edilmiştir. Halbuki, şahitler, ancak herhangi bir işe şahit olmak için ya da şahit oldukları herhangi bir hususu bildirmek için sözkonusu edilirler. Oysa burada onlara: "Siz de onun türünden bir sûre getirin" denilmiştir" diye sorulacak olursa cevabımız şöyle olur: Bunun anlamı şudur: Sizler bulduğunuz bütün ilim adamlarınızın yardımını alınız ve onları huzura getiriniz ki getirdiklerinizi görsünler, şahit olsunlar. Böylelikle hepsine karşı verilecek olan bu cevap onlara karşı delil getirmek açısından son derece sağlam bir konumda olsun. Mücâhid'in açıklamasından da anlaşılan budur. Mücâhid der ki: "Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın". Yani sizin lehinize tanıklık edecek insanları çağırın. Sizin Kur'ân-ı Kerîm'e karşı çıktığınızı görsünler, şahit olsunlar, demektir. en-Nehhâs der ki: "şahitler" anlamındaki "şühedâ" kelimesi, "çağırın" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir ve çoğuldur. Tekili, "kadir" ve "kadîr" gibi, "şâhid" ve "şehîd" ...diye gelir. Allah'tan başka"; yani O'nun dışında demektir. kelimesi, üst anlamına gelen kelimesinin zıddıdır. Bu ise, gayeden (nihaî noktadan) geri kalmak demektir. Bu kelime zarf olur. Aynı zamanda hakir ve bayağı anlamına da gelir. Şair bu anlamda olmak üzere der ki: "Kişi yüceldi mi, yüceliklere talip olur. Dûn (aşağılık) olan da dûna (aşağılığa) kani olur." Bu kelimeden bir fiil türetilmez. Kimisi de çekiminin bundan türediğini söylemektedir. ile: Bu ondan daha yakındır, demek istenir. Birşeye teşvik edilmek (iğrâ yapılmak) istendiği zaman: Haydi o senin olsun, denilir. Temimliler, (Haccac'ın katipliğini yapan ve asarak idam ettiği) Salih b. Abdurrahman'ı kendilerine teslim edip kazdıkları mezara gömmek üzere Salih'i kendilerine teslim etmesini istemişler, Haccac da onlara: Onu size bırakıyorum" diye cevap vermişti. "Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz"; sizler Kur'ân'a karşı çıkabilme gücüne sahip olmak iddiasında doğru söylüyor iseniz, anlamındadır. Çünkü bir başka âyet-i kerimede onların şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Eğer dilersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik." (el-Enfal, 8/31) Doğruluk (sıdk), yalanın zıddıdır. "Sadk" mızrakların çelik ucu demektir. Ciddi bir şekilde bir topluluğa karşı Savaşanlar hakkında: "Onlara karşı samimi bir şekilde candan Savaştılar" denilir. Sıddîk: Doğruluktan ayrılmayan kimse demektir. Doğru sözlü bir adam olduğunu anlatmak üzere Doğru adam," denilir. "Sadakat" da öğüt ve iyiliğini isteyip sevgi duymakta samimiyeti ifade etmek üzere "sıdk"dan türetilmiştir. 24Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır. Yakıtı İnsan ve Taşlar Olan Ateş: "Eğer" bundan önce yapamadı iseniz "ki hiçbir zaman" gelecekte de yapamayacaksınız. Bu açıklama şekline göre bundan önceki âyetin sonunda vakıf yapmak tam bir vakıftır. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bu âyetin anlamı şudur: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırınız. Fakat bunu hiçbir zaman yapamayacaksınız. Bunu yapamadığınıza göre artık ateşten korkun.. Bu açıklama şekline göre ise, önceki âyet-i kerimenin sonunda vakıf, tam vakıf olmaz. Eğer: Amil, amil üzerine kullanılmadığına göre, peki amilinden önce edatı nasıl gelmiştir? denilirse şöyle cevap verilir: Burada yer alan lafızda amel etmiyor (kelimenin son harekesini etkilemiyor). O bakımdan edatının başına tıpkı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına gelmiş gibidir. Çünkü bu edat, mazi fiilde amel etmediği gibi de de amel etmemektedir. Buna göre "yapamazsanız" âyetinin anlamı: Yapmayı terkettiyseniz, yapmaktan vazgeçtiyseniz, şeklinde olur. "Ki hiçbir zaman yapamayacaksınız." Bu ifadeyle benzerini meydana getirmek için gayrete gelmeleri istenmekte ve tahrik edilmektedirler. Böylelikle, benzerini getirmekten aciz oldukları apaçık bir şekilde ortaya çıkması sağlanmaktadır. Bu ifade Kur'ân-ı Kerîm'in, meydana gelmesinden önce gerçekleşeceğini haber verdiği gaybi haberler arasındadır. İbn Keysan der ki: "Ki hiçbir zaman yapamayacaksınız" âyeti, onları Kur'ân-ı Kerîm'in hak olduğunu kabul etmek zorunda bırakmakta ve Kur'ân'ın yalan olduğu, uydurulmuş, sihir, şiir, öncekilerin masalları olduğu şeklindeki iddialarında doğru olmadıklarını ortaya koymaktadır. Onlar yeterli bilgiye sahip olduklarını iddia etmekle birlikte, onun benzeri bir sûreyi getiremediklerine göre, bu iddialarında doğru söyleyen kimseler olamazlar. "Artık yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının." âyeti "eğer yapamazsanız" âyetinin cevabıdır. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etmekle, yüce Allah'a da itaat etmek suretiyle sakınınız (takva sahibi olunuz). Takvaya dair açıklamalar önceden yapılmıştır, tekrara gerek yoktur. Odun anlamındadır, "vav" harfi ötreli olarak; alevle yanmak anlamındadır. İnsanlar: Genel olarak bütün insanları ifade etmekle birlikte cehennem için odun olacağına dair ezelden hüküm verilmiş kimseler hakkında özel anlam ifade eder. Yani özellikle onlar kastedilmektedir. Allah bizi o cehenneme odun olmaktan muhafaza buyursun. Burada sözü geçen "taşlar"dan kasıt, İbn Mes'ûd ve el-Ferrâ''dan nakledildiğine göre siyah kibrit (kükürt taşı)tir. Burada sözkonusu edilmesi diğer bütün taşlardan beş ayrı azap türünü de fazladan ihtiva etmesi dolayısıyladır: Çabuk alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, bedenlere oldukça yapışması ve kızdığı takdirde oldukça ileri derecede ısı vermesi. Yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan o ateş..." (et-Tahrim, 66/6) âyetinde cehennemde insanlarla taşlardan başka kimse olmadığına dair delil yoktur. Çünkü bir başka yerde yüce Allah cehennemde cinlerin ve şeytanların da bulunacağını zikretmektedir. Taşlardan kasıt putlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz..." (el-Enbiya, 21/98) Buna göre taşlar ve insanlar ateşe odun olacaktır. Bunun sözkonusu edilmesi, cehennemin ne kadar azametli olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü cehennem insanları yakmakla birlikte taşları da yakacaktır. Birinci açıklama şekline göre, insanlar hem ateş ile hem de taşlarla azap edileceklerdir. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği varid olmuştur: "Her eziyet veren (işkenceci) cehennemdedir." Bu hadis iki şekilde açıklanmıştır: 1- Dünya hayatında insanlara eziyet veren, işkence yapan herkese Allahü teâlâ âhirette ateş ile azap edecektir. 2- Dünyada insanlara eziyet veren yırtıcı hayvan, haşere ve buna benzer yaratıklar cehennemde cehennemliklerin cezalandırılması için hazırlanmıştır. Kimi müfessirler, yakıcı taşlarının bulunması özelliğine sahip bu ateşin özel olarak kâfirlerin kendisi ile azap göreceği ateş olduğu görüşündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'in rivâyetine göre, Abbas b. Abdülmuttalib (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ebû Talib seni himaye ediyor, sana yardımcı oluyordu. Bu ona bir fayda verdi mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, ben onu cehennemde adamın boyundan yüksek çukurlarda buldum. Onu topukları ancak bulan yerlere çıkardım. - Bir rivâyette de- : Ben olmasaydım cehennemin en alt çukurunda olacaktı." el-Hasen, Mücâhid ve Talha b. Mûsarrif Yakıtı" kelimesini -vav harfini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Ubeyd b. Umeyr ise, şeklinde okumuştur. el-Kisai ve el-Ahfeş der ki: "Vav" harfi üstün olarak: "el-vekud" şeklinde okumak odun anlamındadır, "el-vukud" (vav harfini ötreli okuyuşu ile) şeklinde ise, kelimenin fiil kökünü ifade eder. Ateşin yakıldığı yere "mevkid" denilir. Yanmakta olan ateş için de denilir. On gün veya onbeş gün süre ile devam eden aşırı derecedeki sıcaklara da denilir. en-Nehhâs der ki: Buna göre, bu kelimenin (vav harfinin üstün okunması ile): şeklinden başka türlü okunmaması gerekir. Çünkü burda anlatılmak istenen cehennemin odunudur. Şu kadar var ki el-Ahfeş şöyle demiştir: Arapların bazısı vav harfinin üstün ve ötreli okunuşunu hem odun anlamına kullanmakta hem de kelimenin masdarı olarak kabul etmektedirler. en-Nehhâs der ki: Ancak el-Ahfeş birinci kullanımın daha çok olduğu görüşündedir. Nitekim: "vedu" denildiği zaman abdest suyu kastedilir "vudu"' denildiği zaman da abdest almak şeklinde masdar yapılır. "Kâfirler için hazırlanmıştır." Bu âyetin zahirinden kâfir olmayanların cehenneme girmeyecekleri anlaşılmaktadır. Ancak durum böyle değildir. Buna delil ise yüce Allah'ın başka yerde günah işleyen kimseler için yaptığı tehditler ile şefaat hakkında -ileride geleceği üzere- sabit olmuş Hadîs-i şerîflerdir. Bu âyette hak ehlinin kabul ettiği cehennem halı hazırda vardır ve yaratılmıştır, şeklindeki görüşlerine delil vardır. Halbuki bid'atçiler buna aykırı olarak: Cehennem şu ana kadar yaratılmamıştır, demektedirler. Endülüslü kadı Münzir b. Said el-Balluti de bu konuda yanılmış ve bu görüşü benimsemiştir. Müslim'in Abdullah b. Mesud'dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. O esnada düşen bir şeyin gürültüsünü duydu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Bizler: Allah ve Rasulu daha iyi bilir, dedik. O da şöyle buyurdu: "Bu yetmiş yıldan beri cehenneme atılmış bir taştır. İşte bu taş (cehennemin) dibine şu anda ulaşıncaya kadar yuvarlanıp durdu." Buhârî'nin rivâyetine göre de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennem ve cennet tartıştılar. Cehennem dedi ki: İşte bana zorbalar ve büyüklük taslayanlar girecektir. Cennet de dedi ki: Bana ise, zayıflar, yoksullar girecektir. Aziz ve celil olan Allah cehenneme: Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azâb ederim, dedi: Cennete de dedi ki: Sen de Benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye merhamet ederim. Ve / sizin her birinizi de dolduracağım." Müslim de bu anlamda bu hadisi rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfte geçen "davalaştı" ifadesinin davalaşacak anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü İbn Mes’ûd'un (doğrusu işaret ettiğimiz gibi Ebû Hüreyre'nin) daha önce geçen hadisi bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Diğer taraftan (cehennemin el'an yaratılmış olduğunu ifade eden hususlar arasında) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a küsuf namazında cennet ve cehennem gösterilmiş olması da vardır. Yine Hazret-i Peygamber İsra'da cennet ve cehennemi görmüş, cennete girmiştir. Dolayısıyla buna uymayan rivâyetlerin bir anlam ifade etmeleri sözkonusu değildir. Başarı Allah'tandır. "Hazırlanmıştır" (anlamına gelen): (........) âyetinin hazırlanmış olduğunu ifade etmek üzere "ateş"in halini ifade etmesi mümkündür. Bu arada (muhakkak anlamına gelen kelimesi hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Yahut göğüsleri daralarak size gelenler" (en-Nisa, 4/90) âyetinin anlamı göğüsleri daralmış halde, şeklindedir. Burada Daralmış" ile birlikte edatının da hazfedildiği kabul edilmelidir. Çünkü mazi bir fiil (di'li geçmiş) ancak bu edat ile birlikte hal olur. Buna göre, Taşlar" kelimesi üzerinde vakıf yapılırsa eksik olur. Bununla birlikte kendisinden önceki buyruklarla ilgisi olmayan bir söz olması da caizdir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "İşte sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helâk etti.." (Fussilet, 41/23) es-Sicistanî der ki: "Kâfirler için hazırlanmıştır" âyeti O ateş ki., kelimesinin sılasının bir parçasıdır. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde de yüce Allah: "Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının." (Âl-i İmrân, 3/131) diye buyurmuştur. İbnu'l-Enbârî der ki: Ancak bu yanlıştır. Çünkü Bakara sûresinde yer alan bu ifade yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan" âyeti ile vasledilmiş (sıla yapılmıştır.) Dolayısıyla bunun ikinci bir sılaya bitiştirilmesi câiz olamaz. Âl-i İmrân sûresinde yer alan âyetin ise " Hazırlanmıştır" âyetinden başka sılası yoktur. 25Îman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe her defasında: "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi" derler. Ve o kendilerine biri birinin benzeri gibi getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır ve onlar orada temelli kalıcıdırlar. "Îman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele.." âyetine dair açıklamalar üç başlıkta ele alınacaktır: Yüce Allah kâfirlerin cezasını sözkonusu ettikten sonra mü’minlerin de görecekleri mükâfatı sözkonusu etmektedir. Müjdeleme (tebşir): -derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerinde etkisi ortaya çıkan şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst tarafı alınan ilk haber ile değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" çoğunlukla müjdesi verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı gibi, böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kötü şeylerin haber verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi) verilen kötülük de açıkça belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara acıklı bir azâbın müjdesini ver." (Âl-i İmrân, 3/21; et-Tevbe, 9/38; el-İnşikak, 84/24) Güzel ve güleç bir yüz için: "vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde getiren (mübeşşir)e verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da "tebâşiru'ş-şey" denilir. 2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi getirirse o kişi hürdür, diyecek olsa ve kullarından bir ve daha fazla sayıda kişi ona bu müjdeyi verecek olsa, aralarından ilk müjdeyi veren kişi hür olur, ikincisi ve diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber veren kişi hürdür, diyecek olsa, ikincisinin de birincisi gibi hür olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları, evet demişlerdir. Çünkü her birisi haber veren durumundadır. Bizim (Maliki) mezhebimize mensup ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü mükellef bundan sadece müjde olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir. Bu da birincisine has bir durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan sözün örfe göre açıklanması ve anlaşılması gerekir. Muhammed b. el-Hasen ise, mükellefin: Bana haber veren (ahbaranî) yahut bana söyleyen (haddeseni) arasında fark gözetip şöyle demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu haber verse yahut bana bunu bunu söylese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir niyeti olmaksızın söylese ve ona ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup, bir söz veya bir elçinin geldiği haberini verse, o köle azad olur. Çünkü bu bir haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse bu da hür olur. Çünkü o: "Hangi köle bana haber verirse o hürdür" demiştir. Hepsi bu haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet yemin ettiği zaman eğer karşılıklı olarak söz söylemek yoluyla haber vermeyi kastetmiş ise, bu haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan hiçbir kimse azad olmaz. Eğer: Hangi kölem bana söylerse (haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu ifadesi sözlü olarak söylemek hakkındadır ve (sözlü olarak söylemeyen) kölelerinden hiç birisi azat olmaz. "Salih amel İşleyenler" âyeti: Îman, mücerred îman olması dolayısıyla itaatleri de gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle olsaydı, bunu ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cennete, îman ve salih amel ile kavuşulur. Cennet, îman ile elde edilir, fakat cennetteki derecelere salih amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Onlar için" âyetinin anlamı şudur: Îman edenlere müjde ver ki, onlar için... vardır; veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları müjdele; anlamındadır. "Cennetler" bahçeler demektir. (Cennet örten ve kapatan anlamına gelmektedir.) Cennetler adının veriliş sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçlarıyla örtüp sakladığından dolayıdır. (Kalkan anlamına gelen) el-micenne, anne karnındaki yavru anlamına gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cennet" aynı köktendir. "Altından" yani ağaçlarının altından demektir. Ağaçların ayrıca sözkonusu edilmemesi, "cennetler" (bahçeler) kelimesinin zaten ağaçlara delalet etmesinden dolayıdır. "Irmaklar (el-enhâr)": Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın nehirlere nisbet edilmesi, kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece sudur. İfadenin kısaltılması için "su" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir: "Haber verildi bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu Ve yine senden sonra ey Küleyb! Meclis(tekiler) söğüştü." Burda mecliste bulunanları kastetmektedir. Nehir, "genişlettim" anlamına gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b. el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir: "Elimle darbeyi güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim Ön tarafında duran arkasını görürdü." Şair burada indirdiği mızrak darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir. Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan) yeyiniz." âyetinin anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişleten şey ile kesilen... Bu kelimenin çoğulu nuhr ve enhar şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebû Zueyb der ki: "İkamet etti orda ve bir çadır kurdu Sazlıklar yanında suyu bol ve tatlı bir su kıyısında." Rivâyet edildiğine göre cennetin ırmakları kendilerine has yataklarda olmayacaktır. Irmaklar cennetin sathı üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde tutulan ve akıtılan şeklindedir. (Irmaklar anlamına gelen): kelimesi üzerinde vakıf güzel olmakla birlikte, tam bir vakıf değildir. Çünkü bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe.." âyeti cennetlerin niteliklerini sıralamaya devam etmektedir. "Rızk"a dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı. "Daha önce rızıklandığımız şeydi." Dünyada iken rızıklandığımız şeydi, demektir. Bu iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken bize va'dolunan bu idi, Dünyada iken bize verilen rızık bu idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rızıkların rengi dünyadaki meyvelerin rengini andırmaktadır. Ancak onu yiyecekler de tadının farklı olduğunu göreceklerdir. Âyet-i kerimede yer alan: "Daha önce" âyetinin cennetten rızıklandığımız şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü onlara peş peşe rızık verilecektir. Bunun başlangıcında kendilerine yiyecek ve meyveler getirildiği vakit, ondan yerler. Sonra günün bitimine doğru, yine o meyveler ve yiyecekler onlara getirilince şöyle diyecekler: Bu daha önce rızıklandığımız birşeydir. Yani günün başında bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmaktadır. Fakat ondan yedikleri vakit de ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bulunduğunu göreceklerdir. "Getirilir" anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver tarafından: şeklinde okunmuştur. Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline gider. (Buna göre anlamı şöyle olur: "O cennet ehline bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci okuyuşa göre ise, zamir cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı: Hizmetçiler kendilerine bir rızık getirdikleri her seferinde... "O kendilerine biribirinin benzeri gibi getirilir." Yani görünüş itibariyle birbirini andırır, fakat tadı farklı farklıdır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime der ki: Dünya meyvelerini andırmakla birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan farklıdır. İbn Abbâs şunu da söylemektedir: Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyeceklerdir. Zaten cennette bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yoktur. Âdeta onlar, görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden dolayı hayrete kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi. Katâde de der ki: Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün olmayacaktır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Müteşabih (biri birine benzer özelliklerde) bir kitap.." (ez-Zumer, 39/23) Cennetteki meyveler, dünyada biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır. Çünkü dünyadaki meyveler arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır. "Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır." Zevceler (ezvâc): Zevcin çoğuludur. Kadın erkeğin zevci (eşi)dir. Erkek de kadının zevci (eşi)dir. el-Esmaî der ki: Araplar (kadın için) hemen hemen (zevce) kelimesini kullanmazlar. el-Ferrâ' ise, "zevce" denildiğini de nakletmektedir. el-Ferezdak der ki: "Benim zevcemi baştan çıkarmaya çalışan kişi, (Fırat kenarında bulunan arslanı bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da onların avucuna işemesini isteyen gibidir." Ammar b. Yasir de, mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anha) hakkında şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, kesinlikle biliyorum ki, Âişe, Peygamber'in dünyada da âhirette de zevcesidir. Fakat Allah sizi böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunu Buhârî nakletmiştir. Zevce tabirinin kullanılmasını Kisa'ide tercih etmiştir. "Temiz kılınmış" ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte "temiz kılınmış (mutahhara)" tabiri, temiz (tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha beliğdir. Böyle bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir. Abdürrezzak der ki: Bana, es-Sevri, İbn Ebi Necih'ten, o Mücâhid'den naklederek, "temiz kılınmış (mutahhara)" kelimesiyle ilgili olarak şöyle dedi: Küçük abdest, büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali olmazlar, menileri gelmez ve tükürmezler. Biz bütün bu açıklamaları, "et-Tezkire" ismini verdiğimiz eserimizin cennetlikler, cennet ve nimetlerinin niteliklerine dair bölümde yapmış bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun. "Ve onlar orada temelli kalıcıdırlar." Hulûd (temellilik, ebedilik): Kalıcılık demektir. "Cennetü’l-huld" tabiri de buradan gelmektedir. Mecazi olarak bu kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da kullanılır. Arapların dua ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak istedikleri mülk süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki: "Dikkat et, hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum Ve ebedî birşey de; sadece kazık gibi çakılmış bağları böyle görüyorum." Âyet-i kerimedeki hulûd ise, gerçek manasıyla ebedîliği ifade eder. 26Gerçekten Allah bir sivrisineği ya da (küçüklükte) ondan daha üstün herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez. Îman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir?" derler. Allah bununla bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete eriştirir. O, bununla fasıklardan başkasını saptırmaz. "Gerçekten Allah bir sivrisineği, misal vermekten çekinmez." Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Şanı yüce Allah münafıklara şu iki örneği verince, yani: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir.." (el-Bakara, 2/17) âyeti ile: "Yahut gökten boşalan yağmur gibi..." (el-Bakara, 2/19) âyetlerini indirince münafıklar: Allah misaller vermekten daha yüce ve azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Atâ yoluyla gelen rivâyete göre de İbn Abbâs şöyle demiştir: Yüce Allah müşriklerin tanrılarını sözkonusu edip onlar hakkında: "Eğer sinek, onlardan birşey alsa, bunu ondan geri alamazlar." (el-Hacc, 22/73) diye buyurup, putların ilâh edinilmesini örümcek yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın kulu Muhammed'e Kur'ân'ı indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten sözettiğini görüyor musun? Acaba o (bunları sözkonusu etmekle) ne yapmış oluyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Hasen ve Katâde der ki: Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde sinek ve örümcekten söz edip bunları müşriklere misal olarak gösterince yahudiler güldüler ve şöyle dediler: Bu, Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
"utanır" kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme ağır geldiğinden (harf-i med şeklinde) sakin okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir. "Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez" âyetinde İbn Muhaysın (mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen) âyet-i kerimede yer alan kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli İbn Kesîr'den de rivâyet edilmiştir. Temim ve Bekr b. Vailoğulları'nın da şivesi böyledir. Burada birinci yâ harfinin harekesi hâ harfine nakledilerek, yâ harfi sakin oldu. Arkasından ikinci yâ harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan sonra ve (iki sakinin) iltikâ (sı, arka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri hazf edilmiştir. Bunun ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar el-Cevherî'ye aittir. Müfessirler bu âyet-i kerimede yer alan "çekinmez" âyetinin anlamının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında olduğu söylenmiştir. Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir. Âyet-i kerimede yer alan ve: "Ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundur." (el-Ahzab, 33/37) Âyetinde "korkmak" utanmak, çekinmek anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde açıklamışlardır. Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir. Haya etmek (utanmak, çekinmek); aslında çirkin bir iş işlemek korkusuyla birşeyden uzak durmak ve geri kalmak demektir. Yüce Allah için ise böyle birşey imkansızdır. Müslim'in Sahihinde Umm Süleym (radıyallahü anhnhâ)'dan gelen Hadîs-i şerîfte şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)... Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini emretmez ve bu hususun sözkonusu edilmesinden imtina etmez. "Herhangi bir şeyi misâl vermek." Bunun anlamı, beyan etmek demektir. "Sivrisinek" anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş sebebiyle ilgili dört açıklama şekli yapılmıştır: 1- şey, zaide, "sivrisinek" anlamındaki kelime, "bir misal" anlamındaki kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam: Allah bir misali vermekten yani sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez... şeklinde olur). 2- Allah, az dahi olsa, herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal vermekten çekinmez... anlamına gelmesi. Bu açıklamayı el-Ferrâ', ez-Zeccâc ve Sa'leb yapmıştır. 3- Allah, sivrisinek olsun daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez anlamında olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferrâ''nın görüşüdür. Ebû'l-Abbas delil olarak şunu gösterir: "Ey tepeden tırnağa kadar insanların iyisi, Seven ve sevdiğini gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur." 4- Allah, herhangi bir şeyi, bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, anlamına gelmesi. ed-Dahhâk, İbrahim b. Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivrisinek" kelimesini ötreli olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre, ifadenin takdiri anlamı şöyle olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir misal vermekten çekinmez. Yüce Allah'ın: "Güzelce uygulayan üzerine (nimetlerimizi) tamamlamak üzere..." (el-En'am, 6/154) şeklindeki âyetini bazı kimselerin: şeklinde yani "o en güzel olan kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına gelecek şekildeki kıraatleri de bunu andırmaktadır. Arapçada "misal darbetmek (vurmak)" tabiri misal vermek anlamında kullanılır. Yine Arap dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman tek bir örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır. Sivrisinek anlamına gelen kelimesi et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda olmak üzere: şeklinde de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım, parçaladım," demektir. el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre (sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü dolayısıyladır. "Daha üstün" el-Kisai, Ebû Ubeyde ve başkalarının açıklamalarına göre "daha üstün" âyetinin anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı demektir. Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün denilmiş oluyor. el-Kisai der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı görüyorsun? dediğimiz vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üstün, demesine benzer ki yani gördüğünden de daha kısa demek istiyor. Katâde ve İbn Cüreyc der ki: Büyüklük itibariyle daha üstün demektir. "Bunun" kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o misalin hak olduğunu bilirler, demektir. Hak ise batılın zıddıdır. Hakk, hukukun tekilidir. ondan da daha özel bir anlam ifade eder. Mesela "bu benim hakkımdır," anlamında denilir. "Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler." “Ama" harfini Temimliler şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarlamamak için mim'lerden birisini yâ'ya değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın şu beyiti de buna göre şöylece nakledilmektedir: "Güneş tepeye çıktığında bir adam gördü ki; (Kuşluk vakti) çıkar ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan) üşür." Nahivciler ne" edatı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir görüşe göre tek isim konumundadır ve anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak istemiştir? İbn Keysan, bu güzel olan açıklama şeklidir, demektedir. Bir diğer görüşe göre, tam bir isimdir ve mübtedâ olarak ref mahallindedir. (........) ise, ism-i mevsûl anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Buna göre; Allah'ın misal olarak anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu sözleriyle de, soru sorarak inkar etmektedir yani, böyle birşeye olumsuz bir tepki göstermektir. misal" kelimesi ise mansub olup, sonraki cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri - Sa'leb'e göre - : Allah bununla nasıl bir misal vermeyi murad etmiştir? şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani: Allah böyle bir misal ile neyi murad etmiştir?) "Allah bununla bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir." Denildiğine göre bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani, kendisi sebebiyle insanları sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu misal ile Allah, neyi anlatmak istemiştir? Bir başka görüşe göre bu âyet, yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Daha uygun görülen açıklama şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah tarafından olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Allah bu misal ile pekçok kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir. Yani muvaffak kılar veya yardımsız bırakır. Buna göre, bu âyet daha önce kendilerinden söz edilen Mu'tezile ve benzerlerinin şu şekildeki görüşlerine de bir reddiye ihtiva etmektedir: Çünkü Mutezile ve onların kanaatlerini kabul edenlere göre Allah, sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz. Derler ki: "Bir çoğunu saptırır" âyetinin anlamı, burada ad vermektir. Yani birçoğuna sapık ismini verir. Nitekim "filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık ismini verdim, denmek istenir. Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi saptırmaz. Saptırma ile ilgili izledikleri yol budur. Ancak onların bu açıklamaları müfessirlerin görüşlerine aykırıdır ve dil açısından da böyle bir açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir kimseye sapık (dâl) ismi verildiği zaman onu sapıklıkla adlandırdı" denilir. Yoksa, bir kimseye sapık ismi verildiği takdirde bunu anlatmak üzere (âyet-i kerimedeki şekliyle): denilmez. Bu âyetin anlamı Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin verdiği şekilde değil de hak ehline mensup müfessirlerin belirttiklerine göre şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi bu misal sebebiyle yardımsız bırakır (hidâyete eriştirmez). Diğer taraftan yüce Allah'ın: "O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz" âyetinin yüce Allah'ın söylediği âyet olduğunda (yani başkasının söylediği sözü nakleden bir ifade olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu âyetin takdirî anlamı şöyledir: Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendilerine hidâyet vermeyeceğini takdir etmiş olduğu fasıkları saptırır. Burada "fasıklardan başkasını saptırmaz" âyetinde yer alan Ancak" edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini de istisna kabul etmek doğru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin tam bir anlama gelmesinden sonra sözkonusu olur. Nevf el-Bikâlî der ki: Uzeyr, yüce Rabbine yaptığı münacaatından birisinde şöyle demiştir: İlahi, sen birtakım mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirirsin. Ona: Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmekten vazgeç denildi. Ya bu işten vazgeçersin ya da seni peygamberlik makamından silerim. Çünkü Ben yaptığımdan dolayı sorumlu tutulmayanım. Onlar ise yaptıklarından sorumlu tutulurlar. Dalâlet (sapıklık)ın asıl anlamı helâk olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu anlamdan hareketle su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu zaman denilir. Yüce Allah'ın: "Biz yerde kaybolduğumuz vakit..." (es-Secde, 32/10) âyetindeki ifade de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fâtiha sûresinde daha önceden yapılmıştır. Fısk, Arap dilinde asıl anlamı itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma kabuğundan, fare deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek ve içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysika (fasıkçık)" denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Beş fasık vardır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Yılan, ala karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hazret-i Âişe Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır. Bir başka rivâyette de "yılan" yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlar hakkında "fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmıştır. Nitekim inşaallah ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir. Kişinin fasıklık etmesi, -el-Ahfeş'ten nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani günah işlemesi demektir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin emrine karşı fasıklık etti" (el-Kehf, 18/50) âyeti ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir. İbnu'l-A'râbi'nin iddiasına göre bu kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında) cahiliyye Arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır. (İbnu'l-A'râbi) der ki: Bu ise hayret edilecek birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir. Bu sözleri İbnu'l Arâbi'den İbn Faris ve el-Cevherî nakletmişlerdir. Derim ki: Ebû Bekr el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir: "Necid'de giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu izlerler Maksatlarından uzaklaşmış fasıklar olarak." Fıssîk: Fasıklığı sürekli olan demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık, ey habis (murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak fısk: Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkında kullanıldığı gibi, isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kullanılır. 27Onlar ki Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır. Bu âyeti yedi başlık halinde açıklayacağız: "Onlar ki" bu âyet bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasıklar"ın sıfatı olarak nasb mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . . ) Arzu edildiği takdirde mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı. "Allah'ın ahdini., bozarlar" âyetindeki bozmak, (nakzetmek): Sağlam bir şekilde yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün bir ipi veya verdiğimiz bir ahdi ifsad etmek, yani bozmaktır. Kıldan yapılmış olan kendirler, çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" denilir. Söylenen sözlerde "munakaza (çelişki)" ise söylenen sözler arasında anlam bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söylenen şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş) şeye de "en-Nikd" ismi verilir. İlim adamları, sözü geçen ve sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit etmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler: a- Bu, yüce Allah'ın âdemoğullarından onları babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı sözdür. b- Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla kitaplarında insanlara yaptığı tavsiyeler, onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş olduğu emirler ile kendisine isyanı yasaklamasıdır. Bu âyetler gereğince amel etmeyi terketmeleri bu ahdi bozmaları demektir. c- Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla diğer mahlukatındaki vahdaniyetini gösteren delilleri koymuş olması, onlardan ahit almak konumundadır. Bu ahdi terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp düşünmeyi terketmektir. d- Şanı yüce Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu ahiddir. O, bunlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini açıklamalarını ve bunu gizlememelerini emretmiş idi. Bu açıklama şekline göre âyet-i kerîme kitap ehli hakkındadır. e- Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın ahdi, peygamberlerden ve ona îman edenlerden son peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr etmeyeceklerine dair almış olduğu sözdür. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Hani Allah, peygamberlerden size verdiği Kitap ve hikmetten sonra beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka îman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman dedi ki: İkrar edip kabul ettiniz mi ve bu yükümü alıp yüklendiniz mi?" (Âl-i İmrân, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü" âyeti ile kastedilen "benim ahdimi"dir. Derim ki: Ancak bu âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan âyetlerin zahiri, âyetin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu husus ile ilgili görüşlerin toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş bunların hepsini kapsamına alacak özelliktedir. 3- "Allah'ın Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra." el-Mîsâk: Yemin ile pekiştirilmiş ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin çoğulu "el-Mevâsîk" şeklinde gelir. Meyâsik ve meyâsîk şeklinde de gelir. İbnu'l-A'râbî şu beyiti nakletmektedir; "Öyle bir bölge ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz olmadıkça Ve biz başka kavimlere sormayız söz ve ahitleri!" Mevsik, müsâk anlamındadır. Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyeti de buradan gelmektedir: "Sizi kendisi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü) hatırlayın." (el-Maide, 5/7) Kesmek, bilinen bir eylemin adıdır. Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kullanılır. İp ve benzeri şeyleri kesmek, nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geçmek (katetmek) anlamında kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp gittikleri vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalmasını, bitkin ve yorgun düşmüş bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler." Burada Şeyi kelimesi, keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir. Âyetin bu bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani bitiştirilmesinden hoşlanmadıkları şeyi keserler anlamında olması da mümkündür. Bitiştirilmesi emredilen şeyin ne olduğu hususunda da farklı görüşler vardır: a- Burada bitiştirilmesi istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim). b- Sözün amel ile bir arada olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel etmedikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden kopardılar. c- Kesintisiz olarak bütün peygamberlerin tasdik edilmesini emretmektedir. Ancak onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş oldular. d- Burada Allah'ın dinine, yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hükümlerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu, yüce Allah tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında genel bir ifadedir. Cumhûrun görüşü budur. Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır. "Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar." Yani Yüce Allah'tan başkasına taparlar, yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur. "İşte onlar zarara uğrayanlardır" anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir. "onlar" zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edilebilir. İkinci mübtedâ ile onun haberi (bir arada), birincisinin haberidir. Önceden (benzeri el-Bakara, 2/5 te) geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin felâh ve kurtuluştan payını azaltan kimseye "hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İster terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın ismi da "hüsrân"dır. Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır. Çünkü Onlar atalarından beri köle olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada hüsrandan kastı, onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir. el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten gelen: "el-hasâr, el-hasâre ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma demektir. O bakımdan helâk olan kimseye "hâsir (hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böyle bir kişi Kıyâmet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecektir. Bu âyet-i kerîme ahde vefa gösterip ona bağlı kalmaya, aynı şekilde kişinin bağlı kalmakla kendisini yükümlü tuttuğu câiz olan her türlü ahdi bozmanın helal olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin müslüman ile müslüman olmayan arasında olması farketmez. Çünkü yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada yermiştir. Ayrıca: "Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir: "Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri) kendilerine at." (el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde durmamayı yasaklamıştır. Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur. Nitekim ileride yeri gelince -inşaallah- açıklanacaktır. 28Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz. Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyâmetin Kesin Delilidir: "Nasıl" anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani, bunlar öyle kimselerdirler ki, kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu halde, inkâra saptıkları için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir. Kitap ehli, Allah'ı inkâr etmemekle birlikte onlara bu şekilde bir hitap nasıl yerinde olur? diye sorulacak olursa cevap şudur: Onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu olduğu gibi kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmediklerinden dolayı Allah'a şirk koşmuş oluyorlar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse, Allah'a şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur. Şöyle de denilmiştir: "Nasıl" anlamına gelen kelimesi, aslında soru edatı olmakla birlikte burada böyle değildir. Burada bu kelime gerçeği söyletmek ve azarlamak için gelmiştir. Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da üzerinizdeki nimetlerini inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki: Yüce Allah, bu âyeti ile onları en ileri derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar hiçbir hususta kendilerini var eden ile tartışmazlar. Aksine, bu konuda tartışma canlı iskeletler tarafından yapılmaktadır. "Halbuki siz daha önce ölüler idiniz" âyeti yaratılıştan önceki hallerini ifade etmektedir. "... de sizi O diriltti, sonra sizi öldürecek." Burada vakıf tam bir vakıf olur. Ebû Hâtim böyle demiştir. Daha sonra yüce Allah: "... sonra sizi diriltecek..." diye buyurmaktadır. Tefsir âlimleri, bu iki ayrı ölüm ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç defa hayatın sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd der ki: Yani sizler yaratılmadan önce, yok ve var olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti. Yani yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kıyâmet gününde sizi tekrar diriltecektir. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen işte budur. Kâfirlerin kaçış yolu bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı kabul etmektedirler. Eğer kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölüler olduklarına, sonra dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dikkat edecek olsalar, ondan sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pekişir ve güç kazanır, buna bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etmeleri de herhangi bir delil getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır. Bir başkası da şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre, kabirdeki hayat dünya hayatı hükmünde demektir. Dünya hayatında öldürüp sonra yine dünyada iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü sayılmadığı gibi, kabir hayatı da sayılmaz denilmiştir. Bu âyetin açıklanmasıyla ilgili şöyle de denilmiştir: Sizler Âdem'in sulbünde ölüler idiniz. Sonra onun sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Sonra sizi, dünyada öldürür sonra sizi tekrar diriltecektir. Bir başka açıklama şekli de şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadınların rahmlerinde ölüler -yani nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşıdı, orada sizi diriltti. Daha sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mahşere gitmek üzere kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu olmadığı hayat da budur. Derim ki: Bu açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in sulblerinde ölüler olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hakkında tanıklıkta bulunmaları, erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler halinde bulunmalarından farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat sözkonusudur. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce toz zerrecikleri gibi varetti, sonra da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş diriltme sözkonusu olur. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinden günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu olacak altıncı bir ölüm vardır. Çünkü Ebû Said el-Hudrî tarafından rivâyet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennemlik olan cehennem ehline gelince, onlar orada asla ölmeyecek ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım insanlar vardır ki onlara günahları sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir. Nihayet, kömür haline geleceklerinde haklarında şefaate izin verecektir. Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve cennet nehirleri üzerine saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet halkı, bunlara (su) akıtın. Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla tohumu gibi biteceklerdir." Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöyle dedi: Sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Derim ki: Hadîs-i şerîfte geçen: "Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir" âyetinde kastedilen hakiki mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada masdar ile te'kid edilmiştir. Bu ise onlar için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir: "onları... öldürür" ifadesinin uyumak suretiyle cehennemin acılarını duymayacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu hakiki manada bir ölüm değildir. Ancak birinci görüş daha sağlıklıdır. Nahivciler fiili masdar ile tekid ettiğimiz takdirde (mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Allah Mûsa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) âyeti de bu türdendir. Yüce Allah'ın izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması yapılacaktır. Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sizler etkisiz ve hareketsiz olduğunuz için ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber sayesinde şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek ve sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra diriliş için sizi tekrar diriltecektir. "Ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz." Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve sorguya çekileceksiniz, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Daha önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz." (el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri, diriltilmeleri ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir. Çoğunluk bunu: " döndürüleceksiniz" şeklinde okumuştur. Ancak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi İshak, Mücâhid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu kelimenin geldiği yerlerde muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli yani"...dönerler" şeklinde okurlar. 29Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız: "Yaratmak", yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarattı" kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Söylediğini yaratan kimseye karşı Benim yapabileceğim çok azdır." Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı. İbn Keysan der ki: "Sizin için yaratan" âyeti sizden dolayı, size sebep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tevhide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır. Derim ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli budur. Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkündür. Haramlığına dair delil bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada aslolan mübahlıktır, diyenler bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu âyeti gibi: "Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini de kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu kanaati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla birlikte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hakkında sözkonusu olması ise doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Yani böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet almak şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için onlardan kaçınmamız şeklinde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şeylerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah olması gerekmektedir. Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkları takdirde boşu boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bunları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça meydana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakterler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tİsimleri ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu tadına bakılacak şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüşleri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimselerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır. Başkaları bu konuda hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisinin, güzel veya çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür. Bunun ne olduğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir. Bu üç görüş de Mu'tezileye aittir. Şeyh Ebû'l Hasen (el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Mâlikî mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böyle bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldiği takdirde) onlarla ilgili dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir. İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmektedir: Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali vardır. İşte bu konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şeyin mahzur (haram) veya mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyetinin anlamı hakkında doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil daha önce gelen âyetler ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların sözkonusu edilmiş olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönelmek ve orayı düzenlemek gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir. Eğer "sizin için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlarla yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur: Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret almaktır. Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresidir? denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları hatırlayabilir. Bu, îman etmesine ve masiyetleri terketmesine sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu âyet ile bu kudretini bizlere haber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerîme sadece, Allah'ın vahdaniyetine delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zikredilmiştir. Meani (el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyeti hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüketesiniz diye değil. Ebû Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana müsahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendini kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır. Zeyd b. Eslem, babasından, o da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir: Adam'ın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey yok. Fakat git, benim adıma birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize gelince o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona şöyle dedi: Hadi yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeylerle mükellef tutmamış ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Resûlüllah şöyle yurdu: "Ben, böyle davranmakla emrolundum." İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah içindekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle buyurmuştur: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır. "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu gördüğümüz herşey Âdemoğluna müsahhar kılınmıştır. Böylelikle onun mazeretine son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konulmuştur. Ta ki Allah'a, kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından korkmaz. Çünkü verdiğinin yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol verendir)" (en-Neml, 27/40) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki: "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey onu eksiltmez." -Bir başka hadisinde yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah ettiği her bir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan birisi: Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğeri de: Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der. Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır. Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşeyler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdirde) o şeyi yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Hazret-i Esma şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat verdiğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir." Nesâî'nin rivâyetine göre Hazret-i Âişe de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanımda bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler verilmesini emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Âişe, sen sayma (sayarak verme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)." "Sonra göğe yönelip de..." Âyetinde "sonra" kelimesi haber verilen şeyin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir. İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmaktadır: "Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28); "Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (isteveytum)..." (ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir: "Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)" Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların yükseldiğidir. Bu âyet-i kerîme müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara îman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmâmların pekçoğu bu görüştedir. Bu, İmâm Mâlik'ten gelen şu rivâyete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın: "Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti." (Taha, 20/5) âyeti hakkında soru sormuş, İmâm Mâlik de şöyle demiştir: -İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna îman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız. Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür. Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz. el-Ferrâ', yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." âyetinin anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs şöyle demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuşma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şekilleri Arap dilinde uygun ve yerindedir. el-Beyhakî Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)" âyetine yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. Allah için de bu sıfatlar caizdir. "Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbâs'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivâyette bulunan kişi aslında bu rivâyeti el-Kelbî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir. Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." âyeti, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür. Şöyle de denilmiştir: Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih etmiştir. Ebû'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerîme hakkında şöyle denilebileceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yükselmesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır. İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Bişr Irak'ı istila etti (istiva) Kılıçsız ve kan akıtmaksızın." İbn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın: "Rahmân (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti" (Ta-Ha, 20/5) âyeti hakkında uygundur. Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ''nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti. Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir. Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde açıklamalarda bulunmamaktır.) 6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür? Bu âyet-i kerimeden yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çıkmaktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27) âyetinde önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâziât, 79/30) Bu âyetlere göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katâde'nin görüşünce sema yaratılmıştır. Bu görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücâhid ve onun dışındaki diğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu suyu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema halinde düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk yarattığında henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi. Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Katâde'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da yeri halketti, sonra da göğe -henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı düzenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı. Dumanın yerden önce yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mes’ûd'dan ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup ashabından, yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili açıklamalarını aktararak dedi ki: Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sudan önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir duman çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" ismini verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarattı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerinde yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de: "Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin olsun" (el-Kalem, 68/1) âyetinde sözü geçen "nun"dur. Balık su içerisindedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir meleğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık harekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de sarsıldı. Allah yere dağlan bırakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu âyetinde kastedilen budur: "O sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10) Allah yerde dağları, orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçlarını ve orası için gerekli olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İşte yüce Allah şu âyetinde bunu anlatmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz? İşte O âlemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Orda bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için müsallallahü aleyhi ve sellemi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum işte böyledir. "Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet, 41/11) Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile (buharlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi sonucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Perşembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır. "Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12) Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizleri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıldızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koruma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten sonra bu sefer Arşa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu âyeti işaret etmektedir: "Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (el-A'raf', 7/54; Yûnus, 10/3) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Göklerle yer bitişik idi de Biz onları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (radıyallahü anhvi) Âdem (aleyhisselâm)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle açıklanacak şekilde zikretti. Vekî, el-A'meş'ten, o Ebû Zabyan'dan, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, diye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o günden Kıyâmet gününe kadar meydana gelecek herşeyi yazdı. Bundan sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı yayıp döşedi. Suyun Buhârî yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkandı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyâmet gününe kadar yere karşı övünürler. Bu rivâyette ise, yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edilen su buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen ilk rivâyet daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler farklı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur. Ebû Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtında taşıyan balığın içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar canlı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bunun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hayvan burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır. Eğer balık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider. Bütün eşyanın asıl yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mâce'nin Sünen'inde ve Ebû Hâtim el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin haberini ver. Hazret-i Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı." diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cennete girmeme sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Yemek yedir, selamı yaygınlaştır, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin." Ebû Hâtim dedi ki: Ebû Hüreyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Sudan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğuna delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şeklinde cevap vermesidir. Saîd b. Cübeyr'in rivâyetine göre İbn Abbâs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederdi: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir verdi, o da olacak herşeyi yazdı." Aynı âyet, Ubade b. es-Samit'den merfu olarak da rivâyet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadisten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra ise gökleri ve yeri yaratmıştır. Abdürrezzak b. Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivâyetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zübeyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söylediklerinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da aynı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu: "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi (radıyallahü anhhmeti)nden size müsahhar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi. el-Beyhakî der ki: (İbn Abbâs) bununla herşeyin O'nun tarafından yaratıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri yarattı. Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi önceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bilahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcısı O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her türlü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir. "Onları yedi gök halinde düzenledi" âyetinde yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) Ancak bu âyet hakkında da farklı görüşler vardır. "Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü, keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sayıca onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" âyetinden kasıt, yani kabalık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi, demek olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklindedir. Müslim'in rivâyetine göre Said b. Zeyd şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır." Hazret-i Âişe'den de bunun benzeri bir hadis rivâyet edilmiştir, ancak o hadiste "(.......).... a kadar" yerine "(........)den" ifadesi yer almaktadır. Ebû Hüreyre'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyâmet gününde- yedi (kat) arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır." Nesâî'nin rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söyleyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Mûsa, la ilahe illellah" de. Hazret-i Mûsa dedi ki: Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen lâ ilâhe illâlah" de. Yine Hazret-i Mûsa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Mûsa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve yedi (kat) arz bir kefeye konsa lâ ilâhe illâlah da öteki kefeye konsa lâ ilâhe illâlah onlardan daha ağır basacaktır." Tirmizî'nin rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Allah'ın peygamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcılarıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun üstünde aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır." Hazret-i Peygamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hazret-i Peygamber daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki sema arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Peki altınızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Altında bulunan yerdir. Sonra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Hazret-i Peygamber bu şekilde yedi arz sayıncaya kadar sözlerine devam etti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" diye buyurduktan sonra Hazret-i Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu: "O, hem ilktir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3) Ebû Îsa (Tirmizî) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bulunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı her yerdedir. O Kitab-ı Kerîm'inde kendi zatını nitelendirdiği şekilde Arşı üzerindedir. (Yine Tirmizî) dedi ki: Bu hadis garib bir hadistir. el-Hasen (hadisin ravilerinden birisi), Ebû Hüreyre'den hadis dinlememiştir. Yerlerin sayısının yedi olduğuna dair rivâyetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu rivâyetler bu konuda yeterlidir. Ebû'd-Duha (ki ismi Müslim'dir) İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) âyeti hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem, Nûh gibi bir Nûh, İbrahim gibi bir İbrahim ve Îsa gibi bir Îsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivâyetin İbn Abbâs'tan gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivâyettir. Ebû'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini" Sîbeveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir. sonra yönelip" âyetini Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları düzenledi" âyetindeki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamındadır. "Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yüce Allah'ın: "Mûsâ kavmini(n arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Nehhâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak nasb edilmiştir, der. "O, herşeyi bilendir." Mübtedâ ve haberdir. " O" zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif olduğundandır. "Sema" kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime olarak gelmesi, istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu (cem'u’l-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzenledi" âyeti ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmakla birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" âyeti ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbirine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir. 10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen: "O, herşeyi bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmıştır. O bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bilendir (âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konuda Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmekle birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini kabul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir. el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yücedir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almaktadır. Diğer taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166); "Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14); "Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf, 7/7) "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur." (Fatır, 35/11); "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)... Şanı yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan: "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) âyetini açıklarken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz. el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lâm ya da sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur. Ebû Amr da (li ) dışındaki hallerde böyle okumuştur. Ebû Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) âyetindeki he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi "için o" zamirlerindeki) he'leri harekeli okumuşlardır. 30Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti. Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti..." âyetine dair açıklamalarımız onyedi başlık halinde yapılacaktır: Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere... demişti" âyetinde hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte zaman belirlemek için kullanılan harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi, gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30); "Hani Allah'ın kendisine nimet verdiği... kimseye... diyordun" (el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muzari) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu âyetindeki gibi: "Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât, 79/34); "O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese, 80/33); "Allah'ın yardımı geleceğinde" (en-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifade etmektedir. Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyitini delil göstermektedir: "O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur. Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir." Ancak ez-Zeccâc, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü reddetmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "(.......): Hani" bir isimdir ve zaman zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccâc da der ki: Bu Ebû Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, burada insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Âyetin takdirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışınızı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir takdirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı Her nerede olursa onunla karşılaşır." Şair burada nereye giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir. Burada yer alan edatının "hatırla" anlamındaki mukadder bir fiile taalluk etmesi de muhtemeldir. Bu âyet yüce Allah'ın: "Ey insanlar...sizi yaratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21) âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti" Yüce Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olmaları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış kadim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı durum sözkonusudur. Ebû'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebû'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz. Rabb: Mâlik, sahip, efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. ".... Meleklere..." Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek" şelindedir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den türediğini söylemişlerdir. Ebû Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid der ki: "Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir Biz de ona istediğini vermişizdir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Numan'a benden şu mesajı bildir ki: Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı." Beni gönder, anlamında de denilmektedir. Buna göre bu kelimenin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze ile lâm harflerinin yerleri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söylenmiştir. Buna göre aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan rivâyet edilmiştir. Şiirde bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demektedir: "Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun." en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir iştikakı (türeyişi) yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir. Meanî bilginleri der ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla danışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, tesbih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib oldukları değerlerine irca ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emrini vermiştir. "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyetinde yer alan kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebû Ravk'tan nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mef'ûle geçişli olması da bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha önce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirlerin anası anlamına gelen) "Ummu’l-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sabit) der ki: "Nûh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zemzem, rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. " "Halife" kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bulunan meleklerin yerine geçen veya yine -rivâyet edilenlere göre- kendisinden önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir. "Halife" kelimesinin mef'ûl anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakılan demek olur. Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da denilmektedir. Sonradan gelen kimse eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kimselerden değilse "half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169. tefsirinde) gelecektir. "Halife" kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklindedir). Ancak Zeyd b. Ali'den rivâyet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf harfiyle "Halika: yaratık" şeklinde okumuştur. Burada sözü geçen "Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve bütün tefsir ve te'vil âlimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselamdır. O hüküm ve emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebû Zerr'in hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur. Ebû Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye sordum. O da: "Evet" diye buyurdu... Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gönderildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hazret-i Âdem'in çocukları her bir batında biri erkek biri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşıncaya kadar nesilleri artıp durdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1) Yüce Allah onlara meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram olduğu hükmünü indirmiştir. Hazret-i Âdem, Tevrat ehlinin (yahudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır. Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığına dair rivâyet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyet-i kerîme ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi vasıtasıyla halifenin hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir İmâmın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususunda asıl delillerden birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususunda ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisnası, şeriate karşı sağır olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'tezileye mensup ilim adamlarından olan Ebû Bekr el-Asam'dan gelen rivâyettir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini dinde vacip değildir. Ancak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda eder, cihİsimlerinı yerine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerlerindeki hakları ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine paylaştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterlidir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir İmâm (devlet başkanı) tayin etmeleri gerekmez. Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yaptığımız) yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyeti ile başka yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir: "Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..." (Sa'd, 38/26); "Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nûr, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerîme. Ashab-ı kiram, kimin halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Beni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından sonra Ebû Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esnasında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. Ancak Ebû Bekir, Ömer ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip onlara şöyle demişlerdi: Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğerler. Diğer taraftan bu hususa dair haberi rivâyet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler. Eğer İmâmet Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi gerekirdi: Bu İmâmet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun yerine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığınızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tartışmanın faydası yoktur. Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh), vefatı esnasında yerine İmâm olarak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hazret-i Ebû Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar İmâmetin (veya halife tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların işlerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak İmâmın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile (nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tutarsızdır. Çünkü akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabilir, ne birşeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle olduğuna göre İmâmetin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir. 5- Halife'nin Belirlenme Yolu: İmâm tayin etmenin vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edilmekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından nas yoluyla İmâmın tayin edilmesi şeklinde İmâm tespiti nakil ile mi vacip olur yoksa ehl-i hal ve'l akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa İmâmet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber kendisinin İmâmlığının kabul edilmesi istemesiyle mi olur? Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İmâmiye ve başka mezheplerin görüşüne göre İmâmın tanınmasını sağlayan şey, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdahalesi sözkonusu değildir. Bize göre ise, durum şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, İmâmı tanımanın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm olarak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ayrılmışlardır: Bir grup Hazret-i Ebû Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Bir diğer grup Hazret-i Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise Ali b. Ebî Tâlib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı olsun). Muayyen bir İmâmın Hazret-i Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın bulunmadığını gösteren delil şudur: Şayet Hazret-i Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanımayacak, câiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çünkü muayyen olmayan bir kimse hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emrine itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan yoktur. Böyle olmadıkça onların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün değildir. Böyle birşey olsaydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu bilginin ya aklî deliller veya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muayyen bir kimsenin İmâmlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerekçe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber'den gelen haberler arasında da muayyen bir İmâmın sübûtuna dair bir bilgiyi gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da istidlâlen bilgi sahibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir haber olması sözkonusudur. Zarurî (kesin) veya delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu haberin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul etmektedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen kişinin İmâm oluşunu) kendiliğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia batıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin İmâmlığının ahad haberlerle bilindiği iddiası da batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan yoktur. Yine eğer hangi şekilde olursa olsun bir İmâmın hakkında nassın nakline başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebû Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) İmâmetinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her birisinin İmâmetine dair açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı anda -ileride açıklanacağı üzere- üç ayrı kişinin nass ile İmâmlığını sabit kabul etmek sözkonusu olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması sözkonusu olmadığına göre, İmâmlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir. Delilleri alabildiğine zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili tevatürün bulunduğunu ve nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı Hazret-i Ebû Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edilerek iddialarının zıttı olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer taraftan, İmâmiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul edenlerin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bunlardır. Zorunlu bir bilgi zaruri ve kesin bilgiyi reddetmek hususunda ise, İmâmiyye'ye muhalefet edenlerin toplam sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bilgiyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de câiz olurdu. 6- Hazret-i Ali'nin İmâmeti'ne Dair Nass: Ali (radıyallahü anh)'ın İmâmetine dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine muhalefet ettiğini söyleyen İmâmiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım Hadîs-i şerîfler vardır. Bunlardan birisi Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol." İmâmiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır. Hazret-i Peygamber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hazret-i Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hazret-i Peygamberin bu ifadesiyle İmâmeti kastetmiş olması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun, Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur." Hadîs-i şerîfi de vardır. Derler ki: Hazret-i Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da peygamberlikte Hazret-i Mûsa'ya ortak olmaktır. Ancak Hazret-i Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi idi. Ancak Hazret-i Ali hakkında böyle birşey sözkonusu değildir. Hazret-i Ali bir halife idi. Buna göre bu Hadîs-i şerîften kastın halifelik olduğu anlaşılmaktadır... İmâmiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yüce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir. Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hususunda da farklı görüşler vardır. Ebû Dâvûd es-Sicistanî, Ebû Hakim er-Razi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur." İmâmiye'nin bu hadisine cevap verenler derler ki: Eğer Hazret-i Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" demiş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi. İkinci cevap: Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivâyet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hazret-i Ali'nin İmâmetine delalet eden bir ifade taşımamaktadır. Bu sadece Hazret-i Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelimesi, "veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde Hadîs-i şerîfin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur. "Muhakkak ki Allah onun mevlasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun velisidir, demektir. Diğer taraftan bu haber ile anlatılmak istenen insanların Hazret-i Ali'nin dışının da içi gibi olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hazret-i Ali için büyük faziletin bir ifadesidir. Üçüncü cevap: Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hazret-i Ali Hazret-i Usame'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nakledince Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır." Dördüncü cevap: Ali (radıyallahü anh)nin ifk olayında Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ondan başka kadın pek çoktur, demesi Hazret-i Âişe'ye ağır gelmişti. Bu bakımdan Hazret-i Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hazret-i Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların bu konudaki sözlerini reddetmek üzere sözü geçen ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hazret-i Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddialarını yalanlamış oldu. Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindeki münafıkları ancak onların Hazret-i Ali'ye duydukları kinlerinden tanıyabilirdik, dedikleri rivâyet edilmektedir. İkinci hadise gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'ya karşı durumu ile Hazret-i Mûsa'dan sonra Hazret-i Harun'un halifeliğini kastetmediği hususunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile ilgili açıklamalar Maide sûresinde gelecektir. Ayrıca Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan sonra halife olmamıştır. Hazret-i Mûsa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hazret-i Peygamber: "Senin bana karşı durumun Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı durumun Yûşa'ın Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi. Hazret-i Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermektedir. Aksine Hazret-i Peygamber: "Ben hayatta olduğum sürece seni - aile halkımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife tayin ettim," demek istemiştir. Nitekim Hazret-i Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hazret-i Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki halifesi olmuştu. Şöyle de denilmiştir: Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıkınca Hazret-i Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine kendisinin yerine halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp ifsad edici şayialar yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye bıraktı. Bunun üzerine Hazret-i Ali Medine'den çıkar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye başladılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben aksine seni Mûsa'nın Harun'u yerine halife bıraktığı gibi yerime halife bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Harun'un Mûsa'ya karşı konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olmaya razı değil misin?" Hazret-i Peygamber'in, onların iddialarına göre bu sözleriyle Hazret-i Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hazret-i Ali ile ortak demektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı gazaların her birisinde ashabından birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Muhammed b. Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravisi, (ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer lehine ondan daha öncelikle kabul edilmesi gereken rivâyetler de gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Niye Ebû Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun? Hazret-i Peygamber şu cevabı verir: "Benim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir." Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir." Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ebû Bekir ve Ömer'in konumu Mûsa'ya karşı Harun'un konumu gibidir." Bu haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid olduğu halde Hazret-i Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak varid olmuştur. Dolayısıyla Hazret-i Ebû Bekir'in İmâmette Hazret-i Ali'ye öncelikli olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7- Halife'nin Başa Geçme Yolu: İmâmın hangi yolla İmâm olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır: Birincisi nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmişti. Bu görüşü aynı şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Hasan-ı Basrî, Abdulvahid'in kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri sürmüştür. İkinci görüş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) işaret yoluyla Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hazret-i Ebû Bekir de Hazret-i Ömer'in halifeliğine dair nassta bulunmuştur. Eğer Hazret-i Ebû Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki halifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hazret-i Ömer'in yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yoldur- o takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın tayini hususunda- ashab-ı kiramın yaptığı budur. Üçüncü yol ise, ehl-i hal ve’l-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman beldelerden herhangi birisinde bulunan müslüman cemaatin İmâmı vefat eder ve onların İmâmları yoksa, vefat eden bu İmâm başkasını da halife tayin etmemiş ise, İmâmın bulunduğu o şehir ve belde halkı kendilerine bir İmâm tayin edip onun İmâm olması üzerinde icma edip onun İmâmlığını kabul etseler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların da sözü geçen bu İmâmın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu İmâmın açıktan açığa fasıklık işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edilmesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çünkü iki ayrı İmâmın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların arasındaki ilişkiler bozulur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki hiçbir mü’minin kalbinde bu konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve bağlılık). Çünkü bunların arkasında müslümanların daveti kuşatıcıdır." 8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmâm Olunur mu? Hal ve akıl ehlinden bir tek kişi eğer İmâmet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak- sabit olur ve başkasının da bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmâmet akdi ancak hal ve akıl ehlinden bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur: Hazret-i Ömer, Ebû Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan İmâmet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştirecek bir topluluğa ihtiyaç yoktur. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile İmâmlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Gerektirici herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülmedikçe hal' edilmesi (görevden alınması) câiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ekler: Bu konuda icma vardır. 9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmâmet: İmâmet ehliyetine sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zorla ve galip gelerek İmâmeti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağlayarak İmâm olan kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu cevabı verir: Onun isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine getirirsin. Onun yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili herhangi bir sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın. İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden İmâmete elverişli bir kimse İmâmeti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse (İmâm olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İmâmet akdine tanıklık hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hususta ise, tanıklığın gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir delil yoktur. Kimisi de şöyle demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü kabul eden kimseler şunu delil gösterirler: Eğer İmâmet akdinde şahit tutulmayacak olursa bu sefer herkes gizlice kendisine İmâmet akdinde bulunulduğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahitliğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi yapan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer kimsenin bulunması gerektiğini söylemektedir. Çünkü Hazret-i Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi tayin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi bunun delilidir. Bizim delilimiz ise şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitliğinin muteber olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı vardır. Ve bundan fazlası hakkında delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla fazlasına itibar etmemek gerekmektedir. İmâmda aranan şartlar onbir tanedir: 1- Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İmâmlar Kureyş'tendir" diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır. 2- Olaylar ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul edilmiştir. 3- Savaş, orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman cemaatin himaye edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin cezalandırılması, mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü görüş ve bilgi sahibi olmak. 4- Hadlerin uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) boyunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılmayacak kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususunda aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri atayacaktır. Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm verme işini üzerine alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir. 5, 6- Hür ve müslüman olmak. İmâmın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur. 7, 8- Erkek olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının İmâm olmasının câiz olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte kadının şahitlik yapmasının câiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. 9, 10- Baliğ ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur. 11- Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin İmâmlık akdiyle başa getirilmesinin câiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet, İmâmın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Sizin İmâmlarınız, sizin şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakınız." Kur'ân-ı Kerîm'de de Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariyle" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organlarının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onu seçmiştir" âyetinin anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korunmuş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en ferasetlisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşimoğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhum)ın İmâmlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından değildirler. 12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmâm Yapılması: Daha üstün faziletli bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fitne ve ümmetin işlerinin düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi caizdir. Çünkü İmâmın başa getiriliş amacı düşmanı Savası, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygulaması, beytü’l-mal adına gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtmasıdır. Eğer daha faziletli olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fesattan ve kendisi sebebiyle İmâmın tayin edildiği amaçların gerçekleşmemesinden korkulacak olursa, bu daha üstün faziletliyi bırakıp daha az faziletliyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir mazeret olur. Buna Hazret-i Ömer'in ve ümmetin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha faziletli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebilir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmaksızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde Hazret-i Ömer onlardan herhangi birisine İmâmet akdinin yapılmasını câiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 13- İmâm Fasıklık Yaparsa Azledilir: İmâm başa getirilip akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, Cumhûrun görüşüne göre İmâmeti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle İmâmlıktan uzaklaştırılır. Çünkü İmâmın ancak hadleri uygulamak, hakları sahiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların görülmesi gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine getirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bütün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler İmâmın fasık olmasını câiz görecek olursak bu, İmâmın tayin ediliş gayesini iptal eder. Nitekim İmâmın tayin ediliş sebebini iptal edeceğinden dolayı fasık olan herhangi kimseye İmâmet akdinin yapılması baştan beri câiz değildir. Sonradan fasıklık eden de onun gibidir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: İmâm ancak küfür ile yahut namazı kıldırmayı terketmekle veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriatten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubade b. Samit tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Ve yönetime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hazret-i Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna." Avf b. Mâlik tarafından rivâyet edilen hadiste ise Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.." Bu iki Hadîs-i şerîfi de Müslim rivâyet etmiştir. Umm Seleme'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yaptıkları birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri münker göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olanlar ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle Savaşmayalım mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i) Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kurtulur, demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. İmâmlığına etki edecek şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına İmâmet akdini yapması hakkına sahip midir? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi İmâmlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmâmın kendisini azletmesi halinde azlolacağının delili Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, beni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? diye cevap vermeleridir. Şayet Hazret-i Ebû Bekir'in kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, ashab-ı kiram onun böyle bir teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Senin böyle bir söz söylemeye hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı çıkmadığına göre İmâmın kendi kendisini azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış olur. Diğer taraftan İmâm hazır bulunmayanların da haklarına nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü İmâm, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve naibidir. Vekilin de hakimin de herhangi bir hususta başkasına naiblik eden herkesin de kendisini azletmek hakkı ittifakla kabul edildiğine göre, İmâmın da böyle olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 15- Bir İmâma Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa: Hal ve akıl ehlinin ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kimsenin akidde bulunması ile bir kimsenin İmâmet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sünnetini uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir mazeret dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir mazereti olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edilir ve bu konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliğinin bozulması önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birincisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş daha güçlüdür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebû Said el-Hudri rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır. Abdullah b. Amr'ın rivâyetine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim bir İmâma bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belirtir, kalbinden ona bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başkası gelip bu hususta onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynunu vurunuz." Bu hadisi de yine Müslim rivâyet etmiştir. Arfece'den gelen rivâyette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır. İki İmâm tayininin yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki İmâm tayin etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fitnelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- câiz olur. 16- Adaletli Bir İmâma Karşı Çıkmak: Haricî (isyankâr) bir kimse, adaleti ile bilinen bir İmâma karşı çıkacak olursa, insanların böyle bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet İmâm fasık, haricî kimse olup adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil olduğu açıkça ortaya çıkmadıkça veya birincisinin görevden alınması üzerinde cemaatin sözbirliği gerçekleşmedikçe isyan eden bu hariciye yardımcı olmak, taraftar olmakta insanların acele etmemeleri gerekir. Çünkü böyle bir işe talib olan herkes, kendisinin salih bir kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği takdirde daha önce izhar ettiğinin hilafına eski adetlerine geri döner. 17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmâm: Aynı çağda ve aynı bölgede, iki veya üç İmâmın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile câiz değildir. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı kişiye İmâmet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demişlerdir: Eğer iki ayrı kişiye İmâmet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebû'l Meali devamla) der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye İmâmet akdine bulunmak câiz değildir. Bu hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki İmâm arasında geniş topraklar bulunursa, bunun câiz olma ihtimali vardır. Bununla beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dışında kalmaktadır. İmâm Ebû İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı bölgede bu işin câiz olduğunu kabul ediyordu. Kerramiye ise, konu ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki İmâmın tayin edilmesinin câiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu câiz kabul etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Hazret-i Muâviye'nin aynı dönemde birer İmâm olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İki ayrı beldede veya iki ayrı bölgede iki kişi İmâm olursa onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygamberin gönderilmesi câiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal etme sonucunu vermediğine göre, İmâmette bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur ve birinin ötekinin İmâmetini çürütmemesi gerekir. Buna verilecek cevap şudur: Aslında şeriat bu işi yasaklamamış olsaydı, böyle birşey câiz olurdu. Ancak Hazret-i Peygamber: "İki İmâmın ikincisini öldürünüz" âyetiyle bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Hazret-i Muâviye ise, kendi adına İmâmlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen İmâmların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam (Suriye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna delil olan hususlardan birisi ise, onların dönemlerinde bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin İmâm olduğu üzerinde icma etmesidir. O ikisinden birisi de: Ben de İmâmım, bana muhalefet eden de İmâmdır, dememiştir. Eğer onlar (Kerramiye): Akıl iki İmâmın bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır. "Onlar da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın demişlerdir" âyetine gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle (Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yüce Allah'ın: "Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) âyeti melekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz seni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü halifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da çıkartmayanın da bulunacağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek için: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini meleklere açık bir şekilde göstermiştir. Bir görüşe göre de melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökmelerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışından önce cinler vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Allah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp denizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üzere sormuşlardı. Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından yapılmıştır. İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyundan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle demişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kimseleri halifelik makamına geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek istediklerinden veya şanı yüce Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böylelikle kendisine ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hayretle karşıladıklarından dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına getirmeyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş gördüklerinden dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katâde der ki: Şanı yüce Allah, onlara yeryüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca melekler, acaba bu kişi Allah'ın kendilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üzere bu soruyu sormuşlardır. Bu güzel bir açıklamadır. Bunu Abdürrezzak rivâyet ederek demiştir ki: Bize Ma'mer, Katâde'den yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyeti hakkında dedi ki: Allah, daha önce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fesat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları yapacak bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lâfızların ihtiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan görüş de güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiştir. Şanı yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorması, aslında: "Orada fesat çıkartacak.." diyen kimselere (yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü yüce Allah, bu şekilde soran meleklere: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir. "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyetindeki kimse, "yaratacaksın" anlamındaki fiilin birinci mef'ûlü olarak nasb mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lâfzı gözönünde bulundurulması dolayısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de: "içlerinden seni dinleyen vardır" (el-En'âm, 6/25) âyetinde fiil, en" lâfzına göre tekil gelmiştir." "Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 10/42) âyetinde ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir. Dökecek" fiili de bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fiilin her iki şekilde (tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile sonunun cevabı kabul etmiştir. (Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi yaratacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle demektedir: "Ben komşunuz değil miydim? Aramızda Sevgi ve kardeşlik vardı, hem." Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamına gelen "es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dökmek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıldığı da olur. ed-dimâ, kanlar anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak- "dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mutlaka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki: "Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar." Yüce Allah'ın: "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken" âyetinde yer alan "tesbih etmek", O'nu sıfatlarına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek demektir. Arap dilinde "tesbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır: "Onun övüncü bana gelince derim ki: O övünen Alkame'den (bunlar) uzaktır." Talha b. Ubeydullah’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmek demektir." Bu kelime, yürümek ve gitmek anlamına gelen dan türetilmiştir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak), şöyle buyurmaktadır: "Çünkü gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil, 73/7) Teşbih eden kimseye ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonundaki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribirleriyle bitişmemesi için- câiz değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'ın açıklamalarına göre, meleklerin teşbihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de "teşbih edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır: "Eğer o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, demektir. Meleklerin tesbih etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir: "İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin Hacılar tesbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde." Katâde der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" demektir. Doğru olanı da budur. Çünkü Ebû Zerr'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kulları için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim) demektir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Abdurrahman b. Kurt'tan da rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir "Yüceler yücesini teşbih ederim. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî zikretmiştir. Şanı yüce Allah'ın: "Hamdinle" âyetinin anlamı da şudur: Yani bizler teşbih ile birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arkasına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha sonra Allahü teâlâ'ya teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize gösterdiğin için hamde lâyık olan, övülen Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ve takdis edip dururken" âyetinin anlamı seni ta'zim eder, şanını yüceltir, senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeylerden arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücâhid, Ebû Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Aralarında Katâde'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni takdis ederiz" âyeti namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır, demektedir. Derim ki: Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi kapsamaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da rükû ve sücudunda şöyle derdi: "O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hazret-i Âişe'den Müslim rivâyet etmiştir. "(........)Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası temizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış arza giriniz. ".. meliktir, kuddûstür" (el-Haşr, 59/23); yani temiz olandır. "Muhakkak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Taha, 20/12) "Beytü’l-Makdis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades" ismi verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu) gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)". Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın temizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir: "(Kurtlar) ona (öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi" Burada "mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en faziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan "Ben en iyi bilenim" âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifade eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim olduğu da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi: "Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana." Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin bilmediğiniz şeyleri bilenim" anlamına gelir. (.........) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir. "Sizin bilmedikleriniz" âyetinden yüce Allah'ın neyi kastettiği hakkında tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbâs der ki: İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şereflendirince böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (aleyhisselâm)e rağmen küfre girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar gitti. Melekler ise: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." demeyi tercih ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bundan farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu. Katâde de der ki: Melekler: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın?" deyince şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kimseler arasında birtakım peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunacağını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti. Derim ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, olacak ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bilenim. O takdirde bu âyet genel bir anlam ifade ediyor demektir. 31Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterdi ve dedi ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bunların isimlerini Bana bildirin." Bu âyet ile ilgili açıklamalarımız yedi başlık halinde verilecektir: 1- Hazret-i Âdem ve Yaratılışı: "Âdem'e bütün isimleri öğretti." âyetinde "öğretti" kelimesi tarif etti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bilgiyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihtimali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamında şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de görüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hazret-i Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğrenmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hazret-i Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Taha, 20/115) İbn Atâ der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eşyanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır. Hazret-i Âdem'in künyesi Ebû'l-Beşer (yani insanların atası)dır. Künyesinin "Ebû Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsmi ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hazret-i Âdem'in cennetteki künyesinin Ebû Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebû'l-Beşer olduğu da söylenmiştir. "Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yumuşatarak uzatmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiyacı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yapmıştır. Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü anlamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hazret-i Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına göre ise beyazlıktır. Âdem (aleyhisselâm) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâdim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edilirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir. Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen Edîmu'l-ard'den türediğidir. Saîd b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş sebebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin sebebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir. es-Suddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onların İbn Abbâs'tan ve Murre el-Hemdani'den, onun İbn Mes'ûd'dan Hazret-i Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptıkları nakile göre Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: Yüce Allah Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim. Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığındı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hazret-i Cebrâîl'in söyledikleri gibi söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ayrı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (mayası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" ismi verildi. (Ölüm meleği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı. Şanı yüce Allah, ona: "Sana yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı verdi: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gördüm. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının canlarını almana sen'uygun bir kimsesin." Daha sonra (yüce Allah) toprağı yapışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise birbirine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33) Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Muhakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72) İblis ona karşı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde ellerimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hazret-i Âdem'i bir insan şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl süre kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hazret-i Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce Allah'ın şu âyeti buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarattı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis meleklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helâk ederim. Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin yanından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediğiniz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yaparsınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis kendi içinde gizlice şu karan verdi: Yemin olsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helâk edeceğim. Hazret-i Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah meleklere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanınız. Âdem'e ruh üflenince ruh Hazret-i Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler. O da elhamdülillah deyince yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hazret-i Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğru kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan aceleden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona topluca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak istemedi." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ûd Hazret-i Âdem'in yaratılış kıssasını zikretti. Tirmizî'nin rivâyetine göre Ebû Mûsa el-Eş'arî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tümünden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğulları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hasen -sahih bir hadistir. Edîm kelimesi edem'in çoğuludur. Şair der ki: "İnsanlar şekil ve huy itibariyle farklı farklıdır. Karakterleri de değişiktir. Onların hepsini yeryüzü bir araya getirecektir." Buna göre "Âdem"' kelimesi "edme"den değil de "edîm" ve "edem"den türemiş olur. Hepsinden türemiş olma ihtimali de vardır. Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce Allah'ın izniyle- En'am süresiyle başka buyruklarda Hazret-i Âdem'in yaratılışına dair âyetler açıklanınca gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf değildir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Âdem, nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz (yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu hem "ef'alu" vezninde hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere göre bir ismin gayr-i munsarif olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nekre gelir ve sıfat da değilse el-Halil ve Sîbeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur; el-Ahfeş Said'e göre ise munsarıf olur. Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde olur. Eğer sıfat olmazsa yine munsarıf kabul eder. Ebû İshah ez-Zeccâc: Doğru görüş Sîbeveyh'in görüşüdür, der ve sıfat ile başka şey olması arasında fark gözetmez. Çünkü her durumda, kelime aynı kelimedir. "Bütün isimleri öğretti" âyetin "isimler" ifade ve ibareler anlamındadır. Çünkü mutlak olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma kastedilebilir. Mesela, Zeyd ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi zaman da onunla bizatihi adlandırmanın kendisi kastedilebilir. "Aslan" kelimesi şu kadar harftir, demek gibi. Birincisiyle ilgili olarak şöyle denilir: İsim, musemmanın kendisidir. Yani onunla müsemma kastedilir. İkincisi ile ilgili olarak da isim ile müsemma anlatılmak istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in bizzat ibareler gibi değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekildedir. İşte yüce Allah'ın: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" âyeti konu ile ilgili açıklama şekillerinin en meşhuruna göre böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Muhakkak Allah'ın 99 tane ismi vardır" hadisi de böyledir. İsim "kişinin kendisi" (zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı anlamda olmak üzere: Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim adamlarının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın: "O, en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-A'la, 87/1); "Rabbinin ismi ne mübarektir!" (er-Rahmân, 55/78); "Bunlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığınız isimlerdir." (en-Necm, 53/23) âyetlerini bu şekilde açıklamışlardır. 3- Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e Öğrettiği İsimler: Tefsir âlimleri, yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e isimleri öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, İkrime, Katâde, Mücâhid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e önemli önemsiz bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. Âsım b. Küleyb, el-Hasen b. Ali'nin azadlı kölesi Sa'd'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Abbâs'ın yanında oturuyordum. Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının isimlerini sözkonusu ettiler, bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Âdem'e bütün isimleri öğretti." Derim ki: Bu anlamda bazı ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu' (hadis olarak) da rivâyet edilmiştir. İşte "bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur. Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve genellik ifade etmek için kullanılır. Buhârî’de Enes (radıyallahü anh)'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde mü’minler bir araya gelip şöyle derler: Rabbımızın huzurunda bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve ona şöyle derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..." İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerimede dilin tevkifî olarak öğrenildiğinin delili vardır. Yani Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği gösterilmektedir. Ve aynı şekilde yüce Allah'ın bu dili Âdem aleyhisselam'a geneliyle özeliyle bütün teferruatıyla öğrettiğini göstermektedir. İbn Abbâs da böyle söylemiştir. O der ki: Yüce Allah, ona tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin ismini öğretmiştir. Seyhan'ın Katâde'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birtakım isimlerini öğretmiştir. Her bir şeyi kendi İsmi ile söylemiş ve her bir şeyin menfaatini kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama bu hususta gelen rivâyetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı yüce Allah türlerin isimlerini ona öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde - bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir: Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e meleklerin ve soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. Taberi bunu benimseyip tercih etmiştir. Bunu yaparken de yüce Allah'ın: "Sonra onları meleklere gösterdi ( arzetti).." âyetine dayanmaktadır. İbn Zeyd de der ki: Allah, Hazret-i Âdem'e bütün soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin isimlerini ona öğretmiştir. el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarattığı eşyanın isimlerini ona öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğretmiştir, de denilmiştir. Derim ki: Az önce açıkladığımız ve yüce Allah'ın izniyle ileride de açıklayacağımız gerekçeler dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. Yine tefsir âlimleri, meleklere kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ayrı olarak sadece isimleri mi gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve başkaları der ki: Hazret-i Âdem, onlara kişileri gösterdi, çünkü yüce Allah: Onları gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah şöyle buyurmaktadır Bunların isimlerini Bana bildiriniz". Araplar birşeyi ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da göründü) Birşeyi satışa arzetmek (göstermek) de buradan gelmektedir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti (gösterdi)." İbn Abbâs ve başkaları ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir. İbn Mes'ûd'un okuyuşuna göre şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup ancak buradaki zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara değil de sadece isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür zamir daha özellikli olarak dişiler hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ise şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak cansız çoğul için kullanılır.) Mücâhid der ki: Burada gösterilen (arzedilen)ler, isimlerin sahipleridir. İsimler ile ilgili olarak: Onlar adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine uygundur. Bu kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak şöyle denilir: İsimler kelimesi, şahıslara delalet etmektedir. Bundan dolayı isimler hakkında onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan : bunlar" denilerek işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan şahıslardır. Fakat bunlar her ne kadar gaib iseler de herhangi bir sebep dolayısıyla onların bir kısmı hazır olmuştur. İşte onlar bu hazır olanların isimleridir. (Yani bu hazır olanların isimleri Âdem'e öğretilmiştir.) İbn Atiyye der ki: Açıkça görülen şu ki: Şanı yüce Allah, Hazret-i Âdem'e isimleri öğretmiş ve bu cinslerle birlikte şahısları ile beraber bunları ona göstermiştir. Daha sonra bunları meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi mümkün olan isimlerini onlara sormuş, sonra da Hazret-i Âdem onlara şu cevabı vermiştir: Bunun ismi şudur, bunun ismi da budur, diye. el-Maverdi de der ki: En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yönelik olmasıdır. Diğer taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki görüş vardır. Bunlardan birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe göre ise, Allahü teâlâ bu eşyayı meleklerin tasallallahü aleyhi ve sellemvurlarında canlandırmış, sonra da bunları arzetmiş (göstermiş)tir. İlk olarak kimin Arapça konuştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan rivâyet edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün yazıları ilk ortaya atan ve bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem (aleyhisselâm)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan başkaları da böyle demiştir. Denilse ki: Yine Ka'b el-Ahbar'dan hasen bir rivâyet ile şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk konuşan kişi Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Hazret-i Nûh'a Arapçayı o öğretmiştir. Hazret-i Nûh da bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da Ka'b yoluyla rivâyet etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk konuşma imkanı verilen kişi İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi." Yine Arapça ilk konuşan kişinin Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivâyet edilmiştir. Başka rivâyetler de vardır. Buna karşılık biz de deriz ki: Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem (aleyhisselâm) olduğudur. Kur'ân-ı Kerîm de buna tanıklık etmektedir. Nitekim yüce Allah: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" diye buyurmaktadır. Bütün diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu diller, "isimler" tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivâyetler de bunu ifade etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tencere ve küçük kaba varıncaya kadar (Allah) Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir." Başkalarının kaydettikleri diğer rivâyetlerden İbrahim (aleyhisselâm) soyundan ilk Arapça konuşanın Hazret-i İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer bunun dışındaki diğer rivâyetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin kabilesi arasında ilk Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna delil ise belirttiğimiz bu gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Melekler arasında da aynı şekilde Hazret-i Cebrâîl Arapça konuşan ilk melektir. O Arapçayı yüce Allah, Hazret-i Âdem'e veya Hazret-i Cebrâîl'e -az önceki açıklamalara göre- öğrettikten sonra Hazret-i Nûh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Bunlar" âyeti esreli olarak mebnidir. Temimliler, Kays'lıların bir kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki: "Bunlara da diğerlerine de: Hepsine verdin; Kesilip biçilmiş aynı evsafta ayakkabılar." Araplardan elif ile hemzeyi hazfederek şeklinde telaffuz edenler de vardır. "Eğer doğru söyleyenler iseniz" âyeti bir şart cümlesidir. Cevabı ise zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir: Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkartacağı iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu isimleri) bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Doğru söyleyenler iseniz" âyeti bilenler iseniz, demektir. Bundan dolayı melekler için ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni tenzih ederiz" diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle demiştir: Eğer yüce Allah bu konuda verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsaydı şanı yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı kimse için sözkonusu olduğu gibi onlar için de ictihad câiz olurdu. Yüce Allah bu kişiye: "Ne kadar kaldın?" (el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu isabet ettirmesi şartını koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti. Buna karşılık da herhangi bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir husustur. Taberi ve Ebû Ubeyd'in anlattıklarına göre müfessirlerden birisi yüce Allah'ın: "Eğer., iseniz" âyetinin anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır. Ancak Taberi ve Ebû Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir. âyeti haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber demektir. Hemzeli olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklama ileride gelecektir. 7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak): Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu şekilde haber vermek; güç yetirilemeyen birşeyin teklif edilebileceği sonucu çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah onların bunları bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir âlimlerinin muhakkikleri şöyle demişlerdir: Burada bu âyet teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt sadece onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a havale etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mıdır hususuna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda gelecektir. 32Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz. Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin." Yüce Allah'ın: "Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Seni tenzih ederiz": Yani gaybı senden başka bir kimsenin bilmesinden yana seni tenzih ederiz. Bu meleklerin yüce Allah'ın: "Bunların isimlerini bana bildirin.." âyetine verdikleri cevabdır. Onlar yüce Allah'a kendilerine öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insanlar arasında bilgisizlerin yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde görüş beyan etmediklerini belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..." anlamındaki âyette yer alan burada anlamında olup "bize öğrettiğin şey..." demek olur. Masdar anlamını veren türden olup: "Senin bize öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de mümkündür. Herhangi bir husus hakkında bilgi edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı bilmiyor ise, meleklere, peygamberlere ve faziletli ilim adamlarına uyarak: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmiyorum, diye cevap vermektir. Şu kadar var ki doğru sözlü yüce Peygamberimiz ilim adamlarının ölümü ile ilmin de kaldırılacağını, geriye kendilerinden fetva sorulacak ve görüşlerine göre fetva verecek cahil birtakım insanların kalacağını bunun sonucunda bunların da sapacağını, başkalarını da saptıracaklarını beyan buyurmuştur. Bu âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ashab-ı kiramdan, tabiin'den ve onlardan sonra gelenlerden rivâyet edilen haberlere gelince; el-Büstî, Sahih Müsned'inde İbn Ömer'den şunu rivâyet etmektedir: Adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: En kötü bölge hangisidir? diye sormuş, Hazret-i Peygamber: "Bilemiyorum, Cebrâîl'e soruncaya kadar (bana mühlet ver)" diye cevap verdi, Cebrâîl'e sordu. Hazret-i Cebrâîl de: Bilemiyorum, Mikâil'e soruncaya kadar bana mühlet ver. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır. Hazret-i Ebû Bekir de ölen torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı verdi: Geri dön, ben istişare edip insanlara sorayım, durumu öğreneyim. Hazret-i Ali de: Ne kadar da yürek soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç defa tekrarlardı. Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey mü’minlerin emiri? diye sorunca Hazret-i Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hakkında soru sorulur da o da doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap vermesi. Adamın birisi, İbn Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar, o da şu cevabı verir: Ben bunu bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince İbn Ömer ona şöyle der: İbn Ömer'in söylediği söz çok güzeldir. Ona bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da: Ben bunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunu Dârimî Müsned'inde zikretmektedir. Müslim'in Sahih'inde, Buhayye'nin sahibi Ebû Akil, Yahya b. el-Mütevekkil'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Said'in yanında oturuyor idim. Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in babası, senin gibi büyük bir kimseye bu dine dair bir husus hakkında soru sorulur da senin bu hususta herhangi bir bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremezsen -veya: Bu konuda bir bilgin bulunmaz, bir çıkış yolu da gösteremezsen- bu çok çirkin bir iş olur. Bunun üzerine el-Kasım ona, neden böyle diyorsun diye sorunca şu cevabı verir: Çünkü sen bir taraftan Ebû Bekir, diğer taraftan Ömer gibi iki hidâyet İmâmının oğlusun. el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış bir kimse açısından bundan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem veya güvenilir (sika) olmayan birisinden rivâyet derlememdir. Bunun üzerine Yahya susar ve ona cevap vermez. Mâlik b. Enes de der ki: İbn Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim adamı olan bir kimsenin kendisi ile birlikte oturup kalkanlara kendisinden sonra "bilmiyorum" demeyi miras bırakması gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın. Onlardan herhangi birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da; bilmiyorum, desin. el-Heysem b. Cemil der ki: Ben Mâlik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkında soru sorulduğuna ve bunların otuz iki tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine şahit oldum. Derim ki: Ashab-ı kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden buna benzer rivâyetler pek çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası ve ilimde insaf sahibi olmamaktır. İbn Abdi’l-Berr der ki: İlmin bereketinden ve adabından birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır. İnsaf sahibi olmayan bir kimse, ne kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey anlatabilir. Yûnus b. Abdi’l-A'la rivâyetle dedi ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben Mâlik b. Enes'in şöyle dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan daha az hiçbir şey yoktur. Derim ki: Bu İmâm Mâlik'in zamanında böyle idiyse, fesadın yaygınlaştığı ve bayağılıkların çoğaldığı, ilmin, anlayıp kavramak için değil de başkanlık için talep edildiği zamanımızda durum nasıldır? Günümüzde ilim, dünyada üstünlük sağlamak, kalbe katılık veren, kinleri yerleştiren, tartışma ve münazaralar ile akranlara galip gelmek için tahsil edilir birşey oldu. Bu tür maksatlar ve davranışlar ise takvasızlığa ve yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter. Günümüzün bu durumları nerede, Ömer (radıyallahü anh)'dan gelen şu rivâyetin ifade ettiği gerçek nerede? Hazret-i Ömer dedi ki: Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla olmasın . İsterse Zu el-Asaba -yani Yezid b. el-Husayn el-Harisi'nın kızı olsun. Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu fazlalık beytü'l-mal'e konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boylu burnu bir parça basık bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yoktur, dedi. Hazret-i Ömer, o da nedenmiş? deyince kadın şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah: "Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan geri hiçbir şey almayın." (en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer dedi ki: Bir kadın isabet etti, bir adam da yanıldı. Veki', Ebû Ma'şer'den, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi, Ali (radıyallahü anh)'a bir mes'eleye dair soru sorar. Hazret-i Ali de o hususta cevabını verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü’minlerin emiri, aksine durum şöyle şöyle olmalıdır. Hazret-i Ali şu cevabı verir: Evet sen isabet ettin ve ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır. Ebû Muhammed Kasım b. Esbağ der ki: Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım. Bekr b. Hammâd 'dan Müsedded yoluyla gelen hadisleri aldım. Daha sonra oradan Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlarla (âlimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde tekrar Bekr b. Hammâd 'ın yanına gidip Müsedded yoluyla gelen hadisleri tamamlamak istedim. Günün birinde ona Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini okudum: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna Mudarlılardan çizgili elbiseleri yakalarından delerek giyinmiş kimseler geldi. O bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben ona: Hayır buşeklindedir, dedim. Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi okudumsa böylece okudum. Bana şu cevabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı çıkıyor ve öğünüyor musun? Veya buna benzer bir ifade kullandı. Daha sonra bana şöyle dedi: Kalk seninle birlikte -mescidde bulunan bir hocayı göstererek- şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun yanına vardık ve bu hususta sorumuzu sorduk. O da benim dediğim gibi buradaki ifade şeklindedir dedi. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön taraflarına gelir idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur. (Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal demektir). Bekr b. Hammâd burnunu yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür, dedi ve gitti. Yezid b. el-Velid b. Abdülmelik'in şu beyitleri ne kadar güzeldir: "Bir mecliste konuşacak olur isem Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır Ben bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem Bilgim sona erdiği yerde de susarım." "Subhane" kelimesi Halil ve Sîbeveyh'e göre masdar olarak mansuptur. Seni şanına lâyık bir şekilde teşbih ederiz, demektir. el-Kisaî'nin açıklamasına göre ise bu izafet yapılmış bir nida olduğu için mansuptur. "Alîm": Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı yüce Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz bilgisini anlatmaktadır. "Hakîm"in anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifade etmek içindir. Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre "Hakîm" yüce Allah'ın fiilî sıfatlarındandır. Nasılki (işittirici anlamına gelen:) müsmi' kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan anlamına gelen:) mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da (sağlam yapan anlamına gelen) muhkim kelimesi hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar İbnu'l-Enbârî'ye aittir. Kimisine göre de "hakîm" bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan dolayı maksada aykırı yürüyüp gitmekten atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam" ismi verilmiştir. Cerir der ki: "Ey Hanife oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan korkuyorum." Cerir ayak takımlarınızı kötülük yapmaktan engelleyiniz, demek istemektedir. Züheyr de der ki: "Atları süren kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp götürür, Deriden ve kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. " Araplar belli bir işi yapmaktan engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et (alıkoy) derler. "Muhkem sûre" ise, her türlü değişikliklerden ve değiştirmelerden korunmuş, ona ait olmayan bir şeyin kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şeyin de ona ilave edilmesi önlenmiş sûre demektir. Hikmet de buradan gelmektedir. Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıkoyar. Birşeyi sağlam yapıp da isteğinin dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şeyi muhkem yaptı" denilir. "Hakîm" ise, mübalağa ifade eder. 33"Ey Âdem, onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber verdi. (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim?" Yüce Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi: "Onlara isimlerini haber ver" âyeti ile yüce Allah, isimleri meleklere arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretmiştir. Böylelikle meleklerin, yüce Allah'ın kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in) daha bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şanının yüceliğine, dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah, Âdem'i meleklerin önüne geçirmek, Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan daha faziletli olmuştur. Böylelikle Hazret-i Âdem kendisine secde edilmek ve bilginin tahsis edilmesi suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş oldu. 2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti: Bu âyet-i kerimede bilginin ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları dolayısıyla kanatlarını (onun önüne) serer." Yani ona boyun eğip alçakgönüllülük gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları arasından özellikle ilim ehline bunları yapmalarının sebebi, şanı yüce Allah'ın, Âdem (aleyhisselâm) hakkında melekleri böyle bir tavır takınmak zorunda bırakmasıdır. Ondan bu yana melekler bu şekildeki bir davranışı kendilerine bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı, melekler ilme ve âlimlere tazimleri dolayısıyla ilmin talebine ve ilimle uğraşmaya razı olduklarından dolayı bir insanın bilgi sahibi olduğunu gördükleri vakit, o kimseye karşı alçakgönüllülük gösterir, boyun eğer ve tezellül gösterirler. İnsanlar arasından ilim taliplerine karşı durumları bu olduğuna göre ya gerçekten büyük ilim sahiplerine ve aralarından rabbani olanlara karşı tavırlan ne olur? Allah, bizleri bunlardan kılsın, bunlar arasında bulundursun. Şüphesiz ki O, büyük bir lütuf sahibidir. 3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?: Burdan hareketle ilim adamları: Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âdemoğulları mı daha faziletlidir, hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır. Bir kesime göre, insanların arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların velileri, meleklerin velilerinden üstündür. Diğer bir kesime göre Mele-i A'lâ daha üstündür. Melekleri daha üstün kabul edenler, yüce Allah'ın şu âyetlerini delil gösterirler: "Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6); "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de." (en-Nisa, 172); "De ki: Ben size, benim yanımda Allah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum." (el-En'am, 6/50) Buhârî’de de şu ifade yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni bir topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun topluluğundan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım." Bu ise bu konuda açık bir nastır. Âdemoğullarının üstün olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu âyetini delil gösterirler: "îman edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar yaratılanların en hayırlılarıdır." (el-Beyyine, 98/7) Peygamber efendimizin şu âyetini da delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoşnutlukları kanatlarını (önüne) sererler." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere karşı Arafat'ta vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil gösterirler. Ancak daha faziletli olanla öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Peygamberlerin meleklerden daha faziletli olduğunu kesin olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de onlardan daha hayırlı olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çünkü bu konuda kanaat belirtmenin yolu; yüce Allah'ın ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda Kaderiyye'ye ve kadı Ebû Bekr (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'a muhalefet sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha faziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebû Bekir der ki: Bizim mezhep âlimlerimizden ve Şia'dan: Peygamberler daha faziletlidir, çünkü yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap verilir: Kendisine secde edilen, secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çünkü Ka'be'nin önünde peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz gibi, bütün yaratıklar da onun etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz peygamberler -ümmetin ittifakı ile- Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiçbir kimseye yapılmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü secde etmek bir ibadettir. İbadet ise ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle olduğuna göre, herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet edenden daha hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur. Bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair ek açıklamalar gelecektir. 4- Gayb Bilgisi: Yüce Allah'ın: "Gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini de Ben bilirim" âyetinde yüce Allah'ın -Peygamber gibi- bildirdiği kimseler veya yüce Allah'ın bildirdiği kimselerin bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğinin delili vardır. Buna göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan) müneccimler, kâhinler ve benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar yüce Allah'ın: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları bilmez." (el-En'am, 6/59) âyetini tefsir ederken gelecektir. 5- Açıklanan ve Gizlenen Şeyleri Allah Bilir: Yüce Allah'ın: "Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim"; yani melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" şeklindeki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi açıklarsanız" âyeti ile buna işaret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî nakletmiştir. ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hazret-i Âdem'e vakit kaybetmeksizin secde etmeleridir. "Neyi gizlerseniz" âyetinden kastedilen ise İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Saîd b. Cübeyr'in açıklamalarına göre İblis'in kendi içinde gizlediği büyüklük ve masiyet kararıdır. İbn Atiyye de der ki: "Gizlerseniz" âyetinin bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelmesi, Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Nitekim bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o topluluğa: Bu işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin aranızdan bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: "Muhakkak odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez." (el-Hucurat, 49/4) Halbuki onlar arasından Hazret-i Peygamber'e bu şekilde seslenen sadece Uyeyne (b. Hısn el-Fezarî)'dir. Bir görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir. Bir grup müfessir de şöyle demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da gizlemek de onların tümünün bütün gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiğini genel olarak ifade etmektedir. Mehdi b. Meymun der ki: el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona el-Hasen b. Dinar, meleklerin gizlediği neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yüce Allah, Âdem'i yarattığında melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş oldular. Sanki bundan dolayı içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra biribirlerine döndüler ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışarak: Bu yaratık ne diye sizi endişelendirsin ki? Şüphesiz yüce Allah, neyi yaratırsa yaratsın, mutlaka biz o yarattığından Allah katında daha üstün ve değerli olacağızdır, dediler. "Neyi açıklarsanız" âyetindeki "Ne", "Bilirim" anlamındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun: "Bilen" anlamına ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki edatın onunla mansup kabul edilmesi de mümkündür. O taktirde âyet (bu yönüyle) "Allah'ın Evi'ni ziyaret edenler" tabirine benzer. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyetin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır. 34Hani Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında derhal secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfirlerden oldu. Buna dair açıklamalarımız on başlık halinde verilecektir: 1- Biz Demiştik..: Yüce Allah'ın “Ve iz kulna” âyeti: "Hatırla ki Biz" anlamındadır. Ebû Ubeyde'nin burada yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması uygun değildir. Çünkü bu kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyet birinci başlıkta) yapılmıştır. "Demiştik" diye buyurulup da "demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar olan Allah'ın kendi zatı hakkında; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için çoğul zamiri kullanmasıdır. "Melâike" kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Âdem kelimesine dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki bilgiler de önceden verilmiştir. tekrarlanmasının anlamı yoktur. Ebû Cafer b. el-Ka'ka'ın "li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen "uscudû" kelimesinde yer alan cim harfinin ötreli (cu) şeklinde okunduğu için ona rivâyetle "li’l-melaiketu" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. "Elhamdülillahi" ibaresini "elhamdülüllahi" şeklinde okumak da buna benzemektedir. 2- Secde: "Secde edin" emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki: "Ve öyle bir toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar etraflarında kayboluyor Küçük tepelerin toynakları altında secde ettiğini görürsün." Şair, burada tepelerin atların toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır. "Secde eden göz" tabiri, bakmaktan çekinen göz demektir. Secde etmenin en ileri derecesi yüzü yere koymaktır. İbn Faris der ki: Eğilme sözkonusu olduğu zaman "secde etti" denilir. Secde eden herkes alçalmış olur. "İscad" bakışı sürdürmek demektir. Ebû Amr der ki: Başını önüne eğdiği zaman "escede" denilir. Şair der ki: "Secde ettirildi develerinin yularlarına Hıristiyanların, hahamlarının önünde secde edişi gibi." Ebû Ubeyde der ki: Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu: "Ve ona: Leyla'ya secde et, dediler, o da secde etti." Şair, burada başını önüne eğen deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde onlara karşı secde ettikleri birtakım resimler bulunan dirhemler demektir. Şair der ki: "İscad dirhemleri gibi onunla karşılaştı." 3- Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e Secde Emrinin Hikmeti: Âdem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" âyetini delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hazret-i Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" âyetinin anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kayması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz. Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap verilir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olunca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip kendilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Melekler Âdem (aleyhisselâm)'ı kusurlu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyorlardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmekle emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" demelerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihtimal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği vakit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Allah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona secdeye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediğinize ceza olmak üzere böyle olacaktır, demektir. Denilse ki: İbn Abbâs, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gösterir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu âyetiyle kasem etmiştir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu âyetiyle da Hazret-i Peygamber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur. Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına kasem ederek: "Hayatıma yemin olsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da kasem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise onların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili değildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir. Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." âyeti ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu âyetini andırmaktadır: "Yemin olsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz ziyan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbâs'ın bu açıklamalarında, (Hazret-i Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet edecek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Meleklerin Âdem'e Secde Şekli: İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı görüşlere sahiptirler. Cumhûr der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gibi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanılarak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açıkça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hazret-i Âdem de bu durumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıbleye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir. Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan alnın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" âyeti; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" âyeti de onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir. Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde secde etmek, Âdem (aleyhisselâm)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde câiz olmaz mı demektir, yoksa Hazret-i Âdem'den sonra da Hazret-i Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek câiz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mudur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Resûlüllah'a secde ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde etmeye biz daha lâyıkız. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir." İbn Mâce Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getirmiş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanına gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır." Hadisin bu lâfzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerlere (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivâyetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber insanlara secde etmeyi yasakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti. Derim ki: Sûfilerin cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve istiğfarda bulunmaları esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde etmeyi adet haline getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cezbe haline geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş. Ancak bu onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıbleye doğru mu başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. Onların bu şekildeki amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır. 5- İblis: "İblis dışında derhal secde ettiler" âyetinde yer alan İblis kelimesinin mansub olması (yani sin harfinin üstün olması) istisnanın muttasıl olması dolayısıyladır. Çünkü İblis, Cumhûrun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb, Katâde ve başkaları da vardır. Şeyh Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. İbn Abbâs der ki: İblis'in ismi Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı. Simak b. Harb'ın İkrime'den rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: İblis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu. el-Maverdî'nin Katâde'den naklettiğine göre ise İblis meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu türe "el-cinne" denilir. Saîd b. Cübeyr der ki: Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten yaratılmıştır. İblis de bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan yaratılmışlardır. İbn Zeyd, el-Hasen ve yine Katâde der ki: Âdem nasıl insanların babası ise İblis de cinlerin babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. O der ki: Onun asıl ismi "el-Hâris"dir. Şehr b. Havşeb ve bazı usulcüler der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve meleklerin kendileri ile Savaştığı cinlerden idi. Melekler onu küçükken esir almış, o da meleklerle birlikte ibadet edip durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir. Ayrıca bunu Taberi, İbn Mes'ûd'dan da rivâyet etmiştir. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onların bir zanna uymaktan başka buna dair hiçbir bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157) Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre şu âyet-i kerimedeki istisna da böyledir: "... kestikleriniz hariç olmak üzere" (el-Maide, 5/3) Şairin şu sözleri de bu tür bir istisnadır: "Senin için susuzluk da açlık da yoktur Uyumaktan başka ve uyumak da yasaktır." Bu görüşü savunanlardan kimisi şunu da delil göstermektedir: Yüce Allah, melekleri nitelendirirken şöyle buyurmuştur: "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6) Diğer taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine delil göstermektedirler: "İblis müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinlerdendi." (el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır. Birinci görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı yüce Allah, bedbaht olacağını ezelden beri bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dışına çıkması -yüce Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yaptığından sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleştirilmesi de onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir. İblis, yeryüzünde bulunan cinlerden idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu rivâyete karşılık olarak İblisin meleklerle birlikte yeryüzünde bulunan cinlere karşı Savaştığına dair rivâyetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî ve başkası nakletmiştir. es-Sa'lebî de İbn Abbâs'tan şunu nakletmektedir: İblis, Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlandırılan taifeden olup bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak melekler nurdan yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice ismi "Azâzîl" Arapça ismi "el-Hâris" idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Oranın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok ibadet eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare ederdi. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu görüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği günah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hazret-i Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri için- meleklere cin ismi da verildiği olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar kendisiyle cinler arasında bir nesep uydurdular" (es-Saffat, 37/158). Şair de Hazret-i Süleyman'ı sözkonusu ederken şöyle demektedir: "Meleklerin cinlerinden (görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı, Onun huzurunda ayakta dururlar, ücretsiz çalışırlardı." Diğer taraftan İblis cennetin bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi (cin), cennetin adından türetilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İblis kelimesi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden türemiştir. Bu görüş Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir görüşe göre bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de türemiş değildir. Bu görüş de ez-Zeccâc ve başkalarına aittir. 6- Secde Etmemenin Pişmanlığı: "O ise dayattı" âyeti kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi, demektir. Ebû Hüreyre'den gelen sahih hadiste de bu durum ifade edilmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İbn Âdem secde (âyetini) okur da secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der. Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. 7- Müstekbirlik Şeytanın Huyudur: "Ve kibirlenerek kafirlerden oldu." îstikbâr; kişinin kendisini büyük görmesi demektir. İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e secde yapılmasını da büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e secde etmeyi terketmesi, yüce Allah'ın emir ve bu emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu şekildeki bir büyüklenmeyi Hazret-i Peygamber şöylece ifade etmektedir: "Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan bir kimse cennete girmeyecektir." Bir diğer rivâyete göre de adamın birisi şöyle demiş: Kişi elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle der: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak ve insanları hakir görmektir." Bu hadis Müslim tarafından rivâyet edilmiştir. Hakka karşı çıkmanın anlamı ise onu anlamsız görmek, onu batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük görmek" de onları hakir görmek, onları küçümseyerek alay etmektir. Yani bir kimseyi küçük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür edilmediği zaman da nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu hususu, açık bir şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize aktarmaktadır: "Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun kâfir olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yüce Allah'ın emirlerinden yahut onun Rasulünün emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır. İbnü'l-Kasım'ın İmâm Mâlik'ten rivâyetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti. Katâde de der ki: İblis Âdem'i Allahü teâlâ'nın ona verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise çamurdan. Günahların başlangıcı kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır. 8- Müstekbir Şeytan, Kâfirlerdendir: Yüce Allah'ın: "Kafirlerden idi" âyetinin; Kâfirlerden oldu, anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O da suda boğulanlardan oldu" (Hud, 11/43) âyeti de bu türdendir. Şair de şöyle demektedir: "Uçsuz bucaksız kupkuru bir çöldeki binektir sanki Ele avuca gelmez ve yumurtalarından çıkıp yavru olmuş kekliğe benzer." İbn Fûrek der ki: Burada yer alan "Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu" anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki asıl kaidelere aykırıdır. Tefsircilerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı şudur: Yani yüce Allah'ın ezelî ilminde onun kâfir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü gerçek manada kâfir ve gerçek manada mü’min şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne şekilde öleceğini bildiği kimsedir. Derim ki: Bu açıklama şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de yer aldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak sonuçları ile değerlendirilir." Denildiğine göre İblis, yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş, ona başkanlık ve cennet bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı münafıklara dillerinin ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı verildiği gibi, tıpkı Bel'am (b. Baura)'ya yine dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söylemek imkanı verildiği gibi. Bu başkanlığı sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice yer etmişti. İbn Abbâs der ki: İblis kendisinin sahip olduğu bu imkanlar sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı "ben ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu sebep dolayısıyladır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir? Sen büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?" (Sad, 38/75) Yani sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın (istikbâr) . Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle yarattığımda herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı yüce Allah "kafirlerden oldu" diye buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet ateşiydi. Bundan dolayı yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle demişti: "Senin izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım." (Sad, 38/82) İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet kendisinin Âdem'den üstün olduğu görüşüne kapıldı. Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Melekler izzetin nurundan İblis de izzetin narından (ateşinden) yaratılmıştır. 9- Kerametler Veya Olağanüstü Haller: İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Peygamber olmayanların elleri vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü haller, o kişinin veli oluşunun delili değildir. İlim adamlarımız, bu görüşleriyle kimi mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflara ve rafızîlere muhalefet ederler. Çünkü bunlar şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun delilidir. Çünkü o kişi, veli olmasaydı şanı yüce Allah, bu gibi şeyleri onun elleri vasıtasıyla izhar etmezdi. Bizim delilimiz, bizden bir kimsenin (yani bir insanın) şanı yüce Allah'ın velisi olduğunu bilmek, ancak onun mü’min olacağını bilmekten sonra sahih bir delil olabilir. O kişinin mü’min olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin yüce Allah'ın bir velisi olduğunu kesinlikle söylemek imkanımız olmaz. Çünkü yüce Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah tarafından mutlaka îman ile öleceği bilinen kimsedir. Böyle bir kimsenin îman üzere öleceğini kesinlikle söylemek imkanına sahip olmadığımızı ittifakla kabul ettiğimize göre, hatta o kişinin kendisi dahi îman üzere öleceğini kesinlikle söyleyemediğine göre, onun bu harikulade halinin yüce Allah'ın velisi olduğunun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim adamlarımız devamla derler ki: Bununla birlikte şanı yüce Allah'ın bazı velilerini (gerçek dostlarını) güzel akıbetine ve amelinin nihaî haline kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması imkansız birşey değildir. Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları ortaya koymuştur. Taberi'nin görüşüne göre ise şanı yüce Allah, bu İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise, peygamberliğini bilmelerine ve çok eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişlerine olan ni'metlerini bilmelerine rağmen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkar eden yahudilerdir. 10- İblis'ten Önce Kâfir Var mıydı?: İblisten önce kafirin olup olmadığı hususu ile ilgili farklı görüşler belirtilmiştir. Kimisine göre, yoktur, İblis, inkar edip kâfir olan ilk kişidir. Kimisine göre ise, ondan önce cinlerden kâfirler vardı ve bunlar yeryüzünde yaşıyorlardı. Yine İblisin küfrü cehlî (bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi konusunda da Ehl-i Sünnet âlimleri arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte kâfir olmadan önce onun yüce Allah'ı bilen bir kimse olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî olarak kâfir olduğunu kabul edenler şöyle der: O kâfir olduğu vakit, ilimden mahrum bırakıldı. İblisin küfrünün inadî olduğunu söyleyenler de şöyle der: O, bilgiye sahip olmakla birlikte kâfir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi kalmakla birlikte inadî olarak kâfir olmak uzak bir ihtimaldir. Ancak bana göre bu caizdir (mümkündür). Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden mahrum kılmasıyla birlikte imkansız değildir. 35Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız: 1- Cennette Yerleşmek: "Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kâfir olması ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş ayrılığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hazret-i Âdem'e: "yerleş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sükûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki: "O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir." Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarrufunun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır. 2- Hazret-i Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler: Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi. Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölmesi halinde o ev asıl sahibine döner. "Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki görüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Umrâ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde gelecektir. el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmâm Mâlik’in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (radıyallahü anhkabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür. "Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) murakabe"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun câiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yûsuf ve Şâfiî bunu câiz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmâm Mâlik ve diğer Küfe âlimleri ise bunu câiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü âdeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem câiz gören hem de men'eden iki Hadîs-i şerîf vardır ki bu ikisini de İbn Mâce Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Umrâ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir." Bu Hadîs-i şerîfte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur. İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukbâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin olsun" demesidir. Hadîs-i şerîfte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" âyeti ise bunun câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesâî de rivâyet etmiştir. İbn Abbâs'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir. İbn Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umrâ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Münzir bu Hadîs-i şerîfi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hazret-i Ali'den de bu kanaat rivâyet edilmiştir. es-Sevrî ve İmâm Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir. Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına binmek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sırtından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kullanılır. İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde Savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir kullanılır. Züheyr der ki: "İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler." Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meniha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivâyet edilmiştir, Tirmizî, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir. Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu’l-fahl" ise dişi deve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu’l-fahl" denilir. 3- "Sen" Zamiri: "Sen zevcenle birlikte..." âyetindeki "sen" zamirinin ayrıca kullanılması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) âyeti de bunun gibidir. "Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ." Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde bulunmak Kur'ân dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi. 4- Hazret-i Âdem'in Eşi Hazret-i Havva: "Sen zevcenle birlikte" âyetindeki "zevce" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammâd b. Seleme, Sabit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hazret-i Peygamber, o adamı çağırdı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevcemdir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşeyler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar." Âdem (aleyhisselâm)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yine Hazret-i Âdem'dir. Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hazret-i Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: İsmi nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çünkü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva ismini verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş. Rivâyet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır. Yine rivâyete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bunu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs der ki: Hazret-i Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hazret-i Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu âyetinin anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini yaratmıştır." (el-A'raf, 7/189) İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivâyette şu da vardır: Kaburga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana karşı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöyle demektedir: "O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemiklerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir.- Çünkü Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- gelecektir. 5- Cennet: "... cennette yerleş..." âyetinde geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. Mu'tezile ve Kaderiyye'nin, Hazret-i Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçede) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile veya Kaderiyye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hazret-i Âdem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" (en-Nebe', 78/35); "Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam" sözüdür." (el-Vakıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla da cennetlikler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Havva da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır. Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiyye devamla derler ki: Hazret-i Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir? Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesini elif lâm'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedîlik cennetini istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hazret-i Âdem'i aldatmak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hazret-i Mûsa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hazret-i Mûsa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lâm-ı tarifli olarak) cennetten çıkarttın." demiştir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lâm'ın geliş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hazret-i Mûsa'ya cevap verirdi. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cennetten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yüce Allah tarafından Kıyâmet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir. Mu'tezile ve Kaderiyye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı günahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü masiyetlere, küfür ve yalana şahit olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada birtakım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cennetin durumu da böyledir. Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (aleyhisselâm)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüşlerinin bir anlamı yoktur. Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağacına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hazret-i Âdem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz? 6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz: "Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" âyetinde yer alan "Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur. "Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki: "Kişiyi nimet içinde görürsün, Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak." Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki kelimenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır. 7- Yasak Ağaç: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim: Eğer (radıyallahü anh harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun anlamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona yakın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (radıyallahü anh harfinin ötreli okunuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi. İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasaklamayı gerektiren bir lâfız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lâfzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e dair apaçık bir misaldir. Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye buyurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir. 8- Bu Ağaç: "Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lâm'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (...........)ı (...........) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu kelimenin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur. Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu kökten olarak "meşcere" ağaçlık yer demektir. 9- Hazret-i Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi? Tefsir âlimleri, Hazret-i Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi de işte budur. Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Vehb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hazret-i Âdem'in tevbesini kabul edince sünbülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı. İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivâyet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Said de Katâde'den bu şekilde rivâyet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır. Çünkü Hazret-i Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir. İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivâyetler arasında Hazret-i Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivâyet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e bir ağaçtan yemeyi yasakladığı ve Hazret-i Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur. Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmâm olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sınanması için yasak kılınmış bir ağaçtı. 10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hazret-i Âdem Ağaçtan Nasıl Yedi? Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine rağmen Hazret-i Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hazret-i Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır. (İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini sözkonusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (aleyhisselâm) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hazret-i Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lâfza göre yorumlamıştır. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu’l-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olur. O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Taha, 20/117) İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hazret-i Âdem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de naklî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivâyetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cennetteki şarabın niteliklerini belirtirken: "Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına gelince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden korunmuşlardır. Hazret-i Âdem'in Peygamberliği: Derim ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Âdem'in cennette yerleştirilmesinden önce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın: "O da onlara isimlerini haber verince.." (el-Bakara 2/33) âyetinden çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri haber vermesini emretmeştir. Hazret-i Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür. Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde bunu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onda bir sabır ve sebat bulmadık. " (Taha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çokluğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hazret-i Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engelleyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyâmet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de kendisini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizginlemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah: "Biz onda bir sabır ve sebat bulmadık." (Taha, 20/115) diye buyurmaktadır. Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendilerini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna göre, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçları da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır" bir başka rivâyete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helâk edecektir" demesi gibi. Hazret-i Peygamber bu ifadeleriyle muayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir. 11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti? Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yasağın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Havva, Hazret-i Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hazret-i Âdem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hazret-i Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememişti. İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lâfzın mutlak ifadesinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi birisinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cariyesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini bozmuş olur. Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir. Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" âyeti Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" âyeti ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşıya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu yasağı işlemedikleri sürece zâlimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik. O ise unuttu" (Taha, 20/115) âyetinin anlamı budur. Denildiğine göre, Hazret-i Âdem'in unuttuğu ise şu âyetinde dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir: "Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâhâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Peygamberler Küçük Günah İşler mi? Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin -Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla birlikte bütün ilim adamları Peygamberlerin büyük günahları işlemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her türlü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefainî'ye göre ise, bunun böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zetile'ye göre ise, bu durum -kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir. Taberi ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamberlerden küçük günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlardan korunmuşlardır (masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çıkardıkları Hadîs-i şerîfleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî mezhebine mensup fukahânın Cumhûru ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir karineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolunmuşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini câiz kabul edersek onlara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masiyettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini emretmek doğru değildir. Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halinde uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin küçük günah işlemeleri câiz değildir. Kimisi de câiz kabul etmiştir. Ancak bu meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı yüce Allah, onların bir kısmının birtakım günahları işlediklerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini haber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bunların hepsi de peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır. Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükâfat görebileceği bir işi yaptığından dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güvenlik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyâmet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İshak der ki: İşte doğrusu da budur. Cüneyd'in şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bile bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun. 13- Zulüm: "Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâbiga der ki: "Akşam vakitleri durup orada ona sorarak; Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten; Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı, Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler." Kazıdan çıkarılan toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki: "Korkudan sonra bir çukurda (kabirde) buldu kendini O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak." Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir. Erken sağılan süte de "zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir: "Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?" Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lukman, 31/13) "... ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz. Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -âyet-i kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 36Bunun üzerine şeytan, onları oradan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı. Biz de dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak şeyler vardır." Bu âyetin: " Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı" bölümüne dair açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız: 1- Şeytanın Kaydırması: "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp" âyetinde yeralan ve "onları kaydırdı" anlamına gelen (.........) kelimesini çoğunlukla günah anlamına gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve elif'siz okumuşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşmelerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kökten elifli olarak şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: Onları izale etti, anlamındaki okuyuş zevalden gelir. Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yöneltti demek olur. Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğunluğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifade ettiği anlam da bunun delilidir: "Onları, kazandıklarının bir kısmı yüzünden ancak şeytan kaydırmak istemiştir." (Âl-i İmrân, 3/155); "Şeytan onlara vesvese verdi."(el-A'raf, 7/20; Taha, 20/12). Burada sözü geçen vesvese ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yoksa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale etme gücü yoktur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sokmaktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Burada onların zelle'ye düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde kulanılan kelimeden gelmektedir. O vakit mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi zevalden gelir. Nitekim İmruu’l-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır: "(At) ağır olmayan genç(i), sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır) Atâ binmesini beceremeyen ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider." Yine İmruu’l-Kays (bu kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle demektedir: "Ve kırmızı bir at ki sırtından eyeri kayar Dümdüz kaya parçası üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi." 2- Cennetten Çıkış: "İçinde bulundukları halden çıkardı" âyetine gelince, eğer bundan önceki ifadeyi bir yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çıkardı" ifadesi bu izale edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cennette bulundukları yerden (yine cennette) bir başka yere çıkarılmış olmaları şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar cennetten çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer taraftan Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartmak kastında değildi. Onun maksadı Hazret-i Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi uzaklaştırıldığı gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadına ulaşamadı, muradı gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve hesapları boşa çıktı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi." (Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda Hazret-i Âdem, cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken arzında Allah'ın halifesi oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir fark vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun. Âdem'in cennetten çıkartılmasının İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İblisin sebebi ve aldatması dolayısıyla olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başkaları arasında, İblisin Hazret-i Âdem'i aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun keyfiyeti ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve âlimlerin çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuşma ile olmuştur. Bunun delili ise, yüce Allah'ın şu âyetidir: "Bir de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim diye yemin etti." (el-A'raf, 7/21) Onlara yemin etmesi, ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konuşarak olduğudur. Bazılan da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'ten nakletmektedir- şöyle demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete girdi. O sırada yılan dört ayaklı deveyi andıran ve yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvanları andıran bir şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yaptığı halde yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yılan İblis'i cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hazret-i Âdem ile eşine yasak kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağaca bir bak. Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İblis bu aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Arkasından Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi bir zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de avret yerleri açığa çıktı ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi, Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rabbim, dedi. Niye çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, dedi. Yüce Allah, bunun üzerine şöyle buyurdu: Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha sonra yılana lanet okundu, ayakları karnına doğru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu arasında düşmanlık halkedildi. Bundan dolayı -ileride de açıklanacağı üzere- onu öldürmemiz de emredildi. Havva'ya da şöyle denildi: Sen bu ağacı kanattığın (meyvesini keserek yaraladığın gibi) sen de her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkıntı ile gebe kalacak ve doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına kadar geleceksin. Taberi ve en-Nekkaş şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı olduğun halde bu sefer hafif olacaksın. Bir grup da şöyle demiştir: İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete girebilmiş değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine verilen imkan ile yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese gücü ile bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan kanın akması gibi insanın içinde akar." İleride A'raf sûresinde de geleceği üzere, Hazret-i Âdem çıplak kalınca ve kendisini örtecek birşeyler arayınca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve günahı sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir yaprağından alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hazret-i Âdem ağaçların önünde çıplak kalmak ile mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Âdem'in cennetten çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek olduğu da söylenmiştir. 3- Yılanı Öldürmek: Nakledildiğine göre yılan cennette Âdem (aleyhisselâm)'in hizmetiçisi idi. Allah'ın düşmanı İblise böyle bir imkân vererek cennette Hazret-i Âdem'e karşı düşmanlığını açıkça ortaya koyarak Hazret-i Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten yeryüzüne indirilmeleri üzerine aralarındaki düşmanlık pekişti ve rızık olarak ona toprak verildi. Ona şöyle denildi: Sen Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da senin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse başını ezer. İbn Ömer Resûlüllah (aleyhisselâm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Beş (haşere) vardır ki onları ihramlı olan da ihramsız olan da öldürür..." Bunlar arasında yılanı da zikreder. Rivâyete göre İblis, yılana şöyle demiş: Sen beni cennete sok, buna karşılık seni himayeme alacağım. O bakımdan İbn Abbâs şöyle derdi: İblisin verdiği ahid ve emanı bozunuz. Sakine bint el-Ca'd, Serrâ bint Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun büyük olsun, siyah olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öldürürse bu onun cehennemden kurtulma fidyesi olur. Ve her kim yılan tarafından öldürülürse, o da şehid olur." Mezhep âlimlerimiz derler ki: Yılanı öldürenin cehennemden kurtulma fidyesi oluşu, yılanın İblis ile birlikte hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına zarar vermek üzere onunla yardımlaşmasındandır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren bir kimse, bir kâfir öldürmüş gibidir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bir kâfir ve onun katili cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler." Bunu Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. 4- Yılanı Öldürmenin Hükmü: İbn Cüreyc, Amr b. Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ûd'dan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz onu öldüremeden bir delik bulup girdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kuru hurma yaprakları ve ateş getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız." Mezhebimize mensup ilim adamları der ki: Bu Hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamberin müsleyi (Savaşta azaların kesilmesi) ve herhangi bir kimsenin yüce Allah'ın azâbı türünden azap yapmasını yasaklayan Hadîs-i şerîfleri tahsis etmektedir. Devamla derler ki: Bu Hadîs-i şerîf bu düşmanın saygı duyulmaya değer bir tarafının kalmadığını belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç yetirilen her bakımdan, onu helâk edip yok etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki, İbrahim en-Nehaî'nin akreplerin ateşte yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir, dediği rivâyet edilmiştir. Şu cevap verilir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bu rivâyetin ona ulaşmamış olması ve bundan dolayı da "Allah'ın azâbı ile azaplandırmayınız" şeklindeki rivâyet gereğince amel etmiş olması muhtemeldir. Buna göre onun öngördüğü uygulama bu rivâyete uygun olur. Denilse ki: Müslim'de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir mağarada bulunuyorduk. Üzerine: "Yemin olsun peyderpey gönderilenlere" (el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu taptaze haliyle Hazret-i Peygamber'den öğreniyorken bulunduğumuz yerde bir yılan görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu öldürmek için hareket ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şerrinizden korumuştur." Görüldüğü gibi bu rivâyette ateş yakıldığından da onu öldürmek için herhangi bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O bakımdan onu bırakmıştır. Veya yılanın girdiği deliğin ateşin fayda sağlayamayacağı, dumanın zarar veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Peygamber'in: "Allah onu sizin şerrinizden korumuştur" âyetinden kastettiği, sizin onu öldürmenize karşı o yılanı korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koruduğu gibi" ifadesi, onun sizi sokmasına karşı sizi korumuştur demektir. 5- Yılanları Öldürme Emrinin Mahiyeti: Yılanları öldürme emri, yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek türündendir. Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik kazanırsa, o yılanın öldürülmesi için elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa engerek ve kısa kuyruklu olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe kadınlara düşük yaptırır." Bu iki türün yılanların kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları sözkonusu edip buna dikkat çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Evlerin dışında kalan yerlerde, zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da konu ile ilgili genel emrin zahirinden anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldürülürler. Çünkü tür olarak yılanlar, çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde (istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü şekli ve görünüşü itibariyle bütün yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın nefsinde onlara karşı bir tiksinti vardır. Bundan dolayı Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah, bir yılanı öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı sever." Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Dâvûd'un, Abdullah b. Mes'ûd'dan merfu olarak yaptığı rivâyette de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur. "Bütün yılanları öldürünüz. Onların intikam alacağından korkan kişi benden değildir." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Evlerde Bulunan Yılanların Öldürülmesi: Evlerde bulunan yılanlar, üç gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadıkça öldürülmezler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey görecek olursanız üç gün süreyle ona ilanda bulununuz." Bazı ilim adamları, bu Hadîs-i şerîfi cinlerin orada İslam'a girmeleri sebebiyle yalnızca Medine-i Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Bizler, Medine-i Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki cinlerden İslam'a giren var mıdır yok mudur bilemiyoruz. İmâm Mâlik de şöyle demektedir: Bu âyet, bütün şehirlerde bulunup evlerde görülen küçük (zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların öldürülmesini yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani cinlerden bir taifeyi Kur'ân işitsinler diye sana doğru yöneltmiş idik." (el-Ahkaf, 46/29). Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Mes'ûd'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara Kur'ân-ı Kerîm okudum." Bu Hadîs-i şerîfte şu ifadeler de yer almaktadır: Hazret-i Peygamber'den azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler. Bu Hadîs-i şerîf, yüce Allah'ın izniyle bütünüyle kaydedilecektir. Bu husus sabit olduğuna göre, konu ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça, yılanın öldürülemeyeceği sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın izniyle buna dair ek açıklamalar gelecektir. 7- Öldürülmeyecek Yılan Var mıdır?: (Hadis) İmâmlarının, Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivâyet ettiklerine göre, bir seferinde, evinde bulunan Ebû Said el-Hudri'nin yanına girer. Ebû's-Saib der ki: Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta olduğunu gördüm. Namazını bitirinceye kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir tarafında bulunan hurma salkımları arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp baktığımda bir yılan ile karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur" diye işaret edince oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret edip şöyle dedi: Şu odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada bizden henüz yeni evlenmiş bir genç delikanlı vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hendek gazasına çıktık. Bu genç, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’tan günün ortalarında izin alır ve evine gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: Beraberine silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korkuyorum. Adam silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının iki kapı arasında ayakta dikildiğini görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla yürüdü. Bu esnada kıskançlığı harekete gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde tut. İçeriye gir de benim dışarıya çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi. Delikanlı içeriye girince yatak üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın olduğunu gördü. Mızrağıyla üzerine atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca mızrağını avlunun ortasına sapladı yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan mı yoksa genç delikanlı mı daha çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardık, ona durumu anlattık ve dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin. Hazret-i Peygamber: "Kardeşinize Allah'tan mağfiret isteyiniz" dedikten sonra şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona mühlet verip ilan ediniz. Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olursanız onu öldürünüz, çünkü o bir şeytandır." Hadisin başka yoldan gelen bir rivâyetinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bu evlerde yaşayan birtakım yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek olursanız, üç gün süreyle onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer giderse mesele yok, değilse onu öldürünüz. Çünkü o kâfir (bir cin)dir." Devamla onlara: "Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye buyurdu. Mezhebimize mensup ilim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Bu Hadîs-i şerîften, bu gencin öldürdüğü (yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yoluyla öldürdükleri manası çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısasın meşru olduğu kabul edilecek olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öldürmelerde sözkonusu olur. Bu genç ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o, bunun durumunu bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan bir varlığı öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öldürülen yılan eğer müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Hata yoluyla öldürmelerde ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle demektir: Cinlerin kafirleri veya fasıkları, kendilerinden birisi öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir. Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi öldürdükleri de rivâyet edilmektedir. Çünkü Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulundu. Onun yakınları, herhangi bir kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan birisinin sesini işitinceye kadar öldüğünü farketmemişlerdi: "Öldürdük Hazreclilerin efendisi Olan Sa'd b. Ubade'yi Ona iki ok attık Ve kalbine isabet ettirdik." Diğer taraftan Peygamber: "Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler vardır" buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimseyi öldürmekten sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cinlerden kâfir olanları öldürmenin yolunu da bize göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Âişe'den değişik yollardan rivâyet edildiğine göre o, küçük bir yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin ona: Sen müslüman birisini öldürdün, denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman biri olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının yanına girmezdi. Ona şu cevap verilir: O, senin yanına sen ancak elbiseli iken girmiştir. Sabah olunca Hazret-i Âişe, on iki bin dirhemin Allah yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivâyete göre de ona şöyle denilmiştir: O ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere girmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Âişe sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öldürülmelerini emrettiği küçük yılanlar (canan) dosdoğru yürüyen ve yürürken sağa sola bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna benzer bir rivâyet gelmiştir. 8- Uyarma Şekli: Şehirde görülen yılanların uyarılma şekliyle ilgili olarak İmâm Mâlik şöyle demiştir: Üç gün süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı zamanda Îsa b. Dinar da bu görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç defa uyarmakla yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "onu üç defa uyarsın" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz" buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak İmâm Mâlik'in görüşü daha uygundur. Çünkü Peygamber efendimiz: "Üç gün" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak rivâyetleri kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün gecesinin kastedildiği şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih verdikleri zaman "gece" kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Mâlik der ki: Uyarmak için şöyle demek yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için seni uyarıyorum, bize gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz. Sabit el-Bunanî'nin, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın huzurunda evlerde bulunan yılanlar sözkonusu olunca şöyle der: Evlerinizde bunlardan herhangi birisini görecek olursanız şöyle deyiniz: Nûh (aleyhisselâm)'ın sizden aldığı sözü, Süleyman (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz. Derim ki: Bu ifadenin zahiri bir defa uyarmanın yeterli olduğunu göstermektedir. Hadîs-i şerîf ise bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Habib, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Süleyman (aleyhisselâm)'ın sizden aldığı ahdi size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet vermeyiniz, bizlere hiçbir şekilde gözükmeyiniz." 9- Cinlerin Grupları: Cübeyr b. Nufeyr, Ebû Sa'lebe el-Huşeni -ki ismi Cursum'dur- den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cinler üç bölüktür. Bunların üçte birinin kanatları vardır, havada uçarlar. . Diğer üçte biri yılan ve köpektir. Diğer üçte biri ise konar ve göçerler." Ebû'd-Derda'nın (ismi Umeymir'dir) rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yılan ve yer haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemoğulları gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalandırılmaları sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halinde yaratmıştır. Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla birşey anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları vardır onlarla birşey işitmezler. Onlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca onlardan da sapıktırlar. Diğer üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları vardır, fakat kalpleri şeytan kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır." 10- Doğrudan Öldürülebilen Hayvanlar: Aslı itibariyle eziyet veren, insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı sözkonusu olmaksızın doğrudan öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşlarıdır. Yılan, akrep, fare, keler ve benzeri hayvanlar böyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beş bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı iken de ihramsız iken de öldürülürler..." Yılan, İblisi çeneleri arasına alıp cennete sokmak suretiyle Hazret-i Âdem'e ihanet ettiğinde asıl karakterini ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açığa çıkarmış olsaydı, cennetin bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan vermezdi. İblis bu sırada yılan: Ben seni himayeme alıyorum demişti. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yılanın öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız dahi onu öldürünüz" diye buyurmuştur. Bununla Hazret-i Peygamber, yılanı ve akrebi kastetmektedir. Keler ise diğer bütün canlı hayvanlar arasında Hazret-i İbrahim'in içine atıldığı ateşi üflemiştir. O bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki rivâyet de yapılan rivâyet kabilindendir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Her kim bir keler öldürürse, sanki bir kâfir öldürmüş gibidir." Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene yazılır. İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsünde öldürürse daha az (hasene) yazılır." Bir rivâyette de: "İlk darbede öldürürse yetmiş hasene yazılır" diye buyurmuştur. Fare ise, Hazret-i Nûh'un gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hudri'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İhramlı kişi yılanı, akrebi, çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fareyi) öldürür." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), farenin yanan kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere olduğunu uyanıp görmüş, bunun üzerine de farenin öldürülmesini emretmiştir. Karga ise, Allah'ın peygamberi Nûh'un, onu yeryüzünde durumun ne şekilde olduğunu görüp haber vermek üzere gemiden salıverdiğinde Hazret-i Nûh'un verdiği emri yerine getirmeyi bir kenara itmiş ve bir leşe konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bütün bunlar bir bakıma yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu hususa dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide sûresinde ve başka yerlerde gelecektir. "Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" bölümüne dair açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz: 1- İnenler Kimlerdir, Nerelere İnmiştir?: Yüce Allah'ın: "Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" âyetinde hitap, İbn Abbâs'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya, yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki: Burda hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücâhid ve yine el-Hasen der ki: Hitap Âdemoğullarına ve İblisin oğullarınadır. İnmek (hubût), yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hazret-i Âdem Hint'te, Serendib'deki Büz adındaki bir dağa indirildi. Hazret-i Âdem üzerinde cennetin kokusunu taşıyordu. Bu koku oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada bulunan ne varsa hoş koku ile doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel kokular Âdem (aleyhisselâm)'ın kokusundandır. Bulutlar, Hazret-i Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki saçlar döküldü. Onun soyundan gelenlere de bu kalıtım yoluyla geçti.. Buhârî'de, Ebû Hüreyre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda yaratmıştır." Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. İleride gelecektir. Hazret-i Havva ise Cüdde'ye, İblis Ubulle'ye, yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de söylenmiştir. Sicistan Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yerdir. Eğer bu yılanları yiyen pek çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte insanlara zarar vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dolayı Sicistan boşaltılırdı. Bunu Ebû'l-Hasen el-Mes'ûdî zikretmiştir. 2- "Birbirinize Düşman Olarak İniniz": Yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak" âyeti (mealde de gösterildiği gibi) hal konumundadır. Yani, bu halde ininiz, demektir. Düşman (aduv), dostun zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir. İnsanlara saldırıp hücum eden kurt hakkında da tabiri kullanılır. Udvan da apaçık zulüm ve haksızlık demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana "aduv" ismi verilmiştir. Ayakla koşmak için de bu kelimenin kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki anlam birbirine yakındır. Çünkü haksızlık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış demektir. Kimi ilim adamı, yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin" âyetini insanın kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, anlam itibariyle doğru olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil Peygamber Efendimizin şu âyetidir: "Kul sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz." Eğer: Neden "düşmanlar" denilmeyip de "düşman" denilmiştir, diye sorulacak olursa buna iki şekilde cevap verilebilir: Birinci cevap: Arapçada "bazı" ve "kül (bütün)" kelimeleri hakkında hem lâfız itibariyle hem mana itibariyle tekil kelimeler ile haber verilebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu görülen birşeydir. Mesela yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onların hepsi Kıyâmet gününde O'na yalnız gelir." (Meryem, 19/95) âyetinde lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil gelmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hepsi de O'na hor ve hakir olarak geleceklerdir" (en-Neml, 27/87) âyetinde de anlam göz önünde bulundurularak "gelirler" kelimesi çoğul gelmiştir. İkinci cevap: "Düşman (aduv)" kelimesi çoğul kullanılan yerde tekil gelebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizin için düşmandır. Zâlimler için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu." (el-Kehf, 18/50) Burada "düşmanlar" anlamındadır. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır." (el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv" kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki kişiyi hem üç. kişiyi, hem de dişi olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul olarak da gelebilir. 3- Cennetten Çıkarılmak Hazret-i Âdem İçin Bir Ceza mıydı?: Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indirmesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne indirmiştir. Hazret-i Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntısını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hazret-i Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şeriati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu teklif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakımdan Hazret-i Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi olmuştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hazret-i Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazilet ve üstün bir ikramdır. Hazret-i Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hazret-i Âdem'in yüce Allah tarafından tevbesinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) diye buyurulmuş olmasıdır. 4- Yeryüzünde Yerleşmek: Yüce Allah'ın: "yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır." Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız, karar bulacaksınız. Bu açıklamayı Ebû'l-Âl-iyye ve İbn Zeyd yapmıştır. es-Süddî de der ki: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir. Derim ki: Yüce Allah'ın: "Yeri sizin için bir karar (yerleşme mekanı) kılmıştır." (el-Mü’min, 40/64) âyetinde bu kelime her iki manaya da gelebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- "Faydalanacak Şeyler": Meta' (faydalanılan şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat, söz, ünsiyet ve buna benzer hususlardır. Nikâhlandıktan sonra boşanan kadına verilen şey ile yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" ismi verilir. Süleyman b. Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında durarak şu beyitleri söylemişti: "Kurak bir yerde yabancı bir kabrin başında durdum Ayrılan bir sevgiliden çok az bir fayda (meta') gördüm." 6- "Bir Süreye Kadar": Tefsir âlimleri âyet-i kerimede geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden âyetini değişik şekillerde açıklamışlardır. Bir kesime göre bundan kasıt ölüme kadar demektir. Bu: "Duracak bir yer (müstakar)" kelimesini, dünyada ikamet süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür. "Bir süreye kadar"dan, kasıt Kıyâmetin kopacağı zamana kadardır da denilmiştir. Bu ise: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşüdür. er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar" demek tayin edilen bir vakte kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına gelir.. Nitekim O vakit," kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için kullanılan şeklidir. Huveylid der ki: (Çokça ziyafet verenden kinaye olarak:) "Külü bol tencere ve kazanları çok, büyük kimse gibi Kış süresince tıpkı alt tarafları genişleyen havuzlar gibi." Bu kelimenin baş harfine "te" getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze (şu beyitinde), böyle kullanmıştır: "Şefkat gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler (dir onlar); Nerde yemek yediren, (denildiği bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)." (.........) kelimesi, aynı şekilde süre anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "İnsan üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1.) Yine bu kelime, kısa süre (saat) anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Veya azâbı göreceği anda... diyecektir." (ez-Zümer, 39/58) İbn Arefe der ki: "Hîn: Süre" kısa bir an ve daha fazlası türünden bir zaman dilimidir. Şanı yüce Allah'ın: "Şimdi sen onları sapıklıklarında bir süreye kadar bırak" (el-Mü’minun, 23/54) âyetinden kasıt ecelleri gelene kadar onları bırak demektir. "Her süre (hîn)yemişini verir." (İbrahim, 14/25) âyetinden kasıt ise her senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği gibi, sabah akşam yemişini verir de denilmiştir. el-Ezherî der ki: "Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut kısa olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir. Bu (İbrahim, 14/25) âyet; onun yemişlerinden her vakit faydalanılır ve onun faydası hiçbir şekilde kesintiye uğramaz, demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu kelime, Kıyâmet günü anlamına da gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakitlerde Allah'ı tesbih ediniz." (er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet edildiği takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Herhangi bir şeyin vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki: "Gerçek şu ki Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi teselli bulduğum Bir vakit geçmedi ve onun geçeceği zaman da yaklaşmadı." 7- Dilcilerin Ayrı Kanaatlerinin Fukahanın Farklı Kanaatlerine Etkisi: Dilciler "hîn:süre" kelimesinin kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip olduklarından dolayı bizim mezhep âlimlerimiz ile başkaları arasında bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. el-Ferrâ' der ki: Hîn iki türlüdür. Birincisinin sınırı sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir."(İbrahim, 14/25) âyetinde sözkonusu ettiği hîn: süre, altı aydır. İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn (süre) lâfzına herhangi bir hüküm taalluk etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyetlerin alakalı olduğu hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır. İmâm Mâlik, hükümlerde ve yeminlerde isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın esas alınacağı görüşündedir. Şâfiî ise asgarisinin alınacağı görüşünü kabul eder. Ebû Hanîfe ise, orta yolu tutarak altı aylık sürenin muteber olacağı görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı yoktur. Çünkü ona göre miktarları tesbit edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz. Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alınacak olan ise, kelimenin sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Buna göre bir kimse bir süre (hîn) namaz kılmayı adayacak olursa, Şâfiî'ye göre bu bir rek'at kabul edilir. Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir. İmâm Mâlik ve mezhebine menbsup ilim adamlarına göre ise, nafilenin en az miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair süre böyle bir fiilin (yani iki rek'at namaz kılmanın) süresi esas alınarak tesbit edilir. İbn Huveyzimendad "Ahkamu’-Kur'ân" adlı eserinde şunu kaydeder: Filan kimse ile bir süre (hîn) konuşmamaya veya bir süre şu işi yapmamaya yemin eden kimsenin sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ, ahkam ile ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere veya filan ile bir süre konuşmamak üzere yemin eden kimsenin bir seneden fazla bir sürenin yemininin kapsamına girmeyeceği hususu üzerinde ittifak etmişlerdir. Derim ki: Sözünü ettiği bu ittifak mezhebimizdeki (Maliki mezhebindeki) ittifaktır. Mâlik der ki: Herhangi bir kimse hîn: zaman yahut dehr boyunca birşeyi yapmamak üzere yemin ederse bütün bu şekildeki ifadeleri bir sene için geçerli kabul edilir. İbn Vehb'in Mâlik'den rivâyetine göre: O, dehrin bir sene olup olmayacağı hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in, Yakub ile İbnu'l-Hasen'den nakline göre ise "dehr" altı aylık bir süredir. İbn Abbâs ile rey sahiplerinden, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Âmir en-Nehaî ve Abîde'den ise yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir" (İbrahim, 14/25) âyetinde geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu söyledikleri rivâyet edilmiştir. el-Evzaî ve Ebû Ubeyd ise, hîn altı aylık bir süredir, demişlerdir. İmâm Şâfiî'ye göre ise, bu kelime ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun nihaî süresi de belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece devam edebilir. İmâm Şâfiî der ki: Böyle bir kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der: Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal verdiği manalara göre açıklanır. Mesela: Ben sana bir süreden (hîn)den beri geldim derken, belki de yarım günlük bir süreden beri gelmemiş de olabilir. Şâfiî mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî der ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir. Ancak Şâfiî, bu yorum şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerektiği görüşünde olmamıştır. Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir manayı kastetmek üzere kullanılmamıştır. Bazı âlimler de der ki: Yüce Allah'ın: "Bir süreye kadar" âyetinde şöyle bir anlam vardır: Bununla Âdem'e, onun yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve kendisine döneceği vadolunan cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır. 37Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da tevbesini kabul etti. Çünkü O, tevvâb olandır, rahîm olandır. Bu âyetteki: "Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..." bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık altında yapacağız: 1- Belleyip Almanın Anlamı: Yüce Allah'ın: "Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" âyetinde geçen "telakki (belleyip alma)"; kavradı, farkına vardı, belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve aldı anlamındadır da denilmiştir. Çünkü Hazret-i Âdem, vahiy telakki eder, yani onu karşılar, alır ve bellerdi. Mesela, "hacıları telakki etmek üzere çıktık" demek, onları karşılamak üzere çıktık, demektir. Telakki etmenin, yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle telakki'nin telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı cinsten gelen iki harften birisi değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O bakımdan telakki kelimesi ile telkin kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonusu değildir. Mekkî'nin naklettiğine göre Hazret-i Âdem'e bu kelimeler ilham yoluyla verilmiş, o da bu kelimelerin faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O, bu kelimeleri alıp kabul etti, yani onları öğrendi ve gereğince amel etti, demektir. 2- Hazret-i Âdem'in Bellediği Kelimeler: Tefsir âlimleri, bu "kelimeler'in ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, el-Hasen, Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Mücâhid, yüce Allah'ın "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz" (el-A'raf, 7/23) âyetindeki sözler olduğunu söylemişlerdir. Yine Mücâhid'den gelen rivâyete göre sözkonusu kelimeler: "Allah'ım Seni tenzih ederiz, Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, günahımı bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîmsin" sözleridir. Bir kesime göre, Hazret-i Âdem Arşın bacağı üzerinde "Muhammedün Rasûlüllah" ifadesini yazılı görmüş, o da bunun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemiştir. İşte sözü geçen kelimeler bunlardır. Bir başka kesim şöyle demektedir: "Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utanması ve dua edip yalvarmasıdır. Pişmanlık, mağfiret dilemek ve keder olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Hazret-i Âdem'in bilinen mağfiret talebinden başka birşey söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine günahkâr bir kimsenin neyi söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle demiştir: Anne ve babasının söylediği sözler olan: "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir. Hazret-i Mûsa da şöyle dua etmişti: "Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur" (Kasas, 28/16). Hazret-i Yûnus da şöyle demişti: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." (el-Enbiya, 21/87) İbn Abbâs ile Vehb b. Münebbih'ten rivâyet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır: "Seni hamdinle tenzih ederim Allah'ım, senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın. Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın." Muhammed b. Ka'b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söylemektedir: "Senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafursun, rahimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı zaman söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söylenmiştir. "Kelimât" kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında da kullanılır, az söz hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 3- Tevbesinin Kabulü: Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme başarısını ihsan etmesi yahut onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise ileride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gününde gerçekleşmiş idi. Kişi, Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" denilir. Tevvâb bir kul: Çokça itaate dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir. 4- Havva'nın Tevbesinin Kabulünden Niye Söz Edilmiyor: Yüce Allah, burada: "O da tevbesini kabul etti" diye buyurarak "ikisinin tevbesini kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hazret-i Âdem ile ortak olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Bu ağaca yaklaşmayınız" (âyet, 35) diye buyurmuştur. Başka yerde de: "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) dedikleri bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur: Kıssanın baş tarafında: "Sen zevcenle birlikte cennette yerleş" (âyet, 35) diye Hazret-i Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da özellikle ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözkonusu edilerek gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilmesi esas olduğundan yüce Allah da burada onu setretmek istemiştir. Bundan dolayı: "Âdem Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı" (Taha, 20/121) buyruğundada Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı ondan ayrıca söz edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ben sana.... demedim mi" (el-Kehf, 18/75) âyetinde Hazret-i Mûsa ile birlikte bulunan delikanlıdan söz edilmeyip sadece Hazret-i Mûsa'dan söz edilmiştir. Hazret-i Âdem'in tevbesinin kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tevbesinin kabul edildiğini göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu âyet yüce Allah'ın: "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) âyetini andırmaktadır. Burada kasıt ticarettir. Çünkü yönelenlerin maksadı odur. O bakımdan burdaki tekil zamir ticarete aittir. "O ikisine" denilmemiştir. Bununla birlikte mana arasında büyük bir fark yoktur. Şair de şöyle demiştir: "Beri olduğum(uz) halde bana ve babama iftirada bulundu O bana (anlaşmazlığımıza sebep olan) kör kuyudan dolayı iftira etti." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah: "Allah ve Rasûlü'nü, onu razı etmeleri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) (şeklinde tekil zamir kulanılması) daha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir. 5- Tevvâb Olan Allah: Yüce Allah, kendi zatını "çünkü O, tevvâb olandır, rahim olandır" diye vasfetmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime, hem elif lâm'lı (marife) olarak hem nekre (belirtisiz) olarak, hem isim hem de fiil olarak tekrarlanmıştır. Bazan "tevvâb" kelimesi kul hakkında da kullanılabilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri (tevvâbîn) ve çokça temizlenenleri sever." (el-Bakara, 2/222) İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Rabbimizin "tevvâb" olmakla nitelendirilmesi ile ilgili olarak bizim mezhep âlimlerimizin üç görüşü vardır: 1- Şanı yüce Rabbimiz hakkında, bu sıfatın, kullanılması caizdir. O bakımdan Kitap ve Sünnette olduğu gibi O'na dua ederken tevvâb diye çağırılır ve ayrıca tevilde bulunulmaz. 2- Başkalarına göre bu, şanı yüce Allah hakkında hakiki bir sıfattır. Allah'ın kula tevbesi ise, kulun masiyet halinden dönüp Allah'a itaat haline dönmesi demektir. 3- Başka bir grubun görüşüne göre ise, Allah'ın kuluna tevbesi, kulunun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu sıfatın yüce Allah'ın: "Ben senin tevbeni kabul ettim" şeklindeki sözü ile alakalı olması, onun yarattığı günahkâr kullarının kalbinin ise Allah'a dönüşe yönelmesi ve zahir azalarının da itaat etmelerini sağlaması şeklinde olması da muhtemeldir. 6- Allah Hakkında "Tâib"Lâfzı Kullanılabilir mi?: Tevbe etmek fiilinden özne olarak "tâib: tevbe eden" kelimesinin yüce Allah hakkında kullanılması câiz değildir. Çünkü bizim, yüce Allah hakkında bizzat kendisinin zatı hakkında kullandığı, yahut Hazret-i Peygamber'in kullandığı ya da müslümanların tümümün icmâ' ile kullandığı isim ve sıfatlardan başkasını kullanmak hak ve yetkimiz yoktur. İsterse dildeki kullanımı açısından câiz ve ihtimal dahilinde olsun, değişen birşey olmaz. Bu konuda sağlıklı ve doğru tutum budur. Buna dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şanı yüce Allah: "Yemin olsun ki Allah Peygamberinin., muhacirlerle ensarın tevbesini kabul etti." (et-Tevbe, 9/117); "O, kullarının tevbesini kabul edendir." (eş-Şura, 42/25) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a "tevvâb" denilmesi fiilin mübalağalı olduğunu ifade etmek için ve O'na tevbe edip dönenlerin çokluğu dolayısıyla kullarının tevbesini çokça kabul ettiğinden dolayıdır. 7- Tevbenin Kabulü Allah'a Mahsustur: Şunu bil ki, Allah'tan başka hiçbir kimsenin tevbeyi yaratma kudreti yoktur. Çünkü -Mu'tezile ile onların görüşlerini kabul edenlerin hilafına- amelleri yaratan yalnız O'dur. Kendi aleyhine günah işleyerek aşırıya giden bir kimsenin tevbesini hiçbir kimse kabul etmek veya onu affetmek yetkisine sahip değildir. İlim adamlarınız der ki: İşte yahudiler ve hrıstiyanlar dinin, bu çok önemli esasını, inkar ederek kâfir olmuşlardır. Onlar "Allah'ı bırakıp âlimlerini ve rahiplerini rabler edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31.). Bunun yanında onlar, günah işleyen kimsenin alime yahut rahibe giderek ona birşeyler vermesi karşılığında günahını bağışlamak gibi dinde olmayan bir şeyi uydurmuşlardır. Yüce Allah bunu: "...Allah'a karşı iftira ederek Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar; şüphesiz onlar sapıtmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır" (el-En'am, 6/140) diye dile getirmektedir. 8- Bu Âyetteki Kıraat Farklılığı: İbn Kesîr, bu âyetin: "derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" bölümünü "Âdem'in karşısına Rabbinden bazı kelimeler çıktı" anlamını verecek şekilde diye okumuştur. Her iki kıraat şekli ise aynı manayı vermektedir. Çünkü Âdem'in kelimelerle karşılaşması, kelimelerin de onun karşısına çıkması demektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Âdem'i kurtaran - yüce Allah'ın tevfiki ile - kullandığı kelimeler olduğundan ve o, duasında bu kelimeleri zikrettiğinden burada kelimeler fail (özne) olmuştur. Buna göre, İbn Kesîr'in bu kıraati Rabbinden gelen birtakım kelimeler Âdem'in karşısına çıktı" şeklinde gibidir. Ancak, dişi olan "kelimler" ile onun fiili arasında başka kelimeler girip bir uzaklık meydana geldiğinden dolayı, fiilin sonundaki müenneslik alametinin hazfedilmesi güzel kaçmıştır. Bu ise, müennes fiil alametsiz geldiği takdirde, Kur'ân-ı Kerîm'de olsun konuşma halinde olsun, kullanılan bir şekildir. Şöyle de açıklanmıştır: "Kelimeler" lâfzının müennesliği hakiki müenneslik olmadığından dolayı müzekker gibi kabul edilmiştir. el-A'meş ise, şeklinde idğamlı okumuştur. Ebû Nevfel b. Ebi Akreb ise Çünkü o, kelimesini şeklinde okumuştur. Diğerleri de isti'nâf (cümle başı) olmak üzere birinci şekilde okumuşlardır. Ebû Amr Îsa ve Talha ise, Ebû Hâtim'in kendilerinden rivâyet ettiğine göre, kelimesindeki ha ile ondan sonra gelen kelimesindeki ha'ları birbirine idğam-h olarak okumuşlardır. Bunun câiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bunların aralarında yazıda belirtilmese bile lafzen söylenen bir "vav" vardır. en-Nehhâs der ki: Sîbeveyh böyle bir vav'ın hazfedilmesini câiz kabul eder ve buna delil olarak da şu beyiti gösterir: "Onun, deveye şarkı söyleyenin sesini andıran bir sesi vardır (Yabani eşek) dişisini çağırdığı zaman; yahut o sesi bir çalgı sesini andırır." Buna göre bu iki harfin idğam edilmesi câiz olur. Ve mübteda olarak merfu olur. "et-Tevvâb" lâfzı da onun haberi olur. Cümle ise bütünüyle nin haberidir. O zamirinin önceki "he"nin tekidi olması da mümkündür. Fasıla da olabilir. Saîd b. Cübeyr der ki: Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne indirilince orada sadece karada kartal, denizde de balık varmış. Kartal ise geceleyin balığın yanına gider, geceyi orada geçirirdi. Kartal Hazret-i Âdem'i görünce; ey balık dedi. Bugün yeryüzüne iki ayağı üzerinde yürüyen, elleriyle yakalayan birşey indirildi. Bunun üzerine balık şöyle dedi: Eğer doğru söylüyor isen, ben denizde ondan kurtulamayacağım, sen de karada ondan kurtulamayaksın. 38"Hepiniz oradan inin" dedik. "Şayet Benden size bir hidâyet gelirse, kim Benim hidâyetime uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler." "Hepiniz oradan inin dedik" emri, ikinci bir defa vurgulamak ve pekiştirmek için tekrarlanmıştır. Birisine: Kalk kalk, demek gibi. Bir diğer görüşe göre burada emir, her birisi ile ilgili ötekinden farklı bir hüküm sözkonusu edildiği için tekrarlanmıştır. Birinci emir ile düşmanlık, ikinci emir ile hidâyet sözkonusu edilmiştir. Bir diğer görüşe göre birinci iniş, cennetten semâya, ikinci iniş ise semâdan yeryüzüne olmuştur. Buna göre bu âyette cennetin yedinci semâda olduğuna dair delil vardır. Nitekim ileride de geleceği üzere İsrâ Hadisi de buna delildir. Vehb b. Münebbih der ki: Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne inince, İblis yırtıcı hayvanlara: Bu sizin düşmanınızdır, onu yokediniz dedi. Yırtıcı hayvanlar bir araya geldiler ve bu konuda yetkiyi köpeğe verip onu başlarına geçirdiler; Sen bizim en kahramanımızsın diyerek onu başkan yaptılar. Âdem (aleyhisselâm) durumu görünce ne yapacağını şaşırdı. Cebrâîl (aleyhisselâm) ona gelip: Elinle köpeğin başını sıvazla, dedi. Hazret-i Âdem bunu yaptı. Diğer yırtıcı hayvanlar, köpeğin Hazret-i Âdem'e alıştığını görünce dağıldılar. Köpek Hazret-i Âdem'den eman istedi, o da bu emanı verdi. O günden bu yana köpek Hazret-i Âdem ile ve çocuklarıyla birlikte kalmaya devam etti. Tirmizî el-Hakîm de buna yakın bir rivâyet kaydetmektedir. Ona göre Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne inince, İblis yırtıcı hayvanlara varmış, onları Âdem'i rahatsız etsinler diye ona karşı kışkırtmıştır. Âdem'e karşı en şiddetli düşmanlığı yapan köpek idi. Ancak kalbindeki yiğitlik öldürüldü. Gelen haberdeki rivâyete göre Hazret-i Cebrâîl Âdem'e: Elini köpeğinin başı üzerine koymasını emretmiş, o da başına koymuş, köpek de bunun üzerine sükûn bulmuş, Hazret-i Âdem'e alışmış. Bunun sonucunda Hazret-i Âdem'i ve onun soyundan gelenleri koruyan, onlara alışan hayvanlardan olmuş. Köpeğin kalbindeki yiğitlik öldürüldüğünden dolayı köpek insanlardan korkar. Köpek insanların bulunduğu bir yere bırakılsa önce kaçar, sonra onlara alışarak geri döner. Buna göre köpekte İblisten bir parça ve Âdem (aleyhisselâm)'ın başını sıvazlamasından bir parça vardır. O, İblisin etkisinde olan yönü ile havlar, hırlar, insana saldırır; Hazret-i Âdem'in başını sıvazlaması sebebiyle de kalbindeki yiğitlik ölmüştür. O kadar ki insanoğlu önünde alçalmış, ona itaatkâr olmuş, ona alışmıştır. Âdem'in çocuklarına karşı durumu da böyledir, onları korur. Köpeğin dilini çıkartıp soluması bütün hallerde yüreğindeki yiğitliğin öldürülmesinden dolayıdır. Bu bakımdan şanı yüce Allah -inşaallah- A'raf süresinde açıklanacağı üzere kötü âlimleri köpeğe benzetmiştir. Hazret-i Âdem'e yüce Allah'ın Mûsa'ya mucize kıldığı asa indirilmiştir. O bu asa vasıtasıyla kendisine saldıran yırtıcı hayvanları kovup uzaklaştırıyordu. Allah'tan Gelen Hidâyet: "Şayet Benden size bir hidâyet gelirse.." "bir hidâyet"in anlamı hakkında farklı görüşler vardır. es-Süddî'ye göre bu, Allah'ın Kitabıdır. Bunun, hidâyeti bulmak için Allah'tan ihsan edilen başarı demek olduğu da söylenmiştir. Bir kesime göre ise, hidâyetten kasıt risâletlerdir. Bu ise, Âdem'e, melekler'in elçiliği, onun soyundan gelenlere ise, insanların elçiliği ile gerçekleşmiştir. Nitekim el-Âcurrî tarafından rivâyet edilen Ebû Zer'den gelen hadiste de böyle ifade edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Benden" âyeti ile kulların fiillerinin -Kaderiyye'ye ve başkalarına muhalif olarak- yüce Allah tarafından yaratıldığına işaret edilmektedir. Nitekim bu hususa daha önceden değinmiş bulunuyoruz. el-Cahderî burada kelimesini şeklinde okumuştur. Huzeyllilerin şivesinde bu kelime böyledir. Meselâ denir. Nahivciler de Ebû Zueyb'in çocukları için yazmış olduğu meriyesinden şu beyiti örnek olarak zikrederler: "Benim arzumu bırakıp kendi arzularına boyun eğdiler; Tek tek ölüm aldı onları; zaten herkesin ölüp yıkılacağı bir yeri var." en-Nehhâs der ki: Halil ve Sîbeveyh'e göre, böyle bir okuyuşun sebebi şudur: İzafet yâ'sından önceki harfin, esreli olması gerekir. Elifin hareke alması câiz olmadığından dolayı yâ'ya dönüştürülmüş ve kendisinden sonraki yâ ile idğam edilmiştir. Yüce Allah'ın: "şayet" âyetinde fazladan şart edatı olan (......) ile bir araya gelmiştir. Şartın cevabı ise yüce Allah'ın: "Kim... uyarsa" âyetinde yer alan "fâ" ile birlikteki ikinci şahıstır. "Kim" anlamındaki edat da mübtedâ olarak ref mahallindedir. uyar" ise, şart dolayısıyla cezm mahallindedir. "Korku yoktur" anlamındaki âyet ise, onun cevabıdır. Sîbeveyh der ki: İkinci şart ve cevabı, birincisinin cevabıdır. el-Kisâî de der ki: "onlar için korku yoktur" anlamındaki âyet her iki şartın da cevabıdır. Hidâyete Uyanlar: "Kim Benim hidâyetime uyarsa onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler." Burada sözü geçen korku, ancak gelecekte olur. (Havf:korku) kökünden gelen tehavvuf: Eksilmek demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde aynı şekildeki kelime, bu anlama gelir: "Yoksa onları azaltarak cezalandıracağından emin mi oldular?" (en-Nahl, 16/47) ez-Zührî, el-Hasen, Îsa b. Ömer, İbn Ebi İshak ve Ya'kub kelimesini şeklinde okumuşlardır. Ancak nahivcilerin tercihine göre bu kelime (bizim kıraatte olduğu gibi) mübteda olarak ötreli ve tenvinlidir... Çünkü ikincisi (isim hükmündeki kelime) de marifedir, ancak merfû' olması mümkündür. Zira "lâ" edatı marifede amel etmez. O bakımdan ifadelerin yeknesak olması için birinci ismin de merfu' olmasını tercih etmişlerdir. Ayrıca burada yer alan edatının, Yoktur, değildir edatı anlamında olması da mümkündür. Hüzün ve Hazen: Sevincin zıddıdır. (Üzülmek, kederlenmek demektir.) Bu ise, ancak geçmişte sözkonusu olur. Âyet-i kerimedeki anlam şudur: Hidâyete tabi olan kimseler için, âhirette gelecekte karşı karşıya kalacakları şeyler hususunda korkulacak bir şeyleri yoktur. Dünyada geri bıraktıkları şeyler için de üzülmezler. Denildiğine göre, bu âyette itaat edenler hakkında da Kıyâmet gününün dehşetli hallerinin ve bugünün korkularının nefyedildiğine dair bir delil yoktur. Çünkü şanı yüce Allah ve O'nun Rasulü, bu Kıyâmet gününün şiddetli sıkıntılarını nitelendirmiş bulunuyorlar. Şu kadar var ki yüce Allah, bunu itaat edenlere hafifletebilir. Ve nihayette onlar Allah'ın rahmetine kavuşacaklarında sanki hiç korkmamış gibi olurlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 39İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte bunlar ateşin arkadaşlarıdırlar. Ve onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. "İnkâr edip" şirk koşup "âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar ateşin arkadaşlarıdırlar." Arkadaşlık (sohbet): Herhangi bir durumda herhangi bir zamanda bir şey ile birlikte olmak demektir. Eğer bu sürekli olur ve herşeyleriyle içice olurlarsa işte bu arkadaşlığın en mükemmel derecesidir. İşte cehennem ehlinin cehennemle arkadaşlıkları bu şekilde olacaktır. Bu açıklama ile ashâb-ı kirama (ashâb) adının verilmesi ile ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmaktadır. Çünkü ileride inşaallah Tevbe sûresinde de açıklayacağımız gibi onların mertebeleri farklı farklıdır. Âyet-i kerimede yer alan diğer lâfızların ne anlama geldikleri önceden açıklanmış bulunmaktadır. Allah'a lütfundan dolayı hamdederiz. Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile 40Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim ve yalnız Benden korkun. İsrail İsmi ve İsrailoğulları: "Ey İsrailoğulları" âyetindeki: "Ey... oğullar" ifadesi izafet halinde bir nida olup bundaki nasb alameti "Beni: oğullar" sonundaki "yâ" harfidir. İzafet dolayısıyla da sonundan "nûn" hazf edilmiştir. Tekili: "İbn: oğul'dur. Aslı: “.....”dur. “.....” olduğu da söylenmiştir. Sonundan hazfedilen harfin "vâv" olduğunu söyleyenler Arapların: "oğul olmaklık" ifadesini delil gösterirler. Ancak bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü Araplar yine aslı "yâ"lı olmakla birlikte "fütüvvet" diye kullanırlar. ez-Zeccâc der ki: Bana göre hazfedilen harf "yâ" dır. Bu kelime sanki: "Bina ettim"den geliyor gibidir. el-Ahfeş de der ki: Ben ise bunun sonundan hazfedilen harfin "vav" olduğu görüşünü tercih ediyorum. Çünkü - ağırlığı dolayısıyla - bu harfin hazfedilmesi daha çok rastlanılan bir haldir. Meselâ, "oğulluğu açıkça belli olan bir oğul," denir(ken hazf edilenin "vâv" olduğu anlaşılmaktadır). Ancak: "oğulcağızım" diye de kullanılır, “.....” ile “.....” babacığım, gibi “.....” ile “.....” diye iki şekilde kullanılır. Bu iki şekilde okunmuştur. Bu kelime (ibn: oğul), bir şeyi bir şeyin üstüne koymak demek olan "bina" kelimesinden türetilmiştir. İbn, babanın fer'i olup onun üzerine konulur. (Ona izafe edilir; bu bakımdan ona bu isim verilmiştir). İsrail, İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Hazret-i Ya'kub'un kendisidir. Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Bizim peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dışında, ondan başka iki ismi bulunan bir peygamber yoktur. Hazret-i Muhammed'in ise isimleri pek çoktur. el-Cevzî bunu "Fuhûmu'l-Âsâr" adlı eserinde zikreder. Derim ki: "Mesih" ismi aynı zamanda Hazret-i Îsa'nın başka bir kökten türetilmemiş özel bir adıdır, denilmiştir. Ayrıca yüce Allah onu "ruh ve kelime" diye adlandırmıştır. Onun kavmi ona "Ebîlu'l-ebîlin" ismini verirlerdi. Bunu el-Cevherî es-Sıhah'ta zikretmiştir. Beyhakî'nin Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinde Halil b. Ahmed'den nakletiğine göre iki ismi olan beş tane peygamber vardır: Bizim peygamberimizin İsimleri Muhammed ve Ahmed'dir; Hazret-i Îsa'nın diğer ismi Mesih'tir; Hazret-i Ya'kub'un diğer ismi İsrail'dir, Hazret-i Yûnus'un diğer ismi Zü'n-Nûn'dur; Hazret-i İlyas'ın diğer ismi Zü'lkifl'dir. Yüce Allah'ın selamı hepsine olsun. Derim ki: Hazret-i Îsa'nın dört adının bulunduğuna az önce işaret ettik. Bizim Peygamberimizin ise isimleri pek çoktur. Bunların sayımı ilgili yerlerinde yapılmıştır. "İsrail" kelimesi Arapça olmayan bir kelimedir. O bakımdan bu kelime munsarif (çekimli fiil) değildir. Yedi türlü söylenişi vardır. Birincisi Kur'ân-ı Kerîm'de kullanılan şekil olan İsrail'dir. Bu ise hafif hemze şeklinde medli "İsrâîl" şeklinde söylenir. Bunu Şennebûz, Verş'ten nakletmiştir. Diğer bir okuyuş şekli hemzesiz olarak yâ'dan sonra medli "İsrâyîl" şeklinde, A'meş ve Îsa b. Ömer bu şekilde okumuştur. Hasen ve Zührî ise hemzesiz ve medsiz olarak (İsrail şeklinde) okumuşlardır. Yâ'sız fakat esreli bir hemze ile "İsrail" şeklinde, üstünlü bir hemze ile "İsrâel" şeklinde. Temimliler ise "İsrâîn" şeklinde nûn'lu okurlar. İsrâîl kelimesinin anlamı Allah'ın kulu (Abdullah)tır. İbn Abbâs der ki: İbranicede "isra" kul demektir, "il" de Allah demektir. "İsra" kelimesinin Allah'ın seçtiği, "il" kelimesinin ise Allah demek olduğu söylendiği gibi "isra" kelimesinin sağlam yapmak ve bağlamaktan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrail, Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış gibi bir anlam ifade eder. Bunu el-Mehdevî zikretmektedir. es-Süheylî der ki: Hazret-i Ya'kub'a İsrâîl adının verilmesi, onun yüce Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden dolayıdır. Bundan dolayı ona "isrâîl" ismi verilmiştir, yani: Yüce Allah'a geceleyin giden ve yürüyen, anlamındadır. Bu son açıklamaya göre ismin bir bölümü ibranice bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Size verdiğim nimetimi hatırlayın" âyetinde hatırlamak (zikir) müşterek bir isimdir. Kalpte hatırlamak, demek olup unutmanın zıddıdır. Dilde hatırlamak (zikr) ise, dinlemenin zıddıdır. O bakımdan bir şeyin hem dilde hem de kalpte hatırlanması sözkonusudur. "Zükr" ise unutmamak demektir. el-Kisaî der ki: Kalpte olanı anlatmak için "zukr" kelimesi kullanılır; dilde olanı anlatmak için ise "zikr" kelimesi kullanılır. Başkaları ise, bunların iki ayrı şive olduğu ve aynı anlama geldiklerini söylemişlerdir. Zikir aynı zamanda şeref anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphesiz ki o (Kur'ân) hem senin için hem kavmin için büyük bir şeref(zikr) dir." (ez-Zuhruf, 43/44) İbnu'l-Enbarî der ki: Âyet-i kerimedeki anlamı Benim nimetime karşılık şükretmeyi hatırlayın demektir. Nimet zikredilerek şükrün ayrıca zikredilmesine gerek görülmemiştir. Bu âyette kalp ile hatırlama kastedilmiştir, istenen de budur, şeklinde de açıklanmıştır. Yani, Benim size verdiğim nimetimden yana gafil olmayın, onu unutmayın. Bu da güzel bir açıklamadır. "Nimet" burada bir cins ismidir. Tekil olmakla birlikte çoğul anlamını ifade eder. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) Burada da "nimet" kelimesi tekil olarak zikredilmekle birlikte kastedilen çoğul olarak "nimetler"dir. Yüce Allah'ın, onların üzerindeki nimetlerinin bir kısmım şöylece sayabiliriz: Fir'avn hanedanından onları kurtarması, aralarından peygamberler göndermesi, üzerlerine semadan kitapları, men ve selva'yı indirmesi, taştan onlar için su fışkırtması ve diğer taraftan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıf, nitelik ve risaletini beyan eden Tevrat'ı korumayı onlardan istemesidir... Atalara yapılan nimetler ise evlatlara yapılan nimetlerdir. Çünkü çocuklar da atalarının şerefi ile şereflenirler. Diğer Ümmetlerin ve Muhammed Ümmetinin Hatırlaması: Meanî bilginleri der ki: Şanı yüce Allah, burada İsrailoğullarına Allah'ın nimetini hatırlamaları emrini vermekte, ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine ise nimetini hatırlamalarını değil de bizzat kendisini anıp hatırlamalarını emrederek şöyle buyurmaktadır: "Siz Beni anın, Ben de sizi anayım." (el-Bakara, 2/152) Böylelikle diğer ümmetler nimetlere bakıp o nimetleri verene yönelsinler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti ise nimetleri verene bakıp üzerlerindeki nimetin büyüklüğünü anlasınlar. "Ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." Bu ahdin mahiyeti hakkında, farklı kanaatler ortaya atılmıştır. el-Hasen der ki: Allah'ın ahdi, yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Size verdiğimi kuvvetle alın.." (el-Bakara, 2/63); "Yemin olsun Allah, İsrailoğullarından bir ahid almıştı ve biz onların arasından on iki nakib (kefil) dikmiştik." (el-Maide, 5/12) Sözü geçen bu ahdin, yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirildiği de söylenmiştir: "Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden onu muhakkak insanlara saklamaksızın açıklayıp anlatacaksınız diye teminat almıştı." (Âl-i İmrân, 3/187) ez-Zeccâc der ki: "Ahdime bağlı kalın." Benim Tevrat'ta size emretmiş olduğum Muhammed'e tabi olmak emrine uyun. "Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." Buna karşılık size kesinlikle vereceğimi belirttiklerimi vereyim: Siz Benim ahdime bağlı kalırsanız, size cennet vardır. Bir diğer görüşe göre "ahdime bağlı kalın" farzları, sünnete uygun ve ihlâs ile yerine getirin, Ben de onları sizden kabul etmek ve onlara karşılık sizleri mükâfatlandırmak suretiyle "sizlere olan ahdimi yerine getireyim." Bazıları da şöyle açıklamıştır: 'İbadetler hususunda "ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." Yani sizleri himayeme alıp yüksek basamaklarda ilerleteyim. Bir diğer görüşe göre de "ahdime bağlı kalın" zahir hedefleri korumak suretiyle emirlerimi yerine getirin, "Ben de" sizin iç aleminizi süsleyerek "size olan ahdimi yerine getireyim." Bir başka görüşe göre, bu ahid, onun bütün emir, yasak ve tavsiyeleridir. Bunun kapsamına Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin, Tevrat'ta sözünün geçmesi ve benzeri hususlar da girer. İlim adamlarının çoğunun görüşü budur, doğrusu da budur. Şanı yüce Allah'ın buna karşılık onlara olan ahdi ise onları cennete koymaktır. Derim ki: Onlardan yerine getirmeleri istenen ahid, aynı şekilde bizden de istenmiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahidleri yerine getirin." (el-Maide, 5/1); "Ahidleştiğiniz zaman da Allah'ın ahdini yerine getirin." (en-Nahl, 16/91) Bu tür âyetler pek çoktur. Allah'ın ahdine vefa gösterip onu yerine getirmeleri, şanı yüce Allah'ın da onlara olan ahdini yerine getireceğinin alametidir. Onun sebebi ve gerekçesi değildir. Çünkü yüce Allah'ın onlara olan ahdini yerine getirmesi O'nun onlar üzerindeki bir lütfudur. "Ve yalnız Benden korkun." Böyle bir emrin gelmesi tehdit manasını da ihtiva etmektedir. "Benden korkun" kelimesinin sonunda nundan sonra yer alması gereken "ya" harfinin düşmesi, âyetin sonu olduğundan dolayıdır. İbn Ebi İshak ise, bu ya'yı aslına uygun olarak şeklinde okumuştur. Sonraki âyetin son kelimesi olan: kelimesini de böylece okumuştur. "Benden" kelimesinin sonu mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir. Emir, nehiy ve istifham (soru) kipleri hakkında tercih edilen görüş budur. Konuşma dilinde ifadenin - mübteda ve haber olmak üzere - şeklinde kullanılması da mümkündür."Benden korkun" un haber kabul edilmesi, hazif bulunduğu takdirine göre olabilir. Âyet: Ben sizin Rabbinizim, o bakımdan yalnız benden korkun, demektir. 41Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime îman ediniz. Ve onu ilk inkâr eden olmayınız. Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız ve yalnız Benden korkunuz. "Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime îman ediniz." Yani Kur'ân'ı doğrulayınız, tasdik ediniz. Onların beraberlerinde bulunan ise Tevrat'tır. "Ve onu ilk inkar eden olmayınız." Buradaki "o" zamiri Ebû'l-Âl-iyye'ye göre Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. İbn Cüreyc ise, Kur'ân'a aittir, demiştir. Çünkü yüce Allah'ın "indirdiğim" âyeti bunu gerektirmektedir. Tevrat'a ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu âyet-i kerimede "beraberinizdekileri" âyeti yer almaktadır. Neden (tekil olarak:) "inkâr eden" buyrulup da "inkâr edenler" buyurulmadı, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur: "İlk inkâr eden" âyeti "ilk inkar eden grup" anlamındadır. el-Ahfeş ile el-Ferrâ', fiilin manasına göre, bu şekilde geldiğini iddia etmişlerdir. Çünkü âyet: "onu ilk inkâr eden kimse(ler)" anlamındadır. Sîbeveyh de Araplar'ın "en kibar ve en güzel genç" anlamında: "gençlerin en kibarı ve güzeli" tabirini kullandıklarını nakletmektedir. Sîbeveyh der ki: "Onu ilk inkar eden olmayınız" diye buyurulmuştur. Halbuki onlardan önce Kureyşlilerin münkirleri inkar etmiş idi. Bunun anlamı kitap ehli arasından ilk inkar edep grup olmayınız, şeklindedir. Zira böyle bir durumda onların ne yapacaklarına dikkat edilir. Çünkü bilgi sahibi oldukları zannedilmekte ve onların davranışları delil kabul edilmekte idi. "ilk" kelimesi Sîbeveyh'e göre burada "Kâne: oldu, idi" lâfzının haberi olarak nasb edilmiştir. Bu kelime (evvel: ilk), fiili bulunmayan kelimelerden olup "ef alu" vezninde ve ayn'ı da fâ'sı da (yani ilk ve ikinci harfleri de) "vâv"dır. Bu lafızdan fiil kullanılmayışınn sebebi ise hem ayn'ı, hem de fâ'sı illetli olan bir fiil olmasın diyedir. Basra'lıların görüşü budur. Kûfe'liler ise şöyle derler: Bu kelime "kurtuldu" anlamındaki: “.....” kökünden gelmekte olup aslı “.....” şeklindedir. Bilâhare (ikinci) hemze hafifletilip vâv'a değiştirilerek ilk vâv'a idgam ile "evvel" denilmiştir. Nitekim "hatie" kelimesinin de hemze'si hazif edilmiş (ve "hatiyye: günah" denilmiş)tir. el-Cevherî der ki: Bunun çoğulu, hem "evâil" hem de kalb ile "evâlî" şeklinde gelir. Bir kesim de bu kelimenin aslı "fev'ale" vezninde "vevvele" şeklindedir, der. Birinci vâv" hemzeye kalb edilmiştir. Bunun çoğulunun "evâvil" şeklinde gelmeyiş sebebi ise, orada çoğul elifi bulunan iki "vâv"ın bir kelimede bir araya gelişini Arapların telâffuzu ağır kabul etmeleridir. Bu kelimenin (........) fiilinden "efalu" vezninde isim olduğu da söylenmiştir. Buna göre aslı (........)dir. İkinci hemze vâv'a kalb edilerek "efalu" vezninden "e'falu"ya kalb edilip, hemze, terhil ve ibdâl'den sonra (vâv'a dönüştürülerek ikinci vâv'a) idğâm yapılmıştır. Hitap delilini kabul etmeyenlerin lehine bu âyet-i kerimede delil olacak bir taraf yoktur. Hitab delilini kabul etmeyenler Kûfeliler ve onlara muvafakat edenlerdir. Çünkü söylenen sözden maksat, başında da sonunda da küfrü, inkârı yasaklamaktır. Özellikle "ilk"lerin sözkonusu edilmesi, bu işi ilk olarak yapmanın daha büyük oluşundan dolayıdır. Buna göre, anılanların hükmü ile, anılmayanların hükmü birdir. Bu da açıkça anlaşılan bir durumdur. "Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Âyetleri Satılamaz: Yüce Allah'ın: "Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" âyeti deha önce yer alan "olmayınız" âyetine atfedilmiştir. Yüce Allah, onlara ilk inkar edenler olmalarını yasakladığı gibi, Allah'ın âyetleri karşılığında bir bedel almalarını da yasaklamaktadır. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerini değiştirmek karşılığında rüşvet almalarını yasaklamıştır. Yahudi ilim adamları, bu işi yapıyorlardı. Bu âyetle böyle birşey yapmaları yasaklanmaktadır. Bu, tefsir âlimlerinden bir grubun açıklamasıdır. Bunlar arasında el-Hasen ve başkalan vardır. Bir başka görüşe göre, bu, ilim adamlarının, maaşa benzer ilimlerine karşılık alıp yedikleri birtakım ücretleri vardı. Bu ücreti almaları onlara bu emirle yasaklanmış olmaktadır. Bir başka görüşe göre, hahamlar ücret mukabili insanlara dinlerini öğretirlerdi, bu işi yapmaları onlara yasak edildi. Onların kitaplarında ise şu ifadeler yer almaktadır: Ey Âdemoğlu! Sana herhangi bir bedel alınmaksızın ilim öğretildiği gibi sen de bedelsiz, yani ücretsiz olarak öğret. Bu açıklamayı da Ebû'l-Âl-iyye yapmıştır. Bir diğer görüşe göre ise, bu âyetin anlamı şudur: Benim emirlerimi, yasaklarımı, âyetlerimi az bir pahaya değişmeyin. Yani dünya ve dünya ömrü ve herhangi bir değeri olmayan hayatın tümü az bir bedeldir. Onların bu emir, yasak ve âyetler karşılığında aldıkları şeye "paha, bedel" ismi verilmiştir. Çünkü bunun karşılığında o şeyleri almışlardır. O bakımdan bu aldıkları bizzat "paha" olmasa bile ona bu ad (paha, semen) verilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden de geçmiştir. Şair bu hususa işaretle şöyle demektedir: "Bir günah işlemeye gayret ettiysen veya işlediysen Sen haccı terketmekle eline bir paha geçirmiş olmazsın." Derim ki: Bu âyet-i kerîme, her ne kadar İsrailoğulları hakkında özel olarak vârid olmuş ise de onların davranışlarını yapan kimseleri de kapsamaktadır. Hakkı değiştirmek, yahut onu işlemez hale getirmek karşılığında rüşvet alan veya öğretmekle görevli olduğu şeyi öğretmekten çekinen veya yapacak başka kimse olmadığından dolayı ücret almadıkça bildiğini öğretmek istemeyen bir kimse, bu âyetin bildirdiği hükmün kapsamına girer. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kendisi aracılığıyla yüce Allah'ın rızasının arandığı bir bilgiyi öğrenip de bunu ancak dünya hayatının menfaatini elde etmek için öğrenen kişi, Kıyâmet gününde cennetin kokusunu alamayacaktır." Ebû Dâvûd, İlim 12; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III, 338. 2- Kur'ân ve İlim Öğretmeye Karşılık Ücret Almak: Bu âyet-i kerîme ve aynı anlamı dile getiren diğer âyetler dolayısıyla ilim adamları, Kur'ân ve İslâm ilimlerini öğretmek karşlığında ücret almak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. ez-Zührî ve Rey taraftarları bunu uygun görmez ve şöyle derler: Kur'ân öğretmek karşılığında ücret almak câiz değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmek yüce Allah'a yakınlaşmak ve ihlâs gibi bir niyete gerek duyan farz ibadetlerden bir tanesidir. Dolayısıyla tıpkı namaz ve oruç gibi, Kur'ân öğretmek için de ücret alınamaz. Zaten yüce Allah da: "Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınızın öğreticileri sizin en kötülerinizdir. Yetime en az merhamet edenler, yoksula karşı da en kaba davrananlar onlardır." Ebû Hüreyre de der ki: Ey Allah'ın Rasulü, dedim. Öğreticiler hakkında ne dersin? Şöyle buyurdu: "Aldıkları dirhemleri haram, giydikleri elbise haram, konuştukları sözler ise riyakârlıktır." Hadisleri herhangi bir kaynakta tesbit edemedik. Kurtubînin bunlar hakkındaki ilmi kanaati birazdan gelecektir. Ubade b. es-Sâmit'in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Suffe ashabından bazılarına Kur'ân-ı Kerîm okumayı ve yazı yazmayı öğrettim. Onlardan birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime: Bu bir mal değildir. Allah yolunda bu yay ile ok atarım, dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu yay hakkında soru sordum, şöyle buyurdu: "Eğer onun karşılığında sana cehennemden boynuna bir gerdanlık dolanmasını istiyorsan onu kabul et." İbn Mâce, Ticârât 8; Müsned, V, 315. Kur'ân öğretmek karşılığında ücret almayı Mâlik, Şâfiî, Ahmed, Ebû Sevr ve ilim adamlarının çoğunluğu câiz kabul ederler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in İbn Abbâs'tan rivâyet edilen -rukye hadisinde- şöyle dediği nakledilmiştir: "Karşılığında ecir almakta en haklı olduğunuz şey Allah'ın Kitabıdır." Bu hadisi, Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, İcâre 16, Tıbb 34; İbn Mâce, Ticârât 8. Bu, konu ile ilgili görüş ayrılığını ortadan kaldıran bir nastır, buna bakılması bunun esas alınması gerekir. Bu görüşü kabul etmeyenlerin Kur'ân öğretmeyi, namaza ve oruca kıyas etmeleri ise fasittir. Çünkü böyle bir kıyas nassa zıttır. Diğer taraftan bunlar arasında bir fark vardır. Şöyle ki; namaz ve oruç, işleyene has ibadetlerdir. Kur'ân öğretme ise öğreteni aşan ve başkasını da kapsamına alan bir ibadettir, Buna göre bu kişinin bilgisini başkasına aktarmaya çalışması karşılığında -Kur'ân yazmasını öğretmekte olduğu gibi- ücret alması câiz olur. İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Hanîfe, ücret karşılığında Kur'ân öğretilmesini mekruh görmektedir. Buna karşılık bir kişinin kendisine belli bir levha, şiir yahut şarkıyı bilinen ücret karşılığında ücretle yazmayı câiz kabul etmektedir. O, masiyet olan bir işte icareyi câiz görüyorken itaat olan bir işte bunu batıl görmektedir. Âyet-i kerimenin delil gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, evvela bu âyet-i kerimeden kasıt İsrâiloğullarıdır. Bizden öncekilerin şeriatinin bizim için şeriat olup olmadığı hususu ise ihtilaflı bir konudur. Diğer taraftan ücret alınmasını câiz kabul etmeyen kesim, bizden öncekilerin şeriatinin delil olduğunu kabul etmemektedirler. Bir diğer cevap: Âyet-i kerîme öğretecek başka bir kimse bulunmadığından dolayı kendisinin muayyen olarak öğretmesi gereken, fakat ücret almadıkça bu işe yanaşmayı kabul etmeyen kimse hakkındadır. Eğer öğretecek başka kimse bulunuyor ise, konu ile ilgili sünnetten delil dolayısıyla ücret alması câiz olur. Diğer taraftan muayyen olarak kendisi öğretmesi gerekmekle birlikte, kendisine, çoluk çocuğuna harcayacak malı bulunmayabilir. O takdirde böyle bir kimsenin öğretmesi vacib olmaz ve kendi işine ve mesleğine devam edebilir. O takdirde İmâmın (İslâm devlet başkanının) dini ayakta tutmak için bunu yapacak kimseleri tayin etmesi gerekir. İmâm bunu yapmayacak olursa müslümanların bu işi yapmaları görevidir. Çünkü Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh) halifeliğe getirilip bu iş için tayin edilince, aile halkının ihtiyaçlarını karşılayacak malı yoktu. O bakımdan birtakım kumaşlar alıp pazara çıktı. Bu hususta onunla görüşülünce şöyle dedi: Peki ben çoluk çocuğumun masrafını nereden karşılayacağım? Onu pazardan geri döndürdüler ve ona yetecek kadar bir maaş tesbit ettiler. Delil diye ileri sürdükleri hadislere gelince; bunlar arasında ayakları üstünde durabilecek bir hadis yoktur. Nakil bilgisine sahip kimselere göre bunlardan herhangi birisi sahih değildir. İbn Abbâs'ın hadisine gelince, onu Saîd b. Tarîf, İkrime'den o da İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir. Sözü geçen Said b. Tarîf ise metruk bir ravidir. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadis ise, Ali b. Âsım, Hammâd b. Seleme'den, o Ebû Curhum'den, o da Ebû Hüreyre'den yoluyla gelmiştir. Ebû Curhum ise meçhul ve bilinmeyen bir ravidir. Ayrıca Hammâd b. Seleme, kendisine Ebû Curhum denilen herhangi bir kimseden rivâyette bulunmuş değildir. Hammâd bunu Ebû'l-Mühezzim'den rivâyet etmiştir. O da hadisi metruk bir ravidir. Ve bu asılsız bir hadistir. Ubade b. es-Sâmit'in hadisine gelince, bunu Ebû Dâvûd, Muğîre b. Ziyad el-Mavsili'den, o Ubade b. Nusey'den o Esved b. Salebe'den o da Ubade yoluyla rivâyet etmiştir. Muğire ise, ilim ehlince bilinen bir kimse olmakla birlikte, münker birtakım rivâyetleri de vardır. İşte bu da onun münker rivâyetlerinden birisidir. Bunu da Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) söylemiştir. Devamla der ki: Yayın hediye edilmesi ile ilgili hadise gelince bu, ilim ehli tarafından bilinen bir hadistir. Çünkü Ubâde b. es-Sâmit'ten iki yolla rivâyet edilmiştir. Bu hadis, Ubey b. Ka'b'dan da rivâyet edilmiştir. Bk. İbn Mâce, Ticârât 8. Bu rivâyeti Mûsa b. Ali'den, o babasından o da Ubey'den rivâyet etmiştir, ancak rivâyet munkatı'dır, (senedinde kopukluk vardır). Bu konuda nakil açısından gereğince amel etmeyi gerektirecek bir hadis yoktur. Ubade ve Ubey'in hadislerinin de te'vil edilme ihtimalelleri vardır. Çünkü Kur'ân'ı önce Allah rızası için öğretmiş olması sonra da bunun için ecir almaya kalkışmış olması, mümkündür. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "İnsanların ve yeryüzünde yürüyenlerin hayırlısı öğretmenlerdir. Din eskimeye yüz tuttukça onu yenilerler. Onlara (hediye) veriniz, fakat onları ücretle tutmayınız, o takdirde onları sıkıntıya sokarsınız. Çünkü öğretmen, küçüğe "bismillahirrahmânirrahîm" de dese, küçük de: "bismillahirrahmânirrahim" diyecek olsa, yüce Allah, bundan dolayı küçüğe, öğreticisine ve anne ve babasına ayrı ayrı cehennemden azad olmak beratı yazar." İlim adamları, ücretle namaz kıldıranın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetine göre, ramazanda insanlara ücretle teravih kıldıran kimsenin arkasında namaz kılmanın hükmü sorulmuş, (Mâlik) "onda bir sakınca olmayacağını umarım" diye cevap vermiştir. Ancak farz namazda İmâm Mâlik bunu daha çok kerih görmüştür. Şâfiî ve mezhebine mensup olanlar ile Ebû Sevr şöyle demektedir: Bunda bir sakınca yoktur, böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmakta da mahzur yoktur. el-Evzaî ise: Böyle birisinin namazı olmaz, "demiştir. Ebû Hanîfe ve onun mezhebine mensup olanlar -önceden de geçtiği üzere- bunu mekruh görürler. İbn Abdi’l-Berr de der ki: Bu mes'ele bir önceki mes'ele ile alakalıdır, her ikisi asıl itibariyle birdir. Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde buna dair Kitap'tan aslî bir delil gelecektir. İbnu'l-Kasım, şiir ve nahiv öğretme mukabilinde ücret almayı mekruh görmüştür. İbn Habib ise der ki: Şiir, mektup yazmak ve eyyamu’l-arab (arabların ünlü Savaş günleri)in öğretilmesi karşılığında ücret almakta bir mahzur yoktur. Ancak şaraptan söz eden çirkin sözler ve yergi (hiciv) ihtiva eden şiirler mekruhtur. Ebû Hasan el-Lahmî der ki: Onun bu görüşüne göre şiir yazmak ve şiir kitaplarını satmak da câiz olmalıdır. Şarkıcılık, ağıtçılık ise her halükarda yasaktır. 4- Peygamber İzinde Örnek Bir Âl-im, Ebû Hâzim: Ebû Muhammed ed-Dârimî Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Dârimi, Mukaddime 56. Bize Ya'kub b. İbrahim anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ömer b. el-Kumeyt anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Vehb el-Hemedanî anlattı, dedi ki: Bize ed-Dahhâk b. Mûsa haber verdi, dedi ki: - Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken yolu Medine'ye uğrar ve orda birkaç gün kalır. Der ki: - Medine'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından herhangi bir kimseye yetişmiş kişi var mıdır? Ona: - Ebû Hâzim adında birisi vardır, dediler. Arkasından haberci gönderdi. Süleyman'ın yanına gelince ona: - Ebû Hâzim, bizden ne diye böyle ırak duruyorsun? Ebû Hâzim der ki: - Ey mü’minlerin emiri, benden ne gibi bir ilgisizlik gördün? Şöyle der: - Medinelilerin ileri gelenleri yanıma geldiği halde sen gelmedin. Ebû Hâzim: - Mü’minlerin emiri, olmadık bir şeyi söylemekten Allah'a sığındırırım seni. Bugünden önce ne sen beni tanımıştın, ne de ben seni görmüştüm. Bu sefer Süleyman Muhammed b. Şihâb ez-Zührî'ye dönüp şöyle dedi: - Bu yaşlı adam isabet etti ve ben hata ettim. Süleyman devamla der ki: Ebû Hâzim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz. Ebû Hâzim: - Çünkü sizler âhiretinizi tahrib ettiniz, dünyanızı imar ettiniz. O bakımdan ma'mur bir yerden harabe bir yere geçişten hoşlanmıyorsunuz. Süleyman: - Ebû Hâzim, doğru söyledin, der. Peki yarın yüce Allah'ın huzuruna nasıl girilecektir? Ebû Hâzim der ki: - İyilik yapan bir kimse ayrılıktan sonra aile halkının yanına döner gibi olacaktır. Kötülük yapan kimse ise, efendisine geri gelen kaçkın köle gibi olacaktır. Bunun üzerine Süleyman ağladı ve şöyle dedi: - Ah, bir bilseydim, Allah katında ne ile karşılaşacağımızı? Ebû Hâzim ona der ki: - Amellerini Allah'ın Kitabına göre değerlendir. Süleyman: - Onu değerlendirmek için nereye bakmalıyım diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir: - "İyiler hiç şüphesiz ni'metler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz cehennemdedirler." (el-İnfitar, 82/13-14) Süleyman der ki: - Ebû Hâzim, Allah'ın rahmeti nerede kaldı? Ebû Hâzim der ki: - "Allah'ın rahmeti iyilere yakındır." Süleyman sorar: - Ebû Hâzim, Allah'ın kulları arasında en değerliler kimlerdir? Ebû Hâzim der ki: - İnsaf, merhamet sahibi ve akıllı kimselerdir. Süleyman ona sorar: - Hangi amel daha faziletlidir? Şu cevabı verir: - Haramlardan uzak kalmakla birlikte farzları eda etmek. Süleyman sorar: - Hangi dua kabule şayandır? Ebû Hâzim: - Kendisine iyilik yapılan kimsenin iyilik yapana yaptığı dualeyhisselâmüleyman sorar: - Hangi sadaka daha faziletlidir? Ebû Hâzim: - Yoksul dilenciye ve az bir malı olmakla birlikte gücü yettiğince verenin, bununla birlikte bu sadakayı başa kakmayan ve bundan dolayı rahatsız etmeyenin sadakası. - Hangi söz daha adildir; deyince Ebû Hâzim: - Kendisinden korktuğun yahut birşeyler umduğun kişi önünde hakkı söylemek, der. Süleyman: - En akıllı mü’min hangisidir? diye sorunca, Ebû Hâzim: - Allah'a itaat ile amel eden ve insanlara da o yolu gösteren kimsedir, der. Süleyman: - En ahmak mü’min hangisidir diye sorunca, Ebû Hâzim şöyle der: - Kardeşi zalim olduğu halde, kardeşinin hevâsına uygun hareket ederek böylelikle başkasının dünyalığı uğrunda âhiretini feda eden kimsedir. Süleyman ona: - İsabet ettin, der. Devamla; - Peki bizim içinde bulunduğumuz bu durum hakkında ne dersin? Ebû Hâzim der ki: - Ey mü’minlerin emiri, izin ver de bunun cevabını vermeyeyim, der. Süleyman ona: - Hayır, der. Fakat sen bu sözlerini bana vereceğin bir öğüt olarak söyle. Ebû Hâzim şöyle der: - Ey mü’minlerin emiri, senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. Bu yönetimi zorla, müslümanlarla istişare etmeksizin ve onların rızası dışında ele geçirdiler. Onlardan çok büyük sayıda kimseler öldürdüler. Buna rağmen bu yönetimi bırakıp öbür dünyaya gittiler. Keşke onların neler söylediklerinin ve onlara neler söylendiğinin farkına varsan. Süleyman ile birlikte oturanlardan birisi: - Ne kötü söz söyledin Ebû Hâzim? deyince; Ebû Hâzim şöyle der: - Sen yalan söylüyorsun. Çünkü Allah, ilim adamlarından insanlara hakkı mutlaka açıklayacaklarına ve onu hiçbir şekilde gizlemeyeceklerine dair söz almıştır. Süleyman ona: - Peki bizim bozuklukları ıslah etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Ebû Hâzim şöyle der: - Hayırsızlığı bırakır, mürüvvete yapışır ve eşitlikle paylaştırırsınız. Süleyman ona: - Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz, diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Malı helal yoldan alırsınız ve ehil olan kimselere verirsiniz. Süleyman ona: - Ebû Hâzim, bize arkadaşlık etmeye var mısın? Sen bizden istifade eder, biz de senden istifade ederiz. Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Bundan Allah'a sığınırım. Süleyman: - Nedenmiş o, diye sorunca, Ebû Hâzim der ki: - Az dahi olsa size meyletmekten korkarım. O vakit yüce Allah bana hayatın da ölümün de azabını kat kat tattırır. Süleyman ona: - Ne ihtiyacın varsa arzet, deyince Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Beni ateş azabından kurtar ve cennete koy. Süleyman: - Bu iş benim yapabileceğim bir iş değildir, deyince; Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Benim de senden başka bir ihtiyacım yok, der. Süleyman: - Bana dua et, deyince Ebû Hâzim şöyle der: - Allah'ım, eğer Süleyman Senin dostun ise Sen ona dünya ve âhiretin hayrını kolaylaştır. Eğer Senin düşmanın ise onu perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun şeylere ilet. Süleyman ona: - Bu kadar mı? diye sorar Ebû Hâzim şu cevabı verir: - Eğer sen bu işe ehil isen ben gerçekten çok veciz fakat senin için çok şeyler istedim. Eğer bu duaya ehil bir kimse değil isen, ben kirişi olmayan bir yay ile ok atmamalıyım. Süleyman ona: - Bana tavsiyede bulun, deyince Ebû Hâzim: - Sana özlü tavsiyede bulunacağım der: Rabbini ta'zim et. Sana yasakladığı bir yerde seni görmesin ve sana emrettiği yerde bulsun. Ebû Hâzim Süleyman'ın yanından çıkıp gidince, ona yüz dinar gönderir ve: - Sen bunları harca, buna benzer sana daha pek çok miktar vermeye hazırım der. Ancak Ebû Hâzim bu yüz dinarı ona geri gönderir ve Süleyman'a şunları yazar: Mü’minlerin emiri, senin bana sorduğun soruların bir şaka olmasından benim de sana cevap vermemin senden bağış beklemek umuduyla olmasından Allah'a sığınırım. Ben böyle birşeyi sana yakıştıramıyorum. Ya kendime bunu nasıl yakıştırırım? Şunu bil ki İmrân oğlu Mûsa, Medyen şehrinin su kaynağına varınca Bk. el Kasas, 28/23-26 orada koyunlarını sulayan çobanlar görür. Onlardan beri tarafta da koyunlarını öbür koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kız görür. Kızlara durumlarını sorar, onlar da: Çobanlar koyunlarını sülayıp gitmedikçe biz kendi koyunlarımızı sulamayız, babamız koca bir ihtiyardır, dediler. Hazret-i Mûsa, onların koyunlarını suladı, ondan sonra da gölgeye çekilip şöyle dua etti: Rabbim, ben Senin bana indireceğin hayra muhtacım. O, bu duayı yaparken aç idi, düşman tehlikesinden korkuyordu, güvenlik içerisinde değildi. Buna rağmen Rabbinden diledi, insanlardan hiçbir şey dilemedi. Çobanlar bu işin farkına varamadılar, ancak o iki kız bu işi farketti. Babalarına döndüklerinde durumu ve Mûsa'nın söylediklerini anlattılar. Babaları olan Şuayb (aleyhisselâm) şöyle dedi: Bu aç bir adamdır. Daha sonra kızlarından birisine: Git onu buraya davet et, dedi. Kız Mûsa'nın yanına varınca ona gereken saygıyı gösterdi, yüzünü örterek: Babam seni bizim koyunlarımızı sulamanın ücretini vermek üzere seni mükâfatlandırmak için çağırıyor. Kızcağız "bizim koyunlarımızı sulamanın ücreti" tabirini söyleyince bu iş, Mûsa'ya ağır geldi, ancak arkasından gitmekten başka bir yolu da yoktu. Çünkü dağlar arasında aç ve yapayalnız idi. Arkasından gidince esen rüzgar elbiselerini vücuduna yapıştırıyor, vücut çizgileri ortaya çıkıyordu. Mûsa ise kimi zaman yüzünü yana çeviriyor, kimi zaman gözlerini kapatıyordu. Artık sabrı tükenince ona: Ey Allah'ın kadın kulu, arkamda dur ve sözlerinle hangi tarafa gideceğimi bana göster, dedi. Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Şuayb'ın yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu görür. Hazret-i Şuayb ona: Gel otur delikanlı, yemek ye dedi. Hazret-i Mûsa ona: Allah'a sığınırım, dedi. Hazret-i Şuayb ona: Neden, aç değil misin, diye sorunca Hazret-i Mûsa: Evet açım fakat ben bu yemeğin kızlarının koyunlarını sulamamın bir bedeli olmasından korkarım. Bizler ise öyle bir aileye mensubuz ki biz dinimizi yeryüzü dolusu altına dahi değişmeyiz. Hazret-i Şuayb ona şöyle der: Hayır delikanlı, fakat bu şekilde yemek ikram etmek benim de adetimdir, atalarımdan beri de adetimizdir. Bizler misafire ikram ederiz, yemek yediririz. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa oturur, yemek yer. Şimdi eğer sen, bu yüz dinarı, söylediğim sözler karşılığında bir bedel olarak bana gönderdiysen, şunu bil ki leş, kan, domuz eti zaruret halinde bunlardan daha helaldir. Ve eğer bu gönderdiğin dinarları Beytülmal'deki bir hak diye bana gönderdiysen bu konuda benim benzerim nice kimseler vardır. Eğer benim gibi olanlarla aramda bir eşitlik sağladıysan mesele yok, değilse benim bunlara ihtiyacım yok. Derim ki: İşte, Allah'ın Kitabına ve peygamberlere uymak böyle olur. Şu faziletli İmâma, şu büyük ilim adamına bakınız. Nasıl da ameli karşılığında bir bedel almıyor, vasiyet karşılığında bir paha kabul etmiyor, verdiği öğüde karşılık ihsanları istemiyor. Aksine hakkı açık-seçik bir şekilde beyan ediyor. Bundan dolayı da herhangi bir korkuya kapılmıyor, ürkmüyor. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimsenin birisinden korkusu, nerede olursa olsun, hakkı söylemesini veya yapmasını engellemesin." Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, III, 5. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar," (el-Maide, 5/54) Yüce Allah'ın: "Ve yalnız Benden korkun" âyetinde yer alan "korkma" (takva )ya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. el-Bakara, 2/2. âyet, "takva sahipleri için hidâyettir" âyeti, 4. başlık. Burada yer alan “........” âyeti önceden de söylendiği gibi “........” şeklinde de okunmuştur. Sehl b. Abdullah der ki: "Benden korkun" âyetinde yüce Allah, şunu söylemek istiyor: Benim hakkınızdaki ezelî bilgim gereğince Benden korkun. (Bundan önceki âyet-i kerimede yer alan:) "Ve yalnız Benden korkun" âyeti ile de sizin hilelerinize vereceğim cezalardan ve sizleri (imkanlar vermek suretiyle, istidrac yoluyla) derece derece azaba yaklaştırmaktan korkun demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimizi yalanlayanları Biz bilmeyecekleri bir yönden derece derece helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182); "Allah'ın mekrinden (azabından) ziyanda olanlardan başkası kendisini emin hissetmez." (el-A'raf, 7/99) Yüce Allah, bu âyetinde peygamber olsun, sıddîk olsun kimseyi istisna etmemiştir. 42Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz. Yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırıp... " âyetinde yer alan: "lebs" mastarı karıştırmak demektir. Apaçık olan birşey içinden çıkılmaz birşey ile karıştırıldığında, birşeyin hakkı batılına karıştırıldığında bu tabir kullanılır. Yüce Allah da -aynı kökten gelen kelimelerle- şöyle buyurmaktadır: "Onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük. " (el-En'am, 6/9) Açık olmayan bir iş hakkında da bu tabir kullanılır. Hazret-i Ali'nin Haris b. Havt'a söylediği şu sözlerde de bu anlam gözetilmiştir: "Ey Haris, senin için iş, çıkılmaz bir hal almıştır. Hak, kişilerle bilinmez, fakat hakkı bil ki hak ehlini de bilesin." el-Hansâ der ki: "Seninle oturanın hak söylediğini görürsün zannedersin ki O doğrudur, fakat heyhat, onun hakka ne karıştırdığına bir bak Sözünü doğrula, düşmanlığından sakın Ve o sana nasıl karışık göstermişse sen de birtakım işleri karışık göster ona" el-Accâc da der ki: "O kadınlar, hakkı cinayetle karıştırınca Varlık bulup Zeyd'i benden satın aldılar." Said'in rivâyetine göre Katâde yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayınız" âyetini şöyle açıklamaktadır: Yani Yahudiliği Hıristiyanlığa karıştırmayınız. Siz yüce Allah'ın başkasını kabul etmediğini ve ancak ona karşılık mükâfat verdiğini bildiğiniz Allah'ın dininin İslâm olduğunu biliyorsunuz. Diğer taraftan Yahudilik ve Hıristiyanlığın sonradan uydurulmuş ve Allah'tan gelmemiş dinler olduğunu bilmektesiniz. Antere'nin; "Ve bir bölüğü bir başka bölüğe katıp karıştırdım" Sözü de zahiren bu anlamdadır. Bunun (elbise giymek) anlamına gelen "libas"ten gelmiş olma ihtimali de vardır. Bir görüşe göre âyet-i kerimede de bu anlam sözkonusudur. Hakkı bâtıl ile örtmeyiniz demektir. Elbise giymek de burdan gelmektedir. Erkeğin libası onun zevcesidir. Koca da hanımının libasıdır. el-Ca'dî derki: "Onunla yatan, boynunu büktüğünde O da üzerine bükülür ve bir libas olur." el-Ahtal da şöyle demiştir: "Ben zaman boyunca bu iş için giyindim Nihayet başım ağardı ve beyazlarla tutuştu." (Aynı kökten gelen) el-lebûs: Elbise veya zırh türünden giyilen herşey hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Bir kişinin iç yüzünü tanıyıncaya kadar onunla birlikte olmak hakkında da (aynı kökten): "Lâbese" fiili kullanılır. Sözü dinlenebilir gibi olan kimse hakkında da (yine aynı kökten): "melbes" kelimesi kullanılır. Şair der ki: "Şunu bil ki kişi için yokluktan sonra bir kazanç olur Ve saçın ağarmasından, uzun ömürden sonra da sözü dinlenir." Ka'be ve hevdec (devenin üzerinde kadınların oturacağı yer) üzerindeki örtülere de "libs" denilir. "Batıl" Arap dilinde hakkın muhalifi olan demektir. Anlamı zail olup yok olan demektir. Nitekim şair Lebid şöyle demiştir: "Şunu bil ki Allah dışında herşey batıldır." Bir kişinin kanı boşuna gittiği ve karşılıksız kaldığı zaman "butul" tabiri kullanılır. "Batıl" şeytan, "batal" kahraman demektir. Çünkü kahraman bir kimse karşısında bulunan diğer kahramanı ıbta\ eder. Şair Nabiğa der ki: "Sancakları vardır onların, şerefli kahraman birisinin ellerinde Genişçe vadileri gözünü kırpmadan geçer." Kadın için "batalatu" denilir. İşsiz kalma haline de "bitâle" denilir. Tefsir âlimleri, yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayın" âyetinin anlamı hakkında farklı kanaatler ortaya atmışlardır. İbn Abbâs ve başkasından rivâyet edildiğine göre: Siz de Kitap'ta bulunan hakkı batıla karıştırmayınız. Bu değiştirmek ve değişikliğe uğratmaktır. Ebû'l-Âl-iyye de der ki: Yahudiler şöyle dediler: Evet, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir, fakat bizden başkasına. Onların Hazret-i Peygamber'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmeleri bir haktır, fakat kendilerine gönderildiğini inkâr etmeleri ise bir batıldır. İbn Zeyd de der ki: Haktan kasıt Tevrat'tır, bâtıldan kasıt ise onların Tevrat'ta bulunup da değiştirdikleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve başka doğru şeylere dair bilgilerdir. Mücâhid de der ki: Yahudiliği ve Hıristiyanlığı İslâm'a karıştırmayınız demektir. Aynı açıklamayı Katâde de yapmıştır. Daha önce buna işaret ettik. Derim ki: İbn Abbâs'ın açıklaması daha doğrudur. Çünkü bu genel bir ifade olup, bu konuda ileri sürülmüş bütün görüşler kapsamına girmektedir. Yardımı Allah'tan talep ederiz. "Hakkı da gizlemeyiniz" anlamındaki âyet, "karıştırmayın" anlamındaki âyete ait olabilir. O tek türde meczûmdur. Bununla birlikte hazfedilmiş bir “.....” edatı ile nasb edildiği de kabul edilebilir. O zaman ifadenin takdiri: Sizden hakkı karıştırmak ve onu gizlemek işleri sadır olmasın, şeklinde olur. İbn Abbâs der ki: Burada onların bile bile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu gizlemeleri kastedilmektedir. Muhammed b. Sîrin de der ki: Düşmanların onlara üstünlük sağlaması ve zillete duçar olmaları esnasında İsrailoğullarının musibete uğramaları üzerine Hazret-i Harun soyundan gelen bir grup Yesrib'e gelip yerleşti. Bu grup o günlerde Tevrat'ı bilen kimseler idi. Yesrib'de ikamet ettiler ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aralarından çıkmasını bekleyip durdular. Bu halleriyle peygamberliğine îman ediyor, tasdik ediyorlardı. Bu ilk atalar Hazret-i Peygamber'e îman ederek gittiler. Daha sonra soylarından"gelen nesiller arka arkaya geldiler ve nihayet onların soyundan gelenler Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a yetiştiler. Onun peygamber olduğunu bile bile onu inkar ettiler. İşte yüce Allah'ın: "İşte, o tanıdıkları, kendilerine gelince onu inkâr ettiler." (el-Bakara, 2/89) âyetinin kastettiği budur. "Kendiniz bilip dururken." Aslında bu ibare âyetin sonundadır, ancak meal zaruret dolayısıyla bu bölümle ilgili tefsir de buraya alınmıştır. Bu, hal cümlesidir. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) haktır. Onu inkar etmeleri inadî bir küfürdür. Yüce Allah, burada bilgi sahibi olduklarına tanıklık etmiyor. Bildiklerini gizlemelerini yasaklıyor. Bu, bilip durduğu halde günah işleyen kimsenin günahının daha ağır olduğunun ve isyanının bilmeyen bir cahilin isyanından daha ileri olduğunun delilidir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) âyetini açıklarken gelecektir. 43Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz. Âyetine dair açıklamalarımızı otuzdört başlık halinde sunacağız: "Namazı dosdoğru kılınız." Bu emir vücûb (farziyet) ifade eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Namazı dosdoğru kılmanın anlamı namaz (anlamını ifade eden salat) kelimesinin nerden türediği ve buna dair genel hükümler hakkındaki açıklamalar önceden yapılmıştır. Allah'a hamdolsun. "Zekâtı veriniz." Âyeti tla vücûb ifade eden bir emirdir. (Arapçada hemzeli olarak) îtâ kelimesi ile (ayn harfi ile) i'tâ aynı anlamdadır. Yüce Allah (birinci kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Eğer bize lütfundan verirse yemin olsun ki sadaka vereceğiz." (et-Tevbe, 9/75) Eğer bu kelimenin hemzesi uzatılmadan söylenirse, gelmek anlamındadır. Eğer bu geliş, karşılamak anlamını ifade ediyorsa, o takdirde uzatılır. Şu Hadîs-i şerîfte olduğu gibi: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidecek ve ona haber vereceğim." Bu hadis daha sonra gelecektir. 3- Zekât Kelimesinin Sözlük Anlamı: Bu kelime, artıp çoğalan birşey hakkında kullanılan "zekâ"dan alınmıştır. Nitekim artıp çoğalan mal ve ekin hakkında bu kelime kullanıldığı gibi, çokça hayır yapan kimseler hakkında da bu kökten gelen "zekî" kelimesi kullanılır. Malı eksilttiği halde maldan çıkartılan zekâta bu adın veriliş sebebi ise, o malın bereket ile artması yahut zekât verenin aldığı sevap ve ecir ile çoğalması açısındandır. Tek olan bir şeye ilave ederek onun çift olmasını ifade etmek için de "zeka’l-ferd" denilir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Dörtten aşağı, tek yahut da çift idiler, Eski elbise giymediler ama insanların kısmetleri alabildiğine yükseliyordu." Zekâtın kökünün güzel övgü anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hakim şahidi tezkiye etti" ifadesi buradan gelmektedir. Sanki zekâtını çıkartıp veren kimse kendisinin güzel bir şekilde övülmesini temin etmiş gibidir. Şöyle de denilmiştir: Zekât, arındırmak ve temizlemek kökünden alınmıştır. Nitekim: "Filan kişi tezkiye oldu" tabiri tenkid kirliliğinden ve gafil bırakılmaktan temizlendi anlamındadır. Buna göre, malının zekâtını veren bir kimse, o malında Allah'ın yoksullar için tayin etmiş olduğu hakkı çıkartarak sorumluluktan arındırılıyor gibidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da verilen Zekâtlara "insanların kirlilikleri" ismini vermiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Onların mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizlemiş, onları arındırmış olasın." (et-Tevbe, 9/103) Bu âyet-i kerimede "zekât" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Farz olan zekâtın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, buradaki zekâttan kasıt fıtır sadakasıdır. Bunu İbnu'l-Kasım'ın semâ yoluyla nakline göre Mâlik söylemiştir. Derim ki: İlim adamlarının çoğunun görüşü olan birincisine göre zekât Kitab'da (Kur'ân-ı Kerîm'de) mücmel bir terimdir. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) açıklamıştır. Hadis İmâmlarının rivâyetine göre Ebû Said el-Hudri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Beş vesk'i bulmadığı sürece tahıllarda ve hurmada zekât yoktur. Beş'i bulmadıkça develerde zekât yoktur. Beş ukiyye'yi bulmadıkça da (gümüşte) sadaka yoktur." Buhârî, Zekât 32,42,56; Müslim, Zekât 3, 5-7; Ebû Dâvûd, Zekât 2, 5 vb. Buhârî: "Beş gümüş ukiyye" demektedir. Yine Buhârî'nin İbn Ömer'den rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Semadan (yağmur ile) ve pınarlarla sulanan yahut da biriken yağmur sularıyla sulananlarda onda bir (öşür zekât) vardır. Kuyu suyu ile sulananlarda ise öşrün yarısı (yirmide bir zekât) vardır." Buhârî, Zekât 55. Buna dair açıklamalar inşaallah En'am Sûresi'nde Bk. el-En'âm, 6/141. âyet, 5. başlık gelecektir. Tevbe Sûresi'nde ise aynî mallar ile davarların zekâtına dair açıklamalarda bulunulacaktır. Zekata tabi olmayan mallara dair açıklamalar ise yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al ki..." (et-Tevbe, 9/103) âyetine dair açıklamalar arasında gelecektir. Fıtır sadakası hakkında ise İmâm Mâlik'in bu âyet-i kerimeyi te'vilinden başka Kitapta bir nas yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın: "Yemin olsun iyice temizlenen (tezekki eden) Rabbinin ismini anıp namaz kılan kimse felâh bulmuştur." (el-A'la, 87/14-15) âyetini açıklarken müfessirler fıtır sadakasından söz ederler. Ben ise fıtır sadakasından bu sûrede yer alan oruç âyetlerine dair açıklamalarda bulunurken söz etmeyi uygun gördüm. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fıtır sadakasını Ramazanda emretmiştir. Buna dair hadis gelecektir. Bu hadis ile Hazret-i Peygamber fıtır sadakasını Ramazana izafe etmiş olmaktadır. "Ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz." Âyetinde geçen rükû', sözlükte, alçalarak eğilmek demektir. Bükülmüş herşey rükû' edicidir. Lebid der ki: "Geçmiş nesillerin haberlerini veriyorum Kalktığım her seferinde rükû' eder gibi hareket ediyorum." İbn Dureyd der ki: "Rek'at" yerdeki bir boşluk ve çukur demektir. Yemen şivesinde kullanılır. Rükû' ve sücûdu da kapsayacak şekilde bükülmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Aynı zamanda bir mevkiden aşağıya düşmek hakkında istiare yoluyla kulfanıldığı da olur. Şair der ki: "Zayıf olana düşmanlık etme, olur ki sen Bir gün düşersin makamından, zaman ise onu yükseltivermiş olur." Özellikle neden rükûün sözkonusu edildiğinde farklı görüşler vardır. Kimisi rükû' namazın rükünlerinden biri olduğu için, namazı ifade etmek üzere kullanılmıştır, demektedir. Ancak bu sadece rükûa has bir özellik değildir. Çünkü şer'î buyruklarda kıraat lâfzı da namazı anlatmak üzere kullanılmış, sücud da tamamiyle rek'ati ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Kur'ânu'l-fecr" (el-İsra, 17/78) âyeti ile sabah namazı kasdedilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Namazdan tek bir secdeye yetişen namazı yetişmiş olur" Buhârî, Mevâkît 29; Müslim, Mesâcid 161; Ebû Dâvûd, Salât 233; Tirmizî, Cumua 25; İbn Mâce, İkametu's-Salât 91. diye buyurmaktadır. Hicazlılar rek'ati anlatmak üzere secde tabirini kullanırlar. Bu âyet-i kerimede, özellikle rükûun sözkonusu edilmesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Çünkü İsrailoğullarının kıldıkları namazda rükû' yoktur. Bir başka görüşe göre cahiliyye döneminde en ağır gelen bu idi. O kadar ki İslâm'a girenlerden birisi -sanırım İmrân b. Husayn'dır- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Ben, ancak (rukû'dan) ayağa kalkmış iken secdeye kapanacağım, demiştir. Bunun bir anlamı da rükû'a varmayacağım demektir. Ancak İslâm onun kalbine iyice yer edip kalbi buna bütünüyle yatınca kendisine emrolunan rükû'u da gereği gibi yerine getirdi. Şeriate uygun rükû' şekli, kişinin belini eğmesi, sırtını ve boynunu uzatması, elinin parmak aralarını açması ve iki diz kapağını elleriyle yakalaması, ondan sonra azası yerli yerine gelecek şekilde rükû' ederek üç defa "sübhane rabbiyelazîm" demesidir. Bu rükûun asgari miktarıdır. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile başlar, Kur'ân okumasına da "elhamdülillahi rabbilâlemin" ile başlardı. Rükûa vardığı vakit başını yukarıya kaldırmadığı gibi aşağıya da büsbütün eğmezdi. İkisinin arasında tutardı." Müslim, Salât 240; Ebû Dâvûd, Salât 122; Müsned, VI, 31, 194. Buhârî'nin rivâyetine göre de Ebû Humeyd es-Saidî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şu şekilde yapar gördüm: Tekbir aldığında ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır, rükûa vardığında ellerini diz kapaklarına iyice yerleştirir, ondan sonra da sırtını yere doğru eğerdi..." Buhârî, Salât 85, 118, 120. Rükû, Kur'ân ve Sünnetteki âyetler gereği farzdır. Sücud da böyledir. Çünkü yüce Allah, Hac Sûresi'nin sonunda "...rükû' edin ve secde edin" (el-Hac, 22/77) diye buyurmuştur. Sünnet-i Seniyye de rükû' ve sücûdda da tuma'nineyi (bütün azaların yerli yerince gelmesini) ve bunların arasını ayırmayı ayrıca ilave etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş ve rükû'un niteliğini de az önce açıklamış bulunuyoruz. Sücûda gelince, bu da Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte şöylece açıklanmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) secdeye vardığında alnını, burnunu yere iyice yerleştirir, kollarını yanlarından uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının hizasına koyardı. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Salât 86. Müslim'in rivâyetine göre de Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sücûdda i'tidal üzere olunuz. Sizden herhangi bir kimse köpeğin (ayaklarını) yere sermesi gibi kollarını yere sermesin." Müslim, Salât 233. el-Bera' b. Âzib'den gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Secde ettiğin vakit avuçlarını yere koy ve buna karşılık dirseklerini kaldır." Müslim, Salât 234. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Meymune'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secdeye vardığında arkasından koltuk altlarının beyazlığı görününceye kadar kollarını uzaklaştırır, oturduğunda da sol baldırı üzerinde rahatça otururdu. Müslim, Salât 238; Nesâi, Tatbik 88; Dârimi, Salât 79 9- Yalnızca Alnı veya Burnu Koyarak Secde Etmek: Secde esnasında yalnızca alnını koyup burnunu koymayan veya sadece burnunu yere koyup alnını yere koymayan kişinin durumu hakkında, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Kişi alnı ve burnu üzere secde eder. es-Sevrî ve Ahmed de bu görüştedir. en-Nehaî'nin görüşü de budur. Ahmed der ki: Bunlardan herhangi birisini koyup ötekini koymaksızın secde yapmak yeterli değildir. Ebû Hayseme ve İbn Ebi Şeybe de bu görüştedir. İshak der ki: Ötekini koymaksızın bunlardan birisini koyup secde eden kimsenin namazı fasiddir. el-Evzaî ve Said b. Abdülaziz de böyle der; ayrıca İbn Abbâs'tan, Saîd b. Cübeyr'den, İkrime'den, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan, evet bunların hepsinden burun üzere secde etmeyi emrettikleri rivâyet edilmiştir. Bir grup da şöyle demiştir: Burnunu yere koymaksızın sadece alnı üzere secde etmek yeterlidir. Bu ise, Atâ, Tavus, İkrime, İbn Sirîn ve Hasan-ı Basrî'nin görüşüdür. Şâfiî, Ebû Sevr, Ya'kub ve Muhammed de bu görşütedir. İbnu’l-Münzir der ki: Birisi şöyle demiş: Kişi alnını yere koyup burnunu koymaması, yahut burnunu koyup alnını koymaması halinde kötü bir iş yapmış olur. Bununla birlikte namazı da tamamdır. Bu en-Nu'man (b. Sabit yani Ebû Hanîfe)'nin görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişi alın ya da burnundan birini yere koymakta muhayyerdir. Ancak Ebû Yûsuf ile Muhammed konu ile ilgili hadis dolayısıyla mazeretsiz olarak yalnız alını ya da yalnız burnu secdede yere koymak câiz değildir, demişlerdir. Hanefilerce tercih edilen, fetva verilen görüş de budur! Bk. Dr. V. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- İslamî, I, 660-661. İbnu'l-Münzir der ki: Ondan önce herhangi bir kimsenin bu görüşü ileri sürdüğünü de bilmiyorum, onun bu görüşünü sonradan gelen birisinin kabul ettiğini de bilmiyorum. Derim ki: Secdede doğru ve sahih olan alnı ve burnu birlikte koymaktır. Az önce geçen Ebû Humeyd'den gelen hadis bunu gerektirir. Ayrıca Buhârî'nin rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben yedi kemik üzere secde etmekle emrolundum. Alın -ve bu arada eliyle burnunu işaret etti- iki el, iki diz kapağı, parmak uçları. Diğer taraftan elbise ve saçı (rükû' ve sücûd esnasında ellerimizle) toplamayız." Buhârî, Ezan 134; Müslim, Salât 230; Nesâî, Tatbîk 44. Bütün bunlar namazın mücmel durumlarını açıklayan ifadelerdir. O halde başka türlü bir görüş sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İmâm Mâlik'ten ayrıca rivâyet edildiğine göre, o da Atâ ve Şâfiî'nin görüşü gibi burnunu koymaksızın alnı üzerinde secde etmenin yeterli olduğu görüşü nakledilmiştir. Ancak bizce tercih edilen görüşü birincisidir. Ve Mâlik'e göre de alnı üzere secde etmeyecek olursa secdesi yeterli değildir. Sarığın bir bölümü üzerinde secde etmek mekruhtur. Şayet diz kapaklarını ve ayaklarını örten elbise gibi bir ya da iki kat olursa bunda bir mahzur yoktur. Bununla birlikte efdal olan doğrudan yere veya üzerinde secde ettiği şeye alnını değdirmektir. Şayet kendisine rahatsızlık verecek herhangi bir şey varsa, namaza başlamadan önce ortadan kaldırır. Bunu yapmayacak olursa (secde edeceği vakit) sadece bir defa eliyle düzeltir. Müslim'in Muaykîb'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secde ettiği yerdeki toprakları düzelten bir adam hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer bu işi yapacaksan yalnız bir defa yap." Buhârî, el-Amel fi's-Salât 8; Müslim, Mesâcid 47, 48, 49; Müsned, III, 426, V, 425, 426. Enes b. Mâlik'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte aşırı sıcak olduğu sıralarda namaz kılardık. Bizden herhangi bir kimse için alnını yere koymaya imkan olmazsa elbisesini yayar ve onun üzerine secde ederdi. Buhârî, el-Amel fi's-Salât 9; Müslim, Mesâcid 191; İbn Mâce, İkametu's-Salât 64; Dârimî, Salât 82. 11- Yeterli Olan Rükû' ve Sücûd: Yüce Rabbimiz: "rükû' ediniz ve secde ediniz" (el-Hac, 22/77) diye buyurduğundan dolayı, mezhebimize mensup kimi ilim adamı ve başkaları şöyle demiştir: Bu konuda kendisine rükû' ve sücûd denilecek kadarı yeterlidir. Kıyamda da durum böyledir. Bunun için ayrıca tuma'nine (diye bilinen rükû', sücûd ve kıyam hallerinde azaların yerli yerince oturması)nı şart koşmamışlardır. Onlar bu hususta ismin hakkında kullanılabileceği asgari miktar ile yetinmişlerdir. Sanki namazın olmayacağına dair sabit olmuş hadisleri işitmemiş gibidirler. İbn Abdi’l-Berr der ki: Rükûu esnasında durması, secdesi ve oturması esnasında tam mutedil olmadıkça (azaları yerli yerine oturmadıkça) hiçbir rükû', sücûd, rükûdan sonra ayakta durmak ve iki secde arasında oturmak asla yeterli gelmez. Konu ile ilgili rivâyetlerde sahih olan görüş bu olduğu gibi, ilim adamlarının çoğunluğu da bu kanaattedir, re'y ehlinin görüşleri de bu doğrultudadır. İbn Vehb ve Ebû Mus'ab'ın İmâm Mâlik'ten rivâyeti de bu yöndedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: İbnu'l-Kasım'dan ve başkalarından hareketleri birbirinden ayırmanın vücûbu, fakat tuma'ninenin sözkonusu olmadığına dair pek çok rivâyet gelmiştir. Ancak o, bu konuda çok büyük bir şekilde yanılmıştır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tuma'nineyi yapmış, yapılmasını emretmiş ve öğretmiştir. Şayet İbnu'l-Kasım'ın bu hususta konu ile ilgili rivâyetlere muttali olmadığından dolayı mazur görülmesi mümkün ise de bizzat sizin bu konuda bilgi sahibi olmanızı sağlayacak rivâyetler, size ulaştıktan ve buna dair size karşı deliller ortaya konulduktan sonra mazur görülmeniz mümkün olamaz. Nesâî, Dârakutnî ve Ali b. Abdülaziz, Rifâa b. Râfi'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın yanınd.. oturuyor idim. O esnada yanına bir adam geldi, mescide girip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Geri dön ve namazını kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" diye buyurdu. Adam, namaz kılmaya başladı. Biz de onun ne şekilde namaz kıldığını gözetliyorduk. Hazret-i Peygamber'in o namazının neresini kusurlu bulduğunu bilmiyorduk. Geri dönünce yine Peygamber efendimize ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ve aleykümüsselam, fakat geri dön namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın." dedi Hemmam (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Bilemiyoruz, Hazret-i Peygamber o adama bu şekilde iki defa mı üç defa mı emir verdi. Sonunda adam ona: Elimden geleni yapıyorum, fakat benim namazımın neresini kusurlu bulduğunu da bilemiyorum, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinizin namazının tamam ve eksiksiz olması ancak sununla mümkündür: Allah'ın kendisine emrettiği gibi iyice abdest alır, yüzünü, dirseklerine kadar ellerini yıkar, başını mesheder, topuklarına kadar da ayaklarını (yıkar), sonra yüce Allah'ı tekbir eder O'na hamd-ü senada bulunur, sonra Ümmü'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) ve okumasına izin verdiği ve kolayına geleni okur, sonra tekbir getirir, rükûa varır, elinin ayalarını dizkapaklarının üzerine bütün eklemleri yerli yerine gelinceye (tuma'nine gerçekleşinceye) ve gevşeyinceye kadar rükû' yapar, sonra "semi'allahu limen hamideh" der ve ayakta dosdoğru durur. Her bir kemiği yerli yerince oturur, sonra tekbir getirir, secde eder ve yüzünü bütün eklemleri yerli yerince oturup gevşeyinceye kadar yüzünü -Hemmam der ki: Belki de alnını demiştir- yere iyice koyar. Sonra tekbir getirir ve makadı üzerinde dosdoğru oturur, sırtını dimdik tutar. Hazret-i Peygamber bitirinceye kadar dört rek'atiyle namazı bu şekilde anlattı, sonra şöyle buyurdu: Bu şekilde yapmadıkça "sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz." Buhârî, Ezan 122, Eymân 15. Ebû Hüreyre'den ve daha kısaca; Müslim, Salât 45. Ebû Hüreyre'den ve daha kısaca; Tirmizî, Salât 110 hem Ebû Hüreyre'den, hem Rifâa'dan; buna yakın; Nesâî, İftitâh 7 Ebû Hüreyre'den; Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 72 Ebû Hüreyre'den; Dârakutnî, I, 95-96'daki rivâyet burdaki ile aynı. Müslim tarafından rivâyet edilen Ebû Hüreyre'den gelen hadis de bunun gibidir. Daha önce geçmiştir. Derim ki: İşte Kitab-ı Kerîm'de mücmel olarak emredilen namazı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öğretmesi ve bütün insanlara tebliğ etmesi ile namazın beyanı bu şekildedir. Her kim yapılan bu beyanın sınırında durmaz ve rahman olan Allah'ın kendisine farz kıldığını ihlal eder, Peygamberinden kendisine ulaşanlara gereği gibi itaat etmez ise, yüce Allah'ın şu âyetinin kapsamına giren kimselerden olur: "Bunlardan sonra namazı terkeden, nefsi arzularına uyan kötü bir kavim geldi." (Meryem, 19/59) Bu hususa dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir. Buhârî'nin rivâyetine göre de Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: Huzeyfe, rükû ve sücûdunu tam yapmayan bir adam gördü. Ona şöyle dedi: Sen namaz kılmadın, bu halinle ölecek olursan yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı üzerinde halkettiği fıtrattan başka bir fıtrat üzere ölürsün. Buhârî, Ezan 119; Müsned, V, 384. 12- Rükû' Edenlerle Birlikte Olmak Gereği ve Cemaatle Namaz: Yüce Allah'ın "rükû' edenlerle birlikte" âyeti birlikte olmayı, bir arada bulunmayı gerektirir. Bu bakımdan Kur'ân tefsiri ile uğraşan bir grup ilim adamı şöyle demiştir: Önceleri namaz kılmak emri, cemaatle birlikte kılmayı gerektirmiyordu. Yüce Allah "birlikte" âyeti ile cemaate katılmayı emretmiştir. Cemaate katılarak namaz kılma hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Çoğunluğun (Cumhûrun) kabul ettiği görüş, bunun müekked bir sünnet olduğu ve özürsüz olarak cemaatten uzak kalmayı alışkanlık haline getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı ilim adamları da cemaatle namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul etmiştir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu doğru bir görüştür. Çünkü bütün mescidlerde cemaatle namaz kılmama kararı üzerinde birleşilmesi câiz değildir. Bir mescidde cemaatle namaz kılındığı takdirde tek başına evinde namaz kılanın, kıldığı namazı caizdir. Çünkü Peygamber efendimiz şöyle buyrumuştur: "Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmiyedi derece daha üstündür." Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 249-250. Bu hadisi Müslim İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cemaatle namaz kılmak, sizden birinizin tek başına namaz kılmasından yirmibeş kat daha üstündür." Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 245. Dâvûd (ez-Zahirî) der ki: Cemaatle namaz kılmak her bir kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi bir farzdır. Buna delil olarak da Hazret-i Peygamber'in: "Mescide komşu olanın mescidin dışında kılacağı namaz olmaz." Dârakutnî, I, 420. Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiş ve Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bu, Atâ b. Ebi Rebah'ın, Ahmed b. Hanbel'in ve Ebû Sevr ile başkalarının da görüşüdür. İmâm Şâfiî der ki: Cemaate katılma gücüne sahip olan kimsenin özrü olmadıkça cemaate gitmeyi terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şâfiî'nin bu görüşünü İbnü'l Münzir nakletmektedir. Müslim de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Gözleri görmeyen bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Ey Allah'ın Rasulü, beni mescide getirecek, elimden tutup yol gösterecek kimsem yoktur, dedi ve Rasulullâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan evinde namaz kılmak üzere izin vermesini istedi. Hazret-i Peygamber ona bu konuda ruhsat verdi. Adam geri dönüp gidince Hazret-i Peygamber onu çağırıp şöyle dedi: "Sen namaz için okunan ezanı duyuyor musun?" Adam evet deyince Hazret-i Peygamber: "O halde o çağrıya karşılık ver" dedi. Müslim, Mesâcid 255; Nesâî, İmâme 50 Ebû Dâvûd da bu Hadîs-i şerîfi kaydederken Hazret-i Peygamber'in: "Senin için bir ruhsat göremiyorum" dediğini kaydetmekte ve bu hadisi İbn Umm Mektum'dan rivâyet etmekte, bu müsaadeyi isteyenin de o olduğunu beyan etmektedir. Ebû Dâvûd, Salât 46; İbn Mâce, Mesâcid 17. İbn Abbâs (radıyallahü anhümâ)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasulullâh (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim ezanı işitirse (cemaate) gelmesini engelleyecek bir özrü yoksa..." -Ashab-ı kiram: Özür nedir diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Korku veya hastalık" cevabını verir- "... onun (tek başına) kıldığı namazı kabul olunmaz." Ebû Muhammed Abdulhak der ki: Bu hadisi Mağrâ el-Abdî rivâyet etmektedir. Ebû Dâvûd, Salât 46. Doğrusu ise, bunun İbn Abbâs'a kadar ulaşan mevkuf bir hadis olduğudur ve şöyledir: "Her kim ezanı işitir de (cemaatle namaza) gelmezse onun namazı olmaz." Bununla birlikte Kasım b. Esbağ bunu kitabında zikrederek şöyle demiştir: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı, bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Şu'be, Habib b. Ebû Sabit'ten, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim ezanı işitir de -özrü olmaksızın- gelmezse namazı olmaz." Sıhhat bakımından bu senede diyecek yoktur. Çünkü Ebû İshak, Mağrâ el-Abdî'den, rivâyette bulunmuştur. İbn Mes'ûd da der ki: Bizim gördüğümüz şu ki; namazdan münafıklığı bilinen münafıklardan başkası geri kalmıyordu. Müslim, Mesâcîd 256; Ebû Dâvûd, Salât 46; Nesâî, İmâme 50. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bizimle münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazını cemaatle kılmaktır. Münafıklar ise bu iki namaza gelip katılamazlar." Muvatta’', Salâtu'l-Ceman 5. Hadis Said b. el-Museyyeb'den mürsel olarak rivâyet edilmiştir. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, Kahire 1413/1993, V, 331. İbnu'l-Münzir der ki: Bizler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birden çok kimseden şöyle dediğini rivâyet etmişizdir: "Her kim ezanı işitir de herhangi bir özrü olmaksızın cemaate gelmezse onun namazı olmaz." Bunu rivâyet edenler arasında, İbn Mes'ûd ve Ebû Mûsa el-Eş'arî de vardır. Ayrıca Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Genç (sahabi)lerime emir vereyim, bana demet demet odun toplasınlar, sonra bir mazaretleri olmaksızın evlerinde namaz kılanların yanlarına gideyim ve onların başlarına evlerini yakayım diye içimden geçirdim." Buhârî, Husumat 5; Müslim, Mesâcid 251; Ebû Dâvûd, Salât 46. İşte bu, cemaatle namaz kılmayı farz kabul edenlerin ileri sürdükleri delildir. Bunlar zahirleri itibariyle vücub (farziyet) ifade ederler. Ancak Cumhûr bunları cemaatle namazlara katılma emrini te'kid edici ifadelerdir, diye yorumlamışlardır. Bu yorumlarına delil olarak da İbn Ömer ve Ebû Hüreyre'nin (cemaatin faziletine dair az önce geçen) hadislerini göstermişlerdir. Ashab-ı kiramın konu ile ilgili söyledikleri sözleri ve Hadîs-i şerîfte geçen "namazı olmaz" şeklindeki ifadeleri de mükemmellik ve fazilet ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. Nitekim Hazret-i Peygamber'in İbn Umm Mektum'a söylediği: "O halde çağrıya cevap ver (yani cemaatle namaza katıl) emrini de mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır." Hazret-i Peygamber'in: "... diye içimden geçirdim" Hadîs-i şerîfi kesin vücuba delil değildir. Çünkü böyle birşeyi içinden geçirmiş fakat yapmamıştır. O bakımdan bu hadisi cemaatten ve Cuma namazından geri kalıp katılmayan münafıklara bir tehdit şeklinde anlamak gerekir. Nitekim bu hususu Müslim'in Abdullah'tan yaptığı şu rivâyet de açıklamaktadır: "Yarın Allah'ın huzuruna müslüman olarak çıkmayı arzu eden bir kimse şu namazlara ezan okunan yerde devam etmeye dikkat göstersin, korusun. Çünkü Allah, sizin Peygamberinize -salat ve selam ona- Hûda sünnetlerini teşri' buyurmuştur. Ve şüphesiz bunlar (namazların cemaatle kılınması) hüda sünnetlerindendir. Eğer sizler cemaatten geri kalıp namazını evinde kılan bu kimsenin yaptığı gibi namazlarınızı evlerinizde kılacak olursanız, Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terkettiğiniz takdirde de elbette saparsınız. Eğer ki bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra bu mescidlerden birisine gelir ise şüphesiz yüce Allah onun attığı her bir adım karşılığında ona bir hasene yazar. Ve o adım sayesinde, onu bir derece yükseltir ve o adımın mukabilinde onun bir günahını siler. Ben bizleri (ashab-ı kiramı) şu şekilde gördüm. Cemaatle namaz kılmaktan ancak münafıklığı bilinen bir münafık geri kalırdı. Yemin olsun (hasta olduğundan dolayı) adam koltuklarından tutularak iki kişi tarafından sürüklene sürüklene getirildiğini ve sonunda safta durdurulduğunu görmüşümdür." Müslim, Mesâcid 257; Ebû Dâvûd Salât 46; Nesâî, İmâme 50. Böylelikle Abdullah (b. Mes'ûd rivâyet ettiği) bu Hadîs-i şerîfinde açıkça şunu ifade etmektedir: Cemaatle namaz kılmak hüda sünnetlerinden bir sünnettir. Onu terketmek ise bir sapıklıktır. İşte bundan dolayı Kadı Ebul fadl İyad şöyle demiştir: Sünnetlerin zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların ifa edilmesi için terkedenlerle Savaşılıp Savaşılmayacağı hususunda farklı görüşler vardır. Doğrusu böyleleriyle Savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki üzerinde anlaşmak, Sünnetleri öldürmek demektir. Derim ki: Buna göre Sünnet ikame edilir ve açıkça işleniyor ise kişinin tek başına kıldığı namaz câiz ve sahihtir. Müslim'in rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin cemaatle birlikte kıldığı namaz evinde veya pazarında kılacağı namazdan yirmi küsur derece daha üstündür. Şöyle ki; onlardan herhangi bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra mescide oraya gitmesini namazdan başka gerektiren bir sebep olmaksızın gider ve sadece namaz kılmak arzusunda olursa, attığı her bir adım için mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve bu adımı karşılığında bir günahı silinir. Mescide girinceye kadar bu böyle sürer. Mescide girdiği tardirde onu, orada tutan namaz olduğu sürece namazda demektir. Melekler de namaz kıldığı yerde kalmaya devam ettiği sürece size dua eder ve şöyle derler: Allah'ım buna merhamet buyur, Allah'ım buna mağfiret buyur, Allah'ım, tevbesini kabul et. Başkasına eziyet etmediği ve orada hades yapmadığı sürece bu böyle devam eder." Ebû Hüreyre'ye: Hades yapmak ne demektir diye sorulunca şu cevabı verir: Yellenir yahut osurursa... Müslim, Mesâcid 272; az farkla: Buhârî, Ezan 30. 13- Fazilet Cemaatten Dolayı mıdır, Camiden Dolayı mıdır?: Cemaat dolayısıyla sözkonusu edilen bu ek fazilet hakkında, nerede olursa olsun yalnız cemaatten dolayı mıdır yoksa bu fazilet ancak mescidde kılınan cemaatle namaz hakkında mıdır? Çünkü Hadîs-i şerîfte de belirtildiği gibi, cemaatle namaz kılmak, mescide has fiillerdendir. Bu hususta ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Ancak birinci görüş daha açık ve üstündür. (Yani bu fazilet nerede olursa olsun cemaat içindir). Çünkü cemaat hükmün kendisine bağlı olarak zikredildiği niteliktir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun dışında mescidlere gitmek için atılan çokça adımlar, mescidlere gitme maksadı, mescidlerde durmak için sözkonusu edilen sevaplar ise; cemaatin fazileti dışında sözkonusu olan fazladan sevap ve ecirlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14- Cemaatler Arasında Fazilet Farkı: Yine çokluk ve İmâmın fazileti dolayısıyla bir cemaatin diğer cemaate göre üstünlüğü olur mu hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, îmam Mâlik, olmaz demiştir. İbn Habib, olur demiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmşutur: "Kişinin bir diğer kişiyle birlikte kıldığı namazı tek başına kıldığı namazdan daha güzeldir. İki kişi ile kıldığı namaz bir diğer kişiyle kıldığı namazdan güzeldir. Sayı çoğaldıkça Allah bunu daha çok sever." Bu hadisi Ubey b. Ka'b Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmiş, Ebû Dâvûd Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, İmâme 45 ve yakın bir rivâyet: Müsned, V, 145. da bunu Sünen'ine almıştır. Ancak senedinde leyyin (bir ravi) vardır. 15- Cemaatle Namaz Kılmış Bir Kimsenin Namazını ladesi: Yine ilim adamlarının, cemaatle birlikte namaz kıldıktan sonra bir başka cemaatle birlikte namazını iade etmesinin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve mezheplerine mensup ilim adamları şöyle demiştir: Evinde tek başına yahut ailesi ile birlikte veya evinden başka bir yerde namaz kılmış bir kimse, İmâmla birlikte cemaatle namazını iade eder. Ancak cemaatle birlikte namaz kılmış bir kimse, bu cemaati az olsa dahi, kıldığı cemaatten ister daha çok ister daha az olsun, bir başka cemaatle birlikte tekrar iade etmez. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ile Dâvûd b. Ali (ez-Zahirî) ise şöyle der: Bir cemaatle birlikte namaz kılıp da aynı namazı kılan bir başka cemaat bulan bir kimsenin dilediği takdirde bu ikinci cemaatle birlikte namazını kılması caizdir. Çünkü (ikinci namazı) nafile ve sünnettir. Ayrıca bu Huzeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Enes b. Mâlik, Sile b. Zufer, en-Nehaî ve en-Nehaî'den rivâyet edildiği gibi, Hammâd b. Zeyd ile Süleyman b. Harb da bu görüşü benimsemişlerdir. İmâm Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir günde hiçbir namaz iki defa kılınmaz" Ebû Dâvûd, Salât 56; Nesâî, İmâme 56 (yakın ifadelerle); Müsned, II, 19, 41; Dârakutnî, I, 415-416; ayrıca bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, V, 356 vd. ve et-Temhîd, IV, 244, vd. hadisini delil gösterir. Kimileri de bunu "... kılmayınız" şeklinde rivâyet etmektedir. Bunu Süleyman b. Yesar, İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Ahmed ve İshak ise, bu Hadîs-i şerîfin, insanın önce farz namazı kılması sonra da ikinci bir defa farzı niyyet ederek kılması şeklinde bir anlam ifade ettiğini belirtmişlerdir. Şayet İmâm ile birlikte sünnet yahut tatavvu' diye kılacak olur ise, bu namazı iade etmiş olmaz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise cemaat ile birlikte namazı iade etmelerini emrettiği kimselere: "Bu (ikinci namaz) sizin için nafile olur" diye buyurmuştur. Müslim, Mesâcid, 238-240; Ebû Dâvûd, Salât 10; Tirmizî, Salât 15; İbn Mâce, İkametu's-Salât 150; Müsned, V, 159. Bu hadisi de ashab-ı kiramdan Ebû Zerr ve başkaları rivâyet etmişlerdir. 16- İmâmlığa Öncelikle Kimler Layıktır?: Müslim'in rivâyetine göre Ebû Mes'ûd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir topluluğa Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kişi İmâm olur. Eğer okumaları eşit ise, sünneti en iyi bilenleri, eğer sünneti bilmekte eşit olurlarsa, öncelikle hicret etmiş olanları, eğer birlikte hicret etmiş iseler, daha önce müslüman olmuş olanları (İmâm olur). Kişi kişiye -ondan izin almadıkça- tasarrufu altındaki bir yerde İmâm olmasın ve evinde kendisine has olan kerevetine oturmasın." Hadisin bir rivâyetinde "daha önce müslüman olan" ibaresi yerine "daha yaşlı olan" ifadesi yer almaktadır. Müslim, Mesâcid 290-1; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 46; Nesâî, İmâme 3, 5; Müsned, IV, 118, 121, V, 282. Hadisi Ebû Dâvûd'da rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Şu'be dedi ki: Ben İsmail'e: "Kereveti"nin anlamı nedir diye sordum; o: Döşeğidir dedi. Ebû Dâvûd, Salât 60 Hadisi ayrıca Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Ebû Mes'ûd'dan gelen bu hadis hasen ve sahih bir hadistir, ilim ehlince bu hadise göre amel edilir, demiştir. Tirmizî, Salât 60. Fukahâ der ki: İmâmete en lâyık olan kişiler, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan, sünneti en iyi bilenlerdir. Yine derler ki: Ev sahibi, İmâm olmaya daha lâyıktır. Kimisi de şöyle demiştir: Ev sahibi bir başkasına izin verdiği takdirde onun önüne geçip namaz kıldırmakta bir mahzur yoktur. Kimisi de bunu mekruh görmüş ve şöyle demiştir: Sünnet olan, ev sahibinin namazı kıldırmasıdır. İbnü'l-Münzir der ki: el-Eş'as b. Kays'ten rivâyet ettiğimize göre o bir genci İmâmlığa geçirmiş ve: Ben Kur'ân'ı bileni öne geçiriyorum, demiştir. Topluluğa Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi bilenler İmâm olur, diyenler arasında İbn Şîrîn, es-Sevri, İshak ve re'y sahipleri de vardır. İbnu'l-Münzir der ki: Bizim kabul etiğimiz görüş de budur. Çünkü sünnete uygun olan budur. Mâlik der ki: Topluluğa eğer hali iyi bir kimse ise, en bilgin olanları öne geçip namaz kıldırır. Bununla birlikte yaşın da bir hakkı vardır. el-Evzai der ki: En fakih olanları onlara İmâm olur. Şâfiî ve Ebû Sevr de Kur'ân'ı iyi okuyan bir kimse ise en fakihleri İmâm olur, demişlerdir. Çünkü fakih bir kimse namazda başkasını İmâmlığa geçirmesi gerektiği takdirde kimin kendisinin yerine geçeceğini daha iyi bilir. Bunlar konu ile ilgili Hadîs-i şerîfi ashab-ı kiram arasında en iyi Kur'ân-ı Kerîm okuyanın aynı zamanda en iyi fakih olduğu şeklinde açıklamışlardır. Çünkü ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenerek fıkıh elde ederlerdi. Diğer taraftan onların örflerinde çoğunlukla rastlanılan, fukahâya "kurra" ismi vermeleridir. Yine bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatıyla sonuçlanan hastalığında Hazret-i Ebû Bekir'i İmâmlığa geçirmesini delil gösterirler. Buna sebep ise onun fazileti ve bilgisidir. İshak der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ebû Bekir'i İmâmlığa geçirmesi onun kendisinden sonra halife olacağını ifade etmek içindir. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr), et-Temhîd adlı eserinde zikretmektedir. Ebû Bekr el-Bezzâr'ın hasen bir isnad ile rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yolculuğa çıktığınız zaman, en iyi Kur'ân okuyanınız, size İmâmlık yapsın. İsterse sizin en küçüğünüz olsun. Size İmâmlık yaptı mı da emiriniz odur." el-Azizi, es-Siracü'l-Münir, I, 129; Hasen olduğunu kaydederek. el-Bezzâr der ki: Bizler, bu hadisin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ebû Hüreyre yoluyla ancak bu senediyle rivâyet edildiğini biliyoruz. Derim ki: Küçüğün İmâmeti Kur'ân okuyabildiği takdirde caizdir. Buhârî'de sabit olduğuna göre Amr b. Selime şöyle demiştir: İnsanların gidip geldiği bir yol üzerinde idik. Kafileler bizim yanımızdan geçiyor, biz de onlara insanların durumu nedir, bu adam neyin nesidir, diye soruyorduk. Onlar bizlere: Adam, Allah'ın kendisini peygamber gönderdiğini ve kendisine şunları şunları vahyettiğini ileri sürüyor. Ben onların söyledikleri bu sözü ezberliyor idim. Âdeta bu sözler kalbimde karar kılıyordu. Araplar İslâm'a girmeyi erteliyor, sonucu bekliyor ve şöyle diyorlardı: Onu kavmiyle başbaşa bırakınız. Şayet onlara üstün gelirse doğru söyleyen bir peygamberdir demektir. Mekke fethedilince her bir topluluk İslâm'a girmekte elini çabuk tuttu. Benim babam da gidip kavminin İslâm'a girdiğini belirtti. Döndüğünde şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, gerçekten Allah'ın peygamberi olan birisinin yanından size geliyorum. O şöyle buyurdu: "Şu namazı şu vakitte kılınız. Namaz vakti geldiğinde sizden herhangi biriniz ezan okusun ve en çok hanginiz Kur'ân ezberlemişse o size İmâm olsun." Kavmim baktılar da aralarında benden daha çok Kur'ân ezberleyen kimseyi göremediler. Çünkü ben gidip gelen kafileleri karşılıyor (onların indiğini belirttikleri Kur'ân'ı belliyordum). O bakımdan ben altı ya da yedi yaşlarında iken beni öne geçirdiler. Üzerimde çizgili bir elbise vardı. Secdeye eğildiğimde üstüm açılırdı. Namaz kılan kadınlardan birisi şöyle dedi: Şu Kur'ân okuyan (namaz kıldıran) adamınızın biz görmeyelim diye kıçını örtsenize! Bunun üzerine bir kumaş alıp bana bir gömlek diktiler. Bu gömleğe sevindiğim kadar hiçbir şeye sevinmiş değilim. Buhârî, Meğâzî, 53; Müsned, V, 30, 71. Buluğa ermemiş küçük çocuğun İmâm olmasını câiz görenler arasında Hasan-ı Basrî, İshak b. Raheveyh de vardır."Namazı kavraması ve kılması şartıyla İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü böyle bir kimse de Hazret-i Peygamber'in: "Topluluğa en iyi Kur'ân okuyanları İmâm olur" hadisinin kapsamına girer ve bu hadiste herhangi bir istisna yapılmamıştır. Ayrıca (az önce kaydedilen) Amr b. Selime hadisi de bunu gerektirmektedir. Şâfiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi şöyledir: Küçük sair namazlarda İmâm olabilirse de Cum'a günü İmâmlık yapamaz. Ancak daha önce şöyle derdi: Farz namazda İmâm olması mümkün olan bir kimsenin bayram namazlarında da İmâm olması mümkündür. Şu kadar var ki ben bayram namazlarında valinin dışındakilerin İmâm olmasını mekruh görüyorum. el-Evzaî de der ki: Küçük çocuk baliğ olmadıkça farz namazlarda İmâmlık yapamaz. Ancak ezberlerinde Kur'ân'dan hiçbir şey bulunmayan bir topluluk ile birlikte olursa o taktirde murâhik (ergenlik yaşına yaklaşmış) çocuk onlara İmâmlık yapabilir. ez-Zührî de der ki: Eğer ona namaz kıldırtmak zorunda kalırlarsa böyle bir çocuk onlara İmâmlık yapar. Mâlik, Sevrî ve re'y ashabı ise, küçüğün hiçbir şekilde İmâmlık yapmasını kabul etmezler. 17- İmâm Olmaları Câiz Olanlar ve Olmayanlar: Baliğ, müslüman, hür, istikamet üzere olan her bir İmâma uymanın câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu şartla ki, İmâm olan kişi namazın hükümlerini bilmeli ve Fâtiha Sûresi'nde manayı bozacak şekilde lahin (yanlış okuma) yapmamalıdır. Mesela, "iyyake ne'budu" ibaresini "iyyaki" şeklinde; "en'amte"yi "en'amti" şeklinde okumamalıdır. Fukahâ arasında kimisi de "ta" ile "dat" harflerini biribirinden ayırdetmesini gözönünde bulundurur. Eğer bunları biribirinden ayırdedecek şekilde okuyamıyor ise İmâmlığı sahih olmaz. Çünkü bu harflerin yer aldıkları kelimelerin anlamlan farklı farklı olur. Kimisi de, kıraati bilmeyen bir kimsenin kendisi gibi birisine İmâm olmasına ruhsat vermiştir. Kadına ve erkek mi dişi mi olduğu belli olmayan müşkil hünsâya, kâfire, deliye, ümmîye uyarak namaz kılmak ise câiz değildir. İlim adamlarının büyük çoğunluğuna göre -ileride de açıklanacağı üzere- bunlardan herhangi birisi hiçbir halde İmâm olamaz. Bundan tek istisna ümmî bir kimsenin kendisi gibi olanlara İmâmlık yapmasıdır. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Güzel okuyan bir kimsenin bulunmasına rağmen, doğru dürüst okuyamayan ümmî bir kimsenin İmâmeti kendisine de başkasına da sahih olmaz. Şâfiî de böyle demiştir. Bize göre, ümmî bir kimse kendisi gibi ümmî olan birisine namaz kıldıracak olur ise, mezhebimize ve Şâfiî mezhebine göre hepsinin namazlan sahih olur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Ümmî bir kimse, bir kısmı Kur'ân okuyabilen, diğer bir kısmı ümmî olan bir topluluğa namaz kıldıracak olursa hepsinin namazları fâsid olur. Ebû Yûsuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle der: İmâmın namazı ile Kur'ân okuyamayan ümmîlerin namazı tamamdır. Bir başka kesim de şöyle demektedir. Bunların hepsinin namazı caizdir. Çünkü her birisi kendisi üzerinde farz olan namazı kılmaktadır. Bu da teyemmümlü bir kimsenin su ile abdest almış kimselere namaz kıldırması ile oturarak namaz kılan kimsenin ayakta olan kimselere namaz kıldırmalarına benzer. Bize bu konuda muhalefet edenlerin görüşlerine göre de bu namazlar caizdir. Buna sebep ise her birisinin kendi üzerindeki farzı edâ etmesidir. Derim ki: Bu görüşe Peygamber efendimizin şu Hadîs-i şerîfi delil gösterilebilir: "Namaz kılan kişi namaz kıldığı takdirde nasıl namaz kıldığına niye bakmaz? Çünkü o kimse kendisinin namazını kılmaktadır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salât 108. Diğer taraftan İmâma uyan kimsenin kıldığı namaz İmâmın namazına bağlı değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Atâ b. Ebî Rebâh şöyle dermiş: Bir kişinin hanımı Kur'ân okuyabiliyor ise kendisi tekbir getirir ve hanımı Kur'ân okur. Okumayı bitirdiği takdirde kendisi tekbir getirir, rükû' ve secde yapar. Hanımı ise arkasında (ona uyarak) namaz kılar. Bu anlamda bir rivâyet Katâde'den de gelmiştir. 18- Kör, Topal, Çolak vs. 'nin İmâm Olması: Her birisi namaza dair yeterli bilgiye sahip olmaları şartıyla, körün, topalın, çolağın, eli kesik olanın, hayaları alınmış olanın ve kölenin İmâmlık yapmasında sakınca yoktur. İbn Vehb der ki: Eli kesik olan ile çolağın İmâmlık yapmasını uygun görmüyorum. Çünkü bu gibi kişiler kemal derecesinden aşağıdadırlar. Bu eksiklikten dolayı da İmâm olmaları mekruhtur. (Yani tam bir abdest alamamaktadırlar.) Ancak İbn Vehb'in mezhebini takib edenlerin çoğunluğu ona muhalefet etmişlerdir ki doğrusu da budur. Çünkü böyle bir organın olmayışı namazın farzlarından herhangi birisini engellememektedir. Dolayısıyla gözünü kaybetmiş kimsede olduğu gibi böyle bir azasını kaybetmekle birlikte bunun (eli kesik ve çolağın) da İmâmlığı ve İmâm olarak görevlendirilmesi câiz olur. Nitekim Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ama olduğu halde İbn Umm Mektûm'u Medine'nin dışına sefere çıktığında yerine vekil bırakmış ve o da insanlara İmâm olup namaz kıldırmıştır. Topal, eli kesik, çolak, hayaları alınmış kimse de kıyas yoluyla bu durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Enes b. Mâlik'in gözleri görmeyen hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir kimseye ihtiyaçları nedir ki? Fakat İbn Abbâs ile İtban b. Mâlik, gözleri görmedikleri halde İmâmlık yapıyorlardı. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir. 19- Veled-i Zinanın İmâm Olması: Veledi zinanın İmâm olması hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Böyle bir kimsenin İmâm olarak görevlendirilmesini hoş görmüyorum. Ömer b. Abdulaziz de bu işi hoş görmemiştir (mekruh). Atâ b. Ebi Rebâh ise şöyle dermiş: Eğer kendisinden hoşnut olunuyor ise İmâmlık yapabilir. Aynı zamanda bu Hasan-ı Basrî'nin, Zühri'nin, Nehai'nin, Süfyan-ı Sevri'nin, Ezvai'nin, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Re'y ashabına göre böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir; ancak başkalarının kıldırmasını daha uygun görürler. Şâfiî der ki: Babası bilinmeyen bir kimsenin İmâm olarak tayin edilmesini mekruh görüyorum. Bununla birlikte arkasında namaz kılanın kıldığı namazı caizdir. Îsa b. Dînar der ki: Veled-i zinanın İmâm olması hususunda İmâm Mâlik'in görüşünde değilim. Çünkü böyle bir kimsenin anne babasının günahından sorumlu olması sözkonusu değildir. Yine İbn Abdilhakem de, eğer bizzat İmâmlığa ehil ise bu konuda benzer bir görüş beyan etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Veled-i zina, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Topluluğa en iyi Kur'ân okuyanları İmâmlık yapar" âyetinin kapsamına girerse İmâmlık yapabilir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İmâm olmanın şartı ile ilgili olarak bize kadar ulaşmış haberler arasında nesebi göz önünde bulundurmaya delalet eden hiçbir rivâyet yoktur. Bu rivâyetlerde daha fakih olanın, daha güzel Kur'ân okuyanın, dine bağlılığı ve dine uygun davranışları itibariyle daha ileride olanın öne geçirileceğine dair bir delalet vardır. Köle ile ilgili olarak Buhârî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gelişinden önce ilk muhacirler -Küba'da bir yer ismi olan- el-Asbe'ye gelişlerinde(n sonra) onlara Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim İmâmlık yapıyordu. Aralarında en çok Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyen o idi. Buhârî, Ezan 54. Yine İbn Ömer'den rivâyete göre şöyle demiştir: Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, ilk muhacirler ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kiramına Küba mescidinde İmâmlık yapıyordu. Bunlar Ebû Bekir, Ömer, Zeyd ve Amir b. Rabia idiler. Buhârî, Ahkâm 25. Hazret-i Âişe'ye de kölesi Zekvân, Kur'ân-ı Kerîm'den okuyarak İmâmlık yapıyordu. Buhârî, Ezan 54. İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Esîd'in kölesi Ebû Said -henüz daha köle iken- aralarında Huzeyfe ve Ebû Mes'ûd'un da bulunduğu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup sahabisine İmâmlık yapmış idi. Nehaî, Şa'bî, Hasan-ı Basrî, Hakem, Sevri, Şâfîî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı kölenin İmâm olmasına ruhsat vermiş, Ebû Miclez ise bunu mekruh görmüştür. Mâlik der ki: Kölenin İmâm olması ancak Kur'ân okumasını iyi bilmesi, ona uyacak olan hürlerin ise Kur'ân-ı Kerîm okumasını bilmeyenlerden olması halinde sözkonusudur. Şayet bayram veya cuma namazı sözkonusu olursa bunlarda köle hürlere İmâm olamaz. Bununla birlikte el-Evzai'ye göre, eğer köle arkasında namaz kılacak olurlarsa bu da yeterli olur. İbnu’l-Münzir der ki: Halbuki köle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Topluluğa aralarında Kur'ân'ı en iyi bilen kişi İmâmlık yapar" âyetinin kapsamına girmektedir. Kadının İmâm olması ile ilgili olarak Buhârî, Ebû Bekre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Farslıların Kisrâ'nın kızını başlarına hükümdar yaptıklarını haber alınca şöyle buyurdu: "İşlerini yönetmek üzere başlarına bir kadın getiren bir topluluk asla iflah olmaz." Buhârî, Meğâzî 82; Tirmizî, Fiten 75; Nesâî, Kudât 8; Müsned, V, 43. Ebû Dâvûd'un ise Abdurrahman b. Hallad'dan, onun Abdullah'ın kızı Umm Varaka'dan kaydettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Umm Varaka'yı evinde ziyaret edermiş. Yine onun dediğine göre Umm Varaka'ya ezan okumak üzere bir müezzin tayin etmiş ve aile halkına İmâmlık yapmasını emretmişti. Abdurrahman der ki: Ben onun müezzinini gördüm, oldukça yaşlı birisi idi. İbnu’l-Münzir de der ki: Şâfiî, bir kadının arkasında namaz kılan erkeklere namazlarını iade etmelerini vacip görüyordu. Ebû Sevr ise, böyle erkekler için iade yükümlülüğü yoktur, demektedir. Müzenî'nin konu ile ilgili görüşüne bu bir hükmü gerektirir. Derim ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, kadının erkeklere olsun kadınlara olsun İmâmlık yapması sahih değildir, demişlerdir. İbn Eymen ise kadının kadınlara İmâmlık yapmasının câiz olduğunu rivâyet etmektedir. Müşkil hünsa (erkek mi dişi mi olduğu tesbit edilemeyen) hakkında Şâfîî şöyle demektedir: Böyle bir kimse erkeklere de kadınlara da İmâmlık yapamaz. İmâm Mâlik der ki: Hiçbir şekilde böyle birisi İmâmlık yapamaz. Fukahânın çoğunluğunun görüşü budur. 22- Yahudi ve Hıristiyanın İmâm Olması: Yahudi ve hıristiyan gibi şeriate muhalif bir kâfir, kâfir olduğu müslümanlar tarafından bilinmeksizin müslümanlara İmâmlık yaparsa Şâfiî ve Ahmed böyle bir namaz onlar için yerine gelmiş olmaz, namazlarını iade ederler demektedirler. Mâlik ve ashabı da bu görüştedir. Çünkü böyle bir kâfir Allah'a ibadetiyle yaklaşmaya ehil kimselerden değildir. el-Evzai der ki: Böyle bir kafire ceza verilir. Ebû Sevr ve el-Müzeni ise arkasında namaz kılanların namazlarını iade etmeleri gerekmediğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Ebû Sevr'e göre de böyle bir kâfir namaz kılmakla müslüman olmaz. Ahmed ise: Müslüman olmaya mecbur edilir, demiştir. 23- Mu'tezile, Cehmiyye ve Benzerlerinin İmâmlığı: Mu'tezile, Cehmiyye ve bunlara benzer heva ehli bid'atçilerin İmâmlığına gelince; Buhârî'nin el-Hasen'den rivâyetine göre o: (Arkasında) namaz kıl, bid'atin vebali ise ona aittir demiştir. Buhârî, Ezan 56. Ahmed ise şöyle demiştir: "Eğer kendi kabul ettiği hevasına, bid'atine çağıran propagandist bir kimse ise hevâ ehli olan hiçbir kimsenin arkasında namaz kılınmaz." Mâlik der ki: Zalim yöneticiler arkasında namaz kılınır, fakat Kaderiyye ve onlara benzer bid'at ehli arkasında namaz kılınmaz. İbnü'l-Münzir der ki: Her kimin bid'ati kendisini imandan çıkartıp küfre sokuyor ise onun arkasında namaz kılmak câiz değildir. Bu durumda olmayan bir kimse arkasında namaz kılmak ise caizdir. Bu niteliğe sahip olan kimsenin öne geçirilerek İmâm yapılması ise câiz olmaz. 24- Zinakâr, İçkici ve Benzeri Fasıkların İmâmlığı: Zina eden, içki içen ve buna benzer azalarıyla işlediği günahlar sebebiyle fasık olan bir kimse hakkında Mâlikî mezhebinde farklı görüşler vardır. İbn Habib şöyle der: Şarap içen bir kimsenin arkasında namaz kılan bir kişi, bu kimsenin arkasında kıldığı bütün namazları iade eder. Bundan tek istisna kendisine itaat edilmesi gereken vali ve yönetici olması halidir. O takdirde böyle birisinin arkasında kılınan namaz -namaz kıldırdığı vakit sarhoş olma hali dışında- iade edilmez. Bu görüşü İam Mâlik'in arkadaşlarından karşılaştığım kimseler bana nakletmişlerdir. Câbir b. Abdillah'tan gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde irad ettiği hutbesinde şöyle demiştir: "Hiçbir şekilde bir kadın bir erkeğe İmâm olmasın. Hiçbir bedevî bir muhacire İmâm olmasın, hiçbir günahkar iyi bir kimseye İmâm olmasın. Yönetici olması hali müstesna." İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 78. Ancak hadisin son cümlesi şu şekildedir: "... otoritesiyle zorlayıp kılıcından ve kamçısından korkması hali müstesna." Ebû Muhammed Abdülhak der ki: Bunu Ali b. Zeyd b. Cud'an, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet etmektedir. Çoğunluk ise Ali b. Zeyd'in zayıf olduğunu belirtirler. Dârakutnî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer namazınızın tertemiz olmasını arzu ediyor iseniz, en hayırlı olanlarınızı (İmâm olmak üzere) öne geçiriniz." Bu hadisin senedinde Ebû'l-Velid Halid b. İsmail vardır ki zayıf bir ravidir. Bunu Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, I, 346. Ebû Ahmed b. Ali ise onun hakkında şöyle demektedir: Bu, müslümanlar arasında güvenilir (sika) raviler adına hadis uydururdu. O bu hadisini İbn Cüreyc'den, o Atâ'dan, o Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmektedir. Dârakutnî ise Sellam b. Süleyman'dan, o Ömer'den o Muhammed b. Vasi'den, O Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İmâmlarınızı en hayırlı olanlarınızdan seçiniz. Çünkü onlar sizinle Allah arasında (temsilci) bir heyettirler." Dârakutnî der ki: Bu hadisin senedinde geçen Ömer bana göre Medain kadısı Ömer b. Yezid'dir. Dârakutnî, II, 88. Sellam b. Süleyman da aynı şekilde Medainli olup güçlü bir ravi değildir. Bunu Abdülhak söylemiştir. 25- İmâma Uyan Kimsenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar: Hadis İmâmları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini rivâyet etmektedirler: "İmâm kendisine uyulsun diye İmâm kılınmıştır. O bakımdan ondan farklı hareketleriniz olmasın. O, tekbir getirdiğinde siz de tekbir getiriniz. O, rükûa vardığında siz de rükûa varınız. O semi'allahu limen hamideh dediğinde siz de allahumme rabbena ve lekel hamd, deyiniz. Secdeye vardığında siz de secde ediniz. Oturarak namaz kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." Buhârî, Ezan 74; Müslim, Salât 86, 89; Nesâî, İmâme 40; Müsned, VI, 194. Kastî olarak İmâmdan önce rükûa varan yahut eğilen kimse hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunlardan birincisine göre böyle bir kimsenin namazı, eğer namazın tümünde veya çoğunluğunda bu işi yapacak olursa fasittir. Bu, Zahirilerin görüşüdür. Ayrıca İbn Ömer'den de böyle bir rivâyet gelmiştir. Süneyd'in de şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize İbn Uleyye, Eyyub'dan, o Ebû Kılabe'den, o Ebû’l-Verd el-Ensarî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Ömer'in yanında namaza durdum. İmâmdan önce başımı kaldırıyor, ondan önce başımı koyuyordum. İmâm selam verince İbn Ömer, elimden tuttu beni döndürdü ve kendisine doğru çekti. Ben: Ne oluyor sana, deyince; Sen kimsin, diye sordu. Ben, filan oğlu filanım dedim. Şöyle dedi: Sen doğru sözlü bir aileden geliyorsun. Seni namaz kılmaktan alıkoyan nedir. Benim yanıbaşında namaz kıldığımı görmedin mi deyince, şöyle dedi: Senin İmâmdan önce başını kaldırdığını, ondan Önce başını yere koyduğunu gördüm. İmâma aykırı hareket edenin namazı yoktur. el-Hasen b. Hayy ise İmâmdan önce rükû' eden veya secde yapan, sonra da İmâm rükû' edip yahut secde yapmadan önce başını rükû' ya da sücuddan kaldıran kimse hakkında şöyle demiştir: Böyle bir namaz olmaz ve onun için yeterli olmaz. Fukahânın çoğunluğu şöyle demiştir: Bu şekilde hareket eden bir kimse kötü bir iş yapmış olur, bununla birlikte namazı fâsid olmaz. Çünkü cemaatle namazda ve bu şekilde kılınan namazda İmâmlara uymakta asıl olan, bunun güzel bir sünnet oluşudur. Taharetiyle, rükûuyla, sücûduyla vesair farzlarıyla namazının farz olan kısımlarını edâ ettikten sonra, bu sünnete muhalefet eden bir kimsenin namazını iade etmesi -birtakım sünnetlerini iskat etse dahi- gerekmez. Çünkü eğer tek başına namaz kılmak isteyip de o namazı İmâmından önce kılacak olursa, bu namazı onun için yeterli gelir. Bununla birlikte cemaati terkettiğinden dolayı pek kötü bir iş yapmış olur. Yine fukahânın çoğunluğu der ki: İmâmın kıldığı namaza uyan bir kimse, İmâmın rükûu ile rükû' yapsa, sücudu dolayısıyla da secde yapsa, bununla birlikte kendisi ile İmâmın kıldıkları rek'atler ayrı ayrı değilse bu kişi isterse İmâmdan önce başını kaldırsın, yahut ondan önce başını eğsin, İmâma uymuş olur. Çünkü İmâmının rükûuyla rükû' yapıyor, secdesiyle secde yapıyor, onun kaldırmasıyla birlikte başını kaldırıyor. Bütün bunlarda o kişi İmâmına tabi olmaktadır. Şu kadar var ki İmâma uyan, üzerinde icma edilen bir sünnete muhalefet ettiğinden dolayı kötü bir iş yapmış demektir. Derim ki: İbn Abdi'l-Berr'in Cumhûrdan diye naklettiğinden, Cumhûra göre İmâma uyan kimsenin kıldığı namazın İmâmın kıldığı namaz ile alakalı olmadığı gibi bir mana anlaşılmaktadır. Çünkü maddi ve şer'î ittiba ortada yoktur. Ancak fukahânın çoğunluğuna göre durum böyle değildir. Konu ile ilgili rivâyetlerden ve bu rivâyetlerin tetkikinden anlaşılan, birinci görüşün doğru olduğudur. Yani İmâm kendisine uyulsun diye İmâmdır, fiillerine uyularak onun gibi hareket edilsin diye İmâmdır. Yüce Rabbimizin: "Şüphesiz ki Ben seni insanlara İmâm kıldım" (el-Bakara, 2/124) âyeti de bu anlamdadır. Yani insanların uyacağı bir İmâm kıldım, demektir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar gelecektir. İşte gerek sözlük anlamı itibariyle, gerekse Şer'i bir terim olarak İmâm olmanın gerçek anlamı budur. Kim uyduğu İmâma muhalefet ederse ona uymuş sayılmaz. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususu beyan ederek: "O tekbir getirdiğinde siz de getiriniz" diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi peşisıra yapmayı gerekli kılan "fa-i takibiyye" getirilmiştir. Hazret-i Peygamber de yüce Allah'ın muradını beyan eden kimsedir. Diğer taraftan Peygamber efendimiz, İmâmdan önce başını kaldıran yahut rükûa varan kimseyi ağır bir şekilde tehdid ederek şöyle buyurmuştur: "İmâmdan önce başını kaldıran bir kimsenin başını Allah'ın bir eşek başına yahut suretini bir eşek suretine çevirmesinden korkmaz mı?" Bu hadisi Muvatta’', Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Ezan 53; Müslim Salât 114; Ebû Dâvûd, Salât 75; Tirmizî, Cumua 56; Nesâî, İmâme 38; İbn Mâce, İkame 41. Ebû Hüreyre de: "Böyle birisinin alnı şeytanın elindedir" demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bizim yaptığımız işe uygun olmayan her bir iş merduddur." Buhârî, İ'tisâm 20; Müslim, Akdiye 17,18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2 Buna göre kendisine uymakla emrolunduğunu, ona muhalefet etmenin kendisine yasak olduğunu bildiği halde, kasten İmâmına muhalefet eden kimse namazını hafife almış, kendisine verilen emre muhalefet etmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir kimsenin bu şeklide kıldığı namazının yerini bulmaması, yeterli olmaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 26- Yanılarak İmâmdan Ayrı Hareket Eden: Yanılarak İmâmdan önce başını kaldıran kimse hakkında, İmâm Mâlik şöyle demiştir: Yanılıp da rükû' veya sücûdda bu şekilde hareket eden bir kimsenin uyması gereken sünnet tekrar rükû' veya secdeye dönmesi ve İmâmı beklemesidir. Böyle bir yanılma, yapan kimsenin bir hatasıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İmâm kendisine uyulsun diye İmâmdır. O bakımdan ona muhalefet etmeyiniz." İbn Abdi’l-Berr der ki: Mâlik'in bu sözünün zahiri kasten bu işi yapanın iade etmesini gerektirmediğidir. Çünkü: "bu yapan kimsenin bir hatasıdır" demiştir. Zira yanılan kimseden günah kaldırılmıştır. 27- İftitah Tekbiriyle Selâmda İmâmdan Farklı Hareket: Sözü geçen bu görüş ayrılığı, sadece iftitah tekbiriyle selam dışında kalan hallerde sözkonusudur. Selama dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. İftitah tekbirine gelince, Cumhûrun kanaatine göre İmâma uyanın iftitah tekbiri, ancak İmâmın iftitah tekbirinden sonra olur. Bundan istisna İmâm Şâfiî'den gelen iki görüşten birisinde şöyle denilmektedir: Eğer iftitah tekbirini İmâmından önce getirecek olursa bu da onun için yeterli olur. Çünkü Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldırmak üzere gelmiş, tekbir getirdikten sonra namazdan ayrılmış ve arkasındaki cemaate: "Olduğunuz halde durun" diye işarette bulunmuş. Sonra çıkmış, arkasından başından su damlayarak gelmiş, onlara namaz kıldırmış, namazını bitirdikten sonra da şöyle demiştir: "Ben cünub idim, gusletmeyi unutmuştum." Buhârî, Gusl 17, Ezan 25; Ebû Dâvûd, Tahare 93; İbn Mâce, İkame 137; Müsned, I, 88, 89 (Hazret-i Ali'den); II, 448, 518 (Ebû Hüreyre'den). Ayrıca Enes'ten gelen rivâyete göre "Hazret-i Peygamber tekbir getirdi, biz de onunla birlikte tekbir getirdik" denmektedir. Buna dair açıklamalar Nisa suresinde yer alan yüce Allah'ın ".. cünub iken de gusledinceye kadar (namaza durmayınız)"(en-Nisa, 4/43) âyetini açıklarken -inşaallah- yapılacaktır. Müslim'in rivâyetine göre, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza durduğumuzda omuzlarımızı sıvazlıyor ve şöyle diyordu: "Saflarınızı düzgün yapınız, ayrı ayrı durmayınız, bu sefer kalpleriniz de ayrı ayrı kalır. Benim arkamdaki safta âkil ve baliğ, olgun kimseler yer alsın. Daha sonra, onlardan sonra (yaşça küçük) gelenler, sonra daha küçük olanlar." Ebû Mes'ûd der ki: Bugün sizlerin muhalefeti, en ileri derecededir. Müslim, Salât 122 Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen rivâyette: "Çarşı pazardaki karışıklıklardan, anlaşmazlıklardan ve yüksek sesle bağırıp çağırmalardan çokça sakınınız." Hazret-i Peygamber'in, "saflarınızı düzgün yapınız" âyeti safları düzgün yapmayı, özellikle de birinci safın düzgün olmasını emretmektedir ki bu da İmâmın hemen arkasındaki saftır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle Hicr Sûresi'nde Bk. el-Hicr, 15/24. âyet, 3. başlık. buna dair açıklamalar gelecektir. Orada da yüce Allah'ın izniyle bu hadisin anlamına dair açıklamalar gelecektir. İlim adamları, namazda oturuş şekli hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Çünkü bu hususa dair rivâyetler de farklı farklı gelmiştir. Mâlik ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle der: Namaz kılan kişi kalçalarını yere koyar, sağ ayağını diker, sol ayağını büker. Çünkü Mâlik bu hususta Muvatta’' adlı eserinde Yahya b. Said'den şunu rivâyet etmektedir: Kasım b. Muhammed, onlara teşehhüd esnasındaki oturuşu göstermiş, sağ ayağını dikmiş, sol ayağını bükmüş, sol baldırı üzerine oturmuş, fakat ayağı üzerine oturmamış ve arkasından şöyle demiştir: Bana bu şekli Abdullah b. Ömer göstermiştir. Bana anlattığına göre babası bu şekilde yaparmış. Muvatta’', Salât 52. Derim ki: Bu anlamda ifadeler Müslim'in Sahihinde Hazret-i Âişe'den şöylece rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile ve "elhamdülillahi rabbil âlemin"i okuyarak başlardı. Rükûa vardığı zaman, başını fazla eğmediği gibi dik de tutmazdı, ikisi arasında dururdu. Başını rükûdan kaldırdı mı ayakta dosdoğru durmadıkça secdeye varmazdı. Başını secdeden kaldırdı mı dosdoğru bir şekilde oturmadıkça bir daha secdeye gitmezdi. Her iki rek'atte bir et-tahiyyat'ı okurdu. Sol ayağını yayar, sağ ayağını dikerdi. Diğer taraftan şeytanın topuğunu "Şeytanın topuğu" tabiri "iki secde arasında kalçalarını topuklarına koymaktır", diye açıklanmıştır. Abdest alırken topuklarını yıkamayı terk etmek olduğu da söylenmiştir. (İbnu’l-Esir, en-Nihâye, III, 268) yasaklardı. Ayrıca namaz kılan kişinin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere yapıştırmasını yasaklardı, namazını selam vererek bitirirdi. Müslim, Salât 240; Müsned, VI, 31, 194 Derim ki: İşte bu hadis dolayısıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- İbn Ömer şöyle demiştir: Namazda sünnet olan sağ ayağını dikmen sol ayağını da bükmendir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve mezhebine mensup ilim adamları ve Hasan b. Salih b. Hayy ise şöyle demişlerdir: Sağ ayağını diker, sol ayağına oturur. Çünkü Vail b. Hucr'un hadisi bunu gerektirmektedir. Şâfiî, Ahmed ve İshak da ara oturuşun böyle yapılacağını söylemişlerdir. Öğle, ikindi, akşam ve yatsının son oturuşunun ise Mâlik'in dediği gibi yapılacağını söylemişlerdir. Buna sebep ise Buhârî'nin rivâyet ettiği Ebû Humeyd es-Saidî yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. O şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gördüm ki: Tekbir getirdiği vakit, ellerini omuzlarının hizasına kaldırır, rükûa vardığı vakit ellerini dizkapaklarına iyice koyar, sonra sırtını büker (rükûa eğilir), rükûdan başını kaldırdığında her bir omuru yerine gelinceye kadar doğrulur, secde ettiği vakit ellerini (kollarını) yere yapıştırmaksızın yere koyar, ellerini kapatmaz, ayağının parmak uçlarını kıbleye yönelik tutardı. İki rek'at arasında oturduğunda sol ayağı üzerine oturur, ötekini diker, son rek'atte oturduğunda da sol ayağını öne alır, sağ ayağını diker ve makadı üzerinde otururdu. Buhârî, Ezan 145; Ebû Dâvûd, Salât 116. Taberî der ki: (Namaz kılan) bu şekilde yaparsa güzel bir iş yapmış olur. Çünkü bunların hepsinin Peygamber (s. a) tarafından yapıldığı sabit olmuştur. 30- Oturuşta Ellerin Vaziyeti: Mâlik'in Müslim b. Ebi Meryem'den, onun Ali b. Abdurrahman el-Muâvî'den rivâyetine göre Ali şöyle demiş: Namaz kıldığım sırada çakıllarla oynarken Abdullah b. Ömer beni gördü. Namazı bitirince bu işi terketmemi söyledi ve: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne şekilde yapıyor idiyse sen de öyle yap, dedi. Ben: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne şekilde yapıyordu? diye sorunca şöyle dedi: O namazda oturduğunda sağ elini sağ baldırının üzerine koyar, bütün parmaklarını kapatır ve baş parmağa bitişik olan parmağı ile (şehadet parmağı ile) işaret ederdi. Sol elini de sol baldırının üzerine koyardı. Ve dedi ki: İşte böyle yapardı. Muvatta’', Salât 43; Müslim, Mesâcid 116; Ebû Dâvûd, Salât 180-181; Nesâî, Sehv 33. İbn Abdi’l-Berr der ki: İbn Ömer'in nitelediği şekliyle sağ eli sağ baldırına koyması sağ elinin bütün parmaklarını yumup sadece şehadet parmağını açık tutup onunla işarette bulunması, buna karşılık sol elini sol baldırına açık ve parmakları birbirinden ayrı olarak koyması, bütün bunlar namaz esnasındaki oturuşta icmâ' ile kabul edilmiş birer sünnettir. Bildiğim kadarıyla bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu kadarı sana yeter. Şu kadar var ki ilim adamları şehadet parmağını hareket ettirmekte farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi bu parmağını hareket ettirmesinin uygun olduğu görüşünde iken, kimisi bu görüşte değildir. Bütün bunlar ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar sahih senetle ulaşan rivâyetlerde yer almıştır. Hepsini yapmak da mubahtır. Allahü teâlâ'ya hamdolsun. Süfyan b. Uyeyne de bu hadisi Müslim b. Ebi Meryem'den İmâm Mâlik'in rivâyet ettiği anlamıyla rivâyet etmiş ve ayrıca şunu da eklemiştir: Süfyan dedi ki: Bunu bize Yahya b. Said, Müslim'den nakletti. Sonra ben Müslim ile karşılaştım, bu hadisi ondan dinledim. Fazladan bana şunları da dedi: "(Parmağı bu şekilde hareket ettirmek) şeytanı kovalamaktır. Sizden herhangi bir kimse parmağı ile işaret edip böyle yaptığı sürece (namazında) yanılmaz." İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IV, 262. Derim ki: Ebû Dâvûd'un İbn ez-Zübeyr'den gelen rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua ettiğinde parmağı ile işaret eder, fakat onu hareket ettirmezdi. Ebû Dâvûd, Salât 180-181. Bazı Irak âlimleri de bu görüşü kabul edip şehadet parmağını hareket ettirmeyi menetmiştir. Mezhebimize mensup kimi ilim adamları ise parmağı bu şekilde uzatmanın tevhidin devamına işaret olduğu görüşünü belirtmişlerdir. İmâm Mâlik mezhebine mensup ve başkaları arasından pek çok ilim adamı şehadet parmağının hareket ettirileceği görüşündedir. Ancak bu hareket ettirmenin devamlı olup olmayacağı hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir. Parmağını hareket ettirmeyi benimseyenler şu açıklamayı yaparlar: Bu durum namazda huzuru sürekli hatırlatır ve Süfyan'dan gelen rivâyette de belirtildiği gibi bu şeytanı kovmakta ve def etmektedir. Devamlı hareket ettirmeyi uygun görmeyen kimseler ise, şehadet kelimelerini telaffuz ettiği esnada parmağını hareket ettirmeyi uygun görür. Ve bu hareketini şöyle açıklar: O bu parmağı ile de tevhidi söylemiş gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 31- Kadının Namazda Oturuş Şekli: Kadının namazda ne şekilde oturacağı hususunda da farklı görüşler vardır: Mâlik der ki: Kadın erkek gibi oturur ve iftitah tekbirinden sonra giyim ve açıktan okuma dışında erkekten farklı bir durumu yoktur. es-Sevrî der ki: Kadın cilbabını tek bir tarafından örtünüp aşağıya doğru sarkıtır. Bunu İbrahim en-Nehaî'den rivâyet etmiştir. Ebû Hanîfe ve ashabı ise şöyle demiştir: Kadın en kolayına gelen şekil ne ise o şekilde oturur. Bu, en-Nehaî'nin de görüşüdür. O: Kolayına gelen şekilde oturur, demiştir. Şâfiî de: Tesettürüne en uygun şekil ne ise öyle oturur, demektedir. 32- İk'â Denilen Oturuş Şekli: Müslim'in rivâyetine göre Tavus şöyle demiştir: İbn Abbâs'a iki ayak üzerinde ik'â İk'â: Aslında kalçalarını yere koyup ayaklarını dikip ellerini de yere koymaktır. Burada iki secde arasında kalçalarını, topuklarına koyarak oturmak anlamındadır, (İbnu’l-Esir, en-Nihâye, IV, 89) hakkında soru sorduk. O bize: O sünnettir, dedi. Bizler ona: Biz bu işi erkek için ağır bir şekil olarak görüyoruz, deyince İbn Abbâs şöyle dedi: Hayır, bu senin Peygamberinin -salat ve selam ona- sünnetidir. Müslim, Mesâcid 32; Ebû Dâvûd, Salât 139, Tirmizî, Mevâkit 94; Müsned, I, 313 İlim adamları ik'â'ın ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ubeyd der ki: İk'â erkeğin köpeğin ve yırtıcı hayvanların oturuşu gibi kalçaları üzerine oturup dizlerini kırıp, bacaklarını dikmesidir. İbn Abdi’l-Berr der ki: İşte icma ile kabul edilen ik'â ismi verilen oturuş şekli budur, ilim adamlarının bu konuda görüş ayrılıkları yoktur. Dilcilerin ve fukahâdan bir grubun açıklaması da böyledir. Ebû Ubeyd ise der ki: Hadisçiler ik'â denilen oturuş şeklini kişinin iki secde arasında kalçalarını ayak topuklarına koyması diye açıklarlar. Kadı Iyad da der ki: İk'ânın açıklaması ile ilgili olarak bana göre en uygun açıklama şekli İbn Abbâs'ın sünnettendir dediği şekildir. Fukahâ da bunu iki secde arasında kalçaları ayak topukları üzerinde koymak diye açıklamışlardır. İbn Abbâs tarafından da bu şekilde açıklanarak: Topuğunu kalçana değdirmen sünnettendir diye ifade etmiştir. Bunu İbrahim b. Meysere, Tavus'tan, o İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve Ebû Ömer bunu zikretmiştir. Kadı (devamla der ki): Seleften ve ashab-ı kiramdan bir topluluktan rivâyet edildiğine göre onlar bu şekilde otururlardı. Bununla birlikte değişik bölgelerin fukahâsı genel olarak bu görüşü benimsemiş ve buna ik'â ismini vermişlerdir. Abdürrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun babasından rivâyetine göre babası İbn Ömer'i, İbn Abbâs'ı ve İbn ez-Zübeyr'i iki secde arasında ik'â yaparken görmüştür. 33- Namazın Sonunda Selam Vermek: Selam vermenin vücûbunu (farziyetini) kabul edenler ile etmeyenler arasında ikinci selamın farz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak el-Hasen b. Hay'den gelen rivâyete göre o her iki selamı da vacip kabul etmiştir. Ebû Ca'fer et-Tahâvî der ki: İki defa selam verileceğini kabul eden ilim ehli arasından ikincisinin namazın farzlarından olduğunu kabul eden, Hasan b. Hay'dan başka bir kimsenin bulunduğunu bilmiyoruz. İbn Abdi’l-Berr der ki: Hasen b. Salih'in her iki selamı da birlikte vacip görüp "ve birinci selamdan sonra ikinci selamdan önce abdesti bozulanın namazı da bozulur" şeklindeki kanaatinin delillerinden birisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "namazın tahlili (yani namaza ait olmayan fiillerin artık helal olması) selam vermektir." hadisidir. Bundan sonra Peygamber efendimiz, selam vermenin ne şekilde olacağını beyan etmiştir. O sağına ve soluna selam verirdi. İkincisini değil de yalnızca birinci selamı vacip (farz) kabul edenlerin delillerinden birisi de Peygamber efendimizin "onu helal kılmak selam vermektir" hadisidir. Onlar bununla ilgili olarak derler ki: Tek bir selam vermek hakkında da "teslim (selam vermek)" tabiri kullanılır, demişlerdir. Derim ki: Bu meselenin temeli, ismin asgarî miktarını mı yoksa azamî ve nihaî sınırını mı esas almak gerekir, sorusuna dayanır. Namaza girmek icma ile tek bir tekbir ile gerçekleştiğine göre aynı şekilde ondan çıkış da bir tek teslim (selam verme) ile olmalıdır. Şu kadar var ki, İbn Mes'ûd -ki bu konuya dair gelen rivâyet yolu en fazla olandır- dan Vâil b. Hucr el-Hadramî'den, Ammar'dan, el-Bera' b. Âzib'den, İbn Ömer'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivâyet edilen hadislerle âdeta tevâtüren sabit sünnetlerin belirttiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki defa selam verirdi. İbn Cüreyc, Süleyman b. Bilal ile Abdülaziz b. Muhammed ed-Deraverdî, hepsi Amr b. Yahya ve Mazinî'den, o Muhammed b. Yahya b. Habban'dan o amcası Vasi' b. Habban'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: (Dedi ki): İbn Ömer'e şöyle dedim: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazının ne şekilde olduğunu anlat. Bana başını kaldırıp eğdiği her seferinde tekbir getirdiğinden ve sağına "esselamu aleyküm verahmetullah" diyerek soluna da yine "esselamu aleykum verahmetullah" diyerek selam verdiğinden sözetti. Bir rivâyetler ve senetleri için bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IV, 297 vd. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu, Medine ehline ait sahih bir isnaddır. Bununla birlikte Medine'de meşhur olan uygulama tek bir selam vermektir. Bu, Medine halkının biribirinden öğrenerek miras aldığı bir uygulamadır. Böyle bir uygulamayı her beldede delil diye göstermek doğru ve sıhhatlidir. Çünkü günde birkaç defa tekrarlandığından dolayı vukuu kimseye gizli kalmaz. Yine Küfe ve başka şehirlerin halkının uygulamasında iki selam vermek oldukça yaygındır ve yine onlar bunu geçmişlerinden miras almışlardır. Bu türden olan farklı uygulamalar ezan gibi mubah bir şeydeki farklılığa benzer. Diğer taraftan Hicaz'da, Irak'ta, Şam'da ve Mısır'da bulunan herhangi bir ilim adamından tek bir selam vermenin ya da iki selam vermenin tepkiyle karşılandığına dair rivâyet gelmemiştir. Aksine bu ilim adamları bunu(n her ikisini de) bilmektedirler. Bir tek selam vermeye dair hadisi Sad b. Ebi Vakkas, Hazret-i Âişe ve Enes rivâyet etmişlerdir. Ancak bu rivâyetler illetlidir, hadis ilmini bilenler bunları sahih kabul etmemektedir. Dârakutnî'nin rivâyetine göre İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Teşehhüdü gizliden yapmak sünnettendir. Ebû Dâvûd, Salât 179-180; Tirmizî, Salât 101. İmâm Mâlik, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yoluyla gelen şu şekildeki teşehhüdü tercih etmiştir: Tahiyyat Allah'ındır, tertemiz ibadetler Allah'ındır, tayyibât (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır, selam sana ey Peygamber ve Allah'ın rahmeti ve bereketleri (üzerine olsun), Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür." Muvatta’', Salât 53. Şâfiî, Şâfîî ashabı ve Leys b. Sa'd ise, İbn Abbâs yoluyla gelen teşehhüdü tercih etmişlerdir. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûreyi öğretir gibi bize teşehhüdü öğretir ve şöyle derdi: Tahiyyat, mübarek dualar, salavat ve tayyibat (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır. Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri de (üzerine olsun). Selam bizlere ve Allah'ın salih kularına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasulüdür. " Müslim, Salât 60. es-Sevrî, Kûfeliler ve hadis ehli ise yine Müslim tarafından rivâyet edilen Abdullah b. Mes'ûd'un teşehhüdünü tercih etmişlerdir. Abdullah b. Mes'ûd der ki: Bizler namazda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ardında: Allah'a selam olsun, filana selam olsun derdik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) günün birinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah selâmın kendisidir. Sizden herhangi biriniz namazda oturacak olursa şunları söylesin: Tahiyyat Allah'ındır, malî ve bedenî ibadetler de (O'nundur). Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerine olsun. Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına." Kul bunu söylediği takdirde gökte olsun yerde olsun Allah'ın bütün salih kullarına isabet eder. (Devamla teşehhüdünü şöyle bitirir): Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan sonra dilediği şekilde Allah'a dua eder, dilekte bulunur." Müslim, Salât 55. Ahmed, İshak ve Dâvûd da bu teşehhüdün yapılacağı görüşündedir. Endülüs'te Ahmed b. Halid de bunu tercih eder ve buna meylederdi. Ebû Muş'a el-Eş'ari'den, hem merfu' hem de mevkuf olarak İbn Mes'ûd'un bu teşehhüdüne yakın bir teşehhüd nakledilmiştir. Bütün bunlar ise mubah olan bir hususta ihtilaftır. Teşehhüd ile ilgili çeşitli rivâyetler için bk. Dârakutnî, I, 349 vd. Bunlardan herhangi birisini vacip kabul etmek sözkonusu değildir. Hamd yalnızca Allah'adır. İşte bütün bunlar aziz ve celil olan Allah'ın: "rükû' edenlerle birlikte siz de rükû' ediniz âyetinin ihtiva ettiği, İmâma ve me'muma (İmâma uyan kimseye) dair birtakım hükümlerdi. İleride yüce Allah'ın: "Ve Allah için huşu ve itaatla (namaza) kalkın." (el-Bakara, 2/238) âyetinde namazda ayakta durmaya dair açıklamalar gelecektir. Yine orada hasta olan İmâm ile buna benzer namaz ile alakalı diğer hükümlere dair açıklamalar da gelecektir. Âl-i İmrân Sûresi'nde Âl-i İmrân, 3/191. âyet, 3. başlık İmâmın dışında hasta kimsenin namazının hükmü, Nisa Sûresi'nde Nisa, 4/101’in tefsiri korku namazından söz ederken farz namaz kılanın nafile namaz kılana uymasının hükmü, Meryem Sûresi'nde Meryem, 19/11 âyet, 1. başlık İmâmın kendisine uyanlardan daha yüksekçe bir yerde namaz kılmasının hükmü ve buna benzer vakitlere, ezanlara ve mescidlere dair hükümler gelecektir. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın: "namazı kılınız" âyetine dair bir beyan (açıklama)dır. Sûrenin baş taraflarında da yine namazın birtakım hükümleri sözkonusu edilmişti. Bundan dolayı yüce Allah'a hamdederiz. 44Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz başlıkta ele alacağız. "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" âyeti azar anlamında bir sorudur. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, maksat yahudi âlimleridir. İbn Abbâs der ki: Medine'de bulunan yahudilerden bir kimse müslümanlar arasından kendisi ile sıhrî akrabalığı, herhangi bir yakınlık veya süt akrabalığı bulunan kimseye: Üzerinde bulunduğun bu hal üzere sebat et ve -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastederek- o adamın sana emrettiği şeyde kararlı ol. Çünkü onun emri haktır. Onlar insanlara bunu emrettikleri halde kendileri yapmıyorlardı. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, Beyrut, 1411/1991, s. 27 Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre yahudi âlimleri kendilerini takib edenlere ve kendilerine uyanlara Tevrat'a uymayı emrediyor fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini inkâr etmek suretiyle de Tevrat'a aykırı hareket ediyorlardı. İbn Cureyc der ki: Yahudi âlimleri, Allah'a itaate teşvik ediyor, buna karşılık bizzat kendileri Allah'a isyanı gerektirecek günahları işliyorlardı. Bir diğer grup da şöyle demiştir: Sadaka vermeye teşvik ettikleri halde kendileri cimrilik gösteriyorlardı. Bu rivâyetlerin ifade ettikleri anlam birbirlerine yakındır. İşarî tefsir ile uğraşanlardan birisi de şöyle demiştir: Yani sizler anlamların hakikatlerini, insanların yerine getirmelerini isterken bizzat kendiniz bu anlamların zahirî şekillerine aykırı hareket ediyorsunuz. 2- Kendilerini Unutup Başkalarına İyiliği Emredenlerin Azâbı: Bu durumda olanların azaplarının şiddeti ile ilgili olarak Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. Bunlar kimlerdir ey Cebrâîl, dedim. Bana şu cevabı verdi: Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder, Kitabı okudukları halde bizzat kendileri unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?" Müsned, III, 120, 231, 239. Ebû Umame'nin de rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyumuşur: "İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, siz kimlersiniz diye sorulur, şu cevabı verirler: Bizler insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz." Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 158. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîfte leyyin bir ravi olan el-Husayb b. Cahder vardır ve İmâm Ahmed bunu zayıf ravi kabul ederdi. Ancak İbn Maîn de bunu Ebû Ğalib'den, o Ebû Umame Suday b. Aclan el-Bahilî'den rivâyet etmektedir. Ebû Galib ise -Yahya b. Mâin'in anlattığına göre- Halid b. Abdullah b. Esid'in azadlısı Hazevver el-Kureşî'dir. Bahilelilerin azadlısı olduğu da söylendiği gibi, Abdurrahman el-Hadramî'nin azadlısı olduğu da söylenmiştir. Bu kişi ticareti için Şam'a, gider gelirdi. Yahya b. Maîn der ki: Bu hadisi salih (alınabilir) bir kimsedir. Diğer taraftan Müslim bunu Sahih'inde bu manada Üsame b. Zeyd'den şu şekilde rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır şöyle derler: Ey filan, sen ma'rufu emreden münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin? Şöyle der. Evet, böyle idim. Ma'rufu emreder fakat işlemezdim. Münkerden alıkoyar fakat kendim işlerdim." Buhârî, Bed'u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 51; Müsned, V, 205, 206, 207, 209. Derim ki: Sahih hadis ile âyetin lâfızları maruf ve münkeri bilip bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını gösterir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah'ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah'ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 185. Hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. 3- Âyet-i Kerîmedeki Azarın Sebebi: Şunu bil ki -Allah seni başarılı kılsın- âyet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler iyiliği işlemeyi terketmekten dolayıdır. İyiliği emretmekten dolayı değildir. Bundan dolayı yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde iyi amelleri emredip de onları işlemeyen birtakım kimseleri yermiş ve Kıyâmet gününe kadar zaman boyunca okunacak bir âyet ile onları azarlayarak: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" diye buyurmuştur. Fakih Mansur şu beyitlerinde ne güzel söyler: "Bir topluluk var ki emrediyorlar Kendilerinin yapmadıklarını Şüphesiz bunlar delidirler, isterse onlar Sar'aya tutulmasınlar." Ebû'l Atahiye de der ki: "Takvayı sanki sen takvalı imiş gibisin anlatıyorsun Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor." Ebû'l Esved ed-Düelî de şöyle demiştir: "Bir huyu yasaklayıp da sen benzerini işleme Böyle bir şey yaparsan bu senin için büyük bir ayıptır. İşe kendinden başla, kendini sapıklıktan alıkoy. Eğer vazgeçebilirsen o vakit sen hikmet sahibi bir kimsesin demektir. O takdirde öğüt verirsen kabul edilir ve söylediklerine Uyulur, öğrettiklerinin de faydası olur." Ebû Amr b. Matar der ki: Zühd sahibi, Ebû Osman el-Hirî'nin meclisinde bulundum. Dışarı çıktı ve öğüt vermek üzere oturduğu yerini aldı. Uzun boylu sustu. Ebû'l-Abbâs diye bilinen birisi ona şöyle seslendi: Bu susuşuna dair birşey söylemeyi uygun görür müsün? Bunun üzerine şöyle dedi: "Takva sahibi olmayan bir kimse insanlara takvayı emrediyor, Kendisi hasta olan bir doktor başkasını tedavi ediyor." Bunun üzerine ağlamalar ve gürültüler yükselmeye başladı. 4- İbretli Hikayeler (Kasas) Anlatma: İbrahim en-Nehaî der ki: Üç âyet-i kerîme dolayısıyla kıssa anlatmaktan hoşlanmıyorum. Bunların birisi yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" âyetidir, diğeri: "Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" (es-Saf, 61/2) âyeti, diğeri ise "Size ettiğim yasağa kendim muhalefet etmek istemem" (Hud, 11/88) âyetidir. Selm b. Amr da şöyle demektedir: "Kendisi zahidlik etmediği halde insanlara zühdü tavsiye eden Bir vaizin zahidlik öğütlemesi ne kadar çirkindir! Eğer o zahidliğe samimi olarak çağıran birisi olsaydı Sabah akşam onun kaldığı ev mescid olurdu. Eğer o gerçekten dünyayı reddetmiş ise ne diye İnsanlardan hediyeler bekliyor, bağışlar umuyor? Halbuki rızık gördüğün kimselere pay edilmiştir Siyahı da beyazı da onu ele geçiriyor." el-Hasen, Mutarrıf b. Abdullah'a : Arkadaşlarına öğüt ver demiş, o da şu cevabı vermiş: Korkarım ki yapmadığım şeyleri söylerim. el-Hasen: Allah sana merhamet buyursun. Hangimiz söylediğini yapıyor ki? Şeytan ise böyle bir sonucu elde etmek istiyor. O vakit hiçbir kimse bir ma'rufu emretmez ve bir münkeri de yasaklamaz. Mâlik, Rabia b. Ebi Abdurrahman'dan rivâyetle der ki: Saîd b. Cübeyr'i şöyle derken dinledim: Herkes kendisinde olumsuz hallerden hiçbir eser kalmayıncaya kadar marufu emretmeyi, münkerden alıkoymayı bıraksaydı hiçbir kimse hiçbir marufu emretmez, hiçbir münkerden de alıkoymazdı. Mâlik der ki: Gerçekten doğru söylemiştir. Bazı kusurları bulunmayan kim var ki? Bu âyet-i kerimede geçen "iyilik (birr)"den kasıt itaat ve salih ameldir. Birr: Doğruluk, tilki yavrusu ve koyun pazarı gibi anlamlara da gelir. Arapların: “.....” şeklindeki sözleri, koyunlara ne şekilde seslenileceğim ve ne şekilde güdüleceklerini birbirinden ayırdedemez, anlamındadır. Buna göre bu kelime müşterek bir lafızdır. Şair der ki: "Allah'ım, Rabbim, şüphe yok ki Bekroğulları işte önündedir insanlar sana itaat ediyor, onlar ise sana isyan ediyorlar." Şairin şu sözünde geçen "birr" kelimesinin kalp anlamına geldiği de söylenir: "Ben onun yanında kalbin durumu gibi olurum ve ondan da yakın; Malımı önüne bırakıyorum ve emirlerini gözlüyorum." Burr, bilinen birşeydir (buğday demektir). Berr ise saygı ve ta'zim göstermek demektir. Anne-babasına ta'zim edip ikramda bulunan kimse hakkında berr ve bârr çocuk denilir. 6- İyiliği Emrederken Kendini Unutmak: Yüce Allah'ın: "Kendinizi unutur musunuz?" âyetinden kasıt, kendinizi terkeder o halde bırakır mısınız demektir. Unutmak, terketmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/68); "Onlara verilen öğütleri unutmaları üzerine.." (el-En'am, 6/44) ile: "Ve aranızda faziletli davranışı unutmayınız" (el-Bakara, 2/237) âyetinde "unutmak" hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır. İleride de gelecek olan: "Âdem unuttu, bunun için onun soyundan gelenler de unuttu" hadisindeki unutmak da bu anlamdadır. Çokça unutan unutkan kimseye "nesyan" denilir. Âyet-i kerimede geçen nefs (kendi) ise ruh demektir. Nefsi (canı) çıktı denilir. Şair Ebû Hirâş der ki: "Salim kurtuldu ve onun nefsi (canı) ağzında idi O ise ancak kılıcının kını ve kararlılığı ile kurtuldu." Âyet-i kerimede geçen "nefs"in ruh anlamına geldiğinin delillerinden birisi de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah, ölümleri nefisleri (ruhları) vaktinde alır." (ez-Zumer, 39/42) İleride de geleceği üzere tefsir âlimlerinin bir grubunun görüşüne göre böyledir. Bu husus, Hazret-i Bilal'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söylediği -İbn Şihab yoluyla gelen- hadiste gayet açıktır: Ey Allah'ın Rasûlü, senin nefsini alan kim ise benim de nefsimi o aldı. Muvatta’', Vukutu's-Salat 25; Müslim, Mesacid 306'da Ebû Hüreyre'den Yine Hazret-i Peygamber'in Zeyd b. Eslem yoluyla gelen hadisteki şu sözü de böyledir: "Şüphesiz Allah, bizim ruhlarımızı kabzetti. Dileseydi ruhlarımızı bir başka zamanda bize geri verirdi." Muvatta’', Vukutu's-Salat 26 Bu iki hadisi de İmâm Mâlik rivâyet etmiştir. Konu ile ilgili en uygun görüş budur. Nefs aynı zamanda kan anlamındadır. (Kanı aktı anlamında) nefsi aktı, denilir. Şair der ki: "Nefslerimiz (kanlarımız) akıyor kılıçların keskin ucu üzerinde Zaten silahların ucundan başka birşey üzere akmazlar." İbrahim en-Nehaî de der ki: Akan bir nefsi (kanı) olmayanların suda ölmeleri halinde suyu pisletmezler. Nefs aynı şekilde ceset anlamına da gelir. Şair der ki: "Bana haberin ulaştığına göre Suhaymoğulları el-Münzir'in nefsinin (cesedinin) kanını evlerine soktular." 7- Kitabı Okuyup Durduğunuz Halde mi?..: Yüce Allah'ın: "Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz" âyeti anlayan için çok büyük bir azar ihtiva etmektedir. "Kitab'ı da okuyup durursunuz" âyeti Tevrat'ı da okursunuz demektir. Aynı şekilde onların davranışlarının benzerini yapan da onlar gibi olur. "Tilâvet"in aslı tâbi olmak demektir. Okumak anlamına gelen kıraat hakkında kullanılması da bundan dolayıdır. Çünkü uygun şekliyle ortaya çıkıncaya kadar harfler arka arkaya dizilerek kelimeler de birbirinin ardısıra söylenirler. Uymak anlamına kullanıldığı takdirde masdarı "tuluv", okumak anlamına kullanıldığı zaman ise masdarı "tilâvet" şeklinde olur. Yine yardımsız bırakmak halinde de "tuluvv" masdarı kullanılır. Kalıntı anlamına ise "teliyye" ile "tülâve" kullanılır. Hakkını bütünüyle alıncaya kadar işin arkasını bırakmamak için de bu kökten gelen kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" âyeti, sizler hala kendinizi, sizi bu derece alçaltan böyle bir durumu işlemekten engellemeyecek misiniz, demektir. Akl kelimesi engellemek anlamındadır. Deve yuları anlamına gelen "ikal" da burdan gelmektedir. Çünkü hareket etmesini engeller. Diğer taraftan diyet hakkında da "akl" tabiri kullanılır. Çünkü bu diyet, maktulun velisini caniyi öldürmekten alıkoyar. Kabızlık haline ve dilin tutulmasına "i'tikâl" denilmesi de bu anlam yakınlığından dolayıdır. Kaleye (ism-i mekân) olarak "ma'kil" denilmesi de bundandır. "Akl" aynı zamanda bilgisizliğin zıddıdır. Yine Arap kadınlarının kendisi ile hevdeçlerini örttüğü kırmızı bir kumaşa da bu isim verilir. Alkame der ki: "Uzunlamasına ve yuvarlak süslü kumaşları kuşlar neredeyse kapıverecek Sanki o karından boşalan kırmızı kanları andırır." İbn Fâris der ki: Kumaşlarda uzunlamasına nakış ve süslere "akl" denir. Dairemsi alanlara da "rakm" denilir. ez-Zeccâc der ki: Akıllı kişi Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylere uygun hareket eden, onları yerine getiren kimsedir. Bunların gereğince amel etmeyen kimse ise cahildir. Hak ehli aklın yaratılmış olduğunu , var olduğunu, kadim olmayıp mevcut bir varlık olduğunu ittifakla kabul ederler. Çünkü akıl yok olsaydı birtakım zatlara özel bir sıfat olmazdı. Onun varlığı sabit olduğuna göre kadim olduğunu söylemeye imkan olmaz. Çünkü -bu sûrede ve başka yerde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- yüce Allah'tan başka kadim bir kimsenin olmadığına dair kesin deliller vardır. Felsefeciler ise aklın kadim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Yine onlardan kimisi aklın insan bedeninde bulunan latif bir öz -cevher- olup ondan ışınlar saçıldığını kabul ederler. O bu durumuyla evde bulunan kandile benzer. Onun aracılığı ile, bilinen şeylerin hakikatleri birbirlerinden ayırdedilir. Kimileri de şöyle der: Akıl mürekkep (kompleks) olmayan basit bir cevherdir. Ancak aklın bulunduğu yer hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Kimi felsefeciler onun yerinin dimağ (beyin) olduğunu söyler. Çünkü beyin duyuların merkezidir. Bir başka kesim ise onun yeri kalptir, demektedir. Çünkü kalp hayatın fışkırdığı yer ve duyuların maddesidir. Aklın bir cevher olduğu şeklindeki görüş tutarsızdır. Çünkü cevherler birbirlerini andırır. Eğer herhangi bir cevher akıl ise her cevherin de akıl olması gerekir. Şöyle de denilmiştir: Akıl eşyayı, anlamlarının hakikatinden hareketle olduğu şekliyle idrâk eden araçtır. Bu görüş bir önceki görüşten doğruya daha yakın olmakla birlikte, idrakin canlının niteliklerinden olması bakımından yine doğru olmaktan uzaktır. Akıl bir arazdır. Onun böyle bir özelliğe (idrak etmek özelliğine) sahip olmasına imkan yoktur. Nitekim onun lezzet duyan ve arzulayan olması da imkansızdır. Şeyh Ebû'l-Hasan el-Eş'ari ile Üstad Ebû İshak el-İsferayinî ve başka muhakkikler şöyle derler: Akıl ilmin kendisidir. Bunun delili de: Aklettim, fakat bilmedim yahut bildim, fakat akletmedim, denilmesidir. Kadı Ebû Bekr de der ki: Akıl vaciplerin (varlığı zorunlu olanların) vücubunu, caizlerin (varlıkları mümkün olanların) caizliğini, müstahillerin (varlıkları imkansız olan şeylerin) müstahil oluşunu kesin olarak bilmek demektir. Ebû'l-Mealî, el-İrşad adlı eserinde bu tarifi tercih ederken el-Burhan adlı eserinde ise, akıl kendisi aracılığıyla bilgileri idrak etmenin mümkün olduğu bir niteliktir, tarifini tercih etmiş ve Kadının (Ebû Bekir'in)görüşüne itiraz ederek kabul ettiği bu görüşün tutarsızlığına dair deliller getirmiştir. Yine Ebû'l-Mealî el-Burhan adlı eserinde el-Muhasibî'nin: Akıl insanın fıtratındaki bir güçtür dediğini nakletmektedir. Üstad Ebû Bekr ise Şâfiî ve Ebû Abdullah b. Mücâhid'den, akıl ayırdedebilme aracıdır, dediklerini nakletmektedir. Ebû'l-Abbâs el-Kalanisî'den ise "akıl ayırdetme gücüdür" dediğini, el-Muhasibî'den de: "akıl nurlar ve basiretlerdir" dediğini nakletmekte; daha sonra bu görüşleri sınıflandırarak çeşitli şekillerde yorumlamakta ve şöyle demektedir: Uygun olan ise Şâfiî'den ve İbn Mücâhid'den böyle bir naklin sahih olmayacağıdır. Çünkü "araç" ancak müsbet aletler hakkında kullanılır. Arazlar hakkında kullanılması ise mecazîdir. Yine akıl hakkında "o bir güçtür" diyenlerin görüşü de böyledir. Çünkü güçten akıl ile kavranılabilen sadece kudrettir. el-Kalanîsî ise ifadelerini kelime anlamlarını alabildiğine genişleterek kayıtsız bir şekilde kullanmıştır. el-Muhasibî de bu şekilde davranmıştır. Akıl aslında ne surettir, ne nûr (ışık)tır. Ancak onun vasıtası ile nurlar ve basiretler elde edilir. İnşaallah bu sûrede tevhid âyeti el-Bakara, 2/164. açıklanınca aklın faydasına dair açıklamalar gelecektir. 45Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz ki o, hâşi'lerden eğenlerden başkasına elbette ki ağır gelir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlıkta ele alacağız: Sabır sözlükte, alıkoymak, engellemek demektir. Filan kişi sabr yolu ile öldürüldü, denildiği zaman, ölünceye kadar alıkonuldu, engellendi demektir. Kendi nefsimi bir şeye karşı sabrettim dendiğinde, kendimi o şeyden alıkoydum, engelledim, demek olur. Hadîs-i şerîfte nehyedilen "el-masbûra" Müslim, Sayd 58, 60. ise ölünceye kadar hapsedilen anlamındadır. Ona (şeddeli peltek se ile) "el-mücesseme" de denilir. Şair Antere der ki: "Hür olarak bunu bilerek sabrettim Korkağın canı gözetleyip durunca benimki sebat gösteriyordu." 2- İtaate Devam ve Aykırı Hareket Etmeyerek Sabır: Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde itaate devam etmek ve emirlerine muhalefetten uzak durmak suretiyle sabrı emrederek "sabrediniz" diye buyurmuştur. Filan kişi masiyetlere karşı sabredicidir denilir. Masiyetlere karşı da sabretti mi, itaat üzere sabrediyor demektir. Bu hususta söylenen en doğru görüş budur. en-Nehhâs der ki: Musibete karşı sabreden kimseye "sabredici" denilmez. Böyle bir kimse hakkında şu şeye karşı sabırlı tabiri kullanılır. Eğer mutlak olarak sabredici tabiri kullanılırsa, bu yaptığımız açıklamaya göre anlaşılmalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsızca verilir." (ez-Zumer, 39/10) Yüce Allah "sabır ve namaz ile" âyetiyle önemine işaret etmek üzere sair ibadetler arasından özellikle namazı zikretmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı mı hemen namaza koşardı. Müsned, I, 206, 268. Nitekim rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Abbâs'a, yolculukta bulunduğu bir sırada kardeşi Kusem'in -bir başka görüşe göre kızının- vefat haberi verilir, istircada bulunur (inna lillah ve inna ileyhi raciûn der) ve şöyle der: Bu bir avretti ki Allah onu setretti. İhtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğumuz bir varlığımızdı. Allah bu sorumluluğumuzu kaldırdı ve Allah'ın bizim için önden gönderdiği bir ecirdir. Daha sonra yolun bir kenarına çekildi, namaz kıldı, arkasından "Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz" âyetini okuyarak bineğine doğru gitti. Buna yakın iki rivâyet için bk. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 163. Bu açıklama şekline göre burada geçen "namaz" şer'i hüviyetiyle bilinen namazdır. Başkaları ise burada sözü geçen "namaz"ın sözlükte bilinen anlamıyla dua etmek olduğunu söylemişlerdir. Bu açıklama şekline göre, bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyetine benzer: "Ey îman edenler; bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça anın." (el-Enfal, 8/45) Çünkü sebat göstermek sabrın kendisidir, zikir ise duadır. Üçüncü bir görüş: Mücâhid dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen sabır oruçtur. Bundan dolayıdır ki ramazana "sabır ayı" denilmiştir. Bu görüşe göre bu âyet-i kerimede namaz ve oruç, aralarındaki ilişki dolayısıyla bir arada gelmiştir. Çünkü oruç, şehvetlerden alıkoyar, dünyaya karşı zühdü telkin eder. Namaz ise münkerden ve ahlaksızlıktan alıkoyar, insanın kalbine huşu verir ve namazda insana âhireti hatırlatan Kur'ân okunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Sabır ve Nefse Karşı Cihad: Eziyetlere ve itaatlere karşı sabırlı olmak, nefse karşı cihad etmek, nefsi arzularından uzak tutmak ve ileri gitmesini engellemek türünden bir davranıştır. Bu, peygamberlerin ve salihlerin huyları (ahlakı) cümlesindendir. Yahya b. el-Yeman der ki: Sabır Allah'ın sana rızık olarak verdiği halden başkasını temenni etmemek, Allah'ın senin için hükmetmiş olduğu dünya ve âhirete dair hükümlerine rıza göstermektir. eş-Şa'bi de der ki: Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: Sabrın îmana göre durumu, başın cesede karşı konumu ayarındadır. Taberi der ki: Ali (radıyallahü anh) gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü îman , kalb ile bilmek, dil ile ikrar etmek, azalarla amel etmektir. Azalarıyla amel etmeyi sürdürmeyen ve sabır göstermeyen bir kimse mutlak anlamıyla îmana hak kazanamaz. Şer'i emirler gereğince amel etmek üzere sabretmek, kendisi olmadıkça cesedinin tam olması sözkonusu olmayan insanın başına benzer. 5- Diğer Ameller ile Sabrın Mükâfatı Arasında Bir Karşılaştırma: Yüce Allah, amellerin karşılığını nitelemiş ve onlar için belli bir sınır tesbit ederek şöyle buyurmuştur: "Güzellikle (hayırlı amelle) gelen için getirdiğinin on misli (ecir) vardır." (el-En'am, 6/160) Allah, yolunda sadaka vermenin mükâfatının daha fazla olduğunu bize bildirmektedir: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir." (el-Bakara, 2/261) Buna karşılık sabredenlerin ecrinin karşılıksız olduğunu beyan buyurmuş ve sabreden kimseleri överek şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsız verilir." (ez-Zumer, 39/10); "Kim de sabreder ve bağışlarsa şüphesiz ki bu büyük işlerdendir." (eş-Şûrâ, 42/43) Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki sabredenlere ecirleri hesapsız verilir" âyetinde sözü geçen "sabredenler" oruç tutanlardır. Çünkü yüce Allah, sahih bir kudsî hadisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyete göre: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını verecek olan da benim" diye buyurmaktadır. Müslim, Siyam 163, 164. Burada tıpkı sabır hakkında da sözkonusu etmediği gibi oruç hakkında da miktarı belli bir sevabı zikretmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Allah da Kendi Yüce Zatını "Sabr" ile Nitelemiştir: Sabrın fazilet ve üstünlüğünü belirten hususlardan birisi de şanı yüce Allah'ın kendi zatını sabır ile nitelemiş olmasıdır. Nitekim Ebû Mûsa (radıyallahü anh)'ın rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İşittiği rahatsızlık verici bir söze karşı hiçbir kimse yahutta hiçbir şey yüce Allah'tan daha sabırlı değildir. Çünkü insanlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar buna karşılık O, onlara afiyet vermekte, onları rızıklandırmaktadır." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tevhid 3, Edeb 71; Müslim, Münafıkûn 49-50. Mezhep âlimlerimiz şöyle demiştir: Şanı yüce Allah'ın sabır ile nitelendirilmesi hilm anlamındadır. Yüce Allah'ın hilm (halim olmak) ile nitelendirilmesinin anlamı ise, hak edenlerin cezasını geciktirmesi demektir. Sabırlı olmakla nitelendirilmesine dair Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir âyet vârid olmuş değildir. Bu Ebû Mûsa'dan rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte vârid olmuştur. Ehl-i Sünnet de bunu hilm anlamında almış ve böyle açıklamıştır. Bu açıklamayı İbn Fûrek ve başkaları zikrederler. Ayrıca yüce Allah'ın isimleri arasında kendisine isyan edenlere karşı halîm olduğunun aşırı derecede olması dolayısıyla güzel isimleri arasında "es-Sabûr (çok sabırlı)" ismi de zikredilmektedir. 7- Hâşi' Olmayanlara Namaz mı Daha Ağır Gelir Oruç mu?: Yüce Allah'ın "Şüphesiz ki o... ağır gelir" âyetinde yer alan "şüphesiz ki o"daki zamirin yalnızca namaza mı ait olduğu yoksa burada oruç anlamına gelen "sabr"a da mı ait olduğu hususunda müfessirlerin farklı görüşleri vardır. Yalnızca namaza ait olduğu söylenmiştir. Buna sebep olarak da namazın nefse oruçtan daha ağır gelişini ve nefsin gözünde daha büyük görülüşünü göstermişlerdir. Çünkü namazda nefisler alıkonulmakta hapsedilmektedir. Oruçta sadece arzu ve şehvetlerin önü alınmaktadır. Bir ya da iki arzusu engellenen bir kimse bütün arzularından alıkonulan bir kimse gibi değildir. Oruçlu bir kimsenin kadınlara, yiyecek ve içeceklere duyduğu arzu engellenmiştir. Bundan sonra ise konuşmak, yürümek insanlarla karşı karşıya kalmak gibi bakmak ve benzeri arzulardan istediği gibi faydalanabilir ve kendisine yasak kılınan arzular yerine bu gibi şeylerle teselli bulabilir. Namaz kılan kimse ise bütün bunlardan alıkonulur. Namazda bütün azaları, bütün arzu ve şehvetlerinden alıkonulur, bağlanır. Durum böyle olduğuna göre namaz nefse daha zor ve ağır gelir, ona karşı direnmek daha çetin bir haldir. İşte bundan dolayı burada yüce Allah, (tekil zamir kullanarak) "şüphesiz ki o., ağır gelir" diye buyurmaktadır. Bir diğer görüşe göre, buradaki zamir her ikisine de (namaza da, sabra veya onun anlamında olan oruca da) aittir. Ancak burada çoğunlukla vukuu görülen namaz kastedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Altın ve gümüşü biriktirip de onu (yani altın ve gümüşü) Allah yolunda infak etmeyenler.." (et-Tevbe, 9/64); "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) diye buyurmakta, burada ilk âyet-i kerimede zamir daha çok kullanılan ve saklanan olduğundan dolayı gümüşe; ikinci âyet-i kerimede ise tekil olan zamir daha önemli ve daha üstün ve değerli olduğundan dolayı da ticarete aittir. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sabır namazın kapsamına girdiğinden dolayı zamir namaza aittir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Daha doğru olan Allah'ı ve Rasulünü hoşnud etmeleridir." (et-Tevbe, 9/62) Burada "her ikisini de hoşnut etmeleridir" anlamını verecek şekilde tesniye (ikil) zamir kullanılmamıştır. Çünkü Allah'ın Rasûlünü razı etmek yüce Allah'ı razı etmenin kapsamı içerisindedir. Şairin şu beyiti de böyledir: "Gerçek şu ki genç delikanlılık ile simsiyah saçlar Zora düşmedikçe delilik olur." "Şair, burada "her ikisi de zora düşmedikçe" demeyip zamiri sadece genç delikanlılığa ait kılmıştır. Çünkü saçın siyahlığı da onun kapsamı içerisindedir. Bir diğer açıklamaya göre zamir her ikisine de ayrı ayrı gitmekte fakat ifadenin kısa olmasını sağlamak üzere hazfedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz Meryem'in oğlunu ve anasını bir âyet (alamet, belge) kıldık." (el-Mu'minun, 23/50) Burada "iki âyet" denilmeksizin "bir âyet" demekle yetinilmşitir. Şairin şu sözleri de bu türdendir: "Kiminin evi barkı Medine'dedir Ben ve Kayyar ise orada bir garib(iz)" Burada kastı: İkimiz garibiz, şeklindedir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Her bir kederin bir genişlik zamanı vardır Sabah ve akşam ile onunla beraber iflah olunmaz." Şair burada, ikisiyle beraber iflah olunmaz, demek istemiştir. Bir diğer açıklamaya göre zamir, sabır ve namazın sözkonusu edilmesi dolayısıyla her ikisinin manen ihtiva ettiği ibadete râcidir. Bir diğer görüşe göre ise zamir masdara aittir. Bu ise "yardım isteyiniz" emrinin gerektirdiği "yardım dilemek" masdarıdır. Bir başka açıklama şekline göre bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağırışını kabul etmeye racidir. Çünkü sabır ve namaz Hazret-i Peygamber'in kendisine çağırdığı şeyler arasındadır. Bir diğer açıklama şekline göre ise bu zamir Ka'be'ye racidir. Çünkü namaz kılma emri ona yönelmek suretiyle gerçekleştirilir. "Büyüktür" âyeti buradaki ağır ve zor gelir, demektir. "Bunlardan istisna ise hâşi'lerdir." Yani onlardan başkalarına ağır gelir, hâşi'lere ise hafif gelir. Meanî âlimleri de derler ki: Ezelde Allah tarafından seçilme ve hidâyete iletilme özellikleriyle desteklenen kimselerin dışındakilere bu ağır gelir, demektir. Yüce Allah'ın: "hâşi'lerden başkasına elbette ağır gelir" âyetinde sözü geçen "el-hâşiûn" kelimesi mütevazi, alçakgönüllü anlamına gelen "hâşi'" kelimesinin çoğuludur. Huşu: Bir kısmı azalarda sükûn ve alçakgönüllülük şeklinde ortaya çıkan nefsî bir haldir. Katâde der ki: Huşu kalpte olur. Namazda ise korkmak ve kişinin gözünü (sağa sola bakmaktan) alıkoymasıdır. ez-Zeccâc der ki: Hâşi' kişi, alçalışın ve alçakgönüllülüğün, tevazuun etkileri üzerinde görülen kimse demektir. Evin, bayındırken harabeye dönüşmesi gibi. Asıl anlamı işte budur. Şair Nâbiğa da şöyle der: "Sürmeyi andıran bir kül ki sonradan farkedebiliyorum; Bir havuz dibini andıran bir ark ki çatlak ve yıkık." Hâşi' yer, yolu bilinemeyen yer demektir. Seslerin kesilmesi halinde de bu kelime kullanıldığı gibi balgam türü tükürdüğü takdirde yine bu kelime de kullanılır. Gözünü sağa sola bakmaktan alıkoyan kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Huş'a ise, gevşek arazi parçası demektir. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "(Ka'be) su üzerinde gevşek bir arazi parçası idi. Daha sonra (yeryüzü) oradan yuvarlatılıp döşendi" İbnu’l Esir, en-Nihâye'de: "Ka'be su üzerinde. . ." diye "Kâ'be" lâfzını açıkça zikreder. 11,34 diye buyurulmaktadır. "Hâşi' bir belde" toz topraktan dolayı konaklayacak yeri bulunmayan belde demektir. Süfyan es-Sevrî anlatıyor: el-A'meş'e huşû'un ne olduğunu sordum, bana, ey Sevrî dedi. İnsanlara İmâm olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Ben İbrahim en-Nehaî'ye huşû'un ne olduğunu sordum, o da bana şöyle dedi: Uaymiş (A'meşcik) İnsanlara İmâm olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Şunu bil ki huşu sert kuru şeyler yemek, kalın ve sert elbiseler giymek, başı öne eğik durmak değildir. Huşu, şerefli olanı da sıradan olanı da hak açısıdan eşit görmendir. Allah'ın sana emrettiği bütün farzlarda Allah için huşu duymandır. Ömer b. Hattab, başını önüne eğmiş bir delikanlı görür de ona: Ey filan, başını kaldır, der. Çünkü huşu kalpte bulunandan başka birşey değildir. Ali b. Ebî Tâlib de şöyle demiştir: Huşu' kalptedir. Ve müslüman kişiye karşı yumuşak davranmandır. Namazında sağına soluna iltifat etmemektir. Bu husus yüce Allah'ın: "Namazlarında huşu duyan mü’minler muhakkak felâha ermişlerdir." (el-Mü’minun, 23/1-2) âyetini açıklarken güzel bir şekilde ele alınıp açıklanacaktır. Her kim kalbinde bulunandan daha ileride bir huşû'u insanlara izhar eder, gösterirse şüphesiz ki, böyle bir kimse onlara nifak üstüne nifak izhar etmiş olur. Sehl b. Abdullah der ki: Teni üzerindeki her bir kıl huşu sahibi olmadıkça kişi hâşi'lerden olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ondan dolayı Rablerinden korkanların derileri titrer." (ez-Zumer, 39/23) Derim ki: İşte övülmeye değer olun huşu budur. Çünkü korku (havf) kalbe yerleşti mi zahir huşû'u da beraberinde getirir. Kişi bunu bertaraf etme imkânını bulamaz. Ondan dolayı sen böyle bir kimseyi başını önüne eğmiş, edepli ve alçakgönüllü bir görünüme sahip görürsün. Selef ise, bu tür dışa yansıyan davranışlarını mümkün olduğu kadar gizlemek için olanca gayretlerini harcarlardı. Yerilen, sevilmeyen huşu ise insanın öyle olmadığı halde kendisini öyle göstermesi, içinden gelmediği halde ağlaşır olması ve başını sun'i bir şekilde önüne eğmesidir. Nitekim cahiller, kendilerine iyi bir gözle bakılsın, saygı duyulsun diye böyle yapmaya kalkışırlar. Bu ise şeytanın bir aldatması, insan nefsinin insanı kandırmasıdır. el-Hasen'in rivâyet ettiğine göre adamın birisi Ömer b. el-Hattâb'ın yanında üzülüyormuş gibi iç geçirir. Hazret-i Ömer ona elini yumruk yapıp vurur. Hazret-i Ömer, konuştuğu zaman sesini işittirir, yürüdüğü zaman hızlı yürür, vurduğu zaman da acıtırdı. Bununla beraber o, gerçekten ibadete düşkün ve samimi bir kimse idi, gerçek manada huşu sahibi bir kişi idi. İbn Ebi Necih'in rivâyetine göre de Mücâhid şöyle demiştir: Hâşi'ler gerçek mü’min olan kimselerdir. 46Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve sonunda gerçekten yalnız O'na dönücü olduklarını zannederler (bilirler). Burada "Onlar ki., zannederler" âyeti "hâşi'ler"in sıfatıdır. Burada "zannetmek" çoğunluğun görüşüne göre; yakîn yani kesin olarak bilmek anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde de böyledir: "Ben zaten muhakkak hesabıma kavuşacağımı zannetmiş idim (kesinlikle biliyordum). " (el-Hâkka, 69/20) "Günahkârlar ateşi görünce içine düşeceklerin kendileri olacaklarını zannedeceklerdir (bileceklerdir)." (el-Kehf, 18/53) Dureyd b. es-Sımme de der ki: "Onlara: Silahlar kuşanmış soyluları, sık örülmüş zırhlar giyinmiş Atlılardan ibaret olan iki bin kişi hakkında zannınızı söyleyiniz, dedim." Ebû Dâvûd da der ki: "Borçluların nice kederlerini açıp giderdim Nice gizlilikler vardır ki onları zanlarla açığa çıkardım." Bu âyet-i kerimede "zan" kelimesinin, asıl anlamında kullanılmış olması da uygundur, denilmiştir. O takdirde bu ifadeler arasında "günahlarıyla" kelimesi de takdiren kastedilmiş olur. Yani onlar, Allah'ın huzurunda günahlarıyla karşılaşacaklarını ve bu halleriyle O'na döneceklerini umarlar. Bu açıklamayı el-Mehdevî ile el-Maverdî zikretmiştir. İbn Atiyye ise bu konuda şöyle der: Böyle bir açıklamada zorlama vardır. el-Ferrâ''nın iddiasına göre ise "zan", yalan anlamına da kullanılır. Ancak Basralılar böyle bir anlamını bilmemektedirler. Zarının aslı ve temeli, iki taraftan birisine meyletmekle birlikte, şek ve şüphe etmektir. Kimi zaman yakîn anlamında kullanıldığı da olur. Bu âyet-i kerîme ve başkalarında olduğu gibi. Fakat duyu organları ile hissedilecek seviyeye gelmiş olan şeyler hakkında kullanılmaz. Araplar hazırda bulunan, görülen bir adam hakkında; "bunun bir insan olduğunu zannediyorum" demezler. O bakımdan henüz duyu organlarının kapsamına girmemiş şeyler hakkında bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir. Bu âyet-i kerimede ve şiirlerde görüldüğü gibi. Ayrıca yüce Allah'ın: "İçine düşeceklerin kendileri olacaklarını zannedeceklerdir" (el-Kehf, 18/53) âyetinde de olduğu gibi. Yakîn (kesin bilgi ve kanaat)in zan anlamına kullanıldığı da olur. Buna dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında geçmişti. Günlük konuşmalarımızda: Onun hakkında kötü zan besledim, onun hakkında kötü zanda bulundum anlamında "zan" kelimesinin başı elif lâm'sız ve elif lâm'lı da kullanılır. "Rablerine kavuşmak"tan kasıt, Rablerinin amellerine vereceği karşılıkları görmektir. Ondan sonra gelen "ona" kelimesindeki zamirin "Rablerine" ait olduğu söylendiği gibi, onun amellerine vereceği karşılığa döneceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Dönücü olduklarını zannederler" âyeti, öldükten sonra dirilişi, amellerin karşılığını görmeyi ve en yüce hükümdarın huzuruna çıkmayı ikrar etmek demektir. 47Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemler üzerine gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın. Yüce Allah'ın: "Ey İsrailoğulları size verdiğim nimetlerimi.. hatırlayın" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. 40. âyetin tefsiri. "Ve sizi âlemler üzerinde gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın." Burada "âlemler"den kasıt kendi çağdaşları olan âlemlerdir. Her dönemin insanlarına "âlem" denilir. Onlardan peygamberler geldiğinden dolayı bütün âlemlerden üstün kılındıkları şeklinde de açıklanmıştır ki bu özellik yalnız onlarda vardır, başkalarına verilmemiştir. 48Ve öyle bir günden korkun ki, kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz. Kimsenin şefaati kabul olunmaz. Ondan bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez. Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" âyetindeki emir tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir, sözkonusu gün, Kıyâmet günüdür. Burada nahivcilerin "yevmen" âyeti ile "fihi" kelimesinin değişik halleri ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir. "Kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" âyeti, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azâbı bertaraf edemez, demektir. “.....” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi ( v) harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır. (.......) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir: "Sözde durmamak insanlar arasında bir utançtır Hür bir kimse ise (kaçan düşmanın) topukları ile yetinir." Hazret-i Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Suyu suya döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek istiyor ki, sen suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur. Sahih hadiste de Ebû Burde b. Niyar'dan, gelen rivâyette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli olmayacaktır." Buhârî, îydeyn 5, 8, 10, 23, Edâhî 1, 8, 11, 12; Müslim, Edâhî 7-9; Ebû Dâvûd, Edâhî 5; Tirmizî, Edâhî 12... Buna göre âyet-i kerimede geçen "faydası olamaz" âyetinin anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi sözkonusu olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona yükletilir." Buhârî, Mesâlim 10. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hazret-i Peygamber'in müflis hakkındaki diğer Hadîs-i şerîfidir. Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâme 2; Müsned, II, 303, 334, 372. Biz, bu Hadîs-i şerîfi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Âyet-i kerimede geçen “.....” kelimesi “.....” şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da okunmuştur. Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına gelir denilmiştir. Şair'in şu beyitinde olduğu gibi: "Bütün âlemlerin işlerine yeterli geldin fakat Ancak kamil oğlu kamil olan kimse yeterli olur." 3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı: Yüce Allah'ın: "kimsenin şefaati kabul olunmaz" âyetinde yer alan "şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şef"den alınmadır. Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf’a kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf’a kelimesiyle ortak, ortağının malını kendi malına katar. Şefi', şuf’a hakkının sahibi ve şefaat sahibi demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve" ise, bir defada iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır. Buna göre "şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını açığa çıkarmayı ve onun menfaatini meşfu’a (kendisine şefaat edilene) ulaştırmayı ifade eder. Hak ehlinin görüşüne göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkâr mü’minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidlerin ve salihlerin şefaatine nail olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin herhangi bir asırda bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivâyet edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup bu haberleri kabul etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile’nin tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir. Mu'tezile (ve bu görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'ân-ı Kerîm'de varid olmuş birtakım naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Zâlimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (el-Mu'min, 40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zâlimlerdir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul olunmaz" da buyurulmaktadır. Bunlara cevap olmak üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zâlimler hakkında genel değildir. O bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz. Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü’minler bu kapsamın dışındadır. Bunun delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) İşte bu âyetlerin genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü’minlere fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz, kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) âyetinde kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivâyet ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) âyeti yanında: "Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) âyetidir. Mu'tezile ve görüşlerini savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır; fâsık ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa, şu cevabı veririz: Burada yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere rızasına erecek olanlar ise muvahhid kimselerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Rahmân'ın yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle buyurmuştur: "Îman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır." Bk. Müslim, Îman 48-51. Müfessirler ise bu âyet-i kerimeyi: "Lâ ilâhe illâlah diyenden başkası" şeklinde açıklamışlardır. Deseler ki: Razı olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir. Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret dilemesidir. Ayrıca yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte Peygamberlerin şefaati de böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat edeceklerdir. Buna karşılık cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" âyeti ile kastedilenlerin şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin ise mü’minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışında kalan günahlarını bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye buyurmaktadır. Deseler ki: Bütün ümmet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şefaatine nail olmayı arzu eder. Eğer bu şefaat sadece büyük günah sahipleri hakkında sözkonusu olacaksa, onların öyle birşeyi istemelerinin de anlamı olmaz. Deriz ki: Evet; her müslüman Allah'ın Rasûlünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz kıldığı herşeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar ve kurtuluşu umar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir." Buhârî, Rikaak 18; Müslim, Münafikun 71-73, 75,76,78 İbn Kesîr ve Ebû Amr “.....” kelimesini “.....” şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi' anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker olarak okunması daha güzeldir. 6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün: "Ondan bir fidye alınmaz" âyetinde geçen "adi" kelimesi fidye demektir. "Idl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır. Ağırlık ve değer itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve adîl" tabirleri kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle -onun cinsinden olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer itibariyle başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan -fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır, idi diyenler de vardır. "Onlara yardım da edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, Ensâr: Yardım edenler demektir. Hazret-i Îsa'nın: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) âyeti kim yardımını benim yardımıma katar anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filân oğullarının arzına geldim" denilir. Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir: "Haram ay girdiği vakit Temim topraklarına veda et Ve Amiroğullarının topraklarına gel." Nasr, aynı zamanda yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir: "Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara- Ey Nasr, bana bağış ver bağış, derim." Bu âyet-i kerimenin -müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize şefaatçi olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyâmet gününün durumunu bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı sözkonusu etmiştir. Çünkü Âdemoğullarının dünyada bu gibi hususlarda sözkonusu etmeyi alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye verilmek suretiyle kurtulabilir. 49Fir'avun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Size azâbın en kötüsünü tattırıyorlar, oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardır. Âyetine dair açıklamalarımızı onüç başlık altında sunacağız. 1- İsrailoğullarının Hatırlamaları Gereken Ni'metler: Yüce Allah'ın: "Fir'avun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın" âyeti (40. âyette geçen): "Size verdiğim nimetimi hatırlayın" âyetine atfedilmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan âyetler, yüce Allah'ın İsrailoğullarına vermiş olduğu birtakım nimetlerin hatırlatılması sadedindedir. Yani: Sizi düşmanınızdan kurtarmak ve aranızdan peygamberler göndermek şeklindeki nimetimi hatırlayın. Bu hitap (âyetin nüzulü döneminde) varolanlarına yöneliktir. Kastedilen kimseler ise geçmiş atalarıdır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphesiz ki su (tufan esnasında) sınırını aştığı zaman sizleri gemide biz taşıdık." (el-Hâkka, 69/11) Atalarınızı o gemide bizler taşıdık, demektir. Âyet-i kerimede: "Sizi kurtardığımız zamanı" diye buyurulmasının sebebi, ataların kurtarılmasının, âyetlerin nüzulü döneminde bulunanların kurtuluşuna sebep olduğundan dolayıdır. "Sizi kurtardı" âyetinin anlamı ise, sizleri yüksekçe bir yere bırakarak (boğulmaktan koruduk) anlamındadır. Kelimenin asıl anlamı budur. Daha sonra kurtulan herkese (aynı kökten): "nâci" ismi verilmiştir. Buna göre nâci, bir darlıktan çıkıp genişliğe ulaşan kimse demektir. Bu kelime tekil olarak: "Sizi kurtardığım zamanı hatırlayın" anlamına gelecek şekilde de okunmuştur. Âl-i Fir'avun yani Fir'avun hanedanı, onun kavmi, ona uyanlar ve onun dinine mensup olan kimseler demektir. Aynı şekilde Âl-i Rasul (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun döneminde olsun sonraki çağlarda olsun, onun dini ve şeriati üzerinde bulunanlar demektir. Nesep yoluyla ona ister bağlansın ister bağlanmasın değişen birşey olmaz. Onun dini ve şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun âlinden, de değildir, ehlinden de değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun. Bu konuda Rafızîler farklı bir kanaat belirterek şöyle derler: Âl-i Rasul'den kasıt, yalnızca Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (r. anhum)'dir derler. Bizim delilimiz yüce Allah'ın: "Fir'avun hanedanını (âlini) ise., suda boğmuştuk." (el-Bakara, 2/50); "Fir'avun hanedanını (âlini) azâbın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46) âyetleridir. Burada "âl"den kasıt dinine mensup olan kimselerdir. Çünkü Fir'avunun oğlu, kızı, babası, amcası, kardeşi ve yakın erkek akrabaları (asebesi) yoktu. Diğer taraftan mü’min ve muvahhid olmayan kimselerin Muhammed âlinden olmayacağında -isterse onun yakın akrabası olsun- görüş ayrılığı yoktur. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Ebû Leheb ve Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber'in âlinden de değildir, ehlinden de değildir. İsterse onlarla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında akrabalık bulunsun. Bundan dolayı şanı yüce Allah Hazret-i Nûh'un oğlu hakkında da şöyle buyurmuştur: "O, senin ailenden değildir. Çünkü o salih, olmayan bir amel (sahibi)dir." (Hud, 11/46) Müslim'in Sahih'inde ise Amr b. el-Âs'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gizlice değil, yüksek sesle şöyle buyurduğunu dinledim: "Şunu bilin ki Ebû filânın âli, benim velilerim değildir. Benim velilerim Allah'tır ve salih mü’minlerdir." Buhârî, Edeb 14; Müslim, Îman, 366; Müsned, IV, 203. Bir kesim de şöyle demiştir: Âl-i Muhammed onun zevceleri ve zürriyetinden ibarettir. Çünkü Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivâyet edildiğine göre ashab-ı kiram şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, sana nasıl salat-ü selâm getirelim? Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuş: "Şöyle deyiniz: Allah'ım Muhammed'e, onun zevcelerine ve zürriyetine -Âl-i İbrahim'e salat-ü selam getirdiğin gibi- salat ü selam getir. Muhammed'i, onun zevcelerini ve zürriyetini -Âl-i İbrahim'i mübarek kıldığın gibi- mübarek kıl. Şüphesiz ki sen hamîdsin, mecîdsin." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Enbiyâ 10; Deavât 33; Müslim, Salât 69; Nesâî, Sehv 54; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 25; Muvatta’', Kasru's-Salât fi's-Sefer 66; Müsned, V, 374, 424. Bir grup ilim ehli de şöyle demiştir: Ehlin (ailenin) kimler olduğu bilinen bir husustur. Âl, ise ona tabi olanlardır. Ancak bizim belirttiğimiz birinci görüş, gösterdiğimiz gerekçeler dolayısıyla daha sahih olandır. Diğer taraftan Abdullah b. Ebi Evfâ tarafından rivâyet edilen hadis de bunu gerektirmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir kavmin zekâtı ulaştığında o da şöyle buyururdu: "Allah'ım onlara rahmet buyur." Babam da ona zekatını getirince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın âline rahmet buyur" dedi. Buhârî, Deavât 19, 33; Müslim, Zekât 176; Ebû Dâvût, Zekât 7; Nesâî, Zekât 13; İbn Mâce, Zekât 8; Müsned, IV, 383. 3- Şu Beldenin Âl-i Denilebilir mi?: Nahivciler "âl" kelimesinin şehirlere, beldelere izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Kisaî der ki: Filanın âli, filan kadının âli denilir, fakat şehir ile ilgili olarak bu Hıms âlindendir veya Medine âlindendir denilmez. el-Ahfeş der ki: "âl" kelimesi izafe şeklinde en büyük başkan hakkında kullanılır. Âl-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Âl-i Fir'avun gibi. Çünkü Fir'avun da sapıklıkta onların başkanı idi. Devamla şöyle der: Biz bunun şehirler hakkında da kullanıldığını işittik. Araplar "Medine ehli" dedikleri gibi "Medine âli" de derler. 4- "Âl"Kelimesi Zamirle Birlikte Kullanılır mı?: Yine nahivciler "âl" kelimesinin zamire izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhâs, ez-Zubeydî ve el-Kisaî bunu kabul etmez. Buna göre ancak "Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in âline selat ü selam olsun" denilir, ancak "Muhammed'e ve onun âline" denilmez. Doğru görüşe göre ise "onun ehli" denilebilir. Bir başka kesimin görüşüne göre böyle bir ifade kullanılabilir. İbnü's-Seyyid bunlar arasındadır, doğrusu da budur. Çünkü konu ile ilgili gelmiş sahih söyleyişler bu kanaati desteklemektedir. Meselâ; Abdülmuttalib'e ait şu beyitlerde bu şekilde bir kullanım görüyoruz: "Allah'ım, senin kulun bir kişi kendi evini barkını himaye eder; Sen de Mescid-i Haram'ının yanında sakin olanları himaye eyle! Ve bugün sen kendi âlini, âl-i salibe ve ona tapanlara karşı muzaffer eyle." Nudbe de şöyle demiştir: "Ben o atlıyım ki babamın ve âlimin korumam gereken kimselerini korurum Tıpkı senin kendi âlinden olup koruman gerekenleri koruduğun gibi." Yine nahivciler bu kelimenin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhâs bunun aslının "ehl" olduğunu, daha sonra ha'nın elife dönüştürüldüğünü söyler. Bu kelimeden küçültme ismi yapacak olursak bunu aslına döndürüp "uheyl" denilir. el-Mehdevî de der ki: Bunun aslı "evl"dir. Bir başka görüşe göre ise ehl olup ha harfi hemzeye dönüştürülmüştür. Çoğulu ise "âlûn" küçültme ismi ise "uveyl" gelir. el-Kisaînin nakline göre bu böyledir. Başkası ise küçültme isminin "uheyl" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün en-Nehhâs'tan nakledildiğini az önce söyledik. Ebû'l-Hasen b. Keysan ise der ki: "Âl" kelimesini çoğul yapmak istediğimizde "âlûn" deriz. Eğer serab anlamına gelen "âl" kelimesinin çoğulunu yapmak istersek "âvâl" deriz. Mal ve "emvâl"de olduğu gibi. Fir'avun kelimesinin muayyen bir kralın ismi olduğu söylendiği gibi, Amalika krallarından her kralın unvanıdır da denilmiştir. Fars hükümdarlarına Kisrâ, Bizans hükümdarlarına Kayser, Habeşistan hükümdarlarına Necaşî denildiği gibi. Hazret-i Mûsa dönemindeki Fir'avun'un asıl ismi ise ehl-i kitabın görüşüne göre "Kabus"dur. Vehb ise şöyle demiştir: Onun ismi el-Velid b. Mus'ab b. er-Reyyan'dır. Künyesi Ebû Murra'dır. O Amlik b. Lavez b. İram b. Sam b. Nûh (aleyhisselâm)'ın soyundan gelir. es-Süheylî der ki: Kıptilerle Mısır yönetiminin başına gelen herkese Fir'avun denilir. Fir'avun asıl itibariyle Istahr halkından bir İranlıdır. el-Mes'ûdî de der ki: Fir'avun kelimesine dair Arapça bir açıklama bilinememektedir. el-Cevherî de der ki: Fir'avun, Mısır kralı el-Velid b. Mus'ab'ın lakabı olup, azgın ve zorba, haddi aşan herkese Fir'avun denilir. Çoğulu "ferâine" gelir. "Tefer'ane" firavunlaşmak demektir. "Ferane sahibi" ise hile, desise ve tuzak kurmak maharetine sahip İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut, tarihsiz, XIII, 323'de: "mütekebbir" diye geçmektedir. kimse anlamındadır. Hadîs-i şerîfte: Bu ümmetin Fir'avunu bizi yakaladı" denilmektedir. Bk. Lisânu'l-Arab, XIII, 323 "Fir'avun" kelimesi bu âyet-i kerimede mecrur mahallinde olmakla birlikte Arapça olmayan (A'cemî) bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yüce Allah'ın: "Size ... tattırıyorlar" âyetinin anlamı, size tattırıyorlar ve sizin kurtulmanıza imkân vermeyecek şekilde bu azaba uğratıyorlar, demektir. Ebû Ubeyde ise, size yüklüyorlar anlamındadır, demiştir. Bir kimse bir başkasına zillet yüklediği takdirde (zillete mecbur ve mahkûm ettiğinde): “.....” denilir. Amr b. Külsûm'un şu beyiti de bu şekildedir: "Hükümdar insanları zillete mahkûm etmek isterse, Biz zelil edilmeyi kabul etmeyiz." Bir başka açıklamaya göre de "onlar sizi azaplandırmayı sürdürüyorlardı, sürekli kılıyorlardı" anlamındadır, denilmiştir. Çünkü "sevm" kelimesi devamlılık ifade eder. Sürekli meralarda otladığından dolayı otlayan koyunlara "sâime" denilmesi de buradan gelmektedir. el-Ahfeş der ki: "Size., tattırıyorlar" cümlesi mübteda olmak üzere ref makamındadır. (Yani yeni bir başlangıç cümlesidir). Ayrıca hal olmak üzere nasb makamında da kabul edilir. O takdirde anlamı: "Onlar size azâbın en kötüsünü tattırmakta idiler.." şeklinde olur. Yüce Allah'ın "azâbın en kötüsü" âyeti, en şiddetli azap demektir. Bunun sürekli ve daimî azap anlamında olması da mümkündür. Sıfat olarak: "Size kötü bir azap tattırıyorlardı" şeklinde anlaşılması da mümkündür. Rivâyete göre Fir'avun, İsrailoğullarını hizmetçi ve işçi yapmış ve kendisinin işlerini görmek üzere onları gruplara ayırmıştı. Kimisi inşaat yapıyor, kimisi ekip biçiyor, kimisi ise hizmetçilik ediyorlardı. Onun kavmi ise yönetici ve asker idi. İsrailoğullarından olup da bu işlerden herhangi birisinde çalışmayan kimselere de vergi konuluyordu. İşte azâbın kötüsünden kasıt budur. 9- Boğazlanan Oğullar ve Hayatta Bırakılan Kadınlar: "Oğullarınızı boğazlayıp" âyetinin başına atıf vav'ının gelmemesi bunun "azâbın en kötüsünü tattırıyorlar" âyetinden bedel olmasından dolayıdır. Nitekim şair de -Sîbeveyh'in nakline göre- (aynı amaçla vav kullanmaksızın) şöyle demiştir: "Ne zaman bize gelir, yurdumuzda bizi ziyaret edersen Bol odun ve alev alev yanan ateş görürsün." el-Ferrâ' ve başkaları der ki: Burada "oğullarınızı boğazlayıp"dan önce "vav" (ve bağlacı) gelmemesi, yüce Allah'ın daha önce geçen: "Size azâbın en kötüsünü tattırıyorlar" âyetini açıklamak üzere geldiğinden dolayıdır. Nitekim günlük konuşmamızda: "Topluluk bana geldi, Zeyd ve Amr" der ve "Zeyd" kelimesinden önce ayrıca vav bağlacını kullanmaya gerek görmeyiz. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunu andırmaktadır: "Kim bunları işlerse o kişi günahımın cezası) ile karşılaşır: (Arada ve bağlacı olmaksızın) Kıyâmet gününde onun azâbı katlanır." (el-Furkan, 25/68-69) İbrahim (aleyhisselâm) Sûresi'nde ise bu kelime vav'lı olarak ".. ve oğullarınızı boğazlarlar" (İbrahim, 14/6) şeklindedir. Çünkü orada anlam şöyledir: Onlar sizleri oğullarınızı boğazlayarak da ondan başka şekillerle de azaplandırıyor, işkence ediyorlardı. Orada yüce Allah'ın: "Ve oğullarınızı boğazlıyorlardı" âyeti azap ve işkencenin bir başka türünü ifade etmektedir. Kendisinden önceki buyruğutefsir etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Şöyle demek de mümkündür: Burada (yani İbrahim süresindeki âyette) vav, Bakara süresindeki âyet-i kerimenin vav'sız gelmesi dolayısıyla zâid olabilir. Ve kimi zaman bu vav bu şekilde fazladan getirilebilir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Kabilemin alanım geride bırakınca ve karşımıza görününce." Burada "ve"siz olarak "karşımızda göründü" anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demiştir: "Tazim edilen efendi ve kahraman cömerdin oğlu Ve Savaş esnasında birliğin arslanı olan hükümdara..." Şair burada muazzam, hem kahraman hem cömert, birliğin arslanı, hükümdara demek istemiştir. Bu tür söyleyişler pek çoktur. Yüce Allah'ın "boğazlayıp" anlamını verdiğimiz “.....” âyetini çoğunluk, çokluk ifade edecek şekilde (b harfini) şeddeli olarak okumuştur. İbn Muhaysın ise boğazlarlar anlamını verecek şekilde be harfini üstün olarak: “.....” okumuştur. Boğazlamak (anlamına gelen): ez Zebh: Yarmak demektir. ez-Zibh ise boğazlanmış demektir. ez-Zubâh ise parmak diplerindeki çatlaklık anlamındadır. Testinin üstünün açılması anlamında kullanıldığı gibi, mihraplar anlamına "el-Mezâbih" kelimesi kullanılır. Bu ise, "mezbah" kelimesinin çoğuludur. Mezbah ise, gelen sellerin yerde yarık açması anlamındadır. Bir karış ve bu civardaki bu tür çatlaklıklara bu isim verilir. Sa'd ez-Zabih, ismi Sa'd olan meşhurlardan birisidir. Fir'avun küçük çocukları boğazlıyor, kız çocukları hayatta bırakıyordu. Âyet-i kerimede (kadın anlamına gelen "nisa -mealde kızlar") ifadesi kızların nihayette kadın olmaları dolayısıyla kullanılmıştır. Bir kesim de şöyle demiştir: "Oğullarınızı boğazlayıp" âyetinden kasıt erkeklerinizi keserler demektir. Onlara "oğullar" denilmesi bir zamanlar öyle oldukları içindir. Bu görüşü ileri süren kimse ise "kadınlarınız" kelimesinin kullanılışını delil gösterir. Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Çünkü öncelikle anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- Zalimin Emriyle Zulmedenin Durumu: Burada işlenen bu zalimce fiilin, Fir'avun hanedanına nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından dolayı ve doğrudan bu fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. Taberî der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir: Bir zalim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de o şahsı öldürse öldüren kişi bundan sorumlu tutulur. Derim ki: Bu mes'ele hakkında ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır: Zalim ile katil birlikte öldürülürler. Zalim emir verdiği için katil de fiilen bu işi işlediği için öldürülür. en-Nehaî'nin görüşü böyledir. Bu görüşü Şâfiî ve Mâlik de mes'elenin durumuna göre kabul etmişlerdir. Şâfiî der ki: Hükümdar bir kimseye birisini öldürme emrini verse emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca verdiğini bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır. Eğer hükümdar öldürmek üzere emrolunanı zorlasa ve onun haksızca kendisini öldüreceğini bilir ise, o takdirde hükümdara kısas uygulanır, emrolunan kişi hakkında ise iki görüş vardır. Birisine göre ona da kısas uygulanır, diğer görüşe göre kısas yoktur, fakat yarım diyet öder. İmâm Şâfiî'nin bu görüşlerini İbnu'l-Münzir kaydetmiştir. Bizim (Mâlikî mezhebi) âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: Emrolunan kişi ya hükümdar veya kölenin efendisine karşı durumunda olduğu gibi itaat etmesi gereken ve kötülüğünden korktuğu kimsenin emriyle yapmıştır. O takdirde her ikisine de kısas uygulanır veya itaat etmesi gerekmemektedir. Bu durumda emreden değil de sadece cinayeti fiilen işleyen kişi öldürülür. Babanın çocuğuna, öğretmenin öğrettiği öğrencilerine, sanatkârın ergenlik yaşına gelmemiş çıraklarına emretmesi halinde olduğu gibi. Eğer emrolunan kişi, ergenlik yaşına gelmemiş ise, emreden kişi öldürülür, küçüğün akilesi ise yarım diyet öder. İbn Nâfi der ki: Efendi -Arap olmasa dahi- bir kölesine bir insanı öldürmesini emredecek olursa öldürülmez. İbn Habib der ki: Ben İbnü’l-Kasım'ın görüşünü kabul ederek her ikisinin de öldürüleceğini söylüyorum. Emre uymaması halinde emrolunana bir zarar geleceğinden korkutmayacak olur ise böyle bir öldürme ikrah kapsamına sokulmaz, aksine emrolunan kişi öldürülür, emreden kişi öldürülmez. Buna karşılık emreden kişi dövülür ve hapsedilir. İmâm Ahmed, kölesine bir başkasını öldürme emri veren kişi hakkında efendinin öldürüleceğini söylemiştir. Bu görüş Ali b. Ebî Tâlib ve Ebû Hüreyre (r. anhuma)dan rivâyet edilmiştir. Hazret-i Ali ayrıca der ki: Köle de hapse atılır. İmâm Ahmed der ki: Köle hapsedilir, dövülür ve te'dib edilir. es-Sevrî der ki: Efendiye ta'zir cezası verilir. el-Hakem ve Hammâd der ki: Köle öldürülür. Katâde der ki: İkisi de birlikte öldürülür. Ayrıca Şâfiî şöyle demiştir: Eğer köle fasih (Arapçayı anlayan) ve aklı eren bir kimse ise öldürülür, efendi ise cezalandırılır. Eğer köle Arap değil ise (Arapça bilmiyor ise) o takdirde efendiye kısas uygulanır. Bu meselede Arapça bilmek ve anlamaktan kasıt, kölenin efendisinin kendi dili ile verdiği emri - eğer kölenin dili farklı ise - açıkça ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde anlayabilmesidir. Süleyman b. Mûsâ der ki: Emreden kişi öldürülmez, fakat elleri kesilir, sonra da cezalandırılır ve hapsedilir. Bu da ikinci görüştür ve emrolunan kişi ise fiilen cinayet işlediğinden dolayı öldürülür. Atâ, Hakem, Hammâd , Şâfiî, Ahmed ve İshak da başkasını öldürmeyi emreden kişi hakkında böyle söylemişlerdir. Bunu da İbnu'l-Münzir zikretmiştir. Zufer ise şöyle demiştir: Bunlardan herhangi birisi öldürülmez. Bu da üçüncü görüştür. Züfer'in bu görüşünü Ebul Meali el-Burhan adlı eserinde nakletmiştir. Züfer'in görüşüne göre emreden kişi de cinayeti fiilen işleyen kişi de bağımsız olarak kısas uygulanacak durumda değildirler. Bundan dolayı onların hiç birisi öldürülmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Fir'avun'un Erkek Çocukları Boğazlama Sebebi: Cumhûr (az önce de belirtildiği gibi): “.........” kelimesini "be" harfini şeddeli olarak okur. İbn Muhaysin ise şeddesiz olarak okur. Ancak birinci okuyuş şekli daha uygundur. Çünkü bu boğazlama işi defalarca tekrarlanmış bir olaydır. Rivâyet edildiğine göre şöyle bir rüya görmüştü: Beytü'l-Makdis'ten çıkan bir ateş gelir ve Mısır'ın evlerini yakar. Onun gördüğü bu rüya şöyle yorumlanmıştı: İsrailoğulları arasında doğacak çocuk büyüyecek ve Fir'avunun mülkü onun eliyle yıkılacaktır. Çocukların boğazlanmasına dair başka açıklamalar da yapılmıştır. Bu açıklamaların ihtiva ettiği mana da birbirine yakındır. Yüce Allah'ın: "Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" âyeti sözü geçen bütün işlere işarettir. Çünkü bu âyet haberdir ve hali hazırda bulunan tek bir işin durumunu bildiriyor gibidir. Yani onların bu işi yapmaları sizin için büyük bir imtihandır, denemedir. "Belâ" kelimesi ni'met demektir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de bu kökten gelen kelime bu anlamda kullanılmıştır: "O mü’minleri kendi lütfuyla güzel bir belâ ile denemek için (bunu yaptı)." (el-Enfal, 8/17) (Burada belâ kelimesi ni'met anlamındadır.) Ebû'l Heysem der ki: Belâ iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bunun asıl anlamı mihnet (sınama) demektir. Yüce Allah kulunu onun şükrünü sınamak üzere iyiliklerle ibtilâ ettiği gibi, sabrını sınamak üzere hoşuna gitmeyen şeylerle de ibtilâ eder. O bakımdan iyi olana da, güzel olana da belâ, kötü olana da belâ denilmiştir. Bunu el-Herevî zikretmiştir. Başkaları ise şöyle demiştir: "Bunda" ifadesi ile İsrailoğullarının kurtarılmalarına işaret edilmiştir. Buna göre burada sözü geçen belâ hayırlı işlerde olmuş demektir. Yani sizin kurtarılışınız Allah'ın üzerinizdeki büyük bir ni'metidir, demektir. Cumhûrun görüşüne göre ise "bunda" ile boğazlama ve benzeri şeylere işaret edilmektedir. O vakit burada "belâ" kötü şeyler demektir. Anlamı da şöyle olur: Çocuklarınızın boğazlanmasında hoşunuza gitmeyecek ve ağır bir imtihan vardır. İbn Keysân da der ki: Hayırlı şeyler hakkında -hemzeli olarak- “.....” şeklinde kullanıldığı gibi, hemzesiz olarak “.....” şeklinde de kullanılır demiş ve her iki şekliyle kullanıldığı şu beyiti örnek göstermiştir: "Onların size yaptıklarına Allah, iyilikle karşılık verdi Ve onun mükâfat olarak verdiği en hayırlı belâ ile ibtila etti." Çoğunluğun görüşüne göre ise, hayırlı şeyler hakkında "hemzeli" olarak kullanılacağı kötülük hakkında da "hemzesiz" kullanılacağı ifade edilmektedir. Denemek ve sınamak ile ilgili olarak da "ibtila" ve “.....” şekli kullanılır. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. 50Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış, Fir'avun hanedanını ise kendiniz görüp dururken suda boğmuştuk. "Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık." Deniz yarılmış, her bir tarafı kocaman bir dağ gibi olmuştu. Ayet-i kerimede geçen "fark" ayırmak demektir. Saçın ayrıldığı yere de "fark" denildiği gibi, Furkân kelimesi de bu kökten gelmektedir. Çünkü Furkân hak ile batılı birbirinden ayırır. Yüce Allah'ın: "Tam anlamıyla ayırdedenlere.." (el-Mürselât, 77/4) âyeti de bu anlamdadır. Kasıt hakkı batıldan ayırdeden buyrukları indiren meleklerdir. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) kelimesi de bu kökten gelmektdir. Furkân gününden kasıt ise Bedir günüdür. Çünkü o günde hak ile batıl birbirinden ayırdedilmiştir. "Biz, bunu bir Kur'ân olarak (âyet âyet) ayırdık" (el-İsra, 17/106); yani onun hükümlerini etraflı bir şekilde açıkladık ve sapasağlam kıldık. ez-Zührî ise bu kelimeyi -r harfini şeddeli olarak- “.....” şeklinde okumuştur. Biz onu kısım kısım kıldık, anlamındadır. Ayet-i kerimede geçen “.....” kelimesinde yer alan "be" harfi "lâm" anlamındadır. Yani "... sizin için..." anlamındadır. (Mealde olduğu gibi.) Bir görüşe göre ise buradaki bu harf yerindedir ve kendi anlamındadır. Yani sizin denize girmenizle birlikte biz denizi ayırdık. Yani İsrailoğulları iki su arasında yol aldılar ve onlar vasıtasıyla sular ayrılmış oldu. Bu daha güzel bir açıklamadır ve bunu bir başka yerde geçen "Deniz (ikiye) ayrılıp..." (eş-Şuara, 26/63) âyeti açıklamaktadır. "Deniz (el-Bahr)"ın ne olduğu bilinmektedir. Ona bu adın verilmesi genişliği dolayısıyladır: Attığı adımları geniş, yani adımların arasındaki mesafe pek çok olan at hakkında "feresun bahrun" denilir. Peygamber efendimizin Ebû Talha'nın atı Mendup hakkında: "Biz onu bir deniz (bahr) bulduk." Buhâri, Cihâd 24, 46, 50, 55..; Müslim, Fedâil 48-50. hadisi de bunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda tuzlu su anlamına da gelir. Suyun tuzu arttığı zaman da bu kökten gelen kelime kullanılır. Şair Nusayb der ki: "Yerin suyu denize döndü ve bu artırdı Hastalığımı tatlı sular tuzlu oldu diye." Bahr aynı zamanda belde anlamına da kullanılır. Beldemiz anlamında "bu bizim bahnmızdır" denir. el-Umevî der ki: Bahr, insanın yakalandığı sülâl (verem ve benzeri ciğer hastalıkları) demektir. Bu kelime, "açık ve belirgin" kaya vb. gibi şeyler hakkında da kullanılır. Ka'b el-Ahbar'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah'ın Sandafâyil adında bir meleği vardır. Bütün denizler onun baş parmağının küçük bir çukuru içindedir. Bunu Ebû Nuaym, Sevr b. Yezid, o Halid b. Ma'dân, o da Ka'b yoluyla rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Sizi kurtarmıştık" âyeti yani sizi o denizden salimen çıkarmıştık, demektir. Kurtardım, anlamında “.....” ile “.....” şekilleri kullanılır. Her iki şekilde, de okunmuştur. Bir önceki âyet-i kerimede “.....” şeklinde, bu âyet-i kerimede de “.....” şeklinde gelmiştir. Ayet-i kerimedeki "Fir'avun hanedanını ise., suda boğmuştuk." “.....” suda boğuldu, demektir. Suda boğulana da “.....” denilir. Ebû Necm'in şu mısraında olduğu gibi: ".... kimisi öldürülmüş, kimisi su üstünde kimisi de suda boğulmuştu." Başkası tarafından suda boğulanı anlatmak üzere “.....” ile “.....” denilir. Başkası tarafından bu şekilde boğularak öldürülen kimse hakkında da “.....” denilir. Meselâ, gümüş ile süslenmiş bir yulara “.....” denilir. “.....” öldürmek demektir. el-A'şa der ki: "Keşke Kays'ı ebeler öldürmüş olsaydı." Çünkü ebeler kıtlık yıllarında erkek olsun dişi olsun yeni doğan çocuğu eşi ile birlikte gelen suda boğar öldürürdü. Daha sonra her türlü öldürme işine bu şekilde "tağrîk" denilir oldu. "Genç, dişi gebe develer ikinci yavrusunu eşinin suyunda boğarlarsa Uçsuz bucaksız çöllerde artık henüz hilkati tamamlanmamış ölü yavrusuna şefkati (hiç) olmaz." Yavrusuna karşı şefkatli olmayışının sebebi ise ona gebe kaldığı sürece çektiği sıkıntı ve yorgunluklardır. İsrailoğullarının Kurtarılması İle İlgili Görüşler: Taberî'nin naklettiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm), Mısır topraklarından geceleyin İsrailoğullarını alıp yürümesini emreden bir vahiy almıştı. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, Kıptîlerden süs ve diğer eşyalarını ariyet olarak almalarını emretti. Allah, bunu İsrailoğullarına helâl kılmıştı. Hazret-i Mûsâ, gecenin bastırması ile birlikte onlarla yola koyuldu. Fir'avun bunu haber alınca, horozlar ötmeye başlamadıkça kimse onların arkasından gitmesin, dedi. O gece Mısır'da hiç bir horoz ötmedi. Allah, o gece Kıptîlerin birçok çocuğunun canını aldı. Bunun üzerine çocuklarını defnetmek işleriyle uğraştılar ve arkasından güneşin doğduğu sırada onları takib etmeye koyuldular. Nitekim yüce Allah: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuara, 26/60) diye buyurmaktadır. Hazret-i Mûsâ da denize ulaşıncaya kadar denize doğru ilerledi. O sırada İsrailoğullarının sayısı altıyüz bin kişiye yakındı. Fir'avun ile birlikte bulunanların sayısı ise bir milyon ikiyüz bin kişi idi. Fir'avunun Hazret-i Mûsa'nın arkasında bir milyon atlı ile gittiği ve kısraklıların bu sayının dışında olduğu belirtilmiştir. Denildiğine göre İsrail -ki Ya'kub aleyhisselâmdır- Mısır'a çocukları ve torunlarından oluşan yetmiş altı kişi ile birlikte girmişti. Yüce Allah, onların sayılarını çoğaltmış, soyundan gelenlerin bereketini artırmıştı. Nihâyet Fir'avun'dan kaçtıkları günü denize çıktıklarında yaşlılar, çocuklar ve kadınların dışında altıyüzbin Savaşçı idiler. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe der ki: Bize Şebabe b. Sevvar, Yûnus b. Ebi İshak'tan, o Ebû İshak'tan, o Amr b. Meymun'dan, o Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) İsrailoğullarını geceleyin yola koyulduğu sırada, Fir'avun'a bu durumun haberi ulaştı. O bir koyunun kesilmesini emretti, sonra da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim bu koyunun yüzülmesi daha bitmeden önce huzurumda Kıptî altıyüzbin kişi toplanıp gelecektir. Hazret-i Mûsâ da denize varıncaya kadar yoluna devam etti. Denize: "ayrıl" dedi. Deniz ona: Ey Mûsâ, sen oldukça büyüktendin. Ben Âdemoğlundan kime ayrıldım ki senin için ayrılayım? O sırada Mûsâ ile birlikte atı olan bir adam vardı. Bu adam ona: Ey Allah'ın peygamberi, sana hangi tarafa doğru gitme emri verildi? diye sorunca Hazret-i Mûsâ ona: Bana bu yöne gitmekten başka bir yere gitmek üzere emir verilmiş değildir, dedi. Bunun üzerine adam, atını denize sürdü, denizde bir süre yüzüp çıktı. Tekrar: Ey Allah'ın peygamberi hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? deyince yine Hazret-i Mûsâ: Bana bu taraftan başka bir yere gitmeme dair emir verilmiş değildir, dedi. Adam: Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın daleyhisselâmonra ikinci bir defa atını denize sürdü ve denizden çıkıncaya kadar yüzmeye devam etti. Yine: Ey Allah'ın peygamberi, hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? diye sorunca Hazret-i Mûsâ: Bana bu yöne gitmekten başka bir tarafa gitmem emredilmiş değildir, dedi. Adam yine, Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın, dedi. Bunun üzerine Allah Hazret-i Mûsa'ya: "Asan ile denize vur" (eş-Şuara, 26/63) diye vahyetti. Hazret-i Mûsâ asasını denize vurunca "ardından deniz ikiye ayrıldı, her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu." (eş-Şuara, 26/63) Deniz de on iki sıbt (kol) için on iki kola ayrıldı. Her bir kolun bir yolu vardı ve birbirlerini de görüyorlardı. Şöyle ki denizin kollarının arasından delikler ve pencereler oldu ve birbirlerini bu delik ve pencerelerden görebiliyorlardı. Hazret-i Mûsâ ve beraberindekiler oradan çıkıp, Fir'avun ile birlikte bulunanlarsa dikilip kalınca deniz onların üzerlerine kapandı ve onları suda boğdu. Anlatıldığına göre bu deniz Kızıldenizdir. Hazret-i Mûsâ ile birlikte atı üzerinde bulunan adam ise onun yanındaki genç delikanlı Yûşâ b. Nûn idi. Şanı yüce Allah da denize: Sana asası ile vurduğu vakit Mûsâ için ayni, diye emir verdi. Deniz, o geceyi çalkalanarak geçirdi. Sabah olunca Mûsâ denize vurdu ve Hazret-i Mûsâ denize: Ebû Halid künyesini verdi. Bunu da İbn Ebî Şeybe zikretmiştir. Müfessirler bu hususa dair pek çok kıssalar zikrederler. Bizim zikrettiğimiz bu miktar ise yeterlidir. Ayrıca Yûnus Bk. Yûnus, 10/90. âyetin tefsiri ve Şuarâ Bk. eş-Şuarâ, 26/57 vd. âyetlerin tefsiri. sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- daha fazla açıklamalar da gelecektir. Hazret-i Mûsâ ve Beraberindekilerin Kurtuldukları Diğerlerinin de Boğuldukları Gün: (10 Muharrem, Âşûrâ Günü): Yüce Allah İsrailoğullarının kurtuluşunu, Fir'avun hanedanının suda boğuluşunu şözkonusu ettiği halde, bunun hangi gün gerçekleştiğini zikretmemektedir. Müslim'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, Resûlüllah Medine'ye geldiğinde Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Oruçla geçirdiğiniz bu günün mahiyeti nedir" diye sorar, onlar: Bu büyük bir gündür, derler. Bu günde Allah, Mûsâ ve kavmini kurtarmıştır. Fir'avun ve kavmini ise suda boğmuştur. Mûsâ şükür olmak üzere bugün oruç tuttu, o bakımdan biz de bugünü oruçlu geçiriyoruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Biz Mûsa'ya sizden daha yakınız ve ona daha lâyıkız." Hazret-i Peygamber bu gün oruç tuttuğu gibi oruçla geçirilmesini de emretti. Müslim, Siyam 128. Bu hadisi, Buhârî de İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına: "Sizler Mûsa'ya bunlardan daha yakınsınız, o bakımdan oruç tutunuz" diye emir buyurmuştur. Buhârî, Savm 69. Bu Hadîs-i şerîflerin zahiri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aşure günü orucunu tuttuğunu ve bu günün oruçla geçirilmesini emrettiğini göstermektedir. Bu emri yahudilerin kendisine haber vermesi üzerine Hazret-i Mûsa'ya uymak üzere vermiş görünmektedir. Ancak durum böyle değildir. Çünkü Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Aşure gününde Kureyşliler cahiliyye döneminde oruç tutarlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da cahiliyye döneminde yine bu günde oruç tutardı. Medine'ye geldiğinde bu günde oruç tuttuğu gibi aynı şekilde ashabına da oruç tutmalarını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca Hazret-i Peygamber aşura günü orucunu terketti, dileyen onu tutar, dileyen terkeder. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Savm 69; Müslim, Siyam 114-116; Tirmizî, Savm 49. Denilse ki: Kureyşlilerin bu günü yahudilerin kendilerine haber vermeleri üzerine tutmuş olmaları da mümkündür. Çünkü Kureyşliler yahudilerin anlattıklarını dinler, onlardan bilgi alırlardı. Çünkü Kureyşlilere göre yahudiler, ilim sahibi kimselerdi. Buna dayanarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu günü cahiliyye döneminde yani henüz Mekke'de iken oruçla geçirmişti. Medine'ye gelince yahudilerin de bu günde oruç tuttuklarını görünce: "Bizler size göre Mûsa'ya daha yakınız, daha öncelikliyiz" demiş ve Hazret-i Mûsa'ya tabi olarak bu günü oruçla geçirmiş, ayrıca bu günde oruç tutulmasını da emretmişti. Bu konudaki emrini de pekiştirmişti.. O kadar ki küçük çocuklar dahi bu günde oruç tutarlarmış. Buna karşılık cevabımız şu olur: Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) belki de Hazret-i Mûsa'nın şeriatine uygun ibadet eder idi, diyenlerin bir şüphesidir. Durum böyle değildir. Nitekim bu hususu ileride yüce Allah'ın: "O halde sen de onların hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/90) âyetine dair açıklamalarda bulunurken bir daha ele alacağız. Aşura Günü Muharrem'in Kaçıncı Günüdür?: Aşure gününün Muharrem'in dokuzuncu günü mü, onuncu günü mü olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İmâm Şâfiî, dokuzuncu günü olduğu kanaatindedir. Çünkü el-Hakem el-A'rec'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Abbâs (r. anhuma)'ın yanına Zemzem kuyusu yakınında cübbesine yaslanmış olduğu bir sırada vardım ve ona: Aşure günü orucu hakkında bana bilgi ver dedim, şöyle dedi: Muharrem hilalini görünce saymaya başla ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla. Ben: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu günü bu şekilde mi oruçlu geçirirdi, diye sordum, o: Evet, dedi. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Siyam 132; Ebû Dâvûd, Savm 64; Tirmizî, Savm 50. Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir topluluk onuncu günü olduğu kanaatindedir. Tirmizî (sözü geçen) bu el-Hakem'in rivâyet ettiği hadisi zikretmiş fakat sahih ve hasen olmakla nitelendirmeksizin arkasından şöyle demiştir: Bize Kuteybe bildirdi. Bize Abdülvaris Yûnus'tan bildirdi. Yûnus el-Hasen'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aşure günü yani onuncu günü oruç tutmamızı emretti. Ebû Îsa (Tirmizî) der ki: İbn Abbâs'ın hadisi hasen, şahin bir hadistir. Tirmizî der ki: İbn Abbâs'tan da dokuz ve onuncu günü oruç tutunuz, böylelikle yahudilere muhalefet ediniz, dediği de rivâyet edilmiştir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın görüşleri bu hadise uygundur. Tirmizî, Savm 50. Tirmizî'den başkaları ise şöyle demiştir: İbn Abbâs'ın soru sorana: "Sen günleri say ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla" derken, bu ifadesinde onuncu günü orucunu terketmeye dair bir delil yoktur. Aksine dokuzuncu günü onuncu gün ile birlikte oruç tutmayı istemiştir. Bu görüşte olanlar derler ki: Buna göre bu iki günde oruç tutulduğu takdirde konu ile ilgili hadisler bir arada, cem'edilmiş (ikisi gereğince amel edilmiş, te'lif edilmiş) olur. el-Hakem'in İbn Abbâs'a: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu günde bu şekilde mi oruç tutardı? diye sorması üzerine İbn Abas'ın: Evet demesinin anlamı, eğer yaşamış olsaydı öyle tutardı, demektir. Yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman dokuzuncu günü oruç tutmuş değildir. Nitekim bunu İbn Mâce'nin Sünen'inde, Müslim'in de Sahih'inde İbn Abbâs'tan rivâyet ettikleri şu hadis böylece açıklamaktadır. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer gelecek sene hayatta kalacak olursam dokuzuncu günü oruç tutarım. " Müslim, Siyam 134; İbn Mâce, Siyam 41. Ebû Katâde'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aşure günü oruç tutmanın geçen senenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını Allah'tan ümid ederim." Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivâyet etmiş olup Tirmizî şöyle demiştir: Bizler Hazret-i Peygamber'in Ebû Katâde'den gelen bu Hadîs-i şerîf dışında herhangi bir rivâyette: "Aşure günü orucunu tutmak bir senenin günahlarına keffarettir" dediğini bilmiyoruz. Tirmizî, Savm 48. İsrailoğullarının Gözleri Önünde Boğulan Fir'avun: Yüce Allah'ın: "Kendiniz görüp dururken" âyeti hal konumunda bir cümledir. Yani gözlerinizle görüp dururken demektir. Denildiğine göre İsrailoğulları, Fir'avun hanedanının suyun üstüne çıktıklarını ve onların suda boğulmakta olduklarını görürken kendilerinin de kurtulduklarını gördüler. Bu ise çok büyük bir lütuftur. Şöyle de denilmiştir: Fir'avun hanedanını gözleriyle görünceye kadar boğuldukları suyun üstüne çıkarıldılar. Bu ise lütuf üstüne bir lütuftur. Yine denildiğine göre "siz görüp dururken" âyeti, ibret gözüyle bakarken demektir. Çünkü İsrailoğulları gözleriyle durup bakamayacak kadar meşgul idiler. Bir diğer açıklamaya göre, bunun anlamı şudur: Eğer siz bakmış olsaydınız, bakanın durumunda olurdunuz. Meselâ, görmüş ve işitmiş gibisin, demek böyledir. Yani dilediğin takdirde sen bunu görüp işitebilecek haldesin. Bu ve birinci görüş İsrailoğullarının durumlarına daha uygun görünmektedir. Çünkü denizden çıktıktan sonra İsrailoğullarının ibret almamalan ardı arkasına gelmiş olaylarla ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, onları boğulmaktan kurtarıp düşmanlarını suda boğunca: Ey Mûsâ, Fir'avun'un suda boğulduğuna bir türlü kalpten inanamıyoruz, dediler. Nihayet yüce Allah, denize emir buyurdu, deniz onu kenara attı ve gözleriyle ona bakıp durdular. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe, Kays b. Ubad'dan naklettiğine göre İsrailoğulları: Fir'avun ölmedi, o hiçbir zaman da ölecek değildir, deyince yüce Allah, onların yüce peygamberini yalanladıklarını işitir işitmez, Fir'avun'u kırmızı bir öküzmüş gibi İsrailoğullarının gözleri önünde görecekleri bir şekilde denizin kıyısına attı. Onun boğulduğundan emin olup da kara yoluyla Fir'avun'un bulunduğu şehirlere gittiler ve nihayet onun hazinelerini taşıdılar, ni'metlere gömüldüler. Bu esnada kendilerine ait olan birtakım putların önünde ibadet eden bir topluluk gördüler. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa'ya: Ey Mûsâ, bunların putları olduğu gibi sen de bize bir ilâh yap, dediler. Hazret-i Mûsâ bundan dolayı onları azarlayıp şöyle dedi: O sizleri bütün âlemlere -yani kendi çağlarındaki âlemlere- üstün kılmış iken ben sizin için Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım, dedi ve kendilerine atalarının yurtları olan Arz-ı Mukaddese doğru yol almalarını ve Fir'avun'un ülkesinin pisliklerinden arınmalarını emretti. O sırada Arz-ı Mukaddes zorba bir topluluğun elinde bulunuyordu ve o araziye egemenlik kurmuşlardı. İsrailoğulları bu zorbaları Arz-ı Mukaddes'ten Savaşmak yoluyla çıkarmak gereğini duydular ve bunun üzerine Hazret-i Mûsa'ya şöyle dediler: Sen bizi bu zorbalara kartalın avından aldığı bir lokma gibi sunmak mı istiyorsun? Eğer sen bizleri Fir'avun'un elinde bırakmış olsaydın bu bizim için daha hayırlı olurdu. Hazret-i Mûsa'nın onlara: "Kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) Arz-ı Mukaddese gidin.." (el-Maide, 5/21)dediğini ifade eden âyeti ile başlayan ve: "... oturucularız." (el-Maide, 5/24) âyetine kadar devam eden bir konuşma aralarında geçti. Nihayet Hazret-i Mûsâ onlara beddua etti ve onları "fasıklar" (el-Maide, 5/25) diye adlandırdı. Ceza olmak üzere Tih'de kırk yıl kaldılar. Daha sonra yüce Allah onlara merhamet buyurdu. İleride de açıklanacağı üzere onlara Selvayı indirmekle, bulutlarla gölgelendirmekle lütufta bulundu. Daha sonra Hazret-i Mûsâ Tûr-i Sina'ya, onlara Tevrat'ı getirmek üzere gitti. Bu sırada ise onlar -yine ileride Bk. el-A'raf, 7/139-140. âyetlerin tefsiri açıklanacağı üzere- buzağıyı rab edindiler. Arkasından onlara ileride geleceği üzere: Beyt-i Makdis'e varınız. Haydi secde ederek giriniz ve girerken hitta deyiniz, denildi. Hazret-i Mûsâ çok utangaç ve tesettüre çokça riâyet eden bir kimse idi. Onlar o bakımdan: Hayaları şişkindir, dediler. Guslettiği bir sırada elbiselerini taşın üzerine koymuştu. Bu taş elbisesini alıp İsrailoğullarının oturdukları bir yere kadar sürükledi. Hazret-i Mûsâ ise çıplak ve: Ey taş, elbisemi ver, diyerek arkasından gidiyordu. İşte ileride de açıklanacağı üzere bk. el-Ahzâb, 33/69. âyetlerin tefsiri yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Mûsa'ya eziyet edenler gibi olmayın, Allah onu onların dedikleri şeylerden temize çıkardı..." (el-Ahzab, 33/69) âyetinde anlatılan budur. Daha sonra Hazret-i Hârûn vefat edince, Hazret-i Mûsa'ya: Harun'u sen öldürdün ve sen onu kıskandın dediler. Nihayet melekler, üzerinde vefat etmiş haliyle Hazret-i Hârûn bulunduğu halde Hazret-i Harun'u tahtıyla beraber getirdiler. -Bu husus da Maide sûresinde gelecektir- Bk. el-Mâide, 5/26. âyetin tefsiri Arkasından Hazret-i Mûsa'dan sundukları kurbanların kabul edildiklerine dair kendilerine bir âyet (alamet) vermesini istediler. Bunun üzerine semadan bir ateş geliyor onların kurbanlarını kabul ediyordu. Arkasından Hazret-i Mûsa'dan: Dünyada günahlarımızın ne şekilde keffaret edileceğini bize açıkla, diye talepte bulundular. O bakımdan herhangi bir günah işleyen bir kimse sabah olunca kapısının üzerinde: "Sen şu günahı işledin, bunun keffareti ise şu azanı kesmendir" diye bir yazı görür ve burada kesmesi gereken organı belirtilirdi. Kendisine idrar bulaşan bir kimse orayı kesmedikçe ve derisini vücudundan ayırmadıkça o bölge temiz olmazdı. Daha sonra bunlar Tevrat'ı değiştirdiler, Allah'a yalan ve iftiralar uydurdular, elleriyle kitap yazdılar ve bunu basit bir bedele değiştiler. Sonunda peygamberlerini ve rasullerini öldürdüler. İşte dinlerine karşı tutumları ve güzel olmayan ahlaklarıyla Rablerine karşı davranışları bu şekilde idi. İleride bütün bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeri geldikçe etraflı bir şekilde gelecektir. İsrailoğullarının Haberleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Nübüvvetinin Delilidir: Taberî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği vahiylerle, Araplar tarafından bilinmeyen ve ancak İsrailoğullarının başından geçmiş bulunan bu gaybî haberleri bildirmesi, İsrailoğulları yanında onlara karşı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini ispat eden açık bir delildir. 51Hani Biz, Mûsa'ya kırk gece va'detmiştik. Sonradan siz onun ardından -zâlimler olarak- buzağıyı (ilâh) edindiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- "Va'detmek" Kelimesinin Kıraat Farkı ve Açıklaması: Yüce Allah'ın: "Hani Biz, Mûsa'ya kırk gece va'detmiştik" âyetinde yer alan ve "va'detmiştik" “.....” kelimesini Ebû Amr elifsiz olarak “.....” şeklinde okumuştur. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd seçip tercih etmiş ve elifli okuyuşu kabul etmeyerek şöyle demiştir: Çünkü elifli kullanım (karşılıklı va'dleşmeyi ifade ettiğinden dolayı) insanlar tarafından yapılan bir iştir. Yüce Allah tek başına va'deder ve vaîdde bulunur (tehdid eder.) Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin Allah hakkında bu şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yüce Allah'ın bütün âyetinde bu böyledir: "O, size hak va'dinde bulunmuştur." (İbrahim, 14/22); "Allah sizden îman edip salih amel işleyenleri mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nûr, 24/55); "Hani o vakit, Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'detmişti." (el-Enfal, 8/7) Mekkî der ki: Aynı şekilde lâfzın zahirinden yüce Allah tarafından Hazret-i Mûsa'ya bir va'dde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Hazret-i Mûsa'nın buna karşılık herhangi bir va'dinin olduğu ifadesi yoktur. Dolayısıyla bu (iki taraftan va'd ifade eden) kelimenin tek bir kişi tarafından va'dedildiği şeklinde anlaşılması gerekir. Nassın zahirinden anlaşıldığına göre fiil yalnızca yüce Allah'a izafe edilmektedir. Bu ise el-Hasen'in, Ebû Recâ, Ebû Cafer, Şeybe ve Îsa b. Ömer'in de kıraatidir. Ayrıca Katâde ile İbn Ebi İshak da böyle okumuştur. Ebû Hâtim der ki: Bize göre okuyuş genel olarak elif'sizdir. Çünkü elif li okuyuş (muvâ'ada; vaidleşme) çoğunlukla birbirine denk iki insan arasında olur. Onların her birisi karşı tarafa bir vaadde bulunur. el-Cevherî der ki: Mîad: Karşılıklı vaidleşmek, sözleşilen vakit ve sözleşilen yer demektir. Yine Mekki der ki: Muvâade aslında karşılıklı olarak yapılır. Ancak kimi zaman bu kip (mufaale) Arap dilinde tek kişi tarafından yapılan işi ifade etmek üzere de kullanılır. Aynı vezinde Araplar: Ayakkabıyı çekiçle döğdüm, hastayı tedavi ettim, hırsızı cezalandırdım derler. (Kullandıkları kip karşılıklı olarak iki kişinin yaptığı işi ifade etmek için öngörülmüş olmakla birlikte) bütün bunlarda yapılan fiil tek bir kişinin yaptığı bir fiildir. Buna göre (karşılıklı vadetmeyi ifade eden) muvâade lâfzı, sadece Allah tarafından Hazret-i Mûsa'ya verilen va'di ifade eder. Buna göre bu iki okuyuşun anlamı bir demektir. Uygun görülüp tercih edilen görüş, bu kelimenin elif li olarak (vâednâ) şeklinde okunmasıdır. Çünkü bu kelimenin ihtiva ettiği iki anlamdan birisi "va'dettik" anlamındadır. Diğer taraftan Hazret-i Mûsa'nın da ya vaid vermiş olması veya vaid vermesinin yerini tutan kendisine verilen va'di kabul etmesi şekillerinden birisi kaçınılmazdır. O takdirde bu şekildeki (elif li) kullanım sahih olur. en-Nehhâs der ki: Bu kelimeyi elif'li olarak “.....” şeklinde okumak daha iyi ve daha güzeldir. Bu Mucâhid, el-A'rec, İbn Kesîr, Nafi, el-A'meş, Hamza ve Kisaî'nin de okuyuşudur. Yüce Allah'ın: "Allah îman edip salih ameller işleyenlere vadetti ki.." (en-Nûr, 24/55) âyetinin bununla herhangi bi-r ilgisi yoktur. Çünkü: "Mûsa'ya vadetmiştik.." âyeti verilen va'din yerine getirilmesi ile alakalıdır. Yoksa burada vadetmenin ve tehditte bulunmanın herhangi bir ilgisi yoktur. Bu, kişinin: "Sana va'dettiğim gün Cum'a günüdür, sana vadettiğim yer şurasıdır" demesine benzer. Bu gibi kulanımlarda ise elif'li olarak: " (.........): O'na va'dettim" demek fasih ve uygun olan söyleyiştir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Burada bu kelimenin elif li olarak kullanılması güzel ve yerindedir. Çünkü kabul edip itaatte bulunmak muvâade: Vaidleşmek ayarındadır. Çünkü yüce Allah tarafından vaadde bulunulmakta Hazret-i Mûsâ da bu vaadi kabul edip uymakta, bu ise tarafların biribirlerine va'detmesi ayarındadır. İbn Atiyye der ki: Ebû Ubeyde'nin elif siz okuyuşu tercih etmesi doğru değildir. Çünkü Mûsa'nın yüce Allah'ın va'dini kabul edip ona bağlanması ve bunu gözetlemesi muvâadeyi (karşılıklı olarak vadde bulunmayı, vaadleşmeyi) andırır. Mûsâ, Arapça olmayan bir kelimedir. Arapça olmadığı (ucme) ve marife (özel isim) olduğundan dolayı munsarif değildir. Rivâyete göre Kiptiler suya "mû", ağaca da "şâ" derler. Hazret-i Mûsâ nehire atıldığı sandıkta su ve ağacın yakınında bir yerde bulunduğundan dolayı "Mûşâ, Mûsâ" ismi verilmiştir. es-Süddî der ki: Annesi oğlunun öldürüleceğinden korkunca -yüce Allah'ın kendisine vahyettiği şekilde- Hazret-i Mûsa'yı tabuta (sandığa) koydu ve suya bıraktı. Hazret-i Mûsa'yı Fir'avun'un evi yakınlarında ağaçlar arasında suya attı. Fir'avun'un hanımı, Asiyenin cariyeleri suda yıkanmaya koyulduklarında onu buldular. O bakımdan Hazret-i Mûsa'ya onu bulduklarıyerin ismini verdiler. En-Nakkaş ve başkalarının naklettiklerine göre, onu denizden alan cariyenin ismi Sâbus idi. İbn İshak der ki: Hazret-i Mûsa'nın nesebi şöyledir: Mûsâ, babası İmrân, onun babası Yashur, onun babası Kahes, onun babası Lani, onun babası Ya'kub İsrail, onun babası İshak, onun da babası İbrahim (aleyhimusselâm)dir. 3- Vadedilen Kırk Gece: Yüce Allah'ın: "kırk gece va'detmiştik" âyetinde hazfedilmiş bazı kelimeler vardır. el-Ahfeş der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: Hani biz Mûsa'ya kırk gecenin bitimi akabinde vadetmiştik. Nitekim yüce Allah: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyetinde de ifade böyledir. Kasaba halkına sor, demektir. Bu kırk gecenin tümü vadedilen zaman kapsamı içerisine girmektedir. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre "kırk gece" zü'l kade ayı ile zü'l hicce ayının on günüdür. Bu, Hazret-i Mûsa'nın denizi geçip kavminin ondan Allah'tan kendilerine bir kitap vermesini istemelerinden sonra olmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, İsrailoğullarının hayırlıları arasından yetmiş kişi ile birlikte Tûr'a çıkmıştır. Onlar da o dağa çıkmışlardı. Kırk gecenin sona ereceği zamana kadar onlarla sözleşmiş idi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bunlar yirmi gündüz ve yirmi gece saydılar, akabinde Allah bize verdiği sözünde durmadı, dediler. Bunun üzerine buzağıyı ilâh edindiler. Samirî bunlara: Bu sizin de Mûsa'nın da ilahıdır, dedi. Onun bu sözünü de kabul ettiler. Hazret-i Hârûn ise onları böyle bir işten alıkoymak isteyip şöyle dedi: "Ey kavmim, siz bunun ile ancak imtihan oldunuz. Muhakkak sizin Rabbiniz rahmân olandır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin. Onlar ise: 'Mûsâ bize dönünceye kadar biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz.' dediler." (Ta-Ha, 20/90-91) Hazret-i Harun'a -konu ile ilgili rivâyet edilen habere göre- on iki bin kişi dışında buzağıya tapmayı terketmek hususunda itaat eden olmadı. Geri kalanlar ise akılsızca o buzağıya ibadet ettiler. İbadet edenler ise, iki milyondan fazla kişi idi. Hazret-i Mûsâ döndüğünde onların bu durumunu görünce elinde bulunan Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları bıraktı ve Tevrat'taki altı bölüm kaldırıldı, geriye sadece helâl-haram ve gerek duyacakları şeyleri ihtiva eden tek bir bölüm kaldı. Hazret-i Mûsâ buzağıyı yaktı ve onun külünü denize sallallahü aleyhi ve sellemurdu. Buzağıya olan sevgilerinden dolayı o denizin suyundan içtiler. Dudaklarında bir sarılık peyda oldu, karınları şişti. Tevbe ettilerse de onların tevbeleri kendilerini öldürmedikçe kabul olunmadı. İşte yüce Allah'ın: "Sizi yaratana tevbe edin, nefislerinizi öldürün." (el-Bakara, 2/54) âyetinde anlatılan budur. Bu emir üzerine İsrailoğulları ellerine hançerleri-kılıçları alıp güneşin doğduğundan kuşluk vakti güneş yükselinceye kadar birbirlerine saldırdılar, biri diğerini öldürdü. Baba oğlunu, oğul babasını sormuyor idi. Kardeş kardeşini, kimse kimseyi araştırmıyor idi. Herkes önüne geleni kılıçla vuruyor, öteki de aynı şekilde ona vuruyordu. Nihayet, Hazret-i Mûsâ feryad ederek yüce Allah'a: Rabbim, İsrailoğulları yok oluyor, dedi. Bunun üzerine Allah onlara merhamet buyurdu, lütfuyla onlara cömertçe ihsanlarda bulunarak geriye kalanların tevbesini kabul etti, öldürülenleri de şehitler arasına kattı. -Nitekim ileride açıklanacaktır- 4- Neden Kırk Gündüz Değil de Kırk Gece: Burada yüce Allah'ın gündüzlerden değil de geceden söz ediş sebebi nedir, diye sorulacak olursa, sorana şu cevap verilir: Çünkü gece gündüzden öncedir. O bakımdan konum itibariyle ondan önceliklidir. Bundan dolayı tarih verme de gece ile olur. Çünkü geceler ayların başlangıcıdır, gündüzler ise gecelere tabiidir. 5- Hazret-i Mûsâ Bu Kırk Gün Boyunca Oruç Tuttu mu? en-Nekkâş der ki: Bu âyet-i kerimede Hazret-i Mûsa'nın orucunu kesintisiz sürdürdüğüne (geceleyin iftar etmeksizin visal orucu tuttuğuna) işaret vardır. Çünkü şanı yüce Allah eğer "gündüzlerden söz etmiş olsaydı, onun geceleyin oruç açtığına inanmak mümkün olurdu. Yüce Allah burada "geceler"i zikrettiğine göre sözün ifade şekli, Hazret-i Mûsa'nın geceli gündüzlü kırk gün süreyle kesintisiz oruç tuttuğunu ifade eder. İbn Atiyye der ki: Babamı şöyle derken dinledim: Şeyh Zahid İmâm Vaiz Ebû’l-Fadl el-Cevherî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)yi insanlara namaz ve benzeri ibadetler esnasında Allah ile başbaşa olmak ve O'na yakın olmak hususunda vaazda bulunuyorken dinledim. Böyle bir halvetin (başbaşa kalmanın) insanlar hatırına yemeyi içmeyi getirmediğini zikrediyordu. Ve şöyle diyordu: Hazret-i Mûsa'nın seksen gün aralıksız oruç tutup Allah'a yakın olduğu hal ile Hazret-i Hızır ile karşılaşmak üzere yola koyulduğunda bir günün bir bölümünün akabinde: "Şu kuşluk yemeğimizi getir (de yiyelim)" (el-Kehf, 18/62) demesi arasındaki fark ne kadar da büyüktür. Derim ki: İşte tasallallahü aleyhi ve sellemvuf âlimleri bununla visal orucunu delillendirmek ve onun en faziletlisinin kırk gün olduğunu açıklamak istemişlerdir. Yüce Allah'ın izniyle bu sûrede oruçtan söz eden âyet-i kerimeleri Bk. el-Bakara, 21/ 187 âyetin 23. başlık açıklarken visal orucuna dair açıklamalarımız da gelecektir. (Ve orada visalin meşruiyyetinin kaldırıldığı belirtilecektir.) el-A'raf sûresinde de yüce Allah'ın: "Biz, Mûsa'ya otuz gece va'detmiştik." (el-A'raf, 7/142) âyetine dair açıklamalarımız esnasında bu hususta başka hükümler de sözkonusu edilecektir. Yine o âyeti açıklarken ve Ta-Ha sûresinde Bk. Tâhâ, 20/88. âyetin tefsiri de -inşaallah- buzağının keyfiyeti ve onun böğürmesi ile ilgili diğer açıklamalar da yer alacaktır. 6- Buzağıyı İlah Edinen Zâlimler: Yüce Allah: "Sonradan ise siz onun ardından -zâlimler olarak- buzağıyı (ilâh) edindiniz." Hazret-i Mûsa'nın gidişinden sonra siz onu ilâh edindiniz. Burada "edindiniz" kelimesi ile ilgili sarf ilmi açısından bir parağraflık bir açıklama gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir. "Zâlimler olarak" âyeti hal ifade eden bir cümledir. Zulmün anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Bk. el- Bakara, 2/35. âyet, 13. başlık Hamd, Allah'a mahsustur. 52Bundan sonra sizi atfetmiştik. Şükredesiniz diye. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlıkta ele alacağız: Allah'ın: "Bundan sonra sizi affetmiştik" âyetindeki "affetmek" Allah'ın, kullarının hatalarını affetmesi demektir. Bu affediş, kimi zaman cezadan sonra, kimi zaman da cezadan önce olabilir. Ğufrân (mağfiret) ise böyle değildir. Mağfiret ile birlikte hiçbir şekilde ceza sözkonusu olmaz. Herhangi bir cezayı hak edip de bu ceza onun lehine terk edilirse, o kişi affedilmiş olur. Buna göre af, günahın silinmesi demektir. O halde burada âyetin anlamı: Biz, günahlarınızı sildik ve sizi bağışladık. Bu kelime rüzgarın yerdeki izi silmesini ifade etmek üzere kullanılan “.....” tabirinden alınmıştır. Çoğalıp artan şey hakkında da bu kelime kullanılır. O halde bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Yüce Allah'ın: "Nihayet affoldular." (el-A'raf, 7/95) âyeti, (servet ve sayıca) çoğaldılar, demektir. Yüce Allah'ın: "Bundan sonra sizi atfetmiştik." Yani buzağıya tapmanızdan sonra sizi bağışlamıştık. Buzağıya (Arapçada) el-İcl denilmesinin sebebi onların ona ibadette acele etmeleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buzağı ineğin yavrusu demektir. Çoğulu "el-acâcîl" dişisine de "icletun" denilir. -Ebû'l-Cerrah'tan- Yüce Allah'ın: "Şükredesiniz diye." Şükretmeniz için Allah, sizi affetti, demektir. Bu âyet-i kerimede yer alan “.....” Gerek ki , olur ki âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önceden Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri geçmiş bulunmaktadır. Şükür sözlükte açığa çıkmak, zahir olmak anlamındadır. Eğer binek hayvanı kendisine verilen yemden daha büyük ölçülerde şişmanlayacak ve bu şişmanlığı gözle görülecek halde olur ise, hakkında: (dâbbetun şekûrun) denilir. Şükrün gerçek anlamı ise bir kimsenin sana yapmış olduğu iyilik sebebiyle insanı övmek demektir. Nitekim buna dair açıklamalar Fâtiha sûresinde yapılmıştır. Cevheri der ki: Şükür, sana iyilik yapan kimseye yaptığı iyilik sebebiyle övgüde bulunmandır. Şükran, küfranın, nankörlüğün zıddıdır. Teşekkür ile şükür aynı anlamdadır. Nitekim Tirmizî ve Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu aktarmaktadır: "İnsanlara şükretmeyen (teşekkür etmeyen) Allah'a şükretmiş olmaz. " Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35; Müsned, II, 258 el-Hattabî der ki: Bu söz iki şekilde açıklanır: Birincisine göre insanların ni'metlerine karşı nankörlük (küfran)da bulunmayı karakter haline getirip onların iyiliklerine teşekkürü terkeden bir kimse, aynı şekilde yüce Allah'ın ni'metlerine karşı da nankörlük eder ve ona şükretmeyi de terkeder. İkinci bir açıklamaya göre de eğer kul, insanların kendisine yaptıkları iyilikleri teşekkürle karşılamayan, onların iyiliklerini inkâr eden bir kimse ise şanı yüce Allah, o kuluna yaptığı iyilikleri karşılığında kulunun yaptığı şükrü kabul etmez. Çünkü bunların her birisi ötekiyle ilişkilidir. 4- İlim Adamlarına Göre Şükrün Anlamı: Sehl b. Abdullah der ki: Şükür, gizli ve açık bütün hallerde mâsiyetten sakınmakla birlikte gönül hoşluğu ile itaat etmek hususunda bütün gayret ve çabasını ortaya koymak demektir. Bir başka kesime göre şükür; ni'met verene karşı şükretmekte kusurlu hareket ettiğini itiraf etmektir. Bundan dolayıdır ki yüce Allah: "Ey Dâvud hanedanı şükredin." (Sebe', 34/13) diye buyurunca Hazret-i Dâvud: Rabbim, şükür Senden bir ni'met iken ben nasıl şükredebilirim diye sormuş, yüce Allah da: İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükretmiş oldun. Çünkü sen şükrün Benim tarafımdan verilen bir ni'met olduğunu itiraf ettin, buyurdu. Hazret-i Dâvud sorar: Rabbim, Senin benim üzerindeki en gizli ni'metinin ne olduğunu bana göster. Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Dâvud nefes alıp ver. Hazret-i Dâvud nefes alıp verdi. Yüce Allah şöyle buyurdu: Gece gündüz bu ni'meti kim kuşatabilir? Sayıp dökebilir? Hazret-i Mûsâ da şöyle demiş: Elime vermiş olduğun en küçük ni'metine benim bütün amelim bir karşılık olamazken, ben Sana nasıl şükredebilirim? Yüce Allah ona: Ey Mûsâ, işte şimdi Bana şükretmiş oldun, diye vahiy buyurdu. Cüneyd der ki: Şükrün hakikati şükürden aciz olmaktır. Yine onun şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yedi yaşlarında iken Serrî es-Sakatî'nin önünde oyun oynuyordum. Yanımda da şükür hakkında söz söyleyen bir topluluk vardı. Bana: Ey çocuk, şükür nedir? diye sordu. Ben ona: Allah'ın vermiş olduğu ni'metleriyle Allah'a asi olmamaktır, dedim. Bana: Senin Allah'tan sana verilen payın bu güzel sözlerin olacağından korkarım, dedi. Cüneyd der ki: es-Serrî'nin bana söylediği bu söz dolayısıyla hala ağlayıp dururum. eş-Şiblî der ki: Şükür, tevazu ve hasenatı muhafaza etmek, şehvetlere muhalefet etmek, bol bol itaatlerde bulunmak, göklerin ve yerin Cebbarı olan Allah'ın gözetimi altında olduğunu bilmektir. Ebû’l-Feyd Zünnûn el-Mısrî de der ki: Senden daha üstün olana şükür itaat ile, senin dengin olana karşı şükür mükâfat ile, senden daha aşağı durumda olan kimseye şükür ise iyilik ve lütufta bulunmakla olur. 53Hani Biz, Mûsa'ya Kitab'ı ve Furkân'ı verdik. Hidâyet bulasınız diye. Burada sözü geçen kitap, tefsir âlimlerinin icmaı ile Tevrat'tır. Ancak Furkân'ın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ' ve Kutrub der ki: Bunun anlamı şudur: Biz Mûsa'ya Tevrat'ı Muhammed (aleyhisselâm)'a da Furkân'ı verdik. en-Nehhâs der ki: Bu hem i'rab açısından hem de anlam bakımından bir hatadır. İ'rab açısından hata olması şundan dolayıdır. Birşeye atfedilen (ve bağlacı ile bağlanan) atfedildiği şeyin bir benzeri olur. Bu açıklamaya göre; ondan farklı birşey olması gerekir. Anlam bakımından yanlışlığına gelince yüce Allah: "Yemin olsun ki Biz, Mûsâ ile Harun'a Furkân'ı vermiştik." (el-Enbiya, 21/48) diye buyurmaktadır. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Furkân Kitab'ın kendisi olabilir. Böylelikle te'kid olsun diye iki ayrı isimle ondan söz edilmiştir. Bu görüş el-Ferrâ''dan da nakledilmiştir. Şairin bu sözü de bu türdendir. "Deriyi kollarındaki ana damarlara kadar parçalayıp durdu. "Kaddemet" kelimesi, "kaddedet" diye de rivâyet edilmiştir. Tercüme ona göre yapılmıştır. Onun söylediği sözleri yalan ve dolan buldum." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Hint ne güzeldir ve Hind'in bulunduğu bir yöre Hint ise bizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor." Burada farklı kelimeler olduklarından dolayı aynı manada olmakla birlikte kaçıp uzaklaşmak, yalan ve dolan kelimeleri birbirlerine atfedilmiştir. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir "Eski zamandan kalma harabelerden selam sana Ummu'l-Heysem'den sonra kuruyup çoraklaşan. en-Nehhâs der ki: Böyle bir şey, şiirlerde sözkonusu olabilir. Bu hususa dair yapılan en güzel açıklama Mücâhid'in şu sözleridir: (Furkân): Hak ile batılı birbirinden ayırdetmek üzere indirilen kitaptır. Yani yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya bunu öğretmiştir. İbn Zeyd der ki: Furkân, fırka fırka olacak şekilde, denizin Hazret-i Mûsâ için ayrılıp yarılmasıdır. Ve İsrailoğulları bu haliyle denizin üzerinden geçtiler. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Furkân sıkıntılardan kurtuluştur. Çünkü İsrailoğulları Kiptiler tarafından köleleştirilmiş kimseler idi. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Ey îman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız O size bir Furkân verir." (el-Enfal, 8/29) Sizin için bir kurtuluş ve bir çıkış yolu gösterir, demektir. Bunun hüccet ve beyan olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Aradaki "vav (ve)" bağlacı bir sıla(fazladan)dır. Anlamı: Mûsa'ya Furkân olan kitabı verdik demektir. Nitekim sıfat yapılırken araya bazan "vav" bağlacının getirildiği olur. Arapların: Filan kişi güzel ve uzundur demeleri gibi. Buna örnek olarak da şu beyit gösterilir: Ta'zim edilen efendi ve kahraman cömerdin oğlu Ve Savaş esnasında birliğin aslanı olan hükümdara..." Şair burada ta'zimedilen, kahraman ve cömerdin oğlu, birliğin aslanı hükümdara, demek istemiştir. Bu açıklamanın delili de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Hem Biz, güzelce uygulayanlara (ni'metlerimizi) tamamlamak, herşeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere Mûsa'ya Kitab'ı verdik." (el-En'am, 6/154) Herşeyi açıklamaktan kasıt ise haram ile helâli, küfür ile imanı, va'd ve tehdidi ve buna benzer hususları birbirinden ayırdedecek şekilde indirdik, demektir. Bu hususta şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Furkân, onlar ile Fir'avun kavmini birbirinden ayırdetmek, aralarında ayırdedici hükmü vermektir. Bir kesimi kurtarırken öbürünü suda boğmasıdır. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) tabiri de bunu andırmaktadır. Bir görüşe göre bu Furkân gününden kasıt Bedir günüdür. Allah bu günde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına zafer nasib etmiş, Ebû Cehil ve ashabını ise helâk etmiştir. "Hidâyet bulasınız diye"; yani sapıklıktan kurtulup doğruyu bulasınız diye. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. el-Bakara, 2/2. âyetin tefsiri. 54Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilâh) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Sizi yaradana tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Böylesi Rabbiniz nezdinde sizin için hayırlıdır. Nihayet tevbenizi kabul etti. Gerçekten O, tevvâbdır, rahimdir. Yüce Allah'ın: "Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti" âyetinde geçen "kavm" kelimesi yalnızca erkekler topluluğu hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah: "Ey îman edenler, hiçbir kavim başka bir kavim ile alay etmesin.." diye buyurduktan sonra: "Kadınlarda kadınlarla alay etmesin." (el-Hucurât, 49/11) diye buyurmaktadır. Şair Zuheyr de şöyle demiştir: "Bilemiyorum, ileride belki bilebilirim Kale halkı bir kavim (erkekler topluluğu) midir yoksa kadınlar mı?" Yüce Allah da: "Lût'u da (kavmine gönderdi.) Hani o kavmine.. demişti." (el-A'raf, 7/80) Burada onun kadınları dışarıda bırakarak yalnızca erkeklere hitap etmek istediği anlaşılmaktadır. "Kavm" kelimesi bazen erkekler ve kadınlar hakkında müşterek olarak da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz, Nûh'u kavmine gönderdik." (Nûh, 71/1) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde her bir peygamber aynı zamanda hem kadınlara hem de erkeklere gönderilmiştir. "Yâ kavmi: kavmim" âyeti izafet tamlaması şeklinde bir münadadır. Kelimenin sonunda "yâ" harfi hazfedilmiş ve sondaki esre buna delil kabul edilmiştir. Bu harf tenvin ayarındadır. Müfred kelimenin sonunda tenvin hafzedildiği gibi, bu harf de hafzedilir. Kur'ân'ın dışında bu harfin sakin (yani bir med harfi) olarak tesbit edilmesi mümkündür. Bununla birlikte bu harf üstün de okunabilir, sonuna bir "he" harfi eklenerek "yâ kavmiyeh" de denilebilir. İstenirse "yâ" harfi "elife de ibdâl edilerek "yâ kâvmâ" da denilebilir, "ya eyyuhe'l-kavmu" anlamında "yâ kavmu" da denilebilir. Eğer bu kelime nekire olarak kullanılırsa, üstün ve tenvinli "ya kavmen" şeklinde kullanılır. Tekili - başka bir kökten olmak üzere - "imruun" şeklinde gelir. Çoğulu: "akvam", çoğulun çoğulu ise "ekâvim" ...diye gelir. Burada Hazret-i Mûsa'nın kavminden kasıt buzağıya tapanlardır. Onun kavmine bu şekilde hitap etmesi Allah tarafından ona verilen bir emir üzerine olmuştur. "Gerçekten siz buzağıyı (ilâh) edinmekle nefislerinize zulmettiniz." Burada yüce Allah, "nefislerinize" âyetinde cem-i kıllet kullanarak, cem-i kesret olan: "nüfus" kelimesini kullanmamıştır. Bu iki çeşit çoğul, birbirlerinin yerine kullanılabilir. Nitekim yüce Allah: "-üç kur'.." (el-Bakara, 2/228); "orada canların istediği şeyler de vardır" diye buyurmaktadır.'(Birinci örnekte cem-i kıllet gelmesi gerekirken cem-i kesret getirilmiştir. İkinci örnekte de durum aksinedir. - çeviren -) Sonuçta zararı kendisine dokunan bir iş yapan herkese: "Sen kendine kötülük ettin" denilir. Zulüm asıl itibariyle birşeyi konulması gereken asıl yerinden bir başka yere koymak demektir. Kimisi şöyle demiştir: Her insanın "buzağı"sı onun kendi nefsidir. Her kim bu buzağıyı bir kenara iter, onun maksadına muhalefet ederse, buzağının zulmünden uzak kalmış olur. Doğrusu ise burada gerçek anlamıyla "bir buzağı"nın kastedildiğidir. Onlar Kur'ân-ı Kerîm'in beyan ettiği şekilde bu buzağıya tapınmışlardı. "Sizi yaradana tevbe edin." Hazret-i Mûsâ, kavmine sizi yaratana tevbe edin deyince, onlar: Nasıl tevbe edelim? diye sormuşlar, bunun üzerine o: "Nefislerinizi öldürün" diye cevap vermişti. Kimi meânî bilginleri bunu şöyle açıklamışlardır: Siz itaatlerle, nefislerinizi zelil edip onlara boyun eğdiriniz ve şehvet ve arzularından alıkoyunuz. Ancak doğrusu burada gerçek anlamıyla bir öldürmenin kastedildiğidir. Öldürmek ise, canlılık alametini ortadan kaldırmaktır. Şarabın sertliğini su ile kırmayı ifade etmeyi ifade etmek üzere (Araplar): Şarabı öldürdüm, derler. Süfyan b. Uyeyne der ki: Tevbe, şanı yüce Allah'ın bütün ümmetler arasında yalnızca bu ümmete ihsan etmiş olduğu Allah'ın ni'metlerindendir. İsrailoğullarının tevbesinin kabulü ise öldürmek suretiyle gerçekleşmiş idi. Müfessirler, buzağıya tapan her bir kimseye kendi eliyle kendisini öldürmekle emrolunmadığı hususu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. ez-Zührî der ki: Onlara: "Sizi yaradana tevbe edin, nefislerinizi öldürün" diye buyurulunca iki saf halinde dizildiler ve birbirlerini öldürmeye başladılar. Onlara: Artık bırakınız, denilinceye kadar bu işi sürdürdüler. Bu ise öldürülen için bir şehadet, hayatta kalan için ise tevbenin kabulünü ifade ediyordu. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyordu. Kimi müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, onları bir karanlık içerisine bıraktı ve onlar da bu işi yaptılar. Bir diğer görüşe göre: Buzağıya tapanlar bir saf halinde durdular ve buzağıya tapmayanlar kılıçlarıyla onlara hücum edip onları öldürdüler. Bir diğer açıklamaya göre, Hazret-i Mûsâ ile birlikte bulunan yetmiş kişi -buzağıya tapmadıklarından dolayı- kalktılar ve buzağıya tapanları öldürdüler. Rivâyet edildiğine göre Yûşâ' b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde oturmuş oldukları halde onların yanlarına çıktı ve: Bu oturuşunu bozan yahut kendisini öldürecek olana bakan veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya çalışan mel'undur, dedi. Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhâs ve başkaları zikretmiştir. Birinci görüşe göre buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile cezalandırılma sebebi, buzağıya tapanların tapmaları esnasında münkeri değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir. Halbuki onlara düşen görev buzağıya tapanlarla çarpışmak ve Savaşmak idi. İşte münker kulları arasında yayılıp da herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek olursa, herkesin cezaya çarptırılması Allah'ın bir sünnetidir. Cerir (b. Abdullah el-Becelî) şöyle rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları halde herhangi bir şekilde (münkeri) değiştirmez iseler, mutlaka Allah, onların hepsini kuşatacak bir ceza gönderir." Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Fiten 20 ve Ebû Dâvûd, Melahim 17, yakın ifadelerle Bu hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da yetmiş bini bulunca, Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali (r. anhum)'ın görüşüdür. Yüce Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi kendilerini öldürmek hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalandır. Gerçekten de şanı yüce Allah'ın bu ümmete İslâm ni'metinden sonra tevbe etmekten daha üstün verdiği bir ni'met yoktur. Katâde "Nefislerinizi öldürün" âyetini, nefislerinizi geri çevirin, durumunu değiştirin anlamına gelecek şekilde “.....” şeklinde okumuştur. Yani öldürmek suretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir. Burada "yaradan" diye meali verilen el-Bâri' kelimesi (yaratıcı demek olan) hâlik anlamına olmakla birlikte, aralarında bir fark vardır. Şöyle ki: Bari', yoktan var eden ve meydana getiren demektir. Hâlik ise bir durumdan bir başka duruma takdir eden ve aktaran demektir. el-Beriyye, yaratıklar, mahlûkat demektir. Ebû Amr (.........): Sizi yaratan" kelimesini “.....” şeklinde sakin hemze ile okumuştur. Ancak nahivciler böyle bir okuyuş hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimi nahivciler vasıl halinde damme ve ötreyi sükûn şeklinde okur ve bunu yalnızca şiirde yapar. Ebû'l Abbâs el-Müberred der ki: İ'rab harfinde peşpeşe harekelerin gelmesiyle birlikte sakin okumak ne günlük konuşmada ne de şiirde mümkün değildir. O bakımdan Ebû Amr'ın bu şekildeki bir okuyuşu da bir lahn (yanlışlık)tır. en-Nehhâs ve "başkaları da şöyle demiştir: Eski ve önder nahivciler bunu câiz kabul etmiş ve buna dair çeşitli Arap şairlerinden örnekler göstermişlerdir: "Onlar ed-Devv (Mekke ile Medine arası keybolma ihtimali yüksek bir yer) denilen yerde eğrilip saptılar mı, doğrul ey arkadaş, derim; Denizde yüzen gemilerü andıran) kafilerle (onları yoldan sapmaktan korurum)" İmruu’l-Kays da der ki: "Artık bu gün içebilirim, Allah'a karşı bir günah işlemem de sözkonusu değil; Arkadaşlarım yanına davetsizce katılmam olan da söz edilemez." Bir başkası şöyle demektedir: "Selma'cık bize sevik alıver, dedi." Bir başkası da şöyle demektedir: "Gittin ayaklarında onlarla birlikte; Şeyin ise kuşandığın peştemalden açıkça görünüyordu." İ'râb olması gereken harfin sakin okunuşu kabul etmeyenler, i'râba alamet olan yerde bunun mümkün olamayacağını delil gösterirler. Ebû Ali el-Farisi der ki: Hareketelerin arka arkaya gelmesi halinde mebnî kelimenin bina dolayısıyla gelen harekesinin sakin de okunmasının câiz olduğu hususunda Nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Bari' kelimesi aslında birşeyin birşeyden ayrılması demektir. Bütün yaratıklar yokluktan ayrılıp varlığa çıkarıldıklarından dolayı bu ismi almışlardır. Hastalıktan iyileşmek anlamına gelen (Hicazlıların söyleyişi ile) "ber'" de buradan gelmektedir. Hicazlıların dışındakiler ise bu mastarı "bur"' şeklinde kullanırlar. Borçtan ibra ve kusurlardan beri olmak da bu kökten gelmektedir. Kadından beri olmak ve ortağından ibra olmak için de bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Nihayet tevbenizi kabul etti" âyetinde takdirî ifade şöyledir: Siz size emrolunanı yaptınız ve "nihayet O da tevbenizi kabul etti"; yani sizden geri kalanların kusurlarını bağışladı, affetti. "Gerçekten O tevvâbdır, rahimdir tevbeleri kabul edendir, merhameti pek çok olandır. Buna dair açıklamalar daha önceden 37. âyeti açıklarken. geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 55Bir de hatırlayın ki siz: "Ey Mûsâ, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana kat'iyyen îman etmeyiz" demiştiniz. O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi yakalamıştı. Âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde ele alacağız: 1- İsrailoğullarının Allah'ı Görmek İstemeleri: "Bir de hatırlayın ki... demiştiniz" âyeti (daha önceki âyete) atfedilmiştir. "Sana katiyen îman etmeyiz"; yani seni tasdik etmeyiz. "Allah'ı apaçık görmedikçe.." sözünü söyleyenlerin Hazret-i Mûsa'nın seçtiği yetmiş kişi olduğu söylenmektedir. Şöyle ki: Şanı yüce Allah, kendi kelâmını onlara işittirince arkasından Hazret-i Mûsa'ya: ".. sana kat'iyyen îman etmeyiz" demişlerdi. Mucizelerinin açıkça ortaya çıkmasından sonra peygamberlere îman etmek ise vaciptir (farzdır). Bunun üzerine yüce Allah onlara semâdan bir ateş gönderdi ve bu ateşle onları yaktı. Daha sonra Hazret-i Mûsâ Rabbine dua etti ve Allah o kişileri diriltti. Nitekim yüce Allah: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik" diye buyurmaktadır. A'raf sûresinde bu yetmiş kişinin kıssasına dair açıklamalar Bk. el-A'râf, 7/155. âyetin tefsiri. -inşaallah- gelecektir. İbn Fûrek der ki: Onların bu şekilde cezalandırılış sebebi, Hazret-i Mûsa'ya: "Allah'ı bize açıkça göster." (en-Nisa, 4/153) diyerek rü'yet talebini çığırından çıkarmalarından dolayı da olmuş olabilir. Halbuki böyle birşeyi gerçekleştirmek Mûsâ (aleyhisselâm) için mümkün olan birşey değildi. Yüce Allah'ın görünmesinin mümkün olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bid'atçilerin çoğunluğu dünyada da âhirette de Allah'ın görülmesini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet ve Selef-i Salihîn ise dünyada da âhirette de Allah'ın görülmesinin mümkün olduğunu, âhirette de vukubulacağını kabul etmektedirler. Buna göre Hazret-i Mûsa'nın beraberindeki bu kişiler imkansız olan bu görmeyi istemiş değillerdi. Nitekim Hazret-i Mûsâ’nın kendisi de böyle bir istekte bulunmuştu. Allah'ın görünmesi ile ilgili olarak açıklamalar -inşaallah-En'am ve A'raf sûrelerinde Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin tefsiri Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin tefsiri. gelecektir. 2- Açıktan Açığa Allah'ı Görme İsteği: "Apaçık" yani alenî bir şekilde Allah'ı görmedikçe. İbn Abbâs'ın açıklamasına göre, gözle Allah'ı görmedikçe demektir. Apaçık (cehren) kelimesinin anlamı zahir olmak demektir. Kıraatin cehren yapılması ise izhar edilmesi yani açığa vurulması demektir. Mâsiyetlerin cehren işlenmesi açıktan açığa yapılması demektir. Emiri cehren gördüm, demek ise birşeyin arkasında gizlenmeksizin doğrudan gördüm, demektir. İbn Abbâs kelimesini şeklinde he harfini üstün okumuştur ki iki ayrı söyleyiştir. "Apaçık (cehreten)" kelimesinin iki türlü anlaşılması mümkündür. Birincisi bu onların Hazret-i Mûsâ'ya yaptıkları hitabın bir sıfatı olabilir; yani onlar bu isteklerini Hazret-i Mûsa'ya açık ve yüksek sesle söyleyip ilan ettiler, demektir. O takdirde bu ifadede takdim ve tehir var demek olur. İfadenin de takdiri şöyle olur: Hani açık ve yüksek bir sesle ey Mûsâ.. demiştiniz. İkinci açıklamaya göre bu kelime onların yüce Allah'ı görme isteklerinin sıfatı şeklindedir. Yani onlar yüce Allah'ı, apaçık ve gözleriyle görmek istediler demektir. O takdirde bu ifadede herhangi bir takdim ve tehir sözkonusu değildir. Cehren (apaçık), kelimesinin te'kiden zikredilmesi ise rüyada görmek ile gözle görmek arasındaki farkı beyan etmek içindir. (Yani onların Allah'ı uyanıkken gözleriyle görmek istediklerini belirtmek istemiştir). "O andaleyhisselâmiz bakıp dururken" cümlesi hal cümlesidir. "Yıldırım sizi yakalamıştı." Surenin baş taraflarında "yıldırım'ın ne anlama geldiği 19. âyetin tefsirinde açıklanmıştır. Ömer, Osman ve Ali "es-Sa'ke" şeklinde okumuşlardır. İbn Muhaysin, bütün Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimeyi bu şekilde okumuştur. Burada: Onlar bakıp dururken nasıl ölmüş olabilirler, diye bir soru sorulursa, buna şu şekilde cevap verilir: Araplar filanın oğullarının evleri birbirini görür derken, evlerinin karşılıklı olduğunu anlatmak isterler. Siz kendi halinize ve size gelen ölüm ve yıldırımın etkilerine "bakıp dururken" yıldırım sizi yakaladı anlamındadır da denilmiştir. 56Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar dirilmiştik. Şükredesiniz diye. 4- Ölümden Sonra Diriliş: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar dirilttik." Katâde der ki: Önce öldüler ve canları alındı, daha sonra ise ecellerini tamamlayıncaya kadar diriltildiler. en-Nehhâs der ki: Bu Kureyşlilerden olup da öldükten sonra dirilişe îman etmeyenlere karşı ve ayrıca kendilerine böyle bir haber verilmek suretiyle de Kitap ehline karşı bir delil getirmektir. Yani: Ölümden sonra diriltmek suretiyle size yaptığına karşı "şükredesiniz diye" demektir. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Onlar başkasının ibret alacağı şekilde hareketten kesilmek anlamında öldüler, sonra da bu durumdan kurtarıldılar. Zaten diriltmenin asıl anlamı serbest bırakmak demektir. Hayır, diriltmenin (ba's)ın asıl anlamı birşeyi yerinden kıpırdatıp harekete getirmek demektir. Meselâ, dişi deveyi harekete getirdim, anlamını ifade etmek üzere bu tabir kullanılır. İmruu'l Kays der ki: "Ve samimi genç delikanlılar ki seher vakti onları harekete geçirdim (ba's) Hepsi de kimi şaşkın kimi sarhoş gibi kalktılar." Şair Antere de şöyle demektedir: "Ve nice soylu arkadaş ki onları ben uyandırdım (ba's) Geceleyin uykusuzluktan boyunları bükük halde." Kimisi de: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik" âyetini daha önce bilgisiz olduğunuz halde size öğretmiştik diye açıklamıştır. Derim ki: Birinci açıklama şekli daha doğrudur. Çünkü kullanılan ifadelerde aslolan hakikattir. Bu ölüm bir cezalandırma ölümü idi. Şanı yüce Allah'ın: "Binlerce kişi oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: Ölün, dedi sonra da onları diriltiverdi."(el-Bakara, 2/243) âyeti de ileride geleceği üzere bu türdendir. 5- Öldükten Sonra Diriltilenlerin Mükellefiyeti: el-Maverdî der ki: Öldükten ve bu konuda zorunlu bilgiyi gerektiren halleri açıkça gördükten sonra, diriltilen kimselerin mükellefiyetlerinin devam edip etmediği hususunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, akıl sahibi herhangi bir kimsenin teabbüdden uzak durmaması için tekliflerinin devam ettiği şeklindedir. İkinci görüşe göre zorunlu bilgiyi değil de bu husustaki istidlali nazarı itibare alarak tekliflerinin sakıt olduğu şeklindedir. Derim ki: Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü İsrailoğulları havada üzerlerine düşmek üzere olan dağı gördüler, ateşin etraflarını çevirmiş olduğunu gördüler, bu zorunlu olarak onları îman etmeye mecbur etti. Bununla birlikte teklifleri de devam etti. Hazret-i Yûnus'un kavmi de onlar gibidir. Mükellef olmaktan çıkmalarına imkan yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 57Ve üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdiğimiz helâl rızıklardan yiyiniz. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder dururlardı. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: "Ve üzerinize bulutla gölge yaptık." Yani bulutu üzerinize gölge gibi tuttuk. Ayet-i kerimede geçen "el-ğamâm" kelimesi, "ğamâme" kelimesinin çoğuludur. Bunu el-Ahfeş Said söylemiştir. el-Ferrâ' da der ki: Bu kelimenin "ğamâim" şeklinde çoğul yapılması da mümkündür. Buna göğü örttüğü için bu isim verilmiştir, üstü örtülen herşey de "mağmum" diye adlandırılır. Aklı giden kimseye "el-mağmûm" denilmesi de bundan ötürüdür. Bulutla örtülen hilal hakkında da bu tabir kullanılır, "el-ğayn" kelimesi de "el-ğaym" kelimesi gibidir. Hazret-i Peygamber'in: "Benim kalbime örtü çekilir" Müslim, Zikr, 4; Ebû Dâvûd, Vitr 26. diye buyurması da buradan gelmektedir. es-Süddî de der ki: el-ğamâm beyaz bulut demektir. Onlara bu şekilde bulutun gölge yapılması gündüzün güneşin sıcağından onları koruması içindi. Gündüzün bitiminde bu gölge, geceleyin ay ışığıyla aydınlansınlar diye çekilirdi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bu olay Mısır ile Şam arasında Tîh'de meydana gelmişti. Onlar zorbaların bulundukları şehre girip onlarla Savaşmayı kabul etmeyerek Hazret-i Mûsa'ya da: "Artık sen Rabbinle git de onlarla ikiniz Savaşın" (el-Maide, 5/24) demeleri üzerine bu bulundukları yerde kırk yıl süre ile beş veya altı fersahlık bir mesafe arasında gidip gelmek ve kaybolmakla cezalandırıldıkları sırada olmuştu. Rivâyet edildiğine göre onlar gündüz boyunca yol alır, gecelemek üzere konakladıklarında bir önceki günün sabahında bulundukları yerde sabahı ederlerdi. Hep birlikte Tîh'de bulundukları bir sırada da Hazret-i Mûsa'ya: Peki bizim yiyeceğimizi kim verecek, demeleri üzerine yüce Allah, onlara men ve selvayı indirdi. Bu sefer: Güneşin sıcağından bizi kim koruyacak, deyince yüce Allah bulutla üzerlerine gölge yaptı. Arkasından: Peki geceleyin biz ne ile aydınlanacağız, diye sordular. Bulundukları bölgenin tam ortasında onlara ışıktan bir direk halkedildi. Mekkî'nin anlattığına göre, ateşten bir direk halkedildi. Bunun üzerine: Peki su ihtiyacımız nereden karşılanacak, diye sordular. Hazret-i Mûsa'ya da bu sefer asasıyla taşa vurması emredildi. Tekrar: Ne giyeceğiz, diye sordular, onlara eskimemek, yırtılmamak ve kirlenmemek üzere elbiseleri verildi. Küçük çocukları büyüdükçe, elbiseleri de onlarla birlikte büyüyordu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah onlara: "Size men ve selva indirdik" diye buyurmaktadır. Burada menn'in mahiyetinin ne olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Kimisine göre, gökten düşen balı andıran katı ve taneli "terencebin" adında birşeydir. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. Müfessirlerin çoğu da bu görüştedir. Tatlı bir çeşit zamk olduğu , bal olduğu, tatlı bir içecek olduğu da söylenmiştir. Ayrıca yufka türü ekmek olduğu da söylenmiştir. Görüşler Vehb b. Münebbih'ten nakledilmiştir. Men kelimesinin şanı yüce Allah'ın kullarına yorulmadan, ekip biçmeden lütfettiği her türlü ni'meti kapsayan, genel anlamlı bir masdar olduğu da söylenmişir. Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl'den gelen hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de bu türdendir: "Yer elması, yüce Allah'ın İsrailoğullarına indirmiş olduğu men türündendir. Onun suyu da göz için bir şifadır." Bir diğer rivâyette ise: "Hazret-i Mûsa'ya Allah'ın indirdiği men'dendir" denilmektedir. Bu hadis Müslim tarafından rivâyet edilmiştir. Buhârî, Tefsir 2. sûre b. 4, 7. sûre b. 2; Tıb 20; Müslim, Eşribe 157-162; Tirmizî, Tıb 22; İbn Mâce, Tıb 8 İlim adamlarımız der ki: Bu Hadîs-i şerîf, yer elmasının şanı yüce Allah'ın İsrailoğullarına indirmiş olduğu, yani onlar için Tîh'te yaratmış olduğu ni'metler cümlesinden olduğunu göstermektedir. Ebû Ubeyd der ki: Hazret-i Peygamber'in yer elmasını menn'e benzetmesinin sebebi tohum saçmak, sulamak, gereken şekilde bakmak gibi herhangi bir işi gerektirmediğinden dolayıdır. O bakımdan onu menne benzetmiştir. O açıdan yer elması da men türündendir. Yani İsrailoğullarına herhangi bir sıkıntı ve çaba olmaksızın verilen ni'metler türündendir. Rivâyet edildiğine göre men onlara tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar yağmur gibi iner, kişi o gün için kendisine yetecek kadarını alırdı. Eğer birşey saklayacak olursa o sakladığı şey bozulurdu. Bundan tek istisna Cuma günüdür. Çünkü onlar Cuma günü Cumartesi günü için de ihtiyaçlarını alıp saklar ve bu sakladıkları bozulmazdı. Çünkü Cumartesi günü onların ibadet günü idi. Ayrıca Cumartesi günü onların üzerine men namına herhangi birşey inmezdi. Hazret-i Peygamber, yer elması suyunun göz için şifa olduğunu açıkça ifade ettiğinden dolayı bazı tıp bilginleri şöyle demiştir: Yer elmasının suyu ya gözde meydana gelen bazı hararetlere karşı gözü serinletmek için tek başına kullanılır veya başka bir maksat için ve başka ilaçlarla birlikte terkip halinde kullanılır. Ancak Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) elma suyunun bütün göz hastalıklarına tek başına kullanılacağı görüşünde idi. Nitekim Ebû Vahze de balı, göze sürme çekmek de dahil olmak üzere bütün hastalıklarda kullanmış idi. Nitekim buna dair açıklamalar en-Nahl sûresinde Bk. en-Nahl 16/69. âyet, 4. başlık. gelecektir. Dilciler der ki: Men kelimesi cins ismi olup onun lâfzından tekili yoktur. Hayır ve şer kelimelerinde olduğu gibi. Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. Selvâ'nın mahiyeti hakkında da farklı görüşler vardır. ed-Dahhâk'ın bunun bizzat bıldırcın kuşu olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Atiyye ise şöyle demiştir: Selva, müfessirlerin icmaı ile bir kuştur. el-Hüzelî şu beyitinde yanlışlık yapmıştır: "Allah'a yemin ederek ona dedi ki: Şüphesiz ki sizler Onu mumundan ayırdığınız vakit selvadan (baldan) daha lezzetlisiniz." O bu beyitte selvâ'nın bal olduğunu zannetmiştir. Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği müfessirlerin icmaı iddiası doğru değildir. Dil ve tefsir bilginlerinden birisi olan el-Müerric, selva baldır der ve el-Hüzelî'nin yukandaki beyitini delil gösterir. Kinanelilerin lehçesinde de bunun böyle olduğunu zikreder. Bala selva adının veriliş sebebi ise onun ile teselli bulunmasından dolayıdır. -Beytu'l-Makdis'de bulunan ve mübarek kabul edilen- "aynü's-sülvan" ismi da buradan gelmektedir. Daha sonra şairin şu beyitini delil gösterir: "Eğer ben Sülvan Pınarından içsem dahi teselli bulmam İhtiyaçtan kurtulsam bile sana ihtiyaçtan kurtulmam." el-Cevherî de der ki: Selva bal demektir. Daha sonra el-Hüzelî'nin: "Mumundan ayırdığınız vakit selvadan (baldan) daha lezzetlisiniz" beyitini zikreder ve bu konuda herhangi bir yanlışlıktan söz etmez. Sülvâne ise: Üzerine yağmursuyu dökülüp de aşık tarafından içildiği takdirde teselli bulacağını zannettikleri bir boncuk adıdır. Şair der ki: "Bir bulutun sülvane üzerindeki suyunu içtim Ey kadın, faydası yok bu yeni yaşayışın, teselli bulamıyorum." Bu şekilde boncuk üzerinde akan bu suyun ismi da "sülvan"dır. Bazı dilcilerin açıklamasına göre sülvan, üzüntülü birisine içirilip de teselli bulmasını sağlayan bir ilacın adıdır. Doktorlar buna muferrih (ferahlatıcı) ismini verirler. Ebû Zeyd'den nakledildiğine göre bu kelime rahat hayat veya yaşayış, bolluk içerisindeki geçim anlamına gelen "selve" ya da "sülve"den gelmektedir. Selva kelimesinin çoğul mu tekil mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Ahfeş bu kelimenin kendi lâfzında tekili olmayan -hayır ve şer gibi- çoğul anlam ifade eden bir kelime olduğunu söylemiştir. Tekilinin de çoğulu gibi (selva) olması daha uygundur. Nitekim Araplar, difla (yeşil bir ağaç), sümânâ ve (tedavi maksadıyla kullanılan küçük yeşil birtakım otların ismi olan) şükâ'a gibi kelimeleri de hem tekil hem çoğul için aynı şekilde kullanmışlardır. el-Halil ise "selva" kelimesinin tekilinin "selvâtun" olduğunu söylemiş ve şu beyiti okumuştur: "Seni hatırlayınca bir titreme ve sarsılma kuşatır beni Üzerindeki ıslaklıktan dolayı silkinen selvât (bıldırcın) kuşunun silkinişi gibi." el-Kisaî de: Selva tekil, çoğulu ise selâvâ gelir, demiştir. 6- Selva ve Benzeri Kelimeler de Men Kelimesine Atfedilmiştir. Bu kelime sonu maksûr elif ile bittiğinden dolayı i'râb açıkça ortaya çıkmamıştır. Bunun gibi maksûr elif ile bütün kelimelerde bu böyledir. el-Halil der ki: Elif, hevâi bir harftir. Bunun karar kıldığı bir yer yoktur. Bu bakımdan harekeye benzer. Bu da hareke olmasını imkansız kılmıştır. el-Ferrâ' der ki: Elife hareke verildi mi hemze olur. Yüce Allah'ın: "Size verdiğimiz helâl rızıklardan yeyiniz" âyetinde bir hazif vardır ki takdiri şöyledir: Ve biz onlara., yeyiniz, dedik. İfade bu kelimeye delâlet ettiğinden dolayı kısaltma olsun diye hazfedilmiştir. Sözü geçen "tayyibât (helâl rızıklar)"ın buradaki anlamı hem helâl hem de lezzetli olan şeyleri bir arada ifade etmektedir. 8- İsyan Ettiklerinden Dolayı Zalim Oldular: Yüce Allah'ın: "Onlar bize zulmetmediler" âyetinden önce şu ifadeler takdir edilir: Onlar isyan ettiler ve ni'metlere şükür ile karşılık vermediler. Böyle yapmakla "onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder dururlardı." Çünkü onlar ni'metlere günah ve isyan ile karşılık veriyorlardı. 58Hani demiştik ki: "Şu kasabaya girin. İstediğinizi bol bol yeyin. Kapısından secde ederek girin ve 'hıtta' deyin. Biz de günahlarınızı affedelim. Biz iyilik edenlere daha da artıracağız." Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız. "Hani demiştik ki: Şu kasabaya girin..." âyetinde yer alan: demiştik" kelimesinden elif(in okunuşu) hazfedilmiştir. Bunun sebebi ise hem bu elifin hem de ondan sonra gelen: "Udhulu: Giriniz" deki dâl harfinin sakin oluşu, önceki elif ise den geldiği için vasıl içindir. Yüce Allah'ın "Şu kasabaya girin" âyetinde yer alan "el-karye" şehir anlamındadır. Bir araya toplanıp geldiğinden dolayı bu ismi almıştır. Suyu havuzda toplamayı ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Bu şekilde havuzda toplanan suya "kıra" denilir. Aynı şekilde misafire yapılan ikramı ifade etmek için de bu tabir kullanılır. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Havuz için "mikrat" tabiri kullanıldığı gibi, suyun aktığı yere de "el-karit" ismi verilir. el-Karâ, sırt anlamındadır. Şairin şu sözünde de böyledir: "Karnı zayıf, sırtı ise pek ve kalın (bir attır, o)." Büyük tencere ve kazanlara da "el-mekârî" ismi verilir. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "Tencere ve kazanları büyüktür, misafirleri ürkütülmez." "Mekârî" kelimesinin tekili ise "mikrât"tır. Yemenlilerin şivesinde "karye" değil de "kırye" denilir. Âyet-i kerimede sözü geçen bu "karyenin" kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Cumhûrun görüşüne göre bu Beytü’l-Makdis'tir. Beytü'l-Makdis'deki Erihâ olduğu da söylenmiştir. Amr b. Şebbe der ki: Orası kral ve hükümdarların kaldıkları yer ve bir üs idi. İbn Keysân ise buradaki karyeden kasıt Şam'dır, der. ed-Dahhak'a göre ise Remle, Ürdün, Filistin ve Tedmür'dür. Bu (emir) ise bir başka ni'mettir. Çünkü onlara o beldeye girmeyi mubah kılmış ve Tîh'teki sıkıntılarını sona erdirmiştir. 3- Helal Olarak Bol Bol Yeyiniz: Yüce Allah'ın buradaki "bol bol yeyin" emri mübahlık ifade etmektedir. Buradaki âyet, âyet-i kerimede hazfedilmiş bulunan "yemek" masdarının sıfatıdır. Sözü geçen bu kasaba oldukça bereketli, geliri çok fazla olan bir yer idi. İşte bundan dolayı burada "bol bol yeyin" diye buyurulmuştur. 4- Kapıdan Secde Ederek Girin: "Kapısından secde ederek girin" âyetinde geçen ve "kapı" anlamına gelen "bâb" in çoğulu "ebvab" gelir. Çift "be" harfinden dolayı "ebvibe" diye de çoğul yapılmıştır. Şair der ki: "Çadırların içine izinsiz giren, kapılardan içeriye dalan" Kapıcıya "bevvab", kapıcı edinme işine "tebevvüb" denilir... "Bu sana uygun bir şeydir" derken "bâbetuk" kelimesi kullanılır. Yüce Allah'ın "Kapısından secde ederek girin" âyetinde yer alan sücûdun anlamına dair açıklamalar daha önceden 43. âyetin tefsirinde yapıldığından dolayı burada onları tekrarlamanın anlamı yoktur. Allah'a hamdolsun. Girmeleri emrolunan kapı ise, Beytu'l-Makdis'de ve bugün Bab-ü Hitta diye bilinen bir kapıdır. Bu açıklamayı Mücâhid ve başkaları yapmıştır. Bunun Hazret-i Mûsa'nın ve İsrailoğullarının kendisine doğru yönelerek namaz kıldıkları Kubbenin kapısı olduğu da söylenmiştir. "Secde ederek" âyetinin anlamı ise, İbn Abbâs'a göre rükûa eğilerek girin, demektir. Bunun muayyen bir şekilde değil de alçak gönüllülükle ve itaatle girin anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve hitta deyin" âyeti, daha önce geçen "Şu kasabaya girin" âyetine atfedilmiştir. "Hitta" kelimesinden önce gizli bir mübtedâ vardır. Yani; bizim dileğimiz hıttadır, deyiniz. el-Ahfeş de der ki: Bu kelime "bizim günahlarımızı üzerimizden silkeleyerek dök" anlamına gelecek şekilde kelimesi üstünlü olarak şeklinde de okunur. en-Nehhâs da der ki: İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre onlara: Lâ ilâhe illâlah deyiniz, denilmiştir. Yine ondan gelen bir başka rivâyete göre onlara: Sizler, mağfiret dileriz, deyiniz. Yani günahlarınızı dökecek ve kaldıracak bir söz söyleyiniz. Kıraat İmâmları çoğunlukla bu kelimeyi ref ile (hıttatın şeklinde) okurlar. Dilde böyle olması da daha uygundur. Çünkü Araplardan değiştirmek (tebdil) kelimesinin anlamı ile ilgili olarak nakledilen açıklamalar bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Ahmed b. Yahya der ki: "tebdil"; kendisini izale etmeden değişiklik yapmak demektir. "İbdal" ise kendisini izale etmek anlamındadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayan kimseler: Ya bize bundan başka bir Kurban getir yahut onu tebdil et (değiştir) dediler." (Yûnus, 10/15) İbn Mes'ûd'dan gelen: "Onlar Hıttatun dediler" şeklindeki açıklama ötreli okuyuşa göredir. Bütün bu açıklamalar en-Nehhâs'tan alınmıştır. el-Hasen ve İkrime şöyle demiştir: Bu kelimenin şeklinde üstünlü okunması; günahlarımızı üzerimizden dök anlamındadır. Onlara kendisi sebebiyle günahlarının dökülmesi için "lâ ilâhe illâlah" demeleri emrolundu. İbn Cübeyr de der ki: "Hıtta"nın anlamı mağfiret dilemektir. Eban b. Tağlib ise: Bunun anlamı tevbedir, demektedir. Şair de der ki: "Allah'ın kendisi sebebiyle kulunun günahını affedilmiş kıldığı "Hıttâ" ile umduğuna nail oldu." İbn Faris de el-Mücmel adlı eserinde şöyle demektedir: Hıtta kelimesi İsrailoğullarına söylemeleri emrolunan bir sözdür. Eğer onlar, bu sözü söylemiş olsalardı, günahları dökülürdü. Bunu aynı şekilde el-Cevherî de es-Sıhhah adlı eserinde zikretmiştir. Derim ki: Onların bizatihi bu sözü söyleyerek taabbüd (ibadet) etmiş olmaları da ihtimal dahilindedir. Hadîs-i şerîfin zahirinden anlaşılan da budur. Müslim'in rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demişir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsrailoğullarına kapıdan secde ederek giriniz ve hıtta deyiniz. O vakit günahlarınız bağışlanacaktır, denildi. Ancak onlar sözü değiştirdiler. Kapıdan içeriye kıçları üstünde sürünerek girdiler ve saç içerisinde bir tane, dediler." Buhârî, Tefsir 2. sûre b. 5; Müslim, Tefsir 1. Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmekte ve o rivâyette şöyle denilmektedir: "Onlar söylemeleri gereken sözü değiştirdiler ve şöyle dediler: Hitta, saç içerisinde bir tane (olsun). Buhârî, Enbiya 28, Tefsir 2. sûre 5, 7. sûre 4; Tirmizî, Tefsir 2. sûre ha. 2. Buhârî ile Müslim'in dışındaki rivâyetlerde ise: "saç içinde bir buğday" dediler, denilmektedir. Denildiğine göre, onlar îbranice bir söz olup kırmızı buğday anlamına gelen "hittâ sümâsa" demişlerdir. Bunu İbn Kuteybe nakletmiştir. el-Herevî de bunu es-Süddî ve Mücâhid'den nakletmektedir. Onların maksadı ise şanı yüce Allah'ın kendilerine verdiği emre muhalefet etmekti. Böylelikle isyan ettiler, emre karşı geldiler ve alay ettiler. Allah da buna karşılık ricz -ki azap demektir- ile onları cezalandırdı. İbn Zeyd der ki: Bu ricz cezası, onlardan yetmiş bin kişiyi helâk eden bir taun, (veba vb.) hastalığı idi. Rivâyet edildiğine göre rükû ederek oradan girmeleri için kapı alçak yapılmıştı. Onlar ise kıçları üzerine oturarak kapıdan içeriye girdiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Şeriatte Nassa Bağlanmış Sözlerin Değiştirilmesi: Kimi ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi şeriatte nassa bağlanmış sözlerin değiştirilmesi ile ilgili olarak şu kanaatlerine delil gösterirler: Böyle bir nassa bağlanmış sözün ya lâfzı ile veya manası ile taabbüd sözkonusudur. Eğer taabbüd, bu ifadelerin lâfızlarıyla söylenmesi gerektiğini ifade ediyor ise bunları değiştirmek câiz olamaz. Çünkü yüce Allah, söylenmesini emrettiği şeyi değiştiren kimseleri yermiş bulunmaktadır. Eğer sözü geçen taabbüd kelimesinin anlamını yerine getirmek ona delil ise, aynı anlamı ifade edecek bir başka kelime ile değiştirilmesi caizdir. Ancak başka anlama gelecek şekilde değiştirilmesi câiz olamaz. Hadisin Mana Yoluyla Nakledilmesi: Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve onların mezheplerine mensup ilim adamlarından nakledildiğine göre, sözün ifade ettiği anlamı, tek tek kelimelerinin ne anlama geldiklerini bilen bir kimsenin mana yoluyla hadis nakletmesi caizdir. Ancak onun bu naklinin manaya bütünüyle mutabık olması şarttır. Bu, Cumhûrun görüşüdür. Diğer taraftan İbn Şîrîn, el-Kasım b. Muhammed ve Recâ b. Hayve gibi kimselerin de bulunduğu birçok ilim adamı bunu kabul etmemektedir. Mücâhid der ki: Dilediğin takdirde hadisten eksiltme yap, fakat ona birşey ilave etme. Mâlik b. Enes de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisi hususunda "t ve ya" harfleri ve benzerlerinde işi çok sıkı tutardı. Hadis İmâmlarından bir topluluk da bu görüşte olup bunlar, lâfzın değiştirilmesini veya değişikliğe uğratılmasını uygun görmezler. O kadar ki onlar hadisi lahinli (kurallara aykırı söyleyişte) işittikleri ve bunu bildikleri halde onda herhangi bir değişiklik yapmazlardı. Ebû Miclez, Kays b. Ubâd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb dedi ki: Her kim bir hadis işitir de onu işittiği gibi naklederse, o kişi kurtulmuş olur. Buna yakın bir ifade Abdullah b. Amr ile Zeyd b. Erkam'dan da rivâyet edilmiştir. Takdim, tehir, fazlalık ve eksiklik konusunda da aynı görüş ayrılığı sözkonusudur. Onlardan kimisi manaya önem verir, lâfız üzerinde durmaz, kimisi ise bu hususta işi sıkı tutar ve kullanılan lafızdan ayrılmamaya çalışır. Dinde daha ihtiyatlı olan, takvaya daha uygun ve daha yerinde olan davranış elbette ki budur. Fakat ilim adamlarının çoğunluğu buna muhalif bir kanaate sahiptir. Bunun câiz olduğu görüşü ise -yüce Allah'ın izniyle- sahih olan görüştür. Çünkü ashab-ı kiramın yaşayışından bildiğimiz şu ki; onlar aynı olayları birbirinden ayrı lâfızlarla rivâyet ediyorlardı. Bunun tek sebebi ise, onların bütün çabaları ile mana üzerinde durmaları ve hadisleri sık sık tekrarlamak ve yazmak hususunda İsrar etmemeleri idi. Vasile b. el-Eska'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bize haber verdiği herşeyi size nakletmiş değiliz. Size bunun ifade ettiği mana yeter. Katâde de Zürâre b. Evfa'dan şöyle nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birçok kimse ile karşılaştım. Onlar bana (aynı hadisi) aynı anlamda nakletmekte ittifak ettiler, fakat bu manayı dile getirirken farklı farklı lâfızlar kullandılar. en-Nehaî, el-Hasen, en-Nehaî (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) hadisi manalarıyla naklediyorlardı. el-Hasen der ki: Manayı tutturabildiğin takdirde bu sana yeterlidir. Süfyan es-Sevrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Ben size, hadisi işittiğim gibi naklediyorum diyecek olursam benim bu sözümü doğru kabul etmeyiniz. Ben size ancak manasıyla naklediyorum. Veki' de (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Eğer manada bir genişlik yoksa (nakilda manaya dikkat yeterli olmazsa) insanlar helâk oldu, demektir. İlim adamları, şeriatin Arap olmayanlara dilleriyle nakledilmesinin ve onlara bunun tercüme edilmesinin câiz olduğunu ittifakla kabul ederler. Bu ise mana ile nakil demektir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, bunu kendi Kitabında bize nakletmiş olduğu geçmişlerin haberlerinde de yapmış bulunmaktadır. O bizlere aynı anlamı ifade etmekle birlikte farklı lâfızlarla değişik yerlerde kıssalar anlatmış ve bu kıssaları bizlere kahramanlarının dillerinden Arapçaya naklederek anlatmıştır. Böyle bir aktarma ise kahramanlarının dilindeki anlatıma göre takdim, te'hir, hazf ve bütünüyle söylememek, fazlalık ve eksiklik bakımından farklıdır. Arapçanın Arapça olmayan bir dil ile değiştirilmesi câiz olduğuna göre bu değiştirmenin Arapça yapılmasının câiz olması öncelikle sözkonusudur. Böyle bir hususu el-Hasen ve eş-Şâfiî delil olarak göstermişlerdir, bu konuda doğru olan görüş de budur. Buna karşılık şöyle denilebilir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim sözümü işitip de işittiği gibi onu tebliğ edenin Allah yüzünü ak etsin." Ebû Dâvûd, tüm 10; Tirmizî, İlm 7; İbn Mâce, Mukaddime 18; Menâsik 76. diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yine Hazret-i Peygamber'in bir kişiye uyuyacağı vakit okumak üzere bir dua öğretmiş ve bu duasında: "İndirdiğin Kitabına ve gönderdiğin Peygamberine îman ettim" demesini söylemişti. Ancak bu duayı öğrettiği şahıs "ve gönderdiğin Rasulüne" deyince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "ve gönderdiğin peygamberine" diye düzeltmişti. Buhârî, Vudu 75, Deavât 6; Müslim, Zikr 56-7; Ebû Dâvûd, Edeb 98. Buna göre şöyle derler: Burada Hazret-i Peygamber'in duayı öğrettiği kimseye lâfza muhalif bir lâfız söylemeyi uygun görmediği dikkatinizi çekmiyor mu? Ayrıca Hazret-i Peygamber: "Onu işittiği gibi eda eden" ifadesini kullanmıştır. Böyle diyenlere şu şekilde cevap verilir: "Onu işittiği gibi eda eden" ifadesinden kasıt, işittiği sözün hükmüdür, lâfzı değildir. Çünkü sünnet-i seniyye'nin lâfzı ile ibadet olunmaz. Bu hitaptan hükmünün kastedildiğini Hazret-i Peygamber'in (aynı hadisin devamında yer alan) şu ifadeleri açıkça ortaya koymaktadır: "Çünkü nice fıkıh yüklenicisi vardır ki, kendisi fakih değildir. Ve nice fıkıh yüklenicisi kendisinden daha fakih olana (fıkhı) taşır." Diğer taraftan bizzat bu hadis dahi aynı anlamda birbirinden farklı lâfızlarla nakledilmiş bulunmaktadır. Bütün bu lâfızların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait değişik zamanlarda söylenmiş lâfızlar olması mümkün olsa dahi çoğunlukla kabul edilebilecek ihtimal, bu hadisin değişik lâfızlarla nakledilmiş tek bir hadis olduğudur. İşte bu, mana yoluyla hadis nakletmenin câiz olduğunun en açık bir delilidir. Hazret-i Peygamber'in dua öğrettiği kişinin "peygamberin" yerine "Rasûlün" demesini delil göstermeye gelince, bunun sebebi de şudur: Peygamber (nebi) lâfzı, daha çok övgü ihtiva eder. Ve bu iki sıfatın (nebi ve rasul sıfatlarının) her birisinin kullanılması uygun olan bir yeri vardır. Dikkat edilecek olursa rasul (elçi) kelimesi, herkes hakkında kullanılabilir. Ancak "nebi" lâfzını ise yalnız ve yalnız peygamberler haketmiştir. Peygamberler arasından mürsel olanların daha üstün kılınış sebebi ise, hem nübüvvet hem risalete birarada sahip kılınmış olmalarıdır. Hazret-i Peygamber ise: "Ve peygamberin" ifadesini kullanınca daha çok övgü ihtiva eden sıfatı kullanmıştır. Arkasından onu "(radıyallahü anhsul olarak) gönderdiğin" ifadesiyle de "risalet" sıfatıyla kayıtlamıştır. Diğer taraftan burada Hazret-i Peygamberin "ve gönderdiğin rasûlün" yerine "peygamberin" kelimesini kullanmasını emretmesi, hem nübüvvet hem de risaleti bir arada kendisi hakkında kullanmasıdır. Bu, filanın gönderdiği Rasûlüdür ve bu Zeyd'in öldürdüğü maktulüdür, demek çirkindir. Çünkü kişi filanın Rasûlü demekle filanın maktulu demek suretiyle bu lâfızları tekrarlamakla birincinin manasından başka birşey ifade etmiyor ise aynı kelimeleri kullanmış olur. Böyle diyecek yerde: Bu Abdullah'ın Amr'a gönderdiği elçisidir ve bu dün veya şu vak'ada Zeyd'in öldürdüğü maktuludur, denir. Başarı Allah'tandır. Denilse ki: Birinci ravi için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın lâfzını değiştirmek câiz olur ise, ikincisinin de birinci ravinin sözlerini değiştirmesi câiz olur. Bu ise kelimeler arasındaki farklılıkların ince olması ve fark edilemeyecek kadar gizli olması sebebiyle hadisin tamamiyle üstünün örtülmesi, kapatılması sonucunu doğurur, diye itirazda bulunulursa; böyle bir kimseye şöyle denilir: Bunun câiz olması önceden de açıkladığımız gibi lâfızların mana itibariyle mutabık olması ve eşit olması şartına bağlıdır. Eğer bu şart ortadan kalkarsa câiz olmaz. İbnu'l-Arabî der ki: Bu meseledeki ayrılık, sahabe ve tabiîn asrı göz önünde bulundurularak düşünülebilir. Çünkü bunlar doğuştan öğrendikleri ve zevkine vardıkları dili bilmek bakımından birbirlerine eşittirler. Onlardan sonra gelenler hakkında, bunun câiz olmayacağında şüphemiz yoktur. Çünkü onlardan sonra tabiatlarda değişiklikler oldu, anlayış ve kavrayışlar arasında farklılıklar ortaya çıktı, adet ve alışkanlıklar değişti. Doğrusu da budur, en iyi bilen Allah'tır. Kimi ilim adamımız da şöyle der: İbnu'l-Arabi (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu sözü ile maksadını çok iyi bir şekilde açıklayamamıştır. Çünkü bu konudaki cevaz, eğer mana arasında mutabakat şartına bağlı ise, o takdirde bu açıdan ashab ve tabiîn ile onların dışındakilerin zamanı arasında herhangi bir fark görülmez. Bundan dolayı usûl ve hadis âlimlerinden hiçbir kimse onun gözettiği bu ayrımı gözetmemiştir. Evet, eğer o: Bu mananın uygunluğu kendi döneminde artık uzak bir ihtimal halini almıştır demiş olsaydı, gerçeğe daha yakın bir ifade kullanmış olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Biz de günahlarınızı affedelim" âyetinde yer alan affedelim" kelimesini Nafi' "bağışlanır" anlamında (yüe ) şeklinde okumuştur. İbn Âmir de aynı anlamı verecek şekilde diye okumuştur. Bu aynı zamanda Mücâhid'in kıraatidir. Geri kalanları ise, işaret ettiğimiz ilk şekilde okumuşlardır ki en açık okuyuş şekli budur. Çünkü bundan önce: "Hani demiştik ki: Şu kasabaya girin.." âyeti gelmişti. Dolayısıyla yüce Allah'ın bağışlayacağından haber vermek üzere "affederiz" şeklindeki okuyuş daha uygundur. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, kapıdan secde ederek girin ki günahlarınızı bağışlayalım, dedik. Diğer taraftan bundan sonraki ifadede birinci çoğul şahıs olarak "artıracağız" ifadesi gelmektedir. Günahlarınızı" âyetini büyük çoğunluk bu şekilde okumuştur ve bu okuyuş şekli diğer ifadelerle uygunluk arzetmektedir. İbn Âmir ile Mücâhid'in "te" ile ve "bağışlanır" anlamındaki kıraati, "günahlar" anlamındaki kelimenin müennesliğinden dolayıdır. Çünkü bu kelime "günah" anlamındaki "hatîe" kelimesinin cem-i teksiridir. Nâfi'in "yâ" ile okuyuşuna gelince; bu da müennes olan (çoğul ve "günahlarınız" anlamındaki "hatâyâkün") kelime(si) ile onun fiili arasına giren "lekum: size" kelimesi dolayısıyladır. Nitekim daha önce: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" (el-Bakara, 2/37) âyetinde buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Her ne kadar daha önce: "hani demiştik..." âyetinde yüce Allah'ın ne buyurduğuna dair haber verilmekte ise de; "bağışlanır" anlamında "yâ" ve "te" ile okunmasının uygunluğu yüce Allah'tan başka günahları bağışlayacak kimse bulunmadığından, ayrıca "... affedelim..." anlamındaki "nün" ile okuyuşun zorunluluk arzetmemesindendir. O bakımdan fiil, bağışlanan günahlara uygun olacak şekilde okunmuştur. 8- "Günahlar" Anlamına Gelen "Hatâya": Hemzeli olarak: "hatîe: günah" kelimesinin çoğulu olan: "hatâya" kelimesinin aslının ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Halil der ki: Bunun aslı: "hatâyi'" şeklinde olup daha sonra iklâb yapılarak, arkasından yâ gelen bir hemze ile "hatâî" denilmiştir. Daha sonra yâ harfi ibdâl yapılarak "hâtâ-â" denilir. Aralarında hemze bulunan iki elif bir araya geldiğinden ve hemze de elif cinsinden olduğundan üç elif bir araya gelmiş gibi olur. O bakımdan aradaki hemze ibdâl yapılarak "hatâya" denilmiştir. Sîbeveyh'in görüşüne göre ise: Bunun aslı Halil'in dediği gibi, "hatâyi'"dir. Daha sonra "medâin" kelimesinde olduğu gibi "yâ" harfinin "hemz" yapılması gerektiğinden "hâtî-i" denilir. Aynı kelimede iki hemze bir araya geldiğinden, ikincisi ibdâl ile "ye" yapılır ve "hatâî" denilir. Sonra da önceki şekilde olduğu gibi "hatâya" denilir. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: "Hatîe" kelimesi "hemze"li olarak çoğul yapılırsa "hatâ-â" denilir. el-Kisâî ise şöyle der: Eğer bu kelime hemze'li olarak çoğul yapılırsa, hemze, hemze'ye idğâm yapılır ve "devâbb" kelimesinde olduğu gibi söylenir. 9- İyilik Edenlere Daha Fazla Vermek: "Biz iyilik edenlere daha da artıracağız." Yani buzağıya tapmayanların iyiliklerini artıracağız. Men ve selvayı ertesi güne saklayanların günahlarını bağışlayacak ve ertesi güne saklamayanların da iyiliklerini artıracağız, şeklinde de açıklama yapıldığı gibi; şu şekilde bir açıklama da getirilmiştir: İsyankârın günahlarını bağışlayacak, iyilik yapan kimsenin iyiliklerini daha da artıracaktır. Yani onların iyiliklerine iyilik katacağız. Muhsin (iyilik yapan) tevhid akidesine sahih bir şekilde sahip olan ve kendisini güzel bir şekilde idare edip yönlendiren, farzları eda etmeye yönelip müslümanlara kötülükte bulunmayan kimse demektir. Cibril hadisinde "İhsan nedir?" diye soran Hazret-i Cebrâîl'e Hazret-i Peygamber şu cevabı vermiştir: "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi O seni görmektedir." Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl ona: Doğru söyledin, diye karşılık vermiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 31. sûre b. 2, Îman 37; Müslim, Îman, 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, îman 4; Nesâî, Îman 5; İbn Mâce, Mukaddime 9. 59Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler. Biz de zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklığın karşılığı olarak gökten murdar bir azap indirdik. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Zâlimler Değiştiricidirler: Yüce Allah'ın: "Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler" âyetinin anlamı şudur: Yani aralarında zalim olanlar kendilerine söylenenden başka bir söz söyleyerek değişiklik yaptılar. Çünkü -önceden de geçtiği gibi- kendilerine "hitta" deyin dendiği halde onlar "hınta (buğday)" dediler. Söylemeleri emredilen söze bir harf ilave ettiler, bunun sonucunda da karşı karşıya kaldıkları belalara duçar oldular. Bu bize şunu göstermektedir: Dine birşey eklemek, şeriatte olmayan bir bid'ati ortaya çıkarmak, oldukça büyük bir tehlike ve zararı çok büyük bir iştir. Tevbeyi ifade eden bir kelimede yapılan bu değişiklik, pek çok azâbın başlarına gelmesine sebep teşkil etmiştir. Ya yüce Ma'bud'un sıfatlarını değiştirmek halinde durum ne olur? Ayrıca söylenen bir söz uygulamaya göre daha alt seviyededir. Sözle de kalmayıp fiilen değiştirmeye ve değişikliğe gidilirse durum ne olur? Yüce Allah'ın: "Değiştirdiler" âyetinde yer alan ibdal ve tebdilin anlamına dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. "Rabbimizin bize, ondan hayırlısını bedel olarak ihsan etmesi umulur." (el-Kalem, 68/32) âyeti her iki şekilde de okunmuştur. Yani hem "ibdâl" kökünden '"yubdilenâ" şeklinde, hem de "tebdil" kökünden "yubeddilenâ" şeklinde. el-Cevherî der ki: Bir şeyi tebdil etmek, onu bedeli konulmasa dahi değiştirmek demektir. Birşey bir başka şeyin yerini alırsa buna istibdal denilir. Mübadele ve tebâdül de böyledir. Ebdal ise, salihlerden bir topluluktur ki, dünya bunlardan hâli kalmaz. Biri öldüğü tadirde onun yerine başkasını var eder, denilir. İbn Dureyd der ki: Ebdal'in tekili bedil'dir. Bedil ise bedel demektir. Birşeyin bedeli ondan başkasıdır. Bedel ve bidl de söylenir. Şebeh ve şibh, mesel ve misl'de olduğu gibi. Bedel aynı zamanda el ve ayaklarda olan bir ağrının da adıdır. Yüce Allah'ın: "Biz de zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklığın karşılığı olarak...indirdik" âyetinde "zulmedenler" lâfzının açıktan tekrarlanması yapılan işin ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir. Kelimenin tekrarlanması iki türlü olur. Birincisi sözün tamamlanmasından sonra o lâfız kullanılır. Bu âyet-i kerimede ve şu âyette olduğu gibi: "Elleriyle kitabı yazanların... vay haline" diye buyurduktan sonra: "Vay elleriyle yazdıklarından başlarına geleceklere" (el-Bakara, 2/79) diye buyurmaktadır. Burada "vay" âyetinin tekrarlanması yaptıkları işin ne kadar büyük bir kötülük olduğunu ifade etmek içindir. el-Hansa'nın şu beyiti de bu türden bir tekrar ihtiva etmektedir: "Zaman dişleyerek ve etimi kopartarak sıyırdı etimden kemiğimi Ve zaman vurarak ve dürterek yaktı benim canımı." Burada zamanın küçük büyük her türlü musibetlerle canını yaktığını anlatmak istemiştir. Tekrarın ikinci türü ise, ifade tamam olmadan önce gizli olan bir kelime yerinde zahir olan kelimenin tekrar edilmesidir. Yüce Allah'ın: "el-Hâkka, nedir el-Hâkka?" (el-Hâkka, 57/1-2) ile "el-Kâria, nedir el-Kâria" (101/1-2) âyetinde olduğu gibi. Eğer burada işin azametini ve büyüklüğünü anlatmak kastı olmasaydı, şöyle denilmesi gerekirdi: el-Hakka nedir, el-Karia nedir? Yüce Allah'ın şu âyetleri de böyledir: "O Meymene ashabı, ne Meymene ashabıdır! Ve o Meş'eme ashabı ne Meş'eme ashabıdır!" (el-Vâkıa, 56/8-9) Burada "Meymene ashabı" lâfzının tekrar edilmesi onların nail olacakları büyük çaptaki sevabın azametini anlatmak içindir. "Meş'eme ashabı" lâfzının tekrar edilmesi ise karşı karşıya kalacakları acıklı azâbın büyüklüğü dolayısıyladır. Şairin şu sözleri de işte bu türdendir: "Ne olaydı, o karga sabahleyin devamlı ötseydi O karga boyun damarları paramparça edendir." Adiyy b. Zeyd, bu iki şekildeki kullanımı bir arada şöylece zikretmiştir: "Göremiyorum ölümden, ölümün elinden birşeyin kurtulduğunu Ölüm zenginin de fakirin de hevesini kursağında bırakmıştır." Burada "ölüm" lâfzını üç defa tekrarlamıştır ki, bu da birinci türdendir. Bir başka şairin şu sözü de birinci türden bir tekrardır: "Hind ne güzeldir ve Hind'in bulunduğu bir yöre Hind ise bizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor." Şair burada sevgilisinin kıymetini ifade etmek üzere ismini üç defa tekrarlamıştır. Murdar azap anlamına gelen "ricz" kelimesini büyük bir çoğunluk "riczen" şekilde okumuştur. İbn Muhaysin ise "rucz" şeklinde okumuştur. Ricz azap demektir. Sin harfi ile: "Rics" şeklinde ise pislik ve kokuşmuşluk anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların pisliklerine (rics) pislik katmıştır." (et-Tevbe, 9/125) âyeti; kokuşmuşluklarını artırmıştır, demektir. Bu açıklama şeklini el-Kisâi yapmıştır. el-Ferrâ' ise: Ricz ile Rics aynı şeylerdir demektedir. Ebû Ubeyd der ki: Arapçada nasıl ki sud' ve zud' aynı şeyler ise rics ve ricz de aynı anlamdadır. el-Ferrâ' der ki: Bazılarının açıkladıklarına göre "rucz" taptıkları bir putun adıdır. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve ruczden uzak dur." (el-Müddessir, 74/5) âyetinde bu kelime böyle okunmuştur. Recez, bir şiir türüdür. el-Halil bunun şiir olmasını kabul etmemiştir. Recez ise, develerin kuyruk diplerinde meydana gelen bir hastalık adıdır. Bu hastalık ilerlediği vakit develerin baldırları titremeye başlar. "...Biz de ettikleri fasıklığın karşılığı olarak.." Fasıklıkları sebebiyle onları bu şekilde cezalandırırız, demektir. Fasıklik ise sınırın dışına çıkmak ve taşmak demektir. Buna dair açıklamalar: Daha önceden el-Bakara, 2/26. âyet açıklanırken yapılmış idi. İbn Vessab ve en-Nehaî ise son kelimeyi şeklinde değil de "sin" harfini esreli okuyarak şeklinde okumuşlardır. 60Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" dedik. Hemen ordan on iki pınar fışkırıverdi. Her İnsan topluluğu su alacağı yeri öğrenmişti. "Allah'ın rızkından yeyiniz, içiniz ve yeryüzünde fesat çıkartmakla taşkınlık yapmayınız." Âyetine dair açıklamalarımızı sekiz başlık altında sunacağız: Yüce Allah'ın: "Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti" âyetinde yer alan ve "su istedi" anlamına gelen kelimesindeki ilk "sin" harfi istek sin'i diye bilinir. "İste'leme, istahbere, istensara: öğrenmek istedi, haber almak istedi, yardım istedi" gibi. Yani kavmi için su ihtiyacının karşılanmasını istemişti anlamındadır. Araplar: "sekaytu" ve "eskaytu" lâfızlarını aynı anlamda (suladım, su verdim) kullanırlar. Şair (Lebid) der ki: "Kavmim Mecdoğullarının da suyunu verdi Numeyr'in de Hilâloğulları kabilelerinin de sularını verdi o. Bu fiilin ziyadesiz şeklinin su içirmek anlamına, başında hemze getirilmesi halinde ise suya giden yolu göstermek anlamında olduğu da söylenmiştir. İstiska suyun bulunmaması ve yağmurun yağmaması halinde sözkonusu olur. Durum böyle olduğu takdirde o vakit kulluğun, fakrın (Allah'a ihtiyacın) meskenet ve zilletin samimi tevbe ile birlikte açığa vurulması gerekir. Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) istiskada bulunmuş, (Allah'tan yağmur yağdırılması talebini yapmış), bunun için mütevazi, mütezellil (Allah huzurunda alçalarak), başı önüne eğilmiş, ağır ağır tazarru (yalvarma) ve niyaz ile namaz kılınan yere çıkmıştır. Bu konuda örnek olarak o bize yeter. Bize gelince inat ve kulların Rabbine muhalefet etmekten başka hiçbir şeyimiz yok. Ne tevbe sözkonusu, ne de başka bir halimiz. Bize nasıl yağmur yağdırılsın? Şu kadar var ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn Ömer tarafından rivâyet edilen bir Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur: "Onlar mallarının zekâtını vermeyecek olurlarsa mutlaka semâdan onlara yağmur yağdırılmaz. Eğer hayvanlar olmasa asla onlara yağmur yağdırılmaz." İbn Mâce, Fiten 22. İnşaallah bu hadis bütünüyle ileride gelecektir. Açıkladığımız şekliyle namaz kılınacak yere çıkmak, hutbe ve namaz istiskanın sünnetidir. İlim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir. Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre ise namaz kılmak ve namaz kılınacak yere çıkış istiskanın sünnetinden değildir. Ona göre istiska sadece duadan ibarettir. Buna Enes (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilen Buhârî ve Müslim'de yer alan sahih hadisi delil göstermiştir. Buhârî, İstiska 6-10; Müslim, İstiska 8, 9. Ancak bu hadiste onun lehine bir delil yoktur. Çünkü o hadiste sözü edilen şey çabucak kabul olunan bir duadan ibarettir. O bakımdan dua ile yetinilmiş ve diğerlerine gerek görülmemiştir. Hazret-i Peygamber bununla bir sünneti beyan etmek kastında değildi. Hazret-i Peygamber, böyle bir sünneti beyan etmeyi kastedince bunu fiiliyle açıkladı. Nitekim Abdullah b. Zeyd el-Mâzinî'nin rivâyetine uygun olan da budur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz yerine çıktı, orada istiskada bulundu, ridasını ters çevirdi, sonra da iki rek'at namaz kıldı. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, İstiska 1, 3, 4; Buhârî, İstiska 4. İstiskanın diğer hükümleri ileride -yüce Allah'ın izniyle- Hûd Hûd sûresinde istiskâya dair herhangi bir bilgi yoktur. Buna dair bilgiler: Nûh, 71/10-12. âyetlerin tefsirinde gelecektir. Sûresi'nde gelecektir. Yüce Allah'ın: "Biz: Asan ile taşa vur, dedik" âyetinde yer alan "asa"nın ne demek olduğu bilinmektedir. Bu kelime, sonu maksur elif müennes ve aslı vav olan eliften oluşan bir kelimedir. Şair der ki: "Onun (kovasının ağzında çaprazlama konulmuş) iki asası üzerinde ince ve yırtık bir elbise vardır." Çoğulu "usiyy" ve "ısıyy" şeklinde gelir "A'sın" şeklinde geldiği de olur. "Asa, asacıktandır" diye bir deyim de vardır. Yani işin kimisi kimisindendir. Kişinin yolculuk yapmayı bırakarak ikamet etmesi halinde "asasını bıraktı" denilir. Bu da bir deyimdir. Şair der ki: "Asasını bıraktı ve ikamete koyuldu Yolcunun geri dönmekle gözün aydın olması gibi." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O senin sağ elindeki nedir ey Mûsâ! Dedi ki: O asamdır, ona dayanırım.." (Taha, 20/17-18) Bu âyet-i kerimelerin tefsiri yapılırken yüce Allah'ın izniyle asanın faydalarından da söz edilecektir. "Asa" kelimesi bazen toplanıp bir araya gelmek ve ayrılıp dağılmak hakkında da kullanılır. İşte bu bakımdan İslâmî yönetime karşı çıkan Hâricîler hakkında "müslümanların asalarını böldüler" denilir. Onların birlikteliklerini ve kaynaşmalarını böldüler, demektir. Asa yarıldı, bölündü, denildiği zaman anlaşmazlığın ortaya çıktığı anlatılmak istenir. Şair der ki: "Savaş olup da asa yarılınca Sana da Dahhak'a da keskin bir Hint kılıcı yeter." Araplar arasında kullanılan "asanı ailenin tepesinden kaldırma" deyimi onları te'dip etmekten geri kalma demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hacer (taş) da bilinen birşeydir. Asgarî çoğul sayısında "ahcâr" şeklinde, fazla olanlarda da "hicâr ve hicâre" şeklinde çoğul yapılması gerekir. Bununla birlikte hicâre nadiren kullanılır. İbn Fâris ve Cevherî böyle demiştir. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de bu el-Hicare kelimesi şu âyet-i kerimelerde kullanılmıştır: "Onlar taşlar gibidir." (el-Bakara, 2/74); "Şüphe yok ki kimi taşlardan..." (el-Bakara, 2/74); "De ki taş., olunuz" (el-İsra, 17/50); "Onlara taş atardı.." (el-Fil, 105/4); "Onların üzerine (yağmur gibi) taşlar yağdırdık." (el-Hicr, 15/74) gibi. Nasıl olur da böyle bir şekilde bunun çoğulunun kullanımı nadirdir, denilebilir? Ancak o bu ifadesiyle kıyas yoluyla nadirdir, fakat kullanımı ise çoktur, demek istiyorsa bu ifade doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Hemen ondan on iki pınar fişkırıverdi." ifadesinde bir hazf (düşürme) vardır. Bunun takdiri şudur: Mûsâ asasıyla taşa vurdu ve hemen ardından ondan on iki pınar fışkırıverdi... Şanı yüce Allah, vurmadan da taştan suyu fışkırtmaya ve denizi yarmaya kadir idi. Ancak O, kulları için maksatlarına ulaşmalarında bir hikmeti açıklamak üzere sebepler ile sonuçları birbirlerine bağlamak ve âhirette de buna bağlı olarak sevap ve cezalarını vermek istemiştir. İnficâr (mealde: Fışkın vermek), yarılmak demektir. "Fecir yarıldı" tabiri burdan gelir. Suyun inficar etmesi, üzerinin açılması (ve kaynaması) anlamındadır. Fücrâ: Suyun kaynadığı yere denilir. (el-A'raf, 7/160'da geçen): el-İnbicâs ise inficârdan daha dardır. Çünkü önce inbicâs olur (yani su azar azar kaynar) daha sonra çevresi genişleyrek "inficâr" halini alır. İnbicâs'ın inficâr ve infitâk'ın aynı manaya geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Herevî ve başkaları demiştir. Yüce Allah'ın: "Hemen ondan on iki pınar fişkırıverdi" âyetinde yer alan kelimesini Mücâhid, Talha ve Îsa şîn harfini esreli şeklinde okumuşlardır. Temimoğullarının şivesi budur. Böyle bir söyleyiş Temimoğullarının konuşmasında nadiren görülür. Çünkü onların izledikleri yol kelimeleri hafifletmektir. Hicaz halkı ise, bu kelimeyi -izledikleri yol kelimeyi ağır okumak olmakla birlikte- diye okurlar. Bütün bu bilgileri en-Nehhâs vermiştir. Ayn (mealde: pınar): kelimesi müşterek isimlerdendir. O bakımdan su gözü, insan gözü, dizkapağının gözü, (dizkapağının alt tarafındaki hafif çukur), güneşin gözü (yani güneşin parlak kısmı) denilir. Ayn, aynı zamanda güney tarafından gelen bulutun adıdır. Yine kesintisiz olarak beş veya altı gün süreyle devam eden yağmurun da adıdır. "Ayn'ı az belde" insanı az şehir demektir. Yine su kırbası ve benzeri su kaplarının kulplarına da "ayn" denir. Su gözü canlılardaki göze benzetilmiştir. Çünkü canlının gözünden yaş nasıl çıkıyorsa su gözünden de su öylece çıkar. Şöyle de açıklanmıştır: Canlının gözü en şerefli organlarından birisi olduğuna göre suyun kaynadığı göz de ona benzetilmiştir. Çünkü yeryüzündeki en şerefli yerlerden birisi de suyun kaynadığı yerdir. Mûsâ (aleyhisselâm), kavmi için Allah'tan su talep edince, Allah, asası ile bir taşa vurmasını emretti. Denildiğine göre bu taş koyun başı büyüklüğünde Tür dağında dörtgen bir taş idi. Bu taş bir çuvalın bir tarafına konulur ve yolculukta taşınırdı. Konakladıkları vakit konakladıkları yerin ortasına o taş getirilir, bırakılırdı. Nakledildiğine göre onlar bu taşı ayrıca taşımıyorlardı. Her bir merhalelik yol katettikçe ilk merhalede o taşın bulunduğu yer neresi ise ikinci merhalede de ona göre bir yerde bulunurdu. Böylesi ise mucize ve i'câz bakımından daha ileri derecededir. Bir görüşe göre yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya mutlak olarak herhangi bir taşa vurmasını emretmiş idi. Bu ise i'câz bakımından daha ileri bir seviyedir. Bir başka görüşe göre şanı yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya açıkladığı ve muayyen bir taşa vurmasını emretmiştir. Bu bakımdan "(taş anlamına gelen)el-Hacer" kelimesi tarifli olarak gelmiştir. Saîd b. Cübeyr der ki: Bu Hazret-i Mûsâ'nın yıkandığı zaman elbisesini üzerine bıraktığı taştır. Bu taş, Hazret-i Mûsa'nın elbisesi ile birlikte uçmuş ve yüce Allah, sonunda onu kavminin iftirasından temize çıkarmıştı. İbn Atiyye der ki: Bunun ayrı ve dörtgen bir taş olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu taşın her bir tarafından Hazret-i Mûsâ o taşa vurduğu takdirde üç ayrı pınar fışkırırdı. Suya ihtiyaçları kalmayıp yola koyulduklarında bu suyun pınarları kuruyu verirdi. Derim ki: Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a verilmiş olan, elinden ve parmaklarının arasından suyun kaynayıp coşması daha büyük bir mucizedir. Çünkü bizler, gece gündüz taşlardan suyun fışkırdığına şahit olmaktayız. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesi olan et ve kan arasından su çıkacak şekilde bir mucize herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Güvenilir İmâmların ve sağlam fukahanın Abdullah'tan yaptıkları rivâyete göre o şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Su bulamadık. Ona bakır veya taştan bir su kabı getirildi. Elini ona soktu. Suyun parmaklarının arasından fışkırdığını gördüm ve: "Haydi, abdest almaya" dediğini duydum. el-A'meş dedi ki: Bana Salim b. Ebû'l Ca'd anlatarak dedi ki: Cabir'e o gün kaç kişiydiniz, diye sordum o: Binbeşyüz kişi, dedi. Hadisin lâfzı Nesâî'nindir. Nesâî, Tahâre 61. Bk. Buhârî, Eşribe 31; Menâkıb 25; Müsned, I, 402. 7- Su Almakta Karışıklık Yoktu: Yüce Allah: "Her bir insan topluluğu su alacağı yeri öğrenmişti" diye buyurmaktadır. Yani onların her bir kolunun kendisine ait olarak bildiği bir pınarı vardı. Başkasından içmiyordu. "Meşrab" kelimesi su alacak yer demektir. İçilen şey anlamına olduğu da söylenmiştir. İsrailoğullarındaki Kollar (Esbât), Arapların kabileleri gibidir. Bunlar, Hz Ya'kub'un on iki oğlunun soyundan gelenlerdir. Her bir kola ait bu pınarlardan bir pınar vardı ve ondan başkasından su almazdı. Atâ der ki: Taşın dört yüzü vardı. Her bir yüzünden üç pınar fışkırmaktaydı. Böylelikle her bir kolun (sıbtın) başkalarının kendileriyle ortak olmadığı ayrı bir pınarı vardı. Bize ulaştığına göre her bir kolda atları ve diğer binekleri dışında sadece ellibin Savaşçı vardı. Yine Atâ der ki: Hazret-i Mûsa'nın darbe indirdiği her bir yerde taşın üzerinde kadının memesini andıran bir tümsek belirir, önce terler daha sonra da su akıtırdı. Yüce Allah'ın: "Yiyiniz içiniz" âyetinde bir hazf vardır ki takdiri şöyledir: Biz onlara Men ve Selvayı yeyiniz, başlı başına ayrı taştan fışkıran suyu da içiniz. "Ve yeryüzünde fesat çıkarmakla taşkınlık yapmayınız" dedik. Bu âyeti ile yüce Allah, onlara ileri derecede fesat çıkartmalarını yasaklamaktadır. Çünkü "el-ays" ileri derecede fesat anlamındadır. Yünleri yiyen haşerenin adına da (aynı kökten): üsse (güve) denilmektedir. "Fesat çıkarıcılar olarak" anlamına gelen kelimesi haldir. Mananın tekrarlanması, kelimenin farklı olmasındandır. İşte bu âyetler ile ni'metlerin onlara mubah kılındığı, sayılıp döküldüğü ifade edilmekte, buna karşılık onların masiyetlerde ileri gittiği, bunların ise onlara nehyedildiği anlatılmaktadır. 61Hani siz: "Ey Mûsâ" demiştiniz; "biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz, o bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyosunuz? Öyleyse (bir) Mısr'a çekip gidin. İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu. Allah'tan gelen bir azaba uğratıldılar. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu. "Hani siz: 'Ey Mûsâ' demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz'.." diye nakledilen sözlerini, İsrailoğulları men ve selva yemekten usanıp daha önce Mısır'daki geçimlerini hatırladıkları sırada, Tîh sahrasında söylemişlerdi. el-Hasen der ki: Bunlar pis kimselerdi. Pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yer dururlardı. O bakımdan kötü alışkanlıkları orada depreşti ve alışageldikleri şeylere arzu duyarak: Biz yalnızca bir yemeğe sabredemeyiz, dediler. Bu sözleriyle men ve selvanın iki ayrı yemek olmalarına rağmen tek bir çeşit olduğunu kinaye yoluyla ifade ettiler. Çünkü onlar birisini ötekiyle birlikte yiyorlardı. Bundan dolayı bir tek yemek tabirini kullandılar. Bu tabiri kullanmalarının sebebinin bunların her gün gıda olarak aynı şekilde tekrarlanıp durmaları olduğu da söylenmiştir. Nitekim devamlı oruç tutan, namaz kılan, Kur'ân-ı Kerîm okumaya devam eden kimse hakkında: O tek bir iş üzere devam edip gitmektedir, denilir. Buna sebep ise onun bunlara devam etmesidir. Bir başka görüşe göre bunun anlamı şudur: Bizler zenginliğe katlanamayız. Hepimiz zenginiz, birimiz öbürünün yardımını almak imkânını elde edemiyor. Çünkü bizden her bir kişi tek başına başkasına muhtaç değildir. Onlar, bu şekilde idiler. İlk köle ve hizmetçi edinenler onlardır. "Yemek (taam)" yenilen ve içilen şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Kim ondan taam etmezse (tadına bakmazsa) o bendendir." (el-Bakara, 2/249); "Îman edip de salih amel işleyenler hakkında taam ettiklerinden (tattıklarından) dolayı üzerlerine bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) yani -ileride de açıklanacağı üzere-(yasaklayıcı hükmün inmesinden önce) içtikleri şaraptan dolayı üzerlerine vebal yoktur, demektir. Şayet Selva -el-Müerric'in naklettiği gibi- eğer bal ise o vakit o da içilecek birşey demektir. Bazan taam kelimesi, özellikle buğday ve hurma hakkında kullanılır. Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte olduğu gibi. O şöyle demiştir: "Bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde fıtır sadakasını bir sa' taam (buğday) veya bir sa' arpadan verirdik..." Buhârî, Zekât 73; Müslim, Zekât 17-18; Nesâî, Zekât 38; İbn Mâce, Zekât 21; Dârimî, Zekât 27; Muvattâ, Zekât 53. Örfen görülegelen de şudur: Bir kişi: Ben taam (yiyecek) pazarına gittim, dediği takdirde bundan anlaşılan sadece yenilen ve içilen şeylerin satıldığı yerdir. Ta'm (tadına bakmak), insanın zevkine, tadına vardığı şeydir. Tadı acıdır, denilmek gibi. Yine bu kelime insanın canının çektiği yiyecek ve içecekler hakkında da kullanılır. Yine tadı bozuk olan şey hakkında da: Bunun tadı yoktur veya tatlı değildir de denilir. Tuum da taam anlamındadır. Şair Ebû Hirâş der ki: "Kabilenin kahramanını -eğer onu bilsen- geri çeviririm (birşeyler vererek) Ve senin ailenden olan başkalarını yiyeceklerde kendime tercih ederim Ve temiz tatlı suyu alır da sonunda (onlara veririm) Cimri olanın canı yanındaki azığı çekerse." Birşeyi yeyip tadına baktığı takdirde bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Kim de onu ta'metmezse o da bendendir." (el-Bakara, 2/249) âyetinde geçen bu kelime "tadına bakmazsa" anlamındadır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Taam ettiğiniz vakit de dağılın." (el-Ahzab, 33/53) Yemek yediğiniz vakit dağılın, demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Zemzem suyu hakkında şöyle buyurmuştur: "O güzel bir taamdır. Hastalıklara karşı da bir şifadır." Müsned, V, 175'te sadece ilk cümlesi. Yine bir kişi bir başkasından kendisiyle konuşmasını istediği takdirde aynı kökten -ziyadeli olarak- "istet'ame" ifadesi kullanılır. Hadîs-i şerîfte de "İmâm sizden konuşmanızı istediği takdirde (istet'ame) onu ifam ediniz" diye buyurmaktadır. İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 127. Yani sizden okuması gerekeni hatırlatmanızı istediği takdirde siz de ona hatırlatınız, demektir. Mesela, filan kişi ancak ayakta uykuyu tadıyor (yet'emu) denilir. Şair de şöyle demiştir: "Vecre'de sarı yanaklı deve kuşları suyun tadına bakmaz Hep oruçludur (çünkü devekuşları su içmek üzere sulara gitmezler)." "O bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden.. çıkarsın." Yani bizim için Allah'tan dilekte bulun ve O'ndan bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartmasını iste. Bir görüşe göre bu, dua anlamını ifade etmekte olup takdirî olarak: Bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartması gayesiyle Rabbine dua et, anlamına gelir. Ancak ez-Zeccâc, bunun zayıf bir açıklama şekli olduğunu söylemiştir. "..şeylerden..." âyetindeki "...den" anlamını veren edatı el-Ahfeş'e göre zaiddir, Sîbeveyh'e göre ise değildir. Çünkü ifade olumludur, en-Nehhâs der ki: el-Ahfeş'i böyle bir iddiada bulunmaya iten sebep onun "çıkarsın" fiilinin mef'ûlünu (nesnesini) bulamamasıdır. O bakımdan o "şey" kelimesini mef'ûl yapmak istemiştir. Ancak daha uygunu mef'ûlün mahzuf olmasıdır. Bunu da diğer ifadelerden çıkartabiliyoruz. Buna göre bu âyetin takdirî anlamı şöyle olur: Bize yerin bitirdiği yiyecek birşeyler çıkarsın. Buna göre birinciden" takısı tab'iz (kısmîlik) ifade etmek içindir; ikincisi ise tahsis içindir (yani yerin bitirdiklerinden özel olarak hangi yiyecekleri istediklerini açıklamak gayesiyle kullanılmıştır). Bundan sonra gelen "bakla" bu "şeyler"in bedelidir. Yani bunların ne olduğunu açıklamaktadır. Ondan sonrakiler ise ona atfedilmiştir. Bakla (baki): Bilinen bir bitkidir. Bu da sapı olmayan her türlü bitkiye addır. Ağaç (şecer) ise sapı, gövdesi olan her bitkidir. Acur da bilinen bir bitkidir. Burada Acur kelimesinin okunuş şekilleri ve çoğulları ile ilgili birkaç satırlık bir açıklamadan sonra, kelimenin kökü ile ilgisi olmayan kısımları gerek görmediğimizden çevirmedik. İbn Mâce'de şöyle bir rivâyet vardır: Bize Muhammed b. Abdullah b. Numeyr anlattı, bize Yûnus b. Bukeyr anlattı, bize Hişam b. Urve babasından o Âişe'den rivâyetle dedi ki: Annem, beni, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gerdeğe götürmek istediği için şişmanlıyayım diye bana bazı şeyler yediriyor idi. Ben acuru taze hurma ile birlikte yeyinceye kadar bu isteğini gerçekleştiremedi. (Bunları birlikte yeyince) en güzel bir şekilde kilo aldım. Hadisin bu senedi sahihdir. İbn Mâce, Et'ıme 37. "Fum (sarımsak)"ın ne olduğu hakında ihtilaf edilmiştir. Bunun bildiğimiz sarımsak olduğu söylenmiştir. Çünkü soğana benzer bir mahsuldür. Bu açıklamayı Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivâyet etmiştir. Arapçada f harfi ile peltek se birbirlerinin yerine kullanılır. (Ayet-i kerimede fum'un, - peltek s ile- sum şeklinde söylenilmesi gibi). Nitekim Araplar meğafır dedikleri gibi, meğasir de derler. (Mağafirin kokusu pek hoş olmayan urfut denilen bir ağaçtan akan bir tür zamk olduğu söylenmiştir). Kabir kastedilmek üzere de cedes ve cedef demek de bu türdendir. İbn Mes'ûd ise bu kelimeyi peltek se ile şeklinde okumuştur. Bu İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Umeyye b. Ebi's Salt der ki: "O sırada onların evleri oldukça yüksekti. Oralarda (bahçelerinde) aşinalıklar, sarımsak ve soğan bahçeleri de vardı." Hassan b. Sabit de şöyle demiştir: "Sizler kökleri bayağı kimselersiniz Sarımsak ve soğandır yediğiniz." el-Kisaî ile en-Nadr b. Şumeyl de aynı kanaattedir. Burada sözü geçen "fum"un buğday olduğu da söylenmiştir. Yine bu da İbn Abbâs'tan ve birçok müfessirden rivâyet edilmiş bir görüştür. en-Nehhâs bunu tercih etmiş ve bu daha uygundur diyerek şunları eklemiştir: Bu görüşü kabul edenler üstün, onların senetleri daha sahihtir. Cüveybir ise bu görüşün naklini yapan senetlerde yer alan ravilere denk bir ravi değildir. Her ne kadar el-Kisâî ve el-Ferrâ', Arapların f yerine s harfini kullanmalarını gerekçe göstererek birinci görüşü tercih etmiş iseler dahi durum böyledir. Çünkü bedel yapma kıyas için ölçü değildir. Diğer taraftan böyle bir söyleyiş Arap dilinde de pek fazla değildir. İbn Abbâs ise "fum" hakkında kendisine soru sorana bunun buğday olduğunu belirtmek üzere Uhayha b. el-Culâh'ın şu beyitini okumuştur: "Ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş İnsanlar arasında en zengin kimse idim." Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Buğday gıdanın temelini teşkil ettiği halde içinde buğdayın yer almadığı bir grup yiyeceği nasıl olur da istemiş olabilirler? el-Cevherî Ebû Nasr da der ki: Fum buğday demektir. el-Ahfeş şu beyiti nakletmiştir: "Öyle zannediyordum ki ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş insanlar arasında en zengin kimse idim." İbn Dureyd de fume'nin başak anlamına geldiğini söylemiş ve şu beyiti nakletmiştir: "Onların gözcüleri elinde bir veya iki başak (füme) Olduğu halde geldiğinde dedi ki.." Kimisi de fum'un Şamlılar şivesinde nohut anlamına geldiğini söylemiştir. Bunun satıcısına da fûmî'den bozma fâmî denilir. Çünkü Şamlılar bazan nisbetlerde değişiklik yaparlar. Sühlî ve Duhrî dedikleri gibi. (.........) tabirini de bize ekmek pişiriniz anlamında kullanırlar. el-Ferrâ', bunun eski bir söyleyiş olduğunu ifade etmiştir. Atâ ve Katâde de der ki, fırında pişirilen her taneye fûm denilir. Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü: Soğan, sarmısak ve diğer baklagillerden hoş kokmayan şeyleri yemenin hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu, bu hususta sabit olan hadislere dayanarak bunun mubah olduğu görüşündedir. Cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu kabul eden Zahirîlerden bir grup ise bunun yasak olduğunu kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Farzı yerine getirmek için gitmekten ve onu ifa etmekten alıkoyan herşeyin yapılması ve onunla uğraşılması haramdır. Buna delil olarak da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sarımsağı "pis olmakla" nitelendirmesidir. Şanı yüce Allah ise Peygamberini pis olan şeyleri haram kılmakla nitelendirmiştir. Cumhûrun (çoğunluğun) lehine olan delillerden birisi de Hazret-i Câbir'den sabit olan şu rivâyettir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a büyükçe bir tabak içinde çeşitli baklagillerden birtakım sebzeler getirildi. Bunların kokusunu alınca o tabakta bulunanların neler olduğu ona bildirildi, bunun üzerine beraberinde bulunan ashabından birisi için: "Bu onları (onlara) yaklaştırınız" dedi. (Hazret-i Peygamber) onun yemekten hoşlanmadığını görünce: "Sen ye, dedi. Çünkü ben senin kendisiyle konuşmadığın kimse ile konuşuyorum." Hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Buhârî, frisam 24; Müslim, Mesâcid 73; Ebû Dâvûd, Et'ime 40. İşte bu, sarmısak gibi şeyleri yemenin Hazret-i Peygamber için özel bir hükmünün bulunduğunu ve bunların başkası için mubah olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yine Müslim'in Sahihinde Ebû Eyyub (radıyallahü anh)'dan şu rivâyet gelmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Eyyub'un yanında misafir kalmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içinde sarımsak bulunan bir yemek yapmışlardı. Yemek geri gönderilince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın parmaklarının nerelere değdiğini sordu. Ona: Peygamber birşey yemedi, denilince dehşete kapıldı ve Hazret-i Peygamber'in yanına çıkıp şöyle dedi: Yoksa o haram mıdır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, fakat ben ondan hoşlanmıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb şöyle der: Ben de senin hoşlanmıdığın şeyden hoşlanmıyorum. (Ebû Eyyûb devamla) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e (vahiy) gelirdi. Müslim, Eşribe 171; Tirmizî, Et'ime 13. İşte bu, sarmısağın (ve benzerlerinin) haram olmadığına dair açık bir nastır. Yine Ebû Said el-Hudrînin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Hayber'in fethedildiği günde sarmısak yemeleriyle ilgili kaydettiği rivâyeti de böyledir. (Hazret-i Peygamber bunun üzerine şöyle demiş): "Ey insanlar, Allah'ın helal kıldığını benim haram kılma yetkim yoktur. Fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir." Müslim, Mesâcid 76; Müsned, III, 12, 60-61. İşte bu Hadîs-i şerîfler konu ile ilgili yasak hükmünün Hazret-i Peygamber'e özel olduğunu göstermektedir. Çünkü vahiy meleğiyle konuşmak özelliği ona ait idi. Şu kadar var ki bizler, Hazret-i Cabir yoluyla gelen Hadîs-i şerîften Hazret-i Peygamber ile başkası arasında bu hüküm açısından bir fark olmadığını öğreniyoruz. Çünkü sözü geçen Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Her kim bu bakladan yani sarımsaktan yerse -bir seferinde de: Her kim soğan, sarmısak ve pırasa yerse- bizim mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler de ademoğullarının rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar." Müslim, Mesâcid 72, 74; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce, Et'ime 59. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da uzunca bir hadiste şöyle demiştir: Sizler ey insanlar, ben pis olduklarından başka bir özelliklerini görmediğim iki bitkiden yeyip duruyorsunuz. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidde bir adamdan bunların kokusunu aldığı vakit Baki' denilen yere kadar çıkartılmasını emrettiğini gördüm. Her kim bunlardan yiyecek olursa onları pişirerek öldürsün (kokularını gidersin). Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 78. "Mercimek ve soğan çıkarsın." Mercimeğin (ades) ne olduğu bilinmektedir. "Adese" öldürücü dahi olabilen insan vücudunda çıkan bir çeşit sivilcedir. "Ades" katırlar için de bir sesleniş biçimidir. Şair der ki: "Deh! Artık Abbâd'ın senin üzerinde bir otoritesi yok! Kurtuldun işte, Talik'i taşıyorsun sırtında." "Ads"; hızlıca koşmak ve çalışmak; "adese fil'ard": Yeryüzünde dolaştı "Adese ileyhi": Ona doğru -geceleyin- yürüdü, demektir. el-Kumeyt der ki: "Karanlığın dehşetinden onu koruyorum ve halâ gecenin kardeşiyim, Bana gidip geliniyor (ma'dus), ben de gidiyorum (adis)" Şair geceleyin kendisine gelindiğini anlatmak istiyor. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ali yoluyla gelen rivâyette şöyle dediği nakledilmektedir: "Size mercimek yemeyi tavsiye ediyorum. Çünkü o mübarek ve kutsaldır. O kalbi yumuşatır, gözyaşını artırır. Sonuncuları Meryem oğlu Îsa olan yetmiş peygamber onun mübarek olması için dua etmiştir. Bk. Suyuti, el-Leâli'u'l-Masnûa, Beyrut, 1403/1983, I, 212-213. Bu hadisi es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiştir. Ömer b. Abdülaziz de bir gün zeytinyağı ile ekmek, bir gün et ile ekmek, bir gün de mercimek ile ekmek yermiş. el-Halimî der ki: Mercimek ile zeytinyağı salihlerin yedikleridir. Eğer İbrahim (aleyhisselâm)'ın beldesinde verdiği her ziyafette mutlaka mercimek bulunması gibi bir fazilet dışında başka bir üstünlüğü bulunmasaydı, bu dahi onun fazileti için yeterli idi. Mercimek vücuda hafiflik verir, böylelikle vücudun ibadete karşı bir hafifliği olur. Şehvet ve arzudan olduğu gibi mercimekten dolayı harekete geçmez. Buğday da taneler cümlesindendir. Sahih kabul edilen görüşe göre de (âyette geçen) fum buğdaydır. Arpa da ona yakındır. Medine halkının yiyeceği idi. Tıpkı mercimeğin Hazret-i İbrahim'in kasabasının halkının yiyeceği olduğu gibi. Dolayısıyla bu her iki tane iki peygamberden birisi sebebiyle faziletli olmuş demektir. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve aile halkının Medine'ye geldiği günden vefat ettiği güne kadar arka arkaya buğday ekmeği ile karınlarını doyurmuş değildirler. Buhâri, Eyman 22, Et'ime 23, 27, Rikaak 17; Müslim, Zühd 20-25, 33; Nesâî, Dahâyâ 37; İbn Mâce, Et'ime 48-49; Müsned, VI, 156, 187, 225, 277. Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih Etmek: "Dedi ki: Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?" Değiştirmek (istibdal) birşeyi başka birşeyin yerine koymak demektir. Bedel de burdan gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmış idi. "Daha aşağı olan (ednâ)" kelimesi ez-Zeccâc'a göre kıymet itibariyle az olan "dünuv"dan gelmektedir. Ali b. Süleyman'a göre ise daha aşağılık anlamında olan ve aşağılık olduğu açıkça belli olan "denî"den gelen hemzeli bir kelimedir. Bu kelimenin, daha düşük anlamında olan dûn'dan alındığı da söylenmiştir. Şâz kıraatlerde bu kelime hemzeli olarak "edneu" şeklinde okunmuştur. Ayet-i kerimenin anlamı ise şudur: Sizler daha bayağı ve aşağılık olan bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğanı daha hayırlı olan men ve selvaya mı değişir ve üstün tutarsınız? Men ve selvanın onların talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerektiren yönlerin ne olduğu hakkında beş ayrı görüş ortaya atılmıştır: 1- Baklagiller men ve selvaya nisbetle ehemmiyetli olmadığından dolayı men ve selva daha üstündür. Bu görüş ez-Zeccâc'a aittir. 2- Men ve selva, yüce Allah'ın kendilerine lütfedip verdiği ve yemelerini emrettiği bir yiyecek idi. Dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeye, ni'metini şükür ile karşılamaya devam etmek, âhirette ecir sahibi olmaya bir vesiledir. Onların istediklerinin ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istekleri bunlardan daha aşağı idi. 3- Şanı yüce Allah'ın kendilerine lütfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha lezzetli olduğundan dolayı elbette ki bu bakımdan onların istedikleri daha aşağılık idi. 4- Onlara verilen, sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İstedikleri ise, ancak ekerek, sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan bunlar daha bayağı idi. 5- Onlara indirilen Allah katından indirildiği için helal ve temiz olduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gaspedilir, şüphelere maruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şeylerdi. Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek: Bu âyet-i kerimede güzel ve lezzetli şeyleri yemenin câiz olduğuna delil vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da helva (tatlı şeyler) ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Bu hususa dair açıklamalar Maide el-Mâide, 5/88. âyetin tefsiri ve Nahl sûrelerinde en-Nahl, 19/69. âyetin tefsiri eksiksiz bir şekilde gelecektir. Yüce Allah'ın "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" âyetindeki emir, onları aciz bırakmak anlamını taşımaktadır. Çekip inmenin (hubût)un anlamı daha önceden (36. ayette) geçmişti. Onları aciz bırakmak anlamına gelen bu âyetin bir diğer benzeri de: "De ki: Onlara, ister taş, ister demir olunuz.." (el-İsra, 17/50) âyetidir. Çünkü İsrailoğullarına bu emir verildiğinde Tîh'te idiler. Böyle bir emir de onlar için cezadır. Onlara istediklerinin verildiği de söylenmiştir. Cumhûr "Mısran" kelimesini nekire ve tenvinli olarak okumuştur. Mushaf'taki hattı (yazılışı) da böyledir. Mücâhid ve başkaları ise şöyle demiştir: Bu kelimeyi munsarıf (yani tenvin ve esre alabilecek türden bir kelime) kabul eden muayyen olmayan şehirlerden herhangi bir şehri kastetmiş olur. İkrime ise İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şu şehirlerden bir şehre gidin demektir. Yine bu kelimeyi munsarıf kabul edenlerden bir kesim şöyle demiştir: Bu âyetle bizzat Fir'avun'un Mısır'ı kastedilmiştir. Birinci görüşü kabul edenler, Kur'ân-ı Kerîm'in onlara kasabaya girmeleri emrini vermesinin zahirinin bunu gerektirdiğini delil gösterirler. Ayrıca onların Tîh'de sonra Şam (Suriye) bölgesinde yerleştiklerine dair birbirini güçlendiren rivâyetleri de delil gösterirler. Öbür görüşü savunanlar; Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan yüce Allah'ın, İsrailoğullarını Fir'avun hanedanının ve onların geriye bıraktıklarının mirasçısı kılan âyetlerini delil gösterirler ve bu kelimenin munsarif olmasını da câiz kabul ederler. el-Ahfeş ve el-Kisaî, bu kelime hafif olduğundan ve Hind ve Da'd gibi kelimelere benzediğinden dolayı munsarif olması caizdir, demişler ve şu beyiti delil göstermişlerdir: "Örtüsünün sarkan kısmına bürünüp örtünmedi Da'd. Ve Da'd sütün sağıldığı deri kâselerle süt içmedi." Şair burada her iki söylenişi (munsarif olan ve olmayanı) bir arada kullanmıştır. Sîbeveyh, el-Halil ile el-Ferrâ', bunu kabul etmezler. Çünkü bir ka- dına Zeyd ismi verilirse bu munsarif olmaz. el-Ahfeş'ten başkaları da şöyle demiştir: Bunlar bu kelime ile mekanı kastettiklerinden dolayı onu munsarıf kabul etmişlerdir. el-Hasen, Ebân b. Tağlib ve Talha ise munsarif kabul etmeyerek "mısra" diye -tenvinsiz- okumuşlardır. Ubey b. Ka'b'ın Mushafı ile İbn Mes'ûd'un kıraatinde de bu kelime böyledir. Bunlar bunun Fir'avun'un Mısn olduğunu söylemişlerdir. Eşheb der ki: Mâlik bana şöyle dedi: O benim görüşüme göre Firavn'ın kaldığı yer olan senin şehrin Mısırdır. Bunu İbn Atiyye kaydetmiştir. Mısır kelimesinin sözlükteki asıl anlamı sınırdır. "Evin mısn" denildiği zaman sınırları kastedilir. İbn Fâris der ki: Denildiğine göre Hecerliler, aralarındaki şartnamelerde şöyle yazarlar: "Filan kişi şu evi mısırlarıyla (yani sınırlarıyla) satın aldı." Adiy de şöyle demiştir: "Ve güneşi hiçbir kapalılığı bulunmayan bir mısır (sınır) kılan Gündüz ile gece arasında onlar birbirlerinden ayrılmışlardır." "İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu." Zillet ve meskenete mahkûm edildiler ve bunlarla haklarında hüküm verildi. Bu kelime "çadırların vurulması" deyiminden alınmıştır. el-Ferazdak da Cerir hakkında şöyle demektedir: "Örümcek, senin üzerine vurdu ağlarını Ve Allah'tan indirilen Kitap senin aleyhine bununla hüküm verdi." "Hakim, eli vurdu (yakaladı)" deyimi de buna mecbur etti, zorunda bıraktı, demektir. Zillet ise, aşağılık ve küçüklük, meskenet de fakirlik demektir. Zengin olsa dahi fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlikten uzak hiçbir yahudi bulamazsınız. Sözü geçen zilletin el-Hasen ve Katâde'den gelen rivâyete göre cizye yükümlülüğünü koymak olduğu da söylenmiştir. Meskenet ise boyun eğmek anlamındadır ki bu da "sükûn"dan alınmadır. Yani fakirlik dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az kalmış demektir. Bu, ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır. Ebû Ubeyde de der ki: Zillet, küçüklük demektir; meskenet ise (fakir anlamına gelen) miskinin masdandır. ed-Dahhak b. Muzâhin, İbn Abbâs'tan: "Onlara zillet ve meskenet vuruldu" âyetini şu şekilde açıkladığını rivâyet etmektedir: Onlar cizye veren kimselerdir. "Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar"; yani böyle bir gazaba döndüler, ona mahkûm edildiler. Bu ("uğratıldılar" anlamındaki) kelime, Peygamber Efendimizin dua ve niyazında “Senin üzerimdeki ni'metini itiraf ediyor ve nefsimi de buna mecbur tutuyorum" Buhâri, Deavât 3; Ebû Dâvûd, Âdâb 101; Tirmizî, Deavât 15; İbn Mâce, Duâ 14; Müsned, IV, 122, 125, V, 356. duasında da aynı anlamda kullanılmıştır. Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı dönüştür. Ev anlamına gelen "mebâe" de bu köktendir. el-Bevâ', kısasa dönmek demektir. "Onlar bu işte bevâ'dırlar" ise eşittirler anlamındadır. Yani bu hususta aynı anlamı ifade ederler, demektir. Şair der ki. "Hükümdarlar bizim yakamızı bırakmaz ve mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar mı? Ve kana kan ile dönmemek yolunu seçmezler mi?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Onlar talan malları ve esirler ile geri döndüler Bizler ise zincire vurulmuş hükümdarlarla geri döndük." "Gazap" kelimesinin anlamına dair açıklamalar ise Fâtiha sûresinde yapılmıştır. Gazaba Uğratılmalarının Sebebi: "Bu onların Allah'ın âyetlerini" yani onun kitabını, Îsa, Yahya, Zekeriyya ve Muhammed (aleyhimusselam) gibi peygamberlerinin mucizelerini "inkâr etmelerinden" yalanlamalarından "ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu." el-Hasen'den "Öldürüyorlardı" anlamındaki kelimeyi ( şeklinde okuduğuna dair rivâyet gelmiştir. Yine ondan, çoğunluk gibi birinci şekilde okuduğuna dair rivâyet de yapılmıştır. Nafi' ise peygamberler" kelimesini kelimesinin Kur'ân'ın tümünde belirtilen şu iki yer dışında ilk sekilinde okumuştur. Bu iki yerden birisi Ahzab sûresinde yer alan: "Ve nefsini Peygambere bağışlayan mü’min kadını..." (el-Ahzab, 33/50); âyeti, diğeri ise "Peygamberin evlerine.... girmeyin" (el-Ahzab, 33/53) âyetidir. Burada bu kelimeyi medsiz ve hemzesiz olarak okumuştur. Bu iki yerde hemzeli okunmayışının sebebi ise esreli iki hemzenin bir arada olmasıdır. Ancak diğer okuyucular bütün bu yerlerde hemzeli okumamışlardır. Bu kelimeyi hemzeli okuyan kimseler bunu haber vermek anlamına gelen (........)den alırlar. Bunun ismi faili ise (haber verici anlamına): şeklinde gelir. (........) kelimesinin çoğulu şeklinde olur. "Nebi" kelimesinin "nübeâ1" şeklinde kullanıldığı da olmuştur. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı överken şöyle demektedir: "Ey peygamberlerin sonuncusu, şüphesiz ki sen hak ile gönderilmişsin Doğru yola ileten bütün hidayet senin hidayetindir." İşte hemzeli okuyuşun anlamı budur. Hemzesiz okuyuşu kabul edenlerin ise farklı açıklamaları vardır. Kimisi bu kelimeyi (nebi kelimesini) hemzeli şeklinin türetildiği gibi türetir, sonra hemzeyi kolay okunmasını sağlar, kimisi bu kelimenin açığa çıkmak anlamına gelenden türediğini kabul eder. Buna göre nübüvvetten türeyen nebi yükselmek anlamındadır. Çünkü Peygamberin makamı yüce ve yüksektir. Yine hemzesiz olarak "nebi" yol demektir. Rasule nebi deniliş sebebi yolda olduğu gibi onun vasıtasıyla insanların yollarını bulmasıdır. Şair der ki: "Kâsib dağındaki nebinin (yolun) yerine Çakılın kırıntıları gibi ufalmış olur." Peygamberler bizim için yeryüzündeki yolları andırırlar. Adamın birisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: -Hemzeli olarak- Selam sana ey Allah'ın Nebi'i diye selam vermiş, buna karşılık Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle cevap vermiş: Ben Allah'ın nebi'i değilim, ben Allah'ın nebisiyim diye hemzesiz olarak cevap vermiş. Ebû Ali der ki: Bu hadisin senedi zayıf görülmüştür. Ancak bunun senedini takviye eden hususlardan birisi de onu öven şairin (yukarıda geçen): "Ey Nübeâ'ın sonuncusu.." şeklindeki beyitidir. Hazret-i Peygamber'in bunu reddettiğine dair bir rivâyet de yoktur. Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir: "Ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu" âyeti de onların işledikleri günahın ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir. "Bu, peygamberlerin bazen hak ile öldürülebileceklerinin delilidir. Halbuki peygamberler kendisi sebebiyle öldürülebilecekleri herhangi bir iş yapmaktan yana korunmuş masum kimselerdir" denilecek olursa şu cevap verilir: Durum anladığınız gibi değildir. Bu ifade (yani "haksız yere" tabiri) onların öldürülme şekillerinin sıfatı durumundadır. Yani onlar zulmen öldürülmüşlerdir, haklı olarak öldürülmemişlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkları işin ne kadar büyük çapta çirkin olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi hak ile hiçbir peygamber öldürülmez. Fakat o hak üzere olduğu halde öldürülür. İşte "haksız yere" âyeti işlenen günahın ne kadar çirkin ve açık olduğunu ortaya koymaktadır. Ve hiçbir peygamber öldürülmesini gerektirecek bir iş asla yapmaz. "Kâfirlerin peygamberleri öldürmelerine imkân vermesi nasıl olabilir?" denilecek olursa, şu cevap verilir. Bu peygamberler için bir şereftir ve mevkilerini yüceltmek için bir araçtır. Mü’minlerden Allah yolunda öldürülenlerin durumunda olduğu gibi. Bu onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbâs ve el-Hasen der ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere Savaşma emri verilmiş değildir. Çünkü kendisine Savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka muzaffer olmuştur. Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi: "Bu, onların İsyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu." el-Ahfeş der ki: Yani isyan ettiklerinden dolayı bu oldu. İsyan ise itaatin zıddıdır. Taşkınlık (i'tidâ) ise her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve masiyetler hakkında kullanılır. 62Şüphe yok ki îman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe inanan ve salih amel işleyenlerin ecirleri, elbette Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de. Âyetine dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: "Şüphe yok ki îman edenler" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik edenler. Süfyan der ki: Kasıt münafıklardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Dış görünüşlerinde îman eden kimseler... İşte bundan dolayı onları yahudi, hıristiyan ve sabiîlerle birlikte sözkonusu etmiş, daha sonra bütün bunlar arasından Allah'a ve ahiret gününe gerçekten îman edenlerin hükmünü beyan etmiştir. "Yahudiler"; yani yahudi olanlar. Hazret-i Ya'kub'un en büyük oğlu olan Yehûza'ya nisbet edilirler. Araplar buradaki zel harfini dâl harfine dönüştürmüşlerdir. Çünkü Arapça olmayan bir kelime arapçalaştırıldığı vakit asıl söyleyişinde değişiklikler meydana gelir. Bir diğer görüşe göre onlara bu ismin veriliş sebebi, buzağıya tapmaktan dolayı tevbe etmeleridir. Çünkü "hâde" tevbe etti, "hâid" de tevbe eden demektir. Şair der ki: "Ben sevgisinden hâid (tevbe eden) bir kimseyim." Kur'ân-ı Kerîm'de de: âyeti: "Şüphesiz biz sana tevbe edip durduk" (el-A'raf, 7/156) demektir. İbnu'l-Arafe der ki: âyeti: "Senin emrini huzur ve sükûn ile kabul ettik" anlamındadır. Çünkü "hevâde" sükûnet ve anlaşmazlıkları bırakmak anlamındadır. İşte yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki îman edenler, yahudiler..." âyeti de bu türdendir. Ebû's-Semmâl, dâl harfini üstünlü olarak şeklinde okumuştur. "Hıristiyanlar" anlamına gelen "nasârâ" kelimesi çoğuldur. Bunun tekili ise "nasranrdir. Ya'sız olarak "nasrân" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Sîbeveyh'in görüşü budur. Dişisi "nasrâne" şeklinde gelir. "Nedmân ve nedmâne (pişman)" kelimeleri gibi. Bu kelime nekire olup "elif-lâm" ile ma'rife yapılır. Şair der ki: "(O dişi deve sudan) tıpkı fish bayramından önce hristiyanlara şakilik eden birisinin kendisine helâl olmayan şeylerden imtina etmesi gibi imtina etti." Görüldüğü gibi burada şair "nasarâ" kelimesini nekire olan bir kelime ile vasfetmiştir. el-Halil der ki: Nasârâ kelimesinin tekili "nasrî"dir. "Mehâra"nın tekilinin "mehrî" oluşu gibidir. Sibeveh, bu kelimenin çoğul şekli ile ilgili görüşüne şu beyitleri şahit olarak göstermektedir: "Akşam oldu mu onu (Allah'a) ibadete yönelmiş görürsün Kuşluk vaktinde ise o, başkaldıran bir nasranî oluverir." Diğer beyit de şöyledir: "Onların (develelerin) her ikisi de (yorgunluktan) yıkılıp eğdi başını Tıpkı (duasında) bir tarafa meyletmeyen hristiyanın başını önüne eğmesi gibi." Şu kadar var ki "nasrân" ve "nasrâne "kelimeleri ancak nisbet ya'sı ile birlikte kullanılır. Çünkü Araplar: "Nasranî bir adam ve nasranîye bir kadın" diye kullanırlar. "Nassara" ise nasranî yapmak demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: sonra anne ve babası onu yahudi veya nasranî yapar." Buhârî, Cenâiz 80,93, Kader 3; Müslim, Kader 22-25. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetten (dine davet ettiğim kıyâmete kadar gelecek bütün insanlardan) olup da yahudi veya nasranî olsun beni işitir sonra da benimle gönderilene îman etmezse mutlaka cehennemliklerdendir." Müslim, Îman 240. Bir diğer görüşe göre hıristiyanlara "nasârâ" deniliş sebebi "nâsira" adındaki bir kasaba dolayısıyladır. Îsa (aleyhisselâm) burada konaklar ve o bakımdan oraya nisbet edilerek "Îsa en-Nâsirî" denilmişti. Ona îman edenler de Hazret-i Îsa'ya nisbet edilince "Nasârâ" denildi. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Katâde yapmıştır. el-Cevherî de der ki: Nasrân Şam (Suriye)'deki bir kasabanın ismi olup hıristiyanlar (nasârâ) ona nisbet edilir. Bu kasabanın adının "nasıra" olduğu da söylenir. Onlara bu ismin veriliş sebebinin birbirlerine nusret etmeleri (yardımcı olmaları) olduğu da söylenmiştir. Şair (bu kelimeyi bu anlamda kullanarak) der ki: "Biribirlerine yardım eden Nebatileri görünce Elbisemi sıvadım dizlerimin üzerine Ve hiristiyanlara karşı himaye ettim onları." Bir diğer görüşe göre onlara bu adın verilişi: "Allah yolunda benim yardımcılarım (ensârım) kim olacak, demiş, havariler de Allah'ın yardımcıları (ensarı) biziz demişlerdi." (Ali İmrân, 3/52) âyeti(nda da ifade edilen husus) sebebiyledir. "Sâbiîn" kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. O bakımdan bu kelimenin hemzeli okunup okunmayacağı hususunda farklı kıraatler vardır. Nâfi' dışında kalan çoğunluk, hemzeli okumuştur. Hemzeli okuyan kimseler bu kelimenin Yıldızlar doğdu, görüldü'den geldiğini kabul ederler. Yine çocuğun dişi çıkıp göründüğü zaman da aynı kökten gelen tabiri kullanılır. Hemzesiz okuyanlar ise bunu meyletmek anlamını ifade eden 'den türetirler. Buna göre sözlükte "sabi" bir dinden çıkıp bir başka dine giren ve meyleden kişi anlamındadır. Bundan dolayı Araplar İslâm'a giren kimse için "sâbiî oldu" derlerdi. Buna göre Sabitler kitap ehli dininden çıkmış olan kimselerin adıdır. Yahudi ve hıristiyanların kitap ehli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap ehli olduklarından dolayı kadınları ile evlenmek ve yemeklerini yemek caizdir. İleride buna dair açıklamalar Maide sûresinde Bk. el-Mâide, 5/5. âyet, ikinci başlık gelecektir. Yine onlara cizye vergisini koymak da -inşaallah ileride -Tevbe sûresinde Bk. et-Tevbe, 9/29. âyetin tefsiri gelecektir. Şu kadar var ki sabitler hakkında görüş ayrılığı vardır. es-Süddî der ki: Onlar kitap ehlinden bir fırkadır. İshak b. Raheveyh de bu görüştedir. İbnu’l-Münzir der ki: İshak dedi ki: Sabitlerin kestiklerini yemekte bir mahzur yoktur. Çünkü onlar da kitap ehlinden bir taifedirler. Ebû Hanîfe der ki: Onların kestiklerinden yemekte, kadınlarıyla evlenmekte bir beis yoktur. Çünkü ona göre kitaba îman ederler, Zebur okurlar, yıldızlara da tapmazlar. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bunlar yıldızlara taparlar. O bakımdan onlarla evlenmek câiz değildir. (V. ez-Zuheylî, el-Fıkhu'l-lslamî, VII, 156-157) el-Halil der ki: Sabiîler dinleri hıristiyanlara benzeyen bir topluluktur. Şu kadar var ki onların kıblesi güney rüzgarının estiği tarafa doğrudur. Bunlar kendilerinin Nûh (aleyhisselâm)'ın dini üzere olduklarını iddia ederler. Mücâhid, Hasan ve İbn Ebi Necih de der ki: Bunlar dinleri yahudilik ve Mecusilikten meydana gelmiş bir topluluktur, kestikleri yenmez. İbn Abbâs da ayrıca kadınlarıyla da evlenilmez demektedir. Yine el-Hasen ve Katâde şöyle demiştir: Bunlar meleklere tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u okuyan ve beş vakit namaz kılan kimselerdir. Ziyad b. Ebû Süfyan bunları görmüş ve onların meleklere taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldırmak istemiştir. İlim adamlarımızın anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bunlar muvahhid kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal olduklarına inanırlar. Bundan dolayı Ebû Said el-İstahrî haklarında soru soran, el-Kadir Billah'a kâfir olduklarına dair fetva vermiş bulunmaktadır. 6- Îman Edenler ve Salih Amel İşleyenler...: "Allah'a ve ahiret gününe İnanan"; yani tasdik eden "ve Salih amel işleyenlerin ecirleri elbette Rableri katındadır." Bu âyette yer alan "inanan" tabiri daha önce geçen "îman edenler" tabirinden bedeldir. Yani - ilk anda anlaşıldığı gibi - yahudi, hıristiyan ve sabiîlerden olup da salih amel işleyen kimseler, diye anlaşılmamalıdır. "Îman edenler... yani Allah'a ve ahiret gününe inananların...ecirleri elbette Rableri katındadır." anlamına gelmektedir. "Ecirleri elbette Rableri katındadır" âyeti "Şüphe yok ki..."nin haberi konumunda mübtedâ ve haberdir" en ..."in mübtedâ konumunda merfû' ve şart anlamında olması uygundur. "Îman eden..." anlamındaki âyet şart olarak cezm mahallinde, ecirleri...dır" âyetindeki "fâ" şartın cevabı, diğer kelimeler isein haberidir. Cümle bütünüyle ise" şüphe yok ki..." edatının haberidir. "ler..." ism-i mevsûlunun aidi ise hazfedilmiş olup onlar arasından Allah'a.... inananlar" takdirindedir. Peygamberlere, kitaplara ve öldükten sonra dirilişe îman ise Allah'a ve ahiret gününe imanın kapsamı içerisinde yer alır. İnanan anlamını veren âyeti çoğul olmayıp tekil bir lâfız olduğu halde "ecirleri" anlamına gelen (.........) âyetinde zamirin niçin çoğul geldiği sorulabilir. Halbuki "ecri" denilmiş olsaydı da uygun olurdu. Buna cevap şudur: kelimesi tekil, çoğul ve tesniye hakkında kullanılır. Dolayısıyla buna gidecek olan zamirin tekil, çoğul ve tesniye olması da mümkündür. Mesela yüce Allah, aynı edatı kullandığı şu âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan sana kulak veren kimseler de vardır." (Yûnus, 10/42) Bu âyette bu edat anlamı göz önünde bulundurularak ona ait çoğul zamiri kullanılmıştır. Bir başka yerde de lâfız göz önünde bulundurularak ona giden zamir tekil kullanılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Onlardan sana kulak veren de vardır" (el-En'am, 6/25) Şairin şu beyitinde (bu edata, mana göz önünde bulundurularak) çoğul zamir gitmiştir: "Selma'yı ziyarete gidip onu görürseniz Ona deyin ki: Geride kalan o kimselere sen de geri dön." el-Ferezdak da (bu edata tesniye zamiri göndererek) şöyle demiştir: "Gel bana hainlik etmemek üzere söz verdiysen eğer; Seninle birlikte biz arkadaşlık eden iki kişi gibi olalım ey kurt!." Burada şair, zamiri; manayı gözönünde bulundurarak göndermede bulunmuştur. Eğer lâfzı gözönünde bulundurarak zamir gönderselerdi (ikinci beyitte) arkadaşlık eden (bir kişi) şeklinde, birincisinde de "geriye kalan" demeli idiler. Yüce Allah da: "Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse onu.. cennetlere koyar." (en-Nisa, 4/13) âyetinde ise lâfzı nazarı itibara almıştır. Daha sonra ise (aynı ayet-i kerimede) "ebedî kalıcılar olarak" diye buyurarak manayı gözönünde bulundurmuştur. Eğer lâfzı nazarı itibare almış olsaydı "onda ebedî kalıcı olarak" demesi gerekirdi. Eğer bu dan sonra gelen kelimeler lâfza göre cereyan edecek olur ise, bununla bu ayet-i kerimede de olduğu gibi, manaya muhalefet etmek câiz olur. Eğer ondan sonrasında mana göz önünde bulundurulacak olursa ondan sonra gelenin lâfza muhalefet etmesi câiz olmaz. Çünkü o takdirde ifadelerde karışıklık olur. "Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de." âyetine dair açıklamalar ise daha önceden Bakara Sûresi'nin 38. ayet-i kerimesi açıklanırken yapılmıştır. Allah'a hamdolsun. 8- Bu Âyet Neshedilmiş midir?: İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki îman edenler, yahudiler, hıristiyanlar..." ayetinin yüce Allah'ın: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul olunmaz." (Âl-i İmrân, 3/85) ayeti ile neshedildiğine dair bir rivâyet gelmiştir. Başkaları ise bu ayet-i kerîme neshedilmiş değildir. Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman edip de imanında sebat gösteren kimseler hakkındadır, demişlerdir. 63Hani sizden sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. "Size verdiğimizi kuvvetle alın ve içindekileri hatırlayın, olur ki sakınırsınız." "Hani sizden sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık." Bu âyet-i kerîme ileride gelecek olan: "Biz, bir zaman dağı üzerlerine bir gölgelikmiş gibi kaldırmıştık." (el-A'raf, 7/171) âyetini açıklamaktadır. Ebû Ubeyde der ki: Anlamı şudur: Biz dağı yerinden oynatmış ve yerinden koparmış idik. Yerinden kopartıp attığın herşey hakkında: ": onu koparıp attım" tabiri kullanılır. Bunun, onu kaldırdık, anlamına geldiği de söylenmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Kaldıran, yayan ve açıp ayıran, söken anlamında "nâtik" kelimesi kullanılır. Çokça doğuran kadın hakkında da "nâtik ve mintak" tabiri kullanılır. el-Kutebî der ki: Bu tabir içindeki tereyağı çıkartılıncaya kadar kırbanın, tulumun vs. silkelenmesini ifade etmek üzere kullanılan tabirinden alınmıştır. Yüce Allah'ın: "Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip ayırmıştık." (el-A'râf, 7/171) âyetinde onu kökünden koparmıştık, anlamı vardır. "Tûr"un mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Tûr, yüce Allah'ın Mûsâ (aleyhisselâm) ile üzerinde konuştuğu ve üzerinde Tevrat'ın Hazret-i Mûsa'ya indirildiği dağdır, başkası değildir. Bunu İbn Cüreyc, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. ed-Dahhak'ın da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Tûr, üzerinde bitkilerin yeşerdiği dağın adıdır. Bitki yeşermeyen dağa "tûr" denmez. Mücâhid ve Katâde ise her türlü dağın ismi olabilir, demişlerdir. Şu kadar var ki Mücâhid: Tûr, Süryanice her türlü dağa verilen isimdir. Ebû'l-Âl-iyye de bu görüşü kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Arap olmayan kimselerin dilinden alınıp arapçalaştırılmaksızın bağımsız tek lâfızların bulunup bulunmadığına dair açıklamalar bu eserin mukaddimesinde yapılmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. el-Bekrî'nin iddiasına göre ise bu dağa Hazret-i İsmail'in oğlu Tûr'un ismi verilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Tûr Dağının Kaldırılış Sebebi: Mûsâ (aleyhisselâm), Allah'tan aldığı ve üzerinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları, İsrailoğullarına getirince onlara: "Bu Tevrat'ı alınız ve onda yazılı olan emirlere uyunuz" dedi. Onlar, hayır Allah seninle nasıl konuştu ise bizimle de konuşmadıkça yapmayız, dediler. Bundan ötürü baygın düştüler, sonra da diriltildiler. Hazret-i Mûsâ yine onlara, bu Tevrat'ı alınız dediyse de onlar yine: Hayır, dediler. Bu sefer yüce Allah meleklere emrederek onlar da eni boyu bir fersah olan Filistin dağlarından bir dağı kopardılar. Bu dağ, onların tepelerinde bir gölge gibi tutuldu. Arkalarından da bir deniz, önlerinden yüzlerine doğru ise bir ateş getirildi, onlara: "Bu Tevrat'ı alınız, hükümlerine uyunuz ve onun hükümlerini zayi etmemek üzere sizden söz alıyoruz. Ya bunu kabul edersiniz veya dağ üzerinize düşecektir" denilince yüce Allah'a tevbe ile secdeye kapandılar ve bu söz ile Tevrat'ı aldılar. Taberi, kimi ilim adamlarından naklederek şöyle demiştir: Eğer ilk emir ile birlikte Tevrat'ı almış olsalardı onlardan bu konuda herhangi bir söz alınmazdı. Onlar yanları üzere secdeye kapandılar, çünkü korkuları dolayısıyla dağa doğru bakıyorlardı. Allah onlara merhamet buyuranca şöyle dediler: Şanı yüce Allah'ın kabul buyurduğu ve kendisi sayesinde kullarına merhamet ettiği secdeden daha faziletli bir başka secde şekli olamaz. O bakımdan tek yanları üzerine secde etmelerini sürdürdüler. İbn Atiyye der ki: Başka hiçbir görüşün sahih olamayacağı konu ile ilgili sahih biricik görüş şudur: Şanı yüce Allah, secde ettikleri vakit kalplerinde imanı yarattı. Yoksa onların kalplerinden huzur ve mutmainlik olmaksızın zor ve baskı altında kalarak îman etmiş değillerdir. Biz de onlara "size verdiğimizi kuvvetle" tam bir cehd ve gayret ile "alınız" demiştik. Burada "demiştik" ifadesi hazfedilmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Katâde ve es-Süddî yapmıştır. "Kuvvetle alınız" âyetinin, ihlaslı bir niyetle alınız, anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücâhid der ki: Burada sözü geçen "kuvvetle almak" onda yer alan hükümler gereğince amel etmek demektir. Bir başka görüşe göre ise kuvvetle almak onu çokça okuyup öğrenmekle olur. "Ve içindekileri hatırlayın" emirlerini, tehditlerini iyice düşünün, belleyin, onu asla unutmayın, zayi etmeyin. İşte kitapların indirilmesinden gözetilen maksat budur: Dil ile onları okuyup tertil etmek değil, onların gereğince amel etmektir. Çünkü sadece dil ile okuyup tertil etmek, en-Nehaî ve İbn Uyeyne'nin de belirttikleri gibi, o kitabı bir kenara atmak demektir. Yüce Allah'ın: "Kitap verilenlerden bir fırka.. Allah'ın Kitabını arkalarına attılar" (el-Bakara, 2/101) âyetini açıklarken onların bu konuda söyledikleri de gelecektir. Nesâî'nin Ebû Said el-Hudrî'den kaydettiği rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar arasında en kötü kimse, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup da onun hiçbir yasağından çekinmeyen fasık bir kimsedir." Nesâî, Cihad 8; Müsned, III, 42, 58 Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de maksadın -açıkladığımız gibi- amel etmek olduğunu beyan buyurmuştur. İmâm Mâlik der ki: Bazen hiçbir hayır bulunmayan bir kimse de Kur'ân'ı okuyor olabilir. Buna göre bizden öncekilerin yerine getirmekle yükümlü oldukları hususlar ve onlardan alınmış olan sözler bizim için de bir yükümlülüktür, bizim için de bir görevdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun." (ez-Zumer, 39/55) Yüce Allah, bizlere Kitabına uymayı, onun gereğince amel etmeyi emretmiştir. Fakat yahudiler ve hıristiyanlar bunu terkettiği gibi biz de bunu terkettik. Geriye hiçbir fayda vermeyen kitapların şekilleri ve mushaflar kaldı. Çünkü cahillik üstünlük sağlamış, başkanlık talebi, hevalara uymak öne geçmiştir. Tirmizî'nin Cübeyr b. Nufeyr'den rivâyetine göre Ebû'd-Derdâ şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idik. Gözünü semaya doğru kaldırıp baktı, sonra şöyle buyurdu: "Bunlar öyle anlardır ki bunlarda ilim insanlardan farkında olmadan çekip alınır ve nihayet hiçbir şeye güç yetiremezler." Ensar'dan olan Ziyad b. Lebid: Kur'ân'ı okuyup öğrendikten sonra bizden nasıl farkında olmadan alınabilir? dedi. Allah'a yemin ederim, hem biz onu okuyacağız, hem kadınlarımıza ve çocuklarımıza okutup öğreteceğiz. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Anan seni kaybedesice ey Ziyad! Ben de seni Medine'nin fakihlerinden birisi sayıyordum. İşte yahudilerle hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil. Onlara faydası ne?" dedi ve hadisin geri kalan kısmını zikretti. İleride de gelecektir. Bu hadisi Nesâî de yine Cübeyr b. Nufeyr'den, o Amr b. Mâlik el-Eşcaî'den sahih bir rivâyet yoluyla nakletmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ziyad'a şöyle dediğini zikretmiştir: "Annen seni kaybedesice ey Ziyad, işte Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanların ellerinde bulunuyor." Tirmizî, İlm 5; İbn Mâce, Fiten 26; Dârimî, Mukaddime 29; Müsned, IV, 160, 218-219; ancak Nesâî’de tesbit edemedik. Muvatta’''da ise Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen rivâyete göre Hazret-i Peygamber birisine şöyle demiş: "Sen fukahası bol, kurrası (Kur'ân'ı bilip okuyanı) az bir çağdasın. Bu çağda Kur'ân'ın sınırları korunmakta fakat harfleri kaybedilmektedir. İsteyeni az verileni çok bir zamandır bu. (İnsanları) uzun uzun namaz kılarlar hutbeleri kısa keserler. Bu zamanda hevalarından önce amellerini işlerler. Fakat insanlar üzerinde pek yakında öyle bir zaman gelecektir ki fukahası az kurrası çok olacaktır. Kur'ân'ın harfleri gereği gibi muhafaza edilecek fakat sınırları zayi edilecektir. İsteyeni çok, verileni az olacaktır. Hutbeyi uzun okuyacak namazı kısa keseceklerdir. Amellerinden önce o zamanda hevalarına göre iş yapacaklardır." Muvatta’', Kasru's-Salat 88. İşte bunlar bizim değindiğimiz hususa delalet eden birtakım naslardır. Yahya dedi ki: Ben İbn Nâfi'e: "Amellerinden önce hevâlarıyla başlayacaklardır" sözünün ne anlama geldiğini sordum şöyle dedi: Yani hevalarına uyacaklar fakat kendilerine farz kılınan ameli terkedeceklerdir. "Olur ki sakınırsınız" âyetine dair açıklamalar daha önceden (21. âyetin sonunda) geçmiştir, tekrarlamaya gerek yoktur. 64Siz bundan sonra yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz. Ve Sonra Yüzçevirdiniz: "Siz bundan sonra" yani bu delilden sonra -ki o da sözün alınması ve dağın kaldırılmasıdır- "yüzçevirdiniz." Yüzçevirmek (tevelli) aslında birşeyden vücudu ile çevirilmek ve ona arkasını dönmektir. Daha sonra emirlerden, dinlerden, inançlardan yüzçevirmek anlamında -kelimenin anlamı genişletilerek ve mecaz olarak- kullanılmaya başlamıştır. "Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı"; yani şayet Allah'ın lütuf ve rahmeti, yani onun lütfü ve size mühlet vermesi yetişmemiş olsaydı "muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz." "Zarara uğramak (hüsran)" noksanlık, eksiklik demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (27. âyetin sonlarında) yapılmıştır. Onun luîfonun tevbeyi kabul etmek, rahmetinin de affetmek olduğu da söylenmiştir. Lütuf (fadl): Gerekenden fazlasını vermek demektir. İfdâl ise gerekmeyeni yapmak demektir. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Fadl fazlalık ve hayırdır, ifdâl ise ihsanda bulunmaktır. 65Gerçekten sizden Cumartesi gönü haddi aşanları bilmişsiniz. Bunun üzerine onlara "hor ve hakir maymunlar olun" demiştik. Âyetine dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde ele alacağız: 1- Cumartesi Günü Haddi Aşanlar: "Gerçekten sizden Cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir." Yani onların muayyen olarak kimler olduklarını tanımışsınızdır. Onlara dair hükümlerin ne olduğunu bilmişsiniz, anlamında olduğu da söylenmiştir. İkisi arasındaki fark şudur: Tanımak (marifet) ismi belli kişiye yöneliktir, bilmek (ilim) ise ismi belli olanın hallerine yöneliktir. Mesela, Zeyd'i tanıdım, denildiğinde onun şahsı kastedilir. Fakat, Zeyd'i bildim, denildiğinde onun üstünlük ve eksiklik gibi hallerinin bilinmesi kast edilir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ve bundan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız." (el-Enfal, 8/60) âyeti tanımak anlamındadır. "Sizden Cumartesi günü haddi aşanlar" kelimesinde yer alan haddi aşmak (i'tidâ)ya dair açıklamalar daha önceden (61. âyetin sonunda) yapılmıştır. 2- Hazret-i Peygamberin Peygamberliğini İtiraf Eden Yahudiler: Nesâî'nin rivâyetine göre, Safvân b. Assâl şöyle demiştir: Bir yahudi arkadaşına: Haydi seninle şu peygamberin yanına gidelim, demişti Arkadaşı da ona: Olur ki seni işitir, sen onun hakkında: Peygamber deme. Çünkü onun dört tane gözü vardır... derken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) 'in yanına gidip "apaçık dokuz âyeften ona soru sorarlar, Hazret-i Peygamber onlara şöyle der: "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, hak ile olması müstesna Allah'ın haram kıldığı cam öldürmeyiniz, suçsuz bir kimseyi (suçlu diye) yöneticiye teslim etmeyiniz, büyücülük yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli namuslu kadına iftirada bulunmayınız, Savaş gününde geri dönüp kaçmayınız ve - sizin için özel olarak ey yahudiler - Cumartesi günü haddi aşmayınız." Bunun üzerine yahudiler elini ayaklarını öptüler ve: Şahitlik ederiz ki sen şüphesiz bir peygambersin, dediler. Hazret-i Peygamber bu sefer: "Peki bana tabi olmanızı engelleyen nedir?" diye sorar onlar: Dâvûd peygamber her zaman için onun soyunda peygamberlerin gelip durmasıîçîn Allah'a dua etmişti. Bizler ise sana tabi olduğumuz takdirde yahudilerin bizleri öldüreceğinden korkarız. Hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve "hasen sahih bir hadistir" demiştir. Nesâî, Tahrîmu'd-dem 17; Tirmizî, Tefsir 17. sûre 14. hadis. Bu hadisin lâfzı ileride yüce Allah'ın izniyle İsra sûresinde Bk. el-îsrâ, 17/101. âyetin tefsiri gelecektir. "Cumarteside". Cumartesi gününde "haddi aşanları bilmişsinizdir." Cumartesi hükmü hakkında haddi aşanları kastetmiş olma ihtimali de vardır. Birinci görüş el-Hasen'in görüşü olup buna göre İsrailoğulları helal kabul ederek balıkları o günde yakaladılar. Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetine göre o şöyle demiştir: İbn Rûman'ın anlattığına göre onlardan bir kişi bir ip alır bu ipe kolay çözülür bir düğüm atar ve bunu balığın kuyruğuna atardı. İpin öbür yanında ise bir kazık bulunurdu. Bu şekilde ipini pazar gününe kadar bırakırdı. Daha sonra başkaları da bu işi yapanın bir belaya uğramadığını görünce, aynı şeyi yapmaya koyuldular. Nihayet balıkların avlanması işi çoğaldı ve pazarlara kadar götürülür oldular. Fasıklar da Cumartesi günü açıktan açığa balık yakalamaya koyuldular. Onlardan bir grup kalkıp bu işin yasak olduğunu, vazgeçmeleri gerektiğini söyledi, açıkça bu uyanlarını yaptı ve onlardan uzaklaştı. Denildiğine göre onlara bu işten vazgeçmelerini söyleyip yasak olduğunu hatırlatanlar, bu yasağı çiğneyenlere şöyle demiş: Biz sizinle birlikte yaşayamayız. Bunun üzerine yaşadıkları kasabayı bir duvarla ikiye ayırdılar. Günün birinde onlara bu yasağı hatırlatanlar bir gün meclislerinde sabah vakti otururlarken yasağı çiğneyenlerden kimsenin dışarı çıkmadığını görürler ve herhalde bir durum olmalıdır, derler. Duvara çıkıp baktılar, onların maymunlara dönüşmüş olduklarını gördüler. Kapıyı açıp onların yanlarına girdiler. Maymuna dönüşmüş olanlar insanlar arasındaki akrabalarını tanıdılar. Fakat insanlar bu maymunlardan kendilerinin akrabalarının hangisi olduğunu tanıyamadılar. Maymunlar insanlardan olan akrabalarının yanına gelir, elbiselerini koklar ve ağlardı. İnsanlardan olan o maymunun akrabası da: Biz size bu işten vazgeçmenizi söylemedik mi diye sorar, maymunlar da başlarını evet anlamına sallarlardı. Katâde der ki: Genç olanlar, maymun, yaşlı olanları da domuz oldular. Onlardan yalnızca bu yasaklara uymalarını hatırlatanlar kurtuldu, diğerleri helâk oldu. A'raf sûresinde Bk. el-A'râf, 7/164. âyetin tefsiri İsrailoğulları bu hususta üç gruba ayrılmışlardı diyenlerin görüşlerine dair açıklamalar da gelecektir. Bu: Onlar sadece iki gruba ayrılmışlardı diyenlerin görüşlerinden daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sebt (Cumartesi), kesmek anlamına gelen "es-sebt"ten alınmıştır. Denildiğine göre bu günde eşyanın işi bitmiş, yaratılışı tamamlanmıştır. Dinlenmek ve rahat etmek anlamına gelen "sübût"tan alındığı da söylenmiştir. İlim adamları, meshe uğrayan (insan olup da başka hayvanlara, yaratıklara dönüştürülen) kimselerin soylarının devam edip etmediği hususunda farklı iki görüş ortaya atmıştır. ez-Zeccâc der ki: Bir topluluk, bu maymunların onların soyundan gelmiş olması mümkündür demiştir. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhûr (çoğunluk) ise şöyle der: Mesholunanın soyu devam etmez. Maymunlar, domuzlar ve diğer hayvanlar (İsrailoğullarından mesholunan bu kimselerden) daha önceden de vardı. Ayrıca yüce Allah'ın meshedip hilkatlerini değiştirdiği bu insanlar helâk olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan kimse kalmamıştır. İbn Abbâs da der ki: Mesholunan hiçbir varlık üç günden fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri olmamıştır. İbn Atiyye de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet edildiğine ve sabit olduğuna göre mesholunanın soyu devam etmez, yemez, içmez ve üç günden fazla yaşamaz. Derim ki: İki görüşün sahih olanı budur. İbnu'l-Arabî'nin ve başkalarının birinci görüşün sahih olduğunu ispatlamak üzere delil diye gösterdikleri Peygamber Efendimizin şu hadisine gelince: "İsrailoğullarından ne yaptığı bilinmeyen bir ümmet ortadan kalkmıştır. Ben bunların fareler olduğunu zannediyorum. Sizler farelere deve sütü konulduğu zaman içmediklerini, koyun sütü konulduklarında da içtiklerini görmüyor musunuz?" Bu hadisi Ebû Hüreyre rivâyet etmiş ve Müslim de kitabında kaydetmiştir. Buhârî, Bed'ul-Halk 15; Müslim, Zühd 61. Ayrıca yine Müslim tarafından Ebû Said ve Hazret-i Cabir'den rivâyet edilen keler hadisini de buna delil gösterirler. Hazret-i Cabir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir keler getirildi, ancak onu yemek istemedi ve şöyle dedi: "Bilemiyorum belki de bunlar mesholunmuş nesillerdendir." Müslim, Sayd 48. Ancak bu hadis ileride de geleceği üzere te'vil edilir. İbnu'l-Arabî der ki: Buhârî'de Amr b. Meymûn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Ben cahiliyye döneminde zina etmiş maymunlar gördüm. Onları recmettiler, ben de onlarla birlikte o maymunları recmettim. Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 27. Bu rivâyet Buhârî'nin bazı nüshalarında yer almış, bazılarında da yer almamıştır. Hadisin nassında "zina etmişlerdi" ifadesi kimisinde sabit olmuştur, kimilerinde de bu ifade düşmüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Peki hayvanlarda Amr b. Meymûn'un dönemine gelinceye kadar şeriate dair birtakım bilgiler kalmış ve onlar bu bilgileri sonrakiler geçmişlerinden öğrenerek sürdürmüşler mi demek oluyor, diye sorulursa cevabımız: Evet böyle olmuştur, şeklindedir. Çünkü yahudiler recm hükmünü değiştirmişlerdi. Allah ise bu hükmü onlardan mesholunanlar arasında uygulamayı murad etti, ta ki bu recmi inkar eden ve değiştiren kimselere karşı daha beliğ ve açık bir delil olsun. Onların kitapları, âlimleri ve onlardan mesholunanları onlara karşı şahitlik etsin, yüce Allah'ın onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiklerini ve neyi değiştirip neyi tahrif ettiklerini sayıp döktüğünü bilsinler. Bilmedikleri bir taraftan onlara karşı bir delil ortaya koysun ve peygamberine böylelikle yardım etsin, onlar yardım olunmadan bırakılsınlar diye. Derim ki: Bunlar İbnu'l-Arabî'nin "Ahkâmü'l-Kur'ân" adlı eserindeki ifadeleridir. Ancak bunların delil olacak bir tarafı yoktur. Amr b. Meymun'un kıssası ile ilgili zikrettiği hususu el-Humeydî "Cem'u's-Sahihayn" adlı eserde şöylece zikreder: Ebû Mes'ûd ed-Dımeşkî'nin anlattığına göre, Amr b. Meymun el-Evdî'nin Buhârî ile Müslim'de Husayn'ın ondan kaydettiği bir rivâyetinde şöyle dediği anlatılmaktadır: Cahiliyye döneminde üzerlerine birtakım maymunların toplanıp recmedilen bazı maymunlar gördüm. Ben de recmedenlerle birlikte onları recmettim. Ebû Mes'ûd bunu böylece zikreder, fakat Buhârî'nin eserinin neresinde bunu kaydettiğini sözkonusu etmez. Biz bunu araştırdık. Buhârî'nin bazı nüshalarında -hepsinde değil- bulduk. Buhârî, Eyyamü'l-Cahiliyye kitabında bunu zikretmekle birlikte en-Nuaym’ın el-Firabrî'den yaptığı rivâyete maymunlara dair bu haberin izine rastlanılmamaktadır. Belki bu, Buhârî'nin eserine sonradan katılmış rivâyetlerden olabilir. et-Tarihu'l-Kebir adlı eserinde Buhârînin söyledikleri ise şudur: Bana Nuaym b. Hammâd anlattı. Bize Huşeym, Ebû Bele ve Husayn b. Amr b. Meymun'dan haber vererek dedi ki: Cahiliyye döneminde başlarına maymunların toplandığı bazı maymunlar gördüm. O maymunlar, ötekilerini taşladılar, ben de onlarla birlikte onları taşladım. Bu ifadede "zina etmiş maymunlar" tabiri yoktur. Şayet bu rivâyet sahih ise, Buhârî bunu Amr b. Meymun'un cahiliyye dönemine erişmiş olduğunu göstermek üzere nakletmiş ve cahiliyye döneminde onun bu husustaki zannına herhangi bir önem vermemiştir. Ebû Ömer ise el-lstiab'da Amr b. Meymun'u zikreder ve onun künyesinin Ebû Abdullah olduğunu belirtip şöyle der: "Amr b. Meymun Kûfeli tabiinin büyükleri arasında sayılır. Eğer sahih ise, maymunlar tarafından cahiliyye döneminde recm olayını görmüş olan da odur. Çünkü bu rivâyetin râvileri meçhul (bilinmeyen) râvilerdir. Ayrıca Buhârî bunu Nuaym'dan o Huşeym'den, o Husayn'dan, o Amr b. Meymun el-Evdî'den muhtasar olarak şöylece rivâyet etmiştir: "Cahiliyye döneminde zina etmiş ve maymunlar tarafandan recmedilen maymunları gördüm. Ben de onlarla birlikte o maymunları taşladım." Ayrıca bunu Abbad b. el-Avvam Husayn'den, Huşeym'in rivâyet ettiği gibi muhtasar olarak rivâyet etmiştir. Bu olayın uzun bir şekildeki anlatımı ise Abdülmelik b. Müslim'in Îsa b. Hittân'dan rivâyeti etrafında döner dolaşır. Bunlar ise rivâyetleri delil gösterilemeyecek kimseler arasındadırlar. Ayrıca mükellef olmayan yaratıklara zina fiilinin izafe edilmesinin de hayvanlara hadlerin uygulanmasının ilim adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilmediğini de belirtelim. Eğer öyle bir olay sahih ise olsa olsa bu cinler arasında olmuştur. Çünkü ibadetler insanlarla cinler arasında sözkonusudur. Başkaları hakkında değildir." Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte, Hazret-i Peygamber'in: "... ben kaybolmuş bu ümmetin farelerden başkaları olduğunu zannetmiyorum" şeklindeki âyetine keler hakkında da "bilemiyorum belki de bu mesholunmuş nesillerden birisidir" şeklindeki sözüne ve benzerlerine gelince bu, Hazret-i Peygamber'in keler, fare ve başka hayvanların meshedilmiş olabileceğine dair bir zannı ve bir korkusunu ifade etmektedir. Bu yüce Allah tarafından mesholunmuş varlıkların geriye nesillerinin kalmadığı kendisine vahyolunmadan önce, Hazret-i Peygamber'in bir kanaatini ifade eder. Bu husus ona vahiy yoluyla bildirilince artık böyle bir çekinmesi kalmadı, keler ve farelerin mesholunmuş ümmetlerden olmadığını da kesinlikle bilmiş oldu. İşte bu esnada Peygamber efendimiz domuz ve maymunlara dair: Bunlar mesholunanlardan mıdır? şeklinde soru sorana ve bize, şu âyetiyle gerçeği haber vermektedir: "Allah, bir kavmi helâk edecek veya azâb edecek olursa, onlardan nesil bırakmaz." Müslim, Kader 32-3. Maymunlar ve domuzlar ise bundan daha önce idi. Böylece mana şöyle olur: "Biz de onlara hor ve hakirler olarak maymun olunuz dedik." İşte bu, Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyet ettiği Müslim'in de Sahih'inin Kader bölümünde kaydettiği sarih ve açık bir nastır. Diğer taraftan kelerin Hazret-i Peygamber'in huzurunda sofrasında yenildiğine ve Peygambere efendimizin de bunu reddetmediğine dair naslar da sabit olmuştur. İşte bu bizim sözünü ettiğimiz hususun (yani mesholunanların zürriyetlerinin kalmadığı hususunun) doğruluğunun delilidir. Başarımız Allah'tandır. Mücâhid'den bu âyet-i kerimenin tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir rivâyet gelmiştir: Bunların sadece kalpleri meshedilmiş idi. Onların anlayışları tıpkı maymunların anlayışlarına dönüştürülmüş idi. Bildiğim kadarıyla böyle bir kanaati müfessirler arasından açıklayan sadece odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bunun üzerine, onlara hor ve hakir maymunlar olun, demiştik" âyetinde yer alan (ve maymunlar anlamına gelen): kelimesi kelimesinin haberidir. Hor ve hakirler, kelimesi ise onun sıfatıdır. İkinci bir haber de yapılabilir. O takdirde mana şöyle olur: "Biz de onlara maymunlar ve hakirler olun, dedik.. Bunu "olunuz" zamirinden hal kabul etmek de mümkündür. "Hasi'în" kelimesi uzak kılınmışlar demektir. Yüce Allah'ın: " Göz, hor ve hakir olarak sana dönecektir." (el-Mülk, 67/4) âyetinde de anlam budur. "Orada uzak durun" (el-Mü’minun, 23/107) âyetindeki anlamı, gazaba uğramış şekilde uzak durun, demektir. Aynı zamanda bu kelime küçülmek ve zelil olmak anlamına da gelir. (Mealde verildiği gibi). 66Biz, bunu öndekilere de sonradan gelenlere de bir ibret, takva sahiplerine de bir öğüt kıldık. "Biz, bunu.... bir ibret kıldık" âyetinde ibret kılınanın ne olduğu hakkında değişik görüşler vardır. Kimisine göre ibret kılınan cezadır, kimisine göre kasabadır. Çünkü ifadeler bunu gerektirmektedir. Bir başka görüşe göre de başka yaratıklara dönüştürülen ümmettir. Bir diğer görüşe göre ise balıklardır, ancak bu görüş uzak bir görüştür. İbret (nekâl): Alıkoymak ve cezalandırmak demektir. Nekl ve enkâl, zincirler anlamındadır. Zincirlere bu adın veriliş sebebi ise, bunlar vasıtasıyla birtakım işlere engel olunduğundan dolayıdır. Oldukça ağır geme de nekl ve nikl denilir. Çünkü bu gem sayesinde hayvan istediği gibi hareket etmekten engellenir. Bir işi yapmaktan imtina eden kimse hakkında da "nekele" fiili kullanılır. Tenkîl, düşmanlardan geride kalanları benzeri işlerden uzaklaştıracak şekilde (ibretli bir şekilde) cezalandırmak demektir. el-Ezherî der ki: Nekâl ceza demektir. İbn Dureyd de: İnsanın kendisi ile tenkil edildiği şeye de "menkel" denilir demiştir. Şair der ki: "Sen onların kafalarına menkel ile at." "Önündekilere": İbn Abbâs ve es-Süddî'ye göre, o kavmin mesh olayından önce işlediği günahlar, "Sonradan gelenlere" ise bu kavimden sonra gelip de benzeri günah işleyenlere de "ibret... kıldık." el-Ferrâ' der ki: Bu mesih olayı geçmiş günahlar için bir ceza, daha sonra yapılacak günahlar için de günahları sebebiyle meshe uğramaktan korkmaları için bir ibrettir. İbn Atiyye der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. "Öndekilere de sonradan gelenlere de" ifadelerindeki her iki zamir de cezaya racidir. (Yani o cezadan önceki günahlara da sonraki günahlara da bir ibret vesilesi kıldık, demek olur.) el-Hakem'in Mücâhid'den onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre ise: Bunu onlarla birlikte bulunanlara da onlardan sonra gelenlere de bir ibret vesilesi kıldık, demektir. Bu görüşü en-Nehhâs tercih etmiştir Bu, âyet-i kerimenin manasına daha uygun düşer demiştir. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre: "Öndekilere de sonradan gelenlere de bir ibret kıldık"; yani onun önündeki kasabalara da geri tarafındaki kasabalara da ibret kıldık, demektir. Katâde ise şöyle demiştir: "Öndekilere" önceki günahlarına "sonradan gelenlere" yani balıkları yasak günde avlamak günahlarına "ibret kıldık" anlamındadır. "Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık." Mev'iza; yapılan korkutma ve öğütten dolayı korkutulan şeyden uzak durmak demektir. Va'z korkutmak anlamındadır. el-Halil der ki: Vaz kalbe incelik verecek şekilde hayırlı şeyleri hatırlatmak anlamındadır. el-Maverdî der ki: Burada özellikle takva sahiplerini -öğüt her ne kadar bütün âlemler için ise de- sözkonusu etmesi, inatçı kâfirlerden ayrı, yalnızca onların bu öğüdün gereğini yerine getirmelerinden dolayıdır. İbn Atiyye de der ki: Bu lâfız her ümmet arasındaki bütün takva sahiplerini kapsamına alır. ez-Zeccâc der ki: "Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık" âyetinden kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine, yüce Allah'ın kendilerine yasak kıldığı haramları çiğnememeleri için bir öğüttür. Böyle yapacak olurlarsa, Allah'ın yasağını Cumartesi günlerinde çiğneyen Sebt ashabına isabet eden şeyler de onlara gelip çatar. 67Hani Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti. "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" dedi. Bu âyetin; "Hani Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demişti" bölümüne dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor." Ebû Amr'dan gelen rivâyete göre o "emrediyor" anlamına gelen kelimeyi sükûn olarak ve ağırlığı dolayısıyla "re" harfindeki ötreyi hazfederek şeklinde okumuştur. Ebû'-l-Abbas el-Müberred ise, bu câiz değildir, demiştir. Çünkü "radıyallahü anh" harfi i'rab harfidir. Yani i'rabın harekesinin üzerinde görülmesi gereken harftir. Bu harfin i'rabı ötredir. Ebû Amr'dan sahih olarak gelen rivâyet ise onun harekeyi gizlice çıkarttığı şeklindedir. "Boğazlamak"ın ne demek olduğu daha önceden 49. âyet 10. başlık açıklanmış olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 2- Kur'ân'ın Anlatımında İlahi Üslup: " Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" âyeti tilavet itibariyle önceden gelmektedir. Daha sonra gelecek olan "hani siz bir canı öldürmüştünüz." (âyet 72) âyeti ise anlam itibariyle ineğin kesilmesiyle ilgili olarak açıklanan bütün hususlardan daha önce olmuştur. Daha önce olması, da caizdir. "Öldürmüştünüz" ifadesinin de nüzul itibariyle daha önce olması, buna karşılık sığır kesme emriyle ilgili açıklamaların sonradan inmiş olması da caizdir. Yine olayın sıra şeklinin âyetlerin okunuşundaki sıraya uygun olması da mümkündür. Sanki yüce Allah onlara bir sığır kesmeyi emretmiş, daha sonra onu kesmişler arkasından sözü geçen öldürme olayı meydana gelmiş, daha sonra da bu ineğin bir parçası ile maktule vurmaları emredilmiş gibidir. O takdirde "hani siz bir canı öldürmüştünüz" âyeti az önce belirttiğimiz birinci görüşe göre mana itibariyle önce demek olur. Çünkü âyetin başına "vav" harfinin gelmesi sıralanışının böyle olmasını gerektirmez. Hazret-i Nûh kıssasında da Kur'ân-ı Kerîm'de bunun benzerini görüyoruz. Orada önce tufan'dan ve tufanın bitmesinden şu buyruklarıyla söz etmektedir: "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: Her birinden ikişer çift ile aleyhinde önceden söz geçmiş olanlar hariç olmak üzere, aile halkını ve îman edenleri içine yükle. Zaten onunla birlikte çok az sayıda kimseden başka îman eden olmadı." (Hud, 11/40) Bu âyette onlardan helâk olanların helâk edildikleri sözkonusu edildikten sonra şu: "Dedi ki: Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır" (Hud, 11/41) âyetini atfetmiştir. Böylelikle hitabında gemiye binmeyi daha sonra zikretmiştir. Bilindiği gibi onların gemiye binişleri helakten önce olmuştu. Yüce Allah'ın: "Kendisinde eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru kitabı kuluna indiren Allah'a hamdolsun" (el-Kehf, 18/1-2) âyetinde de durum böyledir. Bu ifadenin takdiri şu şekildedir: O kulunun üzerine kitabı dosdoğru halde indirmiş ve onu eğrilikten uzak kılmıştır. Bu türden ifadeler Kur'ân-ı Kerîm'de pek çoktur. Koyunların boğazlanmasının (zebh) daha uygun olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Develerde ise kesmek (nahr) daha uygundur. İneklerde ise her iki görüş de ileri sürülmüştür. Boğazlamanın daha evla olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın inekler hakkında sözkonusu ettiği odur. Diğer taraftan kesilme yeri ile boğazlanma yeri birbirlerine de yakındır. İbnu'l-Münzir der ki: Ben boğazlanması gerektiği halde kesilen veya kesilmesi gerektiği halde boğazlanan hayvanların etlerinden yemeyi haram kılan kimsenin olduğunu bilmiyorum. Bununla birlikte Mâlik bunu mekruh görmüştür. Ancak kişi birşeyi mekruh görmekle birlikte onu haram kabul etmeyebilir de. Maide sûresinde yüce Allah'ın: "Kestikleriniz müstesna" (el-Maide, 5/3) âyetini açıklarken boğazlamanın, boğazlayanın hükümleri ve şartlarına dair açıklamalar genişçe yapılacaktır -inşaallah-. el-Maverdî der ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, onlara başka bir hayvanı değil de bir inek boğazlamaları emrinin veriliş sebebi, onların taptıkları buzağının cinsinden olduğundan dolayıdır. Böylelikle onların ta'zim etmeyi uygun gördükleri bir varlığın ne kadar önemsiz olduğunu onlara göstermek ve bu emri yerine getirmek suretiyle kalplerinde buzağıya tapma duygusunun gerçek mahiyetini ortaya çıkarmak istemiştir. Bu, ineğin boğazlanmasının bir gerekçesi veya hikmeti olmakla birlikte; neden böyle bir emir verilmiştir, şeklinde soru sorana cevap değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Allah maktul bir kimseyi canlı birisinin öldürülmesiyle diriltti. Böylelikle bu eşyayı zıtlarından var etmek hususundaki kudretini daha açık bir şekilde ortaya koymuş oldu. 4- Sığır (Bakara) Kelimesinin İştikakı: "Bakara", dişinin ismi, "sevr" de erkeğin (öküzün) adıdır. Devenin dişisine "nâka" erkeğine "cemel", insanın erkeğine "racul" dişisine "imrae" denilmesi gibi. Bakare kelimesinin "bakar"ın tekili olduğu da söylenmiştir. Erkekle dişisi arasında fark olmaz, denilmiştir. Bu kelimenin aslı yarmak anlamına gelen kelimesidir. İneğe sürmek suretiyle yeri yarıp toprağı altüst ettiğinden dolayı "bakare" denilmiştir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali Zeynülabidin'e verilen "el-Bâkır" unvanı da buradan gelmektedir. Çünkü o ilmi derinliğine bilmiş, aslını öğrenmiş, yani onu yarmış idi. "Bakire" ise, ortadan yarılan ve kolları yenleri bulunmayan boyundan geçirilip giyilen kadın elbisesinin adıdır. İbn Abbâs'tan, Hudhud hakkında "o yeri yardı (bekara)" dediği nakledilmiştir. Şemir der ki: O suyun bulunduğu yere baktı ve yerin altında suyun bulunduğunu gördü. el-Ezherî der ki: "Bakar" cins ismi olup onun çoğulu "bakır" gelir. İbn Arefe der ki: Bakîr, bakır ve beykûr (yaran) aynı anlamdadır. İkrime ile İbn Ya'mer diye okumuşlardır. es-Sevr ise "sîran" kelimesinin tekilidir (öküz demektir). Aynı zamanda erkekler arasından efendi kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Yine bir parça kavurta da bu isim verilir. Sevr aynı zamanda deniz yosunu demektir. Belli bir dağın da özel adıdır. Araplardan bir kabilenin de ismi Sevr'dir. Hadîs-i şerîfte: "Akşam namazının vakti ise şafakın sevri (yani yayılmışlığı) kaybolmadığı süre devam eder." ifadesi gelmiştir. Müslim, Mesacid, 72; Nesâî, Mevakît 15 te "Akşam" anlamında "mağrib" şeklindedir. Kurtubi, "işa" diye kaydetmektedir. İşa da yerine göre "akşam" ile "yatsı hakkında müştereken kullanılabilir. Bir başka Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "İlim taleb eden bir kimse Kur'ân-ı Kerîm'i tesvîr etsin" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165. Şemir der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in tesvîr edilmesi okunması ve ilim adamlarından anlamlarının araştırılıp öğrenilmesidir. İbnu’l Esir der ki: Tesvîr etsin: Onu iyice araştırsın, manaları, tefsir ve kıraati üzerinde düşünsün, demektir. (en-Nihaye, I, 229) "Bizi alaya mı alıyorsun dediler?" Bu onların Hazret-i Mûsa'ya: "Muhakkak Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demesine karşılık verdikleri cevaplarıdır. Buna sebep olay şudur: Aralarında -adının Amir olduğu söylenen- bir maktul bulurlar. Onun kim tarafından öldürüldüğünü tesbit edemediler. Aralarında bu hususta anlaşmazlık çıktı. Bunun üzerine: Allah'ın Rasûlü aramızda iken birbirimizi öldürüp duracak mıyız dediler, Hazret-i Mûsa'ya varıp konu ile ilgili açıklama istediler. Bu husus Tevrat'ta Kasame'ye dair hükümler indirilmeden önce olmuştu. Hazret-i Mûsa'ya Allah'a dua etmesini istediler. Hazret-i Mûsâ da Rabbine sordu, O da onlara bir sığır kesmelerini emretti. Hazret-i Mûsa'nın bu dediğini işitince ve zahiren ona sorup da hakkında hüküm vermesini istedikleri olay ile ilgili bir cevap bulamadıklarından dolayı: Sen bizimle alay mı ediyorsun? dediler. Yani bizimle oyun mu oynuyorsun, bizi alaya mı alıyorsun? -Alay etmekle ilgili açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/15. âyette) geçmişti.- el-Cahderî ise "mı ediyorsun?" kelimesini "mı ediyor?" şeklinde okumuştur. Yani kendi aralarında böyle konuştular, demek olur. Hazret-i Mûsâ da onlara: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" diye cevap verdi. Çünkü doğru yolu araştıran ve bu maksatla soru soran bir kimseye istediğinin dışında bir cevap verip alay etme yolunu tutmak bir cahilliktir. Hazret-i Mûsâ da böyle bir şeyden Allah'a sığındı. Çünkü cahillik peygamberlere yakışmayan, makamlarına aykırı bir durumdur. Ayrıca cahillik ilmin de zıddıdır. Onlar "bizimle alay mı ediyorsun?" diye yüce Allah'tan aldığını kendilerine bildiren kimseye karşı cahillik ettikleri gibi, o cahillik etmeyerek ondan Allah'a sığınmıştır. (Söyledikleri) böyle bir söz zahiren o sözü söyleyenin itikadındaki bozukluğu gösterir. Mucizesi ortaya çıkmış bir peygambere böyle diyen ve: Allah sana bunu mu emrediyor, sen bizimle alay mı ediyorsun? diye söyleyen bir kimsenin imanı sahih olamaz. Eğer o günlerde herhangi bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir sözü ile ilgili olarak bu ifadeyi kullanmış olsaydı, o kimsenin tekfir edilmesi gerekirdi. Bazıları bu sözü söyleyenlerin kaba, katı tabiatlı oluşlarından ve masiyet yoluyla söylendiği kanaatindedir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn ganimetlerini paylaştırırken birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Bu kendisi ile Allah'ın rızasının aranmadığı bir paylaştırmadır." Buhârî; Hums 19; Müslim, Zekat 140-141 demesiyle bir başkasının: "Adaletli davran ey Muhammed!" Müslim, Zekat 142. demesini andırmaktadır. Bütün bunlar esasen cahilliğin çirkinliğine ve dini ifsad ettiğine son derece açık bir delildir. Yüce Allah'ın: "Alay" kelimesinin vav ile hemze arasında okunacak şekilde hemzesinin tahfif edilmesi caizdir. Hafs bunu fethalı bir vav olarak okumuştur. Çünkü bunun aslı, öncesi ötre bulunan fethalı bir zammedir. "Ze" harfinden dammenin hazf edilmesi ve şeklinde okunması da caizdir. Nitekim Kûfeliler böyle okumuştur. Yüce Allah'ın: "kimse O'na denk değildir." (el-İhlas, 112/4) âyeti de böyledir. el-Ahfeş Îsa b. Ömer'den şunu nakletmektedir: Birinci harfi ötreli ve üç harfli bütün isimler hafif ve sakil olmak üzere iki türlü okunur. kelimeleri gibi. vezninde olan kelimeleri gibi. Yüce Allah'ın: "Ve O'na kullarından bir kısmını (eş) koştular" (ez-Zuhruf, 43/15) âyeti ise böyle değildir. Çünkü bu "cüz"' kelimesinin aslı "fu'l" veznindedir. Yeri gelince İnşaallah açıklanacaktır. Bu âyet-i kerimede Allah'ın dini, müslümanların dini ve ta'zim edilmesi gereken şeyler ile alay etmenin yasak olduğunun delili vardır. Böyle birşeyi yapmanın bilgisizlik olduğu, böyle bir işe kalkışanın azap tehdidine müstehak olduğunu da göstermektedir. Ancak şakalaşmak herhangi bir şekilde alay etmek değildir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ondan sonraki Raşid Halifeler de şaka yaparlardı. İbn Huveyzimendad der ki: Bize ulaştığına göre adamın birisi Ubeydullah b. Hasan'ın -Küfe kadısı olduğu sırada- yanına gelmiş, onunla şakalaşmış. Ona şöyle demiş: Senin bu cübben koyun yününden midir yoksa koç yününden midir? Adam şöyle demiş: Ey Hakim, cahillik etme. Ubeydullah ona: Sen şakanın cahillik olduğunu nerede gördün ki? diye sormuş adam bu sefer ona: Bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Bunun üzerine Ubeydullah ondan yüzçevirmiştir. Çünkü o kimsenin şaka ile alay etmeyi birbirinden ayırdedemeyen bir bilgisiz olduğunu görmüştü. Halbuki bunlardan herhangi birisinin ötekiyle bir ilgisi yoktur. 68"Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize iyice açıklasın" dediler. Dedi ki: "Muhakkak ki O; 'o çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir, ikisi arasında bir dinçtir' diye buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapınız." "Bizim için Rabbine dua et de... dediler." Bu, onların zorluk çıkarmalarını ve emre pek itaat etmediklerini göstermektedir. Eğer emre uyup da herhangi bir ineği kesmiş olsalardı, maksat gerçekleşmiş olurdu. Fakat onlar işi sıkı tutmak istediler, Allah da onların işlerini zorlaştırdı. Bu açıklamalar İbn Abbâs, Ebû'l-Aliye ve başkalarına aittir. Hasan-ı Basrî de buna yakın bir ifadeyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmektedir. "Onun mahiyetini bize açıklasın." Âyetindeki birşeyin mahiyeti onun gerçek durumu ve bizatihi üzerinde bulunduğu haldir. "Dedi ki: O (Allah); o, çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir; ikisi arasında bir dinçtir." Bu âyette fiilin işlenmesinden önce neshin câiz olduğunun delili vardır. Çünkü bir inek kesilmesini emrettiği sırada herhangi bir ineğin kesilmesini gerektiriyordu. Bu ineğin niteliği artırılınca birinci hüküm bir başkasıyla neshedilmiş oldu. Mesela: Otuz devede iki yaşına basmış dişi bir deve zekat vardır, deyip sonra da bunu üç yaşına ya da dört yaşına basmış dişi deve verileceğini belirterek neshetmesi de buna benzer. İşte burada da niteliği tesbit edilince bu önceki hükmü neshetmiş olur. Fârid yaşlı demektir, (âyette de bunun yaşlı olmaması gerektiği belirtilmektedir). Eski şeylere de "fârid" denilir. Şair şöyle der: "İçinde kocamış (fâridin çoğulu olan furrad kelimesi kullanılmıştır) adamların bulunduğu hevdeçler Şakaklarımı ağarttı, işte başım bembeyaz." Bir başkası da şöyle demiştir: Temin olsun ki sen komşuna öyle yaşlı bir inek (fârid) verdin ki Ona doğru güdülürken nerdeyse ayakta duramıyor." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Çok eskiden beri (fârid) nice kimseler var ki bana karşı kinlidir Onun da ay hali olan kadın gibi beklediği iddeti vardır." "Çok yaşlı da değildir" ifadesi ineğin sıfatı "çok genç de değildir" kelimesi de buna atfedilmiştir. "Çok yaşlı da değildir" kelimesinin, gizli bir mübtedanın haberi olduğu da söylenmiştir. O kesmeniz istenen inek çok yaşlı bir inek değildir, demektir. (Yetmişbirinci âyet-i kerimede gelecek olan): "Tarla sürmemiş, ekin sulamamış, salimdir." kelimelerinin durumu da aynen böyledir. Fârid (çok yaşlı) kelimesinin, pek çok doğum yapmış ve bundan dolayı karnı genişlemiş demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü sözlükte bu kelime geniş anlamındadır. Bu açıklamayı daha sonraki bazı ilim adamları yapmışlardır. Bikr (çok genç) ise gebe kalmamış küçük anlamındadır. el-Kutebî bunun doğum yapmış anlamına geldiğini de nakleder. İlk doğan çocuğa da bikr ismi verilir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ey iki bikrin bikri ve ey ciğerimin özü Sen benim için kolun pazuya göre durumu haline geldin." Bikr -aynı zamanda insanların da hayvanların da- erkeğin yaklaşmadığı dişi anlamındadır. Bu kelime "bekr" diye söylenirse genç deve anlamındadır. "Avân (ikisi arasında)" kelimesi bir veya iki doğum yapmış inek demektir. Atların zıddına bu şekilde bir inek en güçlü ve en güzel çağında olur. Şair bir atı nitelendirirken şöyle der: "Simsiyah bir at fârid (yaşlı) da değil Avan (bir veya iki doğum yapmış) da değil; karnındaki beyazlık ayaklarına kadar uzanır." Mücâhid der ki: İnekler hakkında "avan" peşpeşe doğum yapmış için kullanılır. Bunu dilciler de nakletmiştir. Uzunca hurma ağacına bu adın verildiği de söylenmektedir. İleri sürüldüğüne göre bu Yemen şivesinde böyledir. "Avan Savaş" tabiri ise öncesinde başka bir Savaşın olduğu Savaş hakkında kullanılır. Züheyr der ki: "Avan (yani küçük de olmayan yaşlı da olmayan; geçmişi fazla uzun olmayan) ısrarlı oldukça kötü insan döküntülerini Eğri, büğrü azı dişleriyle alıp yakalayan bir Savaş kızıştı mı..." Avan kelimesinin çoğul şeklinde gelir. "Rusul" gibi vav harfinin ötreli okuyuşu ile şeklinde çoğul yaptığı da işitilmiştir. "Artık emrolunduğunuz şeyi yapınız" âyeti, emri yenilemek te'kid etmek ve bu konuda işi zora koşmayı terketmek için bir uyarıdır. Ancak onlar bu işi terketmediler. Bu âyet fukahânın da belirttiği gibi emrin vücub gerektirdiğinin delillerindendir. Usul-ü Fıkıh'ta sözkonusu edildiği üzere sahih olan görüş de budur. Yine verilen emrin fevren (derhal) yapılmasının gerektiğini de göstermektedir. Bu da fukahânın çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bu çoğunluk görüşünün doğruluğuna delil ise şudur: Şanı yüce Allah, emrolundukları işi hemen yapmaya kalkışmamaları üzerine onların kusurlu hareket ettiklerini ifade buyururken: "Nihayet onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." (âyet 71) diye buyurmaktadır. Bir görüşe göre de emrin derhal yapılması gerekmez, daha sonra da yapılabilir. Çünkü şanı yüce Allah boğazlamayı geciktirdikleri ve bu hususta Hazret-i Mûsa'ya birkaç defa başvurdukları için azarlamamıştır. Bu görüşü de İbn Huveyzimendad ileri sürmüştür. 69"Bizim için Rabbine dua et de, onun renginin ne olduğunu bize iyice açıklasın" dediler. "Muhakkak O, buyuruyor ki: Gerçekten o, bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir" demişti. "Bizim için Rabbine dua et de onun renginin ne olduğunu bize iyice açıklasın." Renk (anlamına gelen: levn) çoğulu olan "elvân-renklerin" tekilidir. Siyahlık, beyazlık, kırmızılık gibi bir durumu ifade eder. Yine bu kelime tür anlamına da gelir. Belli bir huy sahibi olmayan değişik huylar gösterip duran kimse hakkında da (aynı kökten) "mütelevvin" huylan değişip duran kimse denilir. Şair der ki: "Her gün renk renk oluyorsun Başka türlüsü ise sana daha çok yakışır. " Taze hurmanın renklenmesi tabiri, olgunlaşma etkileri görüldüğü vakit kullanılır. Yine hurma ağaçlarının bir çeşidi olan ve dekal diye bilinen hurma türüne de "levn" denilir. el-Ahfeş der ki: Bu anlamda kelime çoğuldur, tekili de "lîne" gelir. "Gerçekten o, bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir." Müfessirlerin çoğunluğu, o ineğin bilinen sarı renkte bir inek olduğunu kabul ederler. Ancak Mekkî, kimi müfessirlerden boynuz ve tırnakları da dahil olmak üzere sarıdır, diye bir görüş nakletmiştir. el-Hasen ve İbn Cübeyr ise şöyle demiştir: Onun sadece boynuzu ve tırnakları sarıydı. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre burada "sarı (safra)"ın anlamı siyahtır. Şair der ki: "İşte ondan benim atlarım ve işte develerim Bunların çocukları kuru üzüm gibi sarı (burada siyah anlamında)dır." Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü zahiren anlaşılan odur. Diğer taraftan bu ancak develer hakkında mecazen bu anlamda kullanılan istisnaî bir kullanımdır. Nitekim yüce Allah: "Her biri sanki sarı develerdir" (el-Mürselat, 77/33) diye buyurmaktadır. Bunun kullanım sebebi ise şudur: Develerin siyah olanlarının siyahlığı sarıya çalar. Eğer yüce Allah, burada (inek hakkında) siyah olduğunu murad etseydi bunu (âyet-i kerimede fâki') sapsarı diye, ayrıca te'kid etmezdi. Bu ise sarılığa has bir niteliktir. Siyahın koyuluğunu ifade etmek için böyle bir nitelemede bulunulmaz. Araplar siyahın simsiyah olduğunu ifade etmek için kelimelerini; kırmızının kıpkırmızı olduğunu ifade etmek için kelimesini; beyazın bembeyaz olduğunu anlatmak için: (.........) kelimelerini; yeşilin yemyeşil olduğunu anlatmak üzere kelimesini; sarının sapsarı olduğunu anlatmak için de kelimesini kullanırlar. Araplardan dil ve kelime nakleden lügatçiler bunu böyle belirtirler. el-Kisaî de der ki: Katıksız sarı olduğu takdirde bu kelime kullanılır. İfkâ; kötü durum demektir. Zamanın musibetlerini anlatmak üzere "fevaki'u'd-dehr" denilir. Parmaklarını çıtlatan hakkında: denilir. İbn Abbâs'tan gelen : "Namazda iken parmak çıtlatmayı yasakladı" İbn Mâce, İkametu's-Salât 42. hadisi de bu kabildendir. Sarı" kelimesi marife olsun nekire olsun munsarif gelmez. Çünkü bu kelimede müenneslik alameti olan hemze, kelimenin aslındandır ve bu yönüyle müenneslik "te"sinden farklıdır. Çünkü bu gibi kelimeler nekire iken munsarif olurlar. "Fâtıma ve Âişe" isimleri gibi. "Gerçekten o, bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir." Yani derisinde sarıdan başka bir renk bulunmayan katıksız sarı renktedir. "Bakanlara ferahlık vermesi" ile ilgili olarak Vehb der ki: Âdeta onun derisinden güneş ışıkları çıkıyormuş gibidir. İbn Abbâs, bundan dolayı şöyle demiştir: Sanlık insanın ruhunu sevindirir. en-Nekkâş'ın da ondan naklettiğine göre, sarı ayakkabı giymek teşvik edilmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Sarı renkli deri ayakkabı giyen bir kimsenin kederi azalır. Çünkü yüce Allah: "Bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir" diye buyurmuştur. Bunu da ondan es-Sa'lebî nakletmiştir. İbn ez-Zübeyr ile Muhammed b. Ebi Kesir ise kedere sebep teşkil ettiğinden dolayı siyah ayakkabı giymeyi yasaklamışlardır. "Ferahlık veren"in anlamı ise hoşa giden ve beğenilen demektir. Ebû'l-Aliye der ki: Yani o inek, görünüşüyle ve şekli itibariyle birisi sapsarı, öteki ferahlık veren olmak üzere iki niteliğe sahip bir inekti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 70Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize iyice açıklasın. Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor. Allah dilerse biz gerçekten hidâyete ereriz." "Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" âyeti ile onların dördüncü soruyu sordukları, fakat bu açıklamalara rağmen emri yerine getirmedikleri anlaşılmaktadır. Burada "inekler" anlamındaki kelimenin müzekker gelmesi çoğul anlamına geldiğindendir. Bu bakımdan "benziyor" anlamındaki fiilde müzekker gelmiştir. Kurtubi der ki: "inek" anlamındaki "bakara"nın çoğulu, "bakır, bâkûr ve bakar" şekillerinde gelir. Asmaî der ki: "Bakır" kelimesi "bâkırâ"nın çoğuludur. Bunu en-Nehhâs nakletmektedir. ez-Zeccâc'ın açıklaması; bize göre tür olarak inekler birbirlerine benzemektedir, demektir. en-Nehhâs'ın belirttiğine göre el-Hasen, es-Sa'lebî'nin de belirttiğine göre el-A'rec (çünkü bize göre inekler birbirine benziyor anlamına gelen): âyetini şeklinde -şin harfini şeddeli olarak- ve bunu gelecek anlamını ifade eden müennes bir fiil olarak okumuşlardır. (Buna göre bu âyet: Çünkü ineklerin birbirine benzediğini göreceğiz, anlamına gelir). Mücâhid de onlar gibi şeklinde okumuş, ancak ayrıca araya elif koymamıştır. Ubeyy'in Mushafında ise bu kelime şeklinde şin'in şeddeli okunuşu ile yazılmıştır. Ebû Hâtim der ki: Bu yanlıştır, çünkü bu bâbda "t" harfi ancak muzari fiilde idğam edilir. Yahya b. Ya'mer ise fiili gelecek (muzari') ve inek kelimesini de müzekker yaparak şeklinde okumuştur. "H" harfini ötreli olarak şeklinde okumak da caizdir. Bunu es-Sa'lebî el-Hasen'den nakletmiştir. en-Nehhâs da şin ve ye harflerini hafif okuyarak şeklinde okumak câiz değildir, demiştir. "Te"li okuyuşta bunun câiz olması ise aslı şeklinde olduğundandır. Çünkü bu durumda iki "te" harfi yanyana geldiğinden biri hazfedilmiştir. Bakar, bakır, beykûr, bakır kelimeleri aynı anlama gelen değişik söyleyişlerdir. Araplar bunu müzekker ve müennes de kabul ederler. İşte kelimesinin farklı okuyuşundaki bütün manalar buna racidir. İsrailoğullarının: "Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demeleri ineklerin şekillerinin birbirine benzediğinden dolayıdır. Huzeyfe b. el-Yeman'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber, şöyle buyurmuştur: "İneklerin yüzlerini andıran gece parçaları gibi fitneler... " Müsned, V, 391 yakın ifadelerle Hazret-i Peygamber burada bu fitnelerin birbirlerine benzeyeceğini anlatmak istemiştir. Çünkü ineklerin de yüzşekilleri birbirine benzemektedir. İsrailoğulları da bu bakımdan: "Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demişlerdir. "Allah dilerse, gerçekten biz hidâyete ereriz" âyeti ile onlar istisna yapmış oluyorlar. Bu son sorularında, bu şekilde istisna yapmakla (inşaallah demekle) belli bir dönüş ve emre itaat ifadesi vardır. Emre uygun hareket etmediklerinden dolayı da pişmanlık duyduklarını göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Eğer istisna yapmamış (inşaallah dememiş) olsalardı hiçbir zaman bu ineği bulamayacaklardı." diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. Süyûtı, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 189. Burada ifadenin takdiri şöyledir: "Bizler hidâyet bulacağız inşaallah." Ancak burada "inşaallah (mealde Allah dilerse)"ın "hidâyete ermek"den öne alınması "inşaallah" demeye önem vermekten dolayıdır. 71(radıyallahü anhbbim) şöyle buyuruyor dedi: "Muhakkak ki o, işe koşulmamış, arazi sürmemiş ve ekin sulamamıştır, salimdir. Hiçbir alacası yoktur." İşte şimdi hak ile geldin, dediler. Ve nihayet onu boğazladılar. Fakat az kalsın yapamayacaklardı. "(radıyallahü anhbbim) şöyle buyuruyor dedi: Muhakkak ki o, işe koşulmamış..dır." âyetinde yer alan kelimesini Cumhûr "inek"in sıfatı olarak merfu’ okumuştur. el-Ahfeş de der ki: Bu kelime ineğin sıfatıdır, mansub okunması (üstün) câiz değildir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ise nefy (olumsuz) olarak ve haberi gizli kabul ederek: işe koşulan değildir" anlamında okumuştur. Bununla birlikte: "O işe koşulan bir inek olmadığı gibi tarlayı da sulamaz, o salimdir", anlamına da kabul edilebilir. "İşe koşulmamış" kelimesinin anlamı, iş dolayısıyla o hayvan zelil olmamıştır, demektir. Bu da: Ona iş ile boyun eğdirilmemiş (ya da çalışmaktan dolayı zayıf düşmemiş) anlamındadır. Yani o çalışmaktan dolayı zayıf düşmemiş, güçlü bir inektir, demek olur. "Arazi sürmemiş" yani o arazi süren, işe koşulan bir inek değildir. el-Hasen der ki: Bu inek yabanî bir inekti. Bundan dolayı yüce Allah, onu arazi sürmemiş, ekin sulamamış olmakla nitelendirmiştir. Yani ekin sulamak için veya üzerinde su taşımak için ele avuca gelmez. Burada yani arazi sürmemiş anlamına gelen üzerinde vakıf yapmak güzeldir. Bazıları da fiili yeni bir cümledir, o takdirde mana: "arazi sürdüğü ve fakat sulamadığı" anlamına gelir. Bu açıklamaya göre ise, işe koşulmamış anlamına gelen kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Ancak birinci görüş iki sebep dolayısıyla daha sahihtir: 1- en-Nehhâs'ın Ali b. Süleyman'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Burada sürmüş kelimesinin yeni bir fiil olması câiz değildir. Çünkü ondan sonra "ekin sulamamış" ifadesi gelmiştir. Eğer o fiil yeni bir cümle olsaydı bir arada hem "vav" hem de (nefy edatı olan) "la" kullanılmazdı. 2- Eğer bu inek, arazi sürmüş olsaydı koşulmaktan dolayı bu arazinin onu zayıflatmış olması gerekirdi. Şanı yüce Allah ise "koşulmamış" buyurarak onun zayıflamamış olduğunu bildirmektedir. Derim ki: "Arazi sürmemiş" âyetinin çalıştırılmanın dışında neşe ve keyfi icabı "arazi sürmüştür" anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim İmru’l-Kays şöyle demiştir: "Topraklarını döküyor, saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuruyor ve altüst ediyor Develeri beş defa suya gidip gelen kimsenin aşırı sıcaktan ıslak toprağı bulmak üzere toprağı altüst etmesi gibi." Bu açıklamaya göre, sözü geçen fiil bir başlangıç cümlesi olur "ve ekin sulamamıştır" ifadesi de ona atfedilmiş olur. "Arazinin sürülmesi", hareket ettirilip karıştırılması demektir. Şu Hadîs-i şerîfte de bu kelime kullanılmıştır: "Kur'ân-ı Kerîm'i iyice araştırınız (karıştırınız). Çünkü o öncekilerin de sonrakilerin de ilmidir." İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, I, 229. Bir diğer rivâyette ise -ki daha önce geçmişti-: "İlim isteyen bir kimse Kur'ân-ı Kerîm'i iyice araştırsın." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165. diye buyurulmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de de (aynı kökten olmak üzere): "Onlar yeri sürüp altüst etmişlerdi." (er-Rum, 30/9) diye buyurulmaktadır. Yani ekin ekmek maksadıyla altüst etmişlerdi. Hars -ileride de geleceği üzere- ekilen şey demektir. Bu âyet-i kerîme hayvanın nitelikleriyle tayin edilebileceğinin, nitelikleriyle tayin edildiği takdirde ise hayvanda selem yapmanın câiz olduğunun çok açık delilidir. Mâlik, mezhebine mensup arkadaşları, Evzaî, Leys ve Şâfiî de bu görüştedir. Nitelikleriyle tesbit ve tayin edilebilen herşeyde bu böyledir. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde ineği âdeta yerini tutacak şekilde nitelikleriyle tesbit etmiş bulunmaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Kadın bir başka kadını kendi kocasına âdeta onu görüyormuş gibi sakın nitelikleriyle anlatmasın." Buhârî, Nikâh 118; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 48; Müsned, I, 387, 440, 460; ancak Müslim'de tesbit edemedik. diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nitelemeyi görmenin yerini alabilecek şekilde değerlendirmiştir. Yine Hazret-i Peygamber, hata yoluyla öldürmenin diyetini kendisi hakkında ödeme yükümlülüğü getiren kişi için belli bir süreye kadar borç kabul etmiş ve hemen peşin olarak verilmesini istememiştir. Çünkü diyet olarak ödenecek hayvanların nitelikleri bellidir. Bu ise, "hayvanda selem câiz olmaz" diyen Kûfelilerden Ebû Hanîfe ve arkadaşları, Sevrî ve Hasan b. Salih'in görüşlerini reddetmektedir. İbn Mes'ûd, Huzeyfe ve Abdurrahman b. Semura'dan da bu görüş rivâyet edilmiştir. Çünkü hayvanın yürümek ve hareket etmek gibi gerçek niteliklerine vakıf olunamaz. Bütün bunlar, hayvanın değerini artırır, kıymetini yükseltir şeylerdir. Bu sûrenin sonlarında yer alan deyn (el-Bakara, 2/282) âyetinin açıklanması esnasında selemin hükmü ve şartlarına dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. "Salimdir." Yani o inek, salim bir inektir. Bunun sıfat olması da caizdir. Yani o inek topallık ve diğer kusurlardan salimdir. Bu görüş Katâde ve Ebû'l-Aliye'ye aittir. Bu inek çalışmaktan yana salimdir (yani çalıştırılmamıştır) denilemez; zira zaten yüce Allah, onun işe koşulmadığını daha önceden belirtmişti. el-Hasen der ki: Yani bu hayvanın ayakları kusursuzdur, çalışmanın onda herhangi bir etkisi yoktur. "Hiçbir alacası yoktur." Onun renginden farklı herhangi bir rengi yoktur. O baştan sona sandır. Beyazlığı, kırmızılık veya siyahlığı yoktur. Nitekim yüce Allah, bundan önce "rengi sapsarı bir inektir" diye buyurmuştur. kelimesinin aslı şeklindedir. Bu kelime de birbirinden farklı iki ayrı renkte dokunan kumaş için kullanılan elbisenin farklı renklerle dokunmasını ifade eden tabirden alınmıştır. Yüz bölgesinde ve ayaklarında siyahlık bulunan öküz hakkında da tabiri kullanılır. İbn Arefe'nin dediğine göre, bu kelime renk anlamındadır. Duyduğu sözü değiştirmedikçe, ona başka renkler katarak değişik şekillere büründürüp onu istediği gibi süslemedikçe laf alıp götüren kimseye Jurnalci denilmez. Bu kelime aynı zamanda çokluk anlamını da ifade eder. Filân oğulları çoğaldı, demektir. Renklerini ifade etmek üzere; at için ablak, koç için ahrac, keçi için ebrak, karga için ebka', öküz için eşyeh denilir. Bütün bunlar renklerdeki alacalığı ifade etmek için kullanılır. Dilcilerin açıklaması bu şekildedir. Vasıfları belirtilen bu ineğin niteliklerinin bu şekilde sıralanışı, onların işi sıkı tutmalarına karşılık Allah'ın da bu işi onlar için zorlaştırmasıdır. Aslında Allah'ın dini kolaylıktır. Peygamberlere ve onların dışında kalan gerçek ilim adamlarına kılı kırk yararcasına soru sormak, yerilmiş birşeydir. Allah'tan esenlik dileriz. Bu ineğin kıssası ile ilgili birtakım rivâyetler vardır. Bunların özeti şöyledir: İsrailoğullarında bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa bırakıp şöyle dua eder: Allah'ım, ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet bırakıyorum der ve bu adam ölür. Küçük çocuğun yaşı ilerleyince annesi ona -ki annesine karşı çok iyi davranırdı-: Senin baban senin adına, Allah'a bir düveyi emanet vermişti, git onu al, der. Çocuk gider. İnek onu görünce onun yanına gelir. O da bu ineğin boynuzunu yakalar. -Bu inek evcil değildi.- İneği boynuzundan tutup annesine doğru götürmeye koyulur. İsrailoğulları onu görür ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu görürler. Onu satın almak üzere onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivâyet edildiğine göre, o ineğin değeri üç dinar imiş. Bunu gören İsrailoğulları onunla Mûsâ (aleyhisselâm)'ın yanına gittiler ve: Bu adam bize büyük bir haksızlık ediyor dediler. Hazret-i Mûsâ onlara: Kendisine ait olan mülkte onu razı ediniz, dedi. Bu ineği ondan ağırlığı bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der ki: Ağırlığının on katı ile ondan aldılar. Derisini dolduracak kadar dinarla alındığı da söylenmiştir. el-Mekkî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "İşte şimdi hak ile geldin dediler." Katâde'ye göre; yani hakkı gereği gibi açıkladın, dediler. el-Ahfeş 'ın vasıl elifini katı' ile şeklinde -ya Allah denildiği gibi- okunduğunu nakletmektedir. Bir başka okuma şeklini de vav'ın tesbiti ile yani med harfi okunuşu ile şeklini de nakletmiştir. Medinelilerin ve Ebû Amr'ın: "ilk âd" (en-Necm 53/50) şeklinde okumalan da buna benzer. Kûfeliler ise hemzeli olarak şeklinde okumuşlardır. Medineliler ise iki sakin bir araya geldiğinden dolayı vav'ın hazfedilmesiyle birlikte hemzeyi hafifleterek şeklinde okurlar. ez-Zeccâc der ki: şimdi" kelimesi elif-lâm'lı sair kelimelerden farklı olduğundan dolayı fethalı olarak mebnidir. Çünkü elif-lâm ahid için gelmemiştir. Mesela: sen şu ana kadar buradasın, derken "şu vakte kadar burdasın" demektir. İşte bu bakımda mebni bir kelime olarak, iki sakin arka arkaya geldiğinden dolayı "nün" harfi de üstün almıştır. Bu kelime; ile gelecek arasındaki zamanı (hali) ifade eder. "Nihayet onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." Sîbeveyh, az kala yapacaktı; ifadesinin kullanılmasını Belki'ye benzeterek, uygun bulmakadır. Buna dair açıklamalar bu sûrenin baş taraflarında (2/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet onların ineği boğazlamaktaki işi ağırdan aldıklarına, Allah'ın emrini hemen ifa etmek için gösterdikleri gayretin azlığına dair bir haberdir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ise; pahasının çok yüksek oluşundan dolayı neredeyse yapamayacaklardı, demiştir. Onların bu şekilde gecikmelerinin sebebi ise, aralarından katilin bilinmesi ile kendilerinin rezil olmaktan korkmaları olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Vehb b. Münebbih'ten nakledilmiştir. 72Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Halbuki Allah, sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır. "Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz.." Bu âyet, kıssanın baş tarafından önce gelir. Bunun takdirî ifadesi şöyledir: Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Bunun üzerine de Mûsâ: "Muhakkak Allah size şunu şunu emrediyor..." demişti. Bu âyet yüce Allah'ın: "Kendisinde eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru Kitabı, kulu üzerine indiren Allah'a hamdolsun." (el-Kehf, 18/1-2) âyetine benzemektedir. Yani, kuluna kitabı dosdoğru olarak indiren ve kendisinde bir eğrilik olmayan.... demektir. Buna benzer anlatımlar pek çoktur. Biz buna dair açıklamaları kıssanın baş taraflarında belirtmiştik. Bu kişinin öldürülüş sebebi hakkında iki görüş vardır. Birisine göre öldürülüş sebebi, onun güzel kızı ile kızın amcasının oğlunun evlenmek istemesine rağmen amcasının bunu engellemesidir. O da amcasını öldürür, onu bulunduğu köyden bir başka köye alıp götürür ve orada bırakır. İki köy (veya kasaba) arasına bıraktığı da söylenmiştir. İkinci görüşe göre, mirasına konmak üzere onu öldürmüştür. Çünkü katil fakir idi. Ayrıca onun katillerinin Sıptlardan birisi olduğunu da iddia etmişti. İkrime der ki: İsrailoğullarının oniki kapısı bulunan bir mescidi vardı. Her bir kavim (sıbt) o kapıdan girerdi. Sıbtlardan birisinin kapısında bir maktul buldular. Bunlar ötekilerinin aleyhinde iddiada bulundular. Ötekiler de berikilerin aleyhinde iddiada bulundular. Daha sonra Hazret-i Mûsa'nın huzuruna mahkemeleşmek üzere gittiler. Hazret-i Mûsâ da onlara: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor" (67. âyet) diye buyurur. Âyet-i kerimede geçen anlaşmazlığa düşmüştünüz" kelimesi, Mücâhid'in görüşüne göre ihtilafa ve anlaşmazlığa düşmüştünüz demektir. Kelimenin aslı şeklinde olup te harfi de harfine idğam yapılmıştır. İdğam edilmiş harfle sakin olduğundan dolayı başlamak câiz olmadığıdan dolayı başına bir vasıl elifi eklenerek bu hali almıştır. "Halbuki Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır." Mirasına konmak üzere onu öldürdüğünü kabul eden görüşü esas aldığımız takdirde -Abide es-Selmanî'ye göre- ta o zamandan beri kasten öldüren kişi miras alamıyordu. İbn Abbâs der ki: Bu adam amcasını, mirasını almak üzere öldürmüştür. İbn Atiyye der ki: Bizim şeriatimizde de hüküm bunun gibidir. İmâm Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- "Muvatta’'" adlı eserinde Uhayha b. el-Culah'ın amcası ile ilgili durumunun katilin miras almamasının sebebi olduğunu nakletmektedir. Muvatta’', Ukûl 11. Daha sonra bu hüküm, cahiliyye döneminde karşılaşılan birçok olayın hükmünde olduğu gibi İslâm'da da sabit bir hüküm olarak kalmıştır. Kasten öldüren kimsenin diyetten olsun, maktulun malından olsun hiçbir miras alamayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bunlardan tek istisna hepsi de bid'at ehli olan ve Cumhûrun kanaatine istisna teşkil eden bazı kimselerdir. Ancak hata yoluyla öldüren kişi maldan miras almakla birlikte diyetten miras alamaz. Bu görüş Mâlik, Evzai, Ebû Sevr ve Şâfiî tarafından kabul edilmiştir. Çünkü hata yoluyla öldüren kimse öldürdüğü kimsenin mirasını ve malını almak üzere öldürmüştür, diye itham edilememektedir. Süfyan-ı Sevrî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlan ile bir başka görüşünde Şâfiî kasten veya hata yoluyla öldürmüş olsun katil maldan da diyetten de miras almaz, demişlerdir. Aynı zamanda bu Şureyh'in, Tâvus'un, Şa'bi ve Nehaî'nin de görüşüdür. Bunu en-Nehaî, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd'den de rivâyet etmiştir. Onlar şöyle derler: Kasten öldüren olsun hata yoluyla öldüren olsun hiçbir şeyi miras alamaz. Mücâhid'den ise bu her iki görüş de rivâyet edilmiştir. Basralılardan bir kesim de şöyle demektedir: Hata yoluyla öldüren kişi diyetten de maldan da miras alır. Bu görüşü Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) nakletmiştir. Bu konuda Mâlik'in görüşü daha sahihtir. Nitekim buna dair açıklamalar ileride miras hukukuyla ilgili âyetin (en-Nisa, 4/11-14) tefsiri yapılırken -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. 73"Onun bir parçasıyla ona vurun! dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye." "Onun bir parçasıyla ona vurun dedik." Bu parçanın, konuşma aracı olduğundan dolayı ineğin dili olduğu söylenmiştir. Kuyruk sokumu olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanın hilkati onda terkip edilmiştir. "Baldırı ile kemiklerinden bir kemik ile" de söylenmiştir. Kesinlikle söylenebilecek şey ineğin organlarından bir organ ile vurulduğudur. Bu şekilde ona vurulunca canlandı, kendisini öldüreni haber verdi ve eskisi gibi ölü düşüverdi. Maktulün Sözüne, Kasâmede İtibar Edilir mi?: Maktulün: "kanım filandadır" yahut "filan kişi beni öldürdü" demesi ile kasame yapmanın sahih olacağına, İbn Vehb ile İbnu'l -Kasım'dan gelen rivâyete göre İmâm Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- (bunu) delil göstermiştir. Şâfiî ve ilim adamlarının çoğunluğu ise bunu kabul etmemekte ve doğru görüşün aksi olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü onlara göre maktulün : Kanım filandadır veya filan kişi beni öldürdü, demesi doğru da yalan da olabilen bir haberdir. Aleyhinde iddiada bulunulan şahısın kanının koruma altında olduğu, kesin delil olmadıkça o kanı dökmenin mubah olamayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kesin kanaatin bulunduğu yerde ise ihtimal ile amel edilmez. Dolayısıyla maktulün, "kanım filandadır" demesine itibar etmek batıldır. İsrailoğulları arasında öldürülen şahısın bunu söylemesi ise bir mucize idi ve yüce Allah, onu dirilteceğini haber vermişti. Bu aynı zamanda ihtimalin sözkonusu olmayacağı şekilde kesin olarak katilinin kim olduğunu da haber vereceğini ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu iki husus arasında fark vardır. İbnu'l-Arabî der ki: Mucize maktulün diriltilmesindedir. O hayat bulunca onun söylediği söz, kabul veya reddedilmek açısından bütün insanların sair sözlerine benzer. İşte bu, Mâlik dışında kimsenin farkına varamadığı ilimin oldukça incelikli bir meselesidir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise bu kişi haber verdiği takdirde doğru söylemesi gerekir, diye bir ifade yoktur. Bununla birlikte Allahü teâlâ'nın onlara kasame yapmalarını emretmiş olma ihtimali de vardır. Ancak Buhârî, Şâfiî ve bir grup ilim adamı bunu uzak bir ihtimal görerek şöyle demişlerdir: Böyle bir kimsenin bir dirheme dair yapacağı açıklama kabul edilmezken kan ile ilgili (katili hakkında) söyleyeceği söz nasıl kabul edilir? İlim adamları, kasame ile hüküm verme hususunda farklı görüşlere sahiptir. Salim, Ebû Kılabe, Ömer b. Abdülaziz, el-Hakem b. Uyeyne'den kasameye dayanarak hüküm verme hakkında herhangi bir kanaat belirtmedikleri rivâyet edilmiştir. Buhârî de buna meyyaldir. Çünkü o, ilgili olmayan yerinde Kasame hadisini de kaydetmiştir. Cumhûr ise şöyle demiştir: Kasameye dayanarak hüküm vermek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabittir. Daha sonra kasameye dayanarak hüküm vermenin keyfiyeti hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bir kesim şöyle der: Önce iddia sahipleri yemin ederler. Eğer yemin ederlerse (diyeti) hak ederler. Şayet iddia sahipleri yemin etmezlerse bu sefer aleyhlerinde iddiada bulunulan kimseler elli yemin ederler ve ibra olurlar. Bu Medinelilerin, Leys'in, Şâfiî'nin, Ahmed'in ve Ebû Sevr'in görüşüdür. Huveyyisa ve Muhayyisa'nın durumunu nakleden hadis de bunu gerektirir. Sözkonusu bu hadisi hadis İmâmlan olan Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Kasâme'ye dair bu hadis ve başkaları şu kaynaklarda - bazı farklılıklarla birlikte- yer almaktadır. Buhârî, Ahkâm 38; Müslim, Kasâme 6; Ebû Dâvûd, Diyât 8; Nesâî, Kasâme 3; İbn Mâce, Diyât 28; Muvatta’', Kasâme 1; Müsned, IV, 3. Bir başka kesim, önce haklarında iddiada bulunulan kimselerin yemine başlayacaklarını ve yemin edip ibra olacaklarını söylemişlerdir. Bu görüş de Ömer b. el-Hattâb, Şa'bî ve Nehaî'den rivâyet edilmiştir. Sevrî ve Kûfeli fakihler de bu görüştedir. Delil olarak da Şu'be b. Ubeyd b. Buşeyr b. Yesâr'dan gelen rivâyeti gösterirler. Bu rivâyette şöyle denilmektedir: Yemine, aleyhlerinde iddiada bulunulan kimseler olan yahudiler başladılar. Yine bunlar Ebû Dâvûd'un ez-Zührî'den, onun Ebû Seleme b. Abdurrahman'dan, onun ensardan birtakım kimselerden yaptığı şu rivâyeti delil gösterirler: Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce yahudilere: "Sizden elli erkek yemin eder mi?" demiş, onlar bunu kabul etmeyince ensâra: "Haydi siz hakkınızı elde ediniz" demiş, bu sefer onlar da şöyle dediler: Ey Allah'ın peygamberi biz, gayba dair yemin mi edelim? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudiler tarafından diyet ödenmesi hükmünü verdi. Çünkü maktul aralarında bulunmuştu. Ebû Dâvûd, Diyât 9. Bu görüşün sahipleri ile Hazret-i Peygamber'in: "Fakat yemin müddea aleyhe aittir" Buhârî, Rehn 6, Şehâdât 1; Müslim, Akdiye 1, 2; Ebû Dâvûd, Akdiye 23; Tirmizî, Ahkâm 12 vs... âyetini da delil gösterirler. İşte bu Hadîs-i şerîf ile müddea aleyhlerin yemin edecekleri tayin edilmektedir. Bu görüşün sahipleri devamla şöyle derler: İşte bu, davalarda kesin olarak kabul edilen aslî bir ilkedir. Şeriat da bunun hikmetine Hazret-i Peygamber'in şu âyeti ile dikkat çekmiştir: "Eğer insanlara iddiada bulundukları için (istedikleri) verilecek olursa birtakım kimseler birtakım erkeklerin kanlarını, mallarını iddia eder. Şu kadar var ki yemin etmek müddea aleyhe düşer." Buhârî, Tefsir 3. sûre b. 3; Müslim, Akdiye 1; Nesâî, Kudât 3. Birinci görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları, bunların görüşlerini reddederek şöyle derler: Sa'id b. Ubeyd'in, yahudilere diyet ödetildiğini belirten hadisi, hadis ehline göre bir vehimdir. en-Nesâî, bu hadisi rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bildiğim kadarıyla (başka raviler) bu rivâyette Said'e uygun şekilde rivâyette bulunmamışlardır. Diğer taraftan Buşeyr'in Sehl'den rivâyet ettiği ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iddia sahipleriyle yemine başladığını belirten Hadîs-i şerîfi Yahya b. Said, İbn Uyeyne, Hammâd b. Zeyd, Abdulvahhab es-Sakafî, Îsa b. Hammâd ve Bişr b. el-Mufaddal da kesintisiz bir senet ile rivâyet etmişlerdir. İşte bu hadisi, bu şekilde rivâyet edenlerin sayısı yediyi bulmaktadır. Bu hadisi her ne kadar Mâlik mürsel olarak rivâyet etmiş ise de hadis hafızları bunu mevsul olarak rivâyet etmiştir. Ayrıca bu Said b. Ubeyd'in rivâyet ettiği hadisten da daha sahihtir. Ebû Muhammed el-Asilî der ki: Vahid bir haber ileri sürülerek topluluğun rivâyet ettiği habere, itiraz etmek câiz değildir. Üstelik Said b. Ubeyd naklettiği hadisinde şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zekat develerinden yüz deve vererek onun diyetini ödemiştir. Halbuki zekat, diyetler için verilmez. Ve zekat alma ehliyetine sahip olmayan kimselerle bu konuda sulh yoluna gidilmez. Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği hadis ise mürseldir. Dolayısıyla muttasıl (senedinde kesinti bulunmayan) sahih hadislere o hadisle karşı çıkılmaz. Yine bu birinci görüşün sahipleri konu ile ilgili asıl kaideye sarılmak hususunda şöyle cevap verirler: Bu hüküm (kasameye dair yeminlerin bu şekilde yapılacağı hükmü) kanların dökülmesinin haram olması dolayısıyla başlı başına bir asıldır. İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beyyineyi müddaiye (davacıya) yemini de müddea aleyhe (davalıya) ait olarak tesbit ettiği sabittir. Bunun zahirine göre hüküm vermek icabeder. Bundan şanı yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde veya Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla herhangi birşey hakkında özel bir hüküm koyması istisna edilir. O vakit hakkında özel hüküm bulunan şey bu konudaki haberin verdiği genel kapsamdan istisna edilir. Kitabın konu ile ilgili delil olduğu hususlardan birisi de zina iftirasında bulunan kimseye, eğer iftirada bulunduğu kişinin hakkında doğru söylediğine dair lehine şahitlik edecek dört şahidi bulunmuyor ise, o takdirde iftira edene had vurulması gereğini ifade eder. Yine kendi hanımına zina isnad eden kişinin özel hükmü ise şöyledir: Eğer dört defa doğru söylediğine dair şahitlik ederse, ona uygulanacak olan had düşer. Sünnetin bu konuda özel olarak tahsis ettiği hüküm ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kasameye dayanarak hüküm vermesi olayıdır. İbn Cüreyc'in Atâ'dan, onun Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beyyine, iddiada bulunan kimseye, yemin de inkâr edene düşer. Kasame bundan müstesnadır." Bu hadisi de Darakutnî rivâyet etmiştir. Darakutnî, IV, 218. İmâm Mâlik, bu mes'eleye dair Muvatta’' adlı eserinde yeterince delil göstermiş bulunmaktadır. Konuyu oradan dikkatle takib edebilirsiniz. Bk. Muvatta’', Kasame 1, 2. Kasame yoluyla kısasın gerekip gerekmeyeceği hususunda da ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Bazıları kasame ile kısasın gerekeceğini kabul etmişlerdir. Bu, Mâlik, Leys, Ahmed ve Ebû Sevr'in görüşüdür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a: "Yemin eder ve adamınızın kanına hak kazanır mısınız?" diye söylemiştir. Ebû Dâvûd'un da Amr b. Şuayb'den, onun babasından, onun dedesinden rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Nadr b. Malikoğullarından bir kişiyi kasame sonucunda öldürmüştür. Ebû Davûd, Diyât 8. Darakutnî der ki: Amr b. Şuayb'ın babasından onun dedesinden yoluyla rivâyet ettiği nüshası (hadis mecmuası) sahihtir. Aynı şekilde Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de Amr b. Şuayb'ın hadisini sahih kabul eder ve onu delil gösterir. Buhârî der ki: Ben Ali b. el-Medinî'nin, Ahmed b. Hanbel'in, Humeydî'nin, İshak b. Raheveyh'in onu delil gösterdiklerini gördüm. Bunu Darakutnî Sünen'inde kaydeder. Bir başka kesim ise kasame sonucu kısas gerekmediği görüşündedir. Onlara göre, gereken sadece diyettir. Bu görüş Hazret-i Ömer ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. en-Nehaî ve el-Hasen'in görüşü de budur. es-Sevrî, Kûfeliler, Şâfiî ve İshak da bu kanaattedir. Bunlar Mâlik'in, İbn Ebi Leyla b. Abdullah'tan, onun Sehl b. Ebû Hasme'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ensara dediği şu sözleri delil göstermişlerdir: "Ya onlar adamınızın diyetini verirler veya onlara karşı Savaş ilan edildiğini bilsinler." Buhârî, Ahkâm 38; Müslim, Kasame 6; Muvattâ, Kasame 1. Bu görüşü savunanlar derler ki: İşte bu diyete delildir, kısas yapılacağına delil değildir. Hazret-i Peygamber'in az önce geçen ve Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a söylediği belirtilen "adamınızın kanına hak kazanırsınız" âyeti, sizin maktulünüzün kanının diyetini hakedersiniz, demektir. Çünkü yahudiler, onların adamları (arkadaşları) değildir. Adamının diyetine hak kazanan kimse ise onun kanına hak kazanmış demektir. Çünkü diyet kasten öldürme halinde de alınabilir. O bakımdan bu da kana (onun diyetine) hak kazanmak demek olur. Kasamenin Gereği İçin Levs ve Mahiyeti: Kasameyi gerektiren husus olan "levs"in bulunması kaçınılmazdır. Levs; öldürme iddiasında bulunanın doğru söylediğine dair galip bir zan uyandıran bir emaredir. Öldürmeyi gördüğüne dair adil bir kişinin şehadette bulunması yahut öldürülen kimsenin kanına bulanmış bir şekilde görülürken itham edilen kişinin de çevresinde veya onun yakınında, üzerinde öldürme izleri taşıyarak görülmesi gibi. Levs ve ona dayanarak hüküm vermek hususunda da farklı görüşler vardır. Mâlik der ki: Levs maktulün: Kanım filandadır, demesidir. Adaletli bir şahit de levstir. İbnu'l-Kasım'ın ondan (Malikten) yaptığı rivâyette de böyle denilmektedir. Eşheb ise Mâlik'ten adil olmayan şahit ile ve kadın ile birlikte yemin ettirileceği görüşünü rivâyet etmektedir. İbn Vehb de kadınların şahitliğinin de levs olduğunu rivâyet etmiştir. Muhammed İbnu'l-Kasım'ın zikrettiğine göre tek bir kadının şehadeti değil de iki kadının şehadeti bir levstir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: Levs hakkında pek çok ihtilaf edilmiştir. Mezhepte meşhur olan görüş levsin adaletli bir şahid olduğudur. Muhammed (İbnu’l-Kasım) der ki: Bu benim için daha uygun görülmektedir. (İbnu'l-Arabî) der ki: İbnu'l-Kasım ve İbn Abdu'l-Hakem de bu görüşü kabul etmişlerdir. Abdülmelik b. Mervan'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Yaralı veya vurulmuş bir kimse kanım filan kişidedir, deyip ölse kasame yapılır. İşte Mâlik ve Leys b. Sa'd da bu görüştedir. Mâlik görüşüne delil olarak İsrailoğulları arasında öldürülen kişinin: Beni filan kişi öldürdü, demesini delil göstermiştir. Şâfiî de der ki: Levs adaletli şahittir veya adil olmasalar bile bir beyyine getirmektir. es-Sevrî ve Kûfeliler ise sadece maktulün (bölgede) bulunması ile kasamenin yapılmasını öngörmüşler ve bu konuda maktulün söz söylemesine veya şahide ihtiyaç görmemişlerdir. Şöyle derler: Maktul, bir kavmin bulunduğu mahallede bulunacak olur ve onun üzerinde öldürme izi varsa o yerde bulunan ahâli onu öldürmediklerine dair yemin ederler ve o takdirde de onun diyetini öderler. Eğer üzerinde öldürme izleri bulunmuyor ise belli bir kişinin aleyhine beyyine ortaya konulmadıkça âkilenin herhangi birşey ödemesi gerekmez. Süfyan da der ki: İşte bu bize göre üzerinde icma'a varılan hususlardandır. Ancak bu zayıf bir görüştür. Bu görüşleriyle ilim ehline muhalefet etmişlerdir. Bu konuda onlardan önce böyle bir görüş ortaya atan olmamıştır. Ve bu Kur'ân'a ve sünnete de aykırıdır. Çünkü bu görüş ile aleyhlerine sabit olmuş bir beyyine ve onlar tarafından yapılmış bir ikrar bulunmaksızın akileye bir mal ödeme mükellefiyeti getirilmektedir. Mâlik ve Şâfiî ise şu görüştedir: Maktul eğer bir topluluğun kaldığı mahallede bulunacak olursa onun kanı hederdir. Onun bulunduğu yere evi en yakın olan kişi sorumlu tutulmaz. Çünkü maktul bir başka yerde öldürülüp ondan sonra başkasını bu işe bulaştırmak kastıyla başkalarının kapısı önünde bırakılabilir. Böyle birşey dolayısıyla kimse sorumlu tutulamaz. Kasamenin gereğine dair şart gördükleri sebepler oluşmadıkça, böyle birşey dolayısıyla kimse sorumlu tutulamaz. Ömer b. Abdüzaziz de şöyle demiştir: İşte bu, hakkında kıyâmet gününde yüce Allah hükmünü verinceye kadar hüküm vermenin erteleneceği hususlardan bir tanesidir. Kasame îçin Levsi Gerekli Görenler: el-Kasım b. Mes'ade der ki: Nesâî'ye şöyle dedim: Mâlik, levs ile olmadıkça kasameyi kabul etmiyor. Peki kasame ile ilgili hadisi orada levs sözkonusu edilmediği halde ne diye Kitabında kaydetmiştir. Nesâî şöyle dedi: Mâlik onlarla yahudiler arasında bulunan düşmanlığı levs gibi değerlendirmiş ve levsi de ölenin sözlerini de düşmanlık seviyesinde değerlendirmiştir. İbn Ebi Zeyd der ki: Bunun asıl delili, İsraiîoğulları kıssasında şanı yüce Allah'ın ineğin bir parçasıyla vurulup da maktulü diriltmesi, onun da: Beni filan kişi öldürdü demesi ile düşmanlığın bir levs olarak kabul edilmesidir. Şâfiî der ki: Biz -önceden de geçtiği üzere- maktulün söylediği sözü levs olarak görmüyoruz. Yine Şâfiî der ki: Eğer ensar ile yahudiler arasında olduğu gibi açık bir düşmanlık, iki ayrı topluluk arasında varsa ve öldürülen kişi bu iki kesimin bulunduğu yerden birisinde bulunur, orada da onlardan başka kimse oturmuyor ise o maktul hakkında kasame vacip olur. Kira ile Oturulan Bir Mahallede Maktul Bir Kimse Bulunursa: Sahipleri tarafından başkalarına kiraya verilen bir mahallede maktulün bulunması hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Re'y ashabı şöyle der: Maktulün diyeti hıtta Burda "hıtta" dan kasıt, belde fethedildikten sonra İmâm'ın ganimet sahipleri arasında orayı paylaştırması sonucu ilk sahiplere pay olarak düşen yerlerdir. (Zuhayli, a.g.e., VI, 407; dn: 1) ehline (o mahallenin kurucusu olan asıl sahiplerine) aittir. Mahallede sakin olan (kiracılar) üzerinde herhangi bir sorumluluk yoktur. Eğer bunlar evlerini sattıktan sonra orada bir maktul bulunursa, o takdirde diyet satın alana düşer, sakinlere birşey ödemek düşmez. Şayet evin asıl sahipleri orada bulunmuyor ve evlerini kiraya vermiş iseler kasame ve diyet hazır bulunmayan ev sahiplerine düşer. Maktulün aralarında bulunduğu sakinlere birşey düşmez. Ancak aralarından Ya'kub (b. İbrahim, yani Ebû Yûsuf) bu görüşten vazgeçerek şöyle der: Kasame ve diyet evlerde sakin olanlara düşer. Bu görüş ' İbn Ebi Leyla'dan da nakledilmiştir. O bu görüşüne Hayber halkının Hayber'de işçi olarak sakin olduklarını, orada çalıştıklarını ve maktulün onlar arasında bulunduğunu belirterek delil gösterir. es-Sevrî der ki: Biz de şöyle deriz: O (kasame ve diyet) asıl sahiplerine yani o evlerin sahiplerine aittir. Ahmed der ki: Doğru görüş diyette değil de kasame hususunda İbn Ebi Leyla'nın görüşüdür. Şâfiî de der ki: Bütün bunların hepsi arasında fark yoktur. Ortaya konulacak bir beyyine ile olmadıkça yahut da kasame yapmayı gerektirip de veliler yemin etmedikçe kısas da olmaz, diyet de olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: Bu en sahih görüştür. Kasamede elli yeminden daha aşağı yemin edilmez. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huveyyisa ve Muhayyisa ile ilgili Hadîs-i şerîfte: "Sizden elli kişi onlardan bir kişi aleyhine yemin eder" demiştir. Eğer hak sahibi olanlar elli kişi iseler onlardan her birisi bir tek yemin eder. Bundan daha az iseler veya yeminden affedilmesi câiz olmayan kimse yemin etmek istemese sayılarına göre (elli yemin buluncaya kadar) herkes yemini tekrar eder. Kasten öldürmede ise erkek iki kişiden daha aşağısı yemin etmez. Tek bir erkek veya tek bir kadın bu durumda yemin etmez. Maktulün velileri ve velilerin kendilerinden yardım aldığı asabeden olan kimseler (toplam) elli yemin ederler. Bu Mâlik, Leys, Sevrî, Evzai, Ahmed ve Davud'un görüşüdür. Mutarrifin Mâlik'ten yaptığı rivâyete göre ise, müddea aleyh ile birlikte kimse yemin etmez. Bizzat kendileri -tek veya daha fazla kişi olmaları halinde olduğu gibi- elli yemin ederler ve böylelikle kendilerini ibra ederler. Bu Şâfiînin de görüşüdür. Şâfiî der ki: Mirasçıdan başkası yemin etmez. Öldürme, ister kasten olsun ister hata yoluyla olsun farketmez. Bizatihi mülk kendisinin olan ve Allahu Teala'nın mirastan kendisine mülk tesbit ettiği kimse dışındakiler de bir mal hakkında yemin edip o mala hak kazanamaz. Mirasçılar da mirastaki payları oranında yemin ederler. Ebû Sevr de bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. Sahih olan da budur. Çünkü aleyhinde iddiada bulunulmayan bir kimsenin yemin etmesini gerektiren bir sebebin de ona yöneltilmesi sözkonusu değildir. Diğer taraftan bu yeminlerin maksadı davadan ibra olmaktır. Aleyhinde iddiada bulunulmayan bir kimse ise zaten bendir. İmâm Mâlik, hataen öldürme hakkında da şöyle der: Bu hususta tek bir erkek ve tek bir kadın yemin eder. Onlardan herhangi birisinin veya daha fazla sayıdaki kişinin yaptıkları yemin sayısı elliye tamamlandı mı yemin eden kendi mirastaki payına hak kazanır. Yemin etmeyi kabul etmeyen kimse ise birşey hak etmez. Yemin esnasında hazır bulunmayan kimse daha sonradan gelecek olursa, hazır bulunduğu takdirde mirasına uygun olarak, etmesi gereken yeminleri, geldikten sonra eder. Bu, Mâlik'ten nakledilen meşhur görüştür. Onun hata yoluyla öldürmede kasame yapılacağı görüşünde olmadığına dair rivâyet de vardır. Kasame ile ilgili mes'elelerin tamamı, bunun fer'î mes'eleleri ve bunlara dair hükümler fıkıh kitaplarıyla mezhepler arası görüş ayrılıklarını ele alan kitaplarda bütünüyle ele alınmıştır. Bu konuda bizim sözünü ettiklerimiz ise yeterlidir. Başarıya ulaştıran Allah'tır. Bu Kıssa ve Bizden Öncekilerin Şeriati: Burada geçen Bakara kıssası bizden öncekilerin şeriatinin de bizim için şeriat olduğunun delilidir. Kelamcılardan birçok taife ve fukahadan bir grup bu görüştedir. el-Kerhî de bunu tercih etmiş, bizim Mâlikî mezhebine mensup Kadi İbn Bukeyr de bunu açıkça ifade etmiştir. Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab da şöyle der: Mâlik'in hüküm çıkarma usulü ve kitaplarında görüldüğü şekliyle delil çıkarma yöntemi de bunu gerektirir. Şâfiî de buna meyletmiştir. "İşte onlar Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/190) âyet-i kerimesi açıklanırken bu hususa dair etraflı bilgiler -yüce Allah'ın izniyle- oranda verilecektir. "İşte Allah ölüleri böyle diriltir." Bu kişiyi ölümünden sonra nasıl dirilttiyse, işte ölen herkesi Allahu Teala böylece diriltecektir. "Ve size âyetlerini" alametlerini ve kudretini "gösterir. Akıl erdiresiniz diye." Akıl edesiniz diye. Buna dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2/21'in tefsirinde) geçmişti. Yani O'na isyan etmekten uzak olasınız diye. Akıl, birşeyden alıkonmak anlamındadır. Koruyucu kalelere de "me'âkil (tekili ma'kil)" ismi verilir. 74Bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Onlar taş gibi veya taştan daha katı kesildi. Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar. Yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. "Bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı." Kasvet; sertlik, katılık kuruluk demektir. Kalplerin Allah'a yönelmekten, Allah'ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir. Ebû'l-Âl-iyye, Katâde ve başkaları şöyle demektedir: Kasıt, bütün İsrailoğullarının kalpleridir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kasıt, maktulün mirasçılarının kalpleridir. Çünkü onlar maktul dirilip katilinin kim olduğunu haber verip tekrar ölünce öldürülmüş olduğunu reddettiler ve: Bu, yalan söyledi, dediler. Onlar bu sözü, o büyük mucizeyi gördükten sonra söylediler. O bakımdan hiçbir vakit kalpleri bu kadar kör olmadığı gibi, bundan sonra da peygamberlerini bu kadar ileri derecede yalanlamış değildiler. Şu kadar var ki, katilin öldürülmesi ile Allah'ın hükmü uygulanmıştır. Tirmizî, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ı zikretmeksizin çok fazla söz söylemeyiniz. Çünkü Allah'ı zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. Allah'tan insanlar arasında en uzak olan kişi ise katı kalp (sahibi)dir." Tirmizî, Zühd 62. el-Bezzâr'ın Müsned'inde ise Enes'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dört şey vardır ki bedbahtlıktandır. Gözün donması (yaş akıtmaması), kalbin katılaşması, uzun emel ve dünyaya karşı hırs." "Onlar taş gibi veya taştan daha katı kesildi." Burada "veya" edatı "ve" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve onlardan hiçbir günahkara veya nanköre itaat etme." (el-İnsan, 76/24); "Mazeret olmak veya tehdid olmak üzere..." (el-Mürselât, 77/6) Şair de şöyle demiştir: "O halifeliğe nail oldu veya onun için bir kaderdi." Ve o onun için kaderdi, demektir. Burada "hatta taştan da katı" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve Biz, onu yüzbin kişiye veya daha fazla kişiye (peygamber) gönderdik." (es-Saffât, 37/147) Burada da anlam "hatta daha fazla kişiye.." demektir. Şair de şöyle demiştir: "Kuşluk vaktinin göz kamaştırılcılığında ve onun şeklinde güneş parçası gibi göründü Veya sen gözümde daha da güzelsin." Burada da: Hatta sen daha da güzelsin, anlamındadır. Burada "veya"nın muhataba karşı ifadeyi müphemleştirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Ebû'l-Esved ed-Düelînin şu beyitleri de işte bu türdendir: "Muhammed'i seviyorum, pek çok seviyorum Abbas'ı da, Hamza'yı da veya Ali'yi de Eğer onları sevmek bir doğruluksa onu bulmuş oluyorum. Eğer bu bir sapıklıksa hata etmiş olmuyorum." Ebû'l-Esved onları sevmenin apaçık bir doğruluk olduğunda şüphe etmiyor. Onun kastı anlatıma müphemlik kazandırmaktır. Nitekim Ebû'l-Esved'e bunu söyleyince: Sen şüpheye düştün denildi, o da: Kesinlikle hayır, dedikten sonra yüce Allah'ın şu âyetini delil gösterdi: "Muhakkak biz veya siz, ya bir hidâyet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe', 34/24) Daha sonra da şöyle der: Acaba bunu haber veren şüphe mi ediyordu? Burada bunun muhayyerlik ifade ettiği de söylenmiştir. Yani sizler kalplerinizi ister taşlara benzetiniz, isabet edersiniz, isterse de taşlardan daha katı kabul ediniz, yine isabet edersiniz. Bu da bir kimsenin: el-Hasen'le veya İbn Sîrin'le oturup kalk ve fıkhı, ya da hadisi veya nahvi öğren, demesine benzer. Bunun kelimenin ifade ettiği mana olan, şüphe anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani ey muhatablar, size göre sizin bakış açınıza göre eğer o kalplerin katılığını görseydiniz şüpheye düşerdiniz. Bunlar acaba taş gibi mi yoksa taştan da mı katıdır? Bu anlam yüce Allah'ın: "Yüzbin kişiye veya daha fazlasına" (es-Saffat, 37/147) âyeti hakkında da söylenmiştir. Bir grup da şöyle der: Şanı yüce Allah, burada aralarında kimisinin kalbinin taş gibi olduğunu kimisinin kalbinin ise taştan da katı olduğunu ifade buyurmuştur. Buna göre onlar iki ayrı kesim idiler. Yüce Allah'ın veya daha katı" âyeti, "taş gibi" âyetinin mahalline atf ile merfû' olarak okunmuştur. Çünkü bu; takdirindedir. Bununla birlikte "daha katı" anlamındaki kelimenin, "taş" anlamındaki kelimeye atf ile üstün okunması da mümkündür. katılık," kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. katılık" kelimesini Ebû Hayve şeklinde okumuştur. Anlam aynıdır. Kimi Taşlardan Su Kaynar, Kimisi Allah'tan Korkar: "Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar, yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su fışkırır." Fışkırmanın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara, 2/60. âyetin tefsiri geçmiş bulunmaktadır. Yarılır anlamına gelen: kelimesinin aslıdir. Burada t harfi şin harfine idğam edilmiştir. Bu şekilde yarılıp da kendilerinden su fışkıran taşlar ırmak ve nehir olacak kadar büyümeyen pınarlar demektir. Veya ondan su akmasa bile, yarılıp çatlayan taşlardan söz edilmektedir. İbn Mûsârrif, bu kelimeyi nun ile şeklinde okumuştur. Ayrıca deki yı her iki yerde de şeddeli olarak okumuştur. Ancak bu uygun olmayan bir kıraat şeklidir. Mâlik b. Dînar ise fışkırır kelimesini şeklinde nun ile ve cim harfini esreli olarak okumuştur. Katâde der ki: Taşlar mazur görülmekte ama Âdemoğlunun bedbahtı mazur görülmemektedir. Ebû Hâtim der ki: kaynar, fışkırır" kelimesinin "ye" harfinin "te" okunması da caizdir. Çünkü "te" ile okuyuş halinde "ırmaklar" anlamındaki kelime müennes kabul edilmiş olur. Bu ise yarılır" kelimesi hakkında sözkonusu olmaz. en-Nehhâs: kabul etmediği bu okuyuş, mana gözönünde bulundurulursa câiz görülür. Çünkü bu ifade şüphesiz o taşlar arasından, yarılan taşlar vardır, anlamındadır. şeklindeki kıraat ise daki lâfzına göredir. Şak: Yarık demektir ve asıl itibariyle masdardır. Filanın el ve ayağında yarık (çatlak) vardır, denilir. Bu kelimenin çoğulu (bu anlamıyla): şukûk şeklinde gelir. Şukâk şeklinde gelmez. Çünkü şukâk bineklerde olan bir hastalık olup o da kimi zaman bacağının üst taraflarına kadar yükselebilen ayak bileklerinde meydana gelen çatlaklıklardır. Bu açıklamalar Ya'kub'dan alınmıştır. Şak aynı zamanda sabah anlamındadır. Katâde şeklinde her iki yerde de şeddelisinden hafifletilmiş olarak (şeddesiz) okumuştur. Yüce Allah'ın: "fışkırır" âyetindeki nasb mahallindedir. Çünkü muhakkak ki" edatının ismidir. Başındaki "lâm" da tekid içindir. ondan" âyetindeki zamirin tekil ve müzekker gelmesi ise lâfzı dolayısıyladır. Mana göz önünde bulundurularak diye müennes zamir de caizdir. "Yine öyle taşlar vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır" âyetindeki ondan" kelimesi de aynı durumdadır. Katâde lâfzını her iki yerde de şeddesiz olarak okumuştur. "Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır." Yani kimi taşlar sizin kalplerinizden daha faydalıdır. Çünkü bunların kimisinden sular çıkar, kimisi de yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanır. Mücâhid der ki: Bir dağın tepesinden ne kadar taş yuvarlanırsa, bir taştan ne kadar pınar kaynamışsa ve bir taştan ne kadar su çıkmışsa mutlaka hepsi Allah korkusundan olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm bunu ifade etmektedir. Buna benzer bir ifade İbn Cüreyc'den de nakledilmiştir. Bazı kelamcılar yüce Allah'ın: "Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır" âyeti hakkında: Bu, bulutlardan düşen dolu demektir. Burada "yuvarlanmak" kelimesi mecazdır da denilmiştir. Şöyle ki kalpler taşların yaratılışından ibret aldığından, ona bakarak kalplerde Allah'ın korkusu harekete geçtiğinden dolayı o taşlara bakan kimsenin alçakgönüllülüğü, burada taşlara izafe edilmiştir. Nitekim Araplar: "Ticaret yapan dişi deve" derler. Yani kendisini göreni satın almak üzere harekete geçiren demektir. Taberi, bir grubun şöyle dediğini nakletmektedir. Burada haşyet (Allah korkusu) taşlar hakkında istiaredir. Nitekim yüce Allah'ın: "Çökmek isteyen bir duvar" (el-Kehf, 18/77) âyetinde de duvar hakkında irade tabiri, istiare yoluyla kullanılmıştır. Nitekim Zeyd el-Hayl de şöyle demiştir: "Zübeyrîn (şehadet) haberi gelince Medine suru ve Allah'tan korkan dağlar alçalarak boyun eğdi." İbn Bahr da yüce Allah'ın: "ondan" kelimelerindeki zamirin taşlara değil kalplere ait olduğunu zikretmektedir. Yani kimi kalpler vardır ki Allah korkusundan dolayı boyun eğer. Derim ki: Bütün bu söylenenler, lâfza uygun açıklamalardır. Birincisi ise doğru olan açıklama şeklidir. Çünkü birtakım cansız varlıklara marifet verilerek akleder hale gelmeleri imkansız değildir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hutbe okuduğu vakit dayanmış olduğu hurma kütüğünün yanından ayrılınca inlemesine dair rivâyet Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizî, Cumua 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cumua 17; İbn Mâce, İkametu's-salât 199; Dârimî, Mukaddime 6, Salât 202; Müsned, I, 249, 267; III, 226, 293. ile Hazret-i Peygamber'in "Cahiliyye döneminde bana selat ü selam getiren bir taş vardı ve ben onu şu an dahi tanıyorum" Müslim, Fedâil 2; Tirmizî, Menâkıb 5. âyeti ile yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sebîr (Mekke yakınlarında bir dağ) bana aşağı in dedi. Çünkü benim üzerimde seni öldüreceklerinden korkarım. O vakit Allah bana azap eder." şeklindeki sözleri de böyledir. Bunun demesi üzerine Hira dağı da Hazret-i Peygamber'e: Bana doğru gel ey Allah'ın Rasûlü diye seslenmiştir, şeklinde rivâyet de böyledir. Kadı İyâd, eş-Şifâ, I, 261 Kitab-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik..." (el-Ahzab, 33/72); "Eğer Biz bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah'ın korkusundan başını eğmiş dağılıp parça parça olmuş görürdün." (el-Haşr, 59/21); yani zillet ve itaat ile bu hale geldiğini görürdün. Buna dair genişçe açıklamalar ileride -yüce Allah'ın izniyle- el-İsrâ Sûresi'nde (44. âyetin tefsirinde) gelecektir. "Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani O, sizin amellerinizin küçük olsun büyük olsun hepsini tesbit eder, sayıp döker. "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onu görecektir." (ez-Zilzal, 99/7-8.) Bu buyruktanın anlamında ism-i mevsûl, kabul edilmedikçe aide ihtiyacı yoktur. O taktirde de ism-i mevsûlün uzunluğu dolayısıyla hazfedilmiş kabul edilir. Yani O yaptıklarınızdan" takdirinde demektir. İbn Kesîr: Yaptığınız anlamına gelen: kelimesini ya ile şeklinde okumuştur. O takdirde hitap Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olur. ("Allah onların yaptıklarından gafil değildir" anlamında olur). 75Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onlardan bir fırka vardı ki Allah'ın kelâmını dinlerlerdi de onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız. 1- Onların Îman Edeceklerini Ummak: "Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız?" âyeti böyle bir umudu red ediş anlamını taşıyan (inkârî) bir sorudur. Âdeta yahudilerden bu kesimin îman edeceklerinden yana (mü’minlerin) ümitlerini kesiyor gibidir. Yani eğer bunlar şu anda inkâr edip kâfir olmuşlarsa onların bu konuda uzun bir geçmişleri vardır. Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabınadır. Çünkü aralarındaki antlaşmalar ve himaye akidleri dolayısıyla ensar, yahudilerin müslüman olmalarını çokça istiyordu. Hitabın -İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre- yalnızca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik olduğu da söylenmiştir. Yani; "onların seni yalanlamalarına karşılık sen üzülme!" demekte ve geçmişten beri onların kötülük işleyen kimseler olduklarını bildirmektedir. (........) Nasb mahallinde olup "inanmaları hususunda" anlamındadır. Bundan dolayı fiilinden "nûn" harfi hafzedilmiştir.
"Ummak, beklemek" anlamlarına gelen "tama" kelimesi, aynı zamanda askerlere verilen maaş anlamını da ifade eder. "Emir askerlere tama'larının" yani maaşlarının "verilmesini emretti" şeklindeki ifade böyledir. "Halbuki onlardan bir fırka vardır ki..." "Fırka" kökünden tekili olmayan çoğul ismidir. En az çoğul sayısı için çoğulu daha fazlasında ise şeklinde gelir. "Halbuki onlardan bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerlerdi." Çoğunluk "Allah'ın kelâmı" anlamına gelen şeklinde okumakla birlikte el-A'meş bunu "kelime"nin çoğulu olmak üzere: Allah'ın kelimelerini..." şeklinde okumuştur. Sîbeveyh der ki: Rabîa'dan bazı kimseleri onlardan" kelimesini, mim harfinin esreli oluşuna uyarak, He harfini de esreli okurlar. Sîbeveyh; sükûnu bu uyumu (itbâı) önleyecek kadar güçlü bir engel değildir. “Allah'ın kelâmını" âyeti, "dinlerlerdi" anlamındaki fiilin mef'ûludür. Bu "fırka" ile kastedilen Mûsâ (aleyhisselâm)'ın seçtiği ve Allah'ın kelâmım işittikleri halde O'nun emrine uymayan, kavimlerine verdikleri haberlerde işittikleri sözleri değiştiren yetmiş kişidir. Bu er-Rabî' ve İbn İshak'ın görüşüdür. Ancak bu görüş bir parça zayıftır. Yetmiş kişi Mûsa'nın işittiği şeyleri işitti diyenler ise hata etmiş ve Hazret-i Mûsa'nın faziletini, özel olarak kendisiyle konuşulması üstünlüğünü bir kenara itmiş olurlar. es-Süddî ve başkaları ise şöyle der: Allah'ın kelâmını işitmeye tahammülleri olmadı. O bakımdan zihinleri karıştı ve Hazret-i Mûsâ’nın bu kelâmı işitip onun bu işittiklerini kendilerine tekrarlamasını arzuladılar. Bu iş bitip de çıkıp gittiklerinde onlardan bir grup peygamberleri Mûsâ (aleyhisselâm) vasıtasıyla işittikleri Allah'ın kelâmını kısmen değiştirdiler. Nitekim yüce Allah bir başka yerde Allah'ın kelamını işitmek hususuna şöylece açıklık getirmektedir: "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesin." (et-Tevbe, 9/6) el-Kelbî, Ebû Salih'ten o da İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; Hazret-i Mûsa'nın kavmi kendisinden Rabbinin kendilerine sözünü işittirmelerini dilemesi isteğinde bulunduklarını ve boru sesini andıran bir sesin: "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur, Hayy ve Kayyûmum. Sizi çok üstün bir el ve güçlü bir kol ile Mısır'dan çıkardım" diye işittiklerine dair bir rivâyetin bulunduğu söylenecek olursa, cevabımız şu olur: Böyle bir hadis batıldır, sahih değildir. Bunu İbn Mervan el-Kelbî'den rivâyet etmiştir. İkisi de zayıftırlar, bu rivâyet delil diye gösterilemez. Konu ile ilgili "kelâm" bütün Âdemoğulları arasında Hazret-i Mûsa'ya verilen bir özelliktir. Eğer yüce Allah kendi kelâmını onun da kavmine işittirecek şekilde konuşmuş ise, peki Hazret-i Mûsa'nın onlara üstünlüğü nerede kalır? Nitekim sözü hakkın kendisi olan yüce Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Ben seni risaletlerimle ve kelâmımla insanlar arasından seçmiş bulunuyorum." (el-A'raf, 7/144) Bu (Allah'ın kelâmını işitmenin Hazret-i Mûsa'ya ait bir özelliği olduğu hususunda) ise gayet açıktır. 3- Hazret-i Mûsâ, Yüce Allah'ın Kelâmını Nasıl Tanıdı? Hazret-i Mûsâ, daha önce yüce Allah'ın hitabını işitmemiş olmakla birlikte Allah'ın kelâmını nasıl tanıdığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi şöyle der: Hazret-i Mûsâ harf ve seslerden meydana gelmeyen bir kelâm işitti. Ayrıca bunda kesinti ve nefes de yoktu. İşte o vakit Hazret-i Mûsâ bunun insan kelâmı olmadığını, âlemlerin Rabbinin kelâmı olduğunu bildi. Başkaları da şöyle demektedir: Hazret-i Mûsâ, belli bir yönden gelmeyen bir ses işitti. İnsanların sözü ise altı yönden birisinden işitilir. O zaman işittiği bu sesin insan sesi olmadığını bildi. Bir diğer görüşe göre de, Hazret-i Mûsa'nın bütün cesedi kulak kesildi ve bu şekilde bu sözü işitti. Böyelikle bunun Allah'ın kelâmı olduğunu bildi. Yine bu konuda şöyle denilmiştir: Mucize, onun işittiği şeyin Allah'ın kelâmı olduğunu göstermiştir. Bu da şöyle olmuştur: "Ona asanı yere bırak" denilince o da asasını yere bıraktı; hemen bir yılan oluverdi. İşte bu içinde bulunduğu durumun doğruluğunu gösteren onun bir alâmeti oldu ve ona: "Şüphesiz ki Ben senin Rabbinim" (Tâhâ, 20/12) diyenin aziz ve celil olan Allah olduğuna bir delil oldu. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Mûsâ içinde ancak gayblan bilenin vakıf olabileceği birşey gizlemişti. Şanı yüce Allah, hitabında içinde gizlediği bu şeyi ona haber verdi. Böylelikle Hazret-i Mûsâ kendisine hitabedenin aziz ve celil olan Allah olduğunu bildi. İleride yüce Allah'ın izniyle Rabbimizin: "Sağ taraftaki vadiden bereketli arz parçasında bulunan ağaçtan., diye ona seslenildi" (el-Kasas, 28/30) âyetinin anlamı açıklanınca buna dair geniş açıklamalar da gelecektir. 4- Allah'ın Kelâmını Değiştirenler: "Allah'ın kelâmını dinlerlerdi ve onu anladıktan" öğrenip belledikten "sonra bile bile tahrif ederlerdi." Mücâhid ve es-Süddî der ki: Bunlar Tevrat'ı değiştirip tahrif eden yahudi bilginleridir ki hevalarına uyarak haramı helal, helali haram kılarlardı. Bu ifade ile onlar azarlanmaktadırlar. Yani, bu yahudilerin atalarının geçmişte öyle kötü işleri ve inatları olmuştur ki, işte bunlar da aynı yolu izleyip gidiyorlar. Nasıl olur da siz onların îman edeceklerini umabiliyorsunuz? Bu ifadeler de aynı şekilde hakkı bilip de buna rağfnen ona karşı inatlaşan bir kimsenin, doğru yoldan uzak olduğunu göstermektedir. Çünkü böyle bir kişi Allah'ın va'dini ve tehditlerini bildiği halde bu bilgisi onu inadından vazgeçirmemektedir. 76Îman edenlerle karşılaştıklarında "îman ettik" derler; birbirleriyle başbaşa kaldıklarında da: "Allah'ın size açtığını onu ileri sürüp Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz? Akıl erdiremiyor musunuz?" derler. "Îman edenlerle karşılaştıklarında îman ettik derler." Bu âyet, münafıklar hakkındadır. "Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında..." bölümü ise yahudiler hakkındadır. Şöyle ki; onlardan bazı kimseler önce İslâm'a girmiş, sonra da münafıklığa başlamışlardı. Arap olan mü’minlere, önceki atalarının ne şekilde azaba uğratıldıklarını anlatırlardı. Yahudiler bunlara: "Allah'ın size açtıklarını" yani hakkınızda verdiği azap hükmünü "onu ileri sürüp Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler"; yani Allah katında biz sizlerden daha üstünüz, desinler "diye mi haber veriyorsunuz? derler." Bu açıklamalar İbn Abbâs ve es-Süddî'den nakledilmiştir. Şöyle de rivâyet edilmiştir: Hazret-i Ali, Hayber günü Kurayzalıların kalelerinden inmelerini isteyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sövüldüğünü işitir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in yanına gelip ona: Ey Allah'ın Rasûlü, sen bunlara tebliğde bulunma, dedi ve üstü kapalı ifadelerle olanı anlattı. Hazret-i Peygamber ona: "Sanırım onların bana sövdüklerini işitmiş olmalısın, onlar beni görürlerse bu işten vazgeçerler" dedi ve Hazret-i Peygamber onlara doğru kalkıp gitti. Onu gördükleri vakit bu sövmelerinden vazgeçtiler. Hazret-i Peygamber onlara: "Ey maymun ve domuzların kardeşleri! Sizler ahdi bozdunuz. Allah sizi rezil etmiş ve sizin üzerinize azabını indirmiştir." Bunun üzerine şöyle dediler: Ya Muhammed, sen cahil bir kimse değilsin. Bize karşı cahillik etme. Sana bunları kim anlattı? Bu haber ancak bizden sana ulaşmış olabilir, dediler. Bu anlamda bir rivâyet Mücâhid'den de nakledilmiştir. "Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında." Başbaşa kalmanın anlamına dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında (14. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Açtı" kelimesi hükmetti anlamındadır. Arapçada açmak (feth.) yargı ve hüküm vermek demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: "Rabbimiz bizimle kavmimiz arasında sen hak ile hüküm ver (fethet, aç)! Sen hükmedenlerin (fethedenlerin) en hayırlısısın" (el-A'râf, 7/89). el-Fettâh (açıcı) da Yemenlilerin lehçesinde hakim demektir. O bakımdan: "Benimle senin aranda fettâh (hakim) hüküm versin" derler. Böyle denilmesinin sebebi ise, hakimin zalime karşı mazluma yardımcı olmasıdır. (Çünkü) Feth, aynı zamanda yardım ve zafer demektir. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu anlamdadır: "Önceden kâfirlerin aleyhine feth (zafer) istiyorlardı." (el-Bakara, 2/89); "Eğer siz fetih (zafer) istemekteyseniz işte o fetih (zafer) size gelmiştir." (el-Enfal, 8/19) Fetih, aynı zamanda iki şeyin arasını ayırmak anlamına da gelmektedir. "Size karşı delil getirsinler diye"; yani sizi ayıplasınlar ve Allah katında biz sizden daha iyiyiz desinler diye "mi haber veriyorsunuz?" "...Size karşı delil getirsinler diye..." âyeti, diye bilinen edatla nasb edilmiştir. Hazf edilmiş takdiri ile de hazf edildiği kabul edilebilir. Nasb'ın alâmeti ise "mim" harfinin hazf edilmiş olmasıdır. Yûnus: Araplardan bazıları "key lâm'ı" ile meftûh olurlar, der. Ahfeş de: Çünkü feth asıldır, derken; Halef el-Ahmer: "Bu, Anber oğulları şivesidir" der. Âyetin anlamının, sizin sözlerinizi size karşı delil getirsinler şeklinde olduğu da söylenmiştir. Onlar size karşı: Siz bu sözün doğruluğuna vakıf olduktan sonra onu inkar ettiniz, kâfir oldunuz diyeceklerdir. Şöyle de denilmiştir: Yahudilerden birisi müslüman arkadaşı ile karşılaşır ona: Muhammed'in dinine sımsıkı yapış. Çünkü o gerçek bir peygamberdir, dermiş. "Rabbinizin huzurunda" âyeti ile kastedilenin ahirette olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra muhakkak sizler Kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olunacaksınız." (ez-Zumer, 39/31) Bu âyetin anlamının; Rabbinizin zikredilmesi halinde size karşı delil göstersinler diye mi? şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre "huzurunda" kelimesinin "hakkında" anlamına gelen: anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani; sizin onlara söylediklerinizi onlar Rabbiniz hakkında size karşı delil göstersinler diye mi? O vakit de size karşı açık bir delil getirilmiş olacağından bu sayede de sizden daha haklı çıkacaklardır, demektir. Bu açıklama şekli el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Hüccet (delil): Mutlak olarak dosdoğru ve tutarlı söz anlamındadır. Mehaccetü't-Tarîk (dosdoğru yol), tabiri de buradan gelmektedir. Bir kişiye karşı delil getirip onu bu hususta mağlub ettiğini ifade etmek üzere de: Filan ile karşılıklı hüccet getirdik ve ben delilimle onu susturdum," denilir. Hadîs-i şerîfte de: "Âdem Mûsa'ya karşı susturucu delil ortaya koydu," Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16 vb. denilmektedir. "Akıl erdiremiyor musunuz?" Bunun yahudi âlimlerinin kendilerine tabi olanlara söyledikleri sözler cümlesinden olduğu söylendiği gibi yüce Allah'ın mü’minlere yönelik bir hitabı olduğu da söylenmiştir. Yani durumları bu iken İsrailoğullarının îman etmeyeceklerine dair akıl erdiremiyor musunuz? 77Allah'ın onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiğini bilmiyorlar mı? Bundan sonra da yüce Allah onları (İsrailoğullarını): "... bilmiyorlar mı?" âyeti ile azarlamaktadır. Çünkü burada sorunun anlamı azarlamak ve ağır bir şekilde sitem etmektir. Cumhûr bilmiyorlar mı" şeklinde yâ harfiyle okumuştur. İbn Muhaysin ise mü’minlere yönelik bir hitap olarak bu kelimeyi "te" harfiyle (bilmiyor musunuz?) anlamında okumuştur. Âyet-i kerimede sözü geçen "gizledikleri" küfürleri; "açıkladıkları" ise kâfir olduklarını red etmeleridir. 78Onların içinden kuruntu dışında Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar ancak zan ediyorlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Onların içinden" yahudiler arasından, yahudilerle münafıklar arasından da denilmiştir "Kitabı bilmeyen ümmîler" okuma yazma bilmeyen kimseler "vardır." Ümmî, okuma ve yazma öğrenmemiş, annesinden doğduğu şekilde kalan "ümmî ümmete" mensup olan kimse demektir. Peygamber Efendimizin Hadîs-i şerîfi de böyledir: "Şüphesiz biz ümmî bir ümmetiz. Yazmayız, hesap etmeyiz..." Buhari, Savm 13; Müslim, Siyam 15; Ebû Dâvûd, Savm 4; Nesâî, Siyam 17; Müsned, II, 122. Ümmü'l-Kitab'ı tasdik etmedikleri için onlar hakkında "ümmîler" tabiri kullanıldığı da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Ebû Ubeyde de der ki: Onlara ümmî deniliş sebebi, Kitabın üzerlerine indirilmesidir. Sanki kitabın anasına (ummu'na) nisbet edilmiş gibidirler ve sanki: O ehl-i kitaptan kitabı bilmeyen kimseler de vardır, denilmiş gibidir. İkrime ve ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre bunlar Arapların hristiyanlarıdırlar. Bir diğer görüşe göre, bunlar kitap ehlinden bir topluluktur. Bunların kitapları işledikleri birtakım günahlar sebebiyle aralarından kaldırılmış ve sonra da ümmî kalmışlardır. Hazret-i Ali'den nakledildiğine göre ise bunlar Mecûsilerdir. Derim ki: Allahu a'lem birinci görüş daha açık ve doğru bir görüştür. "Kuruntu dışında Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır." âyetinde yer alan dışında" istisna edatı burada "lakin (fakat)" anlamındadır. Buna göre bu istisna munkatı'dır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onların buna dair zanna uymaktan başka hiçbir bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157) en-Nâbiğa da der ki: "İstisnası bulunmaksızın bir yemin ettim (Böyle) bir arkadaş hakkında hüsn-ü zandan başka da bilgi(m) yoktur." Ebû Cafer, Şeybe ve el-A'rec şeklinde iki ya'dan birisini hazfedip şeddesiz okumuşlardır. Ebû Hâtim der ki: Bu şekilde gelen her bir kelimenin tekili şeddelidir. Okuyucu şeddeli de okuyabilir şeddesiz de. "Esâfî (ocak), eğânî (şarkılar), emânî" ve benzeri kelimeler böyledir. Ahfeş der ki: Bu, "miftah (anahtar)" kelimesinin çoğulunu "mefâtîh" ve "mefâtih"" şeklinde harfi çoğul "yâ"sıdır. en-Nehhâs der ki: İlletli harflerde hazf daha çok yapılır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Geri alır mı selâmı ve giderir mi körlüğü, Ocağın üçü (üç taşı) ve geriye kalmış harabelerden başka?" Emanî (mealde: kuruntu): Okumak anlamına gelen "umniye" kelimesinin çoğuludur. Bunun aslı "umnûye" şeklindedir. Vâv yâ'ya idğam edilmiş ve yâ'dan dolayı nun esreli olmuştur. O bakımdan bu kelime "umniyye" haline gelmiştir. Yüce Allah'ın: "...birşey okumak istediği (temenni ettiği) zaman şeytan onun okumasına (umniyye) birşey atmak istemiş olmasın...." (el-Hac, 22/52) âyetindeki bu kelimeler de bu anlamdadır. Yani Peygamber okumak ve tilavet etmek istediği vakit şeytan da onun tilavetine birşeyler karıştırmaya kalkışır. Ka'b b. Mâlik de şöyle demiştir: "Allah'ın kitabını gecenin başında temenni etti (okudu), Ve sonunda da; takdirin hükmü ile karşılaştı." Bir başkası da şöyle demektedir: "Allah'ın Kitabını gecesinin sonunda temenni etti (okudu) Davud'un Zebur'u ağır ağır temennisi (okuyuşu) gibi." Emanî, aynı zamanda yalanlar anlamındadır. Hazret-i Osman'ın şu sözü bu anlamdadır: "İslâm'a girdiğimden bu yana temenni etmedim." Yani yalan söylemedim. Araplardan birisi hadis nakleden İbn De'b'e şöyle demiş: Senin bu anlattığın, rivâyet ettiğin birşey midir, yoksa temenni ettiğin, yani uydurduğun birşey midir? İşte İbn Abbâs ve Mücâhid âyet-i kerimede geçen "emânî" kelimesini bu anlamda açıklamışlardır. Yine bu kelime insanın arzulayıp canının çektiği, temenni ettiği şey anlamına da gelir. Katâde der ki: "Yani onlar kendilerinin olmayacak şeyleri Allah'tan temenni eder, arzularlar" anlamındadır. Emânî'nin takdir anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Cevherî söylemiş İbn Bahr nakletmiştir. Örnek olarak da şairin bu beyitini göstermiştir: "Emin olma akşamı Harem'de geçirsen dahi, Ta ki takdir edenin takdiriyle karşılaşana kadar." "Onlar ancak zan ediyorlar." Yani zandan başka birşey söylemiyorlar. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler" (el-Mülk, 67/20). "Zannediyorlar" yalan söylüyor ve yalan konuşuyorlar; çünkü onların okudukları şeylerin doğruluğuna dair bir bilgileri yoktur. Onlar okudukları şeyleri sadece âlimlerini taklid ederek okuyorlar. Ebû Bekr el-Enbârî der ki: Bize Ahmed b. Yahya en-Nahvî anlattı, dedi ki: Araplar "zan" kelimesini bilgi, şüphe ve yalan anlamında kullanırlar. Devamla der ki: Eğer bilgiye dair deliller ortada olursa ve bunlar şüphenin delillerinden daha çok ise o vakit bu zan, yakîn olur. Eğer yakîn ile şüphenin delilleri birbirine denk düşerse o takdirde zan, şüphe anlamına gelir. Şayet şüphenin delilleri yakînin delillerinden fazla olursa o takdirde de zan yalan olur. İşte şanı yüce Allah da: "Onlar ancak zan ediyorlar" âyetinde ancak yalan söylüyorlar, demeyi murad etmiştir. 4- Bizzat Kitaplarını Kendileri Değiştirdiler.. İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Yüce Allah yahudi âlimlerini kitaplarını değiştirmekle, tahrif etmekle nitelendirmiştir. Sözü hak olan Rabbimiz onlar hakkında: "Elleriyle kitabı yazanların... vay haline!" (el-Bakara, 2/79) diye buyurmuştur. Çünkü aradan bir zaman geçip de ilim adamlarının çevresinde bulunanlar kötüleşince, bunlar hırs ve tamahın etkisiyle dünyaya yönelip insanları bu şekilde kendilerine bağlayacak şeylerin peşine düşünce şeriatlerinde olmadık birtakım şeyler çıkardılar, şeriatlerini değiştirdiler ve bunları Tevrat'a kattılar, aralarındaki kıt akıllılara: İşte bu Allah katındandır, dediler. Böylelikle bunları kendilerinden kabul etmelerini sağladılar; bunun sonucunda da başkanlıklarını pekiştirmeye ve bu yolla da dünyanın değersiz menfaatlerini, pisliklerini elde etmeye çalıştılar. Şeriatlerinde uydurdukları şeylerden birisi de şöyle demeleriydi: Ümmîler -ki Araplardır- hakkında bizim (yaptıklarımızdan dolayı) aleyhimize bir yol yoktur. Yani bizim mallarından aldığımız şeyler bize helaldir. Yine uydurdukları şeylerden birisi de: Hiçbir günahın bize zararı olmaz. Çünkü biz Allah'ın sevdiği kimseleriz ve onun çocuklarıyız, demeleridir. Yüce Allah ise bundan münezzehtir. Halbuki Tevrat'ta: "Ey benim âlimlerim, ey rasûllerimin çocukları" diye buyurmuştur. Onlar ise bunu değiştirdiler, bunun yerine: "Ey benim sevdiklerim ve ey benim çocuklarım" diye yazdılar. Şanı yüce Allah da onları yalanlamak üzere şu âyetlerini indirdi: "Yahudi ve hristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz. De ki: Öyle ise günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandıryor?" (el-Mâide, 5/18) Onlar, Allah bize asla azâb etmeyecektir. Etse dahi buzağıya taptığımız günler kadar olan kırk gün süreyle azap edecektir, dediler. Buna karşılık yüce Allah şu âyetini indirdi: "Onlar bir de: Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi kesinlikle dokunmaz, dediler. De ki: Allah'tan bir ahid mi aldınız?" (el-Bakara, 2/80) İbn Miksem der ki: Burdaki "ahid" tevhid anlamındadır. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetidir. "Rahmân'ın nezdinde ahid alanın dışında kimse şefaat imkanına sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Yani, lâ ilahe illallah ahdi dışında... demektir. "... Allah ahdinden asla dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşey mi söylüyorsunuz?" (el-Bakara, 2/80) Daha sonra yüce Allah, onları yalanyarak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onun dört bir yanını kuşatırsa, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalıcıdırlar. îman edip salih amel işleyenler ise onlar da cennetliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar." (el-Bakara, 2/81-82) Böylelikle yüce Allah, cehennem ve cennette ebedî kalışın onların söylediklerine bağlı değil, küfür ve îmana göre olduğunu beyan etmektedir. 79Veyl olsun elleriyle kitabı yazıp sonra az bir paha ile satabilmek için: "Bu, Allah katındandır" diyenlere! Veyl olsun elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara! Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Veyl'in mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Osman b. Affan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bunun ateşten bir dağ olduğunu rivâyet etmiştir. Ebû Said el-Hudrî de veyl’in iki dağ arasında cehennemdeki bir vadi olduğunu rivâyet etmektedir. Burada yuvarlanan kişi kırk yıl süreyle aşağıya doğru yuvarlanır, durur. Bk. Tirmizî, Tefsir 21. sûre h.l; Müsned, III, 75 Süfyan ile Atâ b. Yesâr'ın rivâyetine göre de bu âyet-i kerimede geçen veyl, cehennem ortasında akan, cehennemliklerin irinlerinden oluşan bir vadi(deki ırmak)dir. Cehennemde bir havuz olduğu da söylenmiştir. ez-Zehravî ise başkalarından cehennem kapılarından bir kapı olduğunu nakletmektedir. İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre ise veyl azâbın zorluğu ve sıkıntısı demektir. el-Halil de, veyl ileri derecedeki kötülüktür, demiştir. el-Asmaî ise "veyl" muhatabın fecaatli bir durum ile karşı karşıya olduğunu "veyh" ise şefkat ve merhamet duymayı ifade eder. Sîbeveyh ise: Veyl helâk olacağı bir işe düşen hakkında "veyh" ise helâk olmaya yaklaşmış bir kimseyi azarlamak için kullanılır, der. İbn Arefe de "veyl" hüzün demektir, der. Kişi "veyl" diye feryat ettiği zaman "teveyyele er-raculu" denilir. Ve bu ifade üzüntü ve hoşlanılmayan şey karşılığında söylenir. Yüce Allah'ın: "Veyl olsun elleriyle kitabı yazıp..." âyeti işte bu türdendir. Veyl'in asıl anlamının helâk olduğu da söylenmiştir. Helâk olacak bir işin içine düşen herkes "veyl" diye feryat eder. Yüce Allah'ın: "Eyvah bize! yâ-veyletenâ! bu kitaba ne olmuş.." (el-Kehf, 18/49) âyeti de bu anlamdadır. Çoğulu da "veylât" şeklinde gelir. Şair der ki: "Akşamı ederse veylolsun ona ve Umm Haşim yok olsun." Yine şair şöyle demiştir: "Veylât (veyller) olsun sana, sen büyük bir müsibetimsin, dedi." Âyet-i kerimede "veyl" kelimesi mübtedâ olarak ref edilmiştir. Nekire olmakla birlikte mübtedâ olması câiz olan (bed)dua anlamını taşıdığından dolayıdır. Ahfeş der ki: Hafzedilmiş bir fiil takdir ederek nasb ile okunması da caizdir. Yani yüce Allah veyli (musibeti) onlardan ayırmaz anlamında bir fiil takdir edilir. el-Ferrâ' der ki: Veyl'in aslı "vey" yani hüzün demektir. Nitekim "vey lifülan" yani filan için keder olsun, denilir. Araplar bu şekilde "vey"i lâm'a bitiştirip lâm'ı bu kelimenin aslından kabul ettiler ve böylelikle buna cümle içerisinde uygun şekilde i'rab verdiler. En güzel şekli lâm'ın bu şekilde "vey"e ulanması halinde bu kelimenin ötreli gelmesidir. Çünkü bu ifade o şeyin meydana gelmesini gerektirir. Belirttiğimiz gibi (bed) dua anlamında da nasbedilmesi de mümkündür. el-Halil der ki: Veyl kalıbında "veyh, (hâ ile) veys, veyh, veyk, veyl ve veyd kelimelerinden başkası Araplardan işitilmiş değildir. Hepsinin de anlamları birbirlerine yakındır. Kimisi bu kelimeler arasında fark gözetmiştir. Bunlar Arapların fiil türetmediği masdarlardır. el-Cermî der ki: Masdarlar gibi nasbedilen kelimelerden birisi de veylehû, avlehû, veyhehû, veysehû kelimeleridir. Bunlara ayrıca "lâm" harfi eklenecek olursa bu sefer ref edilirler ve "veylun lehû, veyhun lehû" denilir. "Veyl olsun kitabı yazıp sonra.. " Yazma'nın (kitabet) ne olduğu bilinmektedir. Kalem ile ilk yazı yazan İdris (aleyhisselâm)'dır. Bu husus Ebû Zer yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte kaydedilmiştir. Bu hadisi de el-Âcurrî ve başkaları rivâyet etmiştir. Hazret-i Âdem'e yazı yazmanın öğretildiği ve miras yoluyla çocuklarının da bunu öğrendiği de söylenmiştir. 3- Elleriyle Kitabı Yazanlar... "Elleriyle" ifadesi bir te'kiddir. Çünkü yazma'nın elden başka birşeyle olmayacağı bilinen bir husustur. O bakımdan bu tabir yüce Allah'ın şu âyetlerini andırmaktadır: "İki kanadıyla uçan bütün kuşlar..." (el-En'am, 6/38); "Onlar ağızlarıyla.... söylüyorlar." (Âl-i İmrân, 3/167) "Elleriyle" âyetinin onların suçlarını beyan ve bu işi açıktan yaptıklarını ifade etmek için olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir fiili bizzat işleyen bir kimsenin günahı, bizzat işlemeyene göre -onu uygun görse bile- daha ağırdır. İbnü's-Serrâc da: "Elleriyle" tabiri bizzat elleriyle yazmak hakkında hakikat olmasa dahi, onlara herhangi birşey nazil olmaksızın kendiliklerinden bu işi yaptıklarından bir kinayedir, demektedir. 4- Şeriate Bir Şey Eklemek ve Ondan Birşey Eksiltmek: Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme şeriatte değişiklik yapmak, değiştirmek ve ona birşey eklemekten sakındırılmaktadır. Kim değiştirir, değişiklik yapar veya Allah'ın dininde o dinden olmayan ve onda câiz olmayan birşeyi bid'at olarak uydurursa o kişi bu ağır tehdidin ve acıklı azâbın kapsamına girer. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da sonraki dönemlerde bu yönde olacakları bildiğinden dolayı ümmetini bu işten sakındırarak şöyle buyurmuş: "Şunu biliniz ki sizden önceki Kitap ehli yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemdedir. Bir tanesi ondan müstesnadır." Dârimî, Siyer 75; Ebû Dâvûd, Sürme 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Îman 18; İbn Mâce, Fiten 17. Bu hadis ileride de gelecektir. Bu âyetiyle Hazret-i Peygamber dinde Allah'ın Kitabına ya da kendisinin sünnetine ya da ashabının sünnetine aykırı, kendiliklerinden birşeyler ihdas edip bunlar vasıtasıyla insanları saptırmalarına karşı insanları sakındırmış ve uyandırmıştır. Onun sakındırıp uyardığı husus ise gerçekleşmiş ve yayılmıştır. Çoğalmış ve herkes tarafından işitilir hale gelmiştir. İnnâ Hilali ve innâ ileyhi râciûn: (biz Allah'a aidiz ve ona döneceğiz). 5- Kitabı Değiştirmenin Sebebi: "Az bir paha ile satabilmek için" âyeti ile yüce Allah, onların aldıkları şeyi "az" olmakla nitelendirmektedir. Bunun sebebi ya aldıkları şeyin fani olup yok olması, sebatının bulunmaması ya da haram olması dolayısıyladır. Çünkü haramda bereket yoktur ve Allah katında o bereketlenmez. İbn İshak ve el-Kelbî şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, onların kitaplarındaki niteliği, "orta boylu ve buğday tenli" şeklinde iken onlar bunu "koyu esmer ve oldukça uzun boylu" diye değiştirmişler ve arkadaşları ile kendilerine uyanlara: "Şu âhir zamanda gönderilen peygamberlerin niteliklerine bakınız, bu kişide bu nitelikler bulunmuyor" dediler. Yahudi haham ve ilim adamlarının başkanlıkları, kazançları vardı. Hazret-i Peygamberin niteliklerini olduğu gibi açıkladıkları takdirde bu yollarla yedikleri malların ve başkanlıklarının ellerinden gideceğinden korktular. İşte bundan dolayı değişiklikler yaptılar. "Veyl olsun elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara!" Yedikleri şeylerden dolayı onlara veyl olsun, anlamındadır, denildiği gibi, günahlardan, masiyetlerden dolayı onlara veyl olsun anlamındadır da denilmiştir. İşledikleri fiilin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu ifade etmek üzere de "veyl" tabiri tekrarlanmıştır. 80Onlar bir de: "Sayılı günler dışında bize kat'iyyen cehennem ateşi dokunmaz" dediler. De ki: "Allah'tan bir ahid mi aldınız? Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?" Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Onlar" yani yahudiler "bir de: Sayılı gönler dışında bize katiyyen cehennem ateşi dokunmaz, dediler." Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili farklı görüşler vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilere: "Cehennem ehli kimlerdir?" diye sormuş, onlar da: Biziz, fakat bizim arkamızdan da bizim yerimize siz geçeceksiniz, dediler. Hazret-i Peygamber onlara: "Yalan söylüyorsunuz, siz de biliyorsunuz ki biz oraya sizden sonra sizin yerinize gelmeyeceğiz." Buhârî, Tıb 55, Cizye 7; Müsned, II, 451. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir. İkrime ise İbn Abbâs'tan rivâyetle der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde yahudiler şöyle diyordu: Bu dünya(nın ömrü) yedi bin yıl olacaktır. İnsanlar cehennemde dünya günlerinden her bir sene mukabilinde ahiret günlerinden cehennemde bir tek gün azap göreceklerdir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu Mücâhid'in de görüşüdür. Bir başka kesim ise şöyle demiştir: Yahudiler dediler ki: Tevrat'ta belirtildiğine göre cehennem kırk yıllık bir mesafe (boyunda)dır. Ve kendileri de her günde bir yıllık mesafeyi katedecekler, nihayet orayı tamamlayacaklar, Cehennem de yok olup gidecektir. Bunu da ed-Dahhâk İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre yahudiler Tevrat'ta şunun yazılı olduğunu iddia etmişler: "Cehennemin iki ucu arasında Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar kırk yıllık bir uzaklık vardır." Yine yahudiler şöyle demişlerdir: Bizler Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azap göreceğiz. Ondan sonra da cehennem yok olup gidecektir. Yine İbn Abbâs'tan ve Katâde'den rivâyet edildiğine göre şöyle demişlerdir: Yahudiler şöyle dediler: Allah, kendilerini buzağıya taptıkları gün sayısı olan kırk gün cehenneme sokacaklarına dair yemin etmiştir. Ancak -önceden de geçtiği üzere- Allah onların bu iddialarını yalanlamıştır. 2- "Sayılı Günler" ve Ay Hali Süresi: Bu âyet-i kerimede Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşleri reddedilmektedir. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber'in: "Ay hali olduğun günlerde (eyyam) namazı bırak" Bu manadaki hadisler için bk. Buhârî, Vudû' 63, Hayz 19; Müslim, Hayz 62; Ebû Dâvûd, Tahâre 109; Tirmizî, Tahâre 93; Nesâî, Tahâre 133, 134, 137, Hayz 2, 4, 6; İbn Mâce, Tahâre, 115, 116; Dârimî, Vudû' 80, 84; Müsned, VI, 194. hadisini, ay hali süresinin kendisine ay hali günleri denilebilecek kadar olması gerektiğine dair delil göstermişlerdir. Bunun asgarî süresi ise üç, azami süresi ise ondur. Bunu şöyle açıklarlar: Çünkü üç günden daha aşağısı hakkında bir gün ve iki gün denilir. On günden fazlası için ise on bir gün denilir. "Günler" denilmez. Aksine üçten ona kadar günler için (eyyam) tabiri kullanılır. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur. "Hac günlerinde üç gün (eyyam) oruç tutunuz." (el-Bakara, 2/196); "Evlerinizde üç gün (eyyam) daha yaşayın." (Hud, 11/65); "O, rüzgârı onlara yedi gece ve sekiz gün (eyyam) musallat kıldı." (el-Hâkka, 69/7) Ancak bu görüşün sahiplerine şöyle denilir: Yüce Allah ise bütün ayı kapsamak üzere oruç hakkında: "Sayılı günler (eyyam)" (el-Bakara, 2/184) diye buyurduğu gibi, "Sayılı günlerden (eyyam) başka bize ateş asla dokunmaz" (Âl-i İmrân, 3/54) diye buyurmaktadır. Burada kastedilen "sayılı günler" buzağıya taptıkları kırk günlük süredir. Yine "eyyam (günler)" arızî herhangi bir şeye izafe edildiği takdirde bununla sayının sınırlandınlması kastedilmez. Bunun yerine: Yürüdüğün, yolculuk yaptığın ve ikamet ettiğin günler, denilir. İsterse bu otuz, ister yirmi isterse de dilediğin kadar sayı ile ifade edilsin farketmez. Bununla (Ebû Hanîfe) belki de ay hali olan kadın için mutad olan adet süresini kastetmiş olabilir. Bu adet süresi ise altı veya yedi gündür. Buna göre onun görüşünü bu şekilde anlamaya çalışmak daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Allah Katından Alınmış Sözler mi Var? "De ki: Allah'tan bir ahid mi aldınız?" "Almak" ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara 2/51. âyet 6. başlıkta geçmiş bulunmaktadır. Yani sizler bundan önce salih bir amel işleyip îman edip itaat ettiniz de bu sebep dolayısıyla cehennemden çıkartılmanız mı gerekmektedir? Yoksa siz böyle şeyi onun size göndermiş olduğu vahyinden mi öğrenmiş bulunuyorsunuz? Şunu bilin ki "Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?" Bu âyet ta onlar için bir azar ve ağır bir sitemdir. 81Hayır, kim bir kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar. 82Îman edip salih amel işleyenler ise onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Durum Onların Dedikleri Gibi Değildir: Yüce Allah'ın "hayır" âyeti, durum sizin sözünü ettiğiniz gibi değildir, anlamındadır. Sîbeveyh der ki: -cümlenin yapısına göre- evet, hayır; evet kelimeleri," iki isim değildir. Bunlar birer harftirler. Bu ifade onların "ateş asla bize dokunmayacaktır" şeklindeki kanaatlerini reddetmektedir. Kûfeliler de der ki: Bu kelimenin aslı, birinci sözü reddetmek kasdıyla kullanılan kelimesidir. Üzerinde güzel bir şekilde durak yapmak için sonuna "yâ" harfi ilave edilmiş ve bu harfe de olumluluk ve evetlemek anlamı da verilmiştir. Buna göre: aksine, hayır" kelimesi olumsuzun reddini ifade eder. Buna eklenen "ya" harfi de daha sonraki olumluluğu gösterir. Ve derler ki: Bir kişi: Bir dinar almadın mı? diyecek olsa sen de Evet" diyecek olsan, bu, hayır almadım, demek olur. Çünkü sen nefyi ve ondan sonrakini gerçekleşen olarak dile getirmiş oluyorsun. Eğer bunun yerine diyecek olursan o takdirde: Aldım, anlamına gelir. el-Ferrâ' da der ki: Kişi arkadaşına: Senin benden alacak birşeyin yoktur, dese öbürü de: evet, diyecek olsa bu onun söylediğini doğrulamaktır. Çünkü onda alacak birşeyinin olmadığını ifade eder. Bunun yerine diyecek olsa, bu sefer onun sözünü reddetmiş olur ve bunun anlamı, hayır sende alacağım vardır, demek olur. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da "Evet (radıyallahü anhbbimizsin) demişlerdi." (el-A'raf, 7/172) Eğer bunun yerine Evet (değilsin), demiş olsalardı, kâfir olurlardı. "Bir kötülük" âyeti burada şirk anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Ben Atâ'ya: "Kim bir kötülük kazanır" ne demektir? diye sordum, o: Şirk demektir, dedi ve şu âyet-i kerimeyi okudu: "Kim de bir kötülük (seyyie) ile gelirse yüzleri üzere ateşe dökülürler." (en-Neml, 27/90) el-Hasen ve Katâde de böyle demişlerdir. el-Hasen ve Katâde derler ki: Hatîe (günah) ise büyük günah demektir. 3- Kötülükleriyle Kuşatılanlar: "Hayır, kim bir kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa" âyeti iki şarta bağlı kılınan bir şeyin, onların asgarisi ile tamamlanamayacağını göstermektedir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunu andırmaktadır: "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır, deyip de sonradan dosdoğru olanlar.. "(Fussilet, 41/30) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Sakifli Süfyan b. Abdullah'a söylediği söz de bu kabildendir. Süfyan Hazret-i Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasûlü, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki ona dair senden sonra hiç kimseye birşey sormayayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'a îman ettim de sonra da dosdoğru ol." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 62; Tirmizî, Zühd 61; İbn Mâce, Filen 12; Dârimi, Rikâk 4; Müsned, III, 413. Bu hususa dair açıklamalar ve ilim adamlarının bu konu hakkındaki görüşleri, daha önce Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" (el-Bakara, 2/35) âyeti açıklanırken kaydedilmiştir. Nâfî', çoğul olarak: Günahları" şeklinde okuduğu halde diğerleri tekil olarak okumuşlardır. Ancak bunun anlamı çokluktur. Allah'ın şu âyetinde ni'met kelimesinin tekil olarak gelmesine benzemektedir: "Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız."'(İbrahim, 14/34) 83Hani İsrailoğullarından: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" diye söz almıştık. Sonra sizden azınız müstesna yüzçevirdiniz, hâlâ da yüzçevirmektesiniz. Âyetine dair açıklamalarımızı on başlık altında sunacağız: 1- İsrailoğullarından Alınan Bir Başka Söz "Hani İsrailoğullarından... diye söz almıştık" âyetine dair daha önceden (27. ve 40. âyetlerde) açıklamalarda bulunmuştuk. Burada sözü geçen "alınan söz" hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mekkî, bunun Hazret-i Âdem'in sulbünden zerreler gibi çıkartıldıkları vakit onlardan alınan söz olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre ise bu, onlar hayatta oldukları sırada akılları başlarında iken peygamberleri aracılığıyla onlardan söz alınmasıdır, demiştir. Bu da yüce Allah'ın burada sözü geçen "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin..." âyeti ile dile getirilmiştir. Allah'a ibadet etmek ise O'nu tevhid etmek, rasûllerini tasdik etmek, kitaplarında indirdikleri gereğince amel etmek demektir. 2- Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyin "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" âyeti ile ilgili olarak Sîbeveyh bunun bir yemine taalluk ettiğini söylemektedir. Ona göre: Biz "Allah adına yemin olsun ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz" diye onlardan yemin almıştık, anlamındadır. el-Müberred, el-Kisaî ve el-Ferrâ', bunun uygun olabileceğini söylemişlerdir. Ubey ve İbn Mes'ûd bunu -sondan nûn harfini düşürerek- nehy olmak üzere: şeklinde okumuşlardır. İşte bundan dolayı ondan sonra gelen fillere: söyleyin, kılın, verin" şeklinde gelmişlerdir. Burada "ibadet etmeyin" âyetinin hal ifade ettiği de söylenmiştir. Yani biz onlardan mîsaklarını muvahhidler olarak veya inad etmeyenler olarak... almıştık, anlamına gelir. Bu görüşü de yine Kutrub ve el-Müberred ileri sürmüştür. Ancak böyle bir açıklama şeklindeki kıraate değil de İbn Kesîr, Hamza ve Kisaî'nin okuduğu Allah'tan başkasına ibadet etmesinler... diye" şeklindeki okuyuşa uygun bir açıklamadır. el-Ferrâ', ez-Zeccâc ve bir topluluk da şöyle demiştir: Anlamı şöyledir: Biz onlardan Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anne ve babaya iyilik yapmak ve kanları dökmemek üzere söz almıştık, anlamını ifade eder. Daha sonra -fiile mastar anlamı veren ile "be" harfi hazf edildiğinden fiil merfû' gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Bana Allah'tan başkasına... mı emredersiniz?" (ez-Zümer, 39/64) âyetinde olduğu gibi el-Müberred: Bu bir yanlışlıktır, der. Çünkü Arap dilinde takdir edilen her bir söz de açıkça söylenmiş gibi amel eder. Mesela:Katettiğim (nice) belde" derken nice" lâfzı takdir edilerek amel eder. Derim ki: Bu, bir yanlışlık değildir. İki görüş de doğrudur. Sîbeveyh'in naklettiği şu beyit bu iki görüşe de uygun bir kanıttır: "Ey Savaşta hazır bulunmaktan ve zevkli şeylere şahit olmaktan azarlayarak beni alıkoymak isteyen kişi! Sen beni ebediyyen yaşatabilir misin?" Burada "hazır bulunmak" anlamındaki fiil, edatının takdir edildiği görüşüne göre nasb ile, hazf edildiği görüşüne göre de ref ile okunur. "Anne babaya... iyilik yapın"; yani, onlara anne babaya iyilik yapın, diye emrettik. Yüce Allah bu âyet-i kerimede anne baba hakkını tevhid ile birlikte sözkonusu etmiştir. Çünkü ilk varlık Allah tarafındandır, ikinci varoluş olan eğitim ve terbiye ise anne-baba aracılığıyladır. Bundan dolayı yüce Allah onlara karşı şükredici bir halde olmayı, kendisine şükretmek ile birlikte sözkonusu etmiş ve: "Bana ve ana babana şükret diye (insana vasiyet ettik)." (Lukmân, 31/14) diye buyurmaktadır. Anne babaya iyilik (ihsan), onlarla ma'ruf bir şekilde geçinmek, onlara karşı alçakgönüllü olmak, emirlerini yerine getirmek, vefatlarından sonra onların mağfireti için dua etmek, onların sevdikleri kimseleri gözetmek suretiyle olur. Nitekim buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle İsrâ Sûresi'nde (23 ve 24. âyetlerde) etraflı bir şekilde gelecektir. Burada "akrabalar" da "anne baba"ya atfedilmiştir. Yani biz onlara akrabalık bağlarına riâyet etmek suretiyle akrabalarına iyilik yapmalarını da emrettik. Yine buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Muhammed Sûresi'nde (47/22-24. âyetlerde) yapılacaktır. "Yetimlere" âyeti de aynı şekilde atfedilmiştir. "Yetâmâ," yetim kelimesinin çoğuludur. Âdemoğulları arasında yetimlik babayı kaybetmekle, hayvanlarda ise annenin kaybedilmesiyle olur. el-Maverdî'nin naklettiğine göre Âdemoğulları arasında annenin yitirilmesi halinde de yetimlik sözkonusudur. Ancak bilinen husus birincisidir. Yetim kelimesi asıl itibariyle tek olmak demektir. Mesela, yetim bir küçük çocuk, denildiği zaman babasından ayrı tek başına kalmış çocuk anlaşılır. "Yetim bir beyit" ise kendisinden önce ve sonra şiir bulunmayan bir beyit demektir. "Yetim bir inci" eşsiz bir inci demektir. Bunun aslının geciktirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. O bakımdan babasını yitirene "yetim" denilmiştir. Çünkü ona yapılan iyilik, iyi davranış gecikmeli olarak ulaşır. Fiilin şekilleri (tasrîfî; çekimli): ile şeklinde gelir. Her iki şekli de el-Ferrâ' zikretmiştir. "Allah onu yetim bıraktı" ise: şeklinde söylenir. Bu âyet, yetime şefkat duymaya, onu himaye ve koruma altına alıp malını muhafaza etmeye delalet etmektedir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar, Nisa Sûresi'nde (4/2. âyette) gelecektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ben ve -kendisinin olsun başkasının olsun- yetimi koruyup gözeten kimse ile şu ikisi gibi cennette birlikte olacağız" demiş ve (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi olan) Mâlik, şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etmiştir. Bu hadisi Ebû Hüreyre rivâyet etmiş, Müslim de bunu Sahihinde kayd etmiştir. Müslim, Zühd 42. Ayrıca bk. Buhârî, Talâk 25, Edeb 24; Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Birr 14; Muvatta’', Şear 5; Müsned, II, 375, V, 333 İmâm (hadis) hafız(ı) Ebû Muhammed Abdülgani b. Saîd, Ebû Said el-Basrî Hasen b. Dinar'dan -ki o el-Hasen b. Vasıl'dır- dan rivâyetle dedi ki: Bize el-Esved b. Abdurrahman, Hissân'dan, o Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetle dedi ki: "Bir yetim bir toplulukla birlikte yemek kablarının üzerine (sofralarına) oturacak olursa şeytan onların kaplarınayaklaşamaz." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 160, hasen bir hadis olduğu kaydı ile. Yine Hüseyn b. Kays'den -ki o Ebû Ali er-Rahabî'dir- o İkrime'den, o İbn Abbâs'tan dedi ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Müslümanlar arasındaki yetim kimseyi kendi yiyeceğine ve içeceğine -Aziz ve celil olan Allah onu zengin edinceye kadar- ortak ederse; mutlaka onun günahları mağfiret olunur. Mağfiret olunmayacak bir günah işlemesi hali müstesna. Allah her kimin iki kerimesini alır ve sabrederse ecrini Allah'tan umarsa mutlaka günahları mağfiret olunur." Ashab: İki kerimesi dediğiniz nedir? diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İki gözü. Her kimin de üç kızı yahut üç kızkardeşi olur, onlara gereken harcamalarda bulunur ve onlara iyilikte bulunursa bunu da onlar ondan ayrılıncaya (evleninceye) kadar ya da vefat edinceye kadar sürdürürse - mağfiret olunmayacak bir amel işlemesi hali dışında - şüphesiz günahları mağfiret edilir. " Hadisin değişik yollarla ve kısmen rivâyetleri için bk. Müsned, III, 283, V, 29 Hicret eden bedevi Araplardan birisi bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e seslenerek: Ey Allah'ın Rasûlü, ya iki tane olursa! diye sorar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "İki tane olsa dahi" diye cevap verir. İbn Abbâs bu hadisi rivâyet ettiği vakit şöyle derdi: Allah'a yemin ederim. Bu, anlamı iyice bilinemeyen ve oldukça şerefli hadislerden birisidir. 6- Parmaklarla Yapılan İşaretlerin Anlamı: Baş parmağa bitişik olan (şehadet parmağına; söven anlamına): es-sebbâbe" denilirdi. Cahiliyye döneminde bu parmağın ismi buydu. Çünkü onlar bu parmağın işaretiyle sövüyorlardı. Allah, İslâm'ı gönderince onlar bu isimden hoşlanmadılar, o bakımdan o parmağa muşîre (işaret eden) dediler. Çünkü tevhidi söyledikleri sırada bu parmakla Allah'ın tevhidini işaret ediyorlardı. Bu parmağa yine es-sebbâhe (çokça teşbih eden) ismi da verilir. Bu şekilde adlandırılması Vâil b. Hucr ile başkaları tarafından rivâyet edilen hadiste zikredilmektedir. İşaret parmağının "teşbih eden" anlamında: "sebbâhe" diye anıldığı bazı hadislere örnek olmak üzere bk. Müsned, I, 78, III, 407, IV, 309, V, 250; Ebû Dâvûd, Tâhare 52; Nesâî, Tahâre 84; Dârimî, Rikaak 46 vb. Şu kadar var ki, dilde bu kelime yine cahiliyye döneminde bilinen şekliyle kullanılmaya devam etti. Ve bu daha çok kullanılır oldu. İşaret parmağından "sebbâbe" diye söz edilen hadislere örnek olarak bk. Buhârî, Nikâh 23, Edeb 24; Müslim, Mesâcid 113, 115; Ebû Dâvûd, Salât 115, Menâsik 56; Tirmizî, Mevâkît 103 vs... Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın parmakları hakkında gelen rivâyetlerde onun işaret parmağının orta parmağından daha uzun olduğu, orta parmağının işaret parmağından daha kısa olduğu, yüzük parmağının da orta parmağından daha kısa olduğu belirtilmektedir. Yezid b. Harun'un şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bize Abdullah b. Miksem et-Taifî haber verdi, dedi ki: Bana halam Miksem kızı Sare anlattı. O Kerdem kızı Meymûne'nin şöyle dediğini dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı Veda Haccında ben de vardım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı devesi üzerinde gördüm. Babam ona bazı hususlara dair sorular sormuştu. Küçük bir kız iken onun baş parmağa bitişik olan (işaret) parmağının uzunluğundan hayrete düştüğümü biliyorum. Hazret-i Peygamber'in: "Ben ve o cennette şu ikisi gibi birlikte olacağız" diye buyurması ile bir başka Hadîs-i şerîfte: "Ben, Ebû Bekir ve Ömer kıyâmet gününde şöylece haşredileceğiz" buyurup üç parmağını işaret etmesi ile o, diğer insanlara karşı bunların işgal edecekleri mevkii ve onlara ihsan edilecek şerefi kastetmek istemiştir. Yani biz bu şekilde şereflenmiş olarak haşredileceğiz. Aynı şekilde yetim himaye edenin de makamı yüksek olacaktır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın parmaklarının durumunu bilmeyen bir kimse bu Hadîs-i şerîfi yakınlık makamında birbirlerine yakınlık ve bir arada olmak şeklinde anlamıştır ve yorumlamıştır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü rasûllerin, peygamberlerin, sıddîklerin, şehidlerin ve salihlerin mertebeleri arasında fark vardır, bunların cennetteki makamları da değişik değişiktir. "Yoksullara iyilik yapın" âyeti de aynı şekilde atıftır. Yani biz onlara yoksullara iyilik yapmalarını da emrettik. (Yoksullar demek olan) mesâkîn: İhtiyacın sakinleştirdiği (hareketsizleştirdiği) ve zelil kıldığı kimseler demektir. Bu âyet sadaka vermeye, muhtaçları görüp gözetmeye, yoksul ve zayıfların durumlarını yakından takib etmeye teşvik anlamını da içermektedir. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dul kadının ve miskinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bir kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir. -Zannederim şöyle de buyurdu:- Ve durmaksızın kıyam eden ile açmaksızın oruç tutan kimse gibidir." Müslim, Zühd 41; Buhârî, Edeb 25, 26 İbnu'l Münzir der ki: Tavus, kız kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın Allah yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. "Ve insanlara güzel söz söyleyin." Bu âyetin masdar anlamına da geldiğinden dolayı, söyleyeceğiniz söz güzel olsun, anlamında olduğu söylenmiştir. İnsanlara güzelliği bulunan söz söyleyin, takdirinde olduğu da söylenmiştir. O vakit bu bizzat masdar olur, masdar anlamında olmaz. Hamza ve Kisaî ise hâ ve sîn harfini üstün olarak şeklinde okumuştur. el-Ahfeş der ki: Her ikisi de aynı anlama gelir. el-Ahfeş bu kelimenin "hüsnâ" şeklinde okunduğunu nakletmişse de en-Nehhâs: Arapçada bu câiz olmaz. Çünkü böyle bir ifade ancak elif lâm'lı olarak (el-hüsnâ) şeklinde olabilir. Bu, Sîbeveyh'in görüşüdür. Îsa b. Ömer ise "hüsünen" şeklinde okumuştur. İbn Abbâs der ki: Bunun anlamı şudur: Yani Siz insanlara karşı lâ ilahe illallah deyiniz ve onlara bunu söylemelerini emrediniz. İbn Cüreyc de şöyle der: İnsanlara Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında doğruyu söyleyiniz. Onun (kitabınızdaki) niteliklerini değiştirmeyiniz. Süfyan es-Sevrî de şöyle demektedir: İnsanlara marufu emrediniz, münkerden sakındırınız. Ebû'l-Âl-iyye de der ki: Onlara güzel söz söyleyiniz ve sizin en güzel şekilde bağışlanmanızı istediğiniz gibi siz de onları en güzel şekilde bağışlayınız. Bütün bunlar güzel ahlakın faziletli davranışlarına bir teşviktir. O bakımdan insanın insanlara yumuşak söz söylemesi, iyiye, kötüye karşı ehl-i sünnet olana da bid'atçi olana da -yağcılık yapmaya kaçmaksızın- güleryüzlü davranması gerekir. Ayrıca bu gibi kimselere karşı da onun bu sözleriyle bid'atçinin mezhebinden hoşnud olduğunu ifade edecek şekilde konuşmaması da gerekir. Çünkü şanı yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'a: "Ona yumuşak bir söz söyleyiniz" (Tâhâ, 20/44) diye buyurmuştur. O bakımdan başkasına söz söylemek durumunda olan bir kimse bilsin ki Mûsâ ile Harun'dan daha faziletli değildir. Karşısındaki günahkâr da Firavn'dan daha kötü ve habis değildir. Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'a Firavn'a karşı yumuşaklığı emretmiştir. Talha b. Ömer der "ki: Ben Atâ'ya şöyle dedim: Sen yanında değişik, doğru olmayan görüşlere sahip birtakım insanların toplanıp bir araya geldiği bir kimsesin. Ben ise hiddetli bir insanım. Onlara bazen ağır sözler söyleyebiliyorum. Bana şöyle dedi: Hayır, böyle yapma. Yüce Allah: "İnsanlara güzel söz söyleyiniz" diye buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimenin kapsamına yahudiler ve hristiyanlar girmektedir. Ya hanif dinine mensup olan bir kimse nasıl girmez? Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Hazret-i Âişe'ye şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Çirkin söz söyleyen bir kadın olma. Çünkü çirkinlik (fuhuş) eğer erkek kılığında bir varlık olsaydı çok kötü bir erkek olurdu." Sadece ilk cümlesi ile Müslim, Selâm 11; Müsned, VI, 22. Denildiğine göre bu âyet-i kerimede "insanlar" ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine lütfundan vermesi dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) Burada da sanki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e güzel söz söyleyin" denilmiş gibidir. el-Mehdevî'nin Katâde'den naklettiğine göre yüce Allahın: "Ve insanlara güzel söz söyleyin" âyeti cihadı emreden kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Ayrıca bunu Ebû Nasr Abdürrahim, İbn Abbâs'dan da rivâyet etmiştir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme ilk dönemlerde nazil olmuş, daha sonra kılıç âyeti bunu neshetmiştir. İbn Atiyye de der ki: Bu, İslâm ümmetinin, İslâm'ın ilk dönemlerinde benzeri bir emirle muhatab alındığının delilidir. İsrailoğullarına dair haberde ve onlara verilen emirde ise herhangi bir nesh sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Namazı Kılın, Zekâtı Verin: "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. el-Bakara, 2/3 ve 43. âyetlerin tefsiri Burada hitap İsrailoğullarınadır. İbn Atiyye der ki: Onların zekâtının kabulü ise çıkartıp bir yere koydukları ve kabul olunan üzerine ateşin inmesi, olunmayanın üzerine ateşin inmemesiyle anlaşılıyordu. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin zekâtı gibi değildi. Derim ki: Ganimetler hususunda bunun sabit olduğu gibi bunun da delil ile belgelenmesi gerekir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Onlara emrolunan zekât Allah'a itaat ve ihlâs idi. "Sonra" Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi "sizden azınız müstesna yüzçevirdiniz." Hitap, Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşlarınadır. Geçmişlerinin yüzçevirmelerinin bunlara nisbet ediliş sebebi de haktan yüzçevirmekte çağdaşlarının da geçmişleri gibi aynı yolda olduklarından dolayıdır. Nitekim şair: "Bu benim (gördüğüm) Ehzem'den tanıdığım bir huy ve tabiattır" demiştir. "Hâlâ da yüz çevirmektesiniz" âyeti mübtedâ ve haberdir. Âyet-i kerimede geçen i'rad ve tevellî aynı anlamdadır (yüzçevirmek). Ancak kelime ve lâfızlarda farklılık vardır. Tevelli'nin beden ile, i'râd'ın kalb ile yüzçevirmek olduğu da söylenmiştir. el-Mehdevî der ki: "Hâlâ da yüzçevirmektesiniz" âyeti haldir. Çünkü tevelli'de zaten i'râd'a delâlet vardır. Hal olması durumunda ise ayetin bu bölümlerinin meali şu şekilde verilebilir: "Sonra sizin pek azınız müstesna, yüzçevirerek gerisin geri döndünüz. 84Hani sizden: "Birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" diye söz almıştık. Sonra kabul ettiniz ve siz (buna) şahitlik de ediyorsunuz. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "Hani sizden... diye söz almıştık." âyetine dair açıklamalar daha önceden (2/63-64. âyetlerde) geçmiş bulunuyor "Birbirinizin kanını dökmeyin." âyetinde kastedilenler İsrailoğullarıdır. İhtiva ettiği anlamının kapsamına onlardan sonra gelenler de girer. "Dökmeyin" anlamına gelen âyeti i'râb bakımından daha önce (83. âyette) geçen: kelimesi gibidir. Talha b. Mûsârrif ve Şuayb b. Ebû Hamza bu kelimeyi fâ harfini ötreli olarak okumuşlardır ki bu da bir şivedir. Ebû Nehik ise te harfini ötreli, fe harfini şeddeli sin harfini de üstün olarak şeklinde okumuştur. Sefk: Dökmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (30. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. "Ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" âyeti bir önceki cümleye atfedilmiştir. Âyet-i kerimede geçen: "Birbirinizi (diye meali verilen: nefislerinizi)" âyetinde yer alan nefs: Nefâset'ten (nerıslik'ten) alınmadır. Çünkü insanın nefsi ondaki en şerefli unsurdur. "Yurt" anlamına gelen "ed-Dâr" ise kişinin ikamet etmek üzere yapılarının bulunduğu evidir. Göçmek üzere konakladığı yerden farklıdır. Halil der ki: Bir kavmin inip konakladığı her bir yer onların darı (yurdu) olur. İsterse orada bina bulunmasın. Dâr'a bu ismin, orada sakin olanların çevresini (daire gibi) kuşattığından dolayı verildiği söylenmiştir. Nitekim hak (duvar) da içerisinde bulunanları kuşattığından dolayı (kuşatıcı anlamında) bu ismi almıştır. "Sonra kabul ettiniz." Yani siz, sizden ve sizden öncekilerden alınan bu misakı, bu sözü kabul ettiniz. "Ve siz (buna) şahitlik de ediyorsunuz." Yani kalplerinizle buna tanıklık etmektesiniz. Burada sözü geçen "şahitlik"in hazır olmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz hazır bulunuyorken, kanlarınız akıtılıyor ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarıyorsunuz, demek olur. 2- Kişi Kendi Kanını Nasıl Döker, Kendisini Yurdundan Nasıl Çıkartır? Eğer (âyetin lafzî meali olan: "Kendi kanlarınızı dökmeyiniz, kendinizi yurtlarınızdan çıkarmayınız" anlamından hareketle) kişi kendi kanını nasıl döker ve kendisini yurdundan nasıl çıkartır? diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Onlar tek bir millet olup bütün işleri bir olduğundan, geçmiş ümmetler arasında da tek bir kişi durumunda olduklarından dolayı birbirlerini öldürmeleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmaları, bizzat kendilerini öldürmek ve kendilerini sürmek gibi değerlendirilmiştir. Bundan kastın kısas olduğu da söylenmiştir. Yani kimse başkasını öldürmesin, o takdirde kendisi kısasen öldürülür. Bu durumda sanki kendi kanını kendisi dökmüş gibi olur. Aynı şekilde zina etmesin, irtidat da etmesin. Çünkü bu, kanının akıtılmasını mubah kılar. Fesad da çıkartmasın, o takdirde sürgün edilir. Böylelikle kendisini kendi yurdundan çıkarmış gibi olur. Bu, her ne kadar anlam itibariyle sahih ise de oldukça uzak bir te'vil şeklidir. Mesele şu idi: Şanı yüce Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarından birbirlerini öldürmemelerine, birbirlerini sürmemelerine, köleleştirmemelerine, birinin ötekinin hırsızlık yapmasına fırsat vermemesine ve buna benzer birtakım emirlere itaat etmelerine dair söz almıştı. Derim ki: Bütün bunlar bizim için de haram kılınmıştır. Ve bütün bunlar çeşitli fitnelerle bizim aramızda da başgöstermiş bulunmaktadır. İnnâ lillah ve innâ ileyhî râciûn, diyoruz. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Yahut sizi birbirinize katar, birinize birinizin hıncını tattırmaya kadirdir" (el-En'âm, 6/65). Bu âyet ileride gelecektir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyetle ifadenin zahiri anlamı da kastedilmiş olabilir. Yani kimse bizzat kendisini öldürmesin ve kimse sefihlik ederek kendisini yurdundan çıkarmasın. Hintlilerin kendi kendilerini öldürdükleri gibi yapmasın yahut kimse isabet eden ağır bela ve musibetlerin etkisi altında kalarak nefsini öldürmesin, dinini bilmeyerek ve hafif akıllılık ederek serserice sahralara kendisini atıp evlerde barınmamazlık etmesin. Aslında bu âyet, bütün bu hususları kapsayan genel bir buyruktur. Rivâyet edildiğine göre Osman b. Maz'ûn Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından on kişi ile birlikte bey'atte bulunmuştu. Bunlar kıldan yapılmış rahip elbiselerini giymeye, sahralarda dolaşıp evlerin çatısı altında barınmamaya, et yememeye, hanımlara yaklaşmamaya karar verdiler. Bu husus Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşınca Osman b. Maz'ûn'un evine geldi, orada bulunmayınca hanımına şöyle dedi: "Osman'a dair bana ulaşan sözün mahiyeti nedir?" Hanımı ise kocasının sırrını açıklamaktan hoşlanmadığı gibi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yalan söylemekten de hoşlanmadı ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, sana birşey ulaştıysa sana ulaştığı gibidir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şövle buyurdu: "Osman'a de ki: Benim sünnetime mi muhalefet yoksa benim dinimden başka bir din üzere mi (böyle bir karar alıyor)? Şüphe yok ki ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da, oruç da tutuyorum, yediğim günler de oluyor. Hanımlara yaklaştığım gibi evlerin çatısı altında da barınıyorum, et de yiyorum. Benim sünnetimden yüzçeviren benden değildir." Bunun üzerine Osman ve arkadaşları aldıkları bu karardan geri döndüler. Benzer hadisler için bk. Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4 vb. 85Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir fırkayı yurtlarından çıkarıyor, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla yardımlaşıyorsunuz. Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılmaları size haram kılınmıştır. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanın cezası dünyada horluk ve zilletten başkası değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine döndürülürler Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. "Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor..." âyetindeki "siz" mübtedâ olarak ref mahallindedir. İ'râb olmayan bir kelimedir. Çünkü zamirdir. Bu kelimedeki "te" harfinin ötreli olması şundandır: Müzekker ve tekil hitabda esrelidir. Bu harf tesniye yada çoğul zamirde kullanılacak olursa, damme (ötre)den başka bir hareke kalmadığından ötreli gelmiştir. "işte...ler" ile ilgili olarak el-Kutebî der ki: İfade "işte ey...ler" takdirindedir. en-Nehhâs der ki: Bu Sîbeveyh'in görüşüne göre yanlıştır ve câiz değildir. ez-Zeccâc da der ki: Bu edat o kimseler ki..." anlamındadır. "Öldürüyorsunuz" anlamındaki fiil de sıla cümlesine dahildir ve: "Sonra siz öldürenlersiniz..." anlamındadır. Şöyle de denilmiştir: "İşte...ler" anlamındaki kelime, mübtedâ olarak merfû', "siz" zamiri öne alınmış bir haber, "öldürüyorsunuz" anlamındaki fiil de, "işte...ler"den haldir, "işte...ler" anlamındaki kelimenin "yani" anlamındaki bir fiil takdir edilerek nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. ez-Zührî: "(........): Öldürüyorsunuz" âyetini (yine aynı anlamda olmak üzere (........) şeklinde birinci te'yi ötreli, ikincisini de şeddeli olarak okumuştur. Yüce Allah'ın: "Öyleyse Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?" (el-Bakara, 2/91) âyetini da bü şekilde okumuştur. Bu âyet-i kerîme Kur'ân-ı Kerîm'in muhatablarına yöneliktir. Bunun geçmişteki atalarına ait kabul edilmesi ihtimali yoktur. Bu âyet-i kerîme yahudilerden Kaynuka, Kurayza ve Nadiroğulları hakkında nazil olmuştur. Kaynukaoğulları, Kurayzaoğullarının düşmanı idiler. Evsliler Kaynukaoğulları ile, Hazrecliler ise Kurayzaoğulları ile antlaşmah idiler. Nadiroğulları ile Evs ve Hazrecliler ise kardeş durumundaydılar. Kurayza ve Nadiroğulları da aynı durumdaydılar. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılmış ve birbirleriyle Savaşır olmuşlardı. Arkasından Savaş kalkar, bu sefer fidye ile karşılıklı olarak esirlerini kurtarırlardı. İşte yüce Allah, bu durumları dolayısıyla onları ayıplayarak: "Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz" diye buyurmaktadır. "Tezâharûne: Yardımlaşıyorsunuz" âyeti sırt anlamına gelen "zahr"dan türetilmiştir. (Sırtsırta veriyorsunuz, anlamında). Çünkü biri ötekini böylelikle güçlendiriyor, dolayısıyla "sırt" durumunda oluyordu. Şairin şu sözleri de böyledir: "Aynı evin arkaları gibi birbirinizle yardımlaştınız Bir tek kişiye karşı fakat yine de birbirinize denksiniz." Günah (ism): İşleyenin yerilmeyi hak kazandığı fiildir. Düşmanlık (udvan): Zulümde ve zalimlikte haddi aşmakta, aşırıya gitmektir. (......) kelimesini Kûfeliler şeddesiz olarak okumuşlar ve ikinci te'yi birincisinin ona delaleti dolayısıyla hazfetmişlerdir. Medineliler ile Mekkeliler ise bu kelimeyi (...........) şeklinde şeddeli olarak okur, yakın olduğu için ikinci te'yi zı harfine idğam ederler. Bunun aslı ise (............) şeklindedir. "Eğer onun aleyhine yardımlaşmanız" (et-Tahrim, 66/4) âyetinde de böyledir. Katâde, bu kelimeyi (.......) şeklinde okumuştur. Bunların hepsi yardımlaşmak anlamım ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Kâfir, Rabbine karşı yardımcıdır?" (el-Furkan, 25/55) âyeti ile: "Bundan sonra melekler de yardımcıdır" (et-Tahrim, 66/4) âyeti de böyledir. "Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılmaları size haram kılınmıştır" âyetine dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: "Eğer size esir olarak gelirlerse" âyeti şarttır. Cevabı ise: "Onlar için fidyeleşirsiniz" âyetidir. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Amr şöyle derdi: Başkasının eline geçenlere "üsârâ" denilir, ele geçirilen esirlere de "esrâ" denilir. Ancak dilciler Ebû Amr'ın bu söylediğini bilmemektedirler. Bu kelime olsa olsa "sekâra" ve "sekrâ" demek türündendir. Hamza dışında kalan cemaat bu kelimeyi "üsârâ" şeklinde okurken Hamza da esrâ şeklinde okumuştur. -Esir alınan kimse anlamına gelen- "me'sûr" kelimesinin çoğuludur. Ebû Hâtim bu kelimenin çoğulunun esârâ şeklinde yapılamayacağını söylerken ez-Zeccâc da sekârâ denilebileceği gibi esârâ da denilebileceğini söylemiştir. Muhammed b. Yezid'den ise şöyle dediği nakledilmektedir: (Tekilde) esir, (çoğul olarak) üserâ gelir. Zarif ve zurefâ gibi. İbn Fâris der ki: Esir kelimesinin çoğulu esrâ ve üsârâ gelir. Burada bu kelime her iki şekilde de okunmuştur. Çoğulunun "esârâ" şeklinde geldiği de söylenmiştir. Ancak pek güzel bir söyleyiş değildir. Bu kelime kendisi ile yükün bağlandığı deri parçası demek olan "isâr"dan türetilmiştir. Çünkü esir'in de esaret bağları sağlam bağlanır. Araplar: "Devenin hörgücü üzerindeki yükünü bağladı" demek istediklerinde bu kelimeyi kullanırlar. Daha sonra bağlanmasa dahi esir olarak alınan herkese bu ad verilmiştir. el-A'şâ der ki: Ve şiir, beytinde beni öyle bir kayda bağladı ki (şairlikte en ileri dereceye ulaştığını anlatmak istiyor). Yükün önündeki ve terkiye binen kadının tuttuğu tahta parçasını sağlam bağlayanlar (âsirat)ın kayıtladığı (bağladığı) gibi." Yüce Allah'ın: "Esirlerini Biz pekiştirdik" (el-İnsan, 76/28) âyetinde -ki "esr" yaratmak anlamındadır. Adamın üsresi ise, onun kavim ve kabilesi, topluluğu anlamındadır. Çünkü o bunlar vasıtasıyla güç kazanır. "Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz." âyetinde "fidyeleşirsiniz" anlamına gelen kelimesini Nâfi', Hamza ve Kisaî bu şekilde okumuş, diğerleri ise şeklinde okumuşlardır. Bu kelime fidadan gelmektedir. Fidâ ise ellerinde bulunan esirler için fidye istemek demektir. el-Cevherî der ki: "Fidâ" kelimesinin ilk harfi esreli okunursa, hem med ile hem kasr ile söylenir. Üstün ile okunursa yalnız kasr ile söylenir. Meselâ: Babam sana feda olasıca, kalk!" denilir. Araplar arasında yalnızca harf-i cer olan lâm harfinden önce gelmesi halinde "fidâin" şeklinde esreli ve tenvin ile kullananlar da vardır. Bunlar "fidâin lehe; sana feda olsun" derler. Çünkü bu, dua anlamını kast ettikleri bir nekiredir. el-Asmaî de en-Nâbiğa'ya ait şu beyiti nakletmektedir: "Yavaş ol! Feda olsun sana bütün kavimler Ve artırıp durduğum bütün mallar ve evlâtlar..." Fidyesini ödeyip kurtarmayı ifade etmeyi anlatmak için de: "Fedâh" ile "fâdâhu" denilir. "Kendisini ona fidye kıldı" anlamında: "Fedâhu binefsihî" denilir. "Cuiltu fidâde: Sana feda olayım" deme halini anlatmak için: "Feddâhu, yufeddîhi" fiili kullanılır. Biri birinin fidyesini ödediği zaman: Tefâdev (fidyeleştiler) denilir. Fidye, feda ve fidâ hep aynı anlamdadır. Belli bir miktar ödedikten sonra kişinin kendisini kurtarmasını ifade etmek üzere "fâdeytu" denilir. Hazret-i Abbas'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Hem kendimin fidyesini ödedim, hem Akif’in fidyesini ödedim" Buhârî, Salât 42, Cihâd 172, Cizye 4. demesi de bu türdendir. Bu fiil ikincileri harfi cerli olmak üzere iki mef'ûl alan geçişli bir fiildir. Kendimi malım karşılığında ve onu malım karşılığında fidye ile kurtardım, denildiği zaman "malım" kelimesinin başına be harf-i cerri gelmiştir. Şair de der ki: "(Ey kadın) Dur ve esirini fidye ödeyip kurtar, çünkü benim kavmim ile Senin kavmin gördüğüm kadarıyla bir araya gelmezler." 4- Yurtlarından Çıkarılmanın ve Esirleri Kurtarmanın Hükmü: "Halbuki onların çıkarılmaları size haram kılınmıştır." "O" anlamındaki "huve" zamiri hususunda mübtedâ olur ve "yurtlarından çıkanlmâları"na racidir. "Haram kılınmıştır" anlamındaki "muharremun" kelimesi onun haberidir. "İhrâcuhum: çıkarılmaları" ise "o" zamirinden bedeldir. Bu zamir anlatılan olaya ait bir zamir, ondan sonraki cümle de onun haberi kabul edilebilir. Yani: Oysa durum şu ki: Onları çıkarmak size haramdır. Buna göre "ihrâcuhum: çıkarılmaları" ikinci bir mübtedâ, "muharramun: haram kılınmıştır" onun haberi olur. Cümle olarak da, mübtedâ olan "o" zamirinin haberi olur. "Haram kılınmıştır" anlamındaki meçhul fiilde, "çıkarılma"ya ait bir zamir bulunmaktadır. "Haram kılınmıştır" anlamındaki fiilin mübtedâ, "çıkartılmaları" anlamındaki fiilin, meçhul fiilin mef'ûlü ve "haram kılınmıştır" fiilinin haberinin yerini tutan bir kelime olması ve cümlenin bütünüyle "o" zamirine dair haber olması da mümkündür. el-Ferrâ' burada "o" anlamındaki zamirin (i'râbda mahalli olmayan) bir imâd olduğunu ileri sürmüştür. Basralılara göre ise bu hatadır ve anlamsızdır. Çünkü imad söz başında kullanılmaz. "ve huve" kelimesi -ötrenin ağırlığı dolayısı ile- "vehve" şeklinde de okunur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Onun atışı ava isabet edip avı öldürmez Neden ola ki (avcı sayılır o) o avcılar arasında sayılmamalıdır. Başına lâm harfi ya da "summe: sonra" edatı gelmesi halinde de durum böyledir. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden Bk. el-Bakara, 2/29. âyet, onuncu başlık geçmiş bulunmaktadır. İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce Allah, onlardan dört tane ahid (söz) almıştı: Öldürmeyi terketmek, yurtlarından çıkarmayı terketmek, birbirlerine karşı yardımlaşmayı terketmek ve esirlerini fidye ile kurtarmak. Onlar ise esirlerini fidye ile kurtarmak dışında emrolundukları bütün bu emirlerden yüzçevirmişlerdi. Bundan dolayı yüce Allah, onları Kur'ân-ı Kerîm'de kıyâmete kadar okunacak âyeti ile azarlayarak: "Yoksa siz kitabın" Tevrat'ın "bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" diye buyurdu. Derim ki: Allah'a yemin ederim biz de bütün sınamalarda haktan yüzçevirdik, birbirimize karşı yardımlaşır olduk. Keşke müslümanların yardımını alarak yardımlaşmış olsaydık... Nerde? Kâfirler ile birbirimizin aleyhine yardımlaştık. Nihayet kardeşlerimizi müşriklerin hükümlerinin hakimiyeti altında küçülmüş ve zelil olarak bıraktık. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyi’l-azîm. İlim adamlarımız der ki: Bir tek dirhem kalmayacak olsa dahi bütün esirlerin fidye ile kurtarılmaları farzdır. İbn Huveyzimendad der ki: Âyet-i kerîme esirlerin fidye ile kurtarılmalarının vacip olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetler de bu doğrultuda gelmiştir. O esirleri kurtardığı gibi esirlerin kurtarılmalarını da emretmiştir. Müslümanların uygulamaları bu şekilde cereyan edegelmiş ve bu hususta icma gerçekleşmiştir. Esirlerin beytü'l-malden kurtarılmaları icabeder. Eğer beytü'l-malda (kurtaracak fidye miktarı) bulunmuyor ise bu bütün müslümanlar üzerinde bir farzdır. Bu sorumluluğu müslümanlar arasında yeteri kadar üstlenenler, farzın diğerlerinin üzerinden düşmesini sağlarlar. (Farz-ı kifaye). İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. Bk. et-Tevbe, 9/71. âyetin tefsiri 5- Allah'ın Hükmüne Aykırı Hareket Edenlerin Cezası: "İçinizden böyle yapanın cezası dünyada horluk ve zilletten başkası değildir." el-Cevherî der ki: Hizy: Zelil olmak ve hakîr olmak demektir. İbnu's-Sikkît ise bir bela ve musibete duçar olmak demektir, der. ifadesi: Allah onu rezil ve rüsvay etsin, anlamına gelir. 6- Emre Aykırı Hareket Edenlerin Kıyâmet Günündeki Cezaları: "Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine döndürülürler." Burada "döndürülürler" anlamına gelen kelimesini el-Hasen dışındakiler bu şekilde okunmakla birlikte o, yâ harfi yerine te ile şeklinde hitap sîgasıyla okumuştur. (Buna göre anlamı: '"Azâbın en şiddetlisine döndürülürsünüz" şeklinde olur). "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/74. âyette) geçtiği gibi: 86Onlar âhireti vermek karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Azabları hafifletilmez onların, yardım da edilmez onlara. "Onlar âhireti vermek karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir" âyetine dair acıkmalar da (el-Bakara, 2/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 87Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya o kitabı verdik ve ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem'in oğlu Îsa'ya da beyyineler verdik. Onu Rûhul-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hevasına uymayan bir peygamber geldiği her seferinde büyüklük tasladınız bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz; ha! "Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya o kitabı" Tevrat'ı "verdik ve ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik." Peygamberler biri diğerinin peşisıra geldiler. Birbiri ardınca göndermeye "takfiye" denilir. Boynun arka kısmı demek olan "kafâ"dan alınmıştır. Arkasından gelindiği takdirde "istikfâ" ta'biri kullanılır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir. Çünkü kendisinden önceki sözün izinden gider. Kafiye aynı zamanda kafa (boynun arka) anlamındadır. Hadîs-i şerîfte geçen: "Şeytan sizden herhangi birinizin başının kafiyesi (arka kısmı) üzerine düğüm atar" Buhârî, Teheccüd 12; Müslim, Musâfirîn 207; İbn Mâce, İkâme 174. ifadesi de buradan gelmektedir. "Kafiyy" ve "kefâvet" ikramda bulunulmak istenen kimseye saklanan süt ve benzeri şeyler demektir. Kötülük yaptığını iftira yoluyla ileri sürmek, itham etmek anlamını ifade için de bu kökten gelen kelimeler kullanır. "Kufvet" ise, seçkin kimseler anlamındadır. İbn Dureyd: (Bu kök) zıt anlamlı kelimelere benziyor, der. İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Sonra rasullerimizi birbiri ardınca gönderdik." (el-Mü’minun, 23/44) âyetini andırmaktadır. Hazret-i Mûsa'dan Hazret-i Îsa'ya kadar gelen bütün peygamberler Tevrat'ın kabul edilmesi, hükümlerine uyulması gerektiğini de belirtmişlerdir. Rasûl kelimesinin çoğulu ise Hicazlıların şivesinde rusul, Temimlilerin şivesinde ise rusl şeklinde gelir. Muzaf olup olmaması arasında da fark olmaz. Ebû Amr, bu kelimeyi iki harfle izafet edildiğinde hafif (rusl şeklinde), tek harfte izafe edildiğinde ise sakil (rusul şeklinde) okurdu. "Meryem'in oğlu Îsa'ya da beyyineler" açık deliller, kesin hüccetler "verdik." Bunlar ise İbn Abbâs'ın görüşüne göre yüce Allah'ın Âl-i İmrân Sûresi'nde (49. âyet) ile Mâide sûresinde (110. âyet-i kerimede) sözünü ettiği hususlardır. "Onu Ruhu’l-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan, Ma'mer'in de Katâde'den rivâyetine göre Cebrâîl aleyhisselam'dır; "ile destekledik." Hasan b. Sabit de şöyle demiştir: "Cibril de aramızda Allah'ın rasûlüdür Ve o Ruhu'l-kuds'tür; bunda hiçbir kapalılık yoktur." en-Nehhâs der ki: Hazret-i Cebrâîl'e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin sebebi yüce Allah'ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksızın ruh olarak yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hazret-i Îsa'ya da "ruh" ismi verilmiştir. Galib b. Abdullah Mücâhid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: el-Kuds, aziz ve celil olan Allah'tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah'tır, onun ruhu ise Cibril'dir, demiştir. Ebû Ravk, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbâs'tan "Ruhu’l-Kuds ile" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Bu, Hazret-i Îsa'nın kendisi vasıtasıyla ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Saîd b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr de söylemiş olup Allah'ın ism-i azamidir (derler). Ruhu'l-Kuds'ten kastın İncil olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'e yüce Allah'ın şu âyetinde "ruh" ismi verildiği gibi yüce Allah İncil'e de bu şekilde "ruh" ismini vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." (eş-Şûrâ, 42/52) Ancak birinci görüş daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kuds ise temizlik, paklık anlamındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/30. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hevâlarına Uymayan Bir Peygamber Gelirse... "Size nefislerinizin hevasına uymayan" ona uygun ve yatkın gelmeyen, yani nefislerinizin sevmediği, hoşlanmadığı "bir peygamber geldiği her seferinde büyüklük tasladınız." Peygamberleri hakir görerek ve onunla birlikte risaletin gönderilmesini uzak bir ihtimal kabul ederek onun çağırışını kabul etmeyip büyüktendiniz. Hevâ, asıl anlamı itibariyle bir şeye meyletmek demektir. Çoğulu -Kurân-ı Kerîm'de geçtiği şekilde- "ehvâ" şeklinde gelir. "Nedâ" kelimesini Araplar "endiye" şeklinde çoğul yapmış olsalar dahi, (aynı vezinde olmak üzere): "ehviye" şeklinde gelmez. Nitekim şair şöyle demiştir: "Meclislerin kurulduğu bir cumâdâ (ayı) gecesinde ki; Karanlığında köpekler çadır iplerinin bağlandığı kazıkları görmezler." el-Cevherî der ki: Bu şekildeki çoğul şâzz (nâdir ve istisnaî) bir kullanımdır. Hevâ'ya bu adın veriliş sebebi, sahibini cehenneme doğru yuvarladığından (yehvî) dolayıdır. O bakımdan bu kelime çoğunlukla hak olmayan ve hayır bulunmayan şeyler hakkında kullanılır, başka şeyler hakkında kullanılmaz. İşte bu âyet-i kerîme de bu türdendir. Nadiren hak ilel ilgili olarak da kullanılır. Hazret-i Ömer'in Bedir'de alınan esirler hakkında söylediği şu söz böyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'in dediğini sevdi (heviye) fakat benim dediğimi sevmedi. Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32 Hazret-i Âişe de sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim gördüğüm o ki, senin Rabbin hevâm (sevdiğini, arzunu) yerine getirmekte acele davranıyor." Buhârî, Tefsir 33. sûre 7, Nikâh 29; Müslim, Radâ' 49-50; İbn Mâce, Nikâh 57; Müsned, VI, 134, 158, 261. Bu iki hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. "Bir kısmını yalanladınız." Îsa ve Muhammed (ikisine de selâm olsun) gibi. "Bir kısmını da öldürdünüz ha!" Yahya ve (7. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir. 88Kalplerimiz kılıflıdır, dediler. Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar az îman ederler! Yahudiler "kalplerimiz kılıflıdır, dediler." Yani üzerlerinde örtüler vardır. Yüce Allah'ın: "Bizi davet ettiğin şeyden ötürü (ona karşı) kalplerimiz örtüler içindedir." (Fussilet, 41/5) âyetine benzemektedir. Yani bizim kalplerimiz onları örten kaplar içerisindedir. Mücâhid der ki: Onlar üzerinde perdeler vardır. İkrime, onlar mühürlüdürler anlamındadır, demektedir. Dilciler de: Kılıcı kılıfladım, ona kılıf yaptım anlamındadır, derler. "Kılıflı kalp" demek, anlama ve ayırdetmeye karşı örtülü kalp demektir. İbn Abbâs, el-A'rec ve İbn Muhaysin bunu şeklinde lâm harfini ötreli olarak okumuşlardır. İbn Abbâs der ki: Yani bizim kalplerimiz ilimle zaten doludur. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bilgisine de başkasının bilgilerine de ihtiyacı yoktur. Bu kelimenin "ğilâf' kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Yani bizim kalplerimiz zaten ilmin kaplan durumundadır. Ne diye bu kalplerimiz pek çok ilmi kuşatmış olmakla birlikte (anlamış olmasına rağmen) senden birşey anlayamıyor? Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Kalplerimiz ilim dolu kalpler olduğu halde Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilmi, o kalplerimizin bilgisi dışında değildir. Ancak yüce Allah: "Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir, onlar ne kadar az îman ederler" diye iddialarını reddetmektedir. Arkasından da onların imandan kaçışlarının sebebini beyan etmektedir. Bu ise onların daha önce yaptıkları inkâr, küfür ve gösterdikleri yersiz cüretkârlıklar dolayısıyla lanete uğratılmış olmalarıdır. İşte bu günaha daha büyüğü ile ceza vermektir. Arap dilinde "lanet etme"nin asıl anlamı kovmak ve uzaklaştırmaktır. Kurda da laîn (kovulan) denilmiş. Kovulmuş adama da "laîn" ismi verilir, eş-Şemmâh da şöyle demiştir: "Onunla keklikleri korkuttum ve uzaklaştırdım yanından Kovulmuş (lain, lanetli) adam gibi duran kurdu da." Burada aslında ifade: "Adam gibi duran kovulmuş kurdu da" takdirindedir. Buna göre "onlara lanet etmiştir" âyeti, Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır, demek olur. Tevfik ve hidâyetinden uzak tutmuştur, her türlü hayırdan uzak tutmuştur anlamına geldiği de söylenmiştir ki bu sonuncusu genel bir anlam ifade eder. "Onlar ne kadar az îman ederler!" âyeti hafzedilmiş bir mastarın sıfatıdır; onlar az îman ederler takdirindedir. Ma'mer der ki: Bunun anlamı: Onlar ancak ellerinde bulunanın az bir kısmına îman eder, çoğunu ise inkâr eder, kâfir olurlar. Yani onlar çok az îman ediyorlar, demek olur. el-Vakidî der ki: Bunun anlamı ise az veya çok hiçbir şekilde îman etmezler, demektir. Günlük konuşmada: Bunu ne kadar da az yapıyor, ifadesini hiçbir şekilde yapmıyor manasında kullanmamıza benzer. el-Kisaî der ki: Araplar: Pırasası ve soğanı dahi çok az biten bir topraktan geçtik, derken; hiçbir şey bitirmeyen, hiçbir şeyin bitmediği bir topraktan geçtik, demek isterler. 89Daha önce kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken, onlara Allah katından beraberlerinde bulunanı tasdik edici bir kitap gelince; işte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir. "Daha önce kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken" yardım talep ediyorlarken "onlara" yahudilere "Allah katından beraberlerinde bulunanı" Tevrat'ı ve İncil'i "tasdik edici" onlarda bulunanı haber verici "bir kitap" yani Kur'ân-ı Kerîm "gelince, işte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler." Fetih istemek (istiftah): yardım dilemek demektir. Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhacirlerin fakirleri ile -yani onların dua ve namazları ile- "fetih (zafer)" isterdi. Yakın manada bir hadis için bk. Tirmizî, Cihâd 24. Yüce Allah'ın: "Olur ki Allah fethi (zaferi) veya kendi katından bir emir verir de..." (el-Maide, 5/52) âyetindeki fetih de bu anlamdadır. Nasr (yardım) ise kapalı bir şeyi açmak (feth) demektir. Buna göre bu kelime Arapların kapıyı açtım (fetahtu) demelerinden gelmektedir. Nesâî, Ebû Said el-Hudrî'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Allah'ın bu ümmete yardımı (nasrı) zayıfları, onların duaları, namazları ve ihlasları sayesindedir." Nesâî, Cihâd 43. Ancak Ebû Said el-Hudrî'den değil, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan. Yine Nesâî Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bana zayıf kimseleri getiriniz. Çünkü sizler ancak zayıflarınız sayesinde rızıklanır ve yardım olunursunuz." Nesâî, Cihâd 43; Tirmizî, Cihâd 24; Müsned, V, 198. Ayrıca bk. Buhârî, Cihâd, 76; Ebû Dâvûd, Cihâd 70. İbn Abbâs der ki: Hayber yahudileri Gatafanlılarla Savaşırdı. (Bir seferinde) karşı karşıya geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Yahudiler şu duayı yaptılar: Senden ahir zamanda bize göndereceğini vadettiğin o ümmi peygamber hakkı için onlara karşı bizleri muzaffer etmeni diliyoruz. İbn Abbâs devamla der ki: Karşılaştıklarında yahudiler bu duayı yapıyorlar ve Gatafanlıları bozguna uğratıyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilince de onu inkâr edip kâfir oldular. Bunun üzerine yüce Allah: "Daha önceden kâfirlerin aleyhine feth istiyorlarken" yani ya Muhammed senin vasıtan ile yardım istiyorlarken âyetini., "artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" bölümüne kadar inzal buyurdu. "...onlara... gelince" anlamındaki âyette yer alan: inde"nin cevabı, -el-Ferrâ''ya göre tanıdıkları kendilerine geldiğinde" âyetinde yer alan "fâ" ve ondan sonra gelen âyetlerdir. el-Ahfeş Said ise der ki: Bu edatın cevâbı, işiten tarafından bilindiği için hazfedilmiştir. ez-Zeccâc da böyle demiştir. el-Müberred ise der ki: "Onlara... geldiğinde" âyetinde yer alan (U)in cevabı "Onu inkâr ettiler" âyetinde verilmiştir. Bu edatın ikinci defa tekrarlanması ifadenin uzunluğundan dolayıdır. Bunun anlamı ise günahlarını söyletmek ve pekiştirmektir. 90Allah'ın kullarından dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp Allah'ın indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür! Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için küçültücü bir azap vardır. "... nefislerini satmaları ne kötüdür!" Arap dilinde; "ne kötüdür (bi'se)!" yergi ifade eder. Nitekim "ne iyidir (ni'me)" de övgü için kullanılır. Bu iki fiilin şu şekilde dört türlü söyleyişi vardır: Sîbeveyh'e göre ifadenin takdiri şöyledir: Kâfir olmak suretiyle nefislerini satmaları ne kötü bir iştir! Burada "ni'me" ve "bi'se" fiilleriyle ilgili sarf-nahvî açıklamalar gerekli görülmediğinden tercüme edilmemiş, âyetin anlamına dair açıklamaların tercümesi ile yetinilmiştirni yüce Allah peygamberine lütfunu indirdiği için kıskanıp "Allah'ın indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür!" el-Ferrâ' da der ki: Yani onlar Allah'ın indirdiklerini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmış oldular. Anlamı da şudur: Onlar hakkı batıla, imanı küfre değiştirdiklerinde kendileri için çok kötü bir tercih yapmış, çok kötü bir seçimde bulunmuş oldular. "Kıskanıp..." es-Süddî ile Katâde'ye göre "Bağy" kıskançlık demektir, el-Esmaî'ye göre ise yara kötü bir hal aldığında kullanılan dan alınmıştır. Asıl anlamının "taleb etmek, istemek" olduğu da söylenmiştir. Zaniye'ye "bağiyy" denilmesi bundan dolayıdır. "Kullarından dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp"; ya- "...Allah'ın indirmesini" anlamındaki âyeti İbn Kesîr, Ebî Amr, Ya'kub ve İbn Muhaysın şeklinde okumuşlardır. Kur'ân'ın sair yerlerinde de bu kelimeyi böylece okurlar. Ancak Hicr Sûresi 21. âyetteki: ile el-En'am 37 deki, bundan müstesnadır. "Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazap ile döndüler. Ellerine gazap geçmiş oldu. "Onlara gazab"ın anlamına dair açıklamalar daha önceden (Fâtiha, 1/7. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Allah'ın gazabı ise O'nun cezası demektir. Birinci gazabın buzağıya taptıklarından dolayı olduğu, ikinci gazabın ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr etmelerinden dolayı olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. İkrime de şöyle demiştir: Çünkü onlar önce Hazret-i Îsa'yı sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr ederek kâfir oldular. Kastettiği kimseler ise yahudilerdir. Said'in rivâyetine göre ise Katâde şöyle demiştir: Birinci gazab, İncil'i inkâr etmeleri, ikincisi ise Kur'ân'ı inkâr etmeleri dolayısıyla olmuştur. Bazıları da şöyle demiştir: Burda anlatılmak istenen gazabın pekiştirilmesi ve onların içinde bulundukları durumun sıkıntılı olduğunun ifade edilmesi içindir. Yoksa iki ayrı masiyet sebebiyle iki ayrı gazaba, uğradıkları anlamında değildir. "Küçültücü (muhîn)" kelimesi "hevân"dan alınmadır. Bu ifade, müslüman isyankârların uzun süre kalışlarından farklı olarak cehennemde kâfirlerin ebediyyen kalışlarını gerektiren durumlar hakkında kullanılır. Müslümanların cehennemde kalışları ise onlar için bir arındırma ve temizlemedir. Tıpkı zina edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi gibi. İleride yüce Allah'ın izniyle en-Nisâ Sûresi'nde (16. âyette) buna dair açıklamaları ihtiva eden Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen hadiste de bu husus belirtilecektir. 91Onlara: "Allah'ın indirdiğine îman edin" denildiği zaman: "Biz, bize indirilene îman ederiz" derler ve arkasından geleni de inkâr ederler. Halbuki o beraberlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: "Madem ki mü’min idiniz, öyleyse daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?" "Onlara: Allah'ın indirdiğine" Kur'ân-ı Kerîme "îman edin" tasdik edin "denildiği zaman: Biz, bize indirilene" Tevrat'a "îman ederiz" onu tasdik ederiz "derler ve arkasından geleni" yani el-Ferrâ''ya göre onun dışında kalanları, Katâde'ye göre de ondan sonra geleni "de inkâr ederler." Ebû Ubeyde de Katâde'nin görüşünü benimsemiştir. İki görüş arasında da fark yoktur. el-Cevherî der ki: Verâ, arka anlamındadır, ön anlamına kullanıldığı da olur. O bakımdan bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Çünkü arkalarında her gemiyi zorla gasbeden bir kral vardı." (el-Kehf, 18/79) diye buyurmaktadır ki burada da "önlerinde.." anlamındadır. Bu kelimenin küçültme ismi: "Vurayyie" şeklinde gelir ve şâzz bir kelimedir. Âyet-i kerimede bu kelimenin mansub gelmesi, zarf olduğundandır. el-Ahfeş'e göre merfû olarak ve muzaf olmayarak kullanılması halinde, nihâî uzaklık anlamını ifade eder ve o taktirde isim olur. O taktirde de irab olmayan (gayr-i mütemekkin) bir isim olup "min kablu, min ba'du: önceden, sonradan" isimlerine benzer. Şahit olarak da (el-Cevherî) şu beyiti zikretmektedir: Ben sana (gelecek bir zarardan yana) emin olmazsam ve eğer Sana kavuşmak da ancak ötelerin ötesinden olabiliyorsa..." Derim ki: Şefaat hadisinde İbrahim (aleyhisselâm)in söyleyeceği belirtilen: "...Ben ancak uzaktan uzağa bir halil idim." Müslim, Îman 329. ifadesi de bu kabildendir. Bu kelime torun anlamına da gelmektedir. "Halbuki o... gerçektir" âyeti müpteda ve haber; "doğrulayıcı" âyeti, Sîbeveyh'e göre te'kid edici haldir. "Beraberlerindekini" âyetinde yer alan lâm harfi ile cer mahallindedir,): beraberlerinde" âyeti onun sılasıdır. "Halbuki o beraberlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: Madem ki mü’min idiniz" yani îman edilmesi gereken şeylere inanan kimseler idiniz "öyleyse daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?" Yüce Allah onların kendilerine indirilenlere îman ettiklerini söyledikleri sözlerini reddetmekte, bu hususta onları yalanlayıp azarlamaktadır. Anlamı şudur: Size bu iş yasaklandığı halde neden Allah'ın peygamberlerini öldürmüş bulunuyorsunuz? Burada hitap Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bulunanlara olmakla birlikte kastedilenler geçmişleridir. Geçmişlerin çocuklarına bu şekilde hitabın yöneltiliş sebebi ise, peygamberleri öldüren o kimseleri veli ve dost edinmeleridir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer Allah'a, Peygambere ve ona indirilene îman ediyor olsalardı onları veliler edinmezlerdi." (el-Mâide, 5/81) Onları veli edindiklerine göre onlar da veli edindikleri kimselerin durumundadırlar, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar atalarının yaptıkları işe razı oduklarından dolayı bu öldürme işi de onlara nisbet edilmiştir. "(........): Öldürüyorsunuz" fiilinin, anlam itibari ile mazi olmakla birlikte muzâri' gelmesinin sebebi, "daha önce" anlamındaki âyetle herhangi bir karışıklığın önlenmiş olmasındandır. Herhangi bir karışıklığa meydan vermeyecekse mazinin muzâri', muzâri'in mazi anlamında kullanılması mümkündür. el-Hutay'a da şöyle demiştir: "Hutay'a şahitlik etti (edecek) ki; Rabbimin huzuruna çıkacağı gün Özür dilemek Velid'e daha uygundur." Görüldüğü gibi burada "tanıklık etti" "edecek" manasınadır. "Madem ki mü’min idiniz" niçin peygamberlerin öldürülmesine razı oldunuz? Buradaki "(........): Madem ki" edatının anlamında olduğu da söylenmiştir. (Buna göre âyetlerin anlamı şöyle olur: "Öyle ise Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz? Siz (esasen) îman etmiyordunuz.") Âyetteki ": ...o şeyi"nin aslı şeklinde olup Elif harfi, istifham (soru) ile haberi birbirinden ayırd etmek içindir. Burada vakf yapmamak gerekir. Çünkü burada sonuna (sakin) bir "he" getirmeden vakıf yapılırsa lahn (dil hatası) olur, kabul gören hat şekline ilâvede bulunmuş olur. 92Yemin olsun ki Mûsâ size beyyinelerle gelmişti. Sonra siz onun ardından zâlimler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz. "Yemin olsun ki Mûsâ size beyyinelerle gelmişti" âyetindeki (vav harfinden sonra gelen): "lâm" yemin içindir. Sözü geçen "el-beyyinât" ise yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Mûsa'ya dokuz tane apaçık âyet (ayâtin beyyinât) vermiş idik." (el-İsra, 17/101) âyetinde sözü geçenlerdir. Bunlar ise asa, kıtlık yılları, el, kan, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ile denizin yarılması mucizeleridir. Sözü geçen beyyinât'ın Tevrat ve ondaki açık belgeler olduğu da söylenmiştir. "Sonra siz onun ardından zâlimler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz." Bu âyet onlar için bir azardır. " Sonra" edatı azarlamak hususunda "vav" harfinden daha beliğdir. Yani sizler âyetlere baktıktan ve âyetlerin size gelmesinden sonra buzağıyı ilâh edindiniz, anlamındadır. Bu onların bu işi apaçık âyetlere gereken şekilde eğilmek üzere bir süre geçtikten sonra yaptıklarını göstermektedir ki, bu da onların suçlarının daha büyük olduğunu ifade eder. 93Hani Biz sizden söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: "Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" (demiştik). Onlar: "Dinledik, isyan ettik" demişlerdi. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı kalplerine içirilmişti. De ki: "Eğer mü’minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" "Hani Biz sizden söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: 'Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin' (demiştik)." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/63-64. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. "Dinleyin" itaat edin, anlamındadır. Yalnızca söylenen sözü idrak edip kavrayın, şeklinde bir emirden ibaret değildir. Anlatılmak istenen ise dinledikleriniz gereğince amel edin, onlara bağlı kalın şeklindedir. Namaz kılan kimsenin söylediği: Semiallahu limen hamideh (Allah kendisine hamdeden kulunu işitmiştir) sözlerinin anlamı da onun dileğini kabul etti, isteğine icabet etti, demektir. Şair der ki: "Allah'a dua ettim, nihayet şundan korktum: Allah dediğimi işitmez (kabul buyurmaz) diye." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Dinlemek, itaat etmek ve teslim olmak Temimoğulları için daha hayırlıdır ve daha esenliklidir." "Onlar: Dinledik,isyan ettik, demişlerdi." Bu, dilleriyle söyleyerek gerçekten ifade ettikleri bir söz mü yoksa bizzat söylenmiş bir söz yerine geçen işledikleri bir fiil olup burdaki ifadenin mecaz mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Havuz doldu ve: Yeter bana artık, dedi Yavaş ol, ağır ol, karnımı doldurdun, dedi." Bu, onların: "Biz bize indirilene Îman ederiz" (âyet, 91) şeklindeki sözlerine karşı aleyhlerine bir delillendirmedir. "Küfürleri yüzünden buzağı"nın sevgisi "kalplerine içirilmişti." Yani kalplerine bu sevgi içirilir oldu. İfade bir teşbih ve bir mecazdır. Buzağının sevgisinin ve ilâh olduğunun kalplerinde iyice yer ettiğini ifade etmektedir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Fitneler hasır gibi çubuk çubuk kalplere sunulur. Hangi kalbe bu (fitneler) içirilirse ona siyah bir nokta konulur..." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 231; Müsned, V, 386, 405 Deyim olarak: Onun kalbine filan şeyin sevgisi içirildi denilir. Şair Züheyr de der ki: "içimdeki bir sevgiden sonra ayıkıp kendime geldim Sevgi dediğin şey kalbine içirdiğin bir zehirdir." Burada buzağının sevgisi "yemek" ile değil de "içmek" ile ifade edilmiştir. Çünkü içilen su iç taraflarına ulaşacak şekilde azalara nüfuz eder. Yiyecek ise bu şekilde nüfuz edemez. Bu manayı tabiînden birisi daha da ileriye götürerek hanımı Asme hakkında bir şiir söylemiştir. O hanımına yaptığı bir iş dolayısıyla kızmış, hanımını boşamıştı, hanımını da oldukça seviyordu. İşte onun sevgisini dile getirirken şunları söyler: "Asme'nin sevgisi içime nüfuz etti, kalbimin; Çok basittir sevginin görünen kısmı görünmeyenine göre. Ulaştı sevgisi içeceğin dahi ulaşmadığı yerlere Kederin de sevginin de ulaşmadığı yerlere, Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse Uçacak oluyorum eğer bir insan uçarsa." es-Süddî ve İbn Cüreyc de der ki: Mûsâ (aleyhisselâm) buzağıyı törpü ile törpüledi ve onu suya serpti. İsrailoğullarına da: Haydi bu sudan içiniz, dedi. Hepsi o sudan içti. Buzağıyı seven kimsenin dudakları üzerinde törpülenen altının tozları dışarı çıktı. O sudan kim içtiyse mutlaka delirdiğine dair bir rivâyet de el-Kuşeyrî tarafından nakledilmektedir. Derim ki: Buzağının suya sallallahü aleyhi ve sellemurulmasına yüce Allah'ın: "Sonra Biz onu denize darmadağın edip sallallahü aleyhi ve sellemuracağız." (Taha, 20/97) âyeti delalet etmektedir. Suyun içilmesi, törpülenen tozların dudaklar üzerinde görülmesi iddiasını ise yüce Allah'ın: "Buzağı kalplerine içirilmişti" âyeti reddetmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "De ki: Eğer mü’minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Yani sizin: Bize indirilene îman ederiz, sözlerinizle sahibi olduğunuzu iddia ettiğiniz imanınız size ne kötü şeyleri emretmektedir! Denildiğine göre bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitap olup bu şekilde onları azarlamalarını emretmektedir. Yani Ya Muhammed, onlara de ki: Sizin bu yaptığınız ve bu imanınızın size yapmayı emrettiği bu şeyler ne kadar kötüdür! "Ne kadar kötüdür" anlamına gelen (bi'se) âyetine dair açıklamalar daha önceden: (Bakara, 2/90. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca Allah'a mahsustur. 94De ki: "Eğer Allah nezdinde âhiret yurdu insanlar arasından sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise, o halde ölümü temenni edin, eğer doğru söyleyenler iseniz." Yahudiler -yüce Allah'ın kitab-ı keriminde bizlere de naklettiği- batıl birtakım iddialarda bulunmuşlardır. Bu batıl iddialarını yüce Allah şu ve benzeri diğer buyruklarda bizlere aktarmış bulunmaktadır: "Sayılı günler dışında bize kat'iyyen cehennem ateşi dokunmaz" (el-Bakara, 2/80); "Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete girmez, dediler" (el-Bakara, 2/111) ve ayrıca: "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" (el-Maide, 5/18) gibi sözler söylediler. Yüce Allah ise bütün bu hususlarda onları yalanladı ve delil getirmek zorunda bırakarak şöyle buyurdu: "Onlara de ki" ya Muhammed: "Eğer Allah nezdinde âhiret yurdu" cennet "insanlar arasından sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise, o halde ölümü temenni edin, eğer" söylediğiniz bu sözlerinizde "doğru söyleyenler iseniz." Çünkü cennet ehlinden olduğuna inanan bir kimse ölümü dünya hayatından daha çok sever. Buna sebep ise ulaşacağı cennet nimetleridir. Ve dünyadaki sıkıntı ve eziyetlerden kurtulup bunların son bulmasıdır. Ancak onlar işlediklerinin çirkinliği ve "Biz Allah'ın oğulları ve çocuklarıyız" sözleriyle kâfir olduklarını bildikleri, dünya hayatına olan tutkuları dolayısıyla, Allah'tan korktuklarından ölümü temenni etmekten geri kaldılar, böyle bir şeye yanaşmadılar. Bundan dolayı yüce Allah hak âyeti ile onların durumunu haber vererek: "Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler, Allah zâlimleri çok iyi bilendir" âyeti ile onların yalancı olduklarını çok açık ve kesin bir şekilde ifade buyurmuştur. Aynı şekilde eğer ölümü temenni etmiş olsalardı mutlaka ölürlerdi. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Yahudiler, ölümü temenni etmiş olsalardı ölürler ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi." Müsned, I, 248 Denildiğine göre yüce Allah onları böyle bir temenniyi açığa vurmaktan alıkoydu ve sadece birşey söylememek durumuna maruz bıraktı. Tâ ki bunu peygamberine bir mucize ve bir âyet kılsın diye. İşte bunlar, onların böyle bir temenniyi terkedişlerine dair üç ayrı izahtır. İkrime ise İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Ölümü temenni ediniz" âyetinde anlatılmak istenenin bizden ve sizden hangi kesim yalan söylüyor ise ona ölümün gelmesi için beddua ediniz, demek olduğuna dair açıklamada bulunduğunu kaydetmektedir. Ancak kendilerinin yalancı olduklarını bildiklerinden dolayı böyle bir duada bulunmadılar. 95Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler. Allah zâlimleri çok iyi bilendir. Eğer: Temenni kimi zaman dil ile kimi zaman kalp ile olabilir. Onların kalpleriyle böyle bir şeyi temenni etmedikleri nereden bilinmektedir, diye sorulursa şu cevap verilir: Kur'ân-ı Kerîm bunu: "Onu hiçbir zaman temenni etmezler" âyeti ile ifade etmektedir. Kalpleriyle böyle bir şeyi temenni etmiş olsalardı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cevap vermek ve onun kendilerine karşı getirdiği delili çürütmek kasdıyla dilleriyle elbette açığa vururlardı ki bu açıkça anlaşılan bir husustur. "Hiçbir zaman" (anlamına: ebeden, ebediyyen) kelimesi az çok zaman dilimleri hakkında kullanılır. Hîn ve vakit gibi. Burada ise ömrün başından ölüme kadar olan süreyi kapsamaktadır.
": O şey sebebiyle" âyetindeki anlamında olup aid (o, anlamındaki zamir) hazf edilmiştir. İfade ise; "Önden gönderdikleri o şey" takdirindedir. Bu "mâ" masdar anlamını veren türden olursa, aide gerek kalmaz. "Elleri" anlamındaki kelime, ref mahallindedir. Esre ile birlikte söylenmesi ağır geldiğinden ötürü damme hazfedilmiştir. Eğer nasb edilmesi gerekirse o taktirde harekesini alır. Çünkü nasbin telaffuzu kolay olur. Şiirde sakin (harekesiz olarak, med harfi gibi) gelmesi de caizdir. " Allah zâlimleri çok iyi bilendir" âyeti mübteda ve haberdir. 96Yemin olsun ki sen onları insanlar arasında -müşriklerden bile- hayata daha tutkun kimseler bulursun. Onlardan her birisi kendisine bin yıl ömür verilsin ister. Halbuki onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla görendir. "Yemin olsun ki sen onları" yahudileri "insanlar arasında -müşriklerden bile - hayata daha tutkun kimseler bulursun." Buna sebep ise günahlarını ve Allah katında karşılığını görecekleri bir hayırlarının olmadığını bilmeleridir. Arap müşrikleri ise bu dünya hayatından başkasını bilmezler. Onlar ahireti tanımazlar. Nitekim Arap müşriklerinden şair birisi (İmruu’l-Kays) şöyle demektedir: "Dünyadan faydalan, çünkü sen fanisin Sarhoşlukla ve güzel kadınlarla." "Onlardan her biri" âyetindeki zamir bu açıklamaya göre yahudilere aittir. Burada sözün "hayat" kelimesi ile tamam olduğu da söylenmiştir. Bundan sonra ise müşriklerden bir kesimin durumu haber verilmektedir. Bu görüşe göre âyetin meali şöyle olur: "Yemin olsun ki sen onları insanlar arasında hayata en tutkun kimseler bulursun. Müşriklerden olan her bir kimse de kendisine bin yıl ömür verilsin ister..." Denildiğine göre sözü edilen bu müşrikler taifesi mecûsilerdir. Bu ise onların aksıran bir kimseye kendi dillerinde "bin yıl yaşayasın" anlamında dua etmelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Özellikle "bin yıl"ın sözkonusu edilmesinin sebebi ondalıklı sayılar hesabıyla nihaî rakam oluşundan dolayıdır. el-Hasen'in görüşüne göre ise burada sözü geçen "müşrikler" Arap müşrikleridir. Onların bu özelliklerinin sözkonusu edilmesi ise öldükten sonra dirilişe îman etmeyişleridir. Bundan dolayı onlar uzun bir ömre sahip olmayı temenni ederler, "sene" kelimesinin anlamı ya da olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre ise ifadede takdim ve tehir vardır ve bunun anlamı ise şöyle olur: Sen onları ve müşriklerden bir taifeyi insanlar arasında hayata en tutkun kimseler olarak görürsün. "Onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilsin ister." Yani temenni eder. ister" kelimesinin aslı, olup aynı cinsten harekeli iki harf bir araya gelmesin diye böyle kullanılır. Dâl harfinin harekesi de vav harfine verilerek, fiilin vav harfinin üstün olduğuna delâlet etmesi sağlanmıştır. el-Kisâî diye bir kullanım nakletmiştir. Buna göre bu fiilin muzari' şeklinin vav harfi esreli olarak gelmesi mümkündür. Anlamı belirtildiği gibi, temenni etmektir. "Halbuki onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir." Nahivciler âyet-i kerimede yer alan (ve o anlamına gelen): huve zamirinin kime ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu zamirin daha önce geçen "her biri" kelimesine ait olduğu söylenmiştir. O vakit ifadenin takdiri şudur: Onlardan herhangi birisinin ömrünün uzatılması, kendisini azaptan kurtarmaz. Mübtedanın haberi ise mecrûrda ("azabtan" anlamındaki kelimede) mündemiçtir. Ömrünün uzatılması" ise, "kendisini kurtarıcı" nın failidir. Bir diğer gruba göre de zamir ömrün uzatılmasına aittir. O vakit ifadenin takdirî anlamı şöyle olur: Onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Haberi ise mecrûrda mündemiçtir. "Ömrünün uzatılması" da bu görüşe göre "ömür vermek" anlamındaki "ta'mir" mastarından bedeldir. et-Taberî de, bir kesimin buradaki "huve" zamirinin (bir yere ait olmayıp) imâd olduğunu söylediklerini nakletmektedir. Derim ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü imâd, birbirinden ayrı kalması sözkonusu olmayan iki şey arasında yer alır. Yüce Allah'ın "Eğer bu... hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl, 8/32) ile: "Fakat onlar bizzat zâlimler idiler" âyetinde ve benzerlerinde olduğu gibi. Bir görüşe göre amel eden olup "huve" zamiri onun ismidir. Haber ise: "kendisini kurtarıcı" anlamındaki kelimedir. Bir kesimin kanaatine göre de "huve" zamiri şan zamiridir. İbn Atiyye der ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü nahivcilerin bilinen görüşüne göre böyle bir zamir, harf-i cersiz bir cümle ile açıklanmalıdır. "Kendisini azaptan kurtarıcı değildir" âyetinde geçen (ve mealde kurtarıcı anlamı verilen kelimenin masdarı olan): zahzahe: Uzaklaştırmak ve kenara itmek demektir. Bir şeyi uzaklaştırıp kenara itmek için bu masdardan türemiş olan fiiller kullanılır. Bu fiil lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olabilir. Geçişli anlamıyla şair şöyle demektedir: "Ey ölümü yaklaşmış nefsin ruhunu kabzeden Ve ey günahları bağışlayan, sen beni ateşten uzaklaştır." Zu er-Rimme bu beyiti şu şekilde söylemiştir: "Ey bir süre isyan etmiş bir bedenden ruhu kabzeden Ve günahları bağışlayan! Sen beni ateşten uzaklaştır." Bir başka şair de bu fiili geçişsiz olarak şöylece kullanır: "Dostum, ne oluyor şu karanlığa da bir kenara uzaklaşmıyor? Şu sabah aydınlığına ne oluyor da bir türlü açılmıyor?" Nesâî de Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim Allah yolunda bir gün oruç tutacak olur ise Allah yetmiş yıl süreyle onun yüzünü ateşten uzaklaştırır (zehzeha)." Bu lâfızlarla ve Ebû Hüreyre'den: Nesâî, Siyam 44; İbn Mâce, Siyam 34; '"zehzeha" yerine aynı anlamda: "bâade" lâfzı ile ve Ebû Said el-Hudrî'den: Müslim Siyam, 167-168; Dârimî, Cihâd 10 ile Nesâî ve İbn Mâce, aynı yerler. "Allah yapmakta olduklarını hakkıyla görendir. (Basîrdir)." Yani şu her birileri kendisine bin yıllık bir ömür verilmesini isteyen kimselerin yaptıklarını çok iyi bilendir. Âyet-i kerimede geçen kelimesini te'li olarak okuyanlara göre ifadenin takdiri de şöyledir: Ya Muhammed, onlara de ki, Allah sizin neler yaptığınızı çok iyi görendir. İlim adamları şöyle demişlerdir: Yüce Allah kendi zatını basîr olmakla nitelendirmiştir ki bunun anlamı O; bütün işlerin gizliliklerini çok iyi bilendir, şeklindedir. Arap dilinde basîr bir şeyi iyi bilen, ondan gereği gibi haberdar olan demektir. Filanın tıpta basireti vardır, fıkıhta basireti vardır, adamlarla karşılaşmak hususunda basireti vardır, şeklindeki ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki: "Bana kadınları sorarsanız şüphesiz ki ben Kadınların ilaçlarım iyi bilen (basîr) bir doktorum." el-Hattabî der ki: Basîr, âlim demektir. Basîr aynı zamanda mubsir (yani bilen, gören) anlamındadır. Denildiğine göre şanı yüce Allah'ın kendisini basîr olarak nitelendirmesi, gören şeyleri görücü kılan demektir. Yani gören varlıklara görme idrâk ve gücünü yaratıp görülen şeyleri idrak edici kılan demektir. Allah'ın kullarına basîr olması demek ise, kullarını basiret sahibi (görücü) kılması anlamındadır. 97De ki: "Kim Cebrâîl'e düşman ise muhakkak ki onu, Allah'ın izniyle kalbin üzere önündekini doğrulayıcı, mü’minlere de hidâyet ve müjde olmak üzere indirmiştir." Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Kendisine herhangi bir meleğin rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tabi olalım, diye sordular. Hazret-i Peygamber de: "O Cebrâîl'dir" deyince şu cevabı verdiler: Cebrâîl Savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren Mikâil olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi bir sonraki âyetin sonuna kadar inzal buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Müsned, I, 274 "Muhakkak ki o... kalbin üzere onu indirmiştir." âyetindeki "Muhakkak ki o" zamirinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre: Muhakkak Allah Cebrâîl'i kalbin üzere indirmiştir. İkincisi ise muhakkak Cebrâîl Kur'ân-ı Kerîm'i kalbin üzere indirmiştir. Özellikle "kalb"in söz konusu edilmesi onun aklın, ilmin ve bilgileri telakki etmenin yeri oluşundan dolayıdır. Ayet-i kerîme Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın şerefini gösterdiği gibi ona düşmanlık edenin yerilmiş olduğunu da göstermektedir. "Onu Allah'ın izniyle" O'nun iradesi ve bilgisiyle "kalbin üzere önündekini" Tevrat'ı "doğrulayıcı, mü’minlere de hidâyet ve müjde olmak üzere indirmiştir." Mü’minlere hidâyet ve müjde olmasına dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2 ve 25. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 98Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl ve Mikâil'e düşman olursa şüphesiz ki Allah o kâfirlerin düşmanıdır. "Kim Allah'a... düşman olursa" şart, onun cevabı da: "Şüphesiz ki Allah o kâfirlerin düşmanıdır" âyetidir. Bu âyet Cebrâîl (aleyhisselâm)'a düşmanlık eden kimseler için bir tehdit ve bir yergi, ayrıca onlardan birisine düşman olmanın Allah'ın da o düşmanlık yapan kimselere düşman olmasını gerektirdiğini ilan etmektedir. Kulun Allah'a düşmanlığı O'na isyan etmesi, O'na itaatten uzak durması, O'nun sevdiklerine düşmanlık etmesidir. Allah'ın kula düşmanlık etmesi ise onu âzaplandırması ve onun üzerinde bu düşmanlığın etkilerini izhar etmesidir. Eğer: "Melekler"in sözkonusu edilmesi her ikisini de kapsamakla birlikte neden özellikle Cebrâîl ve Mikâil sözkonusu edilmiştir? diye sorulacak olursa şu cevap verilir: Onların şan ve şereflerini yükseltmek için özellikle isimleri anılmıştır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O ikisinde meyve, hurma ve nar (ağaçlan) vardır." (er-Rahmân, 55/68) Burada özellikle Cebrâîl ve Mikâil'in sözkonusu ediliş sebebinin yahudilerin bunları sözkonusu etmesi olduğu, âyet-i kerimenin de onların bu konuda soru sormalan sebebiyle nazil olduğundan dolayıdır, da denilmiştir. Çünkü yahudilerin: "Biz Allah'a ve bütün meleklere düşmanlık etmiyoruz" demelerinin önünün alınması için bu ikisinin sözkonusu edilmesi gerekliydi. Böylelikle yüce Allah, onların özel bazı meleklerle ilgili olarak yapabilecekleri yorumlan çürütmek maksadıyla bilhassa onların ismini zikretmiştir. Dil Âl-imlerine Göre Cebrâîl, Mikâil (ikisine de selâm olsun) Kelimeleri: Dil bilginlerinin bu iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklamaları vardır. Cebrâîl adının on şekilde söylenişi sözkonusudur: 1- Cibril: Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir: "Ve Allah'ın elçisi Cibril bizim aramızda..." 2- Cebrîl: el-Hasen ve İbn Kesîr'in kıraati bu şekildedir. İbn Kesîr'in şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı rüyada gördüm. O bunları Cebril ve Mîkâil şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım. 3- Kûfelilerin Okudukları Şekilde Cebrâîl: Kûfeliler bu okuyuşlarına delil olarak da şu beyiti gösterirler: "Savaşlarda bulunduk, zaman boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin Mutlaka önünde Cebrâîl vardı." Bu da Temim ve Kayslıların şivesidir. 4- Cebrâîl. Medsiz olarak. Bu da Ebû Bekr b. Âsım'ın okuyuşudur. 5- Bir önceki okuyuş gibi fakat sondaki lâm'ı şeddeli okumak. Bu da Yahya b. Ya'mer'in okuyuşudur. (Cebrâîl şeklinde). 6- Cebrâîl: İkrime'nin okuyuşudur. 7- Onun gibi fakat hemzeden sonra yâ ile. (Cebrâyil şeklinde). 8- Cebrayîl: el-A'meş ve Yahya b. Ya'mer aynı şekilde böyle de okumuşlardır. 9- Cebraîn 10- Cibrîn: Bu da Esedoğullarının şivesidir. Taberî der ki: Bu şekilde Kur'ân'da okunmuş değildir. en-Nehhâs -İbn Kesîr'in de okuyuşunu sözkonusu ederek- der ki: "Arap dilinde Fa'lîl vezninde kelime yoktur. (Yani Cebril söyleyişi uygun değildir). Bununla birlikte fî'lîl vezni vardır. (Yani Cibril söylenebilir): Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl kelimeleri gibi. Şu kadar var ki Arap olmayanların dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım vezinlerin olması reddolunamaz. Yine bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da söylenemez. Nitekim Acemler'in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbrahum ve İbrâhâm dedikleri bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demektedir: Cibril, Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu arapçalaştırmıştır. O Araplar bakımdan bu kelimeyi böyle değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan dolayı zaten bu kelime munsarıf (çekimli) değildir. Derim ki: Biz bu kitabın baş taraflarında "Kur'ân'da Arapça Olmayan Kelimeler Var mıdır?" başlığı altında rivâyetle Hafs'ın rivâyetidir. İbn Kesîr'den üç şekilde rivâyet edilmiştir. Ka'b b. Mâlik der ki: "Bedir günü sizinle yardımcı güçlerimiz ile birlikte karşılaştık O günde, zaferle birlikte; Mîkâl ve Cibril de vardı." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Haç'a ibadet ettiler, Muhammed'i de yalanladılar Cebrâîl'i de Mîkâl'ı da yalanladılar." bu kelimelerin Arapça oldukları görüşünün doğru olduğunu ve Cebrâîl'in apaçık bir Arapça ile bu kelimeleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-Nehhâs der ki: Cibril kelimesi cem'i teksir (kırık çoğul) şeklinde Cebârîl ...diye gelir. Mîkâîl kelimesinin ise altı şekilde söylenmesi sözkonusudur: 1- Mîkâyîl: Bu Nâfi'in kıraatidir. 2- Mîkâîl: Bu Hamza kıraatidir. 3- Mîkâl: Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebû Amr ve Âsım'dan 4- Mîkeîl: Bu, İbn Muhaysin'in kıraatidir. 5- Mîkâyyîl (iki tane ya ile) Bu da ondan gelen farklı rivâyetler ile birlikte el-A'meş'in rivâyetidir. 6- Mîkâel: (Fethalı bir hemze ile İsrâel denildiği gibi): Bu da Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. İbn Abbâs'ın zikrettiğine göre Cebr, Mîkâ ve İsrâ kelimelerinin hepsi Arapça olmayan bir dilde, kul ve köle (abd ve memluk) anlamında; îl ise yüce Allah'ın adıdır. O bakımdan Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)ın Müseylime'nin seci'li söyleyişlerini işitince şöyle demesi de bu türdendir: Bu îl'den (yani Allah'tan) gelmeyen bir sözdür. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu âyette bu anlama geçtiği söylenmektedir: "Onlar bir mü’min hakkında ne bir yemin gözetirler ve ne de bir zimmet (ahde riâyet)." (et-Tevbe, 9/10) Burada yer alan "îl kelimesinin açıklaması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, Allah'tır; yani hiçbir mü’min hakkında Allah'ın öngördüğü hak ve hukuku gözetmezler demektir. İleride buna dair açıklamalar (et-Tevbe, 8, 10. âyetlerde) gelecektir. el-Maverdî der ki: Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Abdullah, ikincisi Ubeydullah (Allah'ın kulu ve Allah'ın kulcağızı) anlamındadır. Çünkü "îl" yüce Allah demektir. "Cebr" de "kul" demektir. "Mîkâ" ise "kulcağız" anlamındadır. Sanki Cibril Abdullah, Mikâil de Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur. Derim ki: Bazı müfessirler İsrafil'in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul (abd) "îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin: Bu Cebruîl'dir, Cebraîl'i gördüm, Cebriil'e uğradım," demesi gerekir. Ancak böyle birşey denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrâîl'in ismi anlamına gelmesi sözkonusu olur. Başkaları ise şöyle demektedir: Eğer onların (müfessirlerin) dedikleri gibi (verdikleri anlam doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsarıf oluşunun terkedilmesi bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-Hafîz, Eflet b. Halife'den -ki bu Hassan'ın babası Fuleyt el-Amirî'dir- o da Cesre bint Decâce'den o Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cibril'in, Mîkâil'in ve İsrafil'in Rabbi olan Allah'ım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım." Nesâî, İstiâze, 56. 99Yemin olsun ki Biz sana apaçık âyetler indirdik, bunları fasıklardan başkası inkâr etmez. İbn Abbâs (r. anhumâ) der ki: Bu, İbn Suriya'ya verilen cevaptır. O Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ya Muhammed, sen bize bildiğimiz birşey getirmedin. Allah sana apaçık bir âyet (mucize) indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım, deyince yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Bunu Taberî nakletmektedir. Taberî, Beyrut, 1408/1988,1, 441; el-Vâhîdî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut, 1411/1991, s. 34. 100Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir grup onu bozup atıvermedi mi? Hayır, onların çoğu îman etmezler. "Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa... mi?" âyetinde yer alan "vav" harfi atıf edatıdır. Onun başına ise soru edatı olan "hemze" gelmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de bu hemze "fe" harfinden önce gelmiştir: "Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü... " (el-Maide, 5/50); "Sen sağırlara mı işittireceksin?" (ez-Zuhruf, 43/40); "Onu ve zürriyyetini... mi edinirsiniz?" (el-Kehf, 18/50) Yüce Allah'ın: "Sonra vukua geldi mi..." (Yûnus, 10/51) âyetinde de "(li ): Sonra" kelimesinin başına da gelmiştir. Bu Sîbeveyh'in görüşüdür. el-Ahfeş'e göre ise bu âyet-i kerimedeki (ve benzerlerindeki) vav zaiddir. el-Kisaî'nin görüşüne göre ise bu vav'ın aslı "ev"dir. Kolaylık (teshil) olsun diye "vav" hareke almıştır. Kimisi de sakîn olarak "ev" şeklinde okumuştur. O vakit de bu: Bilakis, hayır anlamına gelir. Nitekim birisi ötekine: Seni mutlaka döveceğim der, buna karşılık o da :Veya Allah bana yeter, diye cevap verir. Yani dövemeyeceksin, Allah beni senden koruyacaktır, anlamında olur. Bu açıklamaya göre de âyetin bu bölümünün anlamı: "Hayır, onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir gnıp..." şeklinde olur. İbn Atiyye der ki: Bütün bu açıklamalarda bir zorlama vardır. Doğrusu ise Sîbeveyh'in görüşüdür. ": Ne zaman" kelimesi zarf olarak mensûbdur. Bu âyet-i kerimede kastedilen şahıs Mâlik b. es-Sayf’dir. Bunun adının Mâlik b. ed-Dayf olduğu da söylenmiştir. O şöyle demişti: Allah'a'yemin ederim, bizim Kitabımızda bizden ne Muhammed'e îman etmek diye bir söz alınmıştır, ne de başka her hangi bir söz. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Şöyle de denilmiştir: Yahudiler şöyle söz vermişlerdi: Eğer Muhammed peygamber olarak gönderilirse mutlaka ona îman edeceğiz ve Arap müşriklere karşı onun yanında, onunla birlikte olacağız. Fakat Hazret-i Peygamber, peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler, kâfir oldular. Atâ da der ki: Burada sözü geçen "ahid," Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yahudiler arasında kurulan ve yahudiler tarafından bozulan ahidlerdir. Kurayza ve Nadiroğullarının yaptıkları gibi. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onlar öyle kimselerdir ki kendilerinden birtakım kimselerle ahidleştikten sonra her seferinde ahidlerini bozarlar ve onlar sakınmazlar da." (el-Enfâl, 8/56) "İçlerinden bir grup bozup atıvermedi mi?" âyetinde geçen: "Nebz": Atmak, fırlatıvermek demektir. Nebîz ve menbûz da burdan gelmektedir. Ebû'l-Esved şöyle demiştir: "Gönderdiğin kişi bana haber verdi ki: Sen Sol elinle, yüzçevirerek mektubumu almışsın." Onun başına bir bakıp bir kenara atmışsın (nebz) Eskiyen ayakkabılarından birisini attığın (nebz) gibi. Bir başka şair de şöyle demiştir: "Senin kendilerine adaletli olmalarını emrettiğin kimseler Mektubunu bir kenara attılar (nebz) ve haram olanı helal bildiler." Bu (bir şeyi atıp fırlatmak), herhangi bir şeyi hafife alıp da gereğince amel etmeyen bir kimse hakkında bir misal olarak verilir. Araplar : Bunu sırtının arkasına koy, arkana at, ayağının altına al, gibi ta'birler kullanırlar. Yani onu terket ve ondan yüzçevir demek isterler. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onu arkanıza atılmış (değersiz) birşey edindiniz." (Hud, 11/92) el-Ferrâ' da şu beyiti nakletmiştir: "Ey Zeydoğlu Temim, benim sana arzettiğim ihtiyacım Arkasına atılmış ve benim için cevabını almak zorlaşmış bir hale düşmesin." "Hayır onların çoğu" âyeti mübtedadır, "îman etmezler" âyeti de haber mahallinde ve geleceği de kapsayan (geniş zamanlı) bir fiildir. 101Onlara Allah tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı bir Peygamber gelince kendilerine kitap verilenlerden bir fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına atmıştır. "Onlara Allah tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı" bu biraz sonra gelen "bir peygamber"in sıfatıdır. Bunun (mûsâddikan şeklinde) hal olması da mümkündür. (O takdirde anlamı şöyle olur: "... beraberlerinde olanı doğrulayıcı olarak..."): "Bir Peygamber gelince kendilerine kitap"tan kasıt Tevrat'tır "verilenlerden bir fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına atmıştır." Çünkü onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr etmeleri ve onu yalanlamaları, Allah'ın kitabını yani Tevrat'ı arkalarına atmaları demektir. es-Süddî der ki: Bunlar Tevrat'ı bir kenara attılar ve Asef in kitabı ile Hârut ve Mârût'un sihir kitabını aldılar. Şöyle de denilmiştir: Burada kitap ile Kur'ân'ın kastedilmiş olması da mümkündür. en-Nehaî der ki: Bu kitap onların ellerinde bulunuyor ve onlar bu kitabı okuyorlardı. Fakat onun gereğince ameli bir kenara bırakmışlardı. Süfyan b. Uyeyne de der ki: Onlar bu kitabı ipeklere, atlaslara sarıp sarmaladılar. Altın ve gümüşle süslediler, fakat helalini helal bilmediler, haramını da haram. İşte kitabı sırtlarının arkasına atmaları budur. Buna dair açıklamalar bir önceki âyet-i kerimede yeteri kadar yapılmıştır. "Sanki bilmiyorlarmış gibi" âyeti, bilmeyen kimseye onların halini benzetmektedir. Çünkü onlar, bilmeyen cahil bir kimsenin yaptığı işi yapmışlardır. Böylelikle bu ifadeden onların bilerek inkâr ettikleri, küfre saptıkları anlaşılmaktadır. 102Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı. İki meleğe de birşey (indirilmedi). Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara sihri öğretiyorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey indirilmedi. Harut ile Marut’a gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar kendilerine zarar verecek fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onlar, onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı. Onların kendilerini, karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilmiş olsalardı?! Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular." Bu âyette yüce Allah, kitabı arkalarına atan kesimin -ki bunlar yahudilerdir- büyüye de tabi olduklarını haber vermektedir. es-Süddî der ki: Yahudiler Tevrat'ı ileri sürüp Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı çıktılar. Tevrat ile Kur'ân arasında uygunluk olduğu ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir kenara attılar, Asaf in (sihir) kitabını ve Hârût ile Mârût'un sihrini aldılar, ona yapıştılar. Muhammed b. İshak der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Süleyman'ı gönderilmiş peygamberler arasında sözkonusu edince yahudi âlimlerinden birisi şöyle dedi: Muhammed, Davud'un oğlunun bir peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan başka birşey değildi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı... Fakat o şeytanlar., kâfir idiler" âyetini indirdi. Yani o şeytanlar ademoğullarına Hazret-i Süleyman'ın gösterdiği denizde yürümek, kuşları, şeytanları emri altında müsahhar kılmak gibi mucizelerinin büyü olduğu telkininde bulundular. el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hazret-i Süyelman'ın katibi Asafın dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden aldığı sırada namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına varmadı. Hazret-i Süleyman vefat edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler: O size bu şeyler sayesinde hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz. İsrailoğullarının âlimleri ise şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu Süleyman'ın bilgisidir dediler, onu öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Bu durum Allah (cc), Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderinceye kadar devam etti. Daha sonra yüce Allah peygamberi Muhammed'in üzerine Hazret-i Süleyman'ın bu işten ma'zur olduğunu ve ona yapılan bu iftiradan uzak olduğunu ortaya çıkartarak: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular" âyetini indirdi. Atâ der ki: Burada geçen "tetlû" tilavetten gelen okumak anlamındadır. İbn Abbâs da der ki: Bu, arkasından gelmek, uymak anlamındadır. Nitekim: İnsanlar biri öteki ardından geldiler, denildiği zaman bu kelime kullanılır. Taberî der ki: "Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir. Derim ki: Bir şeye uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün tuttuğu için böyle yapar. "Tetlû" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır. Şair de der ki: Kabrinin yanından geçersen boğazla orada Onların kanları ile kabrinin dört bir yanını sula, Çünkü o, kanla ve boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak (idi)" Burada "olacak" anlamındaki muzari' fiil, "idi" anlamındadır. Âyetteki ": ...na" edatı, "uydular" anlamındaki fiilin mef'ûlüdür. Yani onlar şeytanların Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydular ve onların ardınca gittiler. Burada yer alan "ma" edatının nefy' (olumsuzluk) ifade ettiği söylenmişse de böyle bir görüşün âyet-i kerimenin nazmı ile hiçbir ilgisi yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi söylemiştir. "Süleyman'ın mülkü" yani şeriat ve peygamberliği "aleyhinde uydurduklarına uydular." ez-Zeccâc der ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hakkında uydurduklarına uydular, demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili olarak" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Hazret-i Süleyman'ın kıssaları, nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular. el-Ferrâ' der ki: Böyle bir yerde "alâ" ve "fî" (üzerine; de, da, hakkında) harflerinin ikisi de (anlam olarak) uygundur, kullanılabilir. Yüce Allah'ın burada "ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki Süleyman: Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyladır: "Senden önce ne kadar bir rasûl ve bir peygamber gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne birşey atmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52); yani onun tilavetine birşeyler karıştırmak istemiştir. Şeytanın anlamı ve türediği köküne dair açıklamalar (istiâze'ye dair bilgi verilirken) yapılmış bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur. Burada geçen "şeytanlar"in cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden anlaşılan da budur. Kastın, dalâlette alabildiğine ileri gitmiş, isyankâr insanların şeytanları olduğu da söylenmiştir. Cerîr'in şu beyitinde olduğu gibi. "Onlara duyduğum sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan diye çağırıyorlardı Ve şeytan olduğum zamanlar onlar da beni seviyorlardı." "Halbuki Süleyman kâfir olmadı" âyeti ile Allah tarafından Hazret-i Süleyman'ın günahsızlığı dile getirilmektedir. Âyet-i kerimede ise herhangi bir kimsenin Hazret-i Süleyman'ı küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar var ki yahudiler Hazret-i Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür olduğundan dolayı âdeta Hazret-i Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur. Daha sonra yüce Allah: "Fakat o şeytanlar kâfir idiler" âyeti ile sihri öğretmek sebebiyle şeytanların kâfir olduğunu tesbit etmektedir. "Öğretiyorlardı" âyeti ise hal makamında mansubdur. İkinci bir haber olmak üzere ref halinde olması da mümkündür. Meal ikinci ihtimale göre yapılmıştır. Hal olma ihtimaline göre meal şöyle olur: "Fakat şeytanlar sihri öğreterek kâfir oldular." Kûfeliler Âsım müstesna şeklinde nun harfini şeddesiz olarak buna karşılık kelimesinin nun'unu ötreli olarak okumuşlardır. el-Enfal'de yer alan "Fakat Allah attı" (el-Enfal, 8/17) âyetini da böyle okumuşlardır. İbn Âmir de onlar gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lâkinne" şeklinde ve ondan sonra gelen ismin sonunu da üstün olarak okumuşlardır. "Lâkin" kelimesinin iki anlamı vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, geleceğe dair haberi de isbat (olumlu) eder. Bu kelime ise la, kâf ve inne olmak üzere üç kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kâf hitab içindir, "inne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu "inne"deki hemze gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son harfi şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin şeklinde son harfi şeddesiz olarak) okunur. Ağır okunduğu takdirde "inne" gibi ismini nasbeder, hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi (ismini) ref eder. Sihrin aslında hile ve hayalî şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğundan başka türlü göstermek demek olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyülenen kişi o eşyayı gerçek mahiyetinden başka türlü görür. Tıpkı uzaktan serabı görüp de orada su bulunduğu hayaline kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de kıyıda gördüğü ağaç ve dağların da kendisiyle birlikte yürüdüğünü zanneden kimsenin durumu gibi. Bu kelimenin küçük çocuğu aldatan ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştırıp oyalayan kimsenin durumunu ifade etmek üzere kullanılan: Küçük çocuğu sihrettim," ifadesinden türetildiği söylenmiştir. Teshîr (büyüleme) de böyledir. Lebid der ki: "Ne halde olduğumuzu bize soruyorsan bizler Şu aldatılmış (sihredilmiş) yaratıklardan kuşlarız." Bir başkası da şöyle demektedir: "Kendimizi, yemek ve içmekle eğleniyorken (sihrediliyorken) Ölüme hızla giden kimseler görüyorum, Kuşlar, sinekler, kurtlar ve Cesur kurtlardan da daha cesur kimseler." Yüce Allah'ın: "Sere muhakkak büyülenmiş (mûsâhhar) kimselerdensin." (eş-Şuara, 26/153) âyetine gelince, denildiğine göre, "mûsâhhar" (ciğer anlamına gelen) "sehar" sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek yeyip içecek şeyleri içen anlamına gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir. Sihr'in asıl anlamının gizlilik demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü büyü yapan, bu işi gizlice yapar. Aslının, birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu işten sihir etti, yani o işten başka tarafa çevirdi, denilir. Asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni meylettiren herkes sana sihir yapmış olur. Yüce Allah'ın: "Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz." (el-Hicr, 15/15) âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Yani bize büyü yapıldı ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara kaydırıldık. el-Cevherî der ki: Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif ve sezilmeyecek kadar ince olan herşeye sihir denir. Sâhir (sihir yapan, büyüleyici) bilgin anlamındadır. Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir. İbn Mes'ûd der ki: Bizler cahiliyye döneminde sihire "idâh" derdik. Araplara göre ise bu ileri derecede iftira ve yalanın güzel sözlerle allanıp pullanması demektir. Şair der ki: "Ben Rabbime sığınırım Büyü yapıp büyüsüne üfüren büyücülerden." Büyünün gerçek olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine mensup el-Gaznevî Uyunu'l-Meânî adlı eserinde şöyle demektedir: Sihir Mu'tezileye göre asılsız bir aldatmacadır. Şâfiî'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin aslı güneşin Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi yıldızların özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tılsımlar veya zor olan şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir. Derim ki: Bize göre ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği vardır. Allah -ileride de geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır. Diğer taraftan sihrin bir kısmı el çabukluğu ile olur. (Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yürüyen postaya verilen addır. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çölde yaşayan Arapların kullandığı bir kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabukluğu ile birtakım okuyup üflemelerdir. Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların dönemlerinden kalma olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden olur. 5- Hazret-i Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözdeki fesahata ve güzel söz söylemeye "sihir" ismini vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir." Bunu Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cumua 47; Ebû Dâvûd, Edeb 86, 87; Tirmizî, Birr 79; Muvatta’'', Kelam 7; Dârimi, Salât 199; Müsned, II, 269... Çünkü bu sözlerde bazan batıl o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğru olduğunu zanneder. Buna göre Hazret-i Peygamber'in: "sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" âyeti belagat ve fesahati yermek sadedinde olur. Çünkü bunu sihire benzetmiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beyanın üstünlüğünü ve belağati övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup ilim adamı söylemiştir. Ancak birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: ".... belki sizin bazılarınız delilini diğer bazısına göre daha açık bir dille anlatabilir." Buhârî, Şehadât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb, 87; Tirmizî Ahkâm 11, 18; Nesâî, Kudât 12, 33; İbn Mâce, Ahkâm 5... ; "Benim aranızdan en çok buğzettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini tekrarlayan ve ağzı kalabalık kimselerdir." Tirmizî, Birr, 71; Müsned, II, 369, IV, 193-194. Derim ki: Hadisin ravisi Amir eş-Şa'bı ile Sa'saa b. Sûhan sözünü ettiğimiz şekilde bu hadisi açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" âyetine gelince kişi bazen haksız olduğu halde hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini ortaya koyar, böylelikle güzel açıklamalarıyla etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu halde hakkı alır gider. İlim adamları belagatı ve güzel konuşmayı alabildiğine uzun veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gösterilmedikçe övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır. Kimi büyüler, yapanın kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini değiştirmek, onları hayvan kılığına büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gecede katetmek, havada uçmak gibi iddialarda bulunanlar böyledir. İnsanlara kendisinin haklı olduğu vehmini vermek üzere bu tür şeyler yapan herkesin yaptığı bu iş küfürdür. Bu Ebû Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî'nin görüşüdür. Ebû Amr da der ki: Büyücü, hayvanı bir şekilden bir sekile dönüştürüp insanı eşek yahut benzeri bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helâk etmeye ve nakletmeye kadirdir, diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürülmesi gerekir. Çünkü bu kişi peygamberleri inkâr eden bir kâfirdir. Onların âyet ve mucizelerine benzer iddalarda bulunmaktadır. Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çünkü bunun (yani mucizelerin) bir benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kanaatini uyandırır. Büyünün birtakım aldatmalar, birtakım yasaların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal göstermeler olduğu iddiasında bulunanların kabul ettikleri esas ilkeye göre ise büyücünün öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı büyü sonucu bir kimsenin ölümüne sebep teşkil ederse, o kişinin ölümüne karşılık olarak o da öldürülür. Ehl-i Sünnet büyünün sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul etmiştir. Genel olarak Mu'tezile ve Şâfiî mezhebine mensup Ebû İshak el-Esterabadî ise sihrin bir hakikatinin olmadığı görüşündedir. Aksine bunlara göre sihir bir şeyin olduğundan başka türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve bir vehmettirmedir. Ve sihir bir çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Sihirlerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ, 20/66) Burada yüce Allah gerçekten yürüyorlardı, buyurmamakta "kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "İnsanların gözlerini büyülediler" (el-A'raf, 7/116) diye buyurmaktadır. Ancak bunda görüşlerine destek olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler hayal göstermenin ve başka işlerin büyü kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde aklın câiz kabul ettiği (olabilir dediği) ve sem'î delillerin de varid olduğu birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu âyet-i kerimede (tefsiri yapılan âyette) sözü geçen sihir ve sihrin öğretilmesi de vardır. Sıscr bunun bir gerçeği olmasaydı, öğretilmesine imkân olmazdı. Yüce Allah da rraarın insanlara bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir ha-iK»:isallallahü aleyhi ve sellemt olduğunun delilidir. Yüce Allah'ın Fir'avun'un sihirbazları kıssasında zikrettiği: "Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (el-A'raf, 7/116) âyeti ile Felak Sûresi, diğer taraftan bütün müfessirlerin bu sûrenin iniş sebebinin Lebid b. el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla indiğini ittifakla belirtmeleri de bu deliller arasındadır. Bu sûrenin iniş sebebiyle ilgili olarak bu rivâyet Buhârî, Müslim ve başkalarının kaydettiği hadisler arasındadır. Hazret-i Âişe'den gelen bir Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b. el-A'sam adında bir yahudi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı büyüledi... Bu Hadîs-i şerîfte şu ifadeler de geçmektedir: Büyü çözülünce: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz Allah bana şifa verdi" diye buyurmuştur. Buhârî, Bed'u’l-halk 11, Tıb 47, 49, 50, Edeb 56, Deavât 57; Müslim, Selâm 43; İbn Mâce, Tıb 45; Müsned, VI, 57, 63. Şifa ise ancak hastalığın kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur. İşte bu sihirin bir gerçeğinin olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın ve O'nun peygamberinin, sihrin varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu kesindir. Kendileriyle icmaın gerçekleştiği hal ve akıl ehli de bu görüştedir. Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde olmayan hak ehline muhalefet etmelerine itibar edilmez. Eskiden beri büyü alabildiğine yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkında sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiramdan olsun tabiinden olsun onun aslını inkâr eden görülmemiştir. Süfyan, Ebû'l-A'ver'den, o İkrime'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-Ferama diye bilinen bir kasabada öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kâfirdir. Allah'ı ve rasûlünü yalanlayıcı olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkâr etmiş olur. Mezhebimize mensup ilim adamları şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) birbirinden ayırmak, delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların yapabileceği şeylerden olmasına imkân olmadığını gösterdiği insan gücü çerçevesinde bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle ortaya çıkacağı red olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin evlerinin küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepesine dikilecek şekilde incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi havada uçması, suda yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılmasını gerektiren asıl sebeb değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meydana getiremez. Yüce Allah bu gibi şeyleri büyünün varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında tokluğu, su içmek halinde de suya kanmayı yarattığı gibi. Süfyan'ın Ammâr ez-Zehebî'den rivâyetine göre Velid b. Ukbe'nin yanında ip üzerinde yürüyen bir büyücü varmış. Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış. Ezdli -Becileli olduğu da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı ve bu kişiyi öldürdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Benim ümmetim arasında Cündeb denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe vuracak ve bununla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır." Sözü geçen bu Cündeb'in böyle bir sihirbazı öldürdüğü rivâyet edilmektedir. (İzzuddin İbnu’l-Esîr, Üsdu'l-Ğabe, I, 361; İbn Hacer Takrib, I, 135). Ancak İbnu’l-Esîr, sihirbazı öldürdükten sonra; Hazret-i Peygamber'den: "Sihirbazın haddi (cezası) bir kılıç darbesidir" hadisini naklettiğini belirtmektedir. Bu hadisi Tirmizî, Hudûd 27'de Cundeb'den nakletmekte ise de bu hadisin Cundeb'den mevkuf (senedi muttasıl ya da münkati olarak sahabeye kadar ulaşan haber) rivâyetinin sahih olduğunu belirtmektedir. Hazret-i Peygamber'in söylediği belirtilen hadisin kaynağını ise tesbit edemedik. dediği kişidir. Hadîs-i şerîfte geçen bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi olduğu görüşünde idiler. Ali b. el-Medenî der ki: Harise b. Mudarrib ondan hadis rivâyet etmiştir. Yapıldığı takdirde çekirge, haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri diriltmek, hayvanları konuşturmak gibi peygamberlerin büyük mucizeleri türünden şeyleri yüce Allah'ın büyü sonucu yaratmayacağı üzerinde müslümanlar icma etmişlerdir. Bu ve benzeri şeylerin büyücünün bunları dilemesi esnasında Allah tarafından yapılmayacağı, yaratılmayacağının kesinlikle bilinmesi, kabul edilmesi gerekir. Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi imkansız kabul etmemiz bu konudaki icma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma olmasaydı bunun da mümkün olabileceğini söyleyebilirdik. 10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark: Büyü ile mucize arasındaki farka dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü, büyücü tarafından da başkası tarafından da yapılabilir. Aynı anda birçok kimsenin büyüyü bilip bunu yapabilmeleri de mümkündür. Mucizenin benzerini meydana getirmek veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir olağanüstü hal ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye vermez. Diğer taraftan büyücü peygamberlik iddiasında bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen olaylar mucizeden ayrı ve farklıdır. Mucizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de daha önceden geçtiği gibi- peygamberlik iddiası ile birlikte ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması şartları da vardır. Müslüman ve zımmî büyücünün hükmü hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. İmâm Mâlik, müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yaptığı takdirde bunun küfür olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenmeyeceği, tevbesinin de kabul olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda olduğu gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Biz ancak imtihanız, sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi" âyetinde büyüye "küfür" ismini vermiştir. Aynı zamanda bu Ahmed b. Hanbel'in, Ebû Sevr, İshâk, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Büyücünün öldürüleceğine dair hüküm Ömer, Osman, İbn Ömer, Hafsa, Ebû Mûsâ, Kays b. Sa'd ve tabiinden yedi kişiden de rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır" dediği rivâyet edilmektedir. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Hudud 27. Ayrıca bk. 8. başlığına dair not. Ancak sened itibariyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis âlimlerince zayıf kabul edilen İsmail b. Müslim yoluyla rivâyet edilmiştir. İbn Uyeyne bunu İsmail b. Müslim'den o da el-Hasen'den mürsel olarak rivâyet etmiştir. Kimisi de bu hadisi el-Hasen'den o da Cündeb'den yoluyla rivâyet etmektedir. İbnu'l-Münzir der ki: Biz Âişe (radıyallahü anha)'dan kendisine büyü yapmış bir cariyesini sattığını ve onun bedeli ile köle azad ettiğini rivâyet etmiş bulunuyoruz. Yine İbnu'l-Münzir der ki: Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur ve tevbe etmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde onun aleyhine bu hususta bir beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini ortaya koyarsa hüküm böyledir. Eğer kendisi ile büyü yaptığını sözkonusu ettiği sözler, küfrü gerektiren sözler değil ise öldürülmesi câiz değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası gerektiren bir cinayetin işlenmesi sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kastetmiş ise büyücüye kısas uygulanır. Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden olursa, o takdirde bunun diyetini ödemesi gerekir. İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı bir mes'ele hakkında ihtilaf edecek olurlarsa hükmü Kitap ve Sünnete en yakın olan görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından büyücünün büyü sebebiyle öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü, küfrü gerektiren bir büyü olabilir. O takdirde onlardan gelen bu rivâyet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine uygun bir hüküm olur. Hazret-i Âişe'nin büyücü bir cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivâyette sözü geçen büyücü cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir. Herhangi bir kimse Cündeb'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile boynunu uçurmaktır" hadisini delil gösterecek olursa, bu hadis sahih olduğu takdirde bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldürülmesini emretmesi" gibi bir anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bulunan "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birisi ile helal olur.." Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvûd, Hudud 1; Tirmizî, Hudud 15 v.s. anlamındaki haberlere de uygun düşer. Derim ki: Bu, doğru bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır. Ancak kesin bir kanaat ile mubah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hallerde ise kesin kanaat sözkonusu değildir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Eğer bu işi bilenler: Büyü ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçekleşebilir veya şeytanın tazim edilmesi şartı ile sözkonusu olabilir, diyecek olurlarsa o takdirde büyü küfrün bir delili olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İmâm Şâfiî'den büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu öldürmeyi kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş rivâyet edilmiştir. Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldürülmez, bu takdirde hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı kişiye bir zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir. İbnu'l-Arabî ise der ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri bilmiyor. Sihrin gerçeği onun yüce Allah'tan başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların kendisine nisbet edildiği birtakım sözler topluluğudur. İkincisi yüce Allah kitab-ı keriminde sihrin küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Süleyman" sihir sözlerini söyleyerek "kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" sihir ile ve onu öğretmek ile "kâfir idiler ki" Hârut ile Mârut da insanlara: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" diyorlardı. İşte bu ifadeler konuya dair açıklamayı pekiştirici âyetlerdir. İmâm Mâlik mezhebine mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin kabul olunmayacağına şunu delil gösterirler: Büyü, batınî bir iştir. Onu yapan kişi açığa çıkarmaz. O bakımdan onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- bilinemez. Ancak irtidat edip kâfir olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir. İmâm Mâlik de der ki: Büyücü veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden önce tevbe ederek geldikleri takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise yüce Allah'ın: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi" (el-Mü’min, 40/85) âyetidir. işte bu onlara azâbın nüzulünden önce imanlarının kendilerine fayda vereceğini göstermektedir. Bu iki kişinin (büyücü ile zındıkın) durumu da böyledir. Zımmî büyücünün durumuna gelince, öldürüleceği söylenmiştir. İmâm Mâlik ise şöyle demektedir: Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öldürülmez. Bunun dışında işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan zimmet antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürülür. İbn Huveyzimendad der ki: Büyücü zımmî olduğu takdirde Mâlik'ten ona dair gelen rivâyetler farklı farklıdır. Bir seferinde tevbe etmesi istenir. Tevbesi ise İslâm'a girmesidir derken, bir seferinde de İslâm'a girse dahi öldürülür, demiştir. Harbî ise tevbe ettiği tadirde öldürülmez. Yine Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söven zımmî hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi istenir ve tevbe etmesi ise İslâm'a girmesidir. Bir başka seferinde ise: Öldürülür ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine İmâm Mâlik zımmî hakkında büyü yaptığı takdirde cezalandırılacağını söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep teşkil etmiş yahut herhangi bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza uygulanır. İmâm Mâlik'ten başkası ise, öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmî büyücülük yapmakla zimmet ahdini bozmuş olur. Mirasçıları büyücüye varis olamazlar. Çünkü büyücü kâfirdir. Ancak büyüsüne küfür denilemeyecek ise istisnadır. İmâm Mâlik kocasının kendisine yaklaşmasını önleyecek şekilde veya bir başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat öldürülmeyeceğini söylemiştir. 13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi İstenir mi? Büyücüden büyülediği kimseye yaptığı büyüyü çözmesinin istenip istenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Buhârî'nin kaydettiğine göre Said b. el-Müseyyeb bunu câiz görmüştür. Merhum müfessirin işaret ettiği ve Buhârî, Tıb 49 da yer alan ifade şöyledir: "Katâde dedi ki: Sâid b. el-Müseyyeb'e sordum: Büyülenmiş ya da karısına yaklaşamayan bir kimsenin bu büyüsü çöz(dür)ülebilir. Ya da ona nüşrâ yapılabilir mi? Dedi ki: Bunda bir mahzur yoktur. Bunu yapanlar bununla islâh (arayı düzeltmek) isterler. Çünkü fayda sağlayan (sihir) yasaklanmamıştır." el-Muzenî de bu görüşe meyyaldir. Hasan-ı Basrî ise bunu mekruh görmüştür. en-Nehaî de der ki: Nüşra (cin tarafından çarpıldığı zannedilen kimseye yapılan bir çeşit manevî tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında bunları döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Âyetu'l-Kürsî'yi okur, daha sonra bu sudan üç yudum içer ve onunla gusleder. Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu vesileyle gidecektir. Bu, hanımına yaklaşmaktan alıkonulmuş erkeğe iyi gelir. 14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını İnkâr Etmek: Mu'tezilenin büyük bir çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkâr eder. Onların bu inkârları ise aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının gevşekliğini gösterir. Halbuki şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl açısından imkânsız birşey değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları onların varlığını göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir kimsenin ise aklın varlıklarının câiz (varlığının mümkün) olduğuna hüküm verdiği, buna karşılık şeriatin de sabit olduğunu nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir görevidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o şeytanlar kâfir idiler" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de: "Şeytanlardan da onun için denize dalanlar... vardı." (el-Enbiyâ, 21/82) ve buna benzer daha pek çok âyet. Cin Sûresi de onların varlığını gerektirir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kan gibi akıp dolaşır." Buhârî, Ahkâm 21, Bed'u’l-halk 11, İ'tikâf 11, 12; Müslim, Selâm 23-24; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünnet 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam 65; Dârimi, Rikaak 66; Müsned, III, 156, 285, 309, VI, 337. Ancak bazı kimseler bu hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını imkânsız kabul etmişlerdir. Akıl ise cinlerin - eğer bazılarının hatta çoğu kimsenin söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol almalarını imkânsız kabul etmemektedir. Eğer cisimleri kesîf olsaydı yine de onların insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu. Nitekim yiyecek ve içecek de vücudun boş kısımlarına girebilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak âdemoğlunun içinde bulunabilmektedirler. "Babil'de iki meleğe de birşey İndirilmedi" âyetinde yer alan O ) nely edatıdır. Ondan önceki vav ile: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı" âyetine atfedilmiştir. Çünkü yahudiler: Allah Cebrâîl ve Mikâil ile büyüyü indirmiştir, demişlerdi. Yüce Allah da bunu reddetmekte, nefyetmektedir. Bu âyette takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de birşey indirilmedi, fakat şeytanlar kâfir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü Hârût ile Mârût öğretiyorlardı. Burada Hârût ile Mârût yüce Allah'ın: "Fakat şeytanlar kâfir idiler" âyetindeki "şeytanlar"dan bedeldir. Bu açıklama âyet-i kerîme ile ilgili açıklamaların en uygun olanıdır. Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun dışındakilere de itibar edilmez. Çünkü büyü özlerinin latifliği ve anlayışlarının inceliği dolayısıyla şeytanlar tarafından çıkartılmış birşeydir. İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğraşanlar ise kadınlardır ve (büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları vakitlere rastlar. Yüce Allah da: "Düğümlere üfüren (kadın)ların şerrinden" (el-Felak, 113/4) diye buyurmaktadır. Şair de "büyüye üfüren kadınların şerrinden rabbime sığınırım" demiştir. 16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan "Şeyâtîn"den Nasıl Bedel Olabilir? Birisi kalkıp: İki kişi çoğuldan nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak kendisinden bedel yapılan seviyesindedir, diyecek olursa buna üç ayrı cevap verilebilir: 1- İki kişi hakkında bazen çoğul ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir." (en-Nisâ, 4/11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve bunun yerine altıda birini alması ancak iki veya daha fazla kardeşin bulunması halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa Sûresi'nde (sözü geçen âyetler açıklanırken) buna dair açıklamalar gelecektir. 2- Hârut ile Mârût büyünün öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı onlara uyanlar sözkonusu edilmeyip bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) âyetinde olduğu gibi. 3- Şeytanlar arasında özellikle Hârût ile Mârufun sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda ileriye gitmeleridir. Allah'ın: "O ikisinde birçok meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Yine: "Cebrâîl ve Mikâil" âyeti de buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de olsun Arap dilinde olsun bu tür kullanımlar pek çoktur. Kimi zaman ya şerefi veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı içerisinde bulunan bazı kişiler özellikle nas ile zikr edilebilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphesiz İbrahim'e insanların en yakını, elbette ona uyanlarla şu Peygamber ve ona îman edenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/68); "Cebrâîl'e ve Mikâil'e..." (el-Bakara, 2/98) Ya da yüce Allah'ın: "Meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Hoş ve lezzetli olduklarından ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da anılmış olabilirler. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi. "Yeryüzü bana mescid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı kılınmıştır." Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Mevâkît 119, Siyer 5; Nesâî, Gusl 26; İbn Mâce, Taharet 90 vs... Ya da bu âyet-i kerimede olduğu gibi isyanı, serkeşliği dolayısıyla zikredilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Burada yer alan edatının büyüye atfedildiği ve mef'ûl olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ism-i mevsûl anlamında olur. Buna göre anlamı: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına .. ve iki meleğe indirilenlere uydular," şeklinde olur. Bu durumda bu iki meleğe indirilen büyü, insanlar için bir sınama ve bir fitne sebebi olur. Allah da kullarını dilediği şeyler ile imtihan etmek hakkına sahiptir. Tıpkı Tâlût'un nehri ile askerlerini sınadığı gibi. Bundan dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz ancak bir imtihanız, yani Allah'tan gelmiş bir sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber veriyoruz. Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helâk olursun. Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ka'b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda rivâyetler gelmiştir: İdris (aleyhisselâm) döneminde Âdem (aleyhisselâm)'ın çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah: Eğer sizler onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih ederiz, bizim böyle birşey yapmamız yakışmaz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: En hayırlılarınızdan iki melek seçiniz diye buyurdu, onlar da Hârut ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden ismi Nabati dilinde Bîdaht, Farisîde Nâhil, Arapçada da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın haram kıldığı nefsi de öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı. Salim babasından o da Abdullah'tan rivâyetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ahbar'ın haber verdiğine göre bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeyleri işlediler. Bu rivâyetten başka şöyle denilmektedir: Bu iki melek dünya azâbı ile ahiret azabından birisini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki melek yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de azâb görmektedirler. Denildiğine göre; Babil Irak bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söylenmiştir. Atâ'dan gelen rivâyete göre İbn Ömer, Zühre ve Süheyl yıldızlarını gördüklerinde onlara söğüp sayar ve Süheyl, Yemen'de insanlara zulmeden bir vergi memuru idi. Zühre ise Hârût ile Mârufun birlikte olduğu kadındı, derdi. Deriz ki: Bütün bunlar zayıftır. Bu sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasından olsun uzaktır, bunların hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vahyinin eminleri olan peygamberlerine elçi olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere aykırıdır. Bu gibi şeyleri bunlar reddetmektedir. Çünkü melekler: "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler" (et-Tahrîm, 66/6); "Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır, sözle O'nun önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Gece ve gündüz durmaksızın teşbih eder, dururlar." (el-Enbiyâ, 21/20) Akıl, meleklerin günah işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeylere aykırı işler yapmalarını, onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey yüce Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte peygamberlerin, velilerin ve fazilet sahibi ilim adamlarının korkmaları da burdandır. Şu kadar var ki aklen câiz görülen böyle bir şeyin meydana gelmesi ancak sem' ile (peygamberden gelen nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih bir delil yoktur. Böyle bir görüşün sahih olmadığının delillerinden birisi de yüce Allah'ın yıldızlan ve gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü haberde şöyle denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen yaratıldı: Zuhal, müşteri, behram, Utarit, zühre, güneş ve ay." İşte yüce Allah'ın: "Her biri bir yörüngede yüzerler." (el-Enbiya, 21/33) âyetinin anlamı da budur. Böylelikle zühre ve Süheyl'in Âdem (aleyhisselâm)'in yaratılışından önce varolduğu isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize böyle birşey yakışmaz" demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi fitneye düşüremezsin. Ancak böyle birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız. Böyle bir sözün o şerefli meleklere nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. Çünkü yüce Allah onları tenzih ettiği gibi onlar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara yakışmayan her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin izzet sahibi yüce ve münezzehtir. İbn Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen "el-Melekeyn" kelimesini lâm harfini esreli olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır. (Buna göre anlam: "...İki meliğe de..." şeklinde olur.) İbn Ebzâ der ki: Bunlar Davud ve Süleyman'dır. Buna göre edatı yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey indirilmedi, anlamına gelir.) Ancak İbnu’l Arabî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık yapan iki tane Arap olmayan ve kâfir kimseler idi. Bu görüşe göre de mef'ûl olur, nefy edatı olmaz. (Buna göre de anlam: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına ve iki hükümdara indirilenlere uydular" şeklinde olur). "... Babil'de" âyetindeki Babil kelimesi müennes, özel isim ve Arapça olmayan bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin adıdır. Irak ve çevresi olduğu söylenmiştir. İbn Mes'ûd Kûfelilere şöyle demiştir: Sizler Hîre ile Babil arasında bir yerdesiniz. Katâde de der ki: Babil, Nasibin'den Radıyallahü anh'su'layn'e kadar olan yerin adıdır. Kimisi de Mağrip'te bir yerdir, derken İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Kimisi de: Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Babil adının verilişi hususunda farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yıkılınca orada dillerin dağılması (tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği söylendiği gibi; sebebinin yüce Allah, Âdemoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve Allah orada onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört bir tarafına dağıttı. İşte bu ismi almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir. Belbele, el-Halil'in dediğine göre dağıtmak demektir. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr der ki: Belbele (dillerin ayrılıp dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz, Davud b. Ebû Hind'in, İlbân b. Ahmer'den, onun İkrime'den, onun İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir: Nûh (aleyhisselâm) Cudi'nin aşağı taraflarına inince "Semânun" ismini verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün sabahı ettiğinde ora halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü. Bunlardan bir tanesi de Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu. 19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve Mârût'un Fitnesi: Abdullah b. Bişr el-Mâzinî rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dünyadan sakınınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o Hârût ve Mâruftan bile daha büyüleyicidir." İlim adamlarımız der ki: Dünyanın Hârut ile Mârût'tan daha büyüleyici olması seni aldatıcılıklarıyla büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermemesidir. Seni dünyaya hırsla sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara girmeye, mal toplayıp biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, nihayet seni Allah'a itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riâyeti göstermene engel olur. O halde dünya Hârût ile Mâruftan daha büyüleyicidir. Kalbini alır, Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmekten alıkoyar. Onun vaİsimlerina ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünyanın büyüsü ise onu sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet almandır. Kalbini kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kaptırmandır. Bundan dolayıdır ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir şeye olan sevgin kör ve sağır eder." Ebû Dâvûd, Edeb 116; Müsned, V, 194, VI, 450. diye buyurmaktadır. Hârût ve Mârût Arapça olmayan özel birer isimdir. Çoğulları Hevârît ve Mevârît gelir. Hevârite ile Huvvâr, Mevârite ile Muvvâr da denilir. Câlût ile Tâlût da böyledir. Bunların iki melek olup olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha önceden işaret edilmiştir. ez-Zeccâc der ki: Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene yemin olsun. Şüphesiz ki bu iki melek onları büyüye karşı uyarmak kastıyla büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye çağırmak kastıyla büyü öğretmiyorlardı. Nitekim: "Yemin olsun Âdemoğullarını tekrim ettik (üstün ve şerefli kıldık)" (el-İsra, 17/70) âyeti "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar (aklî ilimler) âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun anlamı şudur: Onlar insanlara bu işi yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi yapmayınız, kişi ile hanımını birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere sapmayınız, diyorlardı. Onların üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Âdeta insanlara: Bu işi yapmayınız emri inmiş gibi. Buna göre; "öğretmiyorlardı" âyeti "bildirmiyorlardı" anlamındadır. Nitekim: "Yemin olsun Âdemoğullarını tekrîm ettik" âyetindeki "kerremnâ"nın "ekremnâ" yani ona ikramda bulunduk, anlamında kullanılması da böyledir. 21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir Öğretmeleri: "Biz ancak bir imtihanız. Sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi." Bu şekilde Hârut ile Mârût fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya" ise fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir. Ne ile kâfir olunacağı hususu ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kâfir olmaktır, derken, kimileri de büyü yapmak suretiyle kâfir olmaktır, demişlerdir. el-Mehdevî'nin naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çünkü onlar bu sözlerini ancak sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyorlardı. Tercümede kesinti olmaması için, bir sonraki paragraf ile yeri değiştirilmiştir. "Kimseye öğretmezlerdi" âyetindeki te'kid için zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur). "...demedikçe" âyetinde fiil, ile nasb edildiğinden fiilin sonundan "nûn" harfi hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakîfliler bunu "ayn" harfi ile şeklinde söylerler. "Öğretmezlerdi" âyetindeki zamirler Hârût ile Mârût'a aittir. "Öğretmezlerdi" kelimesi hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek (ta'lim)"den gelmektedir. İkinci görüşe göre ise "öğretmekten (ta'limden)" değil de "i'lâm (bildirmek)"den gelmektedir. Bu görüşe göre bu kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap dilinde Bildirdi anlamında; öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bunu İbnu'l Arabî ve İbnu'l Enbarî zikreder. Ka'b b. Mâlik bu anlamda olmak üzere şöyle der: "Resûlüllah bana bildirdi senin bana yetişeceğini Ve senden yapılan bir tehdit bizzat elle yakalamak gibidir." el-Kutamî de şöyle demiştir : "Sapıklıktan sonra doğruluk olduğunu ve Bu sapıklığın bir gün gelip dağılacağım bildirdi." Züheyl de şöyle demiştir: "Ey filan, sana Allah'ın adına yemin ederek şunu bildiriyorum: Gücünü iyi ölç, biç ve nerede yürüdüğüne dikkat et." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Şunu bil ki, uğursuzluk yoktur Ancak uğursuzluk peşinde olana (var) ki o da ölümdür." "İşte ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi." Sîbeveyh der ki: Bunun takdiri şudur: Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen olur" âyeti gibidir. Bunun: "Öğretmezlerdi" âyetine mahallen atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü "öğretmezlerdi" âyetinin başına her ne kadar olumsuzluk "mâ"sına gelmiş ise de muhtevası öğretmekte olumluluk ifade eder. el-Ferrâ''nın görüşüne göre bu, "İnsanlara sihri öğretiyorlardı" âyetine atfedilmiştir. "Onlar da o sihri öğretiyorlardı" demek olur. Buna göre "öğrenirlerdi" âyeti: "Biz ancak bir imtihanız" âyeti ile alakalıdır. Yani onlara gider ve öğrenirlerdi, anlamına gelir. es-Süddî der ki: Hârût ile Mârût yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız, sakın kâfir olma, derlerdi. Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu küllükte küçük abdestini boz, derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan semaya doğru yükselen bir nûr çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar ve kulaklarına girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördüklerini haber verdiği vakit, o kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şeyleri öğretirlerdi. Bir grup ilim adamı, büyücünün yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böyle bir ayrılık meydana getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği kanaatindedir. Çünkü yüce Allah bunu büyüyü yermek ve büyü öğretmenin nihaî sınırını belirtmek sadedinde sözkonusu etmiştir. Eğer bundan daha fazlasını yapabilmek sözkonusu olsaydı onu da zikrederdi. Bir diğer kesim şöyle demektedir: Burada sözü geçen, çoğunlukla görülen durum dolayısıyladır. Büyünün sevmek ve yermek gibi, kötülüklerin ortaya çıkmasına sebeb olmak gibi kalplerde etkisi olduğu reddolunamaz. Bunun sonucunda büyücü koca ile karısını birbirinden ayırır, kişi ile kalbi arasına engel olur. Bu da birçok acıları ve büyük hastalıkları oraya yerleştirmekle sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile idrak olunan hususlardır. Bunu inkâr eden hakka karşı bile bile inad eden bir kimsedir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a mahsustur. "Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi" âyetindeki "onlar" büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söylendiği gibi şeytanlara olduğu da söylenmiştir. "Allah'ın izni" iradesi ve hükmü ile -emri ile değil- "olmadıkça onunla" büyü ile "hiçbir kimseye zarar verici değillerdir." Çünkü yüce Allah ahlaksızlığı emretmez ve insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez. ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre "Allah'ın izni ile olmadıkça" Allah'ın bilgisi dışında, anlamındadır. en-Nehhâs da der ki: Ebû İshak'ın: "Allah'ın izni ile olmadıkça" ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını vermesi bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak olursa "ezen" sîgası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre, mecazen bunu onlara mubah kılmış gibi olur. 24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok: "Ve onlar kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı." Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek şeyler alsalar dahi ahirette kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı. Bu zararın dünya hayatında da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve eşleri birbirinden ayırmanın zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatında da büyücü için zararlı olur. Çünkü o takdirde te'dib edilir, cezalandırılır. Ve büyünün kötülüğü gelip ona da çatar. Âyetin geri kalan kısmı ise -âyetlerinın anlamı daha önceden geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır. " Yemin olsun ki onlar onu satın alan kimsenin" âyetinin baş tarafındaki "lâm" harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade eder. Bu âyetteki kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Çünkü bu lâm'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat "ellezi" ism-i mevsûlu manasındadır. el-Ferrâ' der ki: Buradaki bu edat şarttır. ez-Zeccâc ise burası şartın sözkonusu olabileceği bir yer değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsûldur. Bu ifade: Yemin olsun ben sana gelen kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu biliyordum," demeye benzer. "Biliyorlardı" âyetinin başındaki "lâm" da te'kid içindir. "Onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı.".. hiçbir nasib..." âyetindeki zaiddir. Bu edat olumlu cümlede zaid gelmez. Basralıların görüşü budur. Kûfelilerin görüşüne göre ise, olumlu cümlede de zâid olarak gelir. Buna yüce Allah'ın: "Günahlarınızı bağışlar" (Nûh, 71/4) âyetini örnek gösterirler. Âyet-i kerimede geçen "el-halâk": Mücâhid'in açıklamasına göre pay demektir. ez-Zeccâc der ki: Dilcilere göre de bunun anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan ele geçen pay dışındaki paylar hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır. Burada: "Yemin olsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı" âyetinde onların bildiklerini haber vermekte; daha sonra ise: "Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş olsalardı" âyetinde de bilmedikleri haber verilmektedir? diye sorulmuş ve buna Kutrub ve el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş ile cevap verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, kendilerini satanların ise bilmeyen insanlar olması sözkonusudur. ez-Zeccâc der ki: Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bence daha uygun olan açıklama: "Yemin olsun ki onlar... biliyorlardı" âyetinde, bilenlerin iki melek olduğudur. Çünkü bu işi bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkında "biliyorlardı" diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye benzer. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat: "Keşke bilmiş olsalardı" diye buyurulmasının anlamı ise şudur: Yani onlar bu işleri yapmak suretiyle bilmeyen kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine aykın davranan kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü onlar ilimleriyle ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol göstericilik beklediler. 103Eğer onlar îman edip de sakınmış olsalardı elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi. "Eğer onlar îman edip" büyüden "de sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu" âyetinde yer alan "elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu" âyeti bir kesime göre: "Eğer onlar îman edip sakınmış olsalardı" âyetindeki şartın cevabıdır. el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir: "Buradaki "eğer"in cevabı âyetin lâfzında verilmemiştir. Bunun cevabı anlamında gizlidir. Yani onlara sevap verilirdi, demektir, "eğer onlar" âyetindeki (........) ref’ mahallinde olup: Şayet îman etmeleri gerçekleşmiş olsaydı onlara sevap verilirdi, demek olur. Çünkü " Eğer"den sonra, mutlaka fiil, ya açık olarak ya da gizli olarak gelir. Çünkü bu edat, -mutlaka bir cevabının gelmesi gerektiğinden- şart edatları gibidir. den sonra da fiil gelir. Muhammed b. Yezid der ki: " Eğer" edatının cevabının gelmemesi, mazi fiilin manasını muzariye çevirmenin, bütün şart edatlarının özelliği olmasından dolayıdır. Bu özellik, bu edatta bulunmadığından dolayı, bunun cevabının (şart cezası) gelmesi de câiz olmaz. 104Ey îman edenler, "râinâ" demeyin "unzurnâ" deyin ve dinleyin. Kâfirler için ise çok acıklı bir azap vardır. Âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Yahudilerin Bir Başka Cahillikleri: "Ey îman edenler, 'râinâ' demeyin" âyeti ile yahudilerin cahilce bir başka tutum ve davranışları sözkonusu edilmektedir. Bundan maksat ise müslümanlara benzeri davranışları yasaklamaktır. Sözlükte "râinâ"nın gerçek anlamı sen bizi gözet, biz de seni gözetelim, şeklindedir. Çünkü "mufâale" kipi karşılıklı olarak iki taraftan yapılan iş hakkında kullanılır. Buna göre bu kelime "Allah sana riâyet etsin"den gelir. Yani sen bizi koru biz de seni koruyalım, sen bizi gözet biz de seni gözetelim. Bu kelimenin "bize kulak ver" yani bizim sözlerimizi de dinle anlamında olma ihtimali de vardır. Ancak bu şekilde bir hitap, biraz katı ve ağır bir hitaptır. O bakımdan yüce Allah mü’minlere kelimelerin en güzelini, anlamların da en incelerini seçmelerini emretmektedir. İbn Abbâs der ki: Müslümanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bize de dönüp bak anlamında Hazret-i Peygamber'den talep ve arzularını ifade etmek üzere "râina" diyorlardı. Ancak yahudilerin dilinde bu kelime: İşit, işitmez olası anlamında bir hakaret manasındadır. Yahudiler bunu ganimet bildiler ve: Biz ona önceleri gizlice söğüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa söğüp hakaret ediyoruz, demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap edip kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa'd b. Muaz işitti. Sa'd onların dilini biliyordu. Yahudilere: Allah'ın laneti üzerinize olsun. Eğer ben sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e söylediğini işitecek olursam hiç şüphe etmesin boynunu uçururum. Yahudilerin: Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu ve lâfız olarak buna uygun ifade kullanırken, ondaki kötü anlamı kastetmek üzere yahudiler onlar gibi söylemesinler diye bu sözü söylemeleri yasaklandı. Bu âyet-i kerimede iki hususa delil vardır. Birincisi değerini küçültmek kasdıyla ta'riz anlamına gelme ihtimali olan sözler söylemekten uzak durmaya delil gösterilmiştir. Bundan ta'riz yoluyla zina iftirası (kazf) istisna edilir. Çünkü bize göre bu şekildeki ifadeler bile iftira haddini gerektirir. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve onların mezheplerine mensup ilim adamları ise bunu kabul etmez ve şöyle derler: Ta'riz yollu (üstü kapalı) ifadelerin kazf (zina iftirası) anlamına gelme ihtimali de vardır, başka anlamlar ihtiva etmesi de muhtemeldir. Had ise şüphe ile düşürülen hususlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle en-Nûr Sûresi'nde gelecektir. Bk. en-Nûr. 24/4-5 âyetler, 9 ve 10 başlıklar. Delil olduğu ikinci husus ise, Seddü'z-Zerâi ve kötülüğe götüren yolları tutmaktır. İmâm Mâlik'in mezhebine mensup ilim adamlarının ve kendisinden gelen bir rivâyete göre Ahmed b. Hanbel'in kabul ettiği görüş budur. Bu ilkeye Kitap ve sünnetteki, âyetler da delil teşkil etmiştir. Zerâi denilen şey, bizatihi men edilmemiş ancak onun işlenmesi halinde, men edilmiş bir şeye düşmekten korkulan iştir. Zerâi, sözlükte bir şeye götüren yol ve araç anlamındadır. Seddü'z-Zerâi'in Kitaptan (Kur'ân'dan) delili bu âyet-i kerimedir. Bunu delil gösterme şekli şöyledir: Yahudiler bu kelimeyi söylüyorlardı. Dillerinde ise bu kelime sövmek ve hakaret anlamını taşıyordu. Yüce Allah onların bu işi yaptıklarını bildiğinden bu lâfzı kullanmayı yasakladı. Çünkü bu kelimeyi kullanmak sövmenin bir yolu olarak kullanılmaktaydı. Yüce Allah'ın: "Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyiniz. Onlar da Allah'a bilgisizce söverler" (el-En'am, 6/108) âyeti, benzeri ile karşılık verirler korkusuyla müşriklerin ilahlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Yine: "Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor..." (el-A'raf, 7/163) âyetinde yüce Allah onlara Cumartesi günü avlanmalarını yasaklamıştı. Ancak Cumatesi günleri balıklar kıyılarına akın akın gelirdi. Yani açık ve belli bir şekilde geldikleri görülüyordu. Cumartesi günü balıklar için setler yaptılar ve pazar günü balıklarını yakaladılar. Onların yaptıkları bu setler avlanmanın bir zeriası (yolu) idi. Yüce Allah bundan dolayı onları maymunlara ve domuzlara dönüştürdü ve bu tür işlerden sakındırmak anlamında bu hususu bize sözkonusu etti. Yine yüce Allah Hazret-i Âdem ile Havva'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" (el-Bakara, 2/35) diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin açıklaması yapıldığında yedinci başlıkta İbn Atiyye'nin: "İşte bu Seddü'z-Zerai'e açık bir misaldir" dediği de geçmişti. Sünnetten Seddü'z-Zerai'e ait delillere gelince bu konuda sabit pek çok Hadîs-i şerîf bunun delilini teşkil etmektedir. Bunlardan birisi Âişe (radıyallahü anha)'dan gelen Hadîs-i şerîftir: Umm Habibe ve Umm Seleme (Allah hepsinden razı olsun) Habeşistan'da gördükleri bir kiliseyi sözkonusu etmişlerdi. Orada birtakım resimler, tasvirler vardı. Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlattılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Onlar arasında salih bir kimse öldü mü kabri üzerinde bir mescid inşa eder ve orada o gördüğünüz resimleri yaparlardı. Bunlar Allah katında yaratıkların en kötüleridirler." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Salât 48, 54, Cenâiz 70, Menâkıbu'l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 16. İlim adamlarımız der ki: Bu işi ilk yapanlar o resimleri görerek teselli bulsunlar ve onların salih hallerini hatırlayıp onlar gibi gayret göstersinler, kabirlerinin yakınında Allah'a ibadet etsinler diye yapıyorlardı. Bu şekilde uzun bir zaman geçti. Daha sonra arkalarından onların maksatlarını bilmeyen nesiller geldi. Şeytan bunlara: Sizin babalarınız ve atalarınız bu surete ibadet ediyorlardı diye vesvese verdi, onlar da bu şekilde o suretlere ibadete koyuldular. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benzeri bir davranıştan sakındırmakta ve bu tür işleri yapan kimselerin davranışlarını şiddetli bir tepkiyle karşılamakta ve tehditte bulunmaktadır. Böyle bir sonuca götüren yolu (zerîayı) da kapatarak şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerinin ve aralarındaki salih insanların kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah ileri bir şekilde gazap eder." Muvatta’'', Sefer 85. Bir başka Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ım, kabrimi tapınılan bir put kılma" Muvatta’'', Sefer 85. diye buyurmaktadır. Müslim'in rivâyetine göre en-Numan b. Beşir şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Helal açık bir şekilde bellidir, haram da açık bir şekilde bellidir, ikisinin arasında ise şüpheli bazı hususlar vardır, kim şüpheli hususlardan sakınırsa dinini, namusunu korumuş olur. Kim şüpheli şeylere de düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı girilmesi yasak olan bir bölge çevresinde koyunlarını otlatan çobanın o yasak bölgeye düşme ihtimalinin yüksek olduğu gibi." Buhârî, Îman 39, Buyû’ 2; Müslim, Müsâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3; Tirmizî, Buyû’ 1; Nesâî, Buyû’ 2; Kudât 11; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Buyû’ 1; Müsned, IV, 267, 269-271, 275. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber, haram şeylere düşme korkusuyla şüpheleri işlemeye kalkışmayı yasaklamaktadır. İşte bu da zeria'yı (kötülüğe giden yolu) kapamaktır. Yine Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Sakıncalı olur korkusuyla sakıncası olmayan şeyi bırakmadıkça kul takva sahibi kimseler derecesine ulaşamaz." Tirmizî, Kiyâme 19; İbn Mâce, Zühd 24. Bir başka Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük günahlardandır." Ashab-ı kiram, ey Allah'ın Rasûlü, hiç kişi anne ve babasına söver mi diye sorunca şöyle buyurur: "Evet, bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver, anasına söver, o da onun anasına söver." Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, kişinin babasının sövülmesine kendisini maruz bırakmayı bizzat kendi babasına sövmek gibi değerlendirmiştir. Bir başka Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: " 'îne satışını yapıp ineklerin kuyruklarını arkadan yakalayıp ziraatçiliğe razı olup cihadı terkettiğiniz takdirde Allah sizin üzerinize öyle bir zilleti musallat kılar ki tekrar dininize geri dönünceye kadar bu zilleti sizden çekip almaz." Müslim, Îman 146; Tirmizî, Birr 6; Müsned, II, 164 (4) Ebû Dâvûd, Buyû’ 54; Müsned, II, 42, 84. Ebû Ubeyd el-Herevî der ki: îne kişinin bir başka kişiden fiyatı ve vadesi belli bir mal satın alması, sonra da o satanın alıcıdan sattığı malı tekrar daha aşağı bir fiyata (peşin olarak) satın almasıdır. Devamla der ki: Eğer 'îne talebinde bulunan kimsenin huzurunda başka bir şahıstan belli bir fiyata bir mal alıp kabzetse sonra bu malı, 'îne talebinde bulunan kişiye kendisinin satın aldığından daha yüksek bir fiyata belli bir vadeye kadar satsa bu müşteri de aldığı bu malı birinci satıcıya kendisinin aldığı fiyattan daha düşük ve peşin paraya satsa bu da aynı şekilde 'îne satışıdır. Bununla birlikte birincisinden daha hafiftir. Böyle bir satış bazı fakihlere göre câiz görülmüştür. Buna 'îne deniliş sebebi ise 'îne talebinde bulunan kimsenin nakit para elde etmesidir. Çünkü "ayn" hazırda bulunan mal demektir. Müşteri de bu malı onun vasıtasıyla peşin bir ayn elde etmek için satmak üzere satın alır. İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyetine göre: Zeyd b. Erkam'ın kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesi (Umm Veledi) Âişe (radıyallahü anha)'a; Zeyd'den maaşının verileceği zamana kadar sekizyüze (dirheme) bir köle sattığını, sonra bu köleyi ondan peşin altıyüze satın aldığını sözkonusu eder. Hazret-i Âişe şöyle der: Sattığın ve satın aldığın ne kadar kötü! Git Zeyd'e bildir ki eğer o tevbe etmeyecek olursa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yaptığı cihadını boşa çıkartmış olur. Dârakutnî, III, 52 Böyle bir söz kişisel görüşe dayanılarak söylenemez. Çünkü amellerin boşa çıkartılması ancak vahiy yoluyla bilinebilecek bir husustur. O halde bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e merfu' olduğu sabit olur. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Ribayı da rîbeyi de (şüpheliyi de) terkediniz. İbn Abbâs da, aralarında ek bir menfaat sağlayan bir şekilde dirhemlerin dirhemlerle satılmasını yasaklamıştır. Metinde yer alan "Harire" kelimesi konuya uygun bir anlam taşımadığından, yazma nüshalardan birinde yer aldığı belirtilen "cerîre" kelimesine göre tercüme yapılmıştır. Derim ki, İşte bunlar bizim Seddü'z-Zerai'e ait delillerimizdir. Mâlikîler buna dayanarak Kitabu’l-Acâl Mâlikîlerin "Beyu’l-Âcâl: vadeli satışlar" dedikleri bir çeşit 'îne satışıdır. Bk. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- İslâmi, IV, 466, 508 vd. ve onun dışında satış ve benzeri birtakım mes'eleleri sözkonusu etmişlerdir. Şâfiî mezhebinde (fıkıh kitaplarında) Kîtabu’l-Acâl diye bir bölüm yoktur. Çünkü bu onlara göre bağımsız ve çeşitli akidlerdir ve onlar şöyle derler: Eşyada aslolan zahirlerdir, zanlar değildir. Mâlikîler ise 'îne satışında arada sözkonusu edilen malı daha fazla miktarda para elde etmek için satışı helal kılıcı bir unsur olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bunun bizzat faiz olduğu bilinmelidir. 3- İstismar Kapılarının Kapatılması: "Râinâ demeyin" âyeti deha önceki açıklamalarda da belirtildiği gibi böyle demenin haram olmasını gerektiren bir nehiy (yasak)dir. el-Hasen ise bu kelimeyi "râinen" şeklinde tenvinli olarak okumuş ve bunun böyle bir söz söylemekten vazgeçin, anlamına geldiğini söylemiştir. Yani siz bu tür sözler söylemeyin, demek olur. Zir b. Hubeyş ve el-A'meş ise bunu: "Râûnan" şeklinde okumuşlardır. Dağdaki burun gibi çıkıntıya "radıyallahü anh'n" denilir. Dağınık ordu veya çıkıntısı bulunan dağ için "er'an" tabiri kullanılır. Delilleri darmadağınık ve aklını bir noktada toparlayamayan kimse hakkında da "er'an adam" denilir. Bu açıklamalar en-Nehhâs'a aittir. İbn Fâris ise şöyle demektedir: Bu kelime ahmakça davranan erkek hakkında radıyallahü anh'n şeklinde, kadın hakkında da radıyallahü anh'nâ şeklinde kullanılır. Basra'ya "radıyallahü anh'nâ" deniliş sebebi ise dağın burun gibi çıkıntısına benzediğinden dolayıdır. Bu açıklamaları İbn Dureyd yapmış olup buna dair de el-Ferazdak'ın şu beyiti"ni delil gösterir: "Amr b. Utbe ve onun için umutlarım olmasaydı Radıyallahü anh'nâ olan Basra benim için vatan olmazdı." 4- Peygamber’e Saygı ve Ta'zimin Gereği:
"Unzurnâ" deyin âyeti ile yüce Peygamber'e saygılı bir şekilde hitap etmekle emrolunmaktadırlar. Bize dön, bize de yönel, anlamındadır. Burada ta'diye harfi (fiilin geçişli olmasını sağlayan edat) hazf edilmiştir. Şairin şu beytinde olduğu gibi. "Güzellikleri apaçıktır o kadınların Erâk ağacına ceylanın bakışı gibi bakışları." Mücâhid der ki: Bu, bize iyice anlat ve iyice açıkla anlamındadır. Bizi bekle, bizim için bu hususta ağırdan al, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair bu anlamda şöyle demektedir: "Siz bana kısa bir süre dahi mühlet verecek olursanız Umm Cündeb'in yanında bunun faydasını görürüm." Âyetin zahirinden anlaşılan ise, durumun da nazar-ı itibara alınması ile birlikte gözle bakma talebinde bulunmaktır. Aynı zamanda bu, "râinâ" demenin de anlamını ifade eder. Bu şekilde mü’minlerin kullanacakları lâfız değiştirilerek gösterilmiş ve yahudilerin sövmek için bir araç olarak kullandıkları bir kelime ortadan kalkmış olmaktadır. el-A'meş ve başkaları ise bu kelimeyi "enzirnâ" şeklinde elifi kat' ederek ve "zı" harfini de esre ile okumuşlardır. Yani, senin söylediğini iyice anlayıncaya, senin âyetlerini telakki edinceye kadar bize mühlet ver, bize süre tanı anlamındadır. Şair der ki: "Hind'in babası, bize aceleci davranma! Bize bir süre tanı ki, sana kesin olanı bildirelim." Yüce Allah bir kelimeyi kullanmayı yasaklayıp bir başka kelimeyi kullanmayı emrettikten sonra "ve dinleyin" diye itaati de kapsayan "dinleme"yi teşvik etmekte, arkasından da emrine aykırı hareket edip kâfir olan kimselere acıklı bir azap bulunduğunu belirtmektedir. 105Ehli kitaptan olsun müşrikler olsun, (bütün) kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük lütuf sahibidir. "Ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun (bütün) kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler" böyle bir şeyi arzulamazlar. Bu kelimeye (istemek anlamına gelen "vur" kelimesine) dair açıklamalar daha önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Müşrikler kelimesinin şeklinde ve Kâfirler" kelimesine atfedilerek okunması da -en-Nehhâs'a göre- caizdir. O takdirde mana: "Ehl-i Kitap'tan olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler" şeklinde olur. "Allah ise rahmetini dilediğine has kılar." Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) der ki: "Rahmetini" yani nübüvvetini "dilediğine has kılar." Allah bu rahmetini özel olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tahsis etmiştir. Kimileri de rahmetten kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir derken; şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerimede sözü edilen "rahmet" yüce Allah'ın geçmiş ve gelecek kullarına bağışlamış olduğu bütün rahmet türlerini kapsayan genel bir ifadedir. Rikkat gösterip inceldiği takdirde Merhamet etti, merhamet eder, denilir. İbn Fâris'e göre ruhm, merhamet ve rahmet aynı anlamdadır. Allah'ın kullarına rahmeti ise onlara nimetler bağışlaması, onları affetmesidir. "Allah büyük lütuf sahibidir." 106Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir? Âyetine dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1- Neshetmek Ya da Unutturmak: "Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da benzerini getiririz" "Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak..." âyetindeki: "onu unutturursak" âyeti, nesheder" âyetine atfedilmiştir. Cezm dolayısıyla yâ harfi hazfedilmiştir. Bu kelimeyi şeklinde okuyanlar ise cezm dolayısıyla hemzeden dammeyi hazf ederek (sükun ile) okurlar. Bu okuyuşun anlamı ileride gelecektir. Bu ahkâma dair büyük bir âyet-i kerimedir. (Nüzul) sebebi şudur: Yahudiler, Ka'be'ye yönelmeleri hususunda müslümanları kıskandıklarından dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve "Muhammed ashabına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur'ân olsa olsa onun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir." demeye koyuldular. Bunun üzerine de yüce Allah: "Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit." (en-Nahl, 16/101) âyeti ile: "...nesheder veya unutturursak" âyetini indirdi. 2- Neshe Dair Bilginin Gereği ve Faydası: Bu konuya dair gereken bilgiyi edinmek kesinlikle gerekli ve faydası çok büyüktür. İlim adamları bu hususa dair bilgi sahibi olmaktan uzak duramazlar. Neshi, ahmak cahillerden başkası da inkâr etmez. Çünkü ahkama dair karşılaşılan meselelerde helal ve haramı bilmek hususunda bunu bilmeyi gerektiren pek çok husus vardır. Ebû'l Bahterî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ali (radıyallahü anh) mescide girdiği bir seferinde bir adamın insanları korkutmakla meşgul olduğunu görür. Bu kim oluyor? diye sorunca etrafındakiler: İnsanlara hatırlatmalarda bulunan bir adamdır, dediler. Hazret-i Ali şöyle der: Bu insanlara öğüt verip hatırlatan bir kimse değildir, bu ben filan oğlu filanım, beni tanıyın, diyen birisidir. Hazret-i Ali ona bir haberci gönderip şöyle sorar: Sen nâsihi mensûhtan ayırdedecek kadar bir bilgiye sahip misin? O: Hayır, der. Bu sefer ona: Mescidimizden çık git ve bu mescidde öğüt ve hatırlatmalarda bulunma. Bir başka rivâyete göre: Nâsih ve mensûhu biliyor musun? diye sorar. O: Hayır, deyince, Hazret-i Ali: Kendin de helâk oldun, başkalarını da helâk ettin, der. Buna benzer bir rivâyet İbn Abbâs (radıyallahü anhüm)dan da gelmiştir. 3- Arap Dilinde Nesh'in Anlamı: Arapçada bu kelime iki anlamda kullanılır: Bir kitabı bir başka kitaptan nakletmek (istinsah etmek, aktarmak) gibi. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'in tümü mensuhtur. Yani Levh-i Mahfuz'dan nakledilmiş ve dünya semasındaki Beytü'l-İzze'ye indirilmiştir. Âyet-i kerimenin bununla bir ilgisi yoktur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz, sizlerin işlemekte olduklarınızı istinsah ettiriyorduk" (el-Câsiye, 45/29) âyeti de bu anlamdadır. Onun neshedilmesini (yazılıp kaydedilmesini) ve tesbit edilmesini emrediyorduk, demektir. 2- İptal etmek ve izale etmek: İşte burada kastedilen de budur. Bu, dilde iki türlü anlam ifade eder: a) Bir şeyi iptal ve izale edip başka bir şeyi onun yerine koymak. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit: "Güneş gölgeyi neshetti" şeklinde kullanılan ifade de bu türdendir. Yüce Allah'ın: "Biz bir âyeti nesh eder veya onu unutturursak ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz" âyetinin anlamı da budur. Müslim'in Sahih'inde de şöyle bir ifade yer almaktadır: "Zamanla neshedilegelmemiş hiçbir peygamberlik yoktur." Müslim, Zühd 14; Müsned, IV, 174. Ümmetinin hali bir durumdan bir başka duruma değişmemiş bir nübüvvet yoktur, demektir. İbn Fâris der ki: Nesh (in bir anlamı) kitabı neshetmek (kopye etmek) şeklindedir. Diğer bir anlamı daha önce kendisi ile amel edilen bir hususu ortadan kaldırıp başka bir olay (veya sebep ile) onu neshetmek de bir başka türlüdür. Mesela, bir hususa dair nazil olan bir âyet-i kerimenin bir başka âyet ile neshedilmesi gibi. Bir şeyin ardından gelen her bir şey de kendisinden öncekini neshetmiş olur: Güneş gölgeyi, ağaran saçlar gençliği neshetti, denilir. Mirasçılar arasında tenasüh ise: Mirasın kendisi paylaştırılmadan olduğu gibi durduğu halde mirasçıların arka arkaya ölmesi demektir. Çağların ve nesillerin tenasühü (ardarda gelip birinin ötekinin yerini tutması)da böyledir. b) Başka bir şeyi yerine koymadan, birşeyi izale etmek. Mesela, rüzgar izleri neshetti, demek böyledir. Yüce Allah'ın: "O şeytanın bıraktığını Allah nesheder" (el-Hacc, 22/52) âyetindeki nesh kelimesi bu anlamdadır. Yani onu îptal ve izale eder, onun telkini okunmaz ve onun yerine de mushafta herhangi bir şey kayıt edilmez. Ebû Ubeyd bu ikinci tür neshin olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir sûre indirilir sonra bu sûre kaldırılır, şu sûre okunmaz ve mushafa da yazılmazdı. Derim ki: Ubey b. Ka'b ve Âişe (radıyallahü anh)'dan gelen Ahzab Sûresi'nin uzunluk itibariyle Bakara Sûresi'ne denk olduğuna dair rivâyet de bu türdendir. Bu hususa dair açıklamalar inşaallah orada (Ahzab Sûresi'nin tefsirinin başlangıcında) gelecektir. Buna delil olan hususlardan birisi de Ebû Bekr el-Enbarî'nin zikrettiği şu husustur: Bize babam anlattı, bize Nasr b. Davud anlattı, bize Ebû Ubeyd anlattı, bize Abdullah b. Salih, el-Leys'ten o Yûnus'tan ve Akil'den, onlar da İbn Şihab'dan rivâyetle şöyle dediler: Bana Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf, Said b. el-Müseyyeb'in meclisinde anlattığına göre; adamın birisi geceleyin Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûre okumak üzere kalktı, fakat o sûreden bir şey okuyamadı. Bir başkası kalktı o da birşey okumaya güç yetiremedi. Bir başkası da kalktı, o da o sûreden birşey okuyamadı. Sabah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gittiler. Onlardan birisi şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, geceleyin Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûre okumak üzere kalktım da ondan hiçbir şey okuyamadım. Bir diğeri kalkıp o da: Allah'a yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın peygamberi, dedi. Öteki de: Allah'a yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu, yüce Allah'ın dün neshettiği şeylerdendir" diye buyurdu. Rivâyetlerden birisinde de Said b. el-Müseyyeb, Ebû Umame'nin anlatıklarını işittiği halde bunlara karşı çıkmıyordu, ifadesi de yer almaktadır. İslâm'a müntesip müteahhirîn bazı kesimler neshin câiz olduğunu kabul etmemektedirler. Halbuki onlara karşı bu konuda önceki selefin şeriatte neshin vaki olduğuna dair icma ettikleri hususu susturucu bir delildir. Yine yahudilerden bir kesim de neshi kabul etmezler. Bunlara karşı susturucu delil ise kendi iddialarına göre şanı yüce Allah'ın Nûh (aleyhisselâm)'a gemiden çıktığı vakit söylediği şu ifadelerdir: "Bütün canlı hayvanları senin ve soyundan gelecekler için yenebilir kılıyorum. Bunu size tıpkı bitkiler gibi serbest bırakıyorum. Ancak bundan kan müstesnadır, onu yemeyiniz." Daha sonra ise Hazret-i Mûsâ ile İsrailoğullarına birçok hayvanın yenmesi haram kılındı. Yine onlara karşı gösterilecek delillerden birisi de şudur: Âdem (aleyhisselâm) erkek ve kızkardeşleri birbirleriyle evlendiriyordu. Yüce Allah ise bunu Hazret-i Mûsa'ya da başkasına da haram kılmıştır. Onlara karşı bir başka delil: İbrahim Halil'e önce oğlunu kesmesi emredildi, daha sonra: Onu kesme! emri verildi. Hazret-i Mûsâ da İsrailoğullarına aralarından buzağıya tapanları öldürmelerini emrettiği halde, arkasından artık bu öldürme işine son vermelerini emretti. Yine Hazret-i Mûsa'nın peygamberliği ile kendisine verilen şeriatle peygamber olmadan önce ibadet edilmezdi. Bundan sonra ise onun şeriatına göre amel edilerek ibadet edilir oldu. Ve buna benzer başka hususlar. Böyle bir nesih bedâ Bedâ; Allahü teâlâ'nın daha sonradan başka bir hükmü uygun bulması üzerine eski hükmü değiştirmesi demektir. Allah'a böyle bir şeyin nisbeti câiz değildir. (Dr. Subhi es-Sâlih, Mebâhis fî Ulumi'l- Kur'ân, Beyrut, 1974, sh. 271-272) türünden değildir. Aksine bu kulları bir ibadetten bir başka ibadete, bir hükümden bir başka hükme -bir maslahat sebebiyle ve hikmetini bir de eksiksiz egemenliğini izhar etmek için- yaptığı bir nakilden ibarettir. Akıl sahipleri ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Peygamberlerin şeriatlerinde insanların dinî ve dünyevî maslahatları maksat olarak gözetilmiştir. Bedâ ise ancak işlerin akıbetini bilmemesi halinde düşünülebilir. İşlerin akıbetini bilen bir kimsenin ise, maslahatların değişmesine uygun olarak hitapları da değişiklik gösterir. Hasta olan kimsenin durumlarını gözönünde bulunduran doktor gibi. Yüce Allah da meşîet ve iradesi ile yarattığı insanlar hakkında bu maslahatlarını gözönünde bulundurmuştur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hitabı değişiklik gösterir, fakat ilim ve iradesi asla değişmez. Çünkü bu, yüce Allah hakkında muhaldir (imkânsızdır). Yahudiler ise nesh ve bedâ'yı aynı şey kabul ederler. Bundan dolayı neshi câiz görmezler. O bakımdan sapıklığa düşmüşlerdir. en-Nehhâs şöyle der: Nesh ile bedâ arasındaki fark şudur: Nesh kulları bir şeyden bir şeye tahvil etmektir. Meselâ, o şey daha önce helal iken haram kılınır yahut haram iken helal kılınır. Bedâ ise kararlaştırdığı bir şeyi terkedip vazgeçmektir. Senin: Bugün filan kişiye git, dedikten sonra: Hayır gitme, demen gibi. Birinci defada söylediğin sözden vazgeçmeni gerektiren bir sebep ve bir kanaat zuhur eder. Böyle bir tutum eksiklikleri itibariyle insanlar hakkında sözkonusudur. Aynı şekilde: Bu sene şunu ek, deyip de daha sonra: Hayır bu işten vazgeç, demen de böyledir. Buna bedâ denilir. Şunu bil ki, gerçek nesneden yüce Allah'tır. Şer'î hitaba nesneden (nâsih) denilmesi, kelimenin sınırını aşmak (mecaz) suretiyle olmuştur. Çünkü bu hitap ile nesh gerçekleşmektedir. Nitekim: Mahkûmun fîhe de nâsih denilerek kelimenin sınırları aşılabilmektedir. Mesela, Ramazan orucu aşure orucunu neshedicidir, denilir. Mensûh izale olunan, mensûhun anh ise, izale olunan ibadet ile taabbüd etmesi istenen yani mükellef kişidir. Neshin tanımı hususunda mezhep İmâmlarımızın kullandıkları ifadeler arasında farklılık vardır. Ehl-i Sünnet'in ileri gelen ilim adamlarının kabul ettiği tanım şudur: Nesh, şer'an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır. Kadı Abdulvehhab ile Kadı Ebû Bekr de bu şekilde tanımlamış ve şunu da eklemişlerdir: Eğer o (sonradan gelen hitap) olmasaydı önceki şer'î hüküm sabit kalmaya devam edecekti. Böylelikle onlar neshin sözlük anlamını da korumuş oldular. Çünkü nesih kaldırmak ve izale etmek anlamındadır. Şer'î hüküm denilerek aklî hükmün anlaşılmamasını sağlamak istemişlerdir. Şer'î hitabın sözkonusu edilmesi ise nas, zahir, mefhum ve buna benzer bütün delalet yollarını kapsaması, kıyas ve icmaın da dışarıda bırakılması içindir. Çünkü bunlarda ve bunlarla nesih düşünülemez. "Sonradan gelen" kaydını koymaları ise şundandır: Eğer hüküm ile şer'î hitab bir arada bulunsaydı bu hükmün gayesini (nihaî vaktini) açıklayıcı olurdu, neshedici olmazdı. Veya sözün sonraki bölümü önceki bölümünü kaldırmış olurdu. Bir kimsenin kalk, hayır kalkma, demesi gibi. Mensuh, bizim Ehl-i Sünnet İmâmlarımıza göre sabit olan hükmün kendisidir, benzeri değildir. Mu'tezile ise şöyle demektedir: O (mensuh), daha önce gelmiş nas ile gelecekte sabit olacak hükmün benzerinin de zail olacağına delalet eden hitaptır. Onları bu kanaate götüren, emirlerin irade ile varolan şeyler olduğu, hüsnün, bizzat hüsnün sahip olduğu bir nitelik olduğu, Allah'ın muradının da güzel olduğu şeklindeki kanaatleridir. İlim adamlarımız kitaplarında Mu'tezile'nin bu iddialarını çürütmüşlerdir. 8- Neshin Sözkonusu Olmadığı Alanlar: İlim adamlarımız haberlerde neshin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Cumhûr, neshin emir ve nehiylere has olduğu, yüce Allah hakkında yalan söylemenin imkânsızlığı dolayısıyla haber verilen hususlarda neshin olmayacağını kabul etmişlerdir. (Zayıf bir görüş olarak da) şöyle denilmiştir: Eğer haber şer'î bir hüküm ihtiva ediyorsa neshi mümkündür (caizdir). Yüce Allah'ın: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarırsınız..." (en-Nahl, 16/67) âyetinde olduğu gibi. Bu âyetin tefsiri yapılacağı zaman buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Genel bir hükümden tahsis (özelleştirme), nesh gibi görünürse de öyle değildir. Çünkü umum hiçbir zaman muhassası (yani tahsis edilen hükmü) kapsamaz. Şayet umumun herhangi birşeyi kapsadığı sabit olur sonra o şey umumun dışına çıkartılırsa bu nesh olur, tahsis olmaz. Önceki ilim adamları ise mecazen ve kelimenin anlamım daha da genişleterek tahsise de nesh ismini verirler. 10- Mutlak ve Mukayyed Hükümler: Şunu bil ki, şeriatte bazan zahiren mutlak ve kapsayıcı olduğu görülen birtakım haberler varid olabilir. Yine bir başka yerde bunlar kayıtlı olarak sözkonusu edilince bu ifadelerdeki mutlaklık da ortadan kalkar. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kullarım senden Beni sorarlarsa şüphesiz Ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) Bu âyetteki hükmün zahiri her durumda dua eden herkesin duasının kabul olunacağını haber vermektedir. Şu kadar var ki bir başka yerde bunu kayıtlayan ifadeler gelmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." (el-En'âm, 6/41) Bu hususta basîreti olmayan bir kimse bunun haberlerde nesih türünden olduğunu zannedebilir. Oysa durum böyle değildir. Bu, mutlak ifade kullandıktan sonra onu kayıtlı olarak dile getirmek demektir. Bu meseleye dair daha fazla açıklamalar yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- yapılacaktır. İlim adamlarımız der ki: Daha ağır bir hükmün hafifletilmesi caizdir. On kişiye karşı (cihadda) sebat etme hükmünün iki kişiye karşı sebat etme hükmüyle değiştirilmesi gibi. (bk. el-Enfal, 8/65-66) Daha hafif bir hükmün daha ağır bir hükümle neshedilmesi de caizdir. Aşure günü orucunun Ramazan ayında sayılı günler oruç tutma hükmü ile neshedilmesi gibi. Nitekim ileride oruç âyeti (el-Bakara, 2/173) açıklanırken gelecektir. Ağırlık veya hafiflik itibariyle birbirinin dengi olan hükümler de birbirini neshedebilir. Kıblenin neshinde olduğu gibi. Bir hüküm neshedilmekle birlikte onun yerine başka bir hüküm getirilmeyebilir. Hazret-i Peygamber'le özel bir şekilde konuşmak için önceden sadaka vermeyi emreden hükmün kaldırılması gibi. (bk. el-Mücadele, 58/12-13) Kur'ân Kur'ân ile, sünnet de ibare ile neshedilebilir. Burada sözü geçen "ibare"den kasıt kat'î ve mütevatir olan haberdir. Vahid haber de vahid haber ile neshedilebilir. Önder (İmâm) ilim adamlarının ileri gelenlerine göre Kur'ân-ı Kerîm sünnetle neshedilebilir. Bk. el-Bakara, 2/180. âyet, 21. başlık. Bu, Peygamber Efendimizin: "Mirasçıya vasiyet yoktur" Ebû Dâvûd Buyû' ', 88; Tirmizî, Vesâyâ 5; İbn Mâce, Vesâyâ 6. Ayrıca bk. Buhârî, Vesâyâ 6; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6. hadisinde görülmektedir. Bu İmâm Mâlik'in mes'elelerinden zahiren anlaşılan görüştür. İmâm Şâfiî ile Ebû'l-Ferec el-Mâlikî ise bunu kabul etmezler. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buna delil ise hepsinin yüce Allah'ın hükmü olduğu, O'ndan geldiğidir. İsterse bunların isimleri ayrı ayrı olsun. Yine (âyet-i kerîme ile sabit olan) zina edene sopa vurmak, evli olup da zina dolayısıyla recmedilen kimsenin zina haddi de düşmektedir. Bunu düşüren ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamadaki sünnetidir ki, bu da açıkça anlaşılan bir husustur. Yine mes'eleyi iyice inceleyen ileri gelen ilim adamlarının görüşüne göre sünnet Kur'ân-ı Kerîmle neshedilebilir. Kıble hususunda bu vardır. Çünkü Şam tarafına doğru yönelip namaz kılmak yüce Allah'ın Kitabında bulunmamaktadır. Yine yüce Allah'ın: "O kadınları kâfirlere geri döndürmeyiniz" (el-Mümtehine, 60/9) âyetinde de bu vardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kureyşlilerle yaptığı barış antlaşması gereği kadınların kâfirlere geri verileceği belirtilmişti. Yine ileri gelen ilim adamları Kur'ân-ı Kerîm'in haber-i vahid ile neshedilmesinin aklen câiz olduğunu kabul ederler. Ancak şer'an böyle birşeyin vukuu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû'l-Mealî ve başkaları ise Küba mescidi ile ilgili olayda -ileride açıklanacağı üzere (bk. et-Tevbe, 9/108. âyetin tefsiri)- bu şekil husule gelmiştir. Bazıları ise bunu kabul etmemektedir. Herhangi bir nassın kıyasa dayanılarak neshedilmesi düşünülemez. Çünkü kıyasın şartlarından bir tanesi de nassa aykırı olmamasıdır. Bütün bu türleriyle nesih, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatta olduğu sürece sözkonusudur. Onun vefatından ve şeriatın son şeklini almasından sonra ise nesih olamayacağı hususu üzerinde ümmetin icmaı vardır. Bu bakımdan icma nesholunmaz, icma ile de nesh yapılmaz. Çünkü icmaın gerçekleşmesi vahyin kesilmesinden sonra sözkonusu olur. Bizler herhangi bir nassa muhalif olan bir icma bulduğumuz takdirde, o zaman bu icmaın bizim bilmediğimiz neshedici bir nassa dayalı olduğunu bu muhalif nas ile amelin terkedildiğini, onun muktezasının neshedilmekle birlikte hükmünün sünnet olarak kalmaya devam ettiğini, okunup rivâyet edildiğini biliriz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de iddeti bir sene olarak tesbit eden âyet-i kerîme (el-Bakara, 2/240) olduğu gibi kalmıştır. (el-Bakara, 2/240. âyetin tefsirine bakınız). Bu hususa iyice dikkat etmek gerekir, çünkü oldukça değerli bir noktadır. Bu, okunuşun neshedilmeksizin kalıp sadece hükmünün nesholunması türündendir ve bu, nesih türlerinden biridir. Hazret-i Peygamber ile özel olarak konuşmak için sadaka verme emri de böyledir. Kimi zaman hüküm nesholunmaksızın tilavet nesholunabilir. Recm âyeti gibi. Bazen hem tilavet hem de hüküm nesholunabilir. Hazret-i Ebû Bekir'in şu sözü bunu ifade eder: Bizler: "Babalarınızdan yüzçevirmeyiniz (kendinizi başkalarına nisbet etmeyiniz) çünkü o bir küfürdür" âyetini okurduk. Bu şekilde bir âyetin önce tilavet olunup sonradan nesholunduğuna dair rivâyet Ahmed b. Hanbel tarafından, Müsned, I, 47 ve 55'de iki defa, ancak Hazret-i Ebû Bekir'den değil, Hazret-i Ömer'den rivâyetle kaydedilmektedir. Ebû Hüreyre'den Hazret-i Peygamber'e merfûan rivâyet ise: Buhârî, Ferâiz 29; Müslim, Îman 113; Müsned, II, 526'da kaydedilmektedir. Buna benzer nesihler pek çoktur. Yine araştırmacı ilim adamlarının kabul ettiği görüşe göre nâsih kendisine ulaşmamış olan kimse birinci hüküm ile taabbüd eder. Nitekim kıblenin değiştirilmesi ile ilgili âyetlerde bu açıklamalar gelecektir. Araştırmacılar hüküm ile amel edilmeden önce neshedilmesinin câiz olduğunu kabul ederler. Nitekim bu, kesilmesi emredilen Hazret-i İbrahim'in oğlu kıssasında görülmektedir. Ayrıca elli vakit farz kılınan namaz emri yerine getirilmeden önce de beş vakit olarak neshedilmiştir. Bu hususlara dair açıklamalar el-İsra Sûresi'yle Bk. el-îsra, 17/1. âyet 3. başlık. Saffat Sûresi'nde Bk. es-Saffat, 3/102-113. âyetler 10. başlık. yüce Allah'ın izniyle gelecektir. 12- Neshedici Âyeti Bilmenin Yolları: Nâsihi bilmenin birtakım yollan vardır. Bunlardan birisi lafızda buna delalet eden tabirlerin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi: "Sizlere kabir ziyaretini yasaklamış idim. Kabirleri artık ziyaret edebilirsiniz. Sizlere deriden yapılan kaplar dışındaki kaplardan içmeyi yasaklamıştım. Artık her kaptan içebilirsiniz. Şu kadar var ki sarhoşluk verici birşey içmeyiniz" Müslim, Cenaiz 106. ve benzerleri. Bir başka yol da ravinin hükümlerin tarihini belirtmesidir. Mesela; ben Hendek yılı şunu işittim deyip mensuh olanın daha önceden bilinen bir hüküm olması veya şunun hükmü bununla neshedildi, demesi gibi. Bir diğer yol, ümmetin bir hükmün nesholduğu ve onu neshedenin de önceden varid olduğu üzerinde icma etmesi. Bu husus usul-u fıkıh kitaplarında genişçe açıklanmıştır. Bizim bu konudaki geniş açıklamaların bir kısmına burada dikkat çekmemiz, kısa olan ile yetinen kimseye bu kadarının yeterli olduğundan dolayıdır. Doğruya ulaşma başarısı Allah'tandır. Cumhûr şeklinde "nun" harfini üstün olarak okumuştur. Zahir olan ve kullanılan anlamı ise önceden de belirtildiği gibi: -Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe- hiçbir âyeti tilavetini bırakıp hükmünü neshetmeyiz, şeklindedir. Anlamın yine belirttiğimiz üzere... bir âyetin hüküm ve tilavetini kaldırmayız, şeklinde olma ihtimali de vardır. İbn Amir, "neshedilmiş (kopye edilmiş) buldum" anlamına gelen "ensehtu el-kitabe"den gelen şekliyle "nun" harfini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Ebû Hâtim bu okuma yanlıştır, demektedir. Ebû Ali el-Farisî de: Böyle bir söyleyiş yoktur; çünkü:ın aynı anlama geldiği söylenemez... demektedir. Ancak anlamın neshedilmiş bulduğumuz, şeklinde olması hali müstesnadır. ifadesini Onu öğülmüş ve cimri buldum, anlamında kullanmak da böyledir. Ebû Ali der ki; onu neshedilmiş bulmak, ancak fiilen neshetmek halinde sözkonusu olur. Böylelikle her iki kıraat lâfızları itibariyle farklı olsa bile, mana itibariyle ayni olur. "Nesheder..." âyetinin, "neshini sana bırakmayız" anlamında olduğu da söylenmiştir. Kitabı yazmak halini anlatmak için: "Kitabı neshettim" denilir. Onu yazma işini başkasına havale etmek halinde ise; "başkasından intisâhını (yazmasını) istedim" denilir. Mekkî der ki: (Ensehâ fiilindeki) hemze'nin teaddî (fiili geçişli kılmak) için olması mümkün değildir. Çünkü o taktirde anlam değişir ve: Ey Muhammed Biz sana bir âyeti insâlı eder... şeklinde olur. Âyetin ona insâhı ise, ona indirilmesi demektir. Dolayısıyla âyet şu anlama gelir: Biz sana bir âyet indirir yahut onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Bu da sonuç olarak şöyle demektir: İndirilmiş her bir âyetten mutlaka daha hayırlısı (ya da onun misli) indirilmiştir. Bu durumda da Kur'ân tümüyle mensûh olur. Bu ise imkânsızdır. Çünkü nesh olunan ancak pek az bir bölümdür. Buna göre ef ale (enseha) ile feale (neseha) kiplerinin aynı anlama gelmeleri -Araplardan böyle birşey işitilmediğinden- imkânsız olduğundan ve mâna bozulacağı için hemze'nin teaddi için getirilmesine de imkân bulunmadığından, geriye bu kipin ancak "ben onu övülmeye değer yahut cimri buldum" kabilinden olma ihtimalinden başkası kalmamaktadır. "Veya unutturursak" Ebû Amr ile İbn Kesîr şeklinde okumuşlardır. Ömer, İbn Abbâs, Atâ, Mücâhid, Ubey b. Ka'b, Ubeyd b. Umeyr, en-Nehaî ve İbn Muhaysın da bu şekilde okumuşlardır ki bu ertelemek ile ilgili bir anlam ifade eder. Lâfzının neshini tehir etmeyiz, demektir. Bunun da anlamı şudur: Biz onu ummu'l-kitab'ın sonunda terkederiz ve o takdirde (nesh) olmaz. Atâ'nın da görüşü budur. Atâ'dan başkaları ise şöyle demektedir: Bu şekilde hemzeli okuyuşun anlamı belli bir vakte kadar neshini geciktirmeyiz, şeklindedir. Nitekim Araplar bir işi erteledikleri vakit bunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeyi kullanırlar. Vadeli olarak bir satış yapıldığı zaman da bu kökten kelime kullanılır. İbn Fâris der ki: Allah senin ecelini geciktirsin (ömrünü uzatsın), derler. Birbirlerinden uzaklaşan veya biri ötekinden geç kalan kimseler hakkında da bu tabir kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "Biz, ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir âyeti neshetmez veya onun nüzulünü geciktirmeyiz." Şöyle de denilmiştir: Biz okunmayacak ve hatıra gelmeyecek şekilde onu sizden (hatırınızdan) gideririz, demektir. Başkaları ise terketmek anlamına gelen nisyan'dan olmak üzere baştaki "nun" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Yani onu değiştirmeksizin ve nesh de etmeksizin bırakırız, anlamına gelir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve es-Süddî yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) âyeti de bu tür bir anlam ifade eder. Yani onlar Allah'a ibadeti terkettiler, Allah da onları azâbın içerisinde terkedip bıraktı. Ebû Ubeyd ve Ebû Hâtim bu kıraati tercih etmişlerdir. Ebû Ubeyd der ki: Ben Kari' Ebû Nuaym'i şöyle derken dinledim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e rüyamda Ebû Amr'ın kıraati üzere Kur'ân okudum. Benim okuyuşumda sadece iki kelimeyi değiştirdi. Ben ona (el-Bakara, 2/128)deki: şeklinde okudum, o: : Bize göster" diye düzeltti. Ebû Ubeyd der ki: Zannederim: Yahut geciktirmeyiz diye okudum, o da: Veya unutturmayız" diye düzeltti, ifadesi onun sözünü ettiği ikinci kelimedir. el-Ezherî bu okuyuşun: Veya terkedilmesini emretmeyiz, anlamına geldiğini nakletmektedir. Nitekim bir şeyin terkedilmesi emredildiğinde bu ifade kullanılır, terkettiğini ifade eden kimse de bu kelimeyi kullanır. Şair de der ki: "Benim otlattığım ve kendisine dikkat ettiğim bir devem vardır Ben ne unuturum ne de terk edip geri bırakırım." ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Nun harfinin ötreli okunuşu ile terketmek anlamı uygun düşmemektedir. Çünkü böyle, bir kullanım yoktur. Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbâs'tan naklettiği: "Veya onu unutturmayız" değiştirmeksizin bırakırız, şeklindeki açıklaması sahih değildir. İbn Abbâs belki de: "Onu terkederiz" demiştir de o gereği gibi belleyememiştir. Dilci ve nazar ehlinin çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre ise "veya unutturmayız" yani size onu terketmeyi mubah kılmayız, anlamındadır. Ebû Ali ve başkaları da şöyle demektedir: Bu uygun bir açıklamadır, çünkü sana terkettirmeyiz, anlamına gelir. Bunun, hatırlamamak anlamına gelen ve kelimenin asıl ifade ettiği anlam olan unutmaktan geldiği de söylenmiştir. Yani ey Muhammed, sana onu hatırlamayacak şekilde unutturmayız, demektir. Fiil buna göre iki mef'ûle geçiş yapmış olur ki, bunlar peygamber ve (âyete ait olan) hâ zamiridir. Şu kadar var ki "peygamber" ismi hazf edilmiştir. 15- Nesheden, Neshedilenden Hayırlıdır Veya Onun Benzeridir: "Ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz..." Burada geçen "hayırlısı" lâfzı, üstünlük sıfatıdır. Yani ey insanlar, eğer nesheden âyetin hükmü daha hafif ise dünyada, eğer daha ağır ise ahirette sizin için daha faydalıdır. Eğer her bakımdan eşit ise onun benzeridir. İmâm Mâlik der ki: Yani neshedilen âyet yerine size muhkem bir âyet getiririz, demektir. Bundan kastın, üstünlük ifade eden daha hayırlılık olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Allah'ın kelamı arasında üstünlük sözkonusu değildir. Bu yüce Allah'ın: "Kim bir iyilik ile gelirse ona ondan hayırlısı vardır." (en-Neml, 27/89) Yani, ona o hasene dolayısıyla bir hayır vardır, yani onun faydasını ve ecrini görecektir. Yoksa burdaki "hayır" daha üstün olma anlamını ifade edecek şekilde değildir. Yüce Allah'ın: "Veya onun benzerini getiririz" âyeti ise, birinci görüşe delildir. 107Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, Allah'tan başka hiçbir veliniz ve hiçbir yardımcınız da yoktur. "Bilmez misin ki" yoktan varetmek, icad etmek, malik olmak, egemenlik sahibi olmak, emir ve iradesinin yürürlüğe girmesi bakımlarından "göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Bilmez misin..." âyetindeki fiil, başına gelen cezm edatı dolayısıyla cezm olmuştur. İstifham (soru) edatları da âmil'in amelini değiştirmez. (.......) edatının hemze'sinin üstün gelmesi ise nasb mahallinde olduğundan dolayıdır. "Mülk" kelimesinin merfu' gelmesi, mübteda olduğundandır. Haberi O'nundur" (mealde ayrıca göstermeye gerek olmadığından, "Allah'ındır" âyetinin anlamında mündemiçtir) kelimesi olup, cümle olarak da (.......)nin haberidir. Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmakla birlikte kasıt ümmetidir. Çünkü: "Allah'tan başka hiçbir veliniz ve hiçbir yardımcınız da yoktur" diye buyurulmaktadır. Bir görüşe göre de bunun anlamı şöyledir: Yani ey Muhammed, onlara de ki: Göklerin ve yerin mutlak egemenliğinin yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin Allah'tan başka hiçbir velinizin bulunmadığını bilmiyor musunuz? Buradaki veli ise filan kişinin işini üstlenip görmek kökünden gelmektedir. Veliyyü’l-Ahd da buradan gelmiştir. Yani müslümanların yönetim işlerinden kendi uhdesine verilenleri yerine getiren anlamındadır. Buna göre âyetteki "veliniz yoktur" âyetinin anlamı şu olur: Allah'tan başka işlerinizi çekip çevirecek, düzene koyacak kimseniz yoktur. "Allah'tan başka" yani Allah'ın dışında ve Allah'tan ayrı olarak hiçbir veliniz, hiçbir yardımcınız yoktur, anlamındadır. Nitekim Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle demiştir: "Ey nefis, senin Allah'tan başka koruyucun yoktur Ve zaman, gece ve gündüz, geçtikçe kalacak kimse de yoktur." Bu âyetteki yardımcı" kelimesini büyük çoğunluk, "veliniz" anlamındaki kelimeye atıf ile esreli okumuşlardır. Bunun mahalle atıf ile ötreli okunması da mümkündür. Çünkü anlam itibariyle cer edatı burada (te'kid için gelmin olup) zaiddir. 108Yoksa siz de daha önce Mûsa'dan istendiği gibi peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Kim imanı küfre değişirse doğru yoldan sapmış olur. "Yoksa..." anlamına gelen kelimesi Hayır, anlamınadır. Yani: Hayır, siz.... istemeye mi kalkışacaksınız, anlamına gelir. Bundan kasıt da muhatapları azarlamaktır. "Yoksa siz de daha önce Mûsa'dan" açıkça Allah'ı kendilerine göstermelerini "istedikleri gibi peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız?" Onlar da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Allah'ı ve melekleri kafile halinde getirmesini istemişlerdi. İbn Abbâs ve Mücâhid'den gelen rivâyete göre onlar Hazret-i Peygamber'den Safa tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi. el-Hasen "istendiği gibi" anlamı verilen âyeti şeklinde okumuştur. Bu okuyuş, bu fiil şeklinde kullananlara göre uygundur. Kıyasa aykırı olarak, hemze'nin sakin yâ harfine değiştirilmesi sonucu ondan önceki sin harfinin de meksûr okunması olarak da açıklanabilir. en-Nehhâs ise, hemze'nin değiştirilmiş olması uzak bir ihtimaldir. Sevâ (doğru); herşeyin ortasını ifade eder. Bu anlamı Ebû Ubeyde ve Ma'mer b. el-Müsennâ vermiştir. Yüce Allah'ın: "Onu cehennemin ortasında (sevâ') gördü." (es-Saffât, 37/55) âyeti de bu anlamdadır. Hassan b. Sabit de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için söylediği mersiyesinde şöyle demektedir: "Vay peygamberin ashabına ve onun adamlarına Lahdin ortasında üzeri örtüldükten sonra." el-Ferrâ''dan bu kelimenin orta ve itidal anlamına geldiği de nakledilmiştir. Yani yolun ortasından ve izlenmesi gereken bölümünden uzak kalmıştır, demek olur. Bunun anlamı; Allah'a itaat etme yolunun dışına çıkmaktır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme: Râfi' b. Huzeyme ile Vehb b. Zeyd'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım, demeleri üzerine nazil olmuştur. 109Kitap ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken içlerinde yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir. Âyetin tefsiri için bak:110 110Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve kendiniz için ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah işlediklerinizi çok iyi bilendir. Bu âyetlerin: "Kitap ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken içlerinde yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "... içlerinde yerleşmiş olan"; yani herhangi bir kitapta böyle bir davranışı bulmaksızın ve bu şekilde davranmaları kendilerine emrolunmadığı halde "yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler", temenni ederler. Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden 96. ayette geçmiş bulunmaktadır. Kâfirler olarak (küfre)" kelimesi, Sizi döndürmek" fiilinin ikinci mef'ülüdür. İçlerinde yerleşmiş olan" ifadesinin "isterler" anlamındaki fiile ya da "kıskançlık" anlamındaki mastar kelimeye de taalluk etmesi mümkündür. Buna göre: kelimesi üzerinde vakf yapmak gerekir. mef'ûlün leh'tir. Yani onlar bunu duydukları kıskançlıktan ötürü isterler. "İçlerinde yerleşmiş olan" ibaresi onların bu kıskançlığı, herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve buna dair kendilerine bir emir verilmeksizin besledikleri anlamındadır. Yani onların böyle bir kıskançlığı herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve emrolunmaksızın kendiliklerinden duydukları anlamını, "kıskançlık" kelimesi de vermektedir. O bakımdan "içlerinde yerleşmiş olan" ifadesi pekiştirmek ve onları susturmak üzere kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah başka yerlerde (benzer bir şekilde) şöyle buyurmaktadır: "Onlar ağızlarıyla söylüyorlar."(Âl-i İmrân, 3/167); "Elleriyle kitabı yazarlar" (el-Bakara, 2/79); "Ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki.." (el-En'am, 6/38) Bu âyet-i kerîme yahudiler hakkındadır. Kıskançlık yerilmiş ve öğülmüş olmak üzere iki türlüdür. Yerilmiş olan kıskançlık, müslüman kardeşi üzerindeki Allah'ın nimetinin zevalini temenni etmektir. Bu arada o nimetin sana gelmesini istemen ile istememen arasında da fark yoktur. Yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde şu âyeti ile yerdiği kiskançlık Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden 96. âyette geçmiş bulunmaktadır. türü işte budur: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği şeyler dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) Bu kıskançlığın yeriliş sebebi bir bakıma yüce Allah'ın hikmetsiz iş yaptığı ve lâyık olmayan kimseye nimet verdiği anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır. Övülen kıskançlık ise sahih hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ifade ettiği şu türüdür: "Yalnız iki şeyde kıskançlık olur. Allah bir kimseye Kur'ân'ı vermiş (yani öğrenmesini sağlamış) o da gece ve gündüz bu Kur'ân ile kâim olmaktadır (gereğince amel etmekte, uygulamakta ve o Kur'ân'ı okuyarak uzun uzun namaz kılmaktadır). Diğerine ise Allah bir mal vermiştir, o da gece gündüz bu malını infak edip durmaktadır." Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temenni 5, İ'tisâm 13; Müslim, Müsafirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22; Müsned, I, 385, 432, II, 9, 36. Bu kıskançlığın anlamı ise gıpta etmektir. O bakımdan Buhârî bu hadisin yer aldığı bölümün başlığını: "İlim ve Hikmette Gıpta Etme" Buhârî, İlim 15. diye koymuştur. Gıptanın gerçek mahiyeti ise müslüman kardeşinin sahip olduğu hayır ve nimetinin benzerinin de -ondaki hayır zail olmaksızın- sende olmasını temenni etmektir. Böyle bir şeye "münafese (hayırlarda yarış)" adının verilmesi de mümkündür. Yüce Allah'ın: "O halde yarışanlar bunun için yarışsınlar" (el-Mutaffifîn, 83/26) âyeti de böyle bir anlam ifade etmektedir. "Hak kendilerine besbelli olmuşken" yani hakkı apaçık gördükten sonra... Burada haktan maksat, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onun getirdiği Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Allah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: ": Affedin" âyetinin asli: şeklindedir. Önce ağırlığı dolayısıyla ötre hazf edildi. Sonra da iki sakin arka arkaya geldiğinden vav hazf edilmiştir. Af, günah sebebiyle sorumlu tutmayı terk etmek demektir. Görmezlikten gelmek (saflı) ise günahın insan ruhunda bıraktığı etkisini ortadan kaldırmaktır. Kişinin işlediği suç ve günahtan yüzçevirmek halinde kullanılır. Birinden yüzçeviren ve onu terkeden kişi bunu ifade etmek üzere "yani ondan yüz çevirip ona ilişmedim," tabirini kullanır. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: "Zikri (Kur'ân'ı) size bildirmeyi terk mi edelim?" (ez-Zuhruf, 43/5) İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden... îman etmeyen kimselerle kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek Savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) âyeti ile neshedilmiştir. Bunu nesneden âyet-i kerimenin: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyeti olduğu da söylenmiştir. Ebû Ubeyde şöyle der: Savaşın terkedilmesini tavsiye eden her bir âyet-i kerîme Mekkîdir ve Savaş emriyle neshedilmiştir. İbn Atiyye de: Bu âyet-i kerimenin Mekkî olduğuna dair hüküm vermesi zayıf bir görüştür. Çünkü yahudilerin inad edip diretmeleri Medine'de olmuştur, der. Derim ki: Doğrusu da budur. Buhârî ve Müslim'de Üsame b. Zeyd'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Üsame vardı. Hazret-i Peygamber, Bedir olayından önce Haris b. Hazrecoğulları arasında (mahallesinde) bulunan Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken -aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu- oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a girmemişti. O mecliste müslümanlar, müşrikler, putatapıcılar, yahudiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunun üzerini kapattı ve: Bize toz çıkarmayınız, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da selam verdikten sonra durdu ve indi. Onları yüce Allah'ın yoluna davet etti, onlara Kur'ân-ı Kerîm okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl ona: Ey kişi, eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu anlatırsın. Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi: Hayır, ya Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz. Bunun üzerine müşrikler, müslümanlar ve yahudiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine girişeceklerdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onları teskin etmeye çalışıp durdu, sonunda teskin oldular. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bineğine bindi ve Sa'd b. Ubade'nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Sa'd, sen Ebû Hubab'ın -Abdullah b. Ubeyy'i kastediyor- şöyle şöyle dediğini duymadın mı?" Sa'd b. Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, anam babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hak ile Kitabı indirene yemin ederim; Allah senin üzerine indirdiği hak ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, seni verdiği hak ile bunu geri çevirince, bu sebebten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır. Bunun üzerine de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu affetti. Buhârî, Merdn 15; Müslim, Cihad 116. Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı yüce Allah'ın emrettiği üzre müşrikleri ve kitap ehlini affedip bağışlıyor , eziyetlerine katlanıyorlardı. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan incitici pek çok şey işiteceksinizdir." (Âl-i İmrân, 3/186) Bu âyet-i kerimede de: "Kitap ehlinden bir çoğu... sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler" diye buyurmaktadır. Resûlüllah (s. a) onlara karşı cihad emri verilip cihad için izin alıncaya kadar onları affetmeye dair bu âyetler gereğince amel ediyordu. Bedir gazasında kâfirlerin elebaşlarından ve Kureyş'in ileri gelenlerinden birtakım kimselerin öldürülmesi sonucunda Resûlüllah ve ashabı ganimet elde etmiş ve zafer kazanmış olarak geri döndüler. Beraberlerinde kâfirlerin elebaşları ve Kureyşlilerin ileri gelenleri de esir alınmıştı. Abdullah b. Ubey b. Selûl ve onunla birlikte bulunan müşrikler ve putatapıcılar: İşte bu artık kendisini gösteren, üstünlük sağlayan bir iş haline geldi, dediler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a İslâm üzere bey'at ettiler ve İslâm'a girdiler. "Allah'ın emri" yani Kurayzaoğullarının öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesi "gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin, şüphesiz Allah herşeye kadirdir. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin." Bu emre dair açıklamalar ise daha önceden (3. ve 43. âyetlerde) yapılmış bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. "Kendiniz için önceden ne hayır gönderirseniz Allah nezdinde onu bulacaksınız." Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre "kul vefat ettiği takdirde insanlar: Geriye ne bıraktı der, melekler ise: Önünden ne gönderdi" derler. Buhârî ve Nesâî'nin rivâyetlerine göre de Abdullah (b. Mes'ûd) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hanginiz mirasçılarının malını kendi öz malından daha çok sever?" Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü der, bizden kendi öz malını mirasçılarının malından daha çok sevmeyen hiç kimse yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sefer şöyle buyurdu: "Hayır, aranızda mirasçının malını kendi öz malından daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. (Çünkü) senin malın önünden gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır." Bu lâfzıyla hadis Nesâî tarafından rivâyet edilmiştir. Nesâî, Vasâyâ 1; Müsned, I, 382. Buhârî'nin lâfzı ise şöyledir: Abdullah dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hanginiz mirasçısının malını kendi öz malından daha çok sever?" Ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Aramızdan kendi malını daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Kişinin kendi öz malı önden gönderdiği, mirasçısının malı ise geride bıraktığıdır." Buhârî, Rikaak 12. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre o bir seferinde (Medinelilerin mezarlığı olan) Beki' el-Garkad'ten geçip şöyle der: Selam size ey kabir ehli, bizden haberler şunlar: Sizin hanımlarınız evlendiler, evlerinize başkaları yerleşti, mallarınız da paylaşıldı. Söyleyeni görülmeyen bir ses ona şu cevabı verdi: Ey Hattab'ın oğlu, bizdeki haberler de şöyle: Önden gönderdiklerimizi gördük, infak ettiğimiz bizim kârımız oldu, geriye bıraktığımızı ise zarar ettik. Şair ne güzel söylemiş: "Ölümünden önce kendin için salih ameli önden gönder Salih amel işle. Çünkü ebedi kalmaya imkân yoktur." Bir başkası da şöyle demektedir: "Ölümden önce, diller tutulmadan ve Kendin için (ecri) umulur bir tevbeyi önden gönder." Bir başkası da şöyle demiştir: "Seni doğurduğunda annen, sen ağlıyor idin. Çevrendekiler ise gülüyorlardı sevinçle. Öyle bir gün için amelde bulun ki; Ölümün gününde onlar ağladıklarında sen gülmelisin sevinçle." Bir diğeri de şöyle demektedir: "Hayırda yarış ve onun için elini çabuk tut. Çünkü geride olanı biliyorsun. Önden hayır gönder, çünkü her kişi önden gönderdiğinin yanına gidiyor." Bütün bunlardan da daha güzeli Ebû'l Atehiye'nin şu beyitleridir: "Hayatta iken malınla mutlu olmaya bak, Çünkü sen geriye ya ıslah edici veya fesat yapıcı kimseyi bırakırsın Malını ifsad edici birisine bırakırsan o malı bırakmaz, Salih kimse ise az olan malını artırır Eğer gücün yeterse kendi nefsinin mirasçısı ol. Çünkü kendisinin mirasçısı olan kişi doğru iş yapar." "Şüphesiz Allah işlediklerinizi çok iyi görendir." âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. 111"Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez" dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin." "Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez dediler." Yani yahudiler: Yahudi olandan başkası cennete girmeyecek, dediler. Hıristiyanlar da hristiyan olandan başkası cennete girmeyecek, dediler. el-Ferrâ' (âyet-i kerimede geçen şekliyle): "hûden" kelimesinin "yahudi" anlamına gelmesini câiz görmüştür. Böylelikle o sondaki fazlalığın hazfedilmesini ve bu kelimenin "hâid"in çoğulu olmasını câiz görmektedir. (Bu kelime de tevbe eden ve dönen anlamındadır). el-Ahfeş Said der ki: Olandan başkası" âyetinde kelimesi kimse lâfzına uygun olarak tekil gelmiştir. Daha sonra yahudiler" kelimesini çoğul getirmiştir. Çünkü "kimse" anlamındaki edat, çoğul anlamını vermektedir: Bu, onların kuruntularıdır" âyetinin, ye harfi şeddeli değil de, med harfi olarak da okunabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (78. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. "De ki:" Îmanınıza ve cennete gireceğinize dair söylediğiniz sözlerinizde "eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin" yani bu söylediklerinizi delil ile açıklayın. "De ki: Delilinizi getirin" âyetindeki: getirin" âyetinin aslı şeklindedir. Ağırlığı dolayısıyla önce ötre hazfedildi, sonra da arka arkaya ilki sakin (harekesiz) harf geldiğinden yâ harfi hazfedildi. Müzekker müfred emr-i hayırda , müenneste ise denilir. Burhan (delil), kesin bilgi veren delil ve belge demektir. Çoğulu "berâhîn" gelir. Sultan ve selâtîn, kurban ve karâbîn gibi. Taberî der ki: Burada delil istemek nazarın (kıyasın) kabul edilmesi gereğini ve kıyası reddedenlerin de görüşlerinin reddedilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. 112Hayır, kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim ederse işte ona Rabbi nezdinde ecri verilir. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler." Daha sonra yüce Allah onları reddetmek, yalanlamak, yani durum dediğiniz gibi değildir, demek üzere "hayır" diye buyurmaktadır. Buradaki "belâ- "hayır"ın asıl anlamı üzere olduğu da söylenmiştir. Sanki: Cennete hiç kimse girmeyecek mi diye sorulmuş da "Hayır, (girecek). Kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim ederse..." diye cevap verilmiş gibidir. "Teslim ederse" âyetinin teslimiyet gösterir ve boyun eğerse, anlamında olduğu söylendiği gibi; amelini halis kılarsa anlamına geldiği de söylenmiştir. Özellikle "yüz"ün sözkonusu edilmesi insanda görülen en şerefli organı olmasından ve duyu organlarının toplandığı yer olmasından, insanın izzet ve zilletinin yüzünden belli olmasından dolayıdır. Araplar "yüz" ile birşeyin tümünü kasteder, anlatırlar. Bu âyet-i kerimede maksadın "yüz" olması da uygundur.. "Kim İhsan edici olarak" âyeti, hal konumunda bir cümledir. "Yüzünü" ve "ona" kelimelerindeki zamirler, "kim" anlamındaki lâfza aittir. "Ecri" anlamındaki kelimedeki zamir de böyledir. "Onlar için" âyetindeki çoğul zamir de mânaya racidir. "Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (38. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. 113Yahudiler: "Hıristiyanlar birşeye sahip değildir" dediler. Hıristiyanlar da: "Yahudiler birşeye sahip değildir" dediler. Halbuki (hepsi) kitabı da okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dediğini söylerler. Allah anlaşmazlığa düştükleri hususta Kıyâmet gününde aralarında hükmedecektir. Yani onların her bir kesimi karşı tarafın birşeye sahip olmadığı ve kendisinin Allah'ın rahmetini karşı taraftan daha çok hak ettiği iddiasında bulundu." Halbuki (hepsi) kitabı da okurlar." Kitaptan kasıt Tevrat ile İncil'dir. Cümle hal mevkiindedir. "Bilmeyenler"den kasıt Cumhûrun görüşüne göre Arapların kâfir olanlarıdır. Çünkü onlar kitapsızdı. Atâ der ki: Kasıt, yahudi ile hıristiyanlardan önce bulunan milletlerdir. er-Rabi' b. Enes der ki: Yani hıristiyanlardan önce yahudiler de böyle söylemişti. İbn Abbâs der ki: Necranlılar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiler. Yahudi âlimleri de onların yanlarına geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda anlaşmazlığa düştüler. Her bir kesim ötekine: Siz birşeye sahip değilsiniz dedi; âyet-i kerîme de bunun üzerine indi. 114Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden ve onların harab olmasına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Böyleleri oralara ancak korka korka girerler. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır. Ahirette de en büyük azap yine onlaradır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Adının Anılmasına Engel Olanlar: "Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" Hiç kimse olamaz. Bu âyette: ": ...enler..." mübteda olarak ref mahallindedir. "daha zalim" anlamındaki kelime ise onun haberidir. Hiç kimse böylelerinden daha zalim olamaz, demektir. Fiile mastar anlamını veren ise "mescidler"den bedel olarak nasb mahallindedir. İfadenin "Allah'ın adının anılmasını istemediğinden dolayı engelleyenlerden..." takdirinde olması da mümkündür. Burada "mescidler" ile yüce Allah, Beytü'l Makdis ile onun mihraplarını murad etmiştir. Ka'be'yi kastettiği de söylenmiştir. Çoğul gelmesi ise bütün mescidlerin kıblesinin ona doğru olması veya ta'zim içindir. Maksadın şâir mescidler olduğu da söylenmiştir. "Mesacid: Mescidler" "mescid" kelimesinin çoğuludur. Araplar arasında buna "mesced" diyenler de vardır. Halbuki mesced -el-Cevherî'nin açıkladığına göre- secdenin izleri orada görüldüğünden dolayı kişinin alnına verilen addır. Üzerinde secdenin yapıldığı yedi organ (olan alın, iki el, iki diz ve iki ayak)a da mesacid ismi verilir. 2- Bu Âyet-i Kerîme Kimler Hakkında İnmiştir? Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği, kimler hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında indiğinden söz etmektedirler. Çünkü Beytü'l Makdis'i yıkmıştı. İbn Abbâs ve başkaları da hıristiyanlar hakkında inmiştir, demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey hıristiyanlar, kendinzin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Sizler halbuki Beytü'l Makdis'i yıktınız, orada namaz kılmak isteyenlerin namaz kılmasını engellediniz. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı Beytü'l Makdis'i ta'zim etmelerine rağmen hıristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek birşey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi ancak ve ancak yahudilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır. Said'in rivâyetine göre Katâde şöyle demiştir: Şu Allah'ın düşmanı olan hıristiyanların yahudilere duydukları kin, onları Babilli ateşperest Buhtnassar'a Beytü'l Makdis'i yıkması için yardımcı olacak noktaya kadar götürdü. Rivâyet edildiğine göre bu yıkılmış haliyle Hazret-i Ömer dönemine kadar kalmıştır. Bu âyet-i kerimenin müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü onlar namaz kılanlara ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e engel oldular. Hudeybiye yılında onları Mescid-i Haram'a girmekten alıkoydular. Bu âyet-i kerîme ile kıyâmet gününe kadar her mescidden insanları alıkoyanların kastedildiği de söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü lâfız geneldir ve çoğul sîgasıyla varid olmuştur. Bunun bazı mescidlere ve bazı şahıslara tahsis edilmesi ise zayıf bir açıklama şeklidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Mescidlerin Tahribinin Mahiyeti: Mescidlerin yıkımı gerçek anlamı ile olabilir. Buhtnassar'ın ve hıristiyanların Beytü'l Makdis'i tahrip etmeleri gibi. Anlatıldığına göre hıristiyanlar, İsrailoğullarına krallarından birisinin komutası altında -el-Gaznevî'nin zikrettiğine göre bunun ismi Romalı Fasbisyanus oğlu Titus'tur - pek çok kimseyi öldürdüler, esir aldılar, Tevrat'ı yaktılar, Beytü'l Makdis'e pislik attılar ve orayı tahrip ettiler. Mescidlerin yıkımı mecazen de olabilir. Müşriklerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoyduklarında müslümanları da engellemeleri gibi. Genel olarak mescidlerde namaz kılmanın ve orada İslâm'ın şiarlarının açıkça ortaya konulmasının engellenmesi mescidleri tahrip etmektir, yıkmak demektir. 4- Kadınların Mescide Gitmeleri ve Mahâlle Mescidleri: İlim adamlarımız der ki: İşte bundan dolayı bizler eğer kadın, farz olan haccı eda etmemiş ise ister beraberinde mahremi bulunsun, isterse bulunmasın hacca gitmekten alıkonulması câiz değildir, deriz. Yalnız farz hac için ve fitne olmaması halinde hüküm böyledir. Ayrıca bk. Dr. V. Zuheyli, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 35 vd. Yine onun için fitneden korkulmadıkça mescidlerde namaz kılmasına da engel olunmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden alıkoymayınız" diye buyurmuştur. Buhârî, Cumua, 13; Müslim, Salât 136; Ebû Dâvûd, Salât 52; Müsned, II, 16 Bundan dolayı mescidin yıkılması, satılması, işlemez hale getirilmesi -mahalle harab olsa bile- câiz değildir, demişizdir. Aynı şekilde ayrılık ve muhalefet kastı olmadıkça mescidlerin inşa edilmesi de engellenemez. Mesela, bir mescidin yanıbaşında veya ona yakın bir yerde başka bir mescid yapıp da bununla birinci mescidin cemaatini ayırıp bölmek, orayı tahrib etmek ve araya ayrılık sokmak istiyorlar ise, o takdirde ikinci mescid yıkılır ve yapımı engellenir. Buna dayanarak şöyle demişizdir: Bir mısrda (meskûn şehir hükmünde olan yerde) iki büyük caminin olması câiz değildir. Bir mescidin de iki İmâmı olmaz. Bir mescidde iki ayrı cemaat yapılmaz. Bütün bunlara ve mescidlerin inşa edilmelerine ve diğer hükümlerine dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi ile (et-Tevbe, 24 ile 107. âyetlerde) ve Nûr Sûresi'nde (en-Nûr, 36-38. âyetlerde) gelecektir. Âyet-i kerîme aynı şekilde namazın büyük önemine de delalet etmektedir. Namaz, amellerin en faziletlisi, ecir itibariyle en büyüğü olduğuna göre ona engel olmak da en büyük bir günahtır. 5- Bir Yeri Mescid Tayin Etmenin Hükmü: Yüce Allah'a içinde ibâdet ve secde edilmesi mümkün olan her yere mescid ismi verilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm ile) temizlenme aracı kılındı." Bu, hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiştir. Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Mevâkît 119, Siyer 5; Nesâî, Gusl 26; İbn Mâce, Tahâre 90... Ayrıca 102. âyet 16. başlıkta bu hadisin bir benzeri de geçmiş ve kaynakları gösterilmiştir. Ümmetin icmaı ile; bir kimse sözlü olarak bir yeri namaz kılmak için tayin ederse orası özel mülkiyetinin dışına çıkar ve bütün müslümanların genel mülkiyetine girer. Bir kişi kendi evi içerisinde bir mescid inşa etse ve insanların oraya girmesini engelleyip orayı sadece kendisine tahsis etse bu onun mülkünde kalmakla birlikte mescid olma özelliği dışına da çıkmaz. Şayet bütün insanlara orayı mubah (serbest) kılarsa, onun da hükmü diğer umuma ait mescidlerin hükmü gibi olur ve özel mülkiyetinin dışına çıkar. 6- Mescidlere Korkarak Girmeleri Gerekenler: "Böyleleri oralara ancak korka korka girerler." "Böyleleri" anlamındaki (........) mübtedâ, sonrası haberdir. "Korka korka" anlamındaki kelime de hâl'dir. Yani müslümanlar o mescidleri de ellerine geçirir ve egemenlikleri altına girerse o takdirde kâfirler oraya girme imkanını bulamazlar. Girecek olsalar bile müslümanların kendilerini çıkarmalarından ve oraya girdiler diye te'dip etmelerinden korka korka girerler. Bu kâfirin herhangi bir şekilde -ileride de yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde görüleceği üzere- mescide girme hakkına sahip olmadığının delilidir. Bu âyet-i kerimeyi Hıristiyanlar hakkında kabul edenler şu rivâyeti kaydederler: Hazret-i Ömer'in İslâm geldikten sonra Beytü'l Makdis'i yeniden inşa etmesi üzerinden uzun bir süre geçtiği halde oraya hristiyan bir kimse girdi mi, daha önceleri orası ma'bedleri oldukları halde mutlaka döve döve canı yakılırdı. Âyet-i kerimeyi Kureyşliler hakkında kabul edenler de şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri üzere (Hazret-i Ebû Bekir'in hac emirliği yaptığı sırada) şöyle seslenilmiştir: "Şunu bilin ki bu seneden sonra müşrik bir kimse hacc etmeyecektir, Beytullah'ı çıplak bir kimse tavaf etmeyecektir." Buhârî, Hacc 67, Tefsir 9. sûre 2 ve 3; Müslim, Hacc 435; Ebû Dâvûd, Menâsik 66 vb. Bunun, emir kast edilerek haber kipinde bir ifade olduğu da söylenmiştir. Yani onlardan bir kimse ancak korka korka Mescid-i Haram'a girecek hale gelinceye kadar onlarla cihad ediniz ve onların kökünü kurutunuz. Yüce Allah'ın: "Allah'ın Rasûlüne eziyet vermek sizin için olacak birşey değildir" (el-Ahzâb, 33/53) âyetinde olduğu gibi. Bu da haber kipinde varid olmuş bir yasaktır. 7- O Kâfirler İçin Dünyada Rüsvaylık Vardır "Onlar için dünyada rüsvaylık vardır." Bunun anlamı ile ilgili olarak Katâde'den şöyle bir rivâyet gelmiştir: Harbî olan için öldürülmek, zımmî olan için de cizye vardır demektir. es-Süddî de der ki: Dünyada onlar için rüsvaylık, Mehdi'nin kıyamı, Amuriye, Rumiye (Roma) ve Konstantiniyye'nin fethedilmesiyle buna benzer diğer şehirlerinin fethedilmesidir; ki bunlara dair açıklamaları et-Tezkire adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Bu âyet-i kerimeyi Kureyşliler hakkında kabul edenler ise onların rüsvaylıklarının Mekke'nin fethiyle gerçekleşmiş kabul ederler. Kâfir olarak ölen kişi için ise ahirette (en büyük) azap vardır. 115Doğu da batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vechi oradadır. Şühhe yok ki Allah Vâsi'dir hakkıyla bilendir: Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Doğu da Batı da Allah'ındır: "Doğu da batı da Allah'ındır." Meşrık (doğu) güneşin doğduğu yer, mağrib (batı) güneşin battığı yerdir. Yani bu ikisi de ikisinin arasında bulunan diğer yönler ve bütün yaratıklar -önceden de geçtiği üzere- varetmek, icad etmek itibariyle yalnız O'nun mülkü ve tasarrufundadırlar. Özellikle doğu ve batının sözkonusu edilmesi ve bunların yüce Allah'a ait olduklarının belirtilmesi şereflerine dikkat çekmek içindir. Allah'ın evi, Allah'ın devesi demek gibi. Çünkü ileride de açıklanacağı üzere âyetin nüzul sebebi bunu gerektirmektedir. "Bundan dolayı nereye dönerseniz" âyeti şarttır. Fiilin sonundan "nün" harfinin hazf edilmesi bundandır. Buradaki Nereye" kelimesi âmel eden türdendir. zâiddir. Cevabı: "Allah'ın Vech'i oradadır" âyetidir. "Dönerseniz" anlamındaki fiili, el-Hasen şeklinde, te ve lâm harflerini üstün ile okumuştur. Aslı ise şeklindedir. "Orada" âyeti zarf olarak nasb mahallindedir. Uzaklık ifade eder. Bu anlama gelen feth üzere mebni olup i'rab olmaz. Çünkü bu müphemlik ifade eder. Uzaklık ifade etmek için kullanılan "hunâke" gibidir. Yakın yeri anlatmak istedğimizde "hunâ" deriz. 3- Âyet'in Nüzul Sebebi ve Kıbleden Başka Yön ve Yolculukta Namaz; İlim adamları "bundan dolayı her nereye dönerseniz..." âyetinin nüzul sebebi hakkında beş ayrı görüş ortaya sürmüşlerdir: 1- Abdullah b. Âmir b. Rabia der ki: Bu âyet, karanlık bir gecede kıbleden başka bir tarafa namaz kılan kimseler hakkında inmiştir. Bunu Tirmizî, ondan (Abdullah'dan) o da babasından (Âmir'den) rivâyetle şöylece nakletmiştir: Biz, karanlık bir gecede yolculukta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bulunuyorduk. Kıblenin nerede olduğunu bilemedik. Bizden her bir kişi kendi kanaatine göre bir tarafa dönüp namaz kıldı. Sabahı edince bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattık. Bunun üzerine: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" âyeti nazil oldu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadisin isnadı pek istenen seviyede bir isnad değildir. Biz bu hadisi ancak Eş'as es-Semmân yoluyla biliyoruz. Eş'as b. Said Ebû Rabi' ise hadiste zayıf kabul edilmektedir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 3. İlim adamlarının çoğunluğu bu kanaatte olup şöyle demişlerdir: Bulutlu bir gecede kıbleden başka bir tarafa yönelip namaz kılsa, sonra da kıbleden başka bir tarafa namaz kıldığını açıkça anlasa o namazı caizdir. Süfyan, İbnu’l-Mübarek, Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Derim ki: Bu, Ebû Hanîfe'nin ve Mâlik'in de görüşüdür. Şu kadar var ki Mâlik şöyle der: Vakit içinde ise namazını iade etmesi müstehabdır. Ancak bu onun için vacib değildir. Çünkü o farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bir ibadeti kemal derecesinde yapabilmek ise vakti içerisinde telafi edilebilir. Buna delil olarak da tek başına namaz kılıp da ondan sonra vakti çıkmadan o namazın cemaatle kılındığını gören bir kimsenin onlarla namazını iade edeceğini belirten sünnetteki uygulamayı gösterir. Namazın vakti çıkmadan o namazı müstehab olarak iade etmesi istenen kimse, ancak kıbleyi tayin etmek için ictihad etmekle birlikte tamamıyla kıbleyi arkasına alan veya doğu ya da batı tarafına yönelen kimsedir. İctihad ederek az bir miktar sağa veya sola dönen bir kimsenin ise namaz vakti içinde de dışında da iade etme yükümlülüğü yoktur. el-Muğîre ve Şâfiî der ki: Böyle bir kimsenin kıldığı namaz yeterli değildir. Çünkü kıbleye dönmek namazın şartlarından birisidir. Ancak Mâlik'in söylediği daha sahih bir görüştür. Çünkü göğüs göğüse kılıçla çarpışma esnasında kıbleye yönelmeyi terketmeyi zaruret mubah kılabilmektedir. Aynı şekilde yolculuk halindeki ruhsat da ona yönelmemeyi mubah kılar. 2- İbn Ömer der ki: Bu âyet-i kerîme yolculuk yapan kimse hakkında inmiştir. O, bineği hangi tarafa dönerse o tarafa doğru nafile kılabilir. Bunu Müslim, İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medine'ye dönerken bineği üzerinde yüzü hangi tarafa olursa olsun namaz kılardı. Devamla İbn Abbâs der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" âyeti bunun hakkında nazil olmuştur. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 33. Bu Hadîs-i şerîf ve benzeri diğer hadisler dolayısıyla, binek üstünde olan kimsenin bu şekilde nafile namaz kılmasının câiz olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İleride de açıklanacağı üzere fazla korku dışında bir kimsenin kıbleye yönelmeyi kasten herhangi bir şekilde terketmesi câiz değildir. Bineği üzerinde bulunanla hevdecinde namaz kılan hasta ile ilgili olarak Mâlik'ten farklı görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde: Deve sırtında hastalığı artsa dahi farz bir namaz kılmaz demiştir. Suhnûn der ki: Eğer böyle bir şey yaparsa iade eder. Bunu el-Bâcî nakletmiştir. Bir seferinde de şöyle demiştir: Eğer yerde ancak ima ile namaz kılabilecek durumda ise deve üzerinde devesi durdurulduktan ve kıbleye doğru yöneldikten sonra namazını kılsın. İlim adamları sağlıklı bir kimsenin, farz bir namazı özel olarak aşın korku hali dışında, yerden başka bir alan üzerinde kılmasının câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Fukaha, namazın kısaltılamayacağı kısa mesafeli yolucuklar hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve arkadaşları ile es-Sevrî der ki: Yolcu ancak namazın kısaltılabileceği kadar bir mesafede bineği üzerinde nafile namaz kılabilir. Derler ki: Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nafile namaz kıldığına dair rivâyetin bulunduğu yolculuklar namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesafeli yolculuklardır. Şâfiî ve arkadaşları, Ebû Hanîfe ve arkadaşları Hasan b. Hay, Leys b. Sa'd ve Davud b. Ali der ki: Bütün yolculuklarda şehrin dışına çıktıktan sonra binek üzerinde nafile namaz kılmak caizdir. Bu yolculuk ister namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesafeli olsun, ister olmasın farketmez. Çünkü konu ile ilgili gelen rivâyetlerde herhangi bir yolculuğun tahsisine dair birşey yoktur. Câiz olan her bir yolculukta bu hüküm sözkonusudur. Şu kadar var ki kabul edilmesi gereken herhangi bir delil ile belli bir yolculuğun tahsis edildiğinin gösterilmesi hali bundan müstesnadır. Ebû Yûsuf der ki: Şehir içinde de bineğinin üzerinde ima ile namaz kılabilir. Çünkü Yahya b. Said'in Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre o Medine sokaklarında eşeği üzerinde olduğu halde ima ile namaz kılmıştı. Taberî der ki: Yürüyen olsun, binek üzerinde olsun, yolculukta olsun mukîm olsun, bineği üzerinde devesi üzerinde ve ayakları üzerinde yürürken, ima ile nafile namaz kılması caizdir. İmâm Şâfiî'nin arkadaşlarından birisinden nakledildiğine göre onların mezheplerinde kabul edilen görüş yolculukta da ikamet halinde de binek üzerinde nafile kılmanın câiz olduğu şeklindedir. el-Esrem de der ki: Ahmed b. Hanbel'e ikamet halinde binek üzerinde namaz kılma hakkında soru sorulunca o şöyle demiş: Yolculukta kılınabileceğine dair rivâyet işittim, fakat ikamet halinde iken böyle bir rivâyet işitmiş değilim. İbnu'l Kasım der ki: Hevdecinde nafile kılan kimse oturarak kılar. Onun kıyamı bağdaş kurarak oturması şeklinde olur. Ellerini dizleri üzerine koyarak rükûunu yapar, sonra da başını kaldırır. 3- Katâde'nin görüşüne göre bu âyet-i kerîme Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki; Necaşî vefat edince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine dışında müslümanları onun namazını kılmaya çağırdı. Buhârî, Cenâiz 4, 61, 65 Menâkıbu'l-Ensâr 38; Müslim, Cenaiz 62-67; Ebû Dâvûd, Cenâiz 58; Müsned, III, 319, v.s. Onlar: Biz, bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılan ve bu halde ölmüş bir kimsenin namazını nasıl kılarız? dediler. Habeş hükümdarı Necaşî -ki ismi Ashama idi, Arapça Atiyye demektir- ölünceye kadar Beytü'l Makdis'e dönüp namaz kılardı. Kıble ise Ka'be'ye çevrilmiş idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Onun hakkında da: "Muhakkak kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki Allah'a, size indirilene... îman ederler" (Ali İmrân, 3/199) âyeti nazil oldu. İşte bu Necaşî için bir mazeret olmuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kiram ile birlikte onun için bu şekilde namaz kılması hicretin dokuzuncu yılında olmuştu. Gaib cenaze namazını kabul eden -ki o da Şâfiî'dir- bunu delil göstermiştir. İbnu'l Arabî der ki: Cenaze namazı ile ilgili en garip mes'elelerden birisi de Şâfiî'nin gaibin namazının kılınacağını söylemiş olmasıdır. Bağdat'ta İmâm Fahrü'l İslâm'ın mescidinde bulunuyordum. Yanına Horasan'dan bir adam gelir girer, ona: Filan adam nasıldır diye sorar, sorduğu kişi vefat etti, deyince o da: İnna lillah ve inna ileyhi raciûn dedikten sonra bize dönüp; haydi kalkın size onun için namaz kıldırayım, der ve kalkıp bize onun namazını kıldırırdı. Ve bu, o kişinin vefatından altı ay sonra ve namaz kıldığı yer ile vefat eden kişinin beldesi arasında altı aylık bir mesafe olmasına rağmen oluyordu. Bu konuda onların dayanaklarını teşkil eden asıl delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Necaşî üzerine namaz kıldırmasıdır. Bizim mezhep âlimlerimiz ise (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Bu hususta Peygambere has üç özellik vardır. a) Nasıl ki Mescid-i Aksa'yı görünceye kadar yeryüzü kuzeyiyle güneyiyle önüne derlenip toplandığı gibi aynı şekilde Necaşî'nin nâşını görünceye kadar kuzeyden güneye kadar yeryüzü önünde derlenip toplanmıştır. Ancak aykırı görüşü savunanlar: Onu görmenin faydası ne ki? Fayda onun namazının bereketinin ona ulaşmasındadır, derler. b) Orada Necaşî'nin namazını kılacak mü’minlerden veli olacak (bu işi üstlenecek) kimse yoktu. Aykırı görüşte olanlar: Bu, âdeten imkânsız birşeydir, derler. Bir hükümdar bir dine tabi olsun da ona tabi olan bulunmasın. Bir olayı imkânsız birşeyle te'vil etmek de imkânsız kabul edilir. c) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Necaşî'ye namaz kılmakla üzerine rahmetin inmesini ve hayatta olunca da ölünce de kendisine bu önemin verildiğini gördükleri takdirde, onun dışında kalan diğer hükümdarların da kalbini ısındırmak istemiştir. Bu görüşe aykırı kanaatte olanlar da derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve başkalarının yaptıkları duanın bereketi ittifakla ölüye ulaşır. İbnu'l Arabî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Necaşî'nin namazını kıldırması ile ilgili olarak bence kabule değer olan görüş şudur: O Necaşî'nin ve onunla birlikte îman edenlerin ölü üzerinde namaz kılınması sünneti ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip değillerdi. Onun namazı kılınmadan defnedileceği öğrenilince elini çabuk tutarak onun üzerine namaz kıldı. Derim ki: Birinci te'vil daha güzeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber onu gördüğü takdirde gaib bir kimsenin namazını kılmış olmaz, Hazır olan ve görülen bir kimsenin namazını kılmış olur. Gaib ise görünmeyen hakkında kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Âyetin nüzul sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöyle demiştir: Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Beytü'l Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi. Ancak kıble Ka'be'ye döndürülünce bu sefer yahudiler: Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu dediler, bunun üzerine de: "Doğu da batı da Allah'ındır" âyet-i kerimesi nazil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahudiler Kıble'ye karşı tepki gösterince şanı yüce Allah da kullarının kendisine dilediği şekilde ibadetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e dönmelerini emreder, dilerse Ka'be'ye doğru yönelmelerini emreder. O bir işi yaptı diye O'na karşı bir delil getirilemez, yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, insanlar sorumlu tutulurlar. 5- Bu âyet-i kerîme: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün" (el-Bakara, 2/144 ve 150) âyeti ile neshedilmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. Sanki önceleri kişi dilediği şekilde namaz kılabilirdi, sonra bu neshedilmiş gibi bir mana anlaşılmaktadır. Katâde ise nesheden âyet yüce Allah'ın: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (el-Bakara, 2/149); yani onun yönüne doğru döndür, âyetidir, der. Bunu da et-Tirmizî nakletmektedir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 4. 6- Mücâhid ve ed-Dahhâk'tan da bu âyetin muhkem olduğu rivâyet edilmiştir. Anlamı da şudur: İster doğuda bulununuz, ister batıda bulununuz, kendisine yönelmeniz emrolunan Allah'ın Vechi (ciheti) -ki o da Ka'be'dir- oradadır. Yine Mücâhid ve İbn Cübeyr'den gelen rivâyete göre: "Bana dua edin size icabet edeyim (duanızı kabul edeyim)" (el-Mu'min, 40/60) âyeti nazil olunca ashab-ı kiram'ın nereye doğru yönelelim, diye sormaları üzerine "bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vech'i oradadır" âyet-i kerimesi nazil oldu. İbn Ömer ile en-Nehaî'den rivâyete göre; siz yolculuklarınızda ve gittiğiniz yerlerde nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır, demektir. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın: "Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" (âyet, 114) âyeti ile ilişkilidir. Buna göre anlamı şöyle olur: Ey mü’minler, yüce Allah'ın toprakları sizin için geniştir. Hepinizi kuşatır. O bakımdan Allah'ın mescidlerini tahrip eden kimseler, -arzının neresinde bulunursanız bulununuz- yüzlerinizi Allah'ın kıblesine doğru çevirmenize engel teşkil etmesin. Bu âyet-i kerimenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılı Beytullah'a girmesinin engellenmesi ve müslümanların bundan dolayı üzülmesi üzerine nazil olduğu da söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerimenin nüzulü ile ilgili on ayrı görüş ortaya çıkmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi neshedilmiş kabul eden kimselere, âyetin ifadesi haberdir, diye itiraz edilemez. Çünkü bu âyetin emir anlamına gelme ihtimali vardır. "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" âyetinin anlamı Allah'ın Vechi'ne doğru yüzlerinizi döndürünüz, şeklinde olabilir. İşte Haccac tarafından yüzü yere doğru döndürülerek boğazlanması emredilince Saîd b. Cübeyr'in (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) okuduğu âyet-i kerîme budur. 4- Yüce Allah'a Kur'ân ve Sünnette Vech (yüz) İzafe Edilmesinin Anlamı: Kur'ân ve sünnette yüce Allah'a izafe edilen Vech'in te'vili ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İleri gelen ilim adamları der ki: Bu, varlığın kendisine racîdir. Varlıktan vech ile söz etmek mecazî bir ifadedir. Çünkü vech, gören kimseye göre organların en açık görüneni ve en üstün değerlileridir. İbn Fûrek der ki: Bazan kelimelerin anlamlan daha da genişletilerek maksat nitelenen olmakla birlikte birşeyin niteliği sözkonusu edilebilir. Bir kimsenin: Alimi gördüm ve alime baktım kastıyla ben filan kişinin bu gün ilmini gördüm ve ilmine baktım demesi gibi. Aynı şekilde burada da vechin sözkonusu edilmesi de böyledir. Kasıt vechi olan yani varlığı olan kimsedir. İşte yüce Allah'ın: "Biz size ancak Allah'ın vechi için yediriyoruz" (el-İnsan, 76/9) âyeti bu şekilde açıklanıp yorumlanmıştır. Çünkü bundan kasıt, vechi bulunan Allah için yediriyoruz, demektir. Diğer taraftan: "Ancak o çok yüce Rabbinin vechini umarak..." (el-Leyl, 92/20); âyeti, vechi olan zatın rızasını umarak demektir. İbn Abbâs der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade etmek için kullanılır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır.: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi ise baki kalır." (er-Rahmân, 55/27) İmâmlardan birisi de şöyle demiştir: Bu, kadim olan yüce Allah'ın sıfatları arasında, aklın gerekli gördüğü sıfatlara ek ve onlardan ayrı sem'î yolla sabit olmuş bir sıfattır. İbn Atiyye de der ki: Ancak Ebû'l-Mealî bu görüşü zayıf kabul etmiştir. Evet, bu görüş bu şekilde zayıftır. Ancak kasıt O'nun varlığıdır. Burada sözü geçen "vech"den kastın, bizim kendisine yönlendirildiğimiz cihet, yani kıble olduğu da söylenmiştir. Vech'in kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Saymak imkânı bulunmayan günahtan dolayı Allah'tan mağfiret dilerim O Allah ki kulların Rabbidir, vech (kasıt) ve amel de O'nadır." "Allah'ın Vechi oradadır" âyetinden kastın, Allah'ın rızası ve sevabı oradadır, demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Biz ancak size Allah'ın vechi için yediririz" derken, O'nun rızası için ve O'nun sevabını talep ederek yediririz denmek istenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfi de bu anlamdadır: "Her kim Allah'ın vechini umarak bir mescid bina ederse Allah da onun gibisini cennette o kişi için bina eder."; Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesacid 24, 25; Zühd 43-44. "Kıyâmet gününde mühür vurulmuş birtakım sahifeler getirilir. Yüce Allah'ın huzuruna bu sahifeler dimdik dikilir. Aziz ve celil olan Allah meleklerine: Şunu atınız, bunu kabul ediniz buyurur. Melekler, rabbimiz izzetin hakkı için yemin ederiz ki biz hayırdan başka birşey görmedik. Yüce Allah daha iyi bildiği halde şöyle buyurur: Bu benim vechimden (rızamdan) başkası içindi. Ben benim vechim (rızam) aranarak yapılan dışında hiçbir ameli kabul etmem." Darakutnî, I, 51. Yani Benim için halis olmayan hiçbir ameli kabul etmem diye buyurur. Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. "Allah'ın yüzü oradadır" âyetinden "Allah oradadır" denmek istendiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Siz nerede olursanız O sizinle beraberdir" (el-Hadid, 57/4) âyetine benzemektedir. Bunu el-Kelbî ve el-Kutebî demiştir, Mu'tezile'nin görüşü de buna yakındır. "Şüphe yok ki Allah vâsi'dir"; yani kullarına dinlerinde genişlik verendir. Onların vüs'atlerinde olmayan (takatleri dışında kalan) şeylerle onları yükümlü tutmaz. Burada "vâsi'"in O'nun bilgisi herşeyi kuşatır anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O'nun bilgisi herşeyi kuşatacak genişliktedir." (Taha, 20/98) âyetinde olduğu gibi. el-Ferrâ' der ki: el-Vâsi': Bağışı ve verdiği, herşeyi kuşatacak kadar geniş olan cömert demektir. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Ve Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (el-A'raf, 7/156) âyetidir. Bunun, mağfireti geniş anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani hiçbir günahı bağışlamak O'na büyük bir iş gelmez, demek olur. Kullara lütfuyla ihsan eden bununla birlikte amellerine muhtaç olmayan demek olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişi kendisinden isteneni kuşatır, yani bu konuda cimrilik etmez, denilir (iken bu kökten gelen fiil kullanılır). Allah da: "Vüs'at sahibi (genişlik sahibi) olan da vüs'atince infak etsin." (et-Talâk, 65/7); yani zengin olan kişi de Allah'ın kendisine verdiğinden harcamada bulunsun, diye buyurmaktadır. "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. 116Onlar: "Allah oğul edindi" dediler. O münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi O'na boyun eğicidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: "Onlar: Allah oğul edindi, dediler" âyeti ile yüce Allah hıristiyanların: Mesih Allah'ın oğludur, şeklindeki sözlerini bize haber vermektedir. Yahudilerin: Üzeyr Allah'ın oğludur, şeklindeki sözleri haber verilmektedir, de denilmiştir. Arapların inkarcı kâfirlerinin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri haber verilmektedir, de denilmiştir. Kâfir cahillere dair bu tür haberler Kur'ân-ı Kerîm'de Meryem Sûresi (19/12. âyette) ile Enbiyâ Sûresi'nde (21/26. âyette) de yer almaktadır. "O münezzehtir, aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" âyetiyle ilgili olarak Buhârî, İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yüce Allah buyurdu ki: Böyle bir şeye kalkışmaması gerektiği halde Âdemoğlu Beni yalanladı. Yine böyle bir işe kalkışmaması gerektiği halde Âdemoğlu Bana sövdü. Onun Beni yalanlaması şudur: O Benim evvelde olduğu gibi kendisini yeniden yaratacağıma kadir olamayacağımı ileri sürdü. Onun Bana sövmesi ise Benim oğlumun olduğunu söylemesidir. Ben eş yada bir oğul edinmekten münezzehim." Buhârî, Bed'u’l-halk, Tefsir 2. sûre 6, Tefsir 112. sûre Nesâî, Cenâiz 117. "Subhane" kelimesi, mastar olarak mensûbdur. Anlamı onların "Allah oğul edindi" sözlerinden yüce Allah'ın noksanlıktan berî olduğunu, münezzeh ve uzak olduğunu ifade etmektir. Aksine o yüce Allah, zatı ile birdir, sıfatlarıyla tektir, oğlu yoktur ki ayrıca bir eşe muhtaç olsun: "O'nun bir zevcesi yokken nasıl bir evladı olabilir? O herşeyi yaratmıştır." (el-En'am, 6/105) Ayrıca O başkasından da doğmamıştır ki kendisinden önce bir varlık bulunsun. Zâlimlerin, inkarcıların söylediklerinden yücedir, münezzehtir, pek yücedir. "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Bütün bunların hepsi O'nun tarafından varedilip icad edildiğinden dolayı yalnız O'nun mülküdür. "Ma" edatı mutedâ olarak merfudur. Haber ise "lehu" "onundur" âyetidir. "O oğul edindi" diyen kimse de göklerde ve yerde bulunanlar arasındadır. "Subhanallah"ın yüce Allah'ın her türlü kötülükten uzak olması demek olduğuna dair açıklamalar da daha önceden (30. âyet-i kerimenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 4- Oğul Babasının Cinsinden Olur: Oğlun babasının cinsinden başka türlü olamayacağı bilinen bir husustur. Peki şanı yüce ve münezzeh olan Allah'a hiçbir şey benzemezken, nasıl olur da yarattıklarından oğul edinebilir? Diğer taraftan O şöyle buyurmuştur. "Göklerde ve yerde olanların hepsi Rahmâna ancak kul olarak geleceklerdir." (Meryem, 19/93) Nitekim burada da: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" diye buyurmaktadır. Oğul olmak, babanın cinsinden olmayı ve sonradan yaratılmayı gerektirir. Kadîm olmak ise tam aksine vahdaniyeti ve ezelî sübûtu gerektirir. Şanı yüce Allah vâhid, ehad, tek ve samed olan ezelî ve kadîmdir. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Ve hiçbir kimse O'nun dengi değildir. Diğer taraftan evlat olmak köle ve kul olmaya da aykırıdır. -Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nde 9. âyetin tefsirinde ve devamında bu husus gelecektir.- Peki oğul nasıl olur da kul ve köle olur? Böyle birşey imkânsızdır. İmkânsız olan bir sonuca götüren herşey de zaten imkânsızdır. "Hepsi O'na boyun eğicidir." Mebtedâ ve haberdir. İfade "Onların hepsi" takdirinde olup, "onlar" anlamındaki zamir hazf edilmiştir. Âyet-i kerimede geçen "kânitûn" itaat edici ve boyun eğicidirler, demektir. Bütün yaratıklar yüce Allah'a kunut eder, yani boyun eğer, itaat eder. Cansızların kunûtu, (itaati) ilahî san'atın onlarda ve üzerlerinde açıkça görülmesidir. Çünkü kunut, itaat demektir ve susmak ve sessiz olmak demektir. Zeyd b. Erkam'ın: Bizler namazda konuşuyor idik. Kişi yanında bulunan arkadaşıyla konuşurdu ve bu yüce Allah'ın: "Ve Allah için kunut ediciler olarak namaza durun." (el-Bakara, 2/238) âyeti ininceye kadar devam etti. Bu âyetle bizlere susmak emrolundu ve konuşmaktan nehyolunduk Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43; Müslim, Mesacid 35; Ebû Dâvûd, Salat 174; Tirmizî, Salât 180; Tefsir 2. sûre 33; Nesâî, Sehv 20; Müsned, IV, 368 sözündeki "kunut" de işte bu anlamadır. Kunut, aynı zamanda namaz demektir. Şair der ki: "Allah için namaz kılar, kitaplarını okur Ve bir kasta binaen insanlardan uzak kalır." es-Süddî ve başkaları da yüce Allah'ın: "Hepsi O'na boyun eğicidir" yani kıyâmet gününde böyle olacaktır, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demektedir: Şehadet kelimesini getiren herkes O'nun kuludur. Kunut, sözlükte asıl anlamı itibariyle ayakta durmak demektir. Nitekim: "Namazın en faziletli olanı kunutu (yani kıyamı) uzun olanıdır" Müslim, Müsafirin 164, 165; Tirmizî, Salât 168; Nesâî, Zekât 49; İbn Mâce, İkâme, 20; Müsned, III, 302, 391, IV, 385 hadisi de böyledir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir. Buna göre bütün mahlukat kânittir; yani kulluğun gereğini yerine getirirler. Ya ikrar ederek, kabul ede'rek bunu yapıyorlar veya başka türlü bunu yapıyorlar. Çünkü ilahî san'atın etkileri onlar üzerinde açıkça görülmektedir. Bunun asıl anlamının itaat olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kunut eden erkeklerle kunut eden kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) âyetinde de bu anlamdadır. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın: "Ve Allah için kunut edenler olarak namaza kalkınız" (el-Bakara, 2/238) âyetini tefsir ederken gelecektir. 117Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Birşeyin olmasını hükmederse ona sadece "ol" der, o da oluverir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız. 1- Gökleri ve Yeri Yoktan Varedendir: "Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur." Önceden herhangi bir örneği bulunmaksızın birşeyi vareden anlamına gelen "bedT (mealde yaratıcı)" kelimesi faîl vezninde mübalağa ifade eden bir isimdir. Mahzûf bir mübtedanın haberi olarak merfû' gelmiştir. İsm-i faili "mübdi"' gelir. Mubsir'den basir gibi. Yüce Allah göklerin ve yerin geçmiş bir örnek olmaksızın yaratıcısı (bedî'i)dir. Yani onları daha önce herhangi bir tarif ve örnek sözkonusu olmaksızın yaratan, vareden, meydana getirendir. Daha önce görülmemiş bir şeyi ortaya koyan herkese de "mubdi'" denilir. Bid'at sahipleri tabiri de buradan gelmektedir. Bid'ate bu adın veriliş sebebi o bid'at sözü söyleyenin belli bir önderin, kılavuzun herhangi bir fiil veya bir sözüne dayanmaksızın uydurup söylemesi dolayısıyla bu ad verilmiştir. Buhârî'de de teravih namazı kastedilerek: "Bu ne güzel bir bid'attir" denildiği ifade edilmektedir. Buhârî, Teravih 1; Muvatta’'', es-Salâtu fi Ramazan 3. 2- İnsanların Ortaya Koydukları Bid'atler: Herhangi bir yaratığın ortaya koyduğu her bir bid'atın ya şeriatte asıl bir dayanağı vardır veya yoktur. Eğer şeriatte aslî bir dayanağa sahip ise o takdirde bu, Allah'ın ve Rasûlünün teşvik ettiği işlerin genel kapsamı içerisine girer ve bu da övgüye değer şeylerin sınırları içerisindedir. Şayet bir çeşit cömertlik, eliaçıklılık, maruf bir işi işlemek gibi onun benzerleri mevcut ise böyle bir işi yapmak da övülmeye değer şeyler arasındadır. İsterse o kişiden önce o türden bir iş yapılmamış olsun. Bunu Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın (teravih namazını kastederek): Bu, ne iyi bir bid'attir şeklindeki sözü de desteklemektedir. Çünkü bu iş hayır türünden bir işti ve övgüye değer şeylerin kapsamı içerisine girmekteydi. Her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı kılmış ise de o bu namazı (zaman zaman) terketmiş ve olduğu gibi sürdürmemiştir. Bu namazı kılmak için de cemaatin toplanmasını istememiştir. Hazret-i Ömer'in bunu koruması ve kılmak üzere cemaati toplayıp bu işe onları teşvik etmesi de bir bid'attir, ancak övülen ve övgüye değer görülen bir bid'attir. Şayet Allah'ın ve Rasûlünün emrettiğine aykırı ise o takdirde bu, yerilen ve reddedilen işlerin kapsamına girer. Bu anlamdaki açıklamaları el-Hattabî ve başkaları da yapmış bulunmaktadır. Derim ki: Aynı zamanda bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın irad ettiği hutbesinde söylediği: "İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenleridir ve her bid'at bir dalalettir" Buhârî, İ'tisam 2; Müslim, Cumua 43; İbn Mâce, Mukaddime 7 şeklindeki âyetinin da ifade ettiği anlam budur. O, bunlarla Kitab'a veya Sünnete ya da ashab-ı kiramın uygulamasına uygun olmayanı kastetmektedir. Nitekim bunu şu âyeti ile de açıklamış bulunmaktadır: "Her kim İslâm'da güzel bir sünnet (yol) ortaya koyarsa o kişi hem onun ecrini alır, hem de ondan sonra onun ile amel edenlerin de ecirleri (kadar) ecir alır. Bununla birlikte onlardan herhangi birisinin ecirlerinden de birşey eksilmez. Her kim İslâm'da kötü bir yol ortaya koyarsa o yolun günahını ve ondan sonra da onunla amel edenlerin günahını da alır. Bununla birlikte onlardan herhangi birisinin günahlarından da birşey eksilmez." Müslim, İlm 15, Zekât 69; İbn Mâce, Mukaddime 14. İşte bu, sonradan ortaya konulan bid'atlerin güzel ve çirkin olmak üzere ikiye ayrıldığına işarettir. Ve bu konuda bu hadis aslî bir dayanaktır. Hatalardan korunmamız, başarımız Allah'tandır, O'ndan başka bir Rab yoktur. "Birşeyin olmasını hükmederse, sadece ona «ol» der ve o da oluverir." Yani ezelden beri ilminde tesbit ettiği şekliyle bir işi sağlam ve güçlü bir şekilde dilediği takdirde ona "ol" der. İbn Arefe der ki: Bir şeye dair hüküm vermek (kaza) onu sağlam bir şekilde yapmak, muhkem kılmak, yürürlüğe koymak, o işi bitirmek demektir. İşte (hâkime) kâdî adının verilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü hâkim hüküm verdi mi artık davanın tarafları arasında görülmesi gereken işini bitirmiş olur. el-Ezherî der ki: Kadâ (hüküm verdi) kelimesinin sözlükte birkaç anlamı vardır ki hepsinin ifade ettiği ortak anlam, birşeyin kesilip sonunun gelmesi, tamamlanması şeklindedir. Ebû Zueyb der ki: "Ve o ikisi üzerinde iyice dokunmuş iki zırh vardır ki, onları yapıp bitirmiştir, Ta Davud ya da tepeden tırnağa örten zırhları çok iyi yapan Tübba yapmıştır." eş-Şemmâh da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) hakkında şunları söylemiştir: "Birtakım işleri yapıp bitirdin ondan sonra da ayrılıp gittin Öyle büyük işler ki; henüz yenleri içinde ve üzerleri kesilip açılmamıştır." İlim adamlarımız der ki: "Kadâ (hükmetti)" müşterek (birkaç anlama gelen) bir lafızdır. 1- Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, yaratmak anlamına gelir: "Onları yedi gök halinde iki günde yarattı (kadâ)." (Fussilet, 41/12) 2- Bildirmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz kitabda İsrailoğullarına şunu bildirdik..(kada)" (el-İsra, 17/4) 3- Emretmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Rabbin kendisinden başka ibadet etmeyin., diye emretti (kadâ)" (el-İsra, 17/23) 4- Kabul ettirmek ve hükümleri uygulayıp bitirmek anlamına da gelir. İşte hâkime kadî denilmesi buradan gelmektedir. 5- Bu kelime hakkı tastamam yerine getirmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Mûsâ, süreyi tamamlayıp..(kadâ)" (el-Kasas, 28/29.) 6- İrade etmek, dilemek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Birşeyin olmasını hükmederse (dilerse) sadece ona «ol» der ve o da oluverir" âyetinde olduğu gibi. Yani birşeyi yaratmak irade ettiği vakit ona: ol, der demektir. İbn Atiyye der ki: "Kadâ" takdir etti anlamındadır. İradesini gerçekleştirdi, yürürlüğe koydu anlamına geldiği de olur. Bu âyet-i kerimede Ehl-i Sünnet mezhebine göre ezelde takdir etti ve hükmünü bu şekilde verip bitirdi, şeklinde her iki anlama göre açıklanabilir. Mu'tezile mezhebine göre ise yaratmak ve varetmek esnasında o hükmünü yürürlüğe koydu, şeklinde açıklanmıştır. Burada geçen "emr" kelimesi emretti, emreder'in masdarı olmayıp çoğul olanak "umur" olarak gelen kelimenin tekilidir (isimdir). İlim adamlarımız der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de "emr" kelimesi ondört anlama gelir: 1- Din: "Nihayet hak geldi ve Allah'ın emri galip oldu." (et-Tevbe, 9/48) Burada Allah'ın emrinden kasıt Allah'ın dini olan İslâm'dır. 2- Söz: "Emrimiz" yani sözümüz "gelince..." (el-Mu'minun, 23/27) "kendi aralarında emirlerini karşılıklı konuştular." (Ta-Ha, 20/62); yani karşılıklı olarak birbirlerine sözlerini söylediler. 3- Azap: "Emrolup bitince" (İbrahim, 14/22); yani cehennem halkına azap edilmesi gerekince.. 4- Hazret-i Îsa: "Bir emre hüküm verdiği zaman" (Âl-i İmrân, 3/48); yani Hazret-i Îsa'nın varolması hükmünü verdiği zaman. Yüce Allah ezelden beri onun babasız olarak doğacağını biliyordu. 5- Bedir'de öldürme: "Allah'ın emri" yani Bedir'de öldürme işi "gelince" (el-Mu'min, 40/78) Yine: "Allah olması gereken bir emri" yani Mekke küflerinin öldürülmesi işini "yerine getirmek için..." (el-Enfal, 8/42) 6- Mekke'nin fethi: "O halde Allah'ın emri" yani Mekke'nin fethi "gelinceye kadar bekleyedurun." (et-Tevbe, 9/24) 7- Kureyzaoğullarının öldülümesi ile Nadiroğullarının sürgün edilmesi: "Allah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." (el-Bakara, 2/109) 8- Kıyâmet: "Allah'ın emri gelmiştir. Onu acele istemeyin." (en-Nahl, 16/1) 9- Kaza: "Emri tedbir eder." (er-Radıyallahü anh'd, 13/2); kaza ve hükmü tedbir eder. 10- Vahy: "Gökten yere emr tedbir eder" (es-Secde, 32/5); yani vahyi gökten yere indirir. "Emr" yani vahiy "onlar arasında iner durur" (et-Talâk, 65/12) âyeti de bu türdendir. 11- Mahlûkatın işleri: "Haberiniz olsun ki" yaratıklara ait bütün umur (işler) "Allah'a dönüp varır." (eş-Şûrâ, 42/53) 12- Zafer: "İşten" yani zaferden "bize birşey (pay) var mı diyorlardı. De ki: Bütün emr" zafer ve üstünlük "Allah'ın (elinde)dır." (Âl-i İmrân, 3/154) 13- Günah: "Sonunda onlar emirlerinin" yani günahlarının "cezasını tattılar." (et-Talâk, 65/9) 14- Durum ve fiil: "Fir"avun'un emri" yani işleri ve durumu "hiç de doğrultucu değildir." (Hûd, 11/97) Yüce Allah bir başka yerde de: "O'nun emrine" yani fiiline "aykırı hareket edenler., çekinsinler." (en-Nûr, 24/63) diye de buyurmaktadır. Yüce Allah'ın "kun (ol)" emrinin "kef" harfinin keynûne'den (yani olmaktan), nün harfinin ise onun nurundan geldiği söylenmiştir. Hazret-i Peygamber'in: "Yarattıklarının şerrinden Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah'a) sığınırım" Müslim, Zikr 54, 55; Ebû Dâvûd, Tıb 19; Tirmizî, Deavât 40; İbn Mâce, Tıb 35; Dârimî, İsti'zân 48; Muvatta’'', Şear 11, İsti'zân 34. âyeti ile kastedilen de bu "kün: ol" emridir. Bu Hadîs-i şerîfte "kelimeler" lâfzı tekil olarak: "Allah'ın eksiksiz kelimesi ile..." diye de rivâyet edilmiştir. "Kelimeler"in çoğul gelişi şöyle açıklanır: Bu kelime (kun emri) bütün emir ve işlerde sözkonusu olduğuna göre her bir işe ve her bir şeye ol dediğine göre bunlar çoğul kelimeler demek olur. Buna Ebû Zer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği ve yüce Allah'ın âyeti olarak nakledilen: "Benim bağışım da bir kelamdır, azabım da bir kelamdır" hadisi de buna delalet etmektedir. Bu hadisi Tirmizî oldukça uzun bir hadisin bir bölümü olarak kaydetmiştir. Tirmizî, Kıyame 48; Müsned, V, 154, 177. "Kelime"nin Hadîs-i şerîfte tekil olarak kullanılması da yine çoğul anlamı ile "kelimeler" demektir. Fakat tek bir kelime değişik zamanlarda bütün işler için dağılmış olduğundan bu bir kelime olmaktan çıkar pek çok kelimeler haline gelir. Fakat hepsinin kaynağı yine tek bir kelimedir. Hadîs-i şerîfte "eksiksiz" deniliş sebebi ise dilcilere göre kelamın asgari miktarının üç harften ibaret olduğundan dolayıdır. Birincisi başlangıç harfidir. İkincisi kelimenin ortasında gelen doldurma harftir, üçüncüsü ise söylenip susulan harftir. Eğer bir kelam iki harften ibaret ise dilcilere göre bu eksiktir. Yed (el), dem (kan) ve fem (ağız) kelimeleri gibi. Bunun eksilmesi ise bir sebep dolayısıyla olmuştur. O bakımdan bu gibi kelimeler insanlar tarafından söylendiği vakit eksik söylenmiş kelimelerden kabul edilir. Çünkü bunlar iki harflidir. Ayrıca (konuşma) araçları kullanılarak söylenilir. Şanı yüce olan Rabbimiz tarafından ise (iki harfli söylense dahi) o kelime tamdır. Çünkü konuşmak için O'nun konuşma araçlarına (organlarına) ihtiyacı yoktur. Yüce Allah yaratıklara benzemekten yücedir, münezzehtir. Burada "feyekûnu" kelimesinin son harfi olan "nun" harfi ötreli olarak ve yeni bir cümlenin başlangıcı olarak okunmuştur. Sîbeveyh der ki: Yani o olur, anlamındadır. Başkası ise bu kelime: "Der" kelimesi üzerine atfedilmiştir. Birinci açıklamaya göre oluş, emirden sonradır. Her ne kadar yok ise de o var seviyesindedir. Çünkü ileride açıklanacağı üzere, Allah tarafından bilinmektedir. İkinci görüşe göre ise verilen emir ile birlikte oluverir. Taberî bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın birşeye "ol" emrini vermesi varoluştan önce de değildir, sonraya da kalmaz. Birşeyin varolmak ile emrolunması ancak emir ile varolması ile birlikte olur. Varolması emrolunmadıkça da var olmaz. İleride açıklaması gelecektir. Taberî devamla der ki: Bunun bir benzeri de insanların kabirlerinden kalkacakları vakitteki durumlarıdır. Yüce Allah'ın onları kabirlerinden çıkmak üzere çağırmasından önce de olmayacağı gibi sonraya da kalmayacaktır. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Bundan sonra sizi yerden bir defa çağırınca hemen çıkıverirsiniz." (er-Rum, 30/25) Şu kadar var ki İbn Atiyye bu görüşü zayıf bulmuş ve şöyle demiştir: Böyle bir açıklama anlam açısından yanlıştır. Çünkü "ol" demenin tekvîn (oluşum) ve var olmak ile birlikte olmasını gerektirir. Bu âyet-i kerîme ışığında inanılması gereken husus özetle şöyledir: Şanı yüce Allah varolmaları şartıyla yok olan şeylere ezelden beri emredip durmaktadır. Kudreti ile varettiği şeyler sonradan olmakla birlikte o kadirdir. Bilinen şeylerin daha sonra meydana gelmelerini de bilendir. Âyet-i kerimedeki âyetler bunların gelecekte olmasını gerektirmektedir. O bakımdan bu emrolunan şeylere göre böyledir. Çünkü sonradan yaratılan şeyler daha önce yokken bilahare var olurlar. Yüce Allah'a isnad edilen kudret ve ilim ise ezelîdir, kadîmdir. "Ol" ibaresinin gerektirdiği anlam ise Allah'ın zatı ile kâim ve kadîmdir. Ebû'l Hasen el-Maverdî der ki: Bir şeye yokluğu halinde mi yoksa varlığı halinde mi Allah ona ol der, o da oluverir? Eğer o şey yokluğu halinde ise Allah'ın kendisine emrolunan birşey olmadıkça emir vermesine imkân yoktur. Nitekim emrin de emreden olmaksızın varlığına imkân yoktur. Eğer varolması halinde bu emir verilmiş ise bu varolmak ve meydana gelmek için emir vermenin mümkün olmadığı bir durumda olur. Çünkü zaten vardır ve meydana gelmiştir, diye bir soru sorulursa, buna üç şekilde cevap verilir: 1- Bu, yüce Allah tarafından varolan yaratıkları hakkındaki emirlerinin geçerli oluşunu haber vermektedir. Nitekim yüce Allah İsrailoğullarından belli bir kesime hor ve hakir maymunlar olmalarını emretmiştir. Bu durum ancak varolmayan şeyleri varetmek halinde sözkonusudur. 2- Yüce Allah olacak herşeyi olmadan önce bilendir. Buna göre henüz olmamış fakat olmadan önce olacaklarını bildiği şeyler tıpkı varolan şeylere benzer. Dolayısıyla bu gibi şeylere ol demesi ve yokluk halinden varlık haline çıkmasını emretmesi mümkündür. Çünkü yokluk hallerinde bunların hepsi Allah tarafından tasarlanmış ve bunları bilmektedir. 3- Bu, şanı yüce Allah'ın yaratmayı ve varetmeyi dilediği, buna bağlı olarak da varolan ve ayrıca söylediği herhangi bir söz olmaksızın ancak dilediği bir hükmü gereğince meydana gelen varettiği ve yarattığı herşeye dair genel bir haberidir. Allah bunu söylenen bir söz olmasa dahi "söz söylemek" ile ifade etmektedir. Ebû'n Necm'in şu mısraında olduğu gibi: "Ve kol ve bacak eklemleri karna: Yetiş! dediler." Ortada söylenmiş bir söz yoktur. Anlatmak istediği ise sırtın karna değdiğinden (yani bineğin oldukça zayıfladığından) ibarettir. Ayrca Amr b. Hameme ed-Dûsî'nin şu sözü de böyledir: "Ve ben yavruları uçmuş bir kartal gibi oldum Uçan birisini (tutmak) isteyince ona: Düş! denilmesi (gibi). Bir başka şair de şöyle demiştir: "Kanatları bacaklarına: Yetiş, dediler Ve etinizi parçalanmaktan kurtarınız." 118Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşmalı yahut bize bir âyet gelmeli değil miydi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi böyle söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzemiş. Biz yakin sahibi olanlara âyetleri apaçık bildirmişizdir. "Bilmeyenler". İbn Abbâs'a göre, Yahudiler, Mücâhid'e göre hıristiyanlardır. Taberî de bunu tercih etmiştir. Çünkü âyet-i kerimede öncelikle sözü edilenler bunlardır. (Yahudi ve hıristiyanlardır). er-Rabi', es-Süddî ve Katâde ise: Arap müşrikleridir, demişlerdir. "... meli değil miydi (levlâ)" edatı teşvik içindir. Nitekim el-Eşheb b. Rumeyle de şöyle demektedir: "Yaşlı develeri kesmeyi öğünülecek en üstün işlerinizden sayıyorsunuz ey iri yarı fakat, bayağı fakir, ve ahmak olanların oğulları! Siz miğfer giyinmiş kahramanlarla (öğünmeli) değil miydiniz?" Buradaki "levlâ" başkası varolduğu için birşeyin imkânsız olduğunu ifade eden "levlâ" türünden değildir. Dil bilginlerince ikisi arasındaki fark şudur: Teşvik anlamına gelen ile birlikte açık yada mukadder bir fiilden başkası gelmez. Olmayacağını ifade eden ile birlikte hemen ardında mübteda gelir ve çoğunlukla da haberi hazfedilir. Bu ifadelerinin anlamı şudur: Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olduğuna dair bizimle konuşmalı değil mi? Biz de böylelikle onun peygamber olduğunu bilelim, ona inanalım. Ya da o bize peygamber oluşuna bir alamet teşkil edecek bir âyet getirmeli değil mi? Âyet ise delalet ve alamet olup buna dair açıklamalar bundan önce Mukaddime'de sûre, âyet, kelime ve harfin anlamına dair yapılan açıklamalar bahsinde verilmiş bulunmaktadır. "Onlardan öncekiler" âyeti ile kastedilenler, "bilmeyenlerden kastın Arap kâfirleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre yahudiler ve hıristiyanlardır. Buna karşılık "bilmeyenler"den kasıt yahudiler ve hristiyanlardır diyenlerin görüşüne göre ise, "onlardan öncekiler" den kasıt, daha önceki ümmetlerdir. "Bilmeyenler"den kastın hıristiyanlar olduğunu söyleyenlere göre ise "onlardan öncekiler" ile kastedilenler yahudilerdir. "Kalpleri birbirine benzemiş" yani işi yokuşa sürmek, mucize gösterilme teklifi ve imanı terketme hususunda birbirlerine benzedikleri şeklinde açıklanmıştır. el-Ferrâ' der ki: Küfür üzerine ittifak etmeleri açısından "kalpleri birbirine benzemiş" demektir. "Biz yakîn sahibi olanlara âyetleri apaçık göndermişizdir." âyetinde yer alan "yakîn"e dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 4. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 119Şüphe yok ki Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın. "Şüphe yok ki Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." Müjdeleme ve korkutmaya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/6 ve 25. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. "Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın." Mukâtil der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer Allah yahudiler üzerine azabını indirecek olursa mutlaka îman ederler." deyince yüce Allah: "Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın" âyetini inzal buyurdu. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 43'de Mukâtil 'den mürsel bir rivâyet olarak kaydetmektedir. Cumhûr bu anlamı verecek şekilde kelimesini "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu taktirde "müjdeleyici ve korkutucu olarak" âyetine atıf ile hal konumunda olur. Anlamı: Biz seni onlardan sorumlu olmamak üzere müjdeleyici ve korkutucu olarak hak ile gönderdik demek olur. Said el-Ahfeş ise bu kelimeyi "te" harfini üstün ve lâm harfini de ötreli olarak: ": Sormazsın," şeklinde okumuştur. Bu durumda yine aynı kelimelere hal konumunda atıf olur. O takdirde bu âyetin anlamı şöyle olur: Şüphesiz Biz seni onlar hakkında sen soru sormaksızın, hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Çünkü yüce Allah'ın uyarılmalarından sonra küfre sapacaklarını bilmesi onlara dair soru sormaya ihtiyaç bırakmaz. Sen onlara dair soru sormazsın şeklindeki okuyuşun ifade edeceği anlam budur. Onun sorumlu tutulmaması ise Hazret-i Peygamber'in gereken uyarı ve müjdeyi yaptıktan sonra inkâr edenlerin küfürleri dolayısıyla sorumlu tutulmayacağını ifade eder. İbn Abbâs ve Muhammed b. Ka'b da şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün: "Keşke anne babama ne şekilde muamele edildiğini bir bilebilsem" demiş bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. el-Vâhidî, a.g.e., 42-43. Bu ise nehiy olarak ve "lâm" harfini sükûnlu olarak Sorma, şeklinde okuyanın kıraatine uygun bir açıklamadır. Bu şekilde ise yalnızca Nafi' okumuştur. Bunu iki şekilde açıklamak mümkündür: a) Hayatta olup isyan eden ve küfre sapan kimselerin durumu hakkında soru sormayı yasaklamaktadır. Çünkü o kişinin durumunda bir değişiklik olup küfürden îmana, masiyetten itaate dönüş yapabilir. b) Daha zahir olan anlamı ise, küfür ve masiyet üzere ölen kimsenin durumuna dair soru sormayı yasaklamakta olduğudur. Bundan kasıt ise bu şekilde ölenin durumunun büyük ve oldukça ağır bir halde bulunacağını ifade etmektir. Nitekim: Filan hakkında hiçbir şey sorma, demek de bu tür bir anlam ifade eder. Yani senin umduğundan da kötü bir haldedir. İbn Mes'ûd: Asla sana sorulmayacaktır" şeklinde, Ubey b. Ka'b ise: Sana sorulmayacaktır" şeklinde okumuşlardır ki her iki okuyuş da (mâna itibari ile) Cumhûrun kıraatine uygundur ve kendisnin onların durumundan sorumlu tutulmayacağını ifade etmektedir. Bir görüşe göre ise o anne babasından hangisinin daha erken öldüğünü sormuş ve bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bizler "et-Tezkire" adlı eserimizde yüce Allah'ın onun için annesini ve babasını diriltip ona îman ettiklerini kaydetmiştik. Ayrıca Hazret-i Peygamber'in bir adama: "Muhakkak benim babam da senin baban da cehennemdedir" Müslim, Îman 347. dediğini belirtmiş ve buna dair açıklamalarda bulunmuştuk. Allah'a hamdolsun. 120Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden hoşnut olmazlar. De ki: "Muhakkak Allah'ın hidâyeti doğru yolun kendisidir." Yemin olsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah'tan seni koruyacak hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur. Bu âyetin: "Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden hoşnut olmazlar" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık altında sunacağız: "Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden hoşnut olmazlar" yani ya Muhammed, onların sana kendilerine getirmeni istedikleri âyetleri (mucizeleri) teklif etmelerinden maksatları îman etmek değildir. Aksine sen onlara bütün istediklerini getirsen yine de senden razı olmazlar. Onları razı ve hoşnud edecek tek bir şey, tuttuğun İslâm yolunu terkedip onlara uymaktır. Millet (din): Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. Aralarında Ebû Hanîfe, Şâfiî, Davud, Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Onların milletine (dinine)" diye buyurarak "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca: "Sizin dininiz sizin, benim dinim benim" (el-Kâfirûn, 109/6) âyetini, Hazret-i Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz' Ebû Dâvûd, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Müsned, II, 187. hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber efendimizin: "Müslüman kâfire mirasçı olmaz" Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz, 15. anlamındaki bir başka hadisidir. Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahudi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi, yahudi ve hristiyanda mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber efendimizin: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisinin zahirini delil alırlar. Yüce Allah'ın: "Onların dinine" âyetinden kasıt ise çokluktur. İsterse lâfız itibariyle tekil olsun. Bunun delili ise bunun çoğul bir zamire (onlar) izafe edilmesidir. Nitekim: Medine halkı âlimlerinden -mesela- onların ilmini aldım ve onlara okunan kendilerinin rivâyet ettikleri hadisi de dinledim, derken, ilimlerini... ve hadislerini... kastedilir. "De ki: Muhakkak Allah'ın hidâyeti doğru yolun kendisidir." Yani ey Muhammed, senin izlemekte olduğun ve yüce Allah'ın dilediği kimsenin kalbine koyduğu Allah'ın gerçek hidâyeti, asıl ve gerçek hidâyetin, doğru yolun kendisidir. Bunların iddia ettikleri yol değildir. "Yemin olsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan..." âyetindeki hevalar (ehvâ): Hevâ kelimesinin çoğuludur. Hevalar birbirlerinden farklı olduğu için burada çoğul gelmiştir. Eğer milletin fertlerine hamledilmiş olsaydı "onların hevâsına" denilmesi gerekirdi. Bu hitapta iki şekil sözkonusudur: a) Bu hitap baştan beri hitabın kendisine yönelik olması dolayısıyla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yöneliktir. b) Rasûl'e yönelik olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir. Birinci açıklama şekline göre onun ümmetine bir edep öğretilmiş olur. Çünkü onların konumundan aşağıdadırlar. Âyetin nüzul sebebi: Yahudiler ve hıristiyanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan barış ve ateşkes antlaşmaları yapmasını istiyor, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İslâm'a girecekleri vaadinde bulunuyorlardı. Allah ona, onların kendisinden dinlerine uymadığı sürece razı olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi. "Bunca ilimden" âyetine gelince; Ahmed b. Hanbel'e: Kur'ân mahluktur, diyen kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş o da: Kâfirdir, demiştir. Ona neye dayanarak onun kâfir olduğunu söylüyorsun diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce Allah'ın Kitabından birtakım âyet-i kerimelerle (bu âyetten başka): "Yemin olsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan.." (er-Rad, 13/37) gibi âyetlerdir. Kur'ân ise Allah'ın ilmindendir. Allah'ın ilminin mahluk olduğunu kim iddia ederse kâfir olur. 121Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona îman ederler. Her kim onu inkâr ederse onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir. Âyetin tefsiri için bak:123 122Ey İsrailoğulları, üzerinize ihsan ettiğim nimetimi ve Benim sizi gerçekten âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Âyetin tefsiri için bak:123 123Kimsenin kimseye birşey ile faydalı olamayacağı, ondan fidyenin kabul olunmayacağı ve hiçbir şekilde şefaatin de fayda vermeyeceği bir günden de korkunuz. Ve onlara yardım da edilmez. "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler" âyeti ile ilgili olarak Katâde der ki: Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdır. Bu açıklamaya göre de "kitap" Kur'ân-ı Kerîm demek olur. İbn Zeyd der ki: Bunlar İsrailoğullarından İslâm'a giren kimselerdir. Bu açıklamaya göre de "kitap" Tevrat demek olur. Bununla birlikte âyet-i kerimenin hükmü geneldir. "Kendilerine.." mübtedadır, "okurlar" onun haberidir. (Meal buna göre yapılmıştır). Arzu ederseniz "işte bunlar ona îman ederler" âyetini da haber yapabilirsiniz. O takdirde meal şöyle olur: "Kendilerine kitap verdiğimiz ve onu gereği gibi okuyan kimseler, işte onlar o kitaba îman edenlerdir..." "Onu gereği gibi okurlar" âyetinin anlamı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Oradaki emir ve yasaklara uyarak helalini helal, haramını haram bilip muhtevasına uygun, kapsadığı hükümler gereğince amel ederek ona hakkıyla uyarlar; demek olduğu İkrime tarafından söylenmiştir. İkrime delil olarak şunu gösterir: Yüce Allah'ın: "Arkasından ona uyduğu zaman aya (yemin olsun)" (eş-Şems, 91/2) âyetinde de aynı kelimenin kullanıldığına dikkat etmez misiniz? Bu, İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'un (Allah ikisinden de razı olsun) açıklamalarının da anlamını ifade eder. Şair der ki: "Ben kovamı benim arkamdan gelir (bana uyar) kıldım." Nasr b. Îsa, Mâlik'ten, o Nafi'den, o İbn Ömer'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Onu gereği gibi okurlar" âyeti hakkında "ona gereği gibi uyarlar" dediğini de rivâyet etmektedir. Şu kadar var ki bu hadisin senedinde el-Hatib Ebû Bekr Ahmed'in söylediğine göre birden çok meçhul (bilinmeyen) ravi bulunmaktadır. Bununla birlikte ifade ettiği anlam doğrudur. Ebû Mûsâ el-Eş'arî der ki: Her kim Kur'ân-ı Kerîm'e tabi olursa onu cennet bahçelerine götürür. Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Burada sözü geçenler bir rahmet âyetini okudukları zaman onun gereğini Allah'tan isterler, bir azap âyetini okudukları zaman o azaptan Allah'a sığınırlar. Bu anlamda bir Hadîs-i şerîf de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet edilmiştir: O bir rahmet âyetini okudu mu dilekte bulunur, azap âyeti okudu mu Allah'a sığınırdı. Dârimî, Salât 69; Müsned, V, 382, 384, 389, 394, 397 el-Hasen der ki: Bu âyette sözü geçenler Kur'ân'ın muhkemi ile amel edip müteşabihine îman eden, kendileri için içinden çıkılmaz (müşkil) bulduklarını da bilenine havale eden kimselerdir. Onu gereği gibi okuyanlardır, da denilmiştir. Derim ki: Böyle bir açıklama uzak görülür. Ancak onun lâfızlarını tertil ile (ağır ağır, tane tane) okurlar anlamlarını da idrak ederler, şeklinde anlaşılması müstesna. Çünkü manalarının gereği gibi anlaşılması ile bu konuda kendisine başarı ihsan edilenler için bu anlamlara uymak, mümkün olur. 122. âyet 47. âyetin aynısıdır. 123. âyet ise 48. âyetin hemen hemen aynısıdır. Bundan dolayı merhum müfessir ayrıca tefsir etmemiştir. 124Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara İmâm yapacağım" diye buyurmuş, o da: "Zürriyetimden de" demişti. "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu. Âyetine dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız. Ancak görüleceği üzere başlıklar 20 değil, 23 tür. Ka'be ve kıble sözkonusu edilince buna bağlı olarak İbrahim aleyhisselam'dan da söz edilmektedir. Çünkü Beytullah'ı yapan odur. O bakımdan yahudilerin -ki İbrahim (aleyhisselâm)'ın soyundan gelirler- İbrahim'in dininden yüzçevirmemeleri gerekirdi. İbtilâ (imtihan): Sınamak ve denemek demektir. Bundan maksat, emir ve taabbüddür. İbrahim'in el-Maverdî'ye göre Süryanice anlamı, İbn Atiyye'ye göre Arapça anlamı şefkatli merhametli baba demektir. es-Süheylî der ki: Süryanice ve Arapça arasında birbirine yakın kelimeler pek çoktur. İbrahim'in, çocuklara olan rahmeti dolayısıyla adının merhametli bir baba anlamına geldiğine dikkat ediniz. Çünkü Hazret-i İbrahim ve onun eşi Sâre kıyâmet gününe kadar mü’minlerin ölecek küçük çocuklarına bakıcı kılınmışlardır. Derim ki: Buna delil olan hususlardan birisi de Buhârî'nin kitabında zikrettiği Semura'dan gelen rüyaya dair uzunca hadistir. Orada şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bahçede (cennet bahçesinde) İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı etrafında insanların küçük çocukları olduğu halde gördü. Buhârî, Tâ'bir 48; Müsned, V, 8. Allah'a hamdolsun. Bu âyet-i kerimede sözü geçen Hazret-i İbrahim kimi tarihçilerin görüşüne göre Taruh'un oğludur. Taruh'un babası ise Nahûr'dur. Kur'ân-ı Kerîm'de ise: "Hani İbrahim babası Âzer'e.. demişti" (el-En'am, 6/74) diye buyurulmaktadır. Sahih-i Buhârî'de de bu şekildedir. Bunda ise ileride yüce Allah'ın izniyle En'am Sûresinde (işaret edilen âyet-i kerimede) açıklanacağı üzere bir çelişki yoktur. Hazret-i İbrahim'in dört oğlu vardı. -es-Süheylî'nin belirttiğine göre- (İsimleri): İsmail, İshâk, Medyen ve Medâin idi. Âyet-i kerimede (Arap dili kaidelerine göre özne olan Rab, daha önce gelmesi gerekirken) İbrahim kelimesinin önce gelmesi bu işe verilen önem dolayısıyladır. Çünkü şanı yüce Allah'ın imtihan eden kimse olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan faile (özneye) bitişik mef'ûle (nesneye) ait zamirin bulunması aynı şekilde mef'ûlün öne alınmasını da gerektirir. İşte bu önem dolayısıyla ifade bu şekilde gelmiştir. Bunu bilelim. Genel olarak kurrâ İbrahim" kelimesini üstünlü Rabbi kelimesini de -belirttiğimiz gibi- ötreli olarak okumuşlardır. Şu kadar var ki Cabir b. Zeyd'den tam aksini okuduğu rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'ın da kendisine böyle okuttuğunu ileri sürmüştür. O takdirde anlam şöyle olur: Hani İbrahim Rabbine dua etmiş ve Rabbinden dilekte bulunmuştu. Ancak böyle bir okuma şekli (ve anlam) uzak bir ihtimaldir. Çünkü "(.........): Kelimelerle" ifadesinin baş tarafındaki "b" harfi buna mahal bırakmamaktadır. "Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş..." âyetindeki kelimeler (kelimât); kelimenin çoğuludur. Burada gerçekte bu kelimeler yüce yaratıcının kelâmını ifade eder. Ancak bu "kelimeler" ile İbrahim (aleyhisselâm)'ın yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler ifade edilmiştir. Bu görevlerle yükümlü tutulması kelam (söz) ile gerçekleştiğinden bunlara bu isim verilmiştir. Nitekim Hazret-i Îsa'ya da "Allah'ın kelimesi" ismi verilmiştir. Çünkü Hazret-i Îsa yüce Allah'ın "kun: ol"dan ibaret bir kelimesinden var olmuştur. Bir şeye onun mukaddimesinin ismini vermek, mecazın iki kısmından birisidir. Bu açıklamalar İbnu'l Arabî tarafından yapılmıştır. Bu âyet-i kerimede sözü geçen "kelimeler"le neyin kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu görüşlerden bir tanesine göre bu kelimeler İslâm'ın şer'î hükümlerini ifade eder. Bunlar da otuz ayrı bölümdür. Bu otuz bölümün on tanesi Tevbe Sûresi'nde: "Tevbe edenler, ibadet edenler.." (et-Tevbe, 9/112) âyetinde; on tanesi Ahzab Sûresi'nde: "Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.." (el-Ahzab, 33/35) âyetinde on tanesi Mu'minûn Sûresi'nde: "Gerçekten mü’minler felâh bulmuşlardır... Ve onlar namazlarını gereği gibi kılarlar..." (el-Mu'minun, 23/1-8) buyrukları ile; "...ancak namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler öyle değil... Ve onlar namazlarını gereği gibi muhafaza ederler" (el-Meâric, 70/22-34) âyetinde dile getirilmektedir. İbn Abbâs (r. anhuma) dedi ki: Allah bu kelimeler ile her kimi imtihan ettiyse bunların altından İbrahim (aleyhisselâm)'ın dışında kalkabilmiş kimse yoktur. O, İslâm'ın tümüyle imtihan edilmiş, bunu eksiksiz bir şekilde yerine getirmiştir. Bunun için yüce Allah da kendisine "ilahî berâet "i takdir buyurarak: "Ve (görevini) eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 53/37) diye buyurmuştur. Kimisi de Hazret-i İbrahim'in "kendileriyle imtihan edildiği kelimeler" emir ve nehiydir derken, kimisi oğlunu boğazlamaktır, kimisi risaletin âdabını yerine getirmektir demiştir ki bunların ifade ettikleri anlamlar birbirlerine yakındır. Mücâhid de şöyle demektedir: Burada sözü geçen kelimeler yüce Allah'ın: "Ben seni bir husus ile imtihan edeceğim" demiş, Hazret-i İbrahim de: Peki, beni insanlara İmâm yapacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet diye buyurmuş, Hazret-i İbrahim: Ya benim zürriyetimden de İmâm kılacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Ahdim zâlimlere erişmez, diye cevap buyurmuş. Hazret-i İbrahim: Peki Beyt'ini insanlar için gelip toplanacakları bir yer kılacak mısın? diye sormuş yüce Allah: Evet buyurmuş. Hazret-i İbrahim ya bir güvenlik yeri de kılacak mısın? diye sormuş, yüce Allah: Evet demiş. Yine Hazret-i İbrahim bize ibadet yerlerimizi gösterip tevbemizi de kabul buyuracak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet buyurmuş. Hazret-i İbrahim yine: Peki ya o Beyt'in ehlini çeşitli meyvelerle rızıklandıracak mısın? diye sorunca yine yüce Allah: Evet buyurmuş. İşte bu görüşe göre bu kelimeleri eksiksiz yerine getirip tamamlayan (Hazret-i İbrahim değil) yüce Allah'tır. Bundan da daha sahih bir görüş şudur: Abdurrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun İbn Abbâs'tan naklettiğine göre o, yüce Allah'ın: "Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti" âyeti hakkında şunları söylemiştir: Yüce Allah onu taharet ile imtihan etmişti. Bunların beş tanesi başta beş tanesi de bedendedir: Bıyıkları kesmek, mazmaza, istinşak, misvak kullanmak ve saçı ortadan ayırmak. Bedende bulunanlar ise: Tırnakları kesmek, etek traşı yapmak, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını yolmak ve büyük abdest ile küçük abdestin yerlerini su ile yıkamak. Bu açıklamaya göre ise bu kelimeleri eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim (aleyhisselâm)'dir. Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinden de anlaşılan budur. Matar, Ebû'l-Celed'den yine bunların on tane olduğunu rivâyet etmiş, şu kadar var ki saçları ortadan ayırmak yerine eklem yerleri üstündeki deri kıvrımlarını yıkamayı istinca yerine ise istihdadı (etek traşını ustura gibi demirden aletlerle yapmayı) sözkonusu etmiştir. Katâde ise bunlar sadece Hacc menâsikidir, der. el-Hasen ise bunlar Hazret-i İbrahim'in karşı karşıya kaldığı altı tane özel durumdur: Yıldız, ay, güneş, ateş, hicret ve sünnet olmak. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişkili değildir. Çünkü bütün bunlar İbrahim (aleyhisselâm)'ın kendileriyle imtihan olunduğu hususlardır. Derim ki: Muvatta’'"da ve başka hadis eserlerinde Yahya b. Said'den gelen rivâyette şöyle denilmektedir: Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinledim: İbrahim (aleyhisselâm) sünnet olan ilk kişidir. Misafiri ilk ağırlayandır, etek traşı yapan ilk kimsedir, tırnaklarını kesen ilk kişidir, bıyıklarını kısaltan ilk kişidir, saçları ağaran ilk kişidir. Saçlarının ağardığını görünce: Bu nedir diye sormuş (yüce Allah): Bu vekardır diye buyurunca Hazret-i İbrahim de: Allah'ım benim vekârımı daha da artır, diye dua etmiştir. Muvatta’', Sıfatu'n-Nebiyy 4. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe de Said b. İbrahim'den, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Minberler üzerinde ilk konuşan kişi Allah'ın Halili İbrahim'dir. Başkaları da şöyle demiştir: İlk tirit yapan, ilk kılıçla savaşan, ilk olarak misvakla dişlerini temizleyen, ilk olarak su ile istinca yapan ve ilk olarak şalvar giyinen odur. Muaz b. Cebel'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer ben minber edindiysem ki, babam (ceddim) İbrahim de minber edinmişti. Eğer ben asa edindiysem ki, babam (ceddim) İbrahim de asa edinmişti." es-Sirâcu’l-Munîr, Şerhu'l-Câmii's-Sağir, II, 56. Derim ki: Bunlar açıklanması, üzerinde durulması, haklarında bilgi verilmesi gereken birtakım hükümlerdir. Sünnet olmaktan başlayarak diğerlerine dair açıklamalarda bulunacağız. 4- İlk Sünnet Olan Kişi İbrahim (aleyhisselâm)dır: İlk sünnet olan kişinin İbrahim (aleyhisselâm) olduğu üzerinde ilim adamlarının icmaı vardır. Ancak sünnet olduğu yaş hakkında farklı görüşler vardır. Muvatta’'"da Ebû Hüreyre'den mevkuf olarak rivâyet edildiğine göre o yüz yirmi yaşında iken sünnet olmuş ve bundan sonra seksen yıl daha yaşamıştır. Böyle bir açıklama ise kişisel görüşe dayanılarak yapılamaz. Bunu el-Evzaî de Yahya b. Said'den merfû olarak rivâyet etmiştir. Yahya b. Said, Said b. el-Müseyyeb'den, o Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İbrahim (aleyhisselâm) yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Bundan sonra da seksen yıl yaşadı." Bunu Ebû Ömer (İbn Âbdi’l-Berr) zikretmiştir. Yine bu hadis Yahya'nın dışında değişik yollardan gelen rivâyetlerle merfû ve müsned olarak da rivâyet edilmiştir. Orada da: İbrahim (aleyhisselâm) seksen yaşına gelince sünnet olmuş ve kendisini keser ile sünnet etmiştir." denilmektedir. Sahih-i Müslim'de de başkalarında da "seksen yaşında" denilmektedir. Hazret-i İbranim'in sünnet olmasına dair rivâyetler için bk. Buhârî, Enbiyâ 8, İsti'zân 51; Müslim, Fedâil 151; Müsned, II, 322, 418, 435; Muvatta’'', Sıfatu'n-Nebiy 4. İbn Aclan'ın ve el-A'rec'in Ebû Hüreyre'den onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı rivâyette kaydedilen ve raviler tarafından bilinen de budur. İkrime der ki: İbrahim (aleyhisselâm) seksen yaşında iken sünnet olmuştur. Yine o şöyle demiştir: Artık ondan sonra İbrahim'in dini üzere Beytullah'ı ancak sünnetli olan kimseler tavaf etmiştir. Evet, İkrime böyle demiştir. el-Müseyyeb b. Râfi' de bu şekilde söylemiştir. Bunu el-Mervezî zikreder. "el-Kadûm" şeddesiz ve "el-kaddûm" şeklinde şeddeli olarak rivâyet edilmiştir. Ebû'z-Zinad der ki: Şeddeli olarak el-Kaddûm şeklinde (Suriye bölgesinde) bir yerin adıdır. İlim adamları sünnet olmanın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Ancak çoğunluk bunun müekked bir sünnet olduğunu ve erkekler hakkında terkedilmemesi gereken İslâm'ın fıtrat gereği gördüğü hususlardan birisi olduğunu kabul etmektedirler. Azınlık bir kesim de bunun farz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Sonra Biz sana: Hanif bir müslüman olarak ibrahim'in dinine uy., diye vahyettik." (en-Nahl, 16/123) diye buyurmuştur. Katâde de: Burada sözü geçen husus sünnet olmaktır, demektedir. Mâlikî mezhebinden bazı ilim adamları da bu görüşe meyletmiştir. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. İbn Süreye sünnet olmanın vacip olduğuna, avrete bakmanın haram kılındığına dair icmaı delil gösterir ve şöyle der: Eğer sünnet olma farz olmamış olsaydı, sünnet edilenin avretine bakmak mubah kılınmazdı. Ancak bu husus ile ilgili olarak ona şöyle cevap verilmiştir: Böyle birşey doktorun vücudun hasta bölgesine bakması gibi bedenin bir maslahatı için mubah kılınır. Tıp ilmi yüce Allah'ın izniyle ileride en-Nahl Sûresi'nde geleceği gibi icma ile vacip değildir. Bizim mezhebimize mensup bazı kimseler el-Haccac b. Artee'nin kaydettiği şu rivâyeti delil gösterirler: el-Haccac, Ebû'l Muleyh'ten, o babasından o Şeddad b. Evs'ten Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sünnet olmak erkekler için bir sünnet, kadınlar için de bir ikramdır." Müsned, V, 75 Hadisin ravilerinden olan Haccac ise rivâyeti delil gösterilebilecek kimselerden değildir. Derim ki: Bu konuda delil gösterilebilecek en üstün rivâyet Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğuna dair rivâyetidir: "Beş şey fıtrattandır. Sünnet olmak.." Buhârî, Libâs 51, 63, 64; istizan 1; Müslim, Tahâre 49; Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 14; Nesâî, Tahare 9, 10, Zinet, 55; Muvatta’'', Sıfatu'n-Nebiyy 3; v.s. Hadîs-i şerîf ileride gelecektir. Ebû Dâvûd da Umm Atiyye'den şu rivâyeti nakletmektedir. Medine'de kadınları sünnet eden bir kadın vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: "Fazla derinden kesme. Çünkü bu kadın tarafından daha çok istenir, erkek tarafından da daha çok sevilir." Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır (çünkü) onu rivâyet eden meçhul bir kimsedir. Ebû Dâvûd, Edeb 167 Rezîn'in zikrettiği bir rivâyette de: "Fazla derinden kesme çünkü böylesi yüzü daha çok aydınlatıcıdır, erkek tarafından da daha çok sevilir." 6- Sünnetli Olarak Doğan Çocuk: Eğer çocuk sünnetli olarak doğarsa sünnet külfetinden kurtarılmış olur. el-Meymûnî der ki: Bana Ahmed şöyle dedi: Burada sünnetli olarak bir çocuğu olmuş bir adam vardır. Bundan dolayı çok ileri derecede üzülmüştü. Ben ona: Eğer Allah seni böyle bir külfet altına sokmadıysa bundan dolayı ne diye üzülüp kederleniyorsun, dedim. 7- Sünnet Edilmiş Olarak Doğan Peygamberler: Ebû'l Ferec el-Cevzî der ki: Ka'b el-Ahbar'dan bana şöyle dediği nakledildi: Onüç peygamber sünnetli olarak doğmuştur: Âdem, Şit, İdris, Nûh, Sam, Lût, Yusuf, Mûsâ, Şuayb, Süleyman, Yahya, Îsa ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Muhâmmed b. Habib el-Haşimî ise şöyle demektedir: Bunlar ondört tanedir: Âdem, Şit, Nûh, Hud, Salih, Lut, Şuayb, Yusuf, Mûsâ, Süleyman, Zekeriyya, Îsa, -Ress Ress: Semud kavmine ait bir kuyunun ya da bir bölgenin adıdır. Yemame yolunda bir kasaba olduğu da rivâyet edilir. Rivâyete göre burada yaşayan kavim, peygamberlerini yalanlamış ve onu bir kuyuya atıp öldürdüklerinden bu kavme "Ashabu'r-Ress" denilmiştir. (Lisanu'l-Arab, VI, 98) ashabının peygamberi- Hanzala b. Safvan ve Muhammed'dir. Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun. Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli doğması ile ilgili olarak rivâyetler arasında ihtilaf vardır. Hafız Ebû Nuaym, el-Hilye adlı eserinde senedini de kaydederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli olarak doğduğunu zikretmektedir. Ebû Ömer ise et-Temhid adlı eserinde şu sened ile bir rivâyet kaydetmektedir: Bize Ahmed b. Muhâmmed b. Ahmed anlattı, bize Muhâmmed b. Îsa anlattı, bize Yahya b. Eyyub b. Badî el-Allaf anlattı, bize Muhammed b. Ebû's-Serî el-Askalanî anlattı, bize el-Velid b. Müslim, Şuayb'den o Atâ el-Horasanî'den o İkrime'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle şöyle anlattı: Abdülmuttalib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı doğumunun yedinci gününde sünnet etti. Bunun için bir yemek ziyafeti verdi ve ona "Muhammed" ismini verdi. Ebû Ömer der ki: Bu hadis senedi muttasıl (fakat) garib bir hadistir. Yahya b. Eyyub der ki: Ben bu hadisi araştırdım da kendileriyle karşılaştığım hadis ile uğraşan ilim adamları arasında İbn Ebi es-Serrî'nin dışında kimse tarafından rivâyet edildiğini görmedim. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XX, 61 ve XXIII, 140 Ebû Ömer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli olarak doğduğu da söylenmiş bulunmaktadır. 8- Küçük Çocuk Ne Zaman Sünnet Edilir: Küçük çocuğun ne zaman sünnet edileceği hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Bir grup ilim adamından nakledilen haberlerde sabit olduğuna göre şöyle demişlerdir: İbrahim (aleyhisselâm) Hazret-i İsmail'i onüç yaşında, oğlu Hazret-i İshak'ı ise yedi günlük iken sünnet etmiştir. Hazret-i Fatıma'dan çocuklarını yedinci gününde sünnet ettiği rivâyet edilmektedir. Şu kadar var ki İmâm Mâlik bunu kabul etmez; bu yahudilerin uygulamalarındandır, der. İmâm Mâlik'in sözünü İbn Vehb ondan nakletmektedir. el-Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: Küçük çocuk yedi ile on yaşlan arasında sünnet edilir. Buna benzer bir rivâyeti İbn Vehb İmâm Mâlik'ten nakletmektedir. İmâm Ahmed der ki: Ben bu hususa dair bir rivâyet işitmiş değilim. Buhârî'de ise Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbn Abbâs'a: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği sırada senin yaşın ne kadardı, o: O sırada ben sünnet edilmiş idim (o dönemde) kişiyi ergenlik yaşına gelmedikçe veya o yaşa yaklaşmadıkça sünnet etmezlerdi, dedi. Buhârî, İsti'zân 51 İlim adamları müslüman olan ve yaşı büyük bir erkeğin sünnet olmasını müstehab kabul ederler. Atâ şöyle dermiş: İsterse seksen yaşına gelmiş olsun sünnet olmadıkça onun İslâm'ı tamam olmaz. el-Hasen'den gelen rivâyete göre de o yaşlı olarak İslâm'a giren bir kimsenin sünnet olmamasına müsaade eder, bunda herhangi bir sakınca görmez ve (bu durumuyla) şahitlik etmesinde, eti yenen hayvanları kesmesinde, haccedip namaz kılmasında bir sakınca görmezdi. İbn Abdi’l-berr der ki: Genel olarak ilim adamları da bu görüştedirler. Bureyde'nin sünnet olmamış kimsenin haccına dair rivâyet ettiği hadis ise sahih değildir. İbn Abbâs, Cabir b. Zeyd ile İkrime'den: Sünnet olmamış kimsenin kestiği hayvan yenmez ve şehadette bulunması da câiz değildir, dedikleri rivâyet edilmektedir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Etek traşı için ilk istihdad eden" şeklindeki ifadede geçen "istihdad" etek traşını demirden bir alet kullanarak yapmak demektir. Umm Seleme'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kılları dökmek kastıyla ilaç kullandığı vakit eteğine bu ilacı sürmeyi bizzat kendi eliyle kendisi yapardı, İbn Mâce, Edeb 39. rivâyeti gelmiştir. İbn Abbâs'ın rivâyet ettiğine göre de bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vücudundaki kılları dökmek üzere ilaç sürmüş ve nihayet eteğine yaklaşınca ona: Sen yanımdan çık, demiş ve kendi eliyle eteğine bu ilacı kendisi sürmüştür. Enes'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kıl dökmek üzere ilaç kullanmazdı. Eteği etrafında kıllar arttı mı orayı traş ederdi. İbn Huveyzimendad der ki: Bu Hazret-i Peygamber'in çoğunlukla traş olduğunu, nadiren de ilaç kullandığını göstermektedir ki her iki hadisin birarada mütalaası sahih bir şekilde mümkün olabilsin. Tırnakların kesilmesi ile ilgili olarak İmâm Mâlik şöyle der: Ben erkeklerin yerine getirmek durumunda oldukları gibi kadınların da tırnaklarını kesmelerini ve eteklerini traş etmelerini uygun görüyorum. Bunu el-Haris b. Miskîn ve Suhnûn, İbn Kasım'dan nakletmektedirler. Tirmizî el-Hakim ise Nevâdiru'l- Usul adlı eserinde şöyle demektedir: I, 316-317. Yirmidokuzuncu esas: Bize Ömer b. Ebû Ömer anlattı. Bize İbrahim b. el-Ala ez-Zubeydî, Ömer b. Bilal el-Fezarî'den anlatarak dedi ki: Ben Abdullah b. Bişr el-Mâzinî'yi şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Tırnaklarınızı kesiniz ve kestiğiniz tırnakları da gömünüz, eklem yerleri üzerindeki kıvrımları temizleyiniz, diş etlerinizi yemek artıklarından temizleyiniz, dişlerinizin arasını da misvakla temizleyiniz, benim yanıma da dişleriniz sararmış ve teniniz kokmuş halde de girmeyiniz." Bundan sonra Tirmizî el-Hakim bu hadis ile ilgili güzel açıklamalarda bulunarak şunları söyler: Tırnakların kesilmesi, tırnağın teni yırttığı, tırmaladığı ve zarar verdiği içindir. Ayrıca tırnak kirlerin toplanma yeridir. Kişi bazan cünüb olur da kirler dolayısıyla su tene ulaşmaz ve o cünüb kalmaya devam eder. Çünkü cünüb olanın bir iğne ucu kadar kuru bir yeri kalırsa, yıkama vücudunun her tarafını kaplamadıkça cünüb kalmaya devam eder. İşte Peygamber efendimiz bundan dolayı onlara tırnaklarını kesmeyi teşvik etmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin namazda yanılması ile ilgili olarak nakledilen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben nasıl yanılmayayım ki sizden herhangi birinizin tırnağı ile parmakları arasında kir bulunur. Ve sizden herhangi bir kimse bana tırnaklarında cünüblük ile pisliği bulunduğu halde semadan gelen haber hakkında soru sorar." Bu hadisi el-Kiya diye bilinen Ebû'l Hasen Ali b. Muhammed et-Taberî "Ahkâmu'l Kur'ân" adlı eserinde Süleyman b. Farac, Ebû Vâsil'den şöylece rivâyet etmektedir: Ebû Eyyub (radıyallahü anh)'a vardım ve onunla tokalaştım. Tırnaklarımın uzun olduğunu görünce şöyle dedi: Bir adam semadan gelen habere dair soru sormak üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse tırnakları altında kir ve pislik toplanacak kadar ve uçan kuşun tırnakları gibi olduğu halde geliyor ve semadan gelen habere dair soru soruyor." Hazret-i Peygamber'in: "Kestiğiniz tırnakları da gömünüz" âyetine gelince: Bunun sebebi mü’minin bedeninin saygı duyulmaya lâyık olduğundandır. O bedenden düşen, zail olan herhangi bir bölümünün yine hürmete değer olma özelliği devam etmektedir. O bakımdan tıpkı insan öldüğü gibi nasıl defnediliyor ise o artığının da defnedilmesi onun için bir görevdir. İnsanın bir kısmı da bu şekilde öldüğü takdirde aynen defnedilmesi, gömülmesi suretiyle ona duyulan saygı da yerine getirilmiş olur. Ta ki o artıklar dağılıp da ateşe veya pislik veya çöplüklere düşmesin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), köpekler onu karıştırmasın diye hacamat olduğu sırada kanının gömülmesini emretmiştir. Bize bunu babam (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) anlatarak dedi ki: Bize Mûsâ b. İsmail anlatıp dedi ki: Bize el-Huneyd b. el-Kasım b. Abdurrahman b. Mâiz anlatarak dedi ki: Ben Amir b. Abdullah b. ez-Zubeyr'i şöyle derken dinledim: Babası kendisine şunu anlatmış: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına hacamat yaptırdığı bir sırada varmış. Hacamat bitince Hazret-i Peygamber şöyle demiş: "Ey Abdullah, git bu kanı kimsenin seni göremeyeceği bir yere dök." Ancak Abdullah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından uzaklaşınca kanı alıp içti. Geri dönünce Hazret-i Peygamber: "Ey Abdullah kanı ne yaptın?" diye sorunca Abdullah şöyle demiş: İnsanların gözünden en uzak olduğunu zannettiğim en gizli bir yere koydum. Hazret-i Peygamber: "Onu içmiş olmayasın" deyince o: "Evet içtim" diye cevap vermiş. Hazret-i Peygamber: "Kanı neden içtin? Vay, senden dolayı insanların başına geleceklere ve vay sana, insanlardan çekeceklerinden" diye buyurmuş. Babam bana anlatı dedi ki: Bize Mâlik b. Süleyman el-Herevî anlatarak dedi ki: Bize Davud b. Abdurrahman, Hişam b. Ömer'den, o babasından o Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini nakletmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insandan ayrılan yedi şeyin gömülmesini emrederdi: Saç, tırnak, kan, ay hali kanı, diş, sünnet olurken kesilen et parçası ve çocuk doğarken onunla beraber gelen eşi. Hadîs-i şerîfte geçen: "Eklemler üzerindeki et kıvrımlarını da temizleyiniz" ifadesine gelince, buralar kirlerin toplandığı bir yerdir. Her eklemin üst kısmındaki boğumlara (burcume, çoğulu berâcim) denilir. İki boğum arasındaki bölüme ise râcibe denilir, çoğulu revâcib gelir. Bu da eklemin sırt tarafında olur. Parmakların kemiklerine verilen addır. Buna göre her bir parmağın iki tane burcumesi, üç tane de râcibesi vardır. Baş parmak ise bir tane burcume ve iki tane racibeye sahiptir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın parmak boğumlarının temizlenmesini emretmesi, oranın kir tutarak cenabetin kalmamasını ve tutan kirlerin ten ile su arasında bir engel teşkil etmemesini sağlamak içindir. "Diş etlerinizi temizleyiniz" âyetine gelince, diş eti dişlerin üstünde ve altında bulunan ettir. Dişler oradan çıkar. İki diş arasındaki azıcık et parçasına da "umr" denilir, çoğulu ise "umur" gelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orada yemeğin kırıntıları kalmasın ve kaldığı takdirde ağzın kokusu değişerek kötü kokmasın ve böylelikle iki melek eziyet görmesin diye bunu emretmiştir. Çünkü ağız Kur'ân-ı Kerîmin yoludur. İki meleğin oturduğu yer ise iki azı dişinin yanıdır. Yüce Allah'ın: "O bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanında bir rakîb (gözetleyici) ve atîd (hazır bulunan) vardır." (Kâf, 50/18) âyeti hakkında yani onun iki azı dişi yanında bulunurlar, dediği rivâyet edilmektedir. Bize bunu Muhammed b. Ali eş-Şakîkî anlatarak dedi ki: Ben babamın bunu Süfyan b. Uyeyne'den naklen zikrettiğini duydum ve söylediği de güzeldir. Çünkü söylenen bir söz iki dudaktan çıkar. Sözün çıkıncaya kadar geçtiği yer ise dildir. Âyet-i kerimede kullanılan kelimeler, âdeta gözetleyici meleğin sesin kalınlaştığı yer olan azı dişinin yakınında olduğuna işaret ediyor gibidir. "Dişlerinizin arasını temizleyiniz" âyetine gelince; kasıt misvak kullanmaktır. Onunla dişlerin arasının temizlenmesi istenmektedir. "Ve benim yanıma kokmuş ağızla ve teniniz kokarak gelmeyiniz." Ben el-Cârud'un en-Nadr'dan naklederek şöyle dediğini duydum: Eklah: İçten kokana kadar dişleri sararmış kimse demektir. Behar ise teninden hoş olmayan bir koku duyulan kişi demektir. el-Cârud bize anlatarak dedi ki: Bize Cerir Mansur'dan, o Ebû Ali'den o Ebû Cafer b. Temmam b. el-Abbas'tan, o babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Misvak kullanınız. Ne diye siz benim huzuruma dişleriniz sararmış olarak geliyorsunuz ki?" Müsned, I, 214. 11- Bıyıkları Kesmek ve Saçlar: Bıyıkları kesmek dudağın kenarı yani çerçevesi görününceye kadar bıyıkları almak demektir. Kişi bıyıkları dipten yolmaz, çünkü o takdirde kendi kendisine müsle (işkence ve eziyet) yapmış olur. Bu görüş İmâm Mâlik'e aittir. İbn Abdulhakem'in rivâyetine göre o şöyle demiştir: Ben bıyıklarını kesenin (tamamıyla sıyırmak) te'dib edilmesi gerektiği görüşündeyim. Eşheb'in ondan rivâyetine göre o bıyıkların kesilmesi bir bid'attir, böyle yapan bir kimsenin canı yanacak şekilde dövülmesi gerektiği görüşündedir, demiştir. İbn Huveyzimendad da der ki: İmâm Mâlik şöyle der: Bıyıklarını kesen bir kimsenin canı yanacak şekilde dövülmesi görüşündeyim. Âdeta İmâm Mâlik böyle yapan kimsenin kendisine müsle yaptığı görüşünde idi. Saçların yolunması da böyledir. Ona göre saçların kısaltılması tamamıyla kesilmesinden daha uygundur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saçlarının kulak yumuşaklarından daha uzun olduğuna dair rivâyet vardır. Onun ashabının da kimisinin saçları uzunca idi, kimisi de saçlarını kısaltırdı. Hazret-i Peygamber sadece hac esnasında saçlarını traş etmiş ve ashab-ı kiram da öyle yapmıştır. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tırnaklarını ve bıyıklarını Cuma namazına çıkmadan önce kestiği de rivâyet edilmiştir. et-Tahâvî der ki: Biz Şâfiî'den bu hususa dair açık bir ifade bulamadık. Şâfiî'nin arkadaşları arasında olup kendilerini gördüğümüz el-Müzenî ve er-Rabi' ise bıyıklarını kısaltırdı. Bu, onların bu hususu Şâfiî'den (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) öğrendiklerini gösterir. Tahâvî devamla şöyle der: Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşü, saç ve bıyık hakkında bunları iyice kısaltmanın bir miktar kısaltmaktan daha efdal olduğu şeklinde idi. İbn Huveyzimendad ise Şâfiî'nin bıyıkların kesilmesi ile ilgili görüşünün Ebû Hanîfe'nin görüşü ile aynı olduğunu zikretmektedir. Ebû Bekr el-Esrem de şöyle demektedir: Ben Ahmed b. Hanbel'in bıyıklarını oldukça kısalttığını gördüm ve bıyıkların kısaltılması hususunda sünnetin ne olduğuna dair ona soru sorulurken şöyle dediğini duydum: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dediği gibi "bıyıkları kısaltınız" Buhârî, Libâs 63-64; Müslim, Tahâre 52, 54; Tirmizî, Edeb 18; Nesâi, Zinet 2, 56; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 15, 16; Muvatta’'', Şear 1. emrine uygun olarak iyice kısaltır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hususta iki asıl delil vardır. Bunlardan birisi uhfû (iyice kısaltınız) delilidir. Bu ise te'vil edilme ihtimali olan bir lafızdır. İkincisi ise bıyıkların kısaltılmasıdır. Bu da birincisini açıklayıcı (müfessir)dır. Müfessir ise mücmel hakkında hüküm verir. Medine halkının uygulaması da bu şekildedir. Bu açıklama bu hususta söylenmiş en uygun görüştür. Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bıyığından bir miktar keser ve: "Rahmân olan Allah'ın Halili İbrahim (aleyhisselâm) bunu yapardı" derdi. Tirmizî devamla dedi ki: Bu hasen garib bir hadistir. Tirmizî, Edeb 16. Müslim'in rivâyetine göre de Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Fıtrat beştir. Sünnet olmak, etek traşı yapmak, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek ve koltuk altlarını yolmak." Hadisin baş tarafı beşinci başlıkta geçmişti. Kaynakları için oradaki nota bakınız. Yine bu hususta İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Müşriklere muhalefet ediniz, bıyıklarınızı kısaltınız ve sakallarınızı da bırakınız." Buhârî, Libâs 64; Müslim, Tahare 54. Acemler (Arap olmayanlar) ise sakallarını keser, bıyıklarını iyice uzatırlar ya da her ikisini birlikte uzunca yaparlar. Bu ise güzelliğe ve temizliğe aykırıdır. Rezîn'in Nafi'den naklettiğine göre İbn Ömer, altındaki deri görülünceye kadar bıyıklarını kısaltırdı ve bıyık ile sakal arasındaki kısmı kastederek bu ikisini de alırdı, demiştir. Buhârî'deki rivâyete göre de İbn Ömer Hacc veya umre yaptığı vakit sakalının bir kabzadan fazla olan uzunluğunu alıp keserdi. Buhârî, Libâs 64. Tirmizî de Abdullah b. Amr b. el-As'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sakalını eninden ve boyundan aldığını nakletmektedir. Tirmizî bu garib bir hadistir demiştir. Tirmizî, Edeb 17. Eteğin traşı sünnet olduğu gibi koltuk altlarının da yolunması sünnettir. Koltuk altlarının traş edilmesi de caizdir, çünkü bu şekilde de temizlik gerçekleşir, ancak birincisi daha uygundur. Zira alışılagelen ve kolay olan da budur. Fark: Saçın, ayrılma yeri olan ortasından iki yana ayrılması demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Şemail'inde şöyle denilmektedir: Eğer saç örgüsü ayrılabilecek hale gelirse ortadan ayırırdı. Eğer ayrılmayacak durumda ise o takdirde başının üzerinde toplanmış halde bırakırdı. İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, s. 50. Nesâî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçlarını aşağı doğru serbestçe uzatırdı. Müşrikler ise saçlarını ortadan ayırırlardı. Hakkında kendisine herhangi bir emir verilmediği hususlarda kitap ehline uygun davranmak hoşuna giderdi. Ancak bundan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçını ayırdı. Bunu Buhârî ve Müslim Enes'ten rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Menâkıb 23, Menâkıbu'l-Ensâr 52, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90; Ebû Dâvûd, Tereccul 10; Nesâî, Zinet 61; İbn Mâce, Libâs 36; Müsned, I, 287, 320. Bütün bu kaynaklar rivâyeti ittifakla İbn Abbâs'tan nakletmektedirler, Enes'ten rivâyet edenleri yoktur. Kadı Iyad der ki: Burada saçın aşağı doğru serbest bırakılmasından kasıt ilim adamlarına göre alnın üzerine bırakılması ve bir çeşit perçem olmasıdır. Bununla birlikte saçta sünnet olan ortadan ayrılmasıdır. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in son olarak yaptığı budur. Ömer b. Abdulaziz'in cuma namazını bitirdikten sonra mescid kapısına bekçiler koydurup saçını ortadan ayırmayan herkesin alnındaki saçını çektiklerine dair rivâyet vardır. Saçı ortadan ayırmanın İbrahim (aleyhisselâm)'ın sünnetinden olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ağaran saç bir nurdur, o bakımdan özellikle ayıklanması mekruhtur. Nesâî ve Ebû Dâvûd'da yer alan Amr b. Şuayb'ın babasından onun da dedesinden yaptığı rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ağaran saçları yolmayınız. Çünkü saçı ağaran -ne kadar müslüman varsa- kıyâmet gününde bu (ağaran her bir kıl) onun için bir nûr olur, Allah ona bir hasene yazar ve ondan bir günahını siler." Ebû Dâvûd, Tereccul 17; Tirmizî, Fedailu'l-Cihad 9; Müsned, II, 179, 207, 210. Derim ki: Ağaran saçların yolunması mekruh olduğu gibi siyaha boyanarak renginin değiştirilmesi de mekruhtur. Siyahın dışındaki renklerle değiştirilmesi ise caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Kuhafe (Hazret-i Ebû Bekir'in babası) hakkında -sakalı sağâme denilen bembeyaz bitki gibi ağarmış bir halde getirildiğinde- "bunu(n rengini) herhangi birşeyle değiştirin fakat siyaha boyamaktan uzak durun" demiştir. Ebû Dâvûd, Tereccul 18; Nesâî, Zînet 15; Müsned, III, 247. Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş: "Onun kökü beyaz iken üstünü siyaha boyuyor Kökü bozulmuş iken üstünde hayır kalmaz." Bir başkası da şöyle demiştir: "Ey ağaran saçlarını kına ile örtmeye çalışan kişi Bunun yerine mutlak Egemenden onu cehennemden korumasını iste." Tirit, yemeklerin en güzeli, en bereketlisidir. Arapların yemeğidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tiritin diğer yemeklerden daha üstün olduğuna tanıklık etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Âişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Buhârî, Eti'me 25, 30, Fedailu's-Sahâbe 30, Enbiya 32,46; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 70, 89; Tirmizî, Et'ime 31; Dârimî, Et'ime 29. el-Bustî'nin Sahih'inde ise Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Hazret-i Esma'dan rivâyet edildiğine göre o tirit yaptığı vakit kaynayıp kabarması gidene kadar üstüne birşey örter ve şöyle derdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bu bereketin daha çok artmasına sebeptir" dediğini duydum. Müsned, VI, 350. 16- Bu Temizlikler İçin Belli Bir Süre Var mı? Bütün bu açıklamalar Abdürrezzak'ın İbn Abas'tan (Hazret-i İbrahim'in kendileriyle imtihan edildiği kelimelere dair) naklettiği rivâyetin ve Said b. el-Müseyyeb ile başkalarının söylediklerinin açıklanmasına dairdir. Mazmaza, istinşak ve misvak kullanmaktan Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/43), istincanın hükmüne dair açıklamalar Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/108), misafir ağırlamanın hükmü ise Hud Sûresi'nde (Hud, 11/69-71. âyetlerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Müslim'in rivâyetine göre de Enes şöyle demiştir: Bıyıkların kesilmesi, tırnakların kesilmesi, koltuk altının yolunması, etek traşının yapılması hakkında bizim için bunları kırk günden daha fazla bırakmamak şeklinde vakit tesbit edilmiştir. Müslim, Tahare 51; Nesâî, Tahare 13. İlim adamlarımız der ki: Bu azamî süreyi sınırlandırmaktadır. Müstehab olan ise bunların Cumadan Cumaya yapılması şeklindedir. Bu hadisi Ca'fer b. Süleyman rivâyet eder. Ukaylî der ki: Onun yaptığı rivâyetler su götürür. Ebû Ömer ise onun hakkında: Ezberi kötü olduğundan ve çokça yanlışlık yaptığından dolayı hüccet (delil) olmaz. Ayrıca bu hadis, nakil yönünden de pek o kadar kuvvetli değildir. Şu kadar var ki bazı kimseler bu görüştedir. Çoğunluk ise bu konuda herhangi bir sürenin tesbit edilmemesi eğilimindedir. Başarımız Allah'tandır. "Ben seni insanlara İmâm yapacağım" âyetinde geçen: "İmâm" önder demektir. O bakımdan yapı esnasında kullanılan ipe (şakule) de İmâm denilir. Yola da İmâm denilir. Çünkü gidilmek istenen yerlere o takib edilerek varılır. Bu âyetin anlamına gelince: Biz seni bu hususlarda sana uymak, salih kimseler seni takib etmek üzere seni İmâm kıldık demektir. Şanı yüce Allah böylece Hazret-i İbrahim'i kendisine itaat edenlerin İmâmı kılmıştır. O bakımdan bütün ümmetler bundan dolayı ona (mensup olduklarına) dair iddialarda bulunmaktadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Aslında o, hanif bir müslüman idi. 18- Hazret-i İbrahim'in Soyundan Gelenlerin Durumu: "Zürriyetimden de demişti." Bu, şanı yüce Allah'a arzu belirten bir duadır. Yani Rabbim, benim zürriyetimden de İmâmlar kıl, demektir. Hazret-i İbrahim'in bunu onların durumu hakkında soru sormak üzere söylediği de ileri sürülmüştür. Yani peki, Rabbim benim zürriyetimden geleceklerin durumu ne olacak diye sormuş, yüce Allah da ona zürriyetinden gelecek olanlar arasında İmâmlığa lâyık olmayan, isyankâr ve zalim kimselerin de bulunacağını haber vermiştir. İbn Abbâs der ki: İbrahim (aleyhisselâm) soyundan bir İmâm kılınmasını Allah'tan dilemiş, yüce Allah ona, soyundan gelecek olanlar arasında isyankârların da bulunacağını belirterek: "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur. 19- Zürriyyet Kelimesine Dair Açıklama: Zürriyet kelimesi asıl itibariyle "zerr"den gelmektedir. Çünkü şanı yüce Allah Hazret-i Âdem'in soyundan gelecek olan insanları kendilerine karşı şahit tuttuğu vakit. Hazret-i Âdem'in sulbünden zerr (toz zerrecikleri) halinde çıkarmıştı. Bu kelimenin yaratmak alamını ihtiva eden (........)den geldiği de söylenmiştir. İşte zürriyet de burdan gelmektedir ki insan ve cinlerin soyundan gelenlere denilir. Şu kadar var ki, Araplar bu kelimenin sonundaki hemzeyi zamanla kullanmamışlardır. Bu kelimenin çoğulu da "zerâri" şeklinde gelir. Zeyd b. Sabit bu kelimeyi "ze" harfini esreli ve üstünlü olarak şeklinde okumuştur. İbn Cinni Ebû’l-Feth Osman der ki: Bu kelimenin aslının dört ayrı lâfız olma ihtimali vardır. Birincisi ikincisi üçüncüsü dördüncüsü de şeklindedir. Birinci şekilde hemzeli gelmesi Allah insanları yarattı'dan gelmektedir. İkincisi ise zer (toz zerrecileri) lâfzından ve bu anlamından gelmektedir. Çünkü haberde: "İnsanlar zer gibi idiler" denilmektedir. Üç ve dördüncü şekilleri ise "taneyi sallallahü aleyhi ve sellemurdum" anlamına kullanılan dan gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Rüzgarların sallallahü aleyhi ve sellemurduğu kupkuru bir çöp kırıntısı haline gelmiş..." (el-Kehf, 18/45) âyeti de böyledir. Böyle olması ise alabildiğine ince ve hafif olmasından dolayıdır. İşte zer (toz zerrecikleri)nin durumu da budur. el-Cevherî der ki: Rüzgarın toprağı sallallahü aleyhi ve sellemurması halinde bu kökten gelen kelime kullanılır. Buğdayın sallallahü aleyhi ve sellemrulması ile ekin ekmek için tohum saçmayı ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Bu kelime yine şeklinde yüksekten bıraktım, attım, anlamında da kullanılır. el-Halil'in açıklamasına göre "zürriyet" adının veriliş sebebi ekin eken tohumunu nasıl saçıyorsa insanları da yüce Allah'ın yeryüzüne öylece saçtığından dolayıdır. Zürriyet kelimesinin aslının "zurrûre" olduğu da söylenmiştir. Aynı harf bu şekilde çokça tekrarlandığından dolayı re'lerin birisi ya harfine dönüşerek zurrûye oldu, daha sonra vav ye harfine idgam edilerek zürriyet haline geldi. Burada zürriyetten kasıt ise özellikle oğullardır. Kimi zaman babalar ve oğullar hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Bizim Hürriyetlerini dopdolu gemide taşımış olmamız da onlar için bir âyettir." (Yasin, 36/41) âyeti bu türdendir. Buradaki zürriyetten kasıt ise onların atalarıdır. "Zâlimlere ahdim erişmez" âyetinde sözü geçen ahid ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bundan kasıt peygamberliktir. es-Süddî de bu görüştedir. Mücâhid'e göre İmâmet, Katâde'ye göre îman , Atâ'ya göre rahmet, Dahhâk'a göre yüce Allah'ın dinidir. Allah'ın ahdi, Allah'ın emri anlamındadır da denilmiştir. Çünkü ahid kelimesi emir hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah bize ahdetti" (Âl-i İmrân, 3/183); yani emretti. Yine bir başka yerde: "Ey Âdemoğulları, Ben size ahdetmedim mi?" (Yâsîn, 36/60) âyeti de: Daha önceden bu hususta size emir vermemiş miydim? demektir. Allah'ın ahdi, onun verdiği emirler olduğuna göre "zâlimlere ahdim erişmez" âyetinin anlamı şöyle olur: Zâlimlerin kendilerinden Allah'ın emirlerinin kabul edileceği ve emirlerini uygulamakla görevli olacakları bir konuma gelmeleri câiz değildir. Bu doğrultuda açıklama inşaallah birazdan gelecektir. Ma'mer Katâde'den yüce Allah'ın: "Zâlimlere ahdim erişmez" âyetini açıklarken şunları söylemektedir: Ahirette Allah'ın ahdi zâlimlere erişmeyecektir. Dünyada ise Allah'ın ahdine zalim erişmiştir. Ve bu ahid sayesinde o güvenlik kazanmış, yemek yemiş, yaşamış ve çevresini görebilmiştir, ez-Zeccâc der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bunun anlamı, benim emanım, zâlimlere erişmez, şeklindedir. Yani ben onlara azabımdan yana güven vermem, demek olur. Saîd b. Cübeyr der ki: Burada geçen "zalim" müşrik anlamındadır. İbn Mes'ûd ve Talha b. Mûsarrif âyetin bu bölümünü şekilde okumuşlardır. Zâlimler benim ahdime nail olmazlar, anlamına gelecek. Geri kalanı ise "ez-Zâlimîn" şeklinde nasb ile okumuşlardır. Hamza, Hafs ve İbn Muhaysin "ahdî" şeklinde ya'yı sakin (harf-i med şeklinde) okurken, gerisi "ahdiye" şeklinde fethalı okumuşlardır. 21- Zalim Kimse İmâm (İslâm Devlet Başkanı) Olamaz: Bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeyi İmâmın (İslâm Devlet Başkanı'nın) bu işi üstlenebilecek gücün yanında, adaletli, ihsan sahibi ve fazilet sahibi bir kimse olması gerektiğine delil göstermişlerdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın işin ehli olan kimseler ile çekişilmemesine dair emri Bk. Buhârî, Fiten 2, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 41, 42; Nesâî, Bey'at 1-5; İbn Mâce, Cihâd 41; Muvatta’'', Cîhâd 5; Müsned, III, 441, V, 314, 316, 319 de bu gibi kimseler hakkındadır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. bk. el-Bakara, 2/30. âyetin tefsiri. Fasıklar, haksızlık ve zulüm yapanlar ise İmâm olmak ehliyetine sahip kimseler değildir. Çünkü yüce Allah: "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur. İşte İbn ez-Zubeyr'in, el-Huseyn b. Ali'nin, (Allah hepsinden razı olsun) huruçları, ayaklanmaları bundandır. Yine Iraklıların hayırlıları ve ilim adamları da Haccâc'a karşı çıkmışlardır. Medine halkı da Umeyyeoğullarını Medine'den dışarı çıkartmış, onlara karşı çıkmışlardır. İşte Müslim b. Ukbe'nin gerçekleştirdiği Harre vakası ve faciası bu sebeple olmuştur. Taberî ve İbnu’l-Esîr gibi tarihlerin 63. yılı olaylarına bakınız. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise zalim İmâma itaat etmek ve sabır göstermek ona karşı çıkmaktan evladır. Çünkü ona karşı çıkıp onunla çekişmeye girmek, güvenlik yerine korkuyu ve kan dökmeyi getirmek olur, sefihlerin ellerini gelişigüzel uzatmalarına, müslümanlara baskın ve talanların tertib edilmesine, yeryüzünde de fesadın çıkmasına sebep teşkil eder. Birincisi Mu'tezile'den de bir kesiminin görüşüdür, aynı zamanda Hâricîlerin de görüşü budur. Bunu bilelim. 22- Zalimin İşgal Edemeyeceği Makamlar: İbn Huveyzimendad der ki: Zalim olan hiçbir kimse peygamber, halife, hakim, müftü, namaz kıldırmak üzere İmâm olamaz. Şeriat sahibinden yaptığı rivâyetleri kabul olunmaz. Ahkâma dair şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki, fasıklığa başladığından dolayı hal ve akıl ehli tarafından azledilmedikçe azledilmez. Azledilmeden önce verdiği doğruya, hakka uygun hükümler bozulmaz, geçerli kalmaya devam eder. Mâlik, Hariciler ve bağîler hakkında bunu açıkça ifade etmiş ve herhangi bir içtihada uygun olarak verdikleri yahut icmaa muhalefet etmedikleri ya da naslara aykırı düşmedikleri takdirde verdikleri hükümleri bozulmaz, demiştir. Bizim bu kanaati belirtmemizin sebebi ise ashabın icmaından dolayıdır. Şöyle ki: Hâricîler onların hayatta oldukları dönemlerde çıkmış ve İmâmlardan onların verdikleri hükümleri tek tek elden geçirdiklerine ve bu hükümlerden herhangi birisini nakzettiklerine dair bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca onların aldıkları zekâtı tekrar aldıkları da uyguladıkları hadleri bir daha uyguladıkları da görülmemiştir. İşte bu onların ictihİsimlerinda isabetli oldukları takdirde uyguladıkları hükümlerin bozulmayacağını göstermektedir. 23- Zalim Yöneticilerden Erzak (Belli Hizmet Karşılığında Olmayan Bağış, Atiye v.s.) Almak: İbn Huveyzimendad der ki: Zalim yöneticilerden erzak almaya gelince bunun üç hali vardır: Eğer ellerinde bulunan malın tümü şeriatın gerektirdiği şekilde alınmış ise böyle bir rızkı almak caizdir. Nitekim ashab-ı kiram ve tabiin Haccac'dan ve başkalarından almıştır. Eğer bir kısmı helal ve bir kısmı haksız yollarla alınıp karışık halde bulunuyor ise -günümüz ümerasının elindeki mallarda olduğu gibi- vera' ve takva bunu terketmeyi gerektirir. İhtiyaç sahibi olan kimsenin bunu alması caizdir. Böyle bir zalim yönetici elinde çalıntı mal bulunup bununla birlikte bir başka adamın kendisine vekalet verdiği iyi ve helal bir mal bulunan hırsıza benzer. Bu hırsız gelip de elindeki bu maldan bir kimseye tasaddukta bulunacak olursa ondan bu sadakanın alınması caizdir. Hırsızın çaldığı malın bir kısmını sadaka olarak vermiş olması mümkün olmakla birlikte bu böyledir. Şu kadar var ki onun sadaka olarak verdiği malın bir yağma olduğunun bilinmemesi de şarttır. Eğer bu durumdaki kişi satar veya satın alırsa akid sahih olur ve bağlayıcıdır. Bununla birlikte vera' ve takva böyle bir şeye bulaşmamayı gerektirir. Çünkü mallar aynları dolayısıyla haram değildir, elde edildikleri cihet dolayısıyla haram olurlar. Eğer yöneticilerin elinde bulunan mal, açıktan açığa zulümle alındığı bilinen bir mal ise onların ellerinden birşey almak câiz değildir. Ellerinde bulunan malın bir kısmı gasbedilmiş olmakla birlikte sahibi de bilinmiyor, taliplisi de bulunmuyor ise bu tıpkı hırsız ve yol kesicilerin elinde bulunması gibi bir uygulamaya tabi tutulur, beytü'l male konulur ve uygun görülen süre o mala (kendisinindir diye) talip olacak şahıs beklenir. Eğer malın sahibi bilinmeyecek olursa o vakit İmâm onu müslümanların menfaatine uygun göreceği yerlere harcar. 125Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin. İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizleyin" diye emir vermiştik. Bu âyet-i kerimenin: "Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "Hani Biz o Evi" yani Kabe'yi "insanlar için bir dönüş yeri" dönüp varacakları bir yer "..kılmıştık." Bu fiilin tasrifi şekillerinde yapılır. Mesabe: Beyte sıfat olan bir masdardır. Bununla dönülüp varılan yer kastedilmektedir. Varaka b. Nevfel Ka'be hakkında şöyle demiştir: "Tüm kabileler için bir dönüş yeridir. Aheste aheste yürüyen develer oraya koşar." el-A'meş de bu kelimeyi çoğul olarak '"mesâbat" şeklinde okumuştur. Bu kelimenin "sevap"tan gelme ihtimali de vardır. Yani "Hani Biz o Evi insanlar için sevap alacakları bir yer kılmıştık" anlamına da gelebilir. Mücâhid de der ki: Hiçbir kimse oradan arzusunu gerçekleştirmiş olduğu kanaatiyle geri dönmez. Şair der ki: "Beytullah onlar için bir dönüş yeri kılınmıştır. Ebediyyen ondan arzuladıkları kadarını elde etmezler" "Mesabe" kelimesinin sonundaki yuvarlak "t" mübalağa ifade eder. Çünkü oraya dönüp gelenler pek çoktur. Zira, Beytullah'tan ayrılıp da ondan maksadını gerçekleştirdiği kanaatine sahip olan kimse çok azdır. Bu kelimenin mübalağa ifadesi "nessâbe (neseb alimi) ve allame (bilgin)" gibidir. Bu açıklamaları el-Ahfeş yapmıştır. Başkaları ise şöyle demektedir: Sondaki yuvarlak "t" masdar'ın müennes olması dolayısıyladır. Mübalağa için değildir. Oraya gidenlerin hepsi bir daha dönmez, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Burada anlam özel olarak sadece oraya gelenler hakkında değildir. Bunun anlamı oraya gelecek hiçbir kimsenin bulunmamasının sözkonusu olmayacağı ve insanlar arasında oraya doğru gidecek kimsenin bulunmamasının düşünülemeyeceği şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık" âyetini Ebû Hanîfe ve çeşitli bölgelerin bir grup fukahası, Harem'e sığındıkları takdirde muhsan (evli) kimse ile hırsıza, cezanın uygulanmayacağına delil göstermişler, ayrıca yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" (Âl-i İmrân, 3/97) âyetini da buna destekleyici delil olarak ileri sürmüşlerdir. Sanki: Beytullah'a girene eman veriniz, güvenlik altında tutunuz, diye buyurmuş gibidir. Doğrusu ise Harem'de hududun uygulanacağı ve bu hükmün neshedilmiş olduğu şeklindedir. Çünkü ittifak Beytullah'ta öldürmenin olmayacağı hükmü üzerindedir. Ancak Beytullah'ın dışında öldürülür. Görüş ayrılığı ise Harem bölgesinin içinde öldürülür mü öldürülmez mi hususu ile ilgilidir. Harem bölgesine ise hakikat anlamı ile Beytullah ismi verilemez. Harem bölgesinde başkasını öldürenin öldürüleceği üzerinde de fukaha icma etmişlerdir. Yine o bölge içerisinde haddi gerektirici bir suç işleyecek olursa bu cezanın da ona uygulanacağı, kabul edilmiştir. O bölgede Savaşırsa yine onunla Savaşılır ve orada öldürülür. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Harem bölgesine sığınan bir kimse orada öldürülmez ve takibat altına alınmaz. Şu kadar var ki ölünceye ya da oradan çıkıncaya kadar sürekli sıkıştırılır, tazyik altında tutulur. Bizler, böyle bir kimseyi kılıçla öldürürken o böyle bir kimseyi açlığa mahkûm ederek ve engelleyerek öldürmektedir. Peki bu iki öldürmeden hangisi daha ağırdır? Yüce Allah'ın: "Ve emin kılmıştık" âyetinde Ka'be'ye yönelme emri te'kid edilmektedir. Yani Beytü'l-Makdis'te bu üstün fazilet yoktur. İnsanlar oraya gidip hac etmez. Harem bölgesine sığınan bir kimse baskın ve talana uğramaktan emin olur. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/97. âyetin tefsirinde) gelecektir. "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" bölümüne dair açıklamaları da üç başlık halinde sunacağız: 1- Makam-ı İbrahim'i Namazgah Edinmek: Yüce Allah'ın: "...Edinin" âyetini Nafi' ve İbn Âmir, İbrahim (aleyhisselâm)'a tabi olanların orayı namazgah edindiğini haber verecek şekilde "hı" harfini üstün olarak okumuştur. Ayrıca bu kelime "kılmıştık" fiiline de atfedilmiş olur. Buna göre anlamı şöyle olur: Biz o evi bir dönüş yeri ve emin kılmıştık, onlar İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi. Bunun: "Hani" demek olan in takdir edilmesi suretiyle atfedildiği de; söylenmiştir. Şöyle denilmiş gibi olur: Hani Biz o evi bir dönüş yeri kılmıştık. Ve hani onlar da İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi, demek olur. Birinci açıklamaya göre ifade tek bir cümledir, ikincisine göre ise iki cümle olur. Kıraat âlimlerinin Cumhûru ise emir ifade etmek üzere ": "Edinin" şeklinde okumuş ve böylelikle sözün birinci bölümünden ayırarak cümleyi cümleye atfedilmiş olarak değerlendirmişlerdir. el-Mehdevî der ki: Bunun: "... nimetimi ve .. hatırlayın" (âyet 122) âyetine atfedilmiş olması da mümkündür. Sanki bunu yahudilere söylemiş gibi olur. Ya da: "Hani Biz o evi., kılmıştık" anlamına atfedilmiş olabilir. Çünkü bunun anlamı: "O evi insanlar için., kılmış olduğumuzu hatırlayın," şeklinde olur. Ya da: "Bir dönüş yeri" âyetinin anlamına atfedilmiş olması da mümkündür. Çünkü bunun anlamı: Orası sizin için bir dönüş yeri olsun, oraya tekrar tekrar gidip gelin, şeklindedir. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Ömer şöyle demiştir: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim. Makam-ı İbrahim, hicab ve Bedir esirleri hususunda. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 24. Buhârî de bu hadisi Enes'ten şöylece rivâyet etmektedir: Enes dedi ki: Hazret-i Ömer şöyle dedi: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim veya Rabbim üç hususta bana muvafakat etti... Buhârî, Tefsir 2. sûre 6; Dârimî, Menâsik 33; Müsned, I, 23, 24, 36. Bu hadisi ayrıca Ebû Dâvûd et-Tayalîsî Müsned'inde rivâyet ederek şöyle demiştir. Bize Hammâd b. Seleme anlattı, bize Ali b. Zeyd, Enes b. Mâlik'ten naklederek dedi ki: Ömer şöyle dedi: Dört hususta Rabbime muvafakat ettim. Ey Allah'ın Rasûlü, keşke Makam'ın arkasında namaz kılsan dedim şu: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" âyeti nazil oldu. Ey Allah'ın Rasûlü, hanımlarını perde (hicab) ile ayırsan. Çünkü onların huzuruna iyi olanlar da kötü olanlar da gelmektedir. Bunun üzerine yüce Allah: "Onlardan ihtiyacınız olan birşeyi istediğimiz vakit perde arkasından isteyin" (el-Ahzab, 33/53) Şu: "Yemin olsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık" (el-Mu'minun, 23/12) âyeti nazil olunca ben: "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yüce ve ne güzeldir" dedim. Bunun üzerine "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yüce, ne mübarektir!" (el-Mu'minun, 23/14) âyeti nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının yanına girdim ve: Ya bu işinizden vazgeçersiniz yahutta Allahu Teala sizin yerinize ona daha hayırlı hanımlar verecektir, dedim. Bunun üzerine de şu: "Eğer o sizi boşarsa umulur ki (şüphesiz) Rabbi sizden daha hayırlı... zevceler verir." (et-Tahrim, 66/5) âyet-i kerimesi nazil oldu. Müsned, I, 23, 24, 36'da. Ancak el-Mu'minûn, 23/14. âyetin muvafakati sözkonusu edilmemektedir. Derim ki: Bu rivâyette esirlerden söz edilmemektedir. Buna göre Hazret-i Ömer'in Rabbine muvafakati beş yerde gerçekleşmiş demektir. 3- Hazret-i İbrahim'in Makamı: "İbrahim'in Makamı'ndan" Makam, sözlükte iki ayağın bulunduğu, konulduğu yer demektir. en-Nehhâs der ki: Makam, "karne yekûmu" (kalktı-kalkar)" dan masdar da olabilir, yerin ismi da olabilir. Makam ise, "ekame (ikamet etti)"den gelmektedir. Züheyr'in şu beytine gelince; "Aralarında yüzleri güzel olup makamlarda oturan) kimseler vardır; Kimi zaman konuşulan ve kimi zaman iş yapılan meclisleri de var." Burada aralarında o makamdan da bulunan kimseler vardır, demek istemektedir. Makamın hangisi olduğunu tayin etmek hususunda farklı görüşler vardır. Bu görüşlerin en sahih olanı insanların kudüm tavafından sonra yakınında iki rek'at kıldıkları ve günümüzde bildikleri taştır. Bu aynı zamanda Cabir b. Abdullah'ın, İbn Abbâs'ın, Katâde'nin ve başkalarının da görüşüdür. Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Hazret-i Cabir'den gelen uzunca Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Beytullah'ı görünce (Hacer-i Esved) rüknünü istilam etti(selamladı), üç defa remel yaptı ve (diğer) dördünde de yürüyerek tavaf yaptı. Sonra da Makam-ı İbrahim'in yanına yaklaşarak: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" âyetini okudu. Arkasından "İhlas ve Kâfirûn" sûrelerini okuduğu iki rek'at namaz kıldı... Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 33; Nesâî, Hacc 149; Dârimi, Menâsik 34; Müsned, III, 320. İşte bu Mekkeliler için tavaf sonrası kılınan iki rek'at ile diğer namazların (tavafın kendisinden) daha faziletli olduğunu ve bir bakıma da Mekkeli olmayan yabancılar için de tavafın -ileride de geleceği üzere- daha faziletli olduğunu göstermektedir. Buhârî'deki rivâyete göre de, Makam-ı İbrahim, Hazret-i İbrahim'in Beyt'i bina ederken Hazret-i İsmail'in kendisine uzattığı taşları kaldırmak imkânı ortadan kalkınca üzerine çıktığı ve iki ayağının (iz yapacak şekilde) içine gömüldüğü taşın adıdır. Buhârî, Enbiyâ 9. Enes der ki: Ben Makam'da (Hazret-i İbrahim'in) ayaklarının ve topuğunun, ayak tabanındaki iki çukurun izlerini gördüm. Şu kadar var ki insanların ellerini o taşa sürmesi o izleri giderdi. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir. es-Süddî de der ki: Makam, Hazret-i İsmail'in hanımı Hazret-i İbrahim'in başını yıkadığı vakit Hazret-i İbrahim'in ayağının altına koyduğu taştır. Yine İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime ve Atâ'ya göre ise haccın bütünüdür. Atâ'dan gelen bir rivâyete göre de Arefe, Müzdelife ve Cemrelerdir. en-Nehaî de bu görüştedir. en-Nehaî ise: Harem'in bütünü Makam-ı İbrahim'dir, demektedir. Mücâhid de bu görüştedir. Derim ki: Makam hususunda güvenilir görüş, olan sahih hadislerde sabit olduğu üzere birinci görüştür. Ebû Nuaym de Muhammed b. Sûka'nın Muhammed b. el-Münkedir'den, onun Cabir'den yaptığı rivâyete göre Hazret-i Cabir şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Rükün ile Makam arasında veya kapı ile Makam arasında dua eden ve: Allah'ım filana mağfiret buyur, diyen birisini görür. Hazret-i Peygamber ona: "Bu da ne oluyor?" diye sorunca adam şöyle der: Adamın birisi bu Makamda bana kendisine dua etmemi söyledi. Hazret-i Peygamber: "Dön, senin arkadaşına mağfiret olundu" der. Ebû Nuaym der ki: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Kâdî anlattı. Dedi ki: Bize Muhammed b. Âsım b. Yahya el-Kâtib anlattı; dedi ki: Bize Abdurrahman b. el-Kasım el-Kattân el-Kûfî anlatarak dedi ki: Bize el-Haris b. İmrân el-Caferî, Muhammed b. Sûka'dan anlatarak dedi ki... dedi ve hadisi zikretti. (Yine) Ebû Nuaym der ki: Abdurrahman b. el-Haris de Muhammed'den o Cabir'den böylece rivâyet etmiştir. Bu hadis el-Haris b. Muhammed'den, o İkrime'den o İbn Abbâs'tan gelen yolla bilinmektedir. "Namazgah (musalla)"ın anlamı dua edilen yer demektir. Bu açıklama Mücâhid'e aittir. Yanında namaz kılınan yer anlamına geldiği de Katâde tarafından söylenmiştir. İmâmın yanında durduğu kıble anlamına geldiği de el-Hasen tarafından söylenmiştir. "İbrahim'e ve İsmail'e de: 'Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizleyin' diye emir vermiştik" âyetine dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız: "... diye emir vermiştik." Bunun vahyetmiştik, anlamına geldiği de söylenmiştir. "... iyice temizleyin" âyetindeki , cer edici edatın hazf edildiğini kabul edenlere göre, nasb mahallindedir. Sîbeveyh der ki: Bu açıklayıcı (müfessire) edat olan anlamındadır. Buna göre irâbda mahalli yoktur. Kûfeliler ise bu: "kavi: söz söylemek (yani ona... dedik)" anlamına gelir, derler. Mücâhid ve ez-Zührî'den gelen rivâyete göre putlardan iyice temizleyin demektir.. Ubeyd b. Umeyr ve Saîd b. Cübeyr ise her türlü afet ve şüpheli şeylerden temizleyin anlamına gelir, derken kâfirlerden temizleyin anlamına geldiği de söylenmiştir. es-Süddî de der ki: Onu temizlik ve tertemiz bir niyet üzere temellendirip kurdular, anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid..." (et-Tevbe, 9/108) âyetine benzer. Yemân'dan gelen rivâyete göre o: Onu tütsüleyiniz ve örtülerle örtünüz, demiştir. "Evimi" âyetinde yüce Allah, Evi kendi zatına izafe etmiştir. Bu, Evin şerefine ve değerine işaret eden bir izafettir. Mahlûkun halika ve mülk olan şeyin de malike izafe edilmesi türündendir. el-Hasen, İbn Ebi İshak, Medineliler, Hişam ve Hafs: şeklinde "ya" harfini üstün olarak okurken diğerleri yâ harfini harekesiz (med harfi olarak) okurlar. 2- Tavaf Edenler, İtikâfa Girenler, Rükû ve Secde Yapanlar: "Tavaf edenler." İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden kimselerdir. Atâ'nın görüşü budur. Saîd b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır. "İtikâfa girenler." Atâ'dan gelen rivâyete göre şehirde ikamet edenler ve yabancılar demektir. "Tavaf edenler" âyeti de bu şekildedir. Lügatte itikâf: Bir şeyin yanından ayrılmamak ve birşeye yönelmek anlamındadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Halay çeken Nabatlıların yönelişleri gibi..." Mücâhid'in açıklamasına göre de itikâfa çekilenlerden kasıt, orada mücavirlik yapanlardır. İbn Abbâs, namaz kılanlardır demektedir. Tavaf etmeksizin oturanlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu anlamlar birbirine yakındır. "Rükû ve sücûd edenler" yani Ka'be'nin yakınında namaz kılanlar için "iyice temizleyin" diye emir vermiştik. Özellikle rükû ve sücûdun sözkonusu edilmesi, namaz kılanın yüce Allah'a en yakın olduğu haller olmalarından dolayıdır. Daha önceden rükû' (el-Bakara, 2/53. âyetin tefsirinde) ve sücûdun (el-Bakara, 2/34. âyetin açıklamasında) anlamına ait açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 3- Başta Kabe Olmak Üzere Allah'ın Bütün Evleri Temizlenmelidir: Yüce Allah: "Evimi., iyice temizleyin" diye emir vermiştir. Âyetinin kapsamına O'nun bütün evleri de girmektedir; bütün evleri temizlenip arındırılmak hususunda, Beytullah ile aynı hükümdedirler. Özellikle Ka'be'nin sözkonusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır. Daha açık bir şekilde ifadeden anlaşılan birinci görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kur'ân-ı Kerîm'de bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Birtakım evlerde Allah onların yükselmesine ve oralarda kendi adının anılmasına izin vermiştir." (er-Nûr, 24/36) Yüce Allah'ın izniyle orada mescidlere dair hükümler açıklanacaktır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre o bir seferinde mesciddeki bir adamın sesini işitir. Bu da ne oluyor? Nerede olduğunu biliyor musun diye sorar. Huzeyfe de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah bana şunu vahyetti: Ey uyarıcıların kardeşi, ey rasûllerin kardeşi, kavmini uyar ki Benim evlerimden herhangi birisine ancak selim kalplerle, doğru söyleyen dillerle, tertemiz ellerle, günahsız ferçlerle girsinler. Herhangi bir kimseye bir haksızlık yapmış olarak evlerimden birisine girmesinler. Çünkü o, Benim huzurumda bu şekilde ayakta dikildiği sürece o haksızlığı sahiplerine verinceye kadar ona lanet eder dururum. (Dediğim gibi hareket edenin) kendisiyle işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü olurum. Benim dostlarımdan, seçkinlerimden olur, peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle salihlerle birlikte Bana komşu olur." 4- Beytullah'ın İçinde Namaz Kılmak: Şâfiî, Ebû Hanîfe, Sevrî ve seleften bir topluluk, bu âyet-i kerimeyi farz olsun nafile olsun Beytullah'ın içinde namaz kılmanın câiz olduğuna delil göstermişlerdir. Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Eğer, Kabe'nin içinde onun duvarlarından herhangi birisine yönelmiş olarak namaz kılarsa namazı caizdir. Kapıya doğru dönüp, kapı açıkken namaz kılacak olursa namazı batıldır. Ka'be'nin damında namaz kılanın durumu da böyledir. Çünkü o Ka'be'nin herhangi bir tarafına yönelmemektedir. İmâm Mâlik ise der ki: Kabe'nin içinde farz da kılınamaz, sünnet de kılınamaz, orada sadece tatavvu' namazı kılınabilir. Şu kadar var ki eğer içinde farz namaz kılınacak olursa vakit içinde o farz iade edilir. Esbağ ise kesinlikle iade edilmesi gerekir, der. Derim ki, sahih olan da budur. Çünkü Müslim İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Usame b. Zeyd bana Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Beytullah'a girdiği sırada her yanında dua ettiğini ve ordan çıkıncaya kadar içinde namaz kılmadığını haber verdi. Çıktığı vakit ise Kabe'ye doğru iki rekat namaz kıldı ve: "İşte kıble budur" dedi. Müslim, Hacc 395; Müsned, V, 201; 208iVesdî, Menâsik 133; ayrıca bk, Buhârî, Salât 30 Bu Hadîs-i şerîf ise bu konuda açık bir nastır. Denilse ki: Buhârî İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Usame b. Zeyd, Bilal ve Osman b. Talha el-Hacebîyle Beyt'in içine girdiler, üzerlerine kapıyı kilitlediler. Kapıyı açtıklarında içeriye ilk giren ben oldum. Bilal ile karşılaştım ve ona: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Beyt'in içinde namaz kildi mı? diye sordum. O: Evet, Yemen cihetine bakan iki direk arasında (namaz kıldı), dedi. Bu hadisi ayrıca Müslim de rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 51; Müslim, Hacc 391-394; Nesâî, Mesacid 5; Müsned, II, 120. Müslim bu hadisin rivâyetinde şunları da söylemektedir: İki direği soluna, bir tanesini sağına, üç tanesini de arkasına aldı. O günde Beyt'in altı tane direği vardık Buhârî, Salât 96; Meğâzî, 77; Ebû Dâvûd, Menâsik 92; Nesâî, Kıble 6, Menâsik 131; Muvatta’'', Hacc 193; Müsned, II, 113, 138, V, 210 Deriz ki: Burada "namaz kıldı (salla)" kelimesinin Usame'nin rivâyetinde söylediği gibi dua etti, anlamına gelmesi de ihtimal dahilindedir. Bilinen namazı kıldı anlamına gelme ihtimali de vardır. Her ikisi de ihtimal dahilinde olduğuna göre sizin ileri sürdüğünüz bu hadisin delil diye gösterilmesi sözkonusu olmaz. Denilse ki: İbnu'l Münzir ve başkaları Usame'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabe'de birtakım resimler gördü. Ben ona kova ile su getiriyordum, o da bu suyu bu resimler üzerine döküyordu. Ayrıca bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisî de rivâyet ederek şöyle demiş: Bana İbn Ebû Zi'b Abdurrahman b. Mehran'dan anlatarak dedi ki: Bize İbn Abbâs'ın mevlası Umeyr, Usame b. Zeyd'den naklederek dedi ki: Ka'be'nin içine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına girdim. Orada birtakım resimlerin bulunduğunu gördü. Benden su istedi, ben de ona istediği suyu getirdim. Su ile resimleri silmeye başladı. Silerken de: "Yaratamayacakları şeylerin resimlerini yapan bir kavmin üzerine Allah'ın laneti olsun" diye buyurdu. Mecmau'z-Zevâid, V, 173 muhtasar olarak. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Usame su getirmek üzere gittiği sırada namaz kılmış olması ihtimali vardır. Bu durumda Bilal Usame'nin görmediğine şahit olmuş olur. Birşeyi olumlu olarak nakleden kimse nefyeden kimseden önceliklidir. Usame'nin kendisi ise şöyle demiştir: İnsanlar Bilal'in dediğini kabul etti, benim dediğimi ise terkettiler. Bk. Buhârî, Zekât 55. Ayrıca Mücâhid, Abdullah b. Safvân'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb'a şöyle dedim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabe'ye girdiği sırada ne yaptı diye sordum: İki rekat namaz kıldı cevabını verdi. Süyûti, el-Câmiu's-Sağir, 5996. Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısından. Buna cevap olarak deriz ki: Bu nafile namaz hakkında yorumlanır, zaten Kabe'nin içinde nafile namaz kılmanın sahih olduğu hususunda ilim adamları arasında bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyoruz. Farz namaz kılmak ise olmaz. Çünkü yüce Allah, ileride de açıklanacağı üzere: "Nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz" (el-Bakara 2/144) diye buyurmaktadır. Ayrıca Hazret-i Peygamber'in, Kabe'den dışarıya çıkınca: İşte kıble burasıdır, demesi de yüce Allah'ın tayin ettiği şekilde kıble cihetini tayin etmektedir. Eğer farz namaz Kabe'nin içinde sahih olmuş olsaydı, Hazret-i Peygamber "İşte kıble bu taraftır" diye buyurmazdı. Böylelikle hadislerin arası cem'edilmiş (uyumlu bir şekilde açıklanmış) olmaktadır. Böyle bir açıklama bir kısmını kabul etmemekten daha iyidir. Buna göre hadisler arasında bir tearuz (çatışma) yoktur. Yüce Allah'a hamdolsun. 5- Kabe'nin Damında Namaz Kılmak: İlim adamları Kabe'nin damında namaz kılmak hususunda da farklı görüşlere sahiptir. Şâfiî, daha önce görüşünü belirtmiştir. Mâlik ise şöyle demektedir: Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse vakit içinde namazını iade eder. Mâlik'in arkadaşlarından birisi de; her zaman (mutlaka) iade eder, demektedir. Ebû Hanîfe ise: Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse için ayrıca birşey yapmak gerekmez, demektedir. 6- Kabe'nin Yakınında Namaz Kılmak mı, Tavaf Etmek mi Faziletlidir? Beytullah'ın yakınında namaz kılmak mı daha faziletlidir, yoksa onu tavaf etmek mi daha faziletlidir? Bu hususta da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Dışarıdan gelenler için tavaf daha faziletlidir, Mekkeliler için ise namaz daha faziletlidir. Bu görüş, İbn Abbâs, Atâ ve Mücâhid'den de nakledilmiştir. Cumhûr, namazın daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Bir rivâyette şöyle denilmektedir: "Huşu duyan erkekler, rükû eden yaşlılar, süt emen yavrular, otlayan hayvanlar olmasaydı sizin üzerinize azâbı yağmur gibi yağdırırdık." Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib "es-Sâbik ve'l-Lâhik" adlı eserinde Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şayet aranızda huşu duyan erkekler, otlayan hayvanlar, süt emen yavrular bulunmasaydı, günahkârlar üzerine azap sağnak sağnak yağdırılırdı." "Burada "rükû eden yaşlılar" ifadesi geçmemektedir. Ebû Zer'den gelen Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Namaz en hayırlı bir husustur. İster çok kıl, ister az kıl." Bunu da el-Â'currî rivâyet etmiştir. Namazın ve sucudun faziletine dair haberler pek çoktur ve bunlar Cumhûrun görüşünün daha sahih olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. 126Hani İbrahim: "Rabbim, bunu emin bir belde kıl ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe îman edenleri mahsullerle rızıklandır" demişti. Buyû' rdu ki: "Kâfir olanı dahi kısa bir süre faydalandıracak ve sonra onu cehennem azabına mahkûm edeceğim. Varacağı yer ne kötüdür!" Âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Bunu"; yani Mekke'yi "emin bir belde kıl" âyeti, hem kendi soyundan gelecekler için hem de başkaları için oranın güvenilir ve rahat yaşanılır bir yer olması için dua ettiğini göstermektedir. Rivâyet edildiğine göre; İbrahim (aleyhisselâm) bu duayı yapınca yüce Allah, Hazret-i Cebrâîl'e emir verdi. Şam bölgesinde bulunan Taif’i oradan söktü ve bir hafta süreyle onunla birlikte Beyt'in etrafında tavaf etti. İşte bundan dolayı ona Taif ismi verildi. Sonra da bu beldeyi Tihame'ye yerleştirdi. O dönemde Mekke ve çevresi, susuz, bitkisiz, kurak bir yerdi. Yüce Allah onun çevresini böylelikle Taif ve benzeri yerler gibi mübarek kıldı, ileride -yüce Allah'ın izniyle- İbrahim Sûresi'nde (14/37. âyetin tefsirinde) açıklanacağı üzere- orada çeşitli meyvelerin, mahsullerin yetişmesini takdir buyurdu. 2- Mekke Hazret-i İbrahim'in Duası Üzerine mi Yasak Bölge (Harem) Oldu? Mekke'nin güvenilir bir harem bölgesi olması İbrahim (aleyhisselâm)’in dua ve dileği ile mi olmuştur, yoksa ondan önce de mi böyle idi, hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır: Birinci görüşe göre; Mekke her zaman için zorba yöneticilerden, yerin dibine geçmekten, zelzele sarsıntılarından ve buna benzer değişik beldelerin başına gelen sair musibetlerden himaye edilmiş bir harem bölgesi olarak kalmıştır. Azgın ve isyankâr nefislere o bölgeye karşı bir ta'zim ve bir saygı duygusu yerleştirildi ki, bu sayede Mekke halkı diğer belde halklarından ayrıcalıklı bir şekilde güvenlikten faydalana gelmişlerdir. Şanı yüce Allah, orada av ile ilgili şahit olunan hususu kendi tevhidi için büyük bir alamet kılmıştır. Şöyle ki: Orada av köpeği ile av hayvanı bir arada bulunduğu halde av köpeği av hayvanını ürkütmediği gibi, av hayvanı da ondan kaçmaz. Nihayet harem bölgesinin dışına çıktılar mı köpek av hayvanına saldırıya geçer ve bu sefer birbirlerinden kaçma ve kovalama durumu geri döner. Hazret-i İbrahim Rabbinden orasını kıtlıktan, kuraklıktan, baskın ve yağmalardan yana güvenlikli bir belde kılmasını dilemiş, ora halkına çeşitli mahsullerle rızık ihsan etmesini istemiştir. Yoksa bazı kimselerin sandığı gibi öldürülmesi gereken kimseler hakkında da kanının dökülmesini engellemek anlamında bir dilekte bulunmamıştır. İbrahim (aleyhisselâm)'ın duasında böyle bir şeyi kastetmesi, oldukça uzak bir ihtimal olduğundan dolayı yüce Allah'tan kendi şeriatinde Harem'e sığınan kimsenin öldürülmesinin haram kılınmasını istemiştir, demek mümkün değildir. Bu oldukça uzak bir ihtimaldir. İkinci bir görüşe göre; Mekke diğer beldeler gibi İbrahim (aleyhisselâm)'ın duasından önce sair bölgeler gibi harem bölgesi değildi. Onun duası ile -Medine nasıl daha önce harem bölgesi değil iken Resûlüllah 'in harem bölgesi kılması ile güvenilir bir bölge haline geldiyse- Mekke de Hazret-i İbrahim'in duasından sonra güvenilir bir harem bölgesi haline gelmiştir. Birinci görüşün sahipleri İbn Abbâs yoluyla gelen şu hadisi delil gösterirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği gün buyurdu ki: "Şüphe yok ki bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün dahi Yüce Allah haram kılmıştır. Kıyâmet gününe kadar yüce Allah'ın haram kılması dolayısıyla bu bölge bir haremdir. Bu bölgede benden önce hiçbir kimseye Savaşmak helal kılınmadı. Bana da ancak günün kısa bir süresi içerisinde (Savaşmak) helal kılınmıştır. O (belde) yüce Allah'ın haram kılması dolayısıyla kıyâmet gününe kadar haramdır. Onun dikeni kesilmez, avı ürkütülmez, oranın yitiğinin alınması ancak (sahibini bulmak üzere) tanıtacak kimse için helal olur. Oranın yaş bitkisi de asla koparılmaz." Bunun üzerine Hazret-i Abbas: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bundan izhir otunu istisna edin. Çünkü o otu demircileri (ve kuyumcuları) kullanırlar ve onu evlerinde (çatılarının üstünde kullanırlar). Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de: "İzhir müstesna" diye buyurdu. Ebû Şureyh tarafından gelen hadis de buna yakındır. Her iki hadisi de Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Buyû’ 28, Sayd 10, Cizye 22..., Müslim, Hacc 445, 447; Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Nesâî, Hacc 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103; Müsned, I, 315... Yine Müslim'in Sahihinde Abdullah b. Zeyd b. Âsım'dan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "İbrahim Mekke'yi haram kıldı ve ora halkı için dua etti. Ben de İbrahim nasıl Mekke'yi haram kıldıysa Medine'yi haram kıldım. Ve ben de Medine'nin sa'ının ve muddunun Sâ': 4200 gr., Müdd ise 875 gr.'dır. İbrahim'in Mekke halkı için yaptığı duanın iki katı fazlasıyla (bereketlenmesi için) dua ettim." Müslim, Hacc 454, 455; Buhârî, Buyû’ 53 (ancak: "iki katı fazlasıyla" yerine: "İbrahim'in Mekke'ye dua ettiği gibi ettim" şeklinde). Medine'nin Hazret-i Peygamber tarafından haram ilân edildiğini belirten diğer hadislerin yeri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li el-Fâzi'l-Hadis, VI, 452 İbn Atiyye der ki: "Bu iki hadis arasında bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü birinci hadis, şanı yüce Allah'ın Mekke'ye dair ezelî ilim ve kazasının, diğer taraftan da Hazret-i Âdem'in hayatta olduğu sürede bölgenin ma'mur olduğu sıralarda îman ile (harem bölgesi olduğuna inanılarak) hürmetinin (saygınlığının) bulunduğunu haber vermektedir. İkinci hadis ise Hazret-i İbrahim'in orasının haram oluşunu yenilediğini ve kaybolup gittikten sonra bunun tekrar açığa çıkartıldığını haber vermektedir. Birinci hadiste Hazret-i Peygamber'in söyledikleri Mekke fethinin ikinci günü olmuştu ve Mekke'nin mü’minler için hürmetinin yüce Allah'a isnad edilerek oldukça büyük bir iş olduğunu haber vermek sadedindedir. İkinci hadiste Medine'nin haram kılınmasını sözkonusu ederken, Hazret-i İbrahim'i zikretmesi ise kendisine örnek olması açısındandır. Diğer taraftan şüphesiz ki Medine'nin haram kılınması da yine yüce Allah tarafından olmuştur ve O'nun yerini bulan kazası ve ezelî ilmi cümlesindendir." Taberî der ki: Mekke önceden de haram idi. Şu kadar var ki İbrahim (aleyhisselâm) yüce Allah'tan bunu dileyinceye kadar insanların o bölgenin haram oluşuna riâyetle Allah'a taabbüd etmeleri istenmemişti. Hazret-i İbrahim'in isteği üzerine yüce Allah o bölgeyi haram kıldı. 3- Kâfir Olanı Dahi Allah Faydalandırır: "Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe îman edenleri mahsullerle rızıklandır demişti." Rızkın ne anlama geldiğine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3'te 22. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Semerât (mahsuller) ise semere (mahsul meyve)nin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da önceden (el-Bakara, 2/22'de 4. başlık) geçmiş bulunmaktadır. "Îman edenleri" âyeti "ahalisi" âyetinden kısmın bütünden bedeli şeklindedir. (Yani bu belde halkı arasından îman edenleri rızıklandır, demek olur). Îman ise tasdik etmek anlamındadır, buna dair açıklamalar da önceden (el-Bakara, 2/3'te 1. başlık) geçmiş bulunmaktadır. "Kâfir olanı dahi kısa bir süre faydalandıracağım..." âyetinde yer alan: Kâfir olanı..." anlamındaki âyette yer alan:..anı..." nasb mahallindedir. Âyet, inkâr edenleri de rızıklandıracağım takdirindedir. Bununla birlikte bunun yeni bir cümle (ibtida) olarak ref mahallinde olması da mümkündür. O takdirde bu şart olur, "Faydalandıracak., mahkûm edeceğim" âyeti de cevap olur. "Kâfir olanı dahi kısa bir süre..." âyetinin Allah tarafından mı yoksa İbrahim (aleyhisselâm) tarafından mı söylendiği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ubey b. Ka'b ile İbn İshak ve başkaları: Bu yüce Allah'ın söylediği sözdür derler ve "faydalandıracağım, mahkûm edeceğim" (anlamını verecek şekilde) okumuşlardır. İbn Amir dışında yedi kurra da böyle okumuşlardır. Ancak İbn Amir Faydalandır, şeklinde okumuştur. Ebû İshak ez-Zeccâc ise Ubeyy'in: Onu kısa bir süre faydalandıracağız sonra... mahkûm edeceğiz" şeklinde okumuştur. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde, bu İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği bir sözdür demiş ve bunu Faydalandır...." ve sonra... mahkûm et" şeklinde okumuşlardır. Âdeta İbrahim (aleyhisselâm) mü’minlere duada, kâfirlere de bedduada bulunmuş gibi olur. Buna göre "buyurdu" kelimesindeki zamir İbrahim (aleyhisselâm)'a ait olur ve kullanılan ifade uzun olduğundan dolayı tekrar Dedi (mealde; buyurdu) kelimesi tekrarlanmıştır. Ya da bunun tekrarlanma sebebi, artık söylenen sözlerin belli bir kesim için dua bir başka kesim için ise beddua oluşundan dolayıdır. Cemaatin okuyuşuna göre ise "buyurdu" kelimesindeki zamir yüce Allah'a aittir. en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Öbür kıraati ise şazz bir kıraat olarak değerlendirip şöyle demiştir: Hem ifadenin uyum ve akışı hem de tefsir, okuyuşun böyle olmaması gerektiğini göstermektedir. İfade arasındaki uyum açısından şanı yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm)'dan haber vererek onun: "Rabbim onu emin bir belde kıl" diye dua ettiğini belirtmektedir. Daha sonra yüce Allah Hazret-i İbrahim'in: "Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe îman edenleri mahsullerle rızıklandır" dediğini zikretmekte ve bu iki ifade arasına ayrıca "dedi" getirmemektedir. Bundan sonra ise: "Buyû' rdu ki: Kâfir olanı dahi..." diye buyurmaktadır. O bakımdan bu yüce Allah'ın Hazret-i İbrahim'e verdiği bir cevap olmaktadır. Çünkü burada "İbrahim dedi ki" denilmemektedir. Tefsir'in öbür okuyuşun şaz oluşunu gerektirmesine gelince İbn Abbâs'tan, Saîd b. Cübeyr'den ve Muhammed b. Kab'dan sahih olarak gelen rivâyetler bunu göstermektedir. İşte İbn Abbâs'ın kullandığı ifade: İbrahim (aleyhisselâm) bütün insanlar arasında yalnızca îman edenlere dua etti. Yüce Allah da ona îman edenleri rızıklandırdığı gibi kâfir olanları da rızıklandıracağını onları az bir süre yararlandırdıktan sonra cehennem azabına mahkûm edeceğini bildirmiştir. Ebû Ca'fer (İbn Cerir et-Taberî) der ki: Ayrıca yüce Allah başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "Her birine onlara da bunlara da Rabbinin bağışından ardarda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (el-İsra, 17/20) Yine yüce Allah: "Diğer ümmetleri dahi faydalandıracağız" (Hûd, 11/48) diye buyurmaktadır. Ebû İshak der ki: İbrahim (aleyhisselâm) soyundan gelecekler arasında kâfirlerin de olacağını bildiğinden dolayı bu duasında özellikle mü’minleri sözkonusu etmiştir. Çünkü yüce Allah ona: "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu. 127Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı: "Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen semî'sin, alimsin." "Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı." Ebû Ubeyde ile el-Ferrâ''nın açıklamasına göre âyet-i kerimede geçen "el-Kavaid" temelleri anlamındadır. el-Kisaî'ye göre ise duvarları demektir. Bilinen ise bunların temeller olduğudur. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Beyt, yıkılınca ondan oldukça büyük taşlar çıkartıldı. Bunun üzerine İbn ez-Zübeyr: "İşte bunlar İbrahim (aleyhisselâm)'ın yükselttiği temellerdir" dedi. Evin temelleri kaybolduğu fakat yüce Allah'ın Hazret-i İbrahim'i onlara muttali kıldığı da söylenmiştir. İbn Abbâs der ki: Hazret-i İbrahim dünya yaratılmadan iki bin yıl önce yaratılmış temellere yerleştirdi. (İbn Abbâs) o temelleri görmüştü. Daha sonra da arz onun altından döşendi. "Kavâid"in tekili kaidedir. Kadınlar hakkında "el-kavâid" kullanıldığı takdirde de bunun tekili "kâid" gelir. Beytullah'ı ilk olarak kimin bina edip kimin temellerini attığı hususunda farklı görüşler vardır. İlk olarak melekler tarafından yapıldığı söylenmiştir. Cafer b. Muhammed'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazır olduğum bir sırada babama Beyt'in yaratılışına dair soru soruldu, o da şöyle dedi: Şanı yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." deyince melekler: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" (el-Bakara, 2/30) demişlerdi. Yüce Allah onlara gazap etti. Arşına sığındılar ve onun etrafında Rablerinin rızasını dileyerek yedi şavt tavaf ettiler, nihayet yüce Allah onlardan razı oldu ve: Haydi yeryüzünde Benim için bir ev yapınız. Âdemoğullarından kendisine gazap ettiğim kimse o eve sığınsın. Sizin Arşın etrafında tavaf ettiğiniz gibi o da Beytimin etrafında tavaf etsin. Sizden razı olduğum gibi ondan da razı olayım. Bunun üzerine melekler de bu evi bina ettiler. Abdurrezzak'ın İbn Cüreyc'den onun da Atâ, İbnu'l Müseyyeb ve başkalarından kaydettiğine göre yüce Allah Hazret-i Âdem'e şöyle vahyetti: Yeryüzüne indiğin vakit Benim için orada bir ev yap. Sonra da meleklerin semadaki Arşımın etrafında dolaştıklarını gördüğün gibi sen de onun etrafında öylece dolaş. Atâ der ki: İnsanlar onun Beytini beş dağdan bina ettiğini söylerler. Bunlar Hira, Tur-i Sina, Lübnan, Cudi ve Tur-u Zîta dağlarıdır. Rubdunu (çevresini kuşatan temeli) ise Hira dağından getirmişti. el-Halil der ki: Burada er-Rubd'dan kasıt, Beytin etrafını çeviren kayadan olan temeldir. O bakımdan Medine'nin çevresine de Rabad denilir. el-Maverdî'nin Atâ'dan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Yüce Allah Âdem'i cennetten yere indirince ona şöyle dedi: Ey Âdem, git, Benim için bir ev yap ve onun etrafında tavaf et. Meleklerin Arşımın etrafında yaptığını gördüğün şekilde o evin yanında Beni zikret. Bu sefer Hazret-i Âdem, dolaşmaya başladı. Yer onun için dürülüp katlandı, çöllük olan yerler onun için bir araya toplandı. Yerden nereye bastıysa mutlaka orada ümran oldu. Nihayet Beyt-i Haram'ın yerine kadar geldi. Cebrâîl (aleyhisselâm) o vakit, kanatlarım yere vurdu ve en alttaki yedinci arzın üzerinde sapasağlam duran bir temel ortaya çıktı. Melekler ona kayaları getirip bıraktı. Bir tanesini otuz kişi dahi kaldıramazdı. Hazret-i Âdem Beyt'i önceden de belirttiğimiz gibi beş dağdan gelen taşlarla yaptı. Kimi haberlerde şu rivâyet yer almaktadır: Hazret-i Âdem'e cennet çadırlarından bir çadır da yere indirildi ve orada yerleşmek, etrafında da tavaf etmek üzere Kabe'nin yerinde bu çadır kuruldu. Bu çadır şanı yüce Allah, Hazret-i Âdem'in canını alıncaya kadar kaldı, onun vefatından sonra kaldırıldı. Bu rivâyet ise Vehb "b. Münebbih yoluyla gelmektedir. Bir başka rivâyette de Hazret-i Âdem ile birlikte bir evin yere indirildiği ve kendisinin ayrıca çocuklarından îman eden mü’minlerin tufan zamanına kadar orayı tavaf ettikleri daha sonra yüce Allah'ın bunu kaldırıp semaya yerleştirdiği belirtilmektedir. İşte el-Beytu’l-Ma'mur diye bilinen yer burasıdır. Bu da Katâde'den rivâyet edilmektedir ki el-Halimî bunu "Minhâcu'd-Din" adlı eserinde zikretmiş ve şöyle demiştir: Katâde'nin ifade ettiği Hazret-i Âdem ile birlikte bir de ev indirildiği şeklindeki ifadesinin onunla birlikte eni boyu ve kalınlığı itibariyle Beytu'l Ma'mur miktan kadar indirildi anlamına gelmesi, sonra da ona: İşte bunun kadar bir ev yap denmiş olması da mümkündür. Hazret-i Âdem onun kadar bir yer araştırdı ve o kadar bir yeri Ka'be'in yapıldığı yer olarak tesbit etti, o bakımdan Kabe'yi de orada kurdu. Çadıra gelince, bu çadırın onunla birlikte indirilip Kabe'nin yerinde kurulmuş olması mümkündür. Ona Kabe'yi inşa etmesi emri verilince o da orayı bina etti, bu çadır da Ka'be'nin etrafında Hazret-i Âdem'in kalbine huzur vermek üzere hayatı boyunca kaldı, sonra da kaldırıldı. Böylelikle bu haberler arasında uyum vardır, demek olur. İşte Hazret-i Âdem'in Ka'be'yi binası böyle olmuştur. Bundan sonra da orayı Hazret-i İbrahim yapmıştır. İbn Cüreyc der ki: Bazıları da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah başı bulunan bir bulut gönderdi. Buluttaki bu baş: Ey İbrahim dedi. Şüphesiz Rabbin sana bu bulut kadar bir miktar almanı emrediyor. Hazret-i İbrahim ona bakmaya ve onun miktarını çizip tesbit etmeye başladı. Daha sonra bu baş: Evet yapman gerekeni yaptın, deyince Hazret-i İbrahim kazımaya başladı ve yerde sağlamca yerleşmiş bir temeli ortaya çıkarttı. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da şöyle bir rivâyet gelmiştir: Şanı yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm)'a Beyt'i yapması emrini verince Şam'dan oğlu İsmail ve onun annesi Hacer ile birlikte yola çıktı. Allah onunla birlikte kendisiyle konuşan ve oldukça hızlı yürüyen bir rüzgar (sekinet) gönderdi. İbrahim (aleyhisselâm) da sabah akşam bu rüzgar yol aldıkça onunla birlikte yol alırdı. Nihayet Hazret-i İbrahim onunla birlikte Mekke'ye kadar geldi. Ona: Benim bulunduğum bu yere temelini kur, dedi. Hazret-i İbrahim İsmail ile birlikte evi yükseltmeye koyuldu. Nihayet rüknün (Hacer-i Esved)in bulunduğu yere ulaşınca oğluna: Yavrucuğum, insanlar için bir işaret yapacağım bir taş getir, bana. Hazret-i İsmail ona bir taş getirdi, onu beğenmedi, başkasını getir dedi. Hazret-i İsmail bir başka taş aramak üzere gidip geldiğinde onun rüknü alıp yerine koymuş olduğunu görünce: Babacığım bu taşı sana kim getirdi diye sorunca Hazret-i İbrahim, beni sana muhtaç etmeyen cevabını verdi. İbn Abbâs'ın dediğine göre Ebû Kubeys dağı: Ey İbrahim, ey Rahmân'ın Halili diye seslendi. Senin benim yanımda bir emanetin vardır, gel onu al. Hazret-i İbrahim oraya gittiğinde cennetteki yakuttan bembeyaz bir taş ile karşılaştı. Hazret-i Âdem, çenetten onu alıp indirmiş idi. İbrahim ve İsmail evin temellerini yükseltince, kare şeklinde içinde bir baş bulunan bir bulut geldi ve benim gibi kareyi andıran bu şekilde evi yükseltin, diye seslendi. İşte İbrahim (aleyhisselâm)'ın yaptığı bina budur. Rivâyet edildiğine göre Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail Beytin inşaasını bitirince Allah Beytin temellerini yükseltmelerine mükâfat olmak üzere kendilerine atları verdi. Tirmizî el-Hakim rivâyet ediyor: Bize Ömer b. Ebû Ömer anlattı. Bana Nuaym b. Hammâd anlattı, bize Abdürrezzak'ın kardeşi Abdülvehhab b. Hemmam, İbn Cüreyc'den, o İbn Ebi Müleyke'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Atlar da diğer yabanî hayvanlar gibi yabanî idiler. Yüce Allah İbrahim ve İsmail'e (ikisine de selam olsun) evin temellerini yükseltme izni verince şanı yüce Rabbimiz: "Ben sizlere sizin için saklamış bulunduğum bir hazineyi vereceğim" diye buyurdu. Daha sonra Hazret-i İsmail'e Ecyad'a çık, dua et, hazine sana gelecektir, diye vahyetti. Hazret-i İsmail Ecyad'a çıktı. -Orası o sırada bazı hayvanların gelip sığındığı bir yer idi. Hazret-i İsmail ne dua edeceğini de bilmiyordu, hazinenin ne olduğunu da bilmiyordu. Ne şekilde dua edeceği ona ilham edildi. Yeryüzünde Arap topraklarında bulunan ne kadar at varsa hepsi onun huzuruna geliverdi. Bu atlar ona boyun eğdi, itaat etti. O bakımdan sizler bu atların sırtına bininiz, onlara yem veriniz. Bunlar uğurludurlar. Atanız İsmail'in size mirasıdır. Diğer taraftan ata arabî adının verilmesi Hazret-i İsmail'e dua etme emrinin verilmesi ve atın da ona gelmesi dolayısıyladır. Abdülmun'im b. İdris Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Çamur ve taş ile Beyti ilk yapan kişi Şît (aleyhisselâm)'tir. Kureyş'in Beyt'i inşa etmelerine dair haber ise meşhurdur. Bu haberde yılandan da söz edilmektedir. Bu yılan onların Beyt'i yıkmalarına engel oluyordu. Nihayet Kureyşliler Makam-ı İbrahim'in yanına toplanıp yüce Allah'a hep birlikte: Rabbimiz kötü bir iş yapmayacağız, biz sadece Senin Beytinin şerefini gözetmek, onu süslemek istiyoruz. Eğer buna razı isen (buna izin ver), değil isen uygun gördüğünü yap. Bu sırada gökten büyükçe bir kuşun hafif bir şekilde kanat çırpma sesini işittiler. Ona doğru baktıklarında kartaldan daha büyük bir kuş ile karşılaştılar. Bu kuşun sırtı siyah, karnı ve ayakları beyazdı. Pençelerini yılanın kafasına batırdıktan sonra onu alıp gitti. Bu kuş, kuyruğundan daha büyük olan bu yılanı sürükleyerek, Ecyad taraflarına kadar alıp gitti. Kureyşliler de Beyti yıktılar. Kureyşliler Vadiden omuzlarında taşıdıkları taşlarla Beyti bina etmeye başladılar. Yirmi zira kadar yükselttiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), üzerinde çizgili bir izara bürünmüş olarak, Ecyad tarafından taş taşırken bu izarını omuzu üstüne kaldırıp koymak istedi. Ancak izarı küçük olduğundan dolayı avreti görüneceğinden ona: Ya Muhammed avretini ört! diye seslenildi. Bundan sonra Hazret-i Peygamber'in açık gezdiği görülmedi. Kabe'nin inşası ile ona vahyin gelmesi arasında beş yıllık bir süre vardır. Kabe'nin yapımı ile oradan (Mekke'den) çıkartılması arasında ise onbeş yıllık bir süre vardır. Bunu Abdürrezzak, Ma'mer'den, o Abdullah b. Osman'dan o Ebû't-Tufayl'den zikretmektedir. Ma'mer'den, onun da ez-Zührî'den rivâyetine göre şöyle denilmektedir: Kureyşliler Ka'be'yi bina edip rüknün (Hacer-i Esved'in) yerine vardıklarında hangi kabilenin rüknü kaldırıp yerine koyacağı hususunda Kureyşliler arasında anlaşmazlık başgösterdi. Hatta bu anlaşmazlık ileri noktalara kadar vardı. Nihayet: Gelin şu yoldan yanınıza kim çıkıp gelirse onun hakemliğini kabul edelim, dediler ve bunu kabul etmek üzere aralarında anlaştılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yanına geldi. O sırada genç bir delikanlı idi, üzerinde çizgili bir örtü vardı. Onun hakemliği kabul etmesini istediler, o da rüknün kaldırılıp bir elbise üzerine konulmasını emretti. Daha sonra her bir kabile başkanına emrederek elbisenin bir tarafını tutturdu. Arkasından kendisi duvarın üzerine çıktı. Rüknü ona doğru kaldırdılar ve rüknü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yerine yerleştirdi. İbn İshak der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihayet onlara yahudilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar varettim. Buranın çevresini saran iki dağ (Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır." Ebû Cafer Muhammed b. Ali'den şöyle dediği nakledilmektedir: Amalika, Curhüm ve İbrahim (aleyhisselâm) döneminde Kabe'nin kapısı yer hizasında idi. Kureyş tarafından Kabe yapılıncaya kadar bu böyle devam etti. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Hicr'in Beytten olup olmadığını sordum. O: "Evet (Beyttendir)" dedi. Ben: Peki niye orayı beytin içine sokmadılar diye sorunca şu cevabı verdi: "Kavminin parası yeterli gelmedi." Ben: Peki kapısı ne diye yüksektedir diye sorunca bu sefer şöyle buyurdu: "Kavminin bunu yapmalarının sebebi dilediklerini oraya soksunlar, dilediklerini de engellesinler diyedir. Eğer senin kavmin henüz daha cahiliyyeden yeni çıkmış olmasa ve kalplerinin bu işten hoşlanmayacaklarından korkmasa idim, Hicri Beyte katar ve kapısını yere kadar indirmeye çalışırdım." Müslim, Hacc 405; ayrıca bk. Buhârî, Temenni 9, Hacc 42. Abdullah b. ez-Zübeyr (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Bana teyzem (yani Âişe -r. anha) anlattı dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Âişe, senin kavmin eğer henüz şirkten yeni uzaklaşmamış olsaydı, Ka'be'yi yıkar, onu yere kadar indirir ve birisi doğu tarafına öteki de batı tarafına açılan iki kapı yapardım. Ayrıca Hicirden ona altı zira' kadar bir yeri ilave ederdim. Çünkü Kureyş Ka'be'yi bina ettiğinde bu kadarcık bir yeri kısaltmış idi." Buhârî, Hacc 42; Müslim, Hacc 401; Nesâî; Menâsik 125. Urve'den, onun babasından onun da Hazret-i Âişe'den rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Şayet senin kavmin henüz küfürden yeni kurtulmuş olmasaydı, Ka'be'yi yıkar ve İbrahim'in temelleri üzerinde inşa ederdim. Çünkü Kureyşliler Ka'be'yi yaptığında kısalttı ve ben ona bir kapı yapardım." Buhârî, Hacc 42; Nesâî, Menâsik 125. Yine Buhârî'deki rivâyete göre: "Ben ona iki kapı yapardım" denilmektedir. İşte Kureyş'in Kabe'yi bina etmesine dair haberler böyledir. Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi: Şamlılar (Emeviler), Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka'be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıktı ve Hazret-i Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya beş zira'lık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka'be'nin yüksekliği onsekiz zira' idi. Ona Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da on zira' daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka'be'ye de iki kapı yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmektedir. Müslim, Hacc 402 Bununla birlikte hadisin lâfızları arasında farklılık vardır. Süfyan ise Davud b. Şâbur'dan, o Mücâhid'den şöyle rivâyet etmektedir: İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıkıp yeniden bina etmek isteyince insanlara: Haydi yıkınız dedi. Ancak yıkmak istemediler ve üzerlerine azâbın inmesinden korktular. Mücâhid der ki: Biz Mina'ya çıkıp orada kaldık, üç gün süreyle azâbı bekleyip durduk. Daha sonra İbn ez-Zübeyr bizzat Ka'be'nin duvarı üzerine çıktı, ona herhangi bir şeyin isabet etmediğini görünce onlara da bu işi yapmak üzere cesaret geldi ve yıkmaya başladılar. İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi inşa edince birisinden girdikleri, öbüründen de çıktıkları iki kapı yaptı. Hicr tarafından altı zira'lık bir yer ekledi. Boyunu da dokuz zira' kadar uzattı. Müslim naklettiği hadisinde şöyle demektedir: İbn ez-Zübeyr şehid düşünce Haccac, Abdülmelik b. Mervan'a mektup yazarak durumu haber verdi ve İbn ez-Zübeyr'in Ka'be'nin yapısını Mekke halkından adaletli kimselerinin de gözleriyle gördükleri bir temele yerleştirdiğini bildirdi. Abdülmelik ona şu cevabı verdi: Bizim İbn ez-Zübeyr'in bu asılsız iddialarına ihtiyacımız yoktur. Yüksekliğine yaptığı ilaveyi olduğu gibi bırak. Hicrden yaptığı ilaveyi ise boz, eski haline döndür, açtığı yeni kapıyı da kapat. Bunun üzerine Haccac binayı bozdu ve eski haline çevirdi. Müslim, Hacc 402. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Abdülmelik dedi ki: Ben Ebû Hubeyb'in (yani İbn ez-Zübeyr'in) Âişe'den işittiğini ileri sürdüğü sözleri işittiğini zannetmiyorum. Ancak el-Haris b. Abdullah işitmiştir, ben de ondan bu sözleri işittim dedi. Abdülmelik, onun ne dediğini işittin deyince, Haris şöyle dedi: Âişe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Senin kavmin Beytin binasını kısalttılar. Eğer onlar şirkten yeni kurtulmamış olsalardı onların bıraktıklarını (yani Beyt'e almadıkları bölümü) iade ederdim. Eğer benden sonra senin kavmin bu Beyti yeniden inşa etmek isteseler haydi kalk, sana bıraktıkları (ve Beyte katmadıkları) yerleri göstereyim. Ona yaklaşık yedi zira'lık bir yer gösterdi." Bir başka rivâyette Abdülmelik'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Şayet orayı yıkmadan önce senin bu sözünü işitmiş olsaydım İbn ez-Zübeyr'in inşa ettiği halde Beyti bırakırdım." Müslim, Hacc 403-404 İşte Ka'be'nin inşa edilmesiyle ilgili olarak gelen rivâyetler bunlardır. Rivâyet edildiğine göre er-Reşid, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka'be'yi yıkmak ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik ona: Allah adına sana yemin veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı haline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur. el-Vakidî der ki: Bize Ma'mer, Hemmam b. Münebbih'ten anlattı, o Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Es'ad el-Himyeri'ye sövülmesini yasaklamıştı. Bu Tubba' (unvanlı Yemen hükümdarı) idi. Beytullah'ı ilk olarak örtü ile örten kişidir. Son Tubba' odur. İbn İshak der ki: Beytullah önceleri Mısır'da yapılan Kubatı kumaşı ile örtülürken daha sonra çizgili Yemen kumaşlarıyla örtülmeye başlandı. Onu atlas ile ilk örten kişi ise Haccac'dır. İlim adamları der ki: Ka'be'nin örtülerinden herhangi bir şey almamak gerekir. Çünkü bu örtüler oraya hediye edilir. Bu örtülerden herhangi bir şey eksiltilmez. Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre o, şifa olarak Ka'be'nin kokularından birşey almayı hoşgörmezdi. Hizmetçinin onun kokusundan birşeyler aldığını görürse ensesine acıtıp acıtmaycağına bakmaksızın bir tokat indirirdi. Atâ' da der ki: Bizden herhangi birimiz Ka'be'nin kokusu ile şifa bulmak isteyince kendisine ait bir koku getirir bunu Hacer'e sürer, odan sonra o kokuyu alırdık. "Rabbimiz bizden kabul buyur." Yani onlar "Rabbimiz bizden kabul buyur" diyorlardı. Burada "diyorlardı" hazfedilmiştir. Ubey ile Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatinde şu şekildedir: "Hani İbrahim ve İsmail o Evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı. İkisi de: Rabbimiz bizden kabul buyur... diyorlardı." İsmail'in açıklaması: İsma' ya Allah (Allah'ım duy) şeklindedir. Çünkü "îl" yüce Allah'ın adıdır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/98. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Maverdî'nin rivâyetine göre Hazret-i İbrahim Rabbine dua edince İsma' ya îl diye seslenmiş. Rabbi, onun duasını kabul edip ona oğul ihsan edince Rabbine dua edip seslendiği şekilde oğluna isim vermiş. "Şüphesiz sen Semi'sin, Alimsin." Semî ve Alîm (herşeyi işiten ve bilen) yüce Allah'ın iki ismidir. Bunlara dair: "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamalarda bulunduk. 128Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş müslüman bir ümmet (kıl!) Bize menâsikimizi göster. Tevbelerimizi kabul et Şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla mehamet eden Sensin." "Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" dualarıyla İslâm üzere kendilerine sebat verilmesini ve teslimiyetlerinin devamlı olmasını istemişlerdir. Burada "İslâm" imanı ve amelleri birlikte kapsar. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19) âyeti de bu anlamdadır. Bu âyet, îman ve İslâm aynı şeylerdir, diyenlerin lehine bir delildir. Onlar bu görüşlerini bir başka âyet-i kerimede yer alan yüce Allah'ın şu âyeti ile de desteklemek istemişlerdir: "Derken orada mü’minlerden olanları çıkardık, fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başka bulmadık." (ez-Zâriyât, 51/35-36) İbn Abbâs ile Avf el-A'rabî "ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" anlamındaki kelimesini "sana teslim olmuş kimseler kıl" anlamında çoğul olarak şeklinde okumuşlardır. "Soyumuzdan da Sana teslim olmuş bir ümmet" kıl. Denildiğine göre; bütün peygamberler sadece kendilerine ve kendi ümmetlerine dua ettikleri halde istisna olarak İbrahim (aleyhisselâm) kendisine ve ümmetine dua etmekle birlikte bizim bu ümmetimize de dua etmiştir. "Soyumuzdan" ifadesinin anlamı yani onların bir kısmı da sana teslim olan bir ümmet olsun, demektir. Çünkü yüce Allah daha önceden ona soyundan gelecekler arasında zâlimlerin bulunacağını da bildirmiş idi. Taberî'nin naklettiğine göre o: "Soyumuzdan" ifadesi ile özel olarak sadece Arapları kastetmiştir. es-Süheylî der ki: İkisinin soyundan gelenler ise Araplardır. Çünkü Araplar İsmail'in oğlu Nebt'in soyundan gelirler veya İsmail'in oğlu Teymen'in çocuklarıdırlar. İsmail'in oğlu Nebt'den, Nebt'in de oğlu Kayder'den gelmektedirler, de denilmektedir. Adnanîler Nebt'in soyundan gelirler. Kahtanîler İsmail'in oğlu Nebt'in oğlu Kaydar'dan ya da Teymen'den gelirler. İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Çünkü Hazret-i İbrahim'in yaptığı bu dua hem Araplar hakkında hem de onların dışında îman eden kimseler hakkında tecelli edip kabul edilmiştir. Ümmet: Burada cemaat anlamındadır. Eğer hayırlı hususlarda kendisine uyulan bir kimse ise, tek kişi dahi ümmet olabilir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti bunu ifade etmektedir: "Gerçekten İbrahim (başlıbaşına) bir ümmetti. Allah'a itaat eden Hanif bir müslümandı." (en-Nahl, 16/120) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Zeyd b. Amr b. Nufeyl hakkında: "O tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir" diye buyurmuştur. Müsned, I, 189-190; ayrıca bk. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar, 24 Çünkü Zeyd b. Amr b. Nufeyl, dininde Allah'tan başkasını ortak koşmamıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ümmet kelimesi bazan başka bir anlamda da kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Biz babalarımızı bir ümmet üzere bulduk." (ez-Zuhruf, 43/22); yani bir din ve bir millet (şeriat) üzere bulduk. "Bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir." (el-Enbiya, 21/92) âyetindeki "ümmet" de bu anlamdadır. Ümmet aynı zamanda "süre ve zaman" anlamlarına da kullanılmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve bir ümmetten sonra hatırladı." (Yusuf, 12/45); bir süre sonra hatırladı demektir. "Zeyd'in annesidir" anlamında "bu, Zeyd'in ümmetidir" de denilir. Ümmet aynı şekilde boy, pos anlamına gelir. Filanın ümmeti güzeldir, demek boyu-posu güzeldir demektir. Şair der ki: "Şüphesiz ki Hazret-i Muâviye (oğulları) en kerim olanlardır Yüzleri güzel, ümmetleri (boyları) uzundur." Aynı kökten gelen "el-âmme" beyni örten zara kadar ulaşan kafadaki yara demektir. Bu şekilde yaralanmış kimseye me'mûm veya emîm denilir. "Bize menâsikimizi göster." Buradaki "göster" dileği gözün görmesiyle ilgilidir. O bakımdan iki mef'ûl alan geçişli fiil olmuştur. Kalbin görmesi ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüşü savunan kimseye karşı delil olarak kalbin görmesiyle ilgili fiilin üç tane mef'ûl alması gerektiği söylenilir. İbn Atiyye der ki: Kalbin görmesi ile ilgili olarak kullanılan "gösterme" fiilinin başına hemze gelip o şekilde kullanılmış ise iki mef'ûle geçiş yapmakla yetinilir. el-Esved b. Ya'fur'un kardeşi olan Hutâit b. Yafur der ki: "Sen bana zayıf düşerek ölen cömert birisini göster. Çünkü ben de Senin gördüğünü görüyorum. Ya da cimri bir kimsenin ebedî kaldığını (göster)." Ömer b. Abdülaziz, Katâde, İbn Kesîr, İbn Muhaysin, es-Süddî ve Ya'kub'dan rivâyetle Ravh ile Ruveys ve es-Sûsî "bize göster" anlamına gelen kelimesini Kur'ân'da geçtiği her yerde radıyallahü anh harfini sakin olarak şeklinde okumuşlardır. Ebû Hâtim bu okuyuşu tercih etmiştir. Ebû Amr ise radıyallahü anh harfinin esresini gizlice çıkartarak (ihtilas) okur. Diğerleri ise bu harfin esresini açıkça okurlar. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Bu kelimenin aslı hemze ile şeklindedir. Birinci şekilde okuyanlar şu açıklamayı yapıyorlar: Aradaki hemze harekesiyle birlikte gidince geriye radıyallahü anh harfi olduğu gibi sakin olarak kalır. Bunlar şairin şu sözlerini de delil gösterirler: "Abdullah'ın ibriğini bize göster de onu Zemzem suyuyla dolduralım Çünkü adamlar susamış bulunuyorlar." "Radıyallahü anh" harfini esre ile okuyanlar da hazfedilen hemzenin harekesini radıyallahü anh'ya naklederler. Ebû Amr ise (ihtilas yaparak) daha kolay ve hafif okuyuşu tercih etmiştir. Suca b. Ebi Nasr -ki güvenilir ve doğru sözlü birisi idi- dan gelen rivâyete göre o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı rüyasında görmüş, Ebû Amr'ın kıraatinden bazı hususlan onunla müzakere etmiş, Hazret-i Peygamber onun okuyuşundan sadece iki yeri düzeltmiş, birisi bu âyet, diğeri ise: "Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir âyeti neshetmeyiz veya unutturmayız" (el-Bakara 2/106) âyetindeki kelimesini hemzeli olarak okumasını düzeltmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve bize menâsikimizi göster" âyetine gelince, denildiğine göre "misk" sözlükte yıkamak anlamındadır. Elbisesini yıkayan bir kimse hakkında bu kelime kullanılır. Şeriatte ise ibadetin adıdır. Abid olan bir kimse hakkında "nâsik adam" denilir. Burada geçen "menâsik" kelimesiyle ne kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Katâde ve es-Süddî'nin dediğine göre burada kastedilen şey, haccın menâsiki ve alametleridir. Mücâhid, Atâ ve İbn Cüreyc'e göre menâsik kurban kesme yerleri anlamındadır. Bütün ibadet yerleri olduğu ve kendisi ile yüce Allah'a ibadet olunan her yere "mensek" ve "mensik" denildiği de söylenmiştir. Abid kimseye nâsik denilir. en-Nehhâs der ki: Bu fiil "neseke-yensuku" şeklinde geldiğinden (mensek-menâsik'in tekili- yerine) "mensuk" denilmeliydi. Ancak Arap dilinde "mef'ûl" vezninde kelime yoktur. (Bundan dolayı "mersek" denilmiştir). Züheyr b. Muhammed'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbrahim (aleyhisselâm) Beytullah'ı inşa işini bitirince: Rabbim ben inşa işini bitirdim. Artık bize menâsikimizi göster, dedi. Yüce Allah, ona Hazret-i Cebrâîl'i gönderdi ve Hazret-i Cebrâîl ona hac yaptırdı. Arafat'tan dönüp de kurban bayramı günü geldiğinde İblis ona göründü. Hazret-i Cebrâîl ona: İblis'e ufak taşlar at, dedi. Ona yedi tane küçük taş attı. Ertesi gün ve üçüncü gün de böyle oldu. Daha sonra Hazret-i İbrahim Sebîr (Mekke ile Mina arasında Mekke'ye giderken sağda kalan bir dağ) üzerine çıkarak: Ey Allah'ın kulları daveti kabul ediniz diye seslendi. Denizler ötesinde kalbinde zerre ağırlığı kadar îman bulunan herkes onun bu çağrısını işitti ve: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, dedi. Züheyr der ki: (O günden bu yana) hep yeryüzünde en az yedi müslüman ve daha fazla müslüman bulunagelmiştir. Bu olmasa yer ve onun üzerindekiler helâk edilir. Onun çağrısını ilk kabul edenler ise Yemenliler olmuştur. Ebû Miclez'den ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i İbrahim Beytullah'ın inşasını bitirince Hazret-i Cebrâîl ona gelip Beytullah etrafında tavaf etmeyi gösterdi. Ebû Miclez'den rivâyette bulunan kişi zannederim Safa ile Merve arasındaki tavafı da öğretti demişti.- Sonra oradan Akabe'ye doğru gittiler. Şeytan karşılarına çıktı. Cebrâîl yedi küçük çakıl taşı aldı, Hazret-i İbrihim'e de o şekilde yedi taş verdi. Tekbir getirerek şeytana attı. İbrahim'e de: Sen de tekbir getirerek at, dedi. Her bir seferinde de tekbir getirerek taş attılar ve nihayet şeytan kaybolup gitti. Arkasından orta cemreye gittiler. Yine şeytan karşılarına çıktı. Hazret-i Cebrâîl yedi taş aldı, Hazret-i İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tekbir getirerek at dedi. Her atışlarında tekbir getiriyorlardı. Nihayet şeytan kaybolup gitti. Ondan sonra küçük cemreye geldiler. Yine şeytan karşılarına çıktı. Hazret-i Cebrâîl aynı şekilde yedi taş attı, Hazret-i İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tekbir getirerek at dedi. Attıkları her seferinde tekbir getirerek taş attılar, sonunda şeytan kaybolup gitti. Arkasından Cem'a (Müzdelifeye) Hazret-i İbrahim'i getirerek işte insanlar (hacılar) burada namazlarını cem'ederler. Sonra onu alıp Arafat'a gitti, ona: Arefte (bildin mi?) deyince Hazret-i İbrahim de: Evet dedi. İşte bundan dolayı oraya Arafat ismi verilmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Cebrâîl Hazret-i İbrahim'e arefte, arefte, arefte diye sormuş. Yani bu Minâ'yı, Cem'i ve burayı bildin mi diye sormuş, o da: Evet deyince o yere "Arafat" ismi verildi. Husayf b. Abdurrahman'dan gelen rivâyete göre Mücâhid kendisine şunları söylemiş: İbrahim (aleyhisselâm): "Ve bize menâsikimizi göster" dediğinde yani Safa ile Merve'yi göster, demiştir. Çünkü Safa ile Merve Kur'ân nassıyla Allah'ın şeairindendir. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl onunla birlikte çıktı. Akabe cemresine vardıklarında İblis'in orada oturduğunu gördüler. Hazret-i Cebrâîl: Tekbir getirerek ona taş at, dedi. Bu sefer İblis orta cemreye gitti. Yine Hazret-i Cebrâîl: Tekbir getirerek ona taş at dedi. Daha sonra uzak cemrede (küçük cemrede) de aynı şekilde oldu. Ondan sonra Hazret-i Cebrâîl Hazret-i İbrahim'i Meş'ar-i Haram'a getirdi. Oradan da Arafat'a götürerek ona: Sana gösterdiklerimi bildin mi (arafte)? diye sordu. Hazret-i İbrahim de: Evet dedi. İşte denildiğine göre buraya bundan dolayı "Arafat" denilmiştir. Hazret-i Cebrâîl ona: İnsanlar arasında hac çağrısını yap, deyince Hazret-i İbrahim: Ne diyeyim diye sormuş o da: Ey insanlar, Rabbinizin çağrısına cevap verin, sözünü üç defa tekrarla, dedi. Hazret-i İbrahim bunu yaptı ve (insanlar): Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdiler. O gün bu şekilde cevap veren her kişi hacı olacaktır. Bir diğer rivâyete göre Hazret-i İbrahim bu şekilde seslenince dönerek her tarafa çağırışını yaptı. O bakımdan insanlar doğudan batıdan bu çağırıya cevap verdi. Dağlar da sesi uzaklara gitsin diye eğiliverdiler. Muhammed b. İshak der ki: Halilu'r-Rahmân İbrahim (Allah'ın salât ve selamı üzerine olsun) Beytullah'ın inşasını bitirince Cebrâîl (aleyhisselâm) yanına gelip ona şöyle dedi: Beyt'in etrafına yedi defa dolaşıp tavaf yap. Hazret-i İbrahim Hazret-i İsmail ile birlikte yedi defa dolaşıp tavaf ettiler. Her bir tavaflarında bütün rükünleri istilam ediyorlardı (selam veriyorlardı). Yedi defa dönüşlerini bitirince Makamın arkasında iki rek'at namaz kıldılar. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl kalkıp ona bütün menâsiki Safa'yı Merve'yi, Mina'yı ve Müzdelife'yi gösterdi. Mina'ya gidip Akabe'den aşağıya doğru inince İblis ona göründü., dedi ve az önce kaydedilen rivâyetlerin benzerini zikretti. İbn İshak der ki: Bana ulaştığına göre Âdem (aleyhisselâm) İbrahim (aleyhisselâm)'den önce Ka'be'nin bütün rükünlerini istilam ediyordu. Yine İbn İshak der ki: İshak ve Sare de Şam bölgesinden gelerek haccettiler. İbrahim (aleyhisselâm) her yıl burak üzerinde gelip Beytullah'ı haccediyordu. Bundan sonra da peygamberler ve ümmetler orayı haccetti. Muhammed b. Sâbat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Herhangi bir peygamberin ümmeti helâk oldu mu o peygamber kendisine îman edenlerle birlikte Mekke'ye gelip vefat edinceye kadar orada kalırdı. Orada Nûh, Hud ve Salih vefat etmişlerdir. Kabirleri ise Zemzem ile Hicr arasındadır. İbn Vehb'in naklettiğine göre Hazret-i Şuayb kendisiyle birlikte îman edenlerle beraber Mekke'de vefat etmiştir. Kabirleri Daru'n-Nedve ile Sehmoğullarının yerleri arasında Mekke'nin batı tarafındadır. İbn Abbâs der ki: Mescid-i Haram'da yalnızca iki kabir vardır. Başka kabir yoktur. Bunlar Hazret-i İsmail'in kabriyle Hazret-i Şuayb'ın kabridir. Hazret-i İsmailin kabri Hicrdedir. Hazret-i Şuayb'ın kabri ise Hacer-i Esved'in karşısındadır. Abdullah b. Damra es-Selulî de der ki: Rükün, Makam ve Zemzeme kadar olan yer arasında doksandokuz tane peygamberin kabri vardır. Bunlar haccetmek üzere geldiler ve orada gömüldüler. Allah'ın salât ve selamı hepsinin üzerine olsun. "Tevbelerimizi kabul et." Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail'in günahtan korunmuş masum peygamberler olmakla birlikte "tevbelerimizi kabul et" demelerinin anlamı ile ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir kesim: Onlar herhangi bir günahları olduğundan dolayı değil, İslâm üzere sebat ve devam talebinde bulundular demektedir. Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Ondan da daha güzel olan açıklama ise şudur: Onlar menâsiki öğrenip Beytullah'ın inşasını gerçekleştirince insanlara da bu vakfe yeri ile bu hac yerlerinin günahlardan kurtulup tevbe kabulünü istemek makamları olduğunu açıklayıp öğretmek istediler. Aramızdan zalimlik edecek kimselerin tevbesini kabul et, anlamına geldiği de söylenmiştir. Hazret-i Âdem kıssasında peygamberlerin masumiyeti ile ilgili açıklamalar (el-Bakara, 2/35. âyet 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine yüce Allah'ın "şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla mehamet eden Sensin" âyetine dair açıklamalar da (el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamaya gerek yoktur. 129"Rabbimiz, onların arasında onlardan bir peygamber gönder ki onlara âyetlerini okusun. Onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları tezkiye etsin, şüphesiz Sen aziz olansın, hakim olansın." "Rabbimiz, onların arasında onlardan bir peygamber, yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönder." Ubeyy'in kıraatinde: Ahh Onlardan onların sonlarında bir peygamber gönder" şeklindedir. Halid b. Ma'dan'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir grup ona şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, bize kendine dair birşeyler söyle. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Olur, ben atam İbrahim'in duası ve Îsa'nın müjdesiyim." Müsned, V, 262; aynen bk. IV, 127, 128. "Bir Rasûl (peygamber)" yani gönderilmiş bir peygamber, risalet sahibi kılınmış bir peygamber gönder, demektir. İbnu'l Enbarî der ki: Bu rasûl kelimesinin kolaylıkla yürüyen ve bütün dişi develerin önünden giden develer hakkında kullanılan dan gelmiş olması uygun görülmektedir. İhmal edilmiş, serbest bırakılmış topluluğa "resel" denir, çoğulu "ersâl" gelir. Ardı arkasına peyder pey gelen topluluk hakkında ve memeden geldiğinden dolayı süte de bu kökten türeyen tabirler kullanılmaktadır. "Ki onlara âyetlerini okusun, onlara Kitab'ı" Kur'ân’ı "ve hikmeti öğretsin." İbn Vehb'in İmâm Mâlik'ten rivâyetine göre o, hikmeti dini bilmek, Kur'ân'ı te'vil etmek hususunda derin bilgi sahibi olmak, yüce Allah'tan bir seciye ve bir nûr olan kavrayış şeklinde açıklamıştır. İbn Zeyd de böyle açıklamıştır. Katâde de der ki: Hikmet sünnet ve şeriatin beyan edilmesi demektir. Özel olarak hüküm (taraflar arasında hükmetmek) ve kaza anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu manalar birbirine yakındır. Burada öğretmenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nisbet edilmesi, üzerinde düşünülecek hususları onun vermesi ve yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu vahiy dolayısıyla tetkik edip düşünme yolunu öğretmesi dolayısıyladır. "Onları tezkiye etsin." Şirkin pisliklerinden arındırsın. İbn Cüreyc ve başkaları böyle açıklamışlardır. (Tezkiye'den gelen) zekât: Arındırmak ve temizlemek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/43. âyet 2 ve 3- başlıklar) geçmiş bulunmaktadır. Buradan öğretilmesi istenenler ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Âyetler lâfızların zahiren tilavet edilmesi, Kitap lâfızların anlamları, hikmet ise hükümdür. Hüküm ise yüce Allah'ın hitabı ile murad ettiği mutlak, mukayyed, müfesser, mücmel, umum, husus gibi bütün hükümlerdir. Bu da az önce geçen hususların anlamını ifade eder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Aziz" kendisine zarar verilemeyen ve asla mağlup olunamayan güçlü demektir. İbn Keysan der ki: Anlamı hiçbir şeyin onu aciz bırakmamasıdır. Bunun delili de Allah'ın şu âyetidir: "Ne göklerde ne de yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakacak değildir." (Fatır, 35/44) el-Kisaî de "aziz" mutlak galip olan demektir. Şanı yüce Allah'ın: "Ve o söz söylemede de beni yenik düşürdü. (Azzenî)" (Sad, 38/23) âyeti de buradan gelmektedir. "Men azze bezze": Galip gelen talan yapar, şeklindeki mesel de buradan gelmektedir. Aziz'in benzersiz olması anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu da yüce Allah'ın şu âyeti açıklamaktadır: "Onun gibi hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) Yüce Allah'ın "el-Aziz" İsmi ile ilgili daha geniş açıklamalarınızı "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz. "Hakîm" âyetinin anlamına dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. 130Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevirebilir? Yemin olsun ki Biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O şüphe yok ki âhirette de muhakkak salihlerdendir. "Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevirebilir?" "Kim" mübtedâ olarak ref mahallinde olup, soru edatıdır. "Yüzçevirir" ifadesi de sılasıdır. "Nefsini sefahate bırakandan başkası..." âyeti de haber mahallindedir. Bu reddetmek anlamını ihtiva eden bir azar ve ağır bir serzeniştir. Yani nefsini sefahate bırakandan başkası İbrahim'in dininden yüzçevirmez demektir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Anlamı şudur: İbrahim'in dinine aldırış etmeyip onun milletinden, yani din ve şeriatinden uzak duranlar, ancak kendisini sefahate kaptıran kimseler olabilir. "Nefsini sefahate bırakan" ile kastedilen Katâde'ye göre yahudiler ve hıristiyanlardır. Onlar Hazret-i İbrahim'in din ve şeriatinden yüzçevirip Allah'tan gelmemiş bir bid'at olarak yahudiliği ve hıristiyanlığı din diye kabul ettiler. ez-Zeccâc der ki: "Sefahate bırakan" bilmeyen cahil demektir. Yani nefsinin durumunu bilmeyip onun hakkında hiçbir şekilde düşünmeyen kimseden başkası İbrahim'in dininden yüzçevirmez. Ebû Ubeyde de nefsini sefahate bırakmanın nefsini helâk etmesi demek olduğunu söylemiştir. Sa'leb ile el-Müberred'in naklettiklerine göre Sefahat etti, fiili fâ harfi esreli olarak, tıpkı fâ harfinin üstün ve şeddeli gelmesi halinde olduğu gibi, iki mef ûl alır. Ebû'l-Hattab ile Yûnus'tan da bunun (aynı anlamı veren) bir başka söyleyiş şekli olduğunu da nakletmektedir. el-Ahfeş der ki: "Nefsini sefahate bırakan" yani kendisi hakkında yaptıkları sebebiyle "sefih" olmasını gerektiren işler yapan kimse demektir. Bu açıklamayı el-Ahfeş'ten el-Maverdî nakletmektedir. Bu fiil, fâ harfi ötreli okunursa, mef'ûl olmaz. Bu, el-Müberred ile Sa'leb'in görüşüdür. el-Mehdevi'nin nakline göre ise bu, kendisini sefahate kaptıran anlamındadır. el-Kisaî'nin el-Ahfeş'ten naklettiğine göre; anlamı kendisi hakkında cahillik eden demektir. Burada "hakkında" anlamını veren edatı hazfedildiğinden "nefsi" kelimesi nasb olmuştur. el-Ahfeş der ki: "Nikâh akdini bağlamaya..." (el-Bakara, 2/235) âyetinde de böyledir. Burada da cer edatı hazf edilmiştir. Bu açıklama Sîbeveyh'in Arapların kullandıklarını naklettiği; Filân sırtı ve karnı dövdü, şeklindeki ifadeye benzemekte olup burada da takdir edilir. el-Ferrâ' ise, burada bu kelimenin (ve benzerlerinin) temyiz olduğunu kabul etmektedir. İbn Bahr da der ki: Bunun anlamı nefsini, nefsinde bulunan ve hiçbir benzeri olmayan yaratıcının varlığına delalet eden belge ve delaletleri bilmeyen kimse demektir. O nefsini ve ondaki delaletleri bilecek olsa yüce Allah'ın vahdaniyetini ve kudretini de bilebilirdi. Derim ki: Bu, ez-Zeccâc'ın açıklamasının anlamını ifade eder. Kişi kendi nefsinde düşünerek onlar vasıtasıyla yakaladığı elleri, üzerlerinde yürüdüğü ayakları, kendisiyle gördüğü gözü, işittiği kulağı, konuştuğu dili, süt emmeye ihtiyacı kalmayıp da gıda maddeleri alma ihtiyacı ortaya çıktığında çıkan ve yemekleri öğütmeye yarayan dişleri, gıdayı hazmetmek için hazırlanmış midesi, gıdaların özlerinin çıkıp vardığı yer olan ciğeri, bu özlerin aza ve organlara kendileri vasıtasıyla ulaşıp gittiği damadan, geçitleri, gıdanın posasının biriktiği bağırsakları, bedenin alt tarafından artıkları atması üzerinde düşünüp bütün bunları kendisini yaratan, kudreti sonsuz, herşeyi bilen, hikmeti sonsuz yaratıcısının varlığına delil diye görsün. Yüce Allah'ın: "Kendi nefislerinizde de (nice belgeler vardır). Görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) âyetinin anlamı da işte budur. el-Hattabî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu hususa işaret etmiştir. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride (Zariyat Sûresi'nde işaret edilen âyet-i kerîme açıklanırken) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. İbrahim'in şeriatı ondan neshedilen hükümler dışında bizim için de şeriattir, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil göstermişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Babanız İbrahim'in milletine (din ve şeriatine uyun)." (el-Hacc, 22/78) âyeti ile: "İbrahim'in dinine tabi ol, diye" (en-Nahl, 16/123) âyetlerini andırmaktadır, ki ileride buna dair açıklamalar gelecektir. "Yemin olsun ki Biz onu dünyada beğenip seçmişizdir." Risalet için onu seçtik ve her türlü kötülükten onu arındırdık. "Istıfâ (beğenip seçmek)" safvet'den türetilmiş bir kelime olup en arı ve temiz olanı seçmek, daha hayırlı olanı beğenmek anlamına gelir. "O şüphe yok ki âhirette de muhakkak salihlerdendir." Ahrette salih olan fevz bulan yani umduklarını elde eden ve korktuklarından emin olan kimsedir. "Şüphe yok ki âhirette" âyeti, sıla'ya dahil olduğu için sonradan gelmesi gerektiği halde (âyet-i kerimede) nasıl önce gelmiştir? sorusuna en-Nehhâs şu cevabı vermektedir: Bu âyetin anlamı "o âhirette salihlerdendir" takdirinde ve sıla'ya dahil değildir ki bunun önce getirilmiş olması sözkonusu olsun. Bu hususta Arap dil bilginlerinin üç ayrı görüşü vardır: Bunlardan birisine göre bunun anlamı: O âhirette salih bir kimsedir, şeklindedir. Bir diğer görüşe göre de burada geçen "âhirette" tabiri hazfedilmiş bir masdar ile alakalıdır, yani onun salahı ahirettedir. Yani asıl güzel mükâfatını ahirette görecektir. Üçüncü görüşe göre ise burada geçen "salihler"in anlamı salih davrananlar şeklinde değildir. Bizatihi başlıbaşına bir isimdir. Adam ve çocuk demek gibi. Derim ki: Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. O, ahiret ile ilgili ameller hususunda salih kimselerdendir, anlamındadır. Buna göre ifadede muzaf hazfedilmiş bulunmaktadır. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu ifadede takdim ve te'hir vardır. Bunun ifade ettiği anlam şudur: Biz yemin olsun ki dünyada da âhirette de onu seçip beğendik. O, hiç şüphesiz salih kimseler arasındadır. Haccac b. Haccac -ki o Haccac el-Esved'dir, aynı zamanda Zik el-Asel diye bilinen Haccac el-Ahvel de odur- der ki: Hazret-i Muâviye b. Kurra'yı Şöyle derken dinledim: Allah'ım, şüphe yok ki salihleri ıslah eden Sensin. Onlara itaatine uygun olan ameller işlemeyi Sen nasibettin ve bunun sonucunda da onlardan razı oldun. Allah'ım onları nasıl ıslah ettiysen bizleri de ıslah eyle. İtaatine uygun amel etmeyi onlara nasıl nasib edip de onlardan razı olduysan, bize de Sana itaat ile amel etmeyi nasibeyle ve bizden razı ol! 131Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. Yani Rabbi ona "teslim ol" dediğinde biz onu beğenip seçmiş idik. Bu âyeti ona yüce Allah yıldız, ay ve güneş ile sınadığı zaman söylemişti. İbn Keysan ve el-Kelbî der ki: "Teslim ol" âyetinin anlamı dinini tevhid ile Allah'a halis kıl, demektir. İtaatle boyun eğ ve korkarak ona itaat et, anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbâs da der ki: Rabbi ona bu sözü (babasının kendisini saklamış olduğu) yerin altında gizli bulunan bölmeden çıktığı vakit söylemiştir. -İleride En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/75) gelecektir.-Burada teslim olmak ise en geniş ve eksiksiz anlamıyla kullanılmıştır. Arap dilinde İslâm (teslim olmak): Kendisine teslim olunan kimseye tam bir itaat ve boyun eğmek demektir. Her İslâm, îman değildir, fakat her îman İslâmdır. Çünkü Allah'a îman eden bir kimse O'na teslim olmuş ve itaat edip bağlanmış olur. Şu kadar var ki teslim olan herkes Allah'a îman etmiş olmaz. Çünkü kılıçtan korktuğu için de (müslüman olmasını gerektiren) sözler söyleyebilir ve bu îman olmaz. Bu konuda Kaderiyye ve Hâricîler farklı düşünürler ve şöyle derler: İslâm imanın kendisidir. Her mü’min müslümandır, her müslüman mü’mindir. Çünkü yüce Allah: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" (Ali İmrân, 3/19) diye buyurmaktadır. İşte bu da İslâm'ın dinin kendisi olduğunu ve Müslüman olmayanın da mü’min olmayacağını göstermektedir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Bedevî Araplar: îman ettik, dediler. De ki: Siz îman etmediniz, fakat teslim olduk, deyiniz." (el-Hucurat, 49/14) Burada yüce Allah İslâm'a giren herkesin mü’min olmadığını bize bildirmektedir. Bu da Müslüman olan herkesin mü’min olmayacağını göstermektedir. Sa'd b. Ebi Vakkas, Hazret-i Peygamber'e: Filana da (bir şeyler) ver, çünkü o mü’mindir, deyince Hazret-i Peygamber: "Veya Müslüman dır (de.)" diye cevap verir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Îman 19, Zekat 53; Müslim, îman 236, Zekat 131; Ebû Dâvûd, Sünne 15; Nesâî, Îman 7, Müsned, I, Bu da imanın İslâm olmadığının delilidir. Çünkü îman bâtındır (içte gizlidir), İslâm ise zahirdir. Bu da açıkça görülen bir husustur. Kimi zaman îman İslâm anlamında kullanılır, İslâm da îman kastedilerek kullanılabilir. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmaz ve biri ötekinden sadır olur. Nitekim imanın meyvesi ve imanın sıhhatinin delaleti olan İslâm böyledir, bu nokta iyice bilinmelidir. Başarı Allah'tandır. 132İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da: "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip seçti. O halde siz ancak Müslümanlar olarak can verin." "İbrahim de bunu" yani bu dini "oğullarına vasiyet etti." Bir görüşe göre onurf oğullarına vasiyet ettiği: "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" sözüdür. Bu daha doğrudur. Çünkü, sözü geçen en yakın şey odur. Yani: "Siz de âlemlerin Rabbine teslim olduk deyiniz," demektir. "Vasiyet etti" Aynı anlama gelen Kureyşlilerce kullanılan iki ayrı söyleyiştir. Her iki şekilde de okunmuştur. Abdullah b. Mes'ûd'un mushafında birinci şekildedir. Hazret-i Osman mushafında ise ikinci şekildedir ve bu ikinci şekil Medine halkıyla Şamlıların kıraatidir. Öbürleri ise birinci şekilde okumuşlardır ve bunda teksir (çokça yapma) anlamı vardır. "Yakub da" İbrahim'e atfedilmiştir. Bunun atıf olmayıp yeni bir cümle olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı şöyle olur: Yakup da oğullarına vasiyette bulunup şöyle dedi: Oğullarım, şüphesiz ki Allah sizin için bu dini beğenip seçmiştir. Buna göre aynı tavsiyeyi önce İbrahim kendi oğullarına, ondan sonra da Yakub kendi oğullarına yapmış olur. İbrahim'in oğulları ise büyük oğlu İsmail'dir. Hazret-i İbrahim onu henüz süt emen bir bebek iken Mekke'ye götürdü. İki yaşında iken götürdüğü, ondört yaşında iken götürdüğü de söylenmiş ise de- ileride İbrahim Sûresi'nde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- birinci görüş daha sahihtir. Hazret-i İsmail kardeşi Hazret-i İshak'tan ondört sene önce dünyaya gelmiştir. Yüz otuzyedi yaşında vefat etmiştir. Yüzotuz yaşında vefat ettiği de söylenmiştir. Babası İbrahim (aleyhisselâm) vefat ettiğinde kendisi seksendokuz yaşında idi. Bir görüşe göre Allah tarafından boğazlanması emredilen odur. Hazret-i İshak'ın annesi ise Sare'dir. Bir diğer görüşe göre ise boğazlanması emredilen odur, ileride yüce Allah'ın izniyle es-Saffat Sûresi'nde açıklanacağı üzere daha sahih olan da budur. Ancak sahih olan, boğazlanması emredilenin Hazret-i İsmâîl olduğudur. Çünkü İsmâîl, hem yaşça daha büyüktür, hem de kurban kesme olayı, Mekke-Minâ'da cereyan etmiştir. Hazret-i İshâk ise, Harem bölgesine gelmiş değildir. Rumlar, Yunanlılar, Ermeniler ve onlara bağlı olan diğer kollar ile İsrailoğulları onun soyundan gelirler. Hazret-i İshak yüzseksen yıl yaşamış, Arz-ı mukaddeste vefat etmiş, babası İbrahim el-Halil'in yanında defnedilmiştir. (İkisine de selam olsun). Daha sonra da Sare vefat edince Hazret-i İbrahim Kenanlı Yaktan kızı Kantura ile evlenmiştir. Kantura'dan Medyen, Medâin, Nehşân, Zemran, Neşik ve Şeyuh adındaki çocukları doğmuştur. Sonra da vefat etmiştir. Hazret-i İbrahim'in vefatı ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğumu arasında yaklaşık iki bin altıyüz yıllık bir zaman geçmiştir. Yahudiler bundan dörtyüz yıl gibi daha kısa bir zaman zikrederler. Hazret-i Yakub'un çocuklarından yüce Allah'ın izniyle Yusuf Sûresi'nde söz edilecektir. Amr b. Faid el-Esvafî ile İsmail b. Abdullah el-Mekkî: " ve Yakub'a" şeklinde "oğullarına" kelimesine atfederek okumuştur. (O takdirde âyetin anlamı: "İbrahim de bunu oğullarına ve Ya'kub'a vasiyet etti, şeklinde olur). Buna göre Hazret-i Yakub da Hazret-i İbrahim'in kendilerine vasiyette bulunduğu kimselerin kapsamına girer. el-Kuşeyrî der ki: Bu kelime nasb ile "oğullarına" üzerine atfedilerek okunmuştur. Ancak uzak bir ihtimaldir. Çünkü Yakub, vasiyette bulunduğu sırada Hazret-i İbrahim'in çocukları arasında değildi. Onun dedesi Hazret-i İbrahim'e yetiştiğine dair bir nakil de yoktur. Hazret-i Yakub, Hazret-i İbrahim'in vefatından sonra dünyaya gelmiştir. Ve ayrıca Hazret-i Yakub kendi oğullarına da tıpkı Hazret-i İbrahim'in yaptığı gibi vasiyette bulunmuştur. Hazret-i Yakub'un oğullarının İsimleri yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. el-Kelbî der ki: Hazret-i Yakub, Mısır'a girdiğinde onların putlara, ateşe ve ineklere taptıklarını görür. Çocuklarını bir araya toplar ve onların bu şekilde şirke düşeceklerinden korktuğundart Benden sonra neye ibadet edeceksiniz diye sorar... Denildiğine göre, Hazret-i Yakub'a bu adın veriliş sebebi şudur: Hazret-i Yakub'un el-İs adında ikiz kardeşi varmış. Annesinin karnından çıktığında Hazret-i Yakub kardeşi el-İs'in topuğunu tutmuş idi. Ancak böyle bir açıklama su götürür. Çünkü o takdirde bu, Arap diline uygun bir türetme olur. Halbuki Yakub Arapça olmayan bir isimdir. Her ne kadar bu kelime kekliğin erkeğine verilen Arapça ada uygun düşse de Arapça değildir. Hazret-i Yakub, yüzkırkyedi yıl yaşamış ve Mısır'da vefat etmiştir. Arz-ı Mukaddes'e taşınıp götürülmesini ve babası Hazret-i İshak'ın yanında gömülmesini vasiyet etmişti. Oğlu Hazret-i Yusuf, onu oraya kadar götürmüş ve onu orada defnetmiştir. Yüce Allah'ın: "Ey oğullarım" âyeti: Ey oğulların, dedi, anlamındadır. İbn Mes'ûd'un ve ed-Dahhâk'ın kıraatinde de böyledir. el-Ferrâ' der ki: Bu edatın bu âyette hazf edilmesi, tavsiye etmenin de "demek" anlamını ihtiva etmesinden ötürüdür. Demek anlamını ihtiva eden her sözün başına bu edatın getirilmesi de caizdir, hazf edilmesi de. Nahivcilerin burada "dedi" anlamını veren bu edatı kast ederek hazf edilmiştir, şeklindeki açıklamalarının hiç bir değeri yoktur. en-Nehhâs der ki: Ey oğullarım!" âyeti, muzaf bir nidadır. Sona gelen bu "yâ" harfi mütekellim yâ'sı olduğundan ancak üstün okunması mümkündür. Çünkü sakin (med harfi) olarak okunursa, iki sakin bir araya gelmiş olur. Muhakkak Allah..." âyetinde de hemzenin esreli oluşu, "vasiyet etti" de "dedi"nin aynı anlamı ihtiva ettiklerindendir. Burada "dedi ki" anlamındaki kelimenin hazf edildiği de söylenmiştir. "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini" yani İslâm'ı "beğenip seçti." Beğenip seçmek anlamına gelen "ıstıfa"yı recez vezniyle şair şöylece kullanmıştır: "Ey mülkler miras bırakan hükümdarların oğlu, Allah'ın sana vermiş olduğu halifeliği (de miras aldın). Seni onun için beğenip seçti, onu da senin için beğenip seçti." Âyet-i kerimede "din" kelimesinin başına gelen elif lâm (ed-dîn şeklinde) ahit içindir, çünkü onlar bu dini önceden beri tanıyorlardı. "O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin." Bu ifade, beliğ bir kazdır. Anlamı da şudur: İslâm'a bağlı kalına İslâm üzere devam edin ve ölünceye kadar asla ondan ayrılmayın. Hazret-i Yakub (aleyhisselâm) hem maksadı ihtiva eden hem de ölümü hatırlatan, öğüt veren bir muhtevaya sahip veciz bir ifade kullanmıştır. Şöyle ki; kişinin öleceği muhakkaktır. Ancak ne zaman öleceğini bilmez. Bir kimseye ancak üzerinde bulunduğu bir hal ile ölümün kendisine gelmesi emredilecek olursa, artık hitabın yapıldığı andan itibaren kesintisiz olarak verilen o emre bağlı kalması istenmiş olur. Ancak... can verin...", âyetinde nehy edatıdır. nehy dolayısıyla cezm mahallindedir. Şeddeli nün ile tekid edilmiş, iki sakin arka arkaya geldiğinden vav harfi hazf edilmiştir. "Ancak Müslümanlar olarak..." anlamındaki âyet, hal konumunda mebtadâ ve haberdir. Yani Rabbiniz hakkında güzel zan besleyerek "can verin." İhlas sahibi olarak, işinizi Allah'a havale ederek mü’minler olarak can verin, anlamlarına geldiği de söylenmiştir. 133Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına: "Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman onlar: "Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan ilahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur" demişlerdi. "Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız?" : "Hazır... dınız" anlamındaki kelime (.......)in haberidir. Sonunda tenis alameti olan hemze bulunduğundan munsarıf değildir. Bu alametin geliş sebebi ise çoğulun müennes hükmende olmasıdır. Bu hemze de tıpkı müenneslik he (te) si gibi isimlerin sonuna gelir. Hitap Hazret-i İbrahim'e çocuklarına tavsiye etmediği şeyleri nisbet eden ve onların yahudi ve hristiyan olduklarını ileri süren yahudilerle hıristiyanlara yöneliktir. Allah onların bu sözlerini ve yalanlarını reddetmekte ve azarlayıcı bir üslupla onlara şöyle seslenmektedir: Siz Yakub'u gördünüz ve onun neyi tavsiye ettiğini bildiniz mi ki bir bilgiye dayanarak böyle bir iddiada bulunmaktasınız? Bu da; hayır siz hazır değildiniz, onu görmediniz, aksine iftira etmektesiniz, anlamındadır. Burada "yoksa" hayır anlamınadır. Yani hayır asıl Yakub'un huzurunda bulunanlar sizler değil, sizden öncekiler, sizin geçmişlerinizdir. "Şüheda" hazır bulunan anlamında "şahit" kelimesinin çoğuludur. "Ölüm"den önceki haller ve ölümün sebepleri "Yakub'a gelip çatığı zaman..." çünkü bizzat ölümün kendisi geldiği takdirde herhangi bir şey söylemesine imkân olmazdı. Hazret-i Yakub, tapınacakları ma'bud ile ilgili olarak "neye" diye soru sormuş, "kime" diye sormamıştır. Çünkü o, onları denemek istemişti. Şayet "kime" demiş olsaydı maksadı oğulları arasından kimlerin hidâyet sahibi olduklarını görmek olacaktı, halbuki o hepsini denemek istediğinden dolayı "neye" diye sormuştur. Diğer taraftan Allah'tan başka tapınılan ma'budlar putlar, ateş, güneş ve taşlar gibi cansız yaratıklardır. O bakımdan Hazret-i Yakub bu tür cansızlardan neye ibadet edeceklerini anlamak istemiştir. "Benden sonra" ölümümden sonra demektir. Anlatıldığına göre Hazret-i Yakub peygamberlerin muhayyer bırakıldığı şekilde hayat ve ölümden birisini seçmekte serbest bırakılınca ölümü seçmiş ve: Oğullarıma ve aileme vasiyet edinceye kadar bana mühlet veriniz, demiş, onları bir araya toplamış ve bu sözleri söylemiştir. Onlar da doğru yolu bularak: "Senin ilahına., ibadet edeceğiz" diye cevap verdiler. Bu cevapları ile de hak din üzere sebat ettiklerini, şanı yüce Allah'ı tanıdıklarını ona gösterdiler. "Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan ilahına ibadet edeceğiz... demişlerdi." İbrahim, İsmail ve İshak isimleri, mecrûr olan "babaların" anlamındaki kelimeden bedel olarak cer mahallindedirler. Bu isimler, Arapça olmadıklarından munsarıf değildirler. el-Kisâî der ki: İstersen "İshâk" ismini (ufalamak demek olan:) "sahk"tan gelmiş kabul edebilirsin. Yakub'u da (erkek keklik demek olan) kuştan türetebilirsin. (O taktirde bunlar munsarıf olurlar, demek istiyor). Şanı yüce Allah amcaya ve dedeye "baba" ismini vermiştir. Önce dedeyi sonra amca olan İsmail'i yaşça Hazret-i İshak'tan büyük olduğundan dolayı zikretmektedir. İkinci "ilâh" kelimesi birincisinden bedeldir. Tekrarlanması vahdaniyet sıfatıyla birlikte "tek olan ilâh" şeklinde tekrar edildiğinden dolayıdır. İkinci "ilâh" kelimesinin hal olduğu da söylenmiştir. O takdirde meal şöyle olur: "Babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına bir tek ilâh olarak -yani tevhid ederek şirk koşmaksızın- ibadet edeceğiz." İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir görüştür, çünkü maksat vahdaniyyetin isbat edilmesidir. el-Hasen, Yahya b. Ya'mer, el-Cahderî ve Ebû Reca el-Utaridî "Babanın ilahına" diye okumuşlardır. Bunu iki şekilde açıklamak mümkündür: a) Hazret-i İbrahim'i tek olarak zikretmiş ve amca olduğundan dolayı Hazret-i İsmail'i baba olarak zikretmek istememiştir. en-Nehhâs der ki, böyle birşey gerekmez, çünkü Araplar amcaya da baba demektedirler. b) Burada kelimesi Sîbeveyh'in görüşüne göre cem'i müzekker-i salim olur. Çünkü Sîbeveyh baba demek olan "eb" kelimesinin ebune ve ebîne şeklinde geldiğini nakletmektedir. Şair nitekim şöyle demiştir: "Biz onlara teslim olunuz, çünkü bizler sizin kardeşleriniziz dedik." Bir başkası da şöyle demektedir: "Bizim seslerimizi anladıklarında (o esir kadınlar) Ağlaştılar ve bizim için: Babalarımız size feda olsun, dediler." "Biz ona teslim olmuşuzdur." Mübteda ve haberdir. (Meal de buna göre yapılmıştır). Hal durumunda olması da muhtemeldir. (O takdirde anlamı şöyle olur: "Biz ona teslim olmuşlar olarak senin ilahına., ibadet edeceğiz"). Âmil ise "ibadet edeceğiz" anlamındaki fiildir. 134Onlar bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir. Sizin kazandığınız da sizin ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz. "Onlar bir ümmettiler geçtiler" âyetinde "onlar" mübteda "bir ümmetti" onun haberidir. "Geçtiler" de ümmetin sıfatıdır. (Buna göre anlam: Onlar gelip geçen bir ümmetti, şeklinde olur). Arzu edildiği takdirde mübtedanın haberi de kabul edilebilir. (Asıl mealde olduğu gibi). O takdirde "ümmet" kelimesi "onlar" kelimesinden bedel olur. "Onların kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da sizin" âyetinde: "mâ: şey, ne" mübteda olarak ref mahillindedir. Ya da Kûfelilerin görüşüne göre sıfattır. Hayır ve şer türünden neyi kazandıysanız ve onlar ne kazandıysa herkesin kazandığı kendisinindir. Bu âyette kula amellerin ve kazançların izafe edileceğinin, kula dayandırılacağının delili vardır. Her ne kadar bunları işlemek ve kazanmak gücünü veren yüce Allah ise de eğer bu kazandığı şey bir hayır ise onun lütfuyla onu kazanmıştır. Eğer bir şer ise adaleti ile kazanmıştır. Ehl-i Sünnet'in bu konudaki görüşü budur. Bu anlamı ifade eden Kur'ân-ı Kerîm'deki âyet-i kerimeler pek çoktur. Kul, fiillerini kazanandır. Bunun anlamı ise kul için fiil ile birlikte onu işleyebilecek bir kudret de yaratılmıştır. Bununla ihtiyara, yani seçim ve tercihe dayalı hareket ile mesela titreme sonucu meydana gelen hareket arasındaki fark anlaşılabilmektedir. İşte böyle bir fiil yapabilme kudretini veren bu imkân, insanın mükellef tutulmasının kaynağını teşkil eder. Cebriyye ise kulun fiillerini kazanmasını (kâsib olmasını) reddetmektedir. Onlara göre rüzgârın evirip çevirdiği bir kuru yaprak bir bitki gibidir. Kaderiyye ve Mu'tezile bu iki görüşten farklı bir görüş ortaya atarak kulun kendi fiillerini yarattığını ileri sürmektedirler. "Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz." Yani kimse kimsenin günahından sorumlu tutulmayacaktır. Âyet yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Hiçbir (günah) yüklenici başka bir yüklenici (nefs)in yükünü yüklenmez." (el-En'am, 6/164) Yük taşıyan hiçbir kimse başkasının ağırlığını taşımayacaktır. Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. 135"Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" dediler. De ki: "Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine (uyarız); o şirk koşanlardan değildi." "Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız, dediler." Her bir kesim tuttuğu yola çağrıda bulundu; yüce Allah onların bu iddialarını reddederek: Ey Muhammed "De ki: Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine" uyarız, diye buyurdu. Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Hayır, biz İbrahim'in dinine uyarak hidâyet bulabiliriz. İbnu'l A'rec ve İbn Ebi Able: şeklinde okumuşlardır. İfadenin -o zaman- takdiri şöyle olur: Hayır, hidâyet İbrahim'in dinine uymakla olur veya bizim tuttuğumuz din İbrahim'in dinidir. "Hanifen: Muvahhid olarak" hoşlanılmayan dinlerden İbrahim'in dini olan hak dine yönelerek, demektir. Kelime ez-Zeccâc'a göre haldir. Yani, hayır biz bu durumda İbrahim'in dinine tabi oluyoruz. Ali b. Süleyman da şöyle demektedir: Burada bu kelimeyi hal kabul etmek yanlıştır. Çünkü bu tür söyleyişler câiz değildir (doğru değildir). Hazret-i İbrahim'e hanif denilmesinin sebebi onun Allah'ın dini olan İslâm'a yönelmiş olmasıdır. Çünkü "el-hanef' meyletmek demektir. Ayaklarının parmakları birbirlerine (içe) doğru olan kimse için ahnef ve hanfâ denilir. Bu durumda olan ayaklara da böyle denilir. Umm el-Ahnef şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim eğer onun ayağında bir hanef (parmakları birbirine yakın) olmasaydı Sizin yiğitleriniz arasında onun gibisi bulunmazdı." Şair de şöyle demektedir: "Gölge öğleden sonra yönünü değiştirdi mi onu hanif görürsün Kuşluk vaktinde ise hıristiyanlığa giriyor." Bu sözleriyle öğleden sonra kıbleye doğru dönen sabah ise hıristiyanların kıblesi olan doğu tarafına dönen bukalemunu kastetmektedir. Bazılarına göre de "el-hanef" istikamet demektir. Hazret-i İbrahim'in dinine "Hanîf' denilmesi istikameti yani dosdoğru olması dolayısıyladır. İşte ayakları çarpık olan kimseye "ahnef denilmesi "istikamefin uğurundan istifade etmek için (tefeuul)dır. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulan kimseye "selim", oldukça tehlikeli geçitlere de "Mefâze" (kurtuluş yeri) denilmesi de bu türdendir. Çoğu dilcilerin görüşüne göre (bu şekilde) kullanım bundan dolayıdır. 136Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Esbat'a indirilene, Mûsa'ya, Îsa'ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere îman ettik. Onlardan birini diğerinden ayırdetmeyiz. Biz ona teslim olmuşuzdur." Buhârî Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kitap ehli Tevrat'ı İbranice okuyor ve müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurdu: "Kitap ehlini tasdik de etmeyin yalanlamayın da. Bunun yerine Allah'a ve bize indirilene... îman ettik, deyin (diye bu âyet-i kerimeyi okudu)." Buhârî, İ'tisâm 25, Tevhîd 51'de böylece yakın ifadelerle ve başka râviden: Buhârî, Şehâdât 29, Tefsir 2. sûre 11; Ebû Dâvûd, İlm 2; Müsned, IV, 136. Muhammed b. Sirîn der ki: Sana sen mü’min misin diye sorulacak olursa, "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a.. indirilene îman ettik" âyeti ile cevap ver. Selefin çoğunluğu kişinin: Ben hakikaten mü’minim, demesini hoş karşılamamışlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Enfal Sûresi'nde (el-Enfal, 8/5. âyet, 3. başlıkta) gelecektir. Önceki ilim adamlarından birisine bir kimseye bilmediği bir isim zikredilerek: Filan peygambere îman ediyor musun diye soru sorulmuş. Ve denilmiş ki: Eğer evet îman ediyorum derse belki o isimde bir peygamber yoktur. Dolayısıyla peygamber olmayan bir kimsenin peygamberliğine şahitlik etmiş olur. Eğer hayır derse belki o kimse peygamberdir, böylelikle peygamberlerden birisini inkâr etmiş olur. Bu kimse ne yapsın? Bu sorunun muhatabı şöyle cevap verir: Böyle bir kimsenin: Eğer peygamber ise ben buna îman ettim, demesi gerekir. Bu âyet-i kerimede hitap bu ümmete yöneliktir. Onlara neye îman etmeleri gerektiğini öğretmektedir. İbn Abbâs der ki: Yahudilerden bir grup Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek peygamberlerden kime îman ettiklerine dair soru sorarlar, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olur. Hazret-i Îsa söz konusu edilince: Hayır biz Îsa'ya da îman etmeyiz ona îman edene de etmeyiz, dediler. "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Esbata indirilene., îman ettik." el-Esbat: Yakub (aleyhisselâm)'ın çocuklarıdır. Bunlar oniki tanedir. Onlardan her birisinin soyundan bir ümmet gelmiştir. Tekili sıbt gelir. İsrailoğullarında sıbt, İsmailoğullarında kabile durumundadır. Onlara "el-esbat" denilmesi, peşpeşe demek olan "es-Sabt"tan alınmadır. Onlar arka arkaya gelen toplulukturlar. Bunun aslının "es-sebat" olduğu da söylenmiştir ki ağaç demektir. Yani onlar çoklukları itibariyle ağaca benzerler. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bu hususu bize Muhammed b. Ca'fer el-Anbarî'nin şu anlattıkları açıklamaktadır: el-Enbarî dedi ki: Bize Ebû Büceyd (bazı nüshalarda Mecid) ed-Dekkâk anlatarak dedi ki: Bize el-Esved b. Amir anlatarak dedi ki: Bize İsrail, Simak'tan, o İkrime'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: On peygamber dışında bütün peygamberler İsrailoğullarındandır. Bu on peygamber: Nûh, Şuayb, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Îsa ile Yakub dışında hiç birisinin iki ismi olmamıştır. Sıbt ise asılları bir olan topluluk ve kabile demektir. Saç hakkında (kök olan) sebt ve sebit (ta harfi ile) kullanılırsa, düz olmayan, dalgalı saç, demek olur. "Onlardan birini diğerinden ayırdetmeyiz." el-Ferrâ' der ki: Yani yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi bir kısmına îman ederken bir kısmını inkâr etmeyiz. 137Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hidâyet bulurlar. Ve eğer yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. "Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hidâyet bulurlar." Burada hitap Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetinedir. Anlamı şudur: Onlar sizin gibi îman eder, sizin gibi tasdik ederlerse hidâyet bulmuş olurlar. Burada birbirinin misli ve benzeri olmak, iki îman arasında sözkonusu olmuştur. Ve (bimisli'nin başındaki) "be"nin fazladan ve pekiştirmek için geldiği belirtilmiştir. Taberî'nin anlattığını İbn Abbâs şu şekilde okumuş: Eğer onlar sizin îman ettiğinize îman ederlerse hidâyet bulurlar." Mushaftaki kıraate uygun olmasa bile kıraatin ifade ettiği anlam da budur. Buradaki "misi: gibi" kelimesi yüce Allah'ın: "Hiçbir şey O'nun gibi değildir" (eş-Şûrâ, 42/11) âyetinde olduğu gibi fazladandır. Onun gibi birşey yoktur anlamındadır. Nitekim şair de burada (misi) kelimesini fazladan kullanarak şöyle demektedir: "Böylelikle onlar yenilmiş saman gibi edildiler." Bakiyye rivâyet ediyor: Bize Şu'be, Ebû Hamza'dan, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Sizler, eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse" demeyiniz; çünkü yüce Allah'ın misli (benzeri) yoktur. Fakat bunun yerine: Onlar sizin îman ettiğinize îman ederlerse, deyiniz. AB b. Nasr el-Cehdamî de Şu'be yoluyla bu şekilde rivâyet etmektedir ki bunu el-Beyhakî zikretmiştir. Anlamı şudur: Eğer onlar sizin peygamberinize ve bütün peygamberlere îman edip ayrım gözetmediğiniz gibi onlar da hiçbir ayrım gözetmezlerse hidâyet bulmuş olurlar. Şayet kabul etmeyip mutlaka peygamberler arasında ayrım gözetmeye kalkışırlarsa o takdirde onlar dinden uzaklaşmış, ayrılığa düşmüş ve muhalefet etmiş olurlar. "Onlara karşı Allah sana yeter." Nazar ehli (kelamcılar)dan bir grubun şöyle dedikleri nakledilmiştir: Yüce Allah'ın: "Onun misli gibisi yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) âyetinde yer alan (ve gibi anlamına gelen): "kef' harfinin fazladan olma ihtimali vardır. İbn Abbâs'tan nakledilen ve çoğunluğun okuyuşunu yasakladığına dair olan rivâyet ise, İbn Abbâs'ın yüce Allah'tan teşbihi nefyetmek hususundaki mübalağalı bir tutumu dolayısıyla ortaya koyduğu özel bir kanaatidir. İbn Atiyye de der ki: Böyle bir rivâyet İbn Abbâs'tan tefsir türündendir. Yani bu, bu şekilde açıklanır, demektir. Buradaki "be" harfinin "alâ" anlamına geldiği de söylenmiştir. O takdirde anlamı şöyle olur: "Eğer onlar sizin imanınız üzere (gibi) îman ederlerse hidâyet bulmuş olurlar." Buradaki "gibi" kelimesinin asıl anlamı ile kullanıldığı da söylenmiştir. Yani "Allah tarafından size indirilenler gibisine îman ederlerse" anlamındadır. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara îman ettim." (eş-Şûrâ, 42/15); "Bize ve size indirilenlere îman ettik., deyiniz." (el-Ankebût, 29/46) "Ve eğer" îman etmekten "yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedirler." Zeyd b. Eslem der ki: Şikâk (muhalefet); anlaşmazlık demektir. Şikâk'ın mücadele, muhalefet ve karşılıklı düşmanlık anlamına geldiği de söylenmiştir. Aslı, yan taraf anlamına gelen "eş-Şık" kelimesidir. İki kesimden her birisi âdeta karşı tarafın bulunduğu şıkkın başkasında imiş gibi bir ifadedir. Şair der ki: "İlim adamlarını kaça (kaç kişiye) kadar zorla öldürecek Ve şikak ve nifak ile günah işleyip duracaksın?" Bir başkası da şöyle demektedir: "Aksi takdirde biliniz ki bizler ve sizler Kaldığımız sürece şikak (ayrılık) içinde bâğî kimseleriz." "Şikak"ın meşakkatli ve zor gelen işi yapmaktan alındığı da söylenmiştir. Sanki her iki kesimden birisi karşı tarafa ağır ve meşakkatli gelen işi yapmak istiyormuşçasına davranmaya "şikak" denilir. "Onlara karşı Allah sana yeter." Yani Allah düşmanına karşı Rasûlüne yetecektir. Âdeta bu, yüce Allah tarafından Peygamberine yapılan ve kendisine karşı inatla direnen, muhalefet eden, yüzçevirmiş kimselere karşı hidâyet ihsan edeceğini, mü’minler vasıtasıyla ona kafi geleceğini, onların hakkından geleceğini, ifade eden bir va'di gibidir. Allah ona verdiği bu va'dini yerine getirmiştir. Kaynukaoğullarının ve Kurayzaoğullarının öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesiyle bu vaad gerçekleşmiştir. Ayrıca "Onlara karşı Allah sana yeter" âyeti Hazret-i Osman'ın şehid edildiği vakit kanının üzerine damladığı kelimedir. Hazret-i Osman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine haber verdiği şekilde şehid düşmüştür. "O" söz söyleyen herkesin sözünü "hakkıyla işiten ve" kulları hakkında neleri uyguladığını, onlara neler yaptığını "kemaliyle bilendir." Nakledildiğine göre Ebû Dulâme, Mansur'un yanına girdiğinde başında uzunca bir başlık ve (arka tarafından) omuzları arasında: "Onlara karşı Allah sana yeter. O hakkıyla işiten ve kemaliyle bilendir" diye yazılı, ön tarafından açık bir cübbe giyindiğini, beline kılıcı astığını görür. Mansur bütün askerlere bu şekilde kıyafet giymelerini emretmişti. Ebû Dülame'ye: Nasılsın ya Ebû Dulâme diye sorunca o: Kötü haldeyim ey mü’minlerin emiri der. Bu sefer Mansur: Neden diye sorunca: Yüzü belinde, kılıcı kıçında, Allah'ın Kitabını da sırtının arkasına atmış bir kimse hakkındaki kanaatim ne olabilir? Mansur onun bu sözüne güldü ve derhal bu kıyafetin değiştirilmesi için emir verdi. 138Allah'ın boyası... boyası Allah'tan daha güzel kim olabilir! Biz O'na ibadet edenleriz. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Boyası: Allah'ın Dini: "Allah'ın boyası", el-Ahfeş ve başkaları Allah'ın dini demektir, demişlerdir. Bu âyet (daha önce, 135. âyette geçen): "İbrahim'in dinine" âyetinden bedeldir. (Yani Allah'ın dinine uyarız). el-Kisaî der ki: Bu, "tabi olunuz" emri takdir edilerek nasbedilmiştir. Ya da bağlı kalınız, ondan ayrılmayınız anlamını ifade edecek şekilde iğra' İğrâ: Muhatabın dikkatini öğülmeye değer bir işe çekip o işi yapmasını teşvik etmek demektir. İsimden önce takdir edilen fiil ile nasb edilmiş kabul edilir. olmak üzere nasbedilmiştir. Bu âyet, merfu olarak okunsa da caizdir. O, Allah'ın boyasıdır, demek olur. Şeybân, Katâde'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yahudiler kendi çocuklarını yahudi olarak boyarlar, hıristiyanlar da çocuklarını hıristiyan olarak boyarlar. Allah'ın boyası ise İslâm'dır. ez-Zeccâc der ki: Bunun bu anlamda olduğunu, "boya" kelimesinin (daha önceden geçen): "millet (din)" kelimesinden bedel olduğunu göstermektedir. Mücâhid de der ki: (Allah'ın boyası demek), Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratıdır. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Mücâhid'in bu açıklaması nihayet Allah'ın boyasının İslâm olduğu anlamına gelir. Çünkü fıtrat yaratmanın başlangıcıdır. İnsanların üzerinde ilk olarak yaratıldıkları fıtrî din ise İslâm'dır. Mücâhid'den, el-Hasen, Ebû'l-Âl-iyye ve Katâde'den: Boya dindir, dedikleri rivâyet edilmiştir. Bunun aslı ise şudur: Hıristiyanlar çocuklarını suya boyuyorlardı (batırıyorlardı.) İşte onların vaftiz dedikleri şey budur. Bu işi yaparak; işte bu çocuklarımız için bir temizlemedir, derlerdi. İbn Abbâs der ki: Hıristiyanların bir çocukları olduğu zaman onun üzerinden yedi gün geçti mi onu vaftiz suyu ismi verilen bir suya daldırıyorlar ve sünnet olmak yerine bu su ile temizlemek kastıyla böyle yapıyorlardı. Çünkü sünnet de bir temizliktir. Onlar bu işi yaptıkları kimse için: İşte şimdi gerçek bir hıristiyan oldu, diyorlardı. Yüce Allah ise: "Allah'ın boyası" diye buyurarak onların bu kanaatlerini reddetmektedir. Yani Allah'ın boyası en güzel boyadır ki o da İslâm'dır. Burada yüce Allah'ın "dine" boya ismini vermesi istiare ve mecaz yoluyladır. Çünkü boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyor ise dinin öngördüğü ameller ve belirginlikler de o dine bağlı olan kimseler üzerinde öylece görülür. Hemdan hükümdarlarının şairlerinden birisi de şöyle demektedir: "Her kesim insanın kendilerine göre bir boyası vardır. Hemdanlıların boyası ise en iyi boyadır. Biz çocuklarımızı buna göre boyadık Boyalar arasında bizim boyamız ne güzeldir!" Şöyle de açıklanmıştır: Boyanmak İslâm'a girmek isteyen kimse için hıristiyanların vaftizi yerine gusletmek demektir. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır. Bu açıklamaya göre müslüman olan kâfirin gusletmesi bir ibadet ve vacip olur. Bu ise bir sonraki başlıkta ele alınacaktır. 2- Müslüman Olanın Gusletme Gereği: Çünkü bu açıklamaya göre "Allah'ın boyası" Allah'ın emrettiği gusul demek olur. Yani İslâm'a girdiğiniz takdirde Allah'ın sizin için farz kıldığı şekilde guslediniz. Nitekim Kays b. Âsım ile Sumame b. Usal, İslâm'a girdiklerinde Hazret-i Peygamber'in sünneti ile sabit olduğuna göre verilen emir bunu ifade etmektedir. Ebû Hâtim el-Bustî Sahih Müsnedinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir: Hanifeoğullarından olan Sumame (b. Usal) esir alındı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün onun yanından geçti, o da İslâm'a girdi. Hazret-i Peygamber onu Ebû Talha'nın etrafı duvar ile çevrili olan bahçesine gönderdi ve ona gusletmesini emretti. O da gusledip iki rek'at namaz kıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sizin bu adamınızın İslâm'a bağlılığı güzel bir şekilde olmuştur" diye buyurdu. Buna yakın ifadelerle bk. Müsned, II, 483'te geçmektedir. Daha mufassal ve nisbeten farklı rivâyetlerle de Müsned, II, 246, 304 ve 452'de yer almaktadır. Ayrıca bk. Buhârî, Salât 76, Meğâzî 70; Müslim, Cihâd 59; Ebû Dâvûd, Cihâd 114; Nesâî, Tahâre 127. Yine Kays b. Âsım'dan da rivâyet edildiğine göre Kays İslâm'a girince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona sidr karıştırılmış su ile yıkanmasını emretmiştir. Bunu en-Nesâî zikretmiş ve Ebû Muhammed Abdülhak da bunun sahih olduğunu belirtmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 129; Tirmizî, Cumua 72; Nesâî, Tahâre 126; Müsned, V, 61 Yüce Allah'a yaklaştırıcı bir ibadete de "sıbğa" adının verileceği de söylenmiştir. Bunu İbnu'l Faris, el-Mücmel"mde kaydeder. el-Cevherî de der ki: "Allah'ın boyası" Allah'ın dini demektir. Boyanın sünnet olmak demek olduğu da söylenmiştir. Hazret-i İbrahim sünnet olmuş ve hıristiyanlar çocuklarını suya bandırdıkları için bu boya sünnet olmak hakkında kullanılır olmuştur. Bu açıklama el-Ferrâ''ya aittir. "Biz O'na ibadet edenleriz" âyeti mübteda ve haberdir. 139De ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız size aittir. Biz O'na ihlasla ibadet edenleriz." el-Hasen der ki: Burada sözü geçen çekişmenin mahiyeti şu idi. onlar şöyle demişti: Biz size göre Allah'a daha yakınız. Çünkü bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Şöyle de denilmiştir: Bizim atalarımız ve kitaplarımız sizden öncedir. Ve bizim geçmişimizde putatapıcılık yoktur. Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia eden, atalarının ve kitaplarının sizden önce olması dolayısıyla Allah'a daha yakın olduklarını ileri süren şu yahudi ve hıristiyanlara ya Muhammed de ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" Yani Rabbimiz bir ve tek olduğu halde kendi iddianızı bize karşı mı delil getirmeye çalışıyorsunuz? Halbuki herkes yaptığının karşılığını görecektir. Dinin önce gelmiş olmasının etkisi nerede kaldı? "Allah hakkında" âyetinin anlamı ise Allah'ın dini hakkında, ona yakınlık ve onun nezdinde üstün bir değere sahip olmak hususunda, demektir. Çoğunluk: Siz bizimle., mı çekişiyorsunuz?" şeklinde okumuşlardır. Harekeli aynı cinsten, birbirinin misli olan iki harfin bir araya gelmesinin câiz olmaması ikincisinin ayrı bir harf durumunda olduğundan dolayıdır. İbn Muhaysın ise şeklinde -birbirinin misli olan iki harf bir arada bulunduğundan dolayı- idgamlı olarak okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu câiz olmakla birlikte büyük çoğunluğun kıraatine aykırıdır. " Benimle tartışır mısınız?" (el-En'am, 6/80) da ikinci nun'un hazfedilerek okunması da caizdir. Nitekim Nafi' de "Bana neyin müjdesini veriyorsunuz?" (el-Hicr, 15/54) diye aynı şekilde okumuştur. "Biz O'na ihlasla ibadet edenleriz." İbadetimizi O'na ihlasla yapan kimseleriz. Bunda onları azarlamak anlamı da vardır. Yani sizler Allah'a karşı ibadetlerinizi ihlasla yapmıyorken nasıl olur da size göre bizim için daha uygun olan ve bize daha yakışan bir şeyin iddiasında bulunuyorsunuz? İhlasın gerçek mahiyeti fiilin yaratıkların görmelerini istemek düşüncesinden arındırılması demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ben ortakların en hayırlısıyım. Her kim Benimle bir başkasını ortak koşarsa o (ortak koştuğu şey) Benim ortağıma aittir. Ey insanlar, amellerinizi yüce Allah'a halis kılınız, çünkü yüce Allah ancak kendisi için ihlasla yapılan şeyi kabul eder. Bu, Allah için ve akrabalık içindir demeyiniz. O takdirde o akrabalık için olur. Ondan Allah'a ait hiçbir şey olmaz. Bu Allah için ve sizin hatırınız için, demeyiniz. O takdirde o sizin hatırınız için olur ve ondan yüce Allah için hiçbir şey olmaz." Bunu ed-Dahhak b. Kays el-Fihrî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: ... dedi ve hadisi zikretti. Bu hadisi Dârakutnî zikretmiştir. Ruveym der ki: Amelin ihlasla yapılması kişinin bu ameli karşılığında dünyada da ahirette de herhangi bir karşılık istememesi ve iki melekten dahi onun için bir pay istememesidir. el-Cüneyd de der ki: İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki yazsın, şeytan da bilmez ki bozmaya çalışsın, heva da onun farkına varmaz ki onu başka taraflara meylettirsin. Ebû'l Kasım el-Kuşeyrî ve başkaları ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Ben Cebrâîl'e İhlasın mahiyeti hakkında sordum, da şöyle dedi: Ben de izzetin sahibi yüce Rabbimize İhlasın mahiyeti hakkında sordum O da şöyle buyurdu: O benim sırlarımdan bir sırdır, Ben onu kullarımdan sevdiğim kimsenin kalbine emanet ederim." 140Yoksa siz: "Muhakkak İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat yahudi ya da hristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı? Yanında bulunan Allah'tan gelmiş bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir? Allah işlediklerinizden gafil değildir." "Yoksa siz., mi diyorsunuz?" dediler, anlamındadır. Hamza, Kisaî ve Hafs'ın rivâyetine göre Âsım, bunu diyorsunuz şeklinde "t" harfiyle okumuşlardır. Güzel bir okuyuştur. Çünkü ifadeler arasında kopukluk yoktur. Sanki bunun anlamı şöyledir: Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz, yoksa peygamberler sizin dininiz üzere idiler mi diyorsunuz? demek olur. Bu taktirde ….yoksa anlamına gelen: muttasıl olur. Ancak bunu "ya" harfi ile okuyanların kıraatine göre munkatı' olur. …..Bu okuyuşa göre anlam ise şöyle olur: "Yoksa onlar... mi diyorlar?" Buna göre (139. âyetteki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" âyeti ile) bu ifadede sözü geçen hususlar iki ayrı söz olur ve bu takdirde kelimesi hayır, bilakis (... siz ... diyorsunuz) anlamında olur. "Yahudi" kelimesi, "idi"nin haberidir. "Muhakak"ın haberi ise cümlenin yapısı içerisindedir. Kur'ân'ın dışındaki sözlerde, "Yahudiler" anlamındaki kelimenin, "Muhakkak" anlamındaki edatın haberi olarak ref edilmesi mümkündür. Bu durumda "idi" anlamını veren nakıs fiil, amel etmez olur. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmektedir. "De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?" Bu, onların (yani önceki peygamberlerin) yahudi veya hıristiyan olduklarına dair iddiaları dolayısıyla bir taraftan onları azarlayıcı bir ifadedir, diğer taraftan da onlara doğruyu söyletmektir. Yüce Allah, onlara bu peygamberlerin halini sizden daha iyi bilir diyerek iddialarını reddetmektedir. Yani önceki peygamberler yahudi olmadıkları gibi hıristiyan da değillerdi. "Allah'tan gelmiş bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir?" Soru olmakla birlikte anlamı daha zalim hiç kimse olamaz demektir. "Yanında Allah'tan gelmiş bir şahitlik" âyeti ile onların bütün peygamberlerin İslâm üzere olduklarını bildiklerini anlatmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Burada kasıt, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerine dair kitaplarında yer alan bilgileri gizlemeleridir. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Ancak birinci açıklama âyetin gelişine daha uygundur. "Allah işlediklerinizden gafil değildir." Allah, onların işlerini başıboş bırakmayacağını ve amellerinin karşılıklarını onlara vereceğini haber vermektedir ve aynı zamanda bir tehdittir. Gafil: ihmali sebebiyle işlerin farkına varamayan kimse demektir. Üzerinde herhangi bir alamet ve imar izi taşımayan araziye denilen "el-gufl"den alınmıştır. Herhangi bir işaret ve alameti bulunmayan deveye de böyle denilir. Deneyimsiz bir kimse için de "raculun ğuflun" denilir. el-Kisaî ise yağmur yağmamış araziye "arzun ğuflun" denileceğini söylemiştir. Bir şeyi hatırlamakla birlikte terketmek halinde de aynı kökten gelen kelime kullanılır. 141Onlar bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da sizin. Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz. Tehdit ve korkutmak anlamını ihtiva ettiğinden dolayı bu âyet-i kerimeyi yüce Allah aynı şekilde tekrarlamaktadır, (bk. el-Bakara, 2/134) Yani önderliklerine ve faziletlerine rağmen o peygamberler kazandıklarının karşılığını göçeceklerine göre sizin böyle olmanız öncelikle sözkonusudur. Bundan dolayı aynı âyetlerin tekrarlanması gerekmiştir. İşte burada tekrarın sebebi budur. 142İnsanlardan sefih olanlar: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir." Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: "İnsanlardan sefih olanlar., diyecekler." Yüce Allah bunların mü’minlerin kıblesinin Şam tarafından Ka'be'ye doğru değiştirilmesi ile ilgili olarak "onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerini haber vermektedir. "Diyecekler" dediler anlamındadır. Yüce Allah burada mazi (di'li geçmiş)in yerine gelecek kipini kullanmıştır ki, bu ifade onların bu sözlerini sürdüreceklerini ve bunu devam ettireceklerini göstermektedir. "İnsanlardan" âyeti ile de özel bir kesime işaret etmiştir. Çünkü "sefihlik" cansızlar ve hayvanlar hakkında sözkonusudur. Bu âyette "sefih olanlar" ile kast edilenler, "onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyenlerin hepsidir. Sefihler (sufehâ); çoğul olup bunun tekili "sefih"tir. Aklı kıt ve hafif olan demektir. Dokuması hafif olan kumaşa da "sefih" dediklerinden bu kelimeyi kıt akıllılar hakkında da kullanmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kadınlar için bu kelimenin çoğulu "sefâih" şeklinde gelir. el-Müerric der ki: Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen çok yalancı ve çok iftiracı demektir. Kutrub'a göre çok cahil kimse demektir. Burada "sefihler" ile kastedilenler Mücâhid'e göre Medine'deki yahudilerdir. es-Süddî'ye göre münafıklardır. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri kıblenin değiştirilmesini kabul etmeyince şöyle dediler: Muhammed, doğduğu yere özlem duymaya başladı. Pek yakında sizin dininize geri dönecektir. Yahudiler de şöyle dediler: Bu işin içinden çıkamaz oldu, şaşırdı kaldı. Münafıklar ise: Yönelmiş oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir diye konuştular. Müslümanlarla da alay ettiler. "Çeviren" yani döndüren, başka tarafa yönelten "nedir?" 2- Kıblenin Değiştirilmesine Dair Rivâyetler: Hadis İmâmlarının İbn Ömer'den rivâyetlerine göre -lâfız Malikindir- o şöyle demiştir: Müslümanların Küba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: Bu gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân-ı Kerîm nazil oldu ve Ka'be'ye yönelmesi emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına (Beytu'l Makdis'e doğru) yönelmiş idi, Ka'be'ye doğru döndüler. Buhârî, Salât 32, Âhâd 1, Tefsir 2. sûre 16, 17, 19; Müslim, Mesacid 13; Nesâî, Salât 24, Kıble 3; Muvatta’'', Kıble 6. Buhârî'nin el-Bera'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Beytu'l Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullah'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, çıkıp rükû'a varmış oldukları bir halde bir mescid halkının yanından geçti, şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım. Oldukları gibi Beytullah'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullah'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş (şehid düşmüş) birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah imanınızı zayi edecek değildir." (el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu. Buhârî, Îman 30, Salât 31. Görüldüğü gibi bu rivâyette ikindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rek'atini kıldıktan sonra nazil olmuş ve namazda iken yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l Kıbleteyn, (iki kıbleli mescid) ismi verilmiştir. Ebû'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de bey'atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıbleye -veya Beytu'l Haram'a doğru- yöneldi. Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti. et-Temhîd, XVII, 46. Bu âyet-i kerimenin namazda olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka'be'ye doğru kılınan ilk namaz ise ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru kıblenin değiştirildiği sırada Ka'be'ye doğru ilk namaz kılan kişinin, Ebû Said b. el-Mualla'nın olduğu rivâyet edilmiştir. Şöyle ki: Mescid'e gitmekte olduğu bir sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müslümanlara minberin üzerinde irad ettiği hutbede kıblenin değiştirilmiş olduğunu söylediğini ve bu arada: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el-Bakara, 2/144) âyetini sonuna kadar okuduğunu işittim. Bunun üzerine arkadaşıma şöyle dedim: Gel, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberden inmeden önce iki rek'at namaz kılıverelim. Böylelikle Ka'be'ye doğru ilk namaz kılanlar biz oluruz. (Orada bulunan) koyun ve develerin arkasına saklanarak iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberden indi ve cemaate o günün öğle namazını kıldırdı. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) Ebû Said el-Mualla'nın bu hadisten başka rivâyet ettiği bir hadis yoktur, der. Şu kadar var ki Fâtiha Sûresi'nin faziletine dair .".. namaz kılıyordum, Resûlüllah beni çağırdı.." şeklindeki hadisini Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir, 1. sûre, b.l. Müsned, III, 450, IV, 211. Aynı yerde Ebû Sâid'den rivâyet edilen ve Hazret-i Ebû Bekir'in faziletine dair bir hadis daha vardır. Abdulganî en-Nablusî, Zehâiru'l-Mevârîs (III, 174)'de Nesâî'ye atfen bir hadis daha zikretmektedir. Böylece Ebû Sâid'den rivâyet edilen hadislerin toplam, dördü bulunmaktadır. Hadis daha önceden Fâtiha Sûresi'nin tefsiri 1. bölüm 1. başlıkta geçmiş bulunmaktadır. 3- Kıble Ne Zaman Değiştirildi? Hazret-i Peygamber'in Medine'ye gelişinden sonra kıblenin ne vakit değiştirildiği hususunda farklı rivâyetler vardır. Buhârî'de geçtiği üzere onaltı veya onyedi ay sonra denilmiştir. Buhârî, Saiât 31; Müslim, Mesâcid 12. Bunu Darakutnî de el-Bera'dan rivâyet etmiştir ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Medine'ye gelişinden sonra on altı ay süre ile Beytu'l Makdis'e doğru namaz kıldık. Daha sonra yüce Allah peygamberinin arzusunu bildiğinden: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el- Bakara, 2/144) âyetini indirdi. Dârakutnî, I, 273-274; Müslim, Mesâcid 11. Bu rivâyette şüphe sözkonusu olmaksızın onaltı ay zikredilmektedir. İmâm Mâlik ise Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet ettiğine göre kıblenin değiştirilmesi Bedir gazvesinden iki ay önce olmuştur. Muvatta’'', Kıble 7. İbrahim b. İshak der ki: Kıblenin değiştirilmesi, hicretin ikinci yılı Receb ayında olmuştur. Ebû Hâtim el-Büstî der ki: Müslümanlar tamı tamına on yedi ay üç gün Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldılar. Ebû Hâtim el-Busti, es-Siretu'n-Nebeviyye, Lübnan, 1407/1987, s. 157. Şöyle ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gelişi Rabiulevvel ayının Pazartesi'ye rastlayan onikinci günü idi. Yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini ise salı gününe rastlayan Şa'ban ayının ortasında vermiş idi. 4- Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti: İlim adamları Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e yönelme keyfiyeti hakkında da üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. el-Hasen der ki: Hazret-i Peygamber Beytu'l Makdis'e kendi görüş ve içtihadına dayanarak yönelmişti. Bu, İkrime ve Ebû'l-Aliye'nin de görüşüdür. İkincisine göre Hazret-i Peygamber, Beytu'l-Makdis ile Ka'be'ye yönelmek arasında muhayyer idi. O, yahudilerin îman etmelerini umarak ve onların İslâm'a ısınmaları arzusu ile Kudüs'e doğru yönelmeyi tercih etti. Bu görüş de Taberî'ye aittir. ez-Zeccâc der ki: Bu müşriklere imtihan olsun diyedir. Çünkü onlar Ka'be'ye alışmışlardı. İbn Abbâs ve başkalarından oluşan Cumhûrun kabul ettiği görüşe göre; Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmesi, kesinlikle yüce Allah'ın emir ve vahyi ile olmuştur. Daha sonra da yüce Allah bunu neshederek namazda Ka'be'ye yönelmesi emrini vermiştir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu âyetini gösterirler: "Senin yöneldiğin kıbleyi, ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde döneceklerden ayırdetmemiz için kıble yaptık." (el-Bakara, 2/143) 5- Hicretten Önce Kıble Neresiydi? Yine ilim adamları, Hazret-i Peygamber'e namazın Mekke'de ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Beytu'l-Makdis'e doğru mu idi, yoksa Mekke'ye (Ka'be'ye) doğru mu idi hususunda farklı iki görüşe sahiptirler. Kimisi: Mekke'de de kıble Beytu'l-Makdis'e doğru idi, Medine'de de onyedi ay süreyle böyle devam etti, daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye doğru yönelmesini emretmiştir, diyor. Bu görüş İbn Abbâs'ındır. Başkaları ise şöyle demektedir: Hazret-i Peygamber'e namazın ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Ka'be idi. O Mekke'de kaldığı sürece Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail'in kıldığı şekilde namaz kılmaya devam etti. Medine'ye geldikten sonra -süre ile ilgili görüş ayrılıklarına göre- onaltı veya onyedi ay süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini verdi. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bence konu ile ilgili iki görüşten daha sahih olanı budur. Başkası ise şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Bu, onların îmana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka'be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hazret-i İbrahim'in kıblesi olduğundan dolayı Ka'be'yi seviyordu. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Onun Ka'be'ye yöneltilmek istemesi ise Arapların İslâm'a girmeleri için daha bir teşvik edici unsur olduğundan dolayıdır da denilmiştir. Mücâhid'den nakledildiğine göre ise yahudilere muhalefet olsun diye Ka'be'ye yönelmek istemiştir. Ebû'l-Âl-iyye er-Reyahî'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Salih'in mescidinin kıblesi de Ka'be'ye doğru idi. Yine Hazret-i Mûsâ (Beytu'l-Makdis'teki) kayaya doğru ve Ka'be cihetine namaz kılardı. Hazret-i Mûsa'nın vefatından sonra İsrâiloğullarının Arz-ı Mukaddes'e girdikleri ve Beytu'l-Makdis'in Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman dönemlerinde, çok sonraları inşâ edildiği bilinmektedir. Buna göre ifadenin: Hazret-i Mûsa'nın da namazda Kabe'ye doğru yönelerek namaz kıldığına dair bölümü, gerçeği ifade etmektedir. Ka'be, bütün peygamberlerin kıblesidir. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. Bu âyet-i kerîme şanı yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitabında nâsih ve mensûh olduğunun açık delilidir. Daha önceden de açıklandığı gibi (el-Bakara, 2/106. âyet) istisna olarak kabul etmeyenlerin dışında ümmet bu hususta icma etmiştir. Yine ilim adamları Kur'ân-ı Kerîm'de ilk nesholunanın kıble olduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Bundan önceki başlıkta sözü edildiği gibi iki görüşten birisine göre; iki defa neshedilmiştir. Yine bu âyet-i kerîme, Sünnetin Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilebileceğinin delilidir. Şöyle ki; Peygamber Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmıştı. Bu hususta ise Kur'ân'da herhangi bir âyet yoktur. Buna dair hüküm ancak sünnetten gelmektedir. Daha sonra bu hüküm Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir. Buna göre: "Senin yöneldiğin" (el-Bakara, 2/143) âyetinin anlamı halihazırda üzerinde bulunduğun kıble demek olur. 8- Haber-i Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma: Yine bu âyet-i kerimede vahid haberin kat'î kabul edilebileceğine dair delil vardır. Şöyle ki: Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmak, onlara göre şeriatte kat'i bir emir idi. Diğer taraftan Küba'da namaz kılanlara haberci gelip kıblenin Mescid-i Harama doğru değiştirildiğini onlara bildirince onun sözünü kabul ettiler ve Ka'be'ye doğru döndüler. Böylelikle -zannî bilgi ifade ettiği halde- vahid habere dayanarak mütevâtir haberi terkettiler. İlim adamları bunun aklen câiz olup olmadığı ve vakıa olarak meydana gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hâtim der ki: Kabul edilen görüş eğer şeriat onunla taabbüdü istemiş ise aklen bunun câiz olacağı ve Küba mescidi olayı delil gösterilerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanında da bunun meydana geldiği şeklindedir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, tek tek valileri çevredeki bölgelere tayin edip gönderdiği ve bunların nâsih olanı da mensûh olanı da tebliğ ettikleri de delil gösterilmiştir. Ancak bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra mümkün değildir. Bunun delili ise ashab-ı kiramın şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır: Kur'ân-ı Kerîm ve tevatür yoluyla bilinen bir husus, vahid haber ile kaldırılamaz. Seleften olsun haleften olsun bunun câiz (mümkün) olabileceğini kabul eden kimse yoktur. Bunun imkânsız olduğunu kabul eden kimseler böyle bir şeyin muhal olan sonuca götürmesini delil göstermişlerdir, ki bu da zannî bir delil ile kat'î olarak bilinen bir hükmü kaldırmaktır. Küba mescidinde namaz kılanların kıssası ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vali tayin etmesi ise ya naklî ve tahkîkî olarak bilgi ifade eden karînelerin varlığına ya da ihtimali ve takdirî olarak bunun bilgi ifade eden karinelere bağlı olarak kabul edildiği şeklinde yorumlanır. 9- Neshedici Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu: Yine bu âyet-i kerimede neshedici hükmün kendilerine ulaşmadığı kimselerin ilk hüküm ile ibadetlerini sürdüreceklerine dair delil vardır. Bu husus, nâsihin varlığı ile birinci hüküm ortadan kalkar, onun varlığını bilmekle değil, diyenlerin görüşüne muhaliftir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Kübalılar haberci gelip kendilerine nesneden hükmü bildirinceye kadar Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya devam ettiler. Haberci gelince Ka'be'ye doğru yöneldiler. Buna göre neshedici hüküm ortaya çıktığı takdirde elbette ki önceki hükmü kaldırır. Fakat bu hükmün bilinmesi şartı vardır. Çünkü neshedici hüküm bir hitaptır. Kendisine ulaşmadığı kimseler hakkında hitap olması sözkonusu değildir. Bu husustaki görüş ayrılığının etkisi şurada görülür: Nesihten sonra ve neshin haberinin ulaşmasından önce yapılmış bulunan ibadetler iade edilir mi edilmez mi? Müvekkilinin kendisini azletmesinden ya da ölümünden sonra ve fakat vekilin bunu bilmesinden önceki tasarruflarının hükümleri ile ilgili mes'ele hakkındaki iki ayrı görüşün esasını da bu konudaki görüş ayrılığı teşkil etmektedir. Aynı şekilde başkasının sermayesini kâr ortağı olarak çalıştıran (Mâlikîlere göre mukârad, Hanefîlere göre amil)in hükmü de budur. Yine hakimi görev başına tayin eden kimsenin vefat etmesi ya da azledilmesi halinde de bu görüş ayrılığı sözkonusudur. Sahih olan ise bu kimselerden her bir kişinin yaptıkları fiilleri geçerlidir, hakimin verdiği hüküm reddedilmez şeklindedir. Kadı Iyad der ki: Azad edilip de azad edildiğini bilmeyen kölenin kendisi ile insanlar arasındaki ilişkilerinin hür kimsenin hükümlerine tabi olacağı, kendisi ile Allah arasındaki fiillerinin ise câiz olacağı hususunda mezhebimizde (Maliki mezhebinde) görüş ayrılığı yoktur. Azad edilen cariyenin azad edildikten sonra ve fakat azad edildiğini bilmeden önce (hürler gibi) örtünmeksizin kılmış olduğu namazlarını iade etmeyeceği hususunda görüş ayrılıkları yoktur. Şu kadar var ki Küba mescidi mes'elesine kıyasen eda etmekte olduğu ibadetinin hükmünü değiştirmeyi gerektiren herhangi bir husus ile karşı karşıya kalan kimse hakkında farklı görüşler vardır. Her kim belli bir durum üzere namaz kılar, sonra namazını tamamlamadan önce bu durumunda bir değişiklik olursa, o namazını kesmeksizin tamamlar ve bundan önce yaptıkları caizdir ve yeterlidir. Aynı şekilde üryan olarak namaz kılıp sonra namazda iken elbise bulan veya namazını sıhhatli iken başladığı halde hastalanan ya da hasta başladıktan sonra sağlığına kavuşan veya oturarak namaza başladıktan sonra ayağa kalkabilecek durumda olan yahut namazda olduğu halde azad edilen bir cariye de bundan sonra örtmediği yerlerini örtü alıp örter ve namazının geri kalan kısmını tamamlar. Derim ki: Yine namaza teyemmüm ile başlayıp da daha sonra suyu gören bir kimse namazını kesmez. Nitekim Mâlik, Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- ve başkaları da böyle demiştir. Namazını keseceği de söylenmiştir ki, bu da Ebû Hanîfe (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin görüşüdür. İleride bu husus gelecektir. Bu âyet-i kerimede vâhid haberin kabul olunacağının delili vardır. Selef bu husus üzerinde icma etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın değişik bölgelere tek tek elçilerini ve valilerini göndermesi şeklinde adet haline getirdiği uygulamasından da bunun kabul olunacağı tevatür ile bilinmektedir. Hazret-i Peygamber'in gönderdiği bu tek tek elçi ve valilerin gidiş maksatları ise insanlara dinlerini öğretip rasûllerinin emir ve yasaklara dair sünnetlerini tebliğ etmektir. 11- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi: Yine bu âyet-i kerimede Kur'ân-ı Kerîm'in Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine kısım kısım ve ihtiyaca binaen duruma göre nazil olduğunun delili vardır. Yüce Allah: "Bugün sizin için dininizi tamamladım.." (el-Maide, 5/3) âyetinde de belirttiği gibi dinini kemale erdirinceye kadar böylece sürüp gitmiştir. "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." Bu âyet, delil olarak ortaya konulmaktadır. Kıblenin değiştirilmesini ileri sürerek İslâm, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber hakkında şüphe uyandırmak isteyenlere karşı. Yani doğuların, batıların ve ikisi arasında bulunanların mutlak mülkü O'nundur. O bakımdan O, dilediği tarafa doğru yönelmek emrini vermek yetkisine sahiptir. Buna dair açıklamalar daha önceden de (el-Bakara, 2/115) geçmiş bulunmaktadır. "O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir." Yüce Allah'ın bu ümmete, İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıblesine ileterek hidâyeti göstermiş olduğuna işarettir. Sırat yol demektir. Müstakim (dosdoğru) ise herhangi bir eğriliği bulunmayan yol demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha, 1/6. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 143Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye. Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık. Gerçi o elbette büyük bir İştir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği kimseler hakkında değil. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah insanlara Raûftur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." Yani Ka'be nasıl Arzın vasatı (ortası) ise sizi de böylece vasat bir ümmet kıldık. Yani peygamberlerden aşağıda ve diğer bütün ümmetlerin üzerinde bir ümmet. Vasat, adaletli ve dengeli demektir. Bunun asıl anlamı ise herşeyin en övüleninin vasatı olduğundan dolayıdır. Tirmizî'nin Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık" âyeti hakkında, yani "adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık" dediğini nakletmektedir. Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Tefsir, 2. süre 8; Müsned, III, 9, 32. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Onların vasat olanları dedi ki" (el-Kalem, 68/28) diye buyurulmaktadır. Onların vasat olardan ise en mu'tedil ve en hayırlı olanları demektir. Şair Züheyr der ki: "Onlar vasat (mutedil adaletli) kimselerdir. İnsanlar hükümlerine razı olur Gecelerden birisi büyük (bir musibetle) gelirse." Bir başkası da şöyle demektedir: "Siz küçük bir iş olsun yahut büyük bir şeyi bilen Kabilelerin en vasatı (mutedil) olanlarısınız." Bir başkası da şöyle demiş: "İşlerde sakın aşırıya gitme Soru sorarsan da olmadık şeyler sorma Ve bütün insanlar arasında vasat (mutedil) bir kimse ol!" Vadinin vasatı (ortası) vadideki en hayırlı, suyu ve merası en bol olan yer demektir. Vasat aşırılığın da kusurun da uzağında kaldığı için övülmüştür. Yani bu ümmet hıristiyanların peygamberleri hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı gitmemiştir. Diğer taraftan yahudilerin peygamberlerine karşı kusurlu oldukları gibi o da peygamberlere karşı kusur işlememiştir. Hadîs-i şerîfte: "İşlerin en hayırlısı en vasat olanlarıdır" diye buyurulmaktadır. Bu hususta Hazret-i Ali'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Siz vasat olan yoldan ayrılmamaya bakınız. Çünkü daha yüksekte olan da ona doğru iner, daha aşağıda olan da ona doğru çıkar. Filan kişi kavminin en vasat olanıdır. Yahut kavminin vasıtası ya da vasatıdır, denildiğinde onların en hayırlıları ve soylularındandır, demek olur. Buradaki "vasaf'ın iki şey arasında bulunmak anlamıyla bir ilgisi yoktur. el-Cevherî der ki: "Arasında" tabirinin kullanılabildiği her yere "vast" denilir. Eğer bu tabir (iki şeyin arasında olmak sözkonusu olmadığından) kullanılamıyor ise o takdirde buna "vasat" ismi verilir. Kimi zaman bu da sükûnlu olarak "vast" şeklinde kullanılıyor ise de, uygun bir kullanım değildir. "İnsanlara karşı" mahşerde peygamberler lehine ümmetlerine karşı "şahitler olasınız." Nitekim Sahih-i Buhârî'de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği sabittir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde Nûh (aleyhisselâm) çağırılır. O da: Buyû' r, huzurundayım, emrine itaat etmeye hazırım Rabbim der. Yüce Allah: Tebliğ ettin mi? diye sorar, o: Evet deyince; ümmetine: Size tebliğ etti mi? diye sorulur. Onlar: Bize uyaran bir kimse gelmedi, derler. Yüce Allah: Peki senin lehine kim şahitlik edecek? diye soracak Hazret-i Nûh: Muhammed ve ümmeti diye cevap verir. Onlar da Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiğine dair şahitlik edecekler." "Peygamber de size şahit olsun diye." İşte yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye..." âyeti bunu anlatmaktadır..." Buhârî, İ'tisam 19; Tirmizî, Tefsir 2. sûre, 8; Müsned, III, 32. Bu hadisi İbnu'l-Mübarek bu manada daha uzun bir şekilde zikretmekte ve onda şu ifadeler de yer almaktadır: "O ümmetler şöyle diyecek: Bize yetişmemiş olan kimseler bize karşı nasıl şahitlik edecek? Şanı yüce Rabbimiz onlara şöyle der: Peki sizler yetişmediğiniz kimselere karşı nasıl şahitlik edersiniz? Şu cevabı verecekler: Rabbimiz Sen bize bir peygamber gönderdin ve bizim üzerimize ahdini, Kitabını indirdin. Bizlere onların tebliğ ettiklerine dair kıssaları anlattın. Biz de Senin izin verdiğin ahdine dayanarak şahitlik ediyoruz. Yüce Rab şöyle buyurur: Bunlar doğru söylediler. İşte aziz ve celil olan Rabbimizin: "Böylece sizi vasat -adaletli- bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber size bir şahit olsun diye." âyeti buna işarettir. İbn En'um der ki: Bana ulaştığına göre o gün Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti şahitlikte bulunacaktır. Bunlardan ise kalbinde kardeşine karşı düşmanlık besleyenler müstesna olacaktır. Hadisin bu bölümü: Müsned, III, 58de de yer almaktadır. Bir başka grup ilim adamı şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı ölümden sonra birbirlerine karşı yaptıkları şahitlik ile ilgilidir.. Nitekim Sahih-i Müslim'de Enes'ten gelen şu rivâyet yer almaktadır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir cenaze geçip de o cenazeden hayırla söz edilip övülünce "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" buyurdu. Arkasından bir başka cenaze onun yanından geçirilirken bu sefer o cenaze hakkında kötülükle söz edilince, Hazret-i Peygamber yine "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdu. Hazret-i Ömer bunun üzerine şöyle sordu: Anam babam sana feda olsun. Önce bir cenaze geçti, ondan hayırla söz edildi, sen: "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun, arkasından bir başka cenaze daha geçirildi, ondan da kötülükle söz edildi yine: "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kendisinden hayırla söz edip övdüğünüz kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisinden kötülükle söz edip yerdiğiniz kimseye de cehennem vacip olmuştur. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz." Müslim, Cenâiz 60. Buhârî de bu hadisi bu anlamı ifade edecek şekilde zikretmiştir. Buhârî, Şehadât 6, Cenâiz 86; Ebû Dâvûd, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 63; Nesâî, Cenâiz 50. Bu hadisin Buhârî ile Müslim'de bulunmayan rivâyet yollarından birisinde de Hazret-i Peygamber'in ayrıca: "İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye" âyetini da okur. Nevâdiru'l-Usûl, I, 466 Eban ve Leys, Şehr b. Havşeb'den o Ubade b. es-Sâmit'ten rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Benim ümmetime ancak peygamberlere verilmiş üç şey verilmiş bulunuyor: Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Bana dua et Ben de senin duanı kabul edeyim diye buyururdu, bu ümmete de: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim" (El-Mü’min, 40/60) diye buyurmuştur. Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Din hususunda Allah senin için bir zorluk kılmamıştır, demiştir. Yine Allah bu ümmete: "Din hususunda üzerinize bir zorluk kılmadı" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Allah bir peygamber gönderdiğinde onu kavmine karşı şahit kılardı. Ve Allah bu ümmeti bütün insanlara karşı şahit kılmıştır." Bu hadisi Ebû Abdullah Tirmizî el-Hakim "Nevâdiru'l Usul" Nevâdiru'l-Usûl, II, 556. adlı eserinde zikretmektedir. 3- Bu Ümmet Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi: Vasat Ümmet Olmak İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce Rabbimiz Kitabında bizlere adalet vasfını vermiş ve bütün yaratıklarına karşı şehadette bulunmak görevi ile görevlendirmiş olduğunu haber vermiş ve zaman itibariyle en son olsak dahi mekân ve mevki itibariyle bizi birinci konuma çıkarmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "Biz en son olanlarız, (fakat) ilkleriz" Müslim, Cumua 20; Buhârî, Cumua 1, Cihâd 109, Enbiya 54; Ta'bir 40, Diyât 15 aynı manada diye buyurmuştur. Bu ancak adalet sahibi olan kimselerin şahitlik edeceğine de delildir. Başkasının başkaları hakkındaki sözlerinin geçerli olması ancak adil olması halinde sözkonusudur. Yüce Allah'ın izniyle sûrenin son taraflarında (el-Bakara, 2/282. âyet 11. başlıkta) gelecektir. 4- İcma ve îcma'a Göre Hüküm Vermek: Bu âyette icmaın sıhhatine ve icma gereğince hüküm vermenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü ümmetin fertleri adaletli oldukları takdirde insanlara karşı şahitlik ederler. Her bir asır kendisinden sonrakine şahittir. Ashab-ı kiramın sözü tabiîne karşı hüccet ve şahittir. Tabiînin sözü de kendilerinden sonrakiler hakkında böyledir. Ümmet "şahitler" olarak tesbit edildiğine göre onların sözlerini da kabul etmek icabeder. Bununla ümmetin tümü kastedilmiştir, diyen kimselerin bu sözlerinin bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde kıyâmetin kopacağı zamana kadar üzerinde icma olunacak hiçbir hüküm sözkonusu olamaz. Buna dair geniş açıklamalar usul-u fıkıh kitaplarındadır. "Peygamber de size bir şahit olsun diye." Kıyâmet gününde amellerinize şahitlik etsin; lehinize şahitlik etsin yani sizin lehinize îman ettiğinize dair şahitlik etsin diye veya size karşı size tebliğ ettiğine dair şehadette bulunsun diye; anlamlarına geldiği söylenmiştir. "Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdetmek için kıble yaptık." Burada birinci kıblenin kastedildiği söylenmiştir. Çünkü "senin yöneldiğin" diye buyurulmaktadır. İkinci kıblenin sözkonusu edildiği de söylenmiştir. O takdirde ….yöneldiğin'deki di'li geçmişi ifade eden kelimesi zaid olur. Yani, halihazırda senin üzerinde bulunduğun kıbleyi., demek olur. Nitekim buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Buna benzer bir ifade de: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmet idiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) buyruğundadır. Burada kimisine göre (idiniz değil de) "en hayırlı bir ümmetsiniz" anlamındadır. Buna dair açıklamalar ileride (bu âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken) gelecektir. "O Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdetmemiz için." Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: "Bilelim (mealde: ayırdedelim)in anlamı, görelim şeklindedir. Araplar bilme'yi görmek yerine, görme'yi de bilmek yerine kullanırlar. Yüce Allah'ın: "Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedîte mi? " (el-Fil, 105/1) âyetinde olduğu gibi. Anlamı; bilmedin mi şeklindedir. Bunun, 'sizlerin Bizim o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdedebildiğimizi bilesin, diye' anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü münafıklar yüce Allah'ın, oluşlarından önce eşyayı bilip bilmediği hususunda şüphe etmekte idiler. Yakîn ehlini şüphe ehlinden ayırdetmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu İbn Fûrek ve Taberî, İbn Abbâs'tan nakletmektedirler. "Peygamber ve ona tabi olanlar bunu bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bu hususu kendi adına haber vermektedir. Nitekim ona tabi olanlar yaptığı halde, "emîr şu işi yaptı" denilmektedir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir. Güzel bir açıklamadır. "Muhammed bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah burada Hazret-i Peygamber'in bilmesini, Hazret-i Peygamber'in özelliğini ve faziletini göstermek üzere kendi yüce zatına izafe etmiştir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz kudsî hadisinde kinaye yoluyla şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyarete gelmedin." Müslim, Birr, 43. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Bunun anlamı, amellerin karşılığını görmeyi gerektiren görmek ile alakalı ilimdir, bilmektir. Şanı yüce Allah açıkta olanı da gaybı da bilir. Olmadan önce olacakları bilir. Değişen bilinen şeylerin halidir. Onun ilminde ise değişiklik olmaz. Aksine onun ilmi hepsine tek bir şekilde taalluk eder. Kitab-ı Kerîm'de bu türden varid olmuş bütün âyetler bu şekildedir. Mesela: "Tâ ki Allah mü’minleri bilsin, (ayırd etsin) içinizden şahitler edinsin." (Ali İmrân, 3/140); "Tâ ki, içinizden mücahidleri ve sabredenleri bilinceye (ortaya çıkarıncaya) kadar haberlerinizi de açıklayalım." (Muhammed, 47/31) ve buna benzer âyetler de böyledir. Bu âyet-i kerîme Kureyşlilerin: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Kureyş, Ka'be'ye yönelerek ibadete alışmış idi. Yüce Allah, Rasûlüne tabi olanla olmayanı açıkça ortaya çıkarmak için alışageldikleri şeylerden başkası ile sınamayı diledi. ez-Zührî şeklinde okumuştur. (O takdirde bu âyetin anlamı şöyle olur: "O peygambere uyanlar ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdedilsin diye...") "Peygambere" emretmiş bulunduğum Ka'be'ye yönelmek hususunda "uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden" dininden dönüp irtidat edeceklerden "ayırdetmemiz için kıble yaptık." Çünkü kıble, değiştirilince kimi müslümanlar irtidat etti, kimileri de münafıklık etti. Bundan dolayıdır ki yüce Allah: "Gerçi o" diye buyurmaktadır. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde'ye göre kıblenin değiştirilmesi "elbette büyük bir iştir." Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Gerçi o kıblenin değiştirilmesi büyük bir iştir. Yüce Allah'ın Gerçi o... çok büyüktür..." âyetinde (ve benzeri ifadelerde), el-Ferrâ''ya göre ile lâm bir arada gelirse...dan...başka değil, ancak... anlamındadır. (Buna göre: "Ancak o: ... çok büyüktür" diye meali verilir). Basralılar ise bunun "Muhakkak" olduğunu ve şeddesiz geldiğini söylerler. el-Ahfeş der ki: Yani şüphesiz kıble yahut kıblenin değiştirilmesi veya namazda dönülen tarafın değiştirilmesi çok büyük bir iştir. "Ancak Allah'ın hidâyet ettiği" yani kalplerinde imanın kendisi olan hidâyeti yarattığı "kimseler hakkında değil." Bu, yüce Allah'ın: "İşte bunların kalplerine imanı yazmıştır." (el-Mücadele, 58/22) âyetine benzemektedir. "Allah imanınızı zayi edecek değildir." İlim adamları bu âyetin Beytü’l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kimseler hakkında indiğini ittifakla kabul etmektedirler. Buhârî'de el-Bera b. Azib'in rivâyet ettiği hadiste önceden de geçtiği üzere (142. âyet 2. başlıkta) böylece sabit olmuştur. Tirmizî de İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'be'ye yöneltilince (ashab) şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kardeşlerimizin durumu ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah: "Allah imanınızı zayi edecek değildir" âyetini inzal buyurdu. Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir, 2. sûre 11. Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı namaza "îman " ismi verilmektedir. İmâm Mâlik der ki: Ben bu âyet-i kerîme vesilesiyle Mürcie'nin; namaz imandan değildir şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl söylediklerine şaşıyorum). Muhammed b. İshak der ki: "Allah" kıbleye yönelmek, peygamberinizi tasdik etmek suretiyle sahip olduğunuz "imanınızı zayi edecek değildir." Müslümanların ve usul âlimlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir. İbn Vehb, İbnu’l-Kasım, İbn Abdilhakem ve Eşheb İmâm Mâlik'ten: "Allah imanınızı" namazınızı "zayi edecek değildir" diye tefsir ettiğini nakletmektedirler. "Gerçekten Allah, insanlara Raûftur, Rahîmdir." Radıyallahü anh'fet, rahmetten daha ileri derecededir. Ebû Amr b. el-Alâ der ki: Radıyallahü anh'fet rahmetten daha çoktur, bunlasın anlamlan birbirlerine yakındır. Bizler bu kelimenin sözlük anlamını, ilgili şiirleri, diğer manalarını "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde göstermiş bulunuyoruz. Oraya bakılabilir. Kûfeliler ve Ebû Amr "feul" vezninde şeklinde okumuşlardır. Esedoğulları'nın şivesi böyledir. el-Velid b. Ukbe'nin şu beyiti de bu şekildedir: "Sakın o takipçilerin en kötüsü olma. Son derece raûf ve rahim olan amcasıyla çarpışan." el-Kisaî'nin naklettiğine göre ise Esedoğullarının şivesi "fa'l" vezninde şeklindedir. Ebû Cafer b. el-Ka'ka' ise hemzesiz ve sakil olarak şeklinde okumuştur. İster sakin olsun ister harekeli olsun yüce Allah'ın Kitabındaki her türlü hemzeyi böylece teshil ile okur. 144Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için herhalde seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi ona doğru çeviriniz. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yaptığından gafil değildir. İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "İnsanlardan sefih olanlar... diyecekler." (Âyet, 142) âyetinden önce inmiştir. "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini" Taberî'nin açıklamasına göre semaya doğru yüzünü döndürdüğünü "görüyoruz." ez-Zeccâc der ki: Göğe doğru bakıp bakıp durduğunu görüyoruz, demektir. Bu iki anlam birbirine yakındır. Özellikle "göğün" sözkonusu edilmesi ona izafe edilen ve ordan gelen şeylerin ta'zim edilmesi özelliğine sahip oluşundan dolayıdır. Yağmur, rahmet ve vahiy gibi. "Hoşnud olacağın" senin seveceğin anlamındadır. es-Süddî der ki: Hazret-i Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka'be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz" âyetini indirdi. Ebû İshak da el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)' Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıblesinin Ka'be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz" âyetini indirdi. Bu anlamdaki rivâyetler ve açıklamalar daha önceden (142. âyetin tefisirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. Âyet-i kerimenin "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" bölümüne dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a" yani Ka'be'ye "doğru" onun tarafına "çevir." Bu âyetin Ka'be'ye yönelmek emrini ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Beytullah'ın tümünün bulunduğu tarafa doğru yönelmek emredilmektedir. İbn Ömer der ki: Ka'be'deki oluk tarafına doğru dönmek emredilmektedir. Bunu İbn Atiyye nakletmiştir. Oluk ise Medine ve Şam halkının kıblesidir. Endülüs (İspanya) halkının da yöneldiği bir kıblesi vardır. Derim ki: İbn Cüreyc, Atâ'dan o İbn Abbâs'tan (Allah ondan ve babasından razı olsun) rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beyt, (Ka'be) Mescid-i Haram'da bulunanların kıblesidir. Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesidir. Harem bölgesi ise ümmetimin dünyanın doğusunda olsun batısında olsun bütün yeryüzü halkı için bir kıbledir." Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, II, 16. "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir" âyetinde geçen "eş-Şatr: ...a doğru"nun birkaç anlamı vardır. Taraf ve yol anlamına gelir. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi. O takdirde mekân zarfı olur. Yüzünün karşısında demeye benzer. Davud b. Ebi Hind der ki: İbn Mes'ûd'un kıraatinde: Artık yüzünü Mescid-i Haram doğrultusuna çevir" şeklindedir. Şair de der ki: "Ben Umm Zimba'a diyorum ki doğrult Develerin göğsünü Temimoğullarına doğru" Bir başka şair şöyle demektedir: "Düşmanınız, size saldırma ihtimali bulunan bölgeniz tarafından üzerinize gölge yaptı. Parça parça üstünüzü örten karanlıkları olan bir dehşet." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Var mı elçi olarak Âmr'a haber verecek? Artır"a doğru gidecek mesajın faydası ne?" Birşeyin "şatr"ı, yarısı anlamındadır. "Abdest imanın şatrıdır (yarısıdır)" Müslim, Tahare 1; Dârimi, Vudû' 2; Müsned, V, 342, 344. hadisi de bu anlamdadır. Bu kelime zıt anlamlı bir kelime de olabilir. Bir şeye doğru yöneldiği takdirde "satara" fiili kullanıldığı gibi oradan uzaklaştırılıp yüzçevirdiği takdirde de bu fiil kullanılır. Erkekler arasından "şatır" yakınlarını kötülükleriyle oldukça yoran ve uygun olmayan bir istikamette yürüyen kimseye denilir. Fiilin mazi şekli "şa-ta-radıyallahü anh" da "şa-tu-radıyallahü anh" da gelse, mastarı aynı şekilde "şetaret" ...diye gelir. Birisine "şâtır"ın ne anlama geldiği sorulmuş o da: Allah'ın yasakladığından alabildiğine uzaklaşmaya devam eden kimse demektir, diye cevap vermiştir. Her tarafın kıblesinin Ka'be olduğu hususu üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ka'be'yi gören bir kimsenin Ka'be'ye yönelmesinin farz olduğu ve Ka'be'yi görmekle ve hangi cihette olduğunu bilmekle birlikte ona yönelmeyi terkeden kimsenin namazının olmadığı, bu şekilde kıldıkları namazlarını iade etmekle yükümlü olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Bu icmaı Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) zikretmektedir. Yine ilim adamlarının icmaına göre Ka'be'yi görmeyen kimse Ka'be'nin bulunduğu tarafa, Ka'be'ye ve Ka'be cihetine doğru dönerek namaz kılmalıdır. Eğer hangi tarafta olduğunu bilemeyecek olursa, delil olarak kullanması mümkün olan yıldız, rüzgâr, dağ ve benzer herşeyi kullanması gerekir. Mescid-i Haram'da oturan bir kimsenin yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmesi ve Allah'tan ecri olduğuna inanarak ve ecrinin verileceğini umarak Ka'be'ye bakması gerekir. Çünkü Ka'be'ye bakmanın -dahi Atâ ve Mücâhid'in söylediklerine göre- ibadet olduğu belirtilmektedir. 4- Ka'be'yi Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi: Ka'be'yi göremeyen bir kimsenin kıbleye yönelirken bizzat Ka'be'ye isabet ettirmesi mi yoksa onun tarafına dönmesi mi farz olduğu ihtilaflıdır? Kimisi bizzat Ka'be'ye doğru yönelmesi gerektiğini söylemektedir. İbnu'l Arabî der ki: Şu kadar var ki, bu görüş zayıftır. Çünkü bu güç yetirilemeyen birşeyle mükellef tutmaktır. Kimisi de Ka'be tarafına yönelmenin farz olduğunu kabul etmiştir ki şu üç sebep dolayısıyla sahih olan görüş budur: a- Bu, teklifin kendisiyle alakalı olduğu mümkün olan bir husustur. b- Kur'ân-ı Kerîm'de emrolunan husus da budur. Çünkü yüce Allah: "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız" yani yeryüzünün doğu veya batısında olursanız "yüzlerinizi ona doğru çeviriniz" diye buyurmaktadır. c- İlim adamları Beyt'in eninden birkaç katı daha uzun olduğu kesinlikle bilinen uzunca saffı da delil göstermişlerdir. 5- Namaz Kılan Kimsenin Bakacağı Yer: Bu âyet-i kerimede İmâm Mâlik'in ve onun doğrultusunda kanaat belirtenlerin lehine açık bir delil vardır. Onlar namaz kılan kimsenin secde ettiği yere değil de önüne bakması gerektiğini söylerler. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve el-Hasen b. Hayy ise namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakmasının müstehab olduğunu söylerler. Kadı Şüreyh ise şöyle demektedir: Ayakta iken secde edeceği yere, rükûda iken ayaklarının bulunduğu yere, secdede iken burnunu koyduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir. İbnu'l Arabî der ki: O önüne bakar. Eğer başını eğecek olursa baş ile ilgili olarak hakkında farz olan kıyam, kısmen gitmiş olur. Halbuki baş azaların en şereflisidir. Başını dik tutup da gözü ile yere bakmak üzere kendisini zorlarsa bu ise büyük bir zorluk ve büyük bir sıkıntıdır. Dinde ise bizim için zorluk yoktur. Şu kadar var ki gücü yeten bir kimse için bu en faziletli olandır. "Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler" yani yahudiler ve hıristiyanlar, "bunun" kıblenin Beytu'l Makdis'ten Ka'be'ye doğru değiştirilmesinin "Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler." Onlar bunu dinlerinde de kitaplarında da bulunmadığı halde nasıl olur da bilebilirler? diye sorulacak olursa bu soruya iki şekilde cevap verilebilir: Birincisi, onlar kendi kitaplarında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak peygamber olduğunu bildiklerinden dolayı onun haktan başka birşey söylemeyeceğini ve haktan başka bir emir vermeyeceğini de bilirler. İkincisi, bazıları inkâr etse dahi onlar dinlerinde neshin câiz olduğunu bilmektedirler. Dolayısıyla kıblenin değiştirilmesinin câiz olduğunu da biliyorlar demektir. "Allah onların yaptıklarından gafili değildir." Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önceden(el-Bakara, 2/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Amir ve Hamza ile el-Kisaî, kitap ehline ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine hitaben. (...........): Yaptıklarınızdan, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş şekline göre de bu, şanı yüce Allah'ın kulların amellerini (karşılıksız bırakmayıp) ihmal etmeyeceğini, onlardan gafil olmadığını bildirmektedir. Bunda tehdid anlamı da vardır. Diğer kıraat İmâmları ise "ya" ile okumuşlardır. Meal de buna göredir. 145Yemin olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uymazlar. Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun. "Yemin olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar." Çünkü hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra kâfir olmuşlardır ve âyetler yani alâmetler ve belgeler onlara fayda vermez. "Kıble"nin teksir (kırık) çoğulu: "Kıbelun" şeklinde, salim müennes olarak "kibilâtun" şeklinde gelir. Kabilâtun şeklinde de olur, "kıblâtun" şeklinde de olur. Burada " Yemin olsun ki... sen" edatının cevabı Eğer" edatına cevap şekilde gelmiştir. Halbuki bunun cevabının geniş ve meydana gelen bir işle olması gerekir. Birincisinin cevabı ise gelecek ifade eden şekilde gelir. Buna dair el-Ferrâ' ile el-Ahfeş şu açıklamayı yapmışlardır: edatı için uygun gelen ifadelerle cevap verilmesi anlamının "getirsen" şeklinde olduğundandır. Edatına ise geçmişte olan bir kiple cevap verilebilir. Biri ötekinin yerine kullanılabilir. Mesela: Sen iyilik yaparsan sana da iyilik yapılır" demek mümkündür. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu (ekini) sararmış görürler..." (er-Rum, 30/51) Bunun anlamı ise: Eğer bir rüzgâr gönderse idik., şeklindedir. Ancak Sîbeveyh onlardan farklı olarak şöyle demektedir: kelimesinin anlamı in anlamından farklıdır. Dolayısıyla biri ötekinin yerine geçmez. Bu âyet-i kerimedeki bu bölümün anlamı: "Sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen dahi onlar yine senin kıblene uymazlar" şeklindedir. Ancak el-Ahfeş ile el-Ferrâ''ya göre: "Getirseydin.. uymazlardı" anlamına gelir. Sîbeveyh der ki: "Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu sararmış görürlerse, bundan sonra da muhakkak kâfir olurlar." (er-Rum, 30/51) yani kâfir olmaya devam eder giderler, şeklindedir. "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." Bir haber olmakla birlikte emir anlamını ihtiva etmektedir. Sakın böyle bir şeye yanaşma, demektir. Bundan sonra yahudilerin hıristiyanların kıblelerine, hıristiyanların da yahudilerin kıblelerine uymayacaklarını haber vermektedir. es-Süddî ve İbn Zeyd böyle demişlerdir. Bu, onların kendi aralarındaki ayrılıkları, birbirlerine sırt çevirdikleri ve sapık olduklarını bildirmektedir. Bazıları da şöyle demiştir: Bunun anlamı şöyledir: Onlardan İslâm'a girip de sana tabi olan, hiçbir zaman İslâm'a girmeyecek olanın kıblesine uyacak değildir. İslâm'a girmeyen de müslüman olanın kıblesine uyacak değildir. Ancak birinci açıklama şekli daha doğru görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun." Burda hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte asıl maksat hevasına uyması ve hevasına uyduğu için zalim olması mümkün olan ümmetine mensup kimselerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zalim olmasını gerektirecek herhangi bir iş yapması mümkün değildir. O halde bu âyet, ümmetinin kastedildiği şekilde açıklanır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) masumdur ve ondan böyle bir işin kesinlikle sadır olmayacağını biliyoruz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitap edilmesi bu işin ne kadar büyük olduğunu göstermek içindir ve bu şekilde hitap, ona indirildiğinden dolayıdır. "Hevâlar (ehvâ)" hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da "bunca ilimden sonra" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (120. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 146Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinde bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler. "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğulları gibi tanırlar." Bu cümle bir haber cümlesidir. Diğer taraftan bir önceki âyet-i kerimede geçen "zulmedenlerin sıfatı olması ve "tanırlar"ın da hal olması mümkündür. O takdirde meal şöyle olur: "... O zaman muhakkak onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları halde: kendilerine kitap verdiğimiz zâlimlerden olursun." Yani onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvvetini ve risaletinin doğruluğunu tanıdıkları halde (zulmedenlerden olurlar). Bunu Mücâhid, Katâde ve başkaları söylemiştir. Şöyle de denilmiştir: Bunlar kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru döndürüldüğünün hak olduğunu bilirler. Bu açıklamayı da İbn Abbâs, İbn Cübeyr, er-Rabi' ve yine Katâde yapmıştır. İnsanın kendi nefsi kendisine daha yakın olduğu halde özellikle oğulların tanınmasının sözkonusu edilmesi, insanın bir zaman gelip kendisini tanıyamayacağının sözkonusu olması, fakat çocuğunu tanımayacağı bir zamanın gelmeyeceği dolayısıyladır. Rivâyete göre Hazret-i Ömer, Abdullah b. Selam'a şöyle demiş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tanıyor musun? O şu cevabı verir: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum. "Öyle iken içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı" yani Mücâhid, Katâde ve Husayf’a göre Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı "gizlerler." Az önce belirttiğimiz şekilde Ka'be'ye yönelmeyi gizlerler, şeklinde de açıklanmıştır. "Bilip durdukları halde" âyeti inadı küfrün sıhhati (böyle bir küfür türünün sözkonusu edilmesinin yerinde olduğu) hususunda açık bir delildir. "Onlar, kalpleri bunlara inandığı halde zulümleri ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler." (el-Bakara, 2/89) âyetleri de bunu andırmaktadır. 147Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma. "Hak" yani Ka'be'ye yönelmek "Rabbindendir". Yahudilerin kendi kıblelerine dair bildirdikleri değildir. Ali (radıyallahü anh)'ın buradaki "el-Hak" kelimesini bir önceki âyetin sonunda yer alan "bilip durdukları halde" ile mansub okumuştur. Yani: Onlar Rabbinden gelen hakkı bilirler. Bu kelimenin "hakka sıkı sıkıya bağlı kal" takdiriyle mansub olması da mümkündür. Merfu olması ise mübteda veya bir mübteda takdirine göredir. O zaman: O, haktır, Rabbinden gelmiştir, anlamında olur. Ya da bir fiil takdir etmek de mümkündür. Yani hak sana Rabbinden gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Enbiya Sûresi'nde yer alan: "Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler de onlar yüzçeviricidirler. " (el-Enbiya, 21/24) âyetindeki "el-Hak" kelimesini mansup olmaktan başka türlü okuyan bir kimsenin olduğunu bilmiyoruz. Aralarındaki fark ise Bakara Sûresi'ndeki bu âyet-i kerîme bir âyet başlangıcıdır, Enbiya Sûresi'ndeki ise böyle değildir. "O halde sakın şüphe edenlerden olma." Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. Bir kimseye kimi zaman yakîn kimi zaman şüphe gelse ve biri ötekini bertaraf edecek olsa bu kökten (imtira) gelen kelimeler kullanılır, elmira' da buradan gelmektedir. Çünkü taraflardan her birisi ötekinin sözünden şüphe etmektedir. Birşey hakkında "imtira" ise şüphe etmek demektir. "Teman" de bu şekildedir. Taberî "el-mumterin"in "şüphe edenler" demek olduğuna delil olmak üzere el-A'şâ'nın şu beyitini nakletmektedir: "(Kendilerini dürterken koşup koşmayacakları hususunda) şüphe eden (binici)lerin(in) bacaklarına, -serap görüldüğünde- Güzel koşularla memeden sağılan süt gibi cevap verirler." İbn Atiyye der ki: Taberi bu hususta yanılmıştır. Çünkü Ebû Ubeyde ve başkaları şöyle demiştir: Beyitte geçen "el-mumterîn", atlarının koşmasını süt sağıyormuşçasına atlarını koşsun diye topuklayanlar demektir. Beyitte Taberi'nin dediği şekilde "şüphe" anlamı yoktur. Derim ki: Hayır, bunda "şüphe" anlamı vardır. Çünkü, bincinin atını alışageldiği şekilde koşacak mı koşmayacak mı, deneme maksİsmi ile topuklaması anlamına gelme ihtimali de vardır, demek maksadıyla atını bu şekilde topuklamak, ya atının başına bir iş gelip gelmediğini öğrenmek ya da ne kadar koşabildiğim anlamak maksadıyla satın aldığı sırada olur. el-Cevherî der ki Kamçı ya da başka bir şey ile atın koşmasını anlamak kasdıyla vurmak, demektir. İsmi el-miryetu veya el-muryetu şeklinde gelir. Dişi devenin memeleri süt versin diye sıvazlandığı vakit de bu kökten gelen kelime kullanılır. Sütünün geldiğini ifade etmek için ise (........) denilir. Bunun ismi ise yalnız "el-miryetu" ...diye gelir ve "el-muryetu" şeklindeki söyleyişi yanlıştır. "el-miryetu" şüphe demektir. Ötreli okunduğu da olur. Bu âyet-i kerimede bu kelime her iki şekilde de okunmuştur. 148Herkesin bir yönü vardır. O yüzünü ona doğru döndürür. Öyle ise siz de hayırda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü biraraya getirir. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Herkesin Bir Kıblesi Vardır: "Herkesin bir yönü vardır." Viche: Yön (yüzyüze gelmek anlamına gelen) muvâcehe'den gelmektedir. Viche, cihet ve vech aynı anlama gelir. Burada maksat kıbledir. Yani onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uymazsın. Haklı veya hevasına dayanarak, herkesin bir kıblesi vardır. 2- Herkes Kendi Kıblesine Yönelir: "O, yüzünü ona doğru döndürür." Buradaki "o" zamiri "herkes" lâfzına aittir, onun anlamına değildir. Çünkü bu zamir anlama ait olsaydı şöyle demek gerekirdi: "Onlar yüzlerini ona doğru döndürürler." Buradaki âyetin anlamı ise: O kendi yüzünü ve şahsını oraya döndürür. Yani her bir din mensubunun bir kıblesi vardır. O kıbleye sahip olan kişi kendi kıblesine yüzünü döndürür. Bu, er-Rabi', Atâ ve İbn Abbâs'ın görüşüdür. Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: "Yüzünü ona doğru döndürür." Yani ona doğru yönelir. İbn Abbâs ve İbn Âmir meçhul olarak "o ona doğru döndürülür" anlamında şeklinde okumuşlardır. Bu kıraate göre zamir tek kişiye ait olur. Yani insanlardan her bir kimsenin bir kıblesi vardır. Ve her bir kişi o kıblesine göre döndürülür. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır. Çoğunluğun okuyuşuna göre "o" zamirinin - daha önce zikredilmemiş olmakla birlikte - yüce Allah'a ait olması da muhtemeldir. Çünkü bu işin failinin Allah olduğu bilinen bir husustur. Anlamı şöyle olur: Her bir din sahibinin bir kıblesi vardır. Allah o din sahibi kimseyi o kıbleye döndürür. (Dönmesini emreder). Taberî'nin naklettiğine göre bazıları :" Her cihete döndüren odur" şeldinde okumuşlardır. İbn Atiyye der ki: Taberî bu okuyuşu hatalı görmekle birlikte uygun ve açıklanabilir bir kıraattir. Yani sizler Allah’ın sizi döndürdüğü her yöne doğru (dönünüz) ve hayırlarda yarışınız. Bununla öteki arasında fark gözeterek, size emrettiği şeylere itiraz etmeyiniz. Yani her hususta size düşen, itaat etmekten ibarettir. Burada "öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışınız" emrinden önce "herkesin bir yönü vardır" âyetinin gelmesi dönülen yöne verilen önemden dolayıdır. Nitekim mef'ûl de bu sebepten dolayı daha önce gelir. Ebû Amr ed-Dâni, bu kıraatin İbn Abbâs'dan nakledildiğini belirtmektedir. "Viche" kelimesinde "vâv" harfinin salim bir harfmiş gibi kalması, '"ıde:vaad" ile "zine: ağırlık, tartı" kelimelerinden farklı olması ve "cihet" kelimesinin zarf, diğerlerinin mastar oluşundan dolayıdır. Ebû Ali (el-Fârisî) der ki: Bazıları, bunun kıyasa aykırı okrak istisna kabilinden salim (harf-i illetsiz) bir kelime imiş gibi kullanıldığı ve mastar olduğu kanaatindedir. Bazılarının kanaatine göre ise, bu kelime isimdir, mastar değildir. Ebû Ali'den başkalarına göre mastar kullanılmak istenirse "cihet" şekli kullanılır. Bazan zarf olarak da bu şekil kullanılabilir. 3- Hayırlarda Yarış ve Namazın İlk Vaktinde Kılınması: "Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın." Yani yüce Allah'ın size emretmiş olduğu Beytu'l-Haram'a doğru yönelmekte acele ediniz. Her ne kadar bu âyet, genel olarak bütün itaatleri yapmak için eli çabuk tutmayı teşvik anlamını ihtiva etmekte ise de, âyet-i kerimelerin konu ile ilgili akışı dolayısıyla maksat, sözü geçen kıbleye yönelmektir. Bunun anlamı ise -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- namazın, vaktinin başlarında kılınması hususunda eli çabuk tutmaktır. Nesâî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Resûlüllah (s. a) şöyle buyurmuştur: "Namazı vaktinin erken saatlerinde kılan kimsenin misali, bir deve kurban edene benzer. Ondan sonra kılanın misali, bir inek kurban edene benzer. Ondan sonra namaz kılanın misali bir koç kurban edene benzer. Ondan sonra kılanın misali ise bir tavuk tasadduk edene benzer. Ondan sonra kılanın misali ise bir yumurta tasadduk edene benzer." Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Davûd Tahâre 127; Nesâî, Cumua 13; Tirmizî, Cumua 6; Muvatta’'' Cumua 1; Müsned, II, 460. Darakutnî de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse namazı vakti içinde kılmakla birlikte, vaktin ilk girdiği sıralarında (kılmadığından) kendisi için ailesinden ve malından daha hayırlı olan şeyleri terketmiş olur." Darakutnî, I, 248. Bunu Mâlik Yahya Said'in sözü olarak nakletmiştir. Muvatta’'', Vukût 23. Yine Darakutnî İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Amellerin en hayırlısı vaktinin başlarında kılınan namazdır." Darakutnî, I, 247. İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyette ise "ilk vakitte kılınan namazdır" anlamındadır. Darakutnî, I, 247. Yine Darakutnî İbrahim b. Abdülmelik'ten o Ebû Mahzure'den, o babasından o dedesinden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Vaktin başlangıcı Allah'ın rızası, vaktin ortası Allah'ın rahmeti, vaktin sonu ise Allah'ın affıdır." Darakutnî, I, 250. İbnu'l Arabî de şunları eklemektedir: Ebû Bekr dedi ki: Allah'ın razı olmasını biz Allah'ın affından daha çok severiz. Çünkü Allah ihsan edicilerden razı olur. Affetmesi ise kusurlular hakkındadır. Şâfiî'nin tercih ettiği görüş de budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demiştir: Vaktin sonu daha faziletlidir. Çünkü vücub zamanı odur. İmâm Mâlik ise konuyla ilgili etraflı açıklamalarda bulunmuştur: Sabah ve akşam namazının vakitlerinin ilkinde kılınmaları daha faziletlidir. Sabahın ilk vaktinde kılınışının daha faziletli oluşu Hazret-i Âişe (r. anha)'dan gelen şu rivâyet dolayısıyladır. "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını kılar, ondan sonra da kadınlar örtülerine bürünmüş oldukları halde namazdan dönerlerdi de alacakaranlıktan dolayı tanınmazlardı." Buhârî, Mevâkît 27, Ezan 163; Müslim, Mesâcid 230-232; Ebû Dâvûd, Salât 8; Tirmizî, Salât 2; Nesâî, Mevâkît 25, Sehv 101; Dârimî, Salât 20; Müsned, VI, 33, 37 v.s. Akşam namazının ilk vaktinde kılınışının sebebi ise Seleme b. el-Ekvâ'dan gelen şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneş batıp da perdenin arkasına saklandığında akşam namazını kılardı. Müslim, Mesâcid 216. Bu iki hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Yatsı namazına gelince İmâm Mâlik'e göre bunun sonraya bırakılması gücü yeten kimse için daha faziletlidir. İbn Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Bir seferinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yatsı namazını kıldırmak üzere bekleyip durduk. Gecenin üçte biri veya daha fazlası geçtikten sonra yanımıza çıkıp geldi. Aile halkındaki bir durum ile mi uğraştı, yoksa başka bir durum mu vardı, bilemiyoruz. Yanımıza çıktığında şöyle dedi: "Sizler öyle bir namazı bekliyorsunuz ki sizin dışınızda herhangi bir din mensubu bu namazı beklemez. Ve eğer ümmetime bu ağır gelmeyecek olsaydı (her zaman) bu saatte onlara namaz kıldırırdım." Müslim, Mesâcid 220; ayrıca bk. Buhârî, Mevâkît, 24, 25. Buhârî'de de Enes (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını gece yarısına kadar te'hir etti, sonra namaz kıldı., dedi ve hadisin geri kalan kısmını nakletti. Buhârî, Ezan 156. Yatsı namazının tehirine dair hadislerin yerleri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Hadis, I, 31. Ebû Berze der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını geciktirmeyi severdi. "Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmekten çekinmezdi" şeklinde: Buhârî, Ezan 104 Öğle namazına gelince bu namaz gaflet halinde iken gelir insanları bulur. O bakımdan gerekli hazırlıklarını yapıp bir araya toplanabilecekleri bir zamana kadar geciktirilmesi müstehaptır. Ebû'l Ferec der ki: Mâlik dedi ki: Aşırı sıcak zamanlarında öğle namazı dışında, bütün namazlarda vaktin ilki daha faziletlidir. İbn Ebi Uveys de der ki: Mâlik zeval esnasında öğle namazının kılınmasını mekruh görürdü. Fakat bundan sonra kılınmasını uygun görür ve şöyle derdi: İşte o vakit namaz kılmak, Hâricîlerin namazıdır. Buhârî'nin Sahih'iyle Tirmizî'nin Süneni'nde Ebû Zer el-Gıfarî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir seferde bulunuyor idik. Müezzin öğle namazına ezan okumak istedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: Havanın serinlemesini bekle, dedi. Daha sonra yine ezan okumak istedi yine Hazret-i Peygamber ona: Havanın serinlemesini bekle dedi, Nihayet bizler tepelerin gölgelerini gördük. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aşırı sıcak cehennemin ateşinin kızmasından dolayıdır. O bakımdan sıcak olduğu takdirde siz de namazı serin vakitlere bırakınız." Buhârî, Mevâkît 10, Ezan 18; Ebû Dâvûd, Salât 4; Tirmizî, Salât 5; Müsned, V, 155, 162, 176 Müslim'in Sahih'inde de Enes'ten rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazını güneş zevale erdi mi (batıya doğru kaydı mı) kılardı. Her iki hadisi bir arada şöylece telif edebiliriz: Enes'in rivâyeti, hava serin ise acele ettiğini ortaya koyarken; sıcak olduğunda Hazret-i Peygamber namazı serin vakte bırakırdı şeklinde anlaşılır. Ebû Îsa et-Tirmizî der ki: "İlim ehlinden kimisi fazla sıcak olduğu takdirde öğlen namazının geciktirilmesini tercih etmiştir. Bu aynı zamanda İbn el-Mübarek, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. İmâm Şâfiî de der ki: Eğer mescid halkı uzaktan geliyor ise öğlen namazının serin bir vakte bırakılması uygundur. Tek başına namaz kılan ile kendi mahalle mescidinde namaz kılan kimse için daha çok sevdiğim husus aşırı sıcakta namazı sonraya bırakmamasıdır. Ebû Îsa der ki: İleri derecede sıcak olduğu takdirde öğle namazının geciktirilmesi görüşünü kabul edenlerin görüşüne uymak daha uygun ve daha yerindedir. Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'ın kabul ettiği uzaktan gelen kimseler ile insanlara zorluk dolayısıyla uygun gördüğü ruhsata gelince; Ebû Zer (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadiste Şâfiî'nin dediğinin aksine delalet eden ifadeler vardır. Ebû Zer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir yolculukta bulunuyor idik. Bilal öğle namazı için ezan okudu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ey Bilal serinleyinceye kadar bırak sonra (yine) serinleyinceye kadar bırak" dedi. Eğer durum Şâfiî'nin kabul ettiği gibi olsaydı böyle bir vakitte namazı serinleyinceye kadar bırakmanın bir anlamı olmazdı. Çünkü yolculuk esnasında bir arada bulunuyorlardı ve ayrıca uzaktan namaza gelmelerine ihtiyaçları yoktu." Tirmizî, Salât 5'te 157 nolu hadisten sonraki açıklamaları. İkindi namazına gelince onun erken kılınması daha faziletlidir. Bizim mezhebimize göre cemaatin toplanması ümidiyle namazın geciktirilmesi erken kılınmasından daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü cemaatin ne kadar faziletli olduğu bilinen bir husustur. Vaktin başının fazileti ise pek bilinmemektedir. Bilinen bir hususun elde edilmeye çalışılması ise daha uygundur. Bunu İbnu'l-Arabî böyle demiştir. 4- Kıyâmet Günü Hepimizi Toplayacaktır: "Nerede olursanız Allah tümünüzü" kıyâmet gününde "biraraya getirir." Bundan sonra yüce Allah kendi zatını herşeye kadir olmakla nitelendirmektedir. Çünkü böyle bir niteleme, ölümden ve çürümekten sonra tekrar diriltmektan söz etmek için tam bir münasebet (uygunluk) arzetmektedir. 149Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette ki bu, Rabbinden gelen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Âyetin tefsiri için bak:150 150Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür. Siz de her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün. Tâ ki aralarında -zulmedenlerin dışında- insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun ve tâ ki size olan nimetimi tamamlayayım; siz de hidâyete kavuşmayı ümit edebilesiniz. "Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür." 149. âyet kısmen 150. âyete, kısmen de daha önce geçen 144. âyetin son bölümlerine benzediğinden ayrıca tefsir edilmemiştir. Bu âyetin Ka'be'ye yönelme emrini pekiştirmek ve bu hususa verilen önemi belirtmek için geldiği söylenmiştir. Çünkü kıblenin değiştirilmesi onlara gerçekten ağır gelmiştir. Burada emir bir daha pekiştirilerek insanlara bu işe verilen önemi göstermek istemiş ve böylelikle bu işin onlara daha hafif gelmesi ve huzur içerisinde bunu kabul etmeleri sağlanmak istenmiştir. Bir diğer görüşe göre ise birinci emirden kasıt, sen yüzünü Ka'be tarafına doğru çevir yani Ka'be'nin karşısında namaz kıldığın takdirde onu gör ve bizzat kıblen ona doğru olsun, anlamındadır. Bundan sonra da: "Siz de her nerede olursanız" ey müslümanlar, Medine'de ve Medine dışındaki sair mescidlerde nerede olursanız olun, "yüzlerinizi onun tarafına döndürün" diye buyurulmuştu. Bundan sonra da "Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru döndür" diye buyurmaktadır. Bu da yolculuk halinde Ka'be'ye yönelmenin vücubunu ifade eder. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında nerede bulunulursa bulunulsun Ka'be'ye yönelme emrini ifade etmektedir. Derim ki: Bu görüş birincisinden daha güzeldir. Çünkü bununla her bir âyetin belli bir faydaya, belli bir anlama işaret ettiğine dair bir yorum vardır. Darakutnî'nin rivâyetine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yolculukta bulunup da bineği üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak istedi mi kıbleye doğru yönelir, tekbir alır sonra da bu haliyle bineği hangi tarafa dönerse yine namazına devam ederdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Sefer 8; Dârakutnî, I, 396. Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr de bu görüştedir. İmâm Mâlik'in görüşüne göre kıbleye yönelmesi gerekmez. Çünkü İbn Ömer'den gelen hadiste şöyle dediği belirtilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medine'ye doğru gelirken bineği üzerinde namaz kılardı. İbn Ömer der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır." (el-Bakara, 2/115) âyeti buna dair nazil olmuştur. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 33. Açıklamalar ise önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. el-Bakara, 2/115. âyet 3. başlık. Derim ki: Her iki hadis arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü bu tür hadisler mutlak ve mukayyed kabilindendir. Şâfiî'nin görüşü de daha uygundur. Bu konuda Enes'ten gelen Hadîs-i şerîf de sahihtir. Rivâyet edildiğine göre Ca'fer b. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerîm'de kıssaların tekrarlanmasının ne anlam ifade ettiği sorulur o da şöyle der: Yüce Allah bütün insanların Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyemeyeceğini bildiğinden dolayıdır. Eğer aynı kıssa tekrarlanmamış olsaydı bazı insanların bunu bilmeleri bazılarının da bilmemeleri sözkonusu olurdu. Böylelikle bu kıssanın Kur'ân-ı Kerîm'i kısmen ezberleyenler tarafından da bilinmesi için tekrarlanmıştır. "Tâ ki aralarında zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın." Mücâhid der ki: Burada sözü geçen zulmedenler Arap müşrikleridir. Onların ileri sürdükleri delil ise: Sen bizim kıblemize geri döndün şeklinde idi. Bu sözlerine: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır" âyeti ile (el-Bakara, 2/142) cevap verilmiştir. Şöyle de denilmiştir: "Tâ ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın" âyetinin anlamı şöyledir: Onlar sizlere: Ka'be'yi görmediğiniz halde Ka'be'ye yönelmekle emrolundunuz, diyemesinler. Çünkü yüce Allah: "Siz de her nerede olursanız yüzlerinizi O'nun tarafına döndürün" diye buyurunca ileri sürebilecekleri delil de ortadan kalkmaktadır. Ebû Ubeyde der ki: "Burada yer alan : Dışında, kelimesi "vav" anlamındadır. Yani; Ve tâ ki zulmedenlerin de size karşı bir delilleri kalmasın anlamındadır. Bu "vav" anlamına gelen bir istisnadır. Şairin şu sözleri de bu türdendir: "Medine'de bir tek evden başka ev yoktur Halifenin evi, Mervan'ın evi dışında." Burada şair, Medine'de halifenin eviyle Mervan'ın evi dışında ev yoktur, demek istemiştir. Yüce Allah'ın: "Ancak îman edip salih amel işleyenler müstesna, onlar için kesintisiz bir ecir vardır." (et-Tin, 95/6) âyeti hakkında da böyle denilmiştir. Yani îman edip salih amel işleyenler için... vardır. ez-Zeccâc ise bu görüşün tutarsız olduğunu belirterek şunları söylemiştir: Böyle bir açıklama nahiv bilginlerince ileri derecede hatalı görülmüştür ve bu açıklamaya göre kelimelerin anlamları iptal edilmektedir. Bu açıklamaya göre istisna edatı ile ondan sonrasının ayrıca zikredilmesine gerek yoktur. Bunlara göre bu istisna birinci türden değildir (istisna munkatı'dır). Zulmedenler, işte onlar size karşı delil getirmeye kalkışırlar, demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Yani Allah sizlere kıble hususunda nasıl delil getireceğinizi: "Herkesin bir yönü vardır, o yüzünü ona doğru döndürür." (el-Bakara, 2/148) âyeti ile göstermiş bulunmaktadır ki; "İnsanların size karşı bir delilleri kalmasın". Bundan tek istisna ise, kendisi için bu husus açıklık kazanmış olmasına rağmen haksızlık yaparak aklı sıra delil getirmeye kalkışan zâlimlerdir. Nitekim günlük konuşmamızda şöyle dediğimiz olur: Senin bana karşı zulmün veya bana zulmetmenin dışında getirebileceğin bir delilin yoktur. Bunun anlamı ise: Senin ileri sürebilecek hiçbir delilin yoktur, fakat sen bana zulmediyorsun, şeklindedir. Burada karşı tarafın zulmüne "delil" adının verilmesi zulmü delil diye gösterenin, çürük olmasına rağmen, ona "delil" ismini vermesinden dolayıdır. Kutrub da der ki: Bu âyetin anlamı şöyle olabilir: Tâ ki insanların sizlere karşı -zulmedenlere karşı olması müstesna- ileri sürebilecek herhangi bir delilleri olmasın. Buna göre "zulmedenler" anlamındaki ism-i mevsul, "sizler" anlamındaki zamirden bedel olur. Kimisi de buradaki istisna muttasıl bir istisnadır, demiştir. Bu anlamı verecek açıklamalar İbn Abbâs'tan ve başkalarından nakledilmiştir. Taberî de bu açıklamayı tercih eder ve şöyle der: Yüce Allah kıbleye yönelmeleri hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ashabına karşı herhangi bir kimsenin ileri sürebileceği bir delilinin olamayacağını belirtmektedir. Yani tutarsız ve çürük delil getirme dışında hiçbir kimsenin size karşı ileri sürebileceği bir delili yoktur. Onların bu tutarsız delilleri ise: Ne diye kıblelerinden döndüler, Muhammed dininde hayrete düştü, o bizim kıblemize ancak bizim ondan daha çok hidâyet üzere oluşumuzdan dolayı yönelmiştir ve buna benzer ancak bir putperestin yahut bir yahudi ya da bir münafikın söyleyebileceği türden sözlerdir. Hüccet (delil); burada davalaşmak ve tartışmak anlamına gelen delil getirmek demektir. Yüce Allah bu davranışa "hüccet" ismini vermekte ve zâlimler tarafından haksızca ileri sürüldüğünden dolayı da bunun tutarsız olduğunu hükme bağlamaktadır. İbn Atiyye der ki: Buradaki istisnanın munkatı' bir istisna olduğu da söylenmiştir. Munkatı' istisna olabilmesi için "insanlar" ile yahudilerin kastedilmesi daha sonra Arap kâfirlerin istisna edilmesi gerekir. Şöyle buyurmuş gibi olur: Fakat zulmedenler size karşı delil getirirler (tartışırlar). Ancak burada "aralarından" diye buyurulmuş olması böyle bir açıklamayı reddetmektedir. Bunun anlamı şudur: Fakat zulmedenler -bunlardan kasıt ise, Muhammed tekrar bizim kıblemize geri döndü, ileride bütünüyle bizim dinimize dönecektir, şeklindeki sözleri söyleyen Kureyş kâfirleridir- size karşı delil getirmeye kalkışırlar, demektir. Bunun kapsamına ise bu husus hakkında yahudilerin dışında ileri geri konuşan herkes girmektedir. İbn Abbâs ile Zeyd b. Ali ve İbn Zeyd, hemze'yi üstün ve lâm'ı şeddesiz diye okumuşlardır. Buna göre burası yeni bir söz başlangıcı olur. O takdirde "zulmedenler" bir ibtida olur. (Anlamı da: Dikkat edin, zulmedenler..." Ya da bu iğra anlamına gelir. O takdirde " .... ler" mukadder bir fiil ile mansub olur. (Mesela: Onlardan zalim olanlara karşı dikkatli olunuz, anlamına gelir). "O halde onlardan" yani insanlardan "korkmayın, Benden korkun." Haşyet, (korku); aslında sakınmaktan dolayı ortaya çıkan kalpteki bir huzurdur. Korku (havf) ise; kendisi sebebiyle organların çabuk hareket ettiği kalpteki bir korkudur. Onun sebebiyle organlar çabuklaştığından dolayı buna "havf" ismi verilmiştir. Âyetin ifade ettiği anlam ise: Yüce Allah dışında kalan herkesin fakir ve küçük olduğunu belirtmektir. Ayrıca insanlara aldırış etmeyi bir kenara iterek yüce Allah'ın emrine riâyet etmeyi emretmektir. "Ve tâ ki size olan nimetimi tamamlayayım." âyeti "tâ ki aralarından..." âyetine atfedilmiştir. Bunu el-Ahfeş demiştir. (Meal de buna göre yapılmıştır.) Bunun atfolmayıp mübteda olarak merfu' durumunda olduğu, haberinin de gizli olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Size olan nimetimi tamamlamak üzere kıblemi de öğretmiş bulunmaktayım. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır. "Ni'metin tamamlanmasından kasıt ise doğru olan kıbleye yönelterek hidâyet vermektir. Cennete girmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Saîd b. Cübeyr der ki: Yüce Allah'ın kulu üzerindeki nimeti onu cennetine sokmadıkça tamam olmaz. "Siz de hidâyete kavuşmayı ümit edebilesiniz." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 151Nitekim aranızdan sizden bir Rasûl gönderdik ki size âyetlerimizi okuyor, sizi tertemiz yapıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz şeyleri de öğretiyor. "Nitekim aranızda sizden bir Rasûl gönderdik...." âyetinde yer alan "nitekim" gizli bir masdarın sıfatı durumundadır. Yani aranızda sizden bir rasûl gönderdiğimiz gibi üzerinizdeki nimetimi tamamlamak suretiyle eksiksiz bırakmayayım diye. Bu açıklama el-Ferrâ''ya aittir. İbn Atiyye der ki: Bu husustaki görüşlerin en güzeli budur. Anlamı da şöyle olur: Aranızda sizden bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, İbrahim (aleyhisselâm)'ın sünnetini açıklamak hususunda da üzerinizdeki nimetimi size tamamlayayım diye. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Aranızda sizden bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, hidâyet bulasınız diye. Bu âyetin hal durumunda olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şöyle olur: Bu halde üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Âyet-i kerimedeki benzetme ise, kıbledeki ni'metin risaletteki ni'met gibi olması ve emrolunan şeyin azametinin sözkonusu edilmesi, nimetin azameti ve büyüklüğü gibi olması ile ilgilidir. Bir diğer görüşe göre bu âyette (ve bundan sonraki âyette) bir takdim ve bir te'hir vardır. Anlamı da şöyle olur: "Yani aranızda sizden bir rasûl gönderdiğimiz gibi, siz de beni zikredin" demek olur. Bu açıklama şekli Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiş olup ez-Zeccâc da bunu tercih etmiştir. Yani Biz sizin aranızda doğruluk ile bildiğiniz bir Rasûl gönderdiğimiz gibi Beni de tevhid ile ve onu tasdik etmek ile zikrediniz. Bu görüşe göre bir önceki âyetin sonunda durak yapmak caizdir. Derim ki: Tirmizî'nin el-Hakim'in Kitabında tercih ettiği görüş de budur. Yani Ben size saymış bulunduğum bunca lütufları ihsan etmiş olduğum gibi, siz de şükrederek Beni anınız, Ben de üzerinizdeki nimetlerimi daha da artırarak sizi anayım. Çünkü bu şekilde anmanız Bana bir şükürdür ve Ben de şükrettiğiniz takdirde nimetlerimi daha çok artıracağıma dair size vaadde bulunmuşumdur. Bu ise yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki şükrederseniz elbette size (olan nimetlerimi) artırırım." (İbrahim, 14/7) âyetidir. Buna göre gerek bu âyet-i kerimedeki: Nitekim, gibi âyeti, gerek el-Enfal'deki: "Rabbin seni., çıkardığı gibi" (el-Enfal, 8/5) ile el-Hicr Sûresi'nin sonlarında yer alan: "Nitekim paylaştıranlara... indirmiştik" (el-Hicr, 15/7) âyetindeki bu edat ileride yeri gelince açıklanacağı üzere; kendisinden sonraki âyetler ile alakalıdır. 152Öyle ise siz Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nankörlük etmeyin. Âyetin tefsiri için bak:153 153Ey îman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir. "Öyle ise siz Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim" âyeti bir emir ve onun cevabından ibarettir. Yapılan işe karşılık vermek (mücâzat) anlamı dolayısıyla (ikinci fiil) de cezmedilmiştir. Zikr asıl itibariyle anılana karşı kalbin dikkatli olması ve uyanık bulunmasıdır. Dil ile anmaya zikir denilmesinin sebebi ise, kalb zikre delalet ettiğinden dolayıdır. Şu kadar var ki zikir, dil ile söyleme hakkında daha çok kullanılmaya başlandığından artık, o hatıra gelir olmuştur. Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Siz itaatle Beni anınız, Ben de sevap ve mağfiretle sizi anayım. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr yapmıştır. Yine Saîd b. Cübeyr der ki: Zikir, Allah'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmeyen kimse isterse pek çok teşbih getirsin, tehlil getirsin, Kur'ân okusun Allah'ı zikretmiş olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah'a itaat eden Allah'ı zikretmiş olur. İsterse kıldığı namazlar tuttuğu oruçlar, yaptığı hayırlar az olsun. Allah'a isyan eden kimse de Allah'ı unutmuş demektir. İsterse namazı, orucu, yaptığı hayırlar pek çok olsun." Bunu Ebû Abdullah Muhammed b. Huveyzimendad "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde zikretmektedir. Ebû Osman en-Nehdî de der ki: Ben yüce Allah'ın bizi zikrettiği anın hangisi olduğunu biliyorum. Ona: Bunu nereden biliyorsun? diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce Allah: "Siz Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim" diye buyurmaktadır. es-Süddî de der ki: Allah'ı zikreden her kulu mutlaka yüce Allah da zikreder. Allah'ı zikreden her bir mü’mini mutlaka yüce Allah rahmetiyle anar. Onu zikreden her bir kâfiri de mutlaka Allah azabıyla zikreder. Ebû Osman'a: Biz Allah'ı zikrettiğimiz halde kalbimizde bunun lezzetini bulamıyoruz denince şöyle der: Organlarınızdan birisini kendisine itaat ile süsledi diye yüce Allah'a hamdediniz. Zünnun el-Mısrî (Allah'ın rahmetrüzerine olsun) da der ki: Gerçek anlamıyla yüce Allah'ı zikreden bir kimse O'nun zikriyle birlikte herşeyi unutur. Allah da onun herşeyini koruma altına alır ve Allah onun için herşeyin bedeli olur. (Mükâfatını verir.) Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) der ki: Âdemoğlunu Allah'ı zikretmekten çok Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir amel yoktur. Zikrin fazilet ve sevabına dair Hadîs-i şerîfler pek çoktur ve hadis İmâmları bunları kitaplarında rivâyet etmiş bulunmaktadır. İbn Mâce'nin Abdullah b. Büsr'den rivâyetine göre bedevî bir Arap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle der: İslâm'ın hükümleri bana çok geliyor. Bana kendisine sımsıkı sarılacağım birşey bildir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Aziz ve celil olan Allah'ın zikriyle dilin her zaman nemli olsun. (Allah'ı zikretmekten uzak durma)." İbn Mâce, Edeb 53; Tirmizî, Deavât 4; Müsned, IV, 188, 190. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan da rivâyetle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini kaydeder: Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: "Kulum Beni zikredip Beni anarken dudakları kıpırdadıkça Ben kulum ile birlikteyim." İbn Mâce, Edeb 53, Zevâid'inden naklen. Buhârî, Tevhid 43'te Ebû Hüreyre'den muallak olarak zikretmektedir. Müsned, II, 540'da da Zevâid'de Muhammed b. Mus'ab'dan itibaren seneddeki raviler, İbn Mâce ile aynıdır. Ayrıca bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XIII, 508-509. Şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Allah'ı çok çok zikredin." (el-Ahzab, 33/41) âyetini açıklarken konu ile ilgili daha geniş bilgiler ve bundan kastın bütün hallerde devam etmesi gereken kalp ile zikir olduğuna dair açıklamalar gelecektir. "Ve bana şükredin, nankörlük etmeyin" âyetinde geçen Şükür, iyiliği bilmek ve bunu sözkonusu etmektir. Sözlükteki asıl anlamı açıkça ortaya çıkmak, zuhur etmek demektir. Buna dair açıklamalar (el-Bakara, 2/52. âyet 3 ve 4. başlıklarda) daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Kulun yüce Allah'a şükretmesi O'nu kendisine yaptığı lütuflar dolayısıyla övmesidir. Yüce Rabbin kula şükrü ise kendisine itaat ettiği için onu övmesidir. Şu kadar var ki kulun şükrü itaatlerde bulunmakla beraber, Rabbin ni'metlerini de dil ile söylemek, kalp ile ikrar edip kabul etmektir. "Nankörlük etmeyin" âyeti nankörlüğü yasaklamaktadır. O bakımdan kelimenin sonundaki çoğul için kullanılan nün hazfedilmiştir. Buradaki nün ise mütekellim (birinci şahıs) nûn'udur. Sonundan (mütekellime ait) ya harfinin hazfedilmesi ise bir âyet başı (sonu) olduğundan dolayıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki hitaplarda hazfedilmemesi daha güzeldir. Benim sizin üzerinizdeki ni'metimi ve lütuflarımı inkâr etmeyiniz, demektir. Burada küfür (nankörlük) nimetin örtülmesidir, yalanlamak değildir. Küfr'ün sözlük anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/6. âyette) ile sabır ve namaz ile yardım dilemeye dair açıklamalar (el-Bakara, 2/45. âyette) daha önceden geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan bunları burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 154Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız. Bu, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimede yer alan: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Rızıklanırlar..." (Âl-i İmrân, 3/169) âyetini andırmaktadır. Orada yüce Allah'ın izniyle şehitlere ve şehitlerin hükümlerine dair açıklamalar gelecektir. İleride de açıklanacağı üzere yüce Allah ölümden sonra onları rızıklandırmak üzere dirilteceğine göre, kâfirleri de azablandırmak üzere diriltmesi mümkündür. Bu âyet bir bakıma kabir azabına da delildir. Şehitler ise yüce Allah'ın buyurduğu gibi diridirler. Yoksa bu diriltileceklerdir, anlamına gelmez. Çünkü böyle olsaydı şehitler ile başkaları arasında bir fark olmazdı. Çünkü herkes diriltilecektir. Buna yüce Allah'ın: "Fakat siz anlayamazsınız" âyeti delildir. Mü’minler ise ölümden sonra tekrar diriltileceklerini bilirler, anlarlar. "Ölüler" kelimesinin merfu gelmesi bir gizli mübteda dolayısıyladır. "Aksine onlar diridirler" âyeti de bu şekildedir. Yani onlar ölüdürler, demeyin. Aksine onlar diridirler, şeklindedir. Burada "demeyin" kelimesinin amel etmesi (i'rabını değiştirmesi) doğru olmaz. Çünkü bunlar arasında bir ilişki yoktur. 155Yemin olsun ki sizleri (biraz) korku açlık, mallardan, canlardan mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! "Yemin olsun ki imtihan edeceğiz" âyetinde geçen: Bela (imtihan); güzel de olabilir, kötü de olabilir. Bunun aslı mihnet (imtihan edilmek) dır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet, 13. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Anlamı: Yemin olsun ki -önceden de belirtildiği gibi; karşılığını vermek sözkonusu olsun diye ortaya çıkartmak anlamında- mücahidlerle sabredenleri bilinceye kadar sizleri imtihan edeceğiz. Konu ile ilgili şöyle denilmiştir: Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler için bir alâmet olsun diyedir. Böylelikle onlar da hak kendileri için apaçık belli olunca bu imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye. Yüce Allah'ın bü hususu onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip kendilerine isabet edeceğini yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle kendilerini böyle bir imtihana hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla sarsıntıya uğramaktan uzak kalırlar. Ayrıca bu âyette azimli olmaya ve insanın kendisini hazırlamasına karşılık yüce Allah'ın sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de açıklanmıştır. "Biraz ": Çoğul anlamında tekil bir kelimedir. ed-Dahhâk bunu çoğul olarak ": Birtakım şeylerle" diye okumuş, ancak çoğunluk tekil olarak okumuştur. Yani biraz korku, biraz açlık ile... Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu kelime kullanılmamıştır. "Biraz korku"; İbn Abbâs'ın açıklamasına göre düşman ve Savaş korkusu ile. Şâfiî de şöyle demiştir: Buradaki korku, yüce Allah korkusudur. İbn Abbâs'ın görüşüne göre kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gelecek açlıkla; Şâfiî'ye göre ise ramazan ayındaki açlık ile olmak üzere "(biraz) açlık", kâfirlerle Savaşla uğraşıldığından bir görüşe göre malları telef eden türlü musibetlerle, Şâfiî'ye göre farz kılınan zekât ile "mallardan", İbn Abbâs'a göre cihadda öldürmekle ve ölmekle, Şâfiî'ye göre türlü hastalıklarla "canlardan", Şâfiî'ye göre kişinin yavrusu ileride de belirtileceği üzere seleften gelen haberde varid olduğu gibi, kalbinin meyvesi olduğundan dolayı çocukların ölümüyle; İbn Abbâs'a göre ise bitkilerin azlığı ve bereketlerin kesilmesi ile "mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz." "Sab'redenlere" sabrın sevabını "müjdele!" Sabr'ın asıl anlamı hapsetmek, alıkoymaktır. Sevabı ise belli bir miktara bağlı değildir, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/45'te) geçmiş bulunmaktadır. Fakat bu mükâfata ancak ilk sadme halinde gösterilen sabır ile ulaşılabilir. Nitekim Buhârî, Enes (radıyallahü anh)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sabır ancak ilk sadme ile birlikte olur." Buhârî, Cenâiz 32, 43, Ahkâm 11. Bu hadisi Müslim, ondan daha geniş bir şekilde kaydetmektedir. Müslim, Cenâiz 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23; Tirmizî Cenâiz, 13, 64; Nesâî, Cenâiz 22; İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, III, 130, 143, I, 375, 429, 451. Yani sevabın kendisi sebebiyle oldukça büyüdüğü ve nefse ağır gelen sabır, ancak musibetin hücum ettiği ve sıcaklığını koruduğu esnada gösterilen dirençtir. Bu sabır kalbin metanetine ve sabır makamındaki sebatına delildir. Musibetin harareti geçtikten sonra herkes sabreder. İşte bu bakımdan şöyle denilmiştir: Aklı başında olan herkesin musibet esnasında, ahmak olanın üç gün sonra göstermekten başka çaresi olmayan şeyleri musibet esnasında göstermesi gerekir. Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Yüce Allah: "Sabredenlere müjdele" diye buyurduğundan dolayı artık sabır (bizim için) bir yaşayış (biçimi) oldu. Sabır iki. türlüdür: Allah'ın masiyetine karşı sabır. Böyle bir kişi mücahid demektir. Allah'a itaate karşı sabır. Böyle bir kişi de abid demektir. Kişi hem Allah'ın masiyetine karşı sabreder, hem Allah'a itaat üzre sabrederse yüce Allah ona kaza ve kaderine razı olmak meziyetini kazandırır. Bu rızanın alâmeti ise nefsin karşı karşıya kaldığı hoş olmayan ve sevilen şeylere karşı kalbin sükûnetini koruması, huzurunu bozmamasıdır. el-Havvâs der ki: Sabır Kitab ve Sünnetin hükümleri üzere sebat göstermektir. Ruveym de sabır şekvayı terketmektir, der. Zünnûn el-Mısrî de: Sabır yüce Allah'tan yardım dilemektir, der. Üstad Ebû Ali der ki: Sabrın sınırı takdire itiraz etmemektir. Şikâyet etmek kastıyla olmaksızın belanın izhar edilmesi sabra aykırı değildir. Çünkü yüce Allah Hazret-i Eyyûb kıssasında onun: "Ya Rab, bana bu dert gelip çattı" (el-Enbiya, 21/83) dediğini bize haber vermekle birlikte onun hakkında: "Biz gerçekten onu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu" (Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır. 156Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" diyenlerdir. Âyetin tefsiri için bak:157 157İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir. Âyetine dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Mü’mine rahatsızlık veren ve ona gelip çatan herşey bir musibettir. Musibetin çoğulu masâib gelir. el-Masûbe de musibet gibidir. Araplar, bu kelimenin aslı itibariyle vâv olmakla birlikte çoğulunu hemzeli olarak "mesâib" şeklinde kullanmakta ittifak halindedirler. Onlar böylelikle aslî harfi zaid harfe benzetmiş gibidirler. Bu kelime asla uygun olan şekli ile "mesâvib" şeklinde de çoğul yapılabilir. Musâb kelimesi "isabet" anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ey Sülemliler! Sizin selâm vererek size selâm bağışlayan birisine (Vurup) isabet ettirmeniz, şüphesiz bir zulümdür." ok deftere isabet etti, eder şekli kipinin bir şivesidir. Musibet küçük dahi olsa insanın karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şeydir. Kötülük hakkında kullanılır. İkrime'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kandili bir gece sönünce o da: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz ona dönücüleriz" der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Evet, mü’mini rahatsız eden her şey bir musibettir." Derim ki : Bu âyetin anlamı sahih hadiste sabittir. Müslim Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan her ikisinin de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu dinlemişlerdir: "Mü’mine isabet eden her bir bitkinlik, yorgunluk, hastalık ve üzüntü, hatta kişiyi üzen her bir keder dolayısıyla mutlaka Allah günahlarından bir kısmını örter." 2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ Lillahi ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Demek: İbn Mâce, Sünen'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe anlattı, bize Veki' b. el-Cerrah, Hişam b. Ziyad'dan o annesinden, o Fatıma bint el-Hüseyin'den, o babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kime bir musibet gelip çatarsa, o da musibetini hatırladığında yeniden istircâ'da bulunursa (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn, derse) o musibetten bu yana geçen uzun zaman olsa dahi Allah onun için o musibet ile karşı karşıya kaldığı günkü ecrin benzerini yazar." Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1 3- En Büyük Musibet Dindeki Musibettir: Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) el-Firyabî'den şöyle dediğini nakletmektedir İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, I, 201. M. F. Abdulbaki'nin neşri. Bize Fıtr b. Halife anlattı, bize Atâ b. Ebi Rebâh Kurtubî baskılarında Atâ b. Ebî Rebâh olmakla birlikte, İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, III, 322'de Atâ b. Ebî Reyâh'tır. Ancak doğrusu Reyâh değil, Rebâh olmalıdır. Hadis mürseldir. Aynı anlamdaki bir rivâyet, Muvatta’'', Cenâiz 41'de yer almaktadır. Ancak bu da mürseldir. Benzeri diğer rivâyetler ve kaynakları için bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XIX, 322 vd.; el-İstizkâr, VIII, 335 vd. anlattı, dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığında benim (vefatım) ile karşı karşıya kalacağı (kaldığı) musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden birisidir." Bunu es-Semerkandî Ebû Muhammed, el-Müsned'inde şöylece rivâyet etmiştir: Bize Ebû Nuaym haber verdi dedi ki: Bize Fıtr b. Halife haber verdi... deyip hadisi aynen o da zikretti. Bunun bir benzerini de Mekhûl'den mürsel senediyle kaydetti. Bk. es-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, I, 169-170 Ebû Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru söylemiştir. Çünkü onun vefatıyla karşı karşıya kalınan musibet müslümanın ondan sonra kıyâmet gününe kadar karşı karşıya kalacağı bütün musibetlerden daha büyüktür. Vahiy kesilmiş, nübüvvet ölmüştür (sona ermiştir). Onun vefatından sonra ortaya çıkan ilk büyük kötülük, Arapların irtidİsmi ile başgöstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp gitmiştir. Bu ise hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir. Ebû Said der ki: Daha Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabrinin topraklarından ellerimizi silkelememiştik ki kalplerimizi tanımaz hale geldik. Ebû'l-Atahiye bu Hadîs-i şerîfin anlamını nazım halinde şu şekilde çok güzel ifade etmiştir: "Sabret, her musibete yiğitçe katlan Bil ki kişi ebedi kalmaz Görmez misin musibetlerin pek çok olduğunu Ve aynı zamanda ölümün kulları beklediğini? Şu gördüklerinden kime bir musibet isabet etmemiş ki? Bu senin tek yolcusu olmadığın bir yoldur. Sen Muhammed'i ve onun musibetlerini hatırladığında Senin Peygamber Muhammed'i kaybetmekle uğradığın musibeti de an!" 4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ İleyhi Râciun): "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir." Şanı yüce Allah bu kelimeleri musibetlere uğrayanlar için bir sığınak, türlü mihnetlerle karşı karşıya kalanlar için bir korunak kılmıştır. Çünkü bu kelimeler pek çok mübarek manayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak biz Allah'ınız" âyeti tevhiddir. Ubudiyyeti ve Allah'ın mülkü altında olduğunu ikrar ve ifade etmektir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" âyeti ise canlarımızın öleceğini ve kabirlerimizden diriltileceğini ikrar etmektir. Bütün işlerin O'na ait olduğu gibi tekrar O'na döneceğine dair yakînin ifadesidir. Saîd b. Cübeyr (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelimeler bizim peygamberimizden önce herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub (aleyhisselâm) bu kelimeyi bilmiş olsaydı: "Ey Yûsuf’un ayrılığının kederi, gel, şimdi gelişinin tam zamanıdır!" (Yusuf, 12/84) demezdi. 5- Musibet Anında Istircâ'da Bulunmak: Ebû Sinan der ki: Oğlum Sinan'ı defnettim. Bu sırada Ebû Talha el-Havlanî kabrin kıyısında idi. Çıkmak istediğimde elimden tuttu, beni teselli edip şöyle dedi: Sana bir müjde vereyim mi ey Sinan'ın babası, bana ed-Dahhak Ebû Mûsa'dan anlatarak dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın kullarından birinin oğlu vefat ettiğinde Allah meleklerine: Kulumun oğlunun canını mı aldınız der, onlar: Evet derler. Allah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız diye sorar, melekler: Evet derler. Yine sorar: Peki kulum ne dedi? Melekler: Sana hamdetti, istircâ'da bulundu, derler. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurur: Haydi kulum için cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi ismini veriniz." Tirmizî, Cenâiz 36; Müsned IV, 415 Müslim, Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir müslümana bir musibet gelip çattı mı o da aziz ve celil olan Allah'ın kendisine emrettiği şekilde: Muhakkak biz Allah'ınız ve şüphesiz biz ona dönücüleriz. Allah'ım, bu musibetimin ecrini bana ver, onun yerine bana ondan daha hayırlısını ihsan buyur, diyecek olursa mutlaka Allah da ona ondan daha hayırlısını verir." Müslim, Cenâiz 3-4; Ebû Dâvûd, Cenâiz 18; Tirmizî, Deavât 83; İbn Mâce, Cenâiz, 55. İşte bu, yüce Allah'ın: "Sabredenlere müjdele" âyetine dikkatimizi çekmektedir. Onun yerine daha hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah'ın Umm Seleme'ye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı vermesi türünden olur, çünkü kocası Ebû Seleme vefat edince Resûlüllah onunla evlenmişti, ya da pek çok büyük sevaplar vermesiyle olur. Ebû Mûsa'nın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte olduğu gibi. Bazen her ikisini ihsan ederek de olabilir. 6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri: "İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerindedir." Bunlar yüce Allah'ın sabredip istircâ'da bulunanlara verdikleri ni'metleridir. Allah'ın kuluna salât getirmesi, onu affetmesi, ona rahmet buyurması, bereketi, dünya ve ahirette onu şereflendirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın salâtı gufran ve güzel övgüdür. Ölü üzerine salât getirmek (namaz) da ona övgü ve ona dua etmek demektir. Ayrıca "rahmet"in tekrar edilmesi ise lâfzın değişmesi dolayısıyladır ve bu anlama daha güç kazandırmak ve pekiştirmek içindir. Başka yerlerdeki: "Apaçık âyetleri ve hidâyeti." (el-Bakara, 2/159) ile "Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanırlar?" (ez-Zuhruf, 43/80) âyetinde de bu türden ifadeler kullanılmıştır. Şair de şöyle demiştir: "Yahya'ya ve onun yolunda olanlara Kerîm bir Rab ve itaat edilir bir şefaatçi salât getirsin." Burada rahmet ile, sıkıntının açılması ve ihtiyacın giderilmesinin kastedildiği de söylenmiştir. Buhârî'de Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmektedir: "İki denk ve ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir: Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir. İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir." (âyetini okudu) Hazret-i Ömer burada iki denk ile salât getirmeyi ve rahmeti, ilave ile de hidâyete iletmeyi kastetmektedir. İki denk şey'in sevaba hak kazanmak ile çokça ecrin verilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Musibetlerin kolaylaştırılması, kederin hafifletilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. 158Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Gönül isteği ile her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah, şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir. Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivâyetler: Buhârî'nin Âsım b. Süleyman'dan rivâyetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik’e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında tavaf etmenin) cahiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi." Buhârî, Cenâiz 43 (2) Buhârî, Hacc 80. Tirmizî'nin de rivâyetine göre Urve şöyle demiş: Ben Âişe'ye şöyle dedim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi: Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellef’deki tağût olan Menat için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler. Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebû Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir cahiliyye işidir. Ensar'dan olan başkalan ise şöyle dediler: Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebû Bekr b. Abdurrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerîme hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir hadistir." Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12. Buhârî de bu manada bu hadisi rivâyet etmiştir. Oradaki rivâyette yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır: Âişe dedi ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz." Sonra bunu Ebû Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin -Âişe'nin zikrettiklerinden başka- şunu sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur'ân-ı Kerîm'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, biz Safa ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebû Bekr der ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerîme her iki kesim hakkında nazil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nazil olmuştur. Buhârî, Hacc 79. Hazret-i Âişe'den gelen bu rivâyetin değişik şekilleri için bk: Buhârî, Umre 10, Tefsir 2. sûre 21 ve 53. sûre 3; Müslim, Hacc 259-261; Ebû Dâvûd, Menâsik 55;" Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12; Nesâî, Menâsik 168; İbn Mâce, Menâsik 43; Muvatta’', Hacc 129; Müsned, VI, 162, 227. Tirmizî Âsım b. Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Enes b. Mâlik'e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile Merve cahiliyye döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindeadir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa'y) tatavvudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) "Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." Tirmizî, Tefsir 2. sûre 13. Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 80. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Hâkîm, el-Müstedrek, II, 271, Müslim'in şartına göre sahih olduğu kaydıyla. eş-Şa'bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Sözlükte Safa kelimesinin asıl anlamı düzgün taş demektir. Burada ise Mekke'de bilinen tepenin adıdır. Merve de aynı şekilde bir tepenin adıdır. Bundan dolayı âyet-i kerimede her ikisinden de harf-i tarifli olarak söz edilmektedir. Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen (mustafa) Hazret-i üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hazret-i Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin ismi müennes (dişil)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. eş-Şa'bi der ki: Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. İşte bundan dolayı birisinin ismi müzekker, öbürünün ismi da müennes oldu ve önce ismi müzekker olan sözkonusu edildi. Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü zikredilen Hadîs-i şerîfler böyle bir manaya delalet etmektedir. Her ikisi arasında tavaf etmekten hoşlanmayanların hoşlanmayışlarının tek sebebi de budur. Bu hususta Allah mahzuru ortadan kaldırıncaya kadar bu böyle sürdü. Kitap ehlinin iddia ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safa ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Safâ'nın çoğulu "Safât" gelir ve düzgün taş anlamındadır. Safâ'nın tekil bir isim olduğu, çoğulun ise Sufiyyun ve Âsfâ şeklinde geldiği de söylenmiştir. Recez vezninde şair şöyle demiş: "Sanki onun iki ipi de üzerine saçılmış su damlalarından dolayı Düzgün taşlar üzerindeki kuşların pisliklerini andırıyordu." Taşın Safa ismini alması için beyaz ve sert olması şartının da bulunduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre bunun türediği kök dır. Yani toprak've çamurdan arınmış taş demektir. Merve (tekili merv gelir) ise nisbeten yumuşak küçük taşlar demektir. Sert taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Doğrusu şu ki, Merve parçalanıp etrafı incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır. Çoğunlukla bu tür taşlar hakkında merve tabiri kullanıldığı gibi sert olan taşlar hakkında kullanıldığı da olur. Şair der ki: "Yeri yumuşak bir ayakkabı" edindi Merve (sert taşlara) rast geldi mi de ezer geçer." Ebû Zueyb de der ki: "Öyle ki ben musibetlere karşı bir merve (sert taşlar) gibiyim; Muşakkardaki Safa kalası gibi her gün dövülen." Merve'nin siyah taşlar demek olduğu söylendiği gibi, ateş çakmaya yarayan parlak beyaz taşlar (çakmak taşı) olduğu da söylenmiştir. "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerinden (şe'âirinden)dir." Allah'ın alâmetlerinden ve ibadet yerlerindendir. Şeâir kelimesi şe'îra kelimesinin çoğuludur. Şeâir, yüce Allah'ın alâmetlendirdiği ibadet yerleridir. Yani insanlar için alâmet olarak tesbit ettiği vakfe yeri, Sa'y ve kurban kesme yeridir. Şiar, alâmet demektir. Devenin hörgücüne bir demir batırmak suretiyle alâmet yapmaya, hediyelik kurbanların iş'ârı denilir. Şair el-Kümeyt der ki: "Onları ardı ardına nesil nesil öldürüyoruz. Sen onları şöyle görürsün: Kendileri kurban edilerek (Allah'a yaklaşılan) kurbanlıkların şeâiri gibi." 4- Haccın Kelime Anlamı: "Her kim Beyt'i hac eder" yani kasteder... Haccın asıl anlamı kastetmektir. Şair der ki: "Avfoğullarından gelip konaklamış pek çok aile görüyorum Bunların hepsi de zaferân ile boyanmış Zibrikanın örtü ve sarığını hac (ziyaret etmeyi kast) ediyorlar." Doktorun kafadaki yarayı elindeki mil ile derinliğini ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Dibinde çökme olan beyin zarına kadar ulaşmış (me'mûme) olan yarayı haccediyor (elindeki mil ile derinliğini ölçüyor)." Daha sonra bu isim, Beytü'l-Haram'ı özel birtakım fiilleri yerine getirmek üzere kastetmek için kullanılır olmuştur. ".... veya umre yaparsa" yani ziyaret ederse. Umre ziyaret etmek demektir. Şair der ki: "Ma'meroğlu umre (ziyaret) yapınca Uzaktan uzağa, uzak bir yere yükseldi ve ileriye atılmak için ayaklarını bir araya topladı." 6- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmek: "Onlar arasında tavaf emesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani günah yoktur. (Âyet-i kerimede geçen kelime: Cünâh şeklindedir.) Bu kelimenin aslı meyletmek anlamına gelen "cünûh"tan gelmektedir. Eğri olduklarından dolayı azalara "el-cevânilı" adının verilmesi de burdan gelmektedir. Hazret-i Âişe'nin bu âyet-i kerimeye dair açıklaması bundan önce geçmiş bulunmaktadır. İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Bu hususta söylenecek sözün tahkiki şudur: Bir kimsenin: "Bu işi yapmaktan dolayı senin için bir vebal yoktur" denildiği vakit o yapılan fiilin mubah olduğu ifade edilmektedir. Buna karşılık: Senin bu işi yapmamanda senin için bir vebal yoktur, denilmesi ise o fiilin terkedilmesinin mubah olduğunu ifade eder. Urve yüce Allah'ın: "Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini görünce şöyle dedi: İşte bu tavafın terkedilmesinin câiz olduğunun delilidir. Diğer taraftan şeriatın tavafın uygulanmasını esas aldığını, terkedilmesinde bir ruhsat görmediğini görünce bu iki çatışan durumun birbiriyle telif edilmesini istedi. Hazret-i Âişe de ona: "Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetinin tavafın terkedilebileceğine dair delil olmadığını, aksine eğer: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde olsaydı terkine delil olabileceğini söyledi. O halde oradaki bu ifade tavafın terkinin mubah olduğunu belirtmek için değildir ve buna dair bir delil de taşımamaktadır. Aksine bu âyet, cahiliyye döneminde bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek cahiliyye döneminde ikisi arasında tavaf eden kimselerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve bununla yüce Allah onlara eğer tavaf eden kimsenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını onlara bildirmiştir." Denilse ki: Atâ'nın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde okumuştur. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de böyledir. Ubey b. Ka'b'ın Mushaf ında da böyle olduğu rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda Enes'ten de buna benzer bir rivâyet gelmiştir. Cevap şudur: Bu, mushafta bulunanın hilafınadır. Mushafta sabit olan kıraat, sahih olup olmadığı bilinmeyen bir kıraat dolayısıyla terkedilemez. Diğer taraftan Atâ, İbn Abbâs'tan bizzat işitmeksizin çokça mürsel rivâyet naklederdi. Bu hususta Enes'ten gelen rivâyet hakkında ise bunun sağlam bir şekilde zaptedilmediği söylenmektedir veya buradaki "(olumsuzluk ifade eden) lâ" te'kid için zaid olarak gelmiştir. Şairin dediği gibi: "Ben beyaz tenli kadınları alay ediyorlar diye kınamıyorum. Saçına ak düşmüş oldukça çirkin görünümlü kişiyi gördüklerinde." Burada olumsuzluk edatı olan (ellâ'daki) lâ zaid kabul edildiğinden tercüme edilmedi. 7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin Uygulaması: Tirmizî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye geldiğinde Beytullah'ın etrafında yedi defa tavaf etti ve: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" (el-Bakara, 2/125) âyetini okudu ve Makam-ı İbrahim'in arkasında (iki rekat) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Esved'e gitti, onu istilam etti. Sonra da: "Yüce Allah'ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz" deyip (sa'yine) Safâ'dan başladı ve: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini okudu. Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. İlim ehline göre uygulama da bu şekildedir. Tavafa Merve'den önce Safâ'dan başlanır. Eğer Safâ'dan önce Merve'den başlayacak olursa bu sayılmaz ve Safâ'dan başlar. Tirmizî, Hacc, 33, Tefsir 2. sûre 14. 8- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmenin Hükmü: İlim adamları Safa ile Merve arasında sa'yın vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî ve İbn Hanbel sa'ym bir rükün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşü de budur. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sa'y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa'yetmeyi yazmıştır." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Dûrakutnî, II, 255. Yazmak ise farz kılmak anlamındadır. Çünkü yüce Allah: "Oruç sizin üzerinize de yazıldı" (el-Bakara, 2/183) diye buyurmaktadır. Hazret-i Peygamber'in: "Beş vakit namazı Allah kulları üzerine yazmıştır" Muvatta’'', Salâtu’l-Leyl 14; Ebû Dâvûd, Vitr 2; Nesâî, Salât 6; İbn Mâce, İkame 194. diye buyurmaktadır. İbn Mâce de Şeybe'nin bir Umm veledinden (yani kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesinden) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Safa ile Merve arasında sa'yederken ve bu arada: "el-Abtah (vadisi) ancak koşarak katedilir" diye buyurarak, Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini gördü. İbn Mâce, Menâsik 43. Unutarak ya da kasten sa'yin bir tek şavtını (turunu) dahi terkedecek olsa beldesinden yahut hatırladığı yerden Mekke'ye geri döner, tavaf eder, sa'yeder. Çünkü sa'y ancak tavafa bitişik (onun ardından) yapılır. İmâm Mâlik'e göre bu ister hacda isterse de - farz olmamakla birlikte - umrede olsun böyledir. Eğer bu arada kadınlara yaklaşmış ise İmâm Mâlik'e göre menâsikinin tamamlanması ile birlikte bir umre ve bir hediye kurbanı gerekir. Şâfiî'ye göre ise sadece hediye kurbanı gerekir. Geri dönüp tavaf ve sa'yi yaptığı takdirde ise umrenin bir anlamı yoktur. Ebû Hanîfe ve arkadaşları es-Sevrî ve en-Nehaî de şöyle demektedirler: Sa'y vacip değildir. Hacılardan bir kimse sa'yi terkedip de sa'yetmeksizin ülkesine geri dönerse kurban keserek bunu telafi eder. Çünkü sa'y haccın sünnetlerinden bir tanedir. Bu, aynı zamanda İmâm Mâlik'in el-Utebiyyedeki İmâm Mâlik mezhebinde muteber bir fıkıh kitabı. Müellifi Muhammed b. Ahmed b. Abdilaziz el-Uteb (v. 254. H.)'ye nisbetle böyle anılır. bir görüşü olarak kaydedilmektedir. Hanefî mezhebinde Sây'ın hükmü vücubtur. Terkinin cezası da merhum müfessirimizin belirttiği gibidir. (Bk. Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 88,174). Hükmünü "sünnet" diye ifade etmesi Hanefî mezhebi ile diğer mezheblerin ıstılahlara dair tarif farklılıklarına bağlıdır. İbn Abbâs, İbn ez-Zübeyr, Enes b. Mâlik ve İbn Sîrin'den sa'yin tatavvu olduğuna dair rivâyet gelmiştir. Çünkü yüce Allah: "Gönül isteği ile kim bir hayır işlerse (tatavvuda bulunursa)" diye buyurmaktadır. Hamza ile Kisaî meczum muzari olarak diye okurlar. Aynı şekilde şeklinde de okurlar. Geri kalanları ise mazi olarak diye okurlar. Tatavvu: Mü’min kişinin kendiliğinden bir işi yapması demektir. Buna göre her kim nafile olarak birşey yaparsa Allah onu şükür ile karşılar. Allah'ın kula şükretmesi ise itaatinin sevap ve ecrini vermesi demektir/ Bu konuda sahih olan görüş belirttiğimiz hususlar sebebiyle Şâfiî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ın kabul ettiği görüştür. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in: "Menâsikinizi benden öğreniniz" Yakın ifadelerle: Müslim, Hacc 310, Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâi, Menâsik 220; Müsned, III, 318. diye buyurmuş olması da onun bu görüşünü desteklemektedir. Böylelikle bu, haccın mücmel ifadesini açıklayan bir beyan olur. O halde bunun (yani sa'yin) da farz olması gerekir. Hazret-i Peygamber'in rek'atlerinin sayısını açıklaması ve -sünnet ya da tatavvu olduğu üzerinde eğer ittifak olmamış ise- bu kabilden olan diğer hususlara dair beyanı gibidir. Tuleyb der ki: İbn Abbâs, Safa ile Merve arasında tavaf eden (sa'yeden) birtakım kimseler görür ve şöyle der: İşte bu anneniz İsmail'in annesinin size miras bıraktığı bir davranıştır. Derim ki: Bu, ileride İbrahim Sûresi'nde (İbrahim, 14/37. âyetin açıklamasında) açıklanacağı üzere Buhârî'nin hadisinde Buhârî, Enbiya 9'daki hadislere işaret etmektedir. de sabit olan bir husustur. 9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında Binekli Olarak Tavaf Edip Sa'yetmek: Ka'be'nin etrafında olsun Safa ile Merve arasında olsun özürsüz olarak binek üzerinde tavaf edip sa'y yapmak câiz değildir. Eğer özürlü olarak tavaf ederse bir kurban kesmesi gerekir. Özürsüz tavaf ederse eğer Beytullah'ın yakınında ise iade eder. Şayet oradan ayrılmış ise bir hediye kurbanı gönderir. Bunu bu şekilde söylememizin sebebi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat tavaf ederek: "Menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuş olmasıdır. Bunu bir özür sebebiyle câiz kabul edişimiz ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesi üzerinde tavaf etmekle birlikte elindeki asâ ile rüknü (Hacer-i Esved'i) istilam etmesidir. Ayrıca kendisine "rahatsızım" diyen Hazret-i Âişe'ye: "Bineğinin üzerinde olduğun halde tavaf edenlerin arkasından sen de tavaf et" demiş olmasıdır. Buhârî, Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258; Ebû Dâvûd, Menâsik 48; Nesâi, Hacc 138, 139. Mezhebimize mensup ilim adamları deve üstünde tavaf etmekle bir insanın sırtında tavaf etmek arasında fark gözetmişlerdir. Eğer bir insanın sırtında tavaf edecek olursa bu yeterli değildir. O takdirde tavaf etmiş olmaz. Asıl tavaf eden onu taşıyan kimsedir. Şayet bir deve üzerinde tavaf edecek olursa o zaman bizzat kendisi tavaf etmiş olur. İbn Huveyzimendad der ki: Bu, ihtiyarî bir ayırım gözetmedir. Bunun yeterli olup olmamasına gelince; yeterlidir. Nitekim bayılıp da taşınarak tavaf ettirilen veya taşınarak Arafat'ta vakfe yaptırılan kimsenin (bu tavaf ve vakfesinin) yeterli olduğunu görüyoruz. 159Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenlere; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecekler lanet eder. Âyetine dair açıklamalarımızı yedi başlık altında ele alacağız. 1- Allah'ın İndirdiklerini Gizleyenler: Yüce Allah, indirmiş olduğu apaçık âyetlerini ve hidâyeti gizleyenlerin lanetlenmiş olduğunu haber vermektedir. İlim adamları bununla kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini gizleyen yahudi âlimleri ile hıristiyan rahiplerinin kastedildiği söylenmiştir. Yahudiler ayrıca (zina eden kimselerin) recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir. Bununla hakkı gizleyenlerin kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyulan Allah'ın dininden olan herhangi bir bilgiyi gizleyen herkes hakkında genel bir hüküm ifade etmektedir. Bu husus Hazret-i Peygamber'in şu Hadîs-i şerîfiyle açıklanmaktadır: "Bildiği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyâmet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır." Bu hadisi Ebû Hüreyre ve Amr b. Âs rivâyet etmiş olup İbn Mâce bunu kitabında kaydetmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, İlm 9; Tirmizî, İlm 3; İbn Mâce, Mukaddime 24; Müsned, II, 263, 305, 344, 353, 495. Ancak Abdullah b. Mes'ûd'un şu söyledikleri de bununla çatışma halindedir: Sen bir topluluğa akıllarının ermediği bir söz söyleyecek olursan mutlaka bu onların bir kısmını fitneye düşürür. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri anlat. Siz Allah'ın ve Rasûlünün yalanlanmasını hiç arzu eder misiniz?" Buhârî, İlm 49'da bab başlığından sonra: "Ali dedi ki..." diyerek nakletmekte. Hazret-i Peygamber'in hadisi olarak zikretmemektedir. Ancak bu birtakım bilgilere dair bir hüküm olarak yorumlanır. Kelam ilmi ile bütün avamın eşit bir şekilde anlayamayacağı hususlar böyledir. Buna göre alim olan kimsenin anlaşılacak şeyleri anlatması ve her insanı konumuna göre değerlendirmesi gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması: Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın: "Şayet yüce Allah'ın kitabındaki bir âyet-i kerîme olmasaydı size tek bir Hadîs-i şerîf dahi nakletmezdim" Ebû Hüreyre'den gelen rivâyet Buhârî, tim 42 ile İbn Mâce, Mukaddime 24'de "... iki âyet olmasaydı.." şeklindedir. "Bir âyet olmasaydı..." şeklindeki ifade ise Buhârî, Vudû' 24 ile Müslim Tahâre 6; Muvatta’''Tahâre 29'da olup bu rivâyet de Hazret-i Osman'dan gelmektedir. derken kastettiği âyet-i kerîme budur. İlim adamları bu âyet-i kerimeyi hak olan ilmi tebliğ etmenin ve ücret almaksızın herkese ilmi açıklamanın vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü kişinin yapmakla mükellef olduğu bir iş için ücrete hak kazanması sözkonusu değildir. İslâm'a girdi diye ücrete hak kazanamayacağı gibi. Buna dair açıklamalar bundan önce (el-Bakara, 2/41 âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimenin ne anlama geldiğinin tahkiki şöyledir: İlim adamı eğer ilmi gizlemek maksadını güderse asi olur. Böyle bir maksat gütmezse bu bilgiye başkasının da sahip olduğunu bildiği takdirde tebliğ etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususta kendisine soru sorulanın bu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf dolayısıyla tebliğ etmek görevidir. Şu kadar var ki İslâm'a girinceye kadar kâfir olan kimseye Kur'ân-ı Kerîm'in ve ilmin öğretilmesi câiz değildir. Aynı şekilde bid'atçi olan bir kimseye cedel (tartışma) ve delil getirme yöntemlerini hak ehliyle tartışsın diye öğretmek de câiz değildir. Yine haksızca karşı tarafın malını alsın diye hasımlardan birisine bir delil öğretmesi de câiz değildir. Yönetici olan kimseye raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde te'vil de öğretmek câiz değildir. Yasakları işlemek, vacipleri terketmek ve benzeri neticelere varmak için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde sıradan kimseler (süfehâ) arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak câiz değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu öğretmeyiniz. O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz." Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Domuzların boynuna incileri asmayınız." Hazret-i Peygamber bununla fıkhı ehli olmayan kimselere öğretmeyi kastetmektedir. Suhnûn der ki: Ebû Hüreyre ile Amr b. el-As'ın rivâyet ettikleri hadisler şahitlik etmeye dairdir. Ancak İbn Arabî der ki: Sahih olan bunun hilafıdır. Çünkü Hadîs-i şerîfte: "Her kime bir bilgiye dair soru sorulursa" denilmektedir. "Şehadete dair sorulursa" denilmemektedir. Zahiri üzre nassı kabul etmek -onu izale edecek bir başka delil gelinceye kadar böyle kalmak- ise gerekli bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid: "Muhakkak İndirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti" âyeti nass ile tesbit edilenleri de naslardan çıkartılan hükümleri de kapsamaktadır. Çünkü "hidâyet" ismi bunların hepsini kapsamına alır. Ayrıca bunda vâhid haber ile amel etmenin gereğine de delil vardır. Çünkü bu haberi nakledecek kimsenin, ancak sözünün kabul edilmesi gerekmiş olması halinde beyanda bulunması icabeder. Ayrıca yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede) "ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye buyurmakta ve onların haberleriyle beyanın gerçekleşmiş olacağını hükme bağlamaktadır. Bu âyetin: Onların her birisine gizlemenin yasaklanması beyanda bulunmasının da emredilmesi ve böylelikle haber verenlerin çoğalarak onlar vasıtasıyla haberin tevatür derecesine ulaşması anlamına gelmesi de mümkündür, denilecek olursa cevabımız şu olur: Böyle bir kanaat yanlıştır. Çünkü onlara ancak bu hususta anlaşmaları mümkün olabilen kimseler olduklarından dolayı gizlemeleri yasaklanmıştır. Gizlemek üzere birbirleriyle anlaşmaları mümkün olan kimselerin (gizledikleri bilginin, olmadığını bildirmelerine dair) verecekleri haberin ilmi gerektirmesi sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. 4- Gizlenmesi Câiz Olan Şeyler: Yüce Allah'ın: "Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti..." diye buyurması bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin câiz olduğunu göstermektedir. Özellikle de açıklanmaması câiz olan bu şeyleri, açıklanması sakıncalı olacaksa gizleyebilirle daha da pekişmiş olur. Ebû Hüreyre böyle bir açıklamayı korkunca terketmiş ve şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan iki kap dolusu (ilim) belledim. Bunlardan birisini etrafa saçtım (öğrettim), diğerini ise saçacak olursam şu boğazım kesilir. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, İlm 42. İlim adamları der ki: Ebû Hüreyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı taktirde kendisi adına fitneye (azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldürülmekten korktuğu bilgi, fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak tayini ve bu türden olup apaçık âyetler ve hidâyet ile ilgisi olmayan şeyler ile alakalıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. 5- Apaçık Şekilde Bildirdikten Sonra: "Kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra" âyetinden kasıt indirilen apaçık âyetler ve hidâyettir. Kitap da burada cins isimdir. Allah tarafından indirilmiş bulunan bütün kitaplar kastedilmektedir. 6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar: "İşte onlara hem Allah lanet eder" onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine: Lanetim üzerinize olsun, der. Tıpkı lanetli İblise dediği gibi: "Ve Benim lanetim kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir." (Sâd, 38/78) Sözlükte lanet etmenin asıl anlamı, uzaklaştırmak ve kovmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyeti ile ilgili olarak Katâde ve er-Rabi' şöyle demişlerdir: "Lanet edebilecekler"den kasıt, melekler ve mü’minlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu, açıktır ve sözün muktezasına uygundur. Mücâhid ve İkrime der ki: Bunlar haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamları günahları sebebiyle kuraklığa mahkûm olurlar, o bakımdan bu kötü âlimlere bu haşerat ve hayvanlar lanet ederler. ez-Zeccâc der ki: Doğrusu ise "lanet edebilecekler"den kastın meleklerle mü’minler olduğudur. Bundan kastın yeryüzündeki hayvanların olmasına gelince; bunun hakikati ancak konu ile ilgili bilgi sahibi olmamızı gerektiren bir nas veya bir haber ile anlaşılabilir, öğrenilebilir. Bu hususta ise biz herhangi bir şey bulamadık. Derim ki: Bu hususta el-Berâ b. Âzib (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği bir habergelmiş bulunmaktadır. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "İşte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyeti ile ilgili olarak: "İşte bunlar yeryüzünde hareket eden hayvanlardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce, Muhammed b. es-Sabbah'tan şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ammâr b. Muhammed, Leys'ten o Ebû'l Minhal'dan o Zâzân'dan o da el-Berâ'dan haber vererek dedi ki:.. İbn Mâce, Fiten 22. Hadiste sözü edilen el-Leys b. Ebî Süleym ile ilgili hadis âlimlerinin değerlendirmeleri için bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl, IV, 340-343; İbn Hacer, Takribu't-Tehzlb, II, 138. Hadisin senedi hasendir. Eğer: Peki burada akıl sahibi olmayan varlıklar nasıl akıl sahibi olan varlıkların çoğulu gibi çoğul yapılmıştır? denilecek olursa şu cevabı veririz: Çünkü aklı ermeyen bu yaratıklara aklı erenlerin yaptıkları bir iş isnad edilmiştir. Nitekim yüce Allah (Hazret-i Yusuf sözlerini aktararak, güneşi, ay'ı ve onbir yıldızı kastederek ve akıl sahibi olanlara has çoğul şekliyle): "Onların bana secde ettiklerini gördüm" (Yusuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Burada cansızlar gibi çoğul yapılmamıştır. Ayrıca yüce Allah (organlara hitaben): "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" (Fussilet, 41/21); "Onları sana bakar görürsün.." (el-A'raf, 7/198) diye buyurmaktadır. (Burada da akılsız varlıklar akıl sahibi varlıklar gibi çoğul yapılmıştır). Buna benzer örnekler pek çoktur. Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. el-Berâ b. Âzib ve İbn Abbâs da: "Lanet edebileceklerden kasıt, cinler ve insanlar dışındaki bütün yaratıklardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kâfire kabrinde darbe indirildiği vakit bağırır. Onun bu bağırmasını, insanlar ve cinler dışında herkes işitir ve bağırtıyı işiten herkes de ona lanet okur." Kabir nimet ve azabını dile getiren uzunca hadisin bir bölümünü teşkil eden bu hadis örnek olarak: Enes b. Mâlik'ten: Buhârî, Cenâiz 68, 87, Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 110; Müsned, III, 126, 234'te; Beni b. Âzib'ten: Ebû Dâvûd, Sünne 24; Müsned, IV, 296'da geçmekte. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, l, 391'de şunları söylemektedir: "İbn Mâce, İbnu’l-Münzir ve İbn Ebi Hatim, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir cenazede bulunuyorduk. Şöyle buyurdu: Kâfire iki gözü (kaşı) arasına öyle iki darbe indirilir ki, insanlarla cinler dışında herkes onun sesini işitir, sesini işiten her canlı hayvan ona lanet okur..." Hem Kurtubi’nin, hem Süyûtî'nin kast ettikleri hadis İbn Mâce, Fiten 22'de yer alan 4021. İbn Mes'ûd ve es-Süddî de şöyle der: Arkadaşına lanet edip de bu lanetin semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya inip de hakkında lanetin okunduğu kişiyi bu işe ehil (lâyık) görmeyince onu söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de bu işe ehil olmadığını bulur. Bu sefer gider yüce Allah'ın indirdiğini gizleyen yahudilere konar. İşte yüce Allah'ın: "Hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyetinin anlamı budur. Yahudilerden ölenlerden bu lanet artık kalkar. Bu sefer bu lanet geriye kalan yahudiler üzerine iner. 160Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet edenim. "Ancak tevbe edenler" âyeti ile yüce Allah tevbe edip amellerini, sözlerini düzelten ve tevbeleri ile yüce Allah'a dönen kimseleri istisna etmektedir. Bizim ilim adamlarımıza göre kişinin: tevbe ettim, demesi bu sözünden sonra, önce yaptıklarının aksi kendisinden görülmedikçe yeterli değildir. Eğer kişi irtidat etmiş ise İslâm'ın şer'î hükümlerini açıktan izhar ederek İslâm'a döner. Eğer kişi çeşitli masiyetler işleyen bir kimse ise ondan salih amelin açıkça görülmesi ile fesad ehli ve önceden işlemiş olduğu hallerin sahibi kimselerden uzak kalmasıyla olur. Şayet putperest kimselerden ise onlardan ayrılır, İslâm ehli ile oturup kalkar. Böylelikle daha önceki halinin aksini izhar ederek tevbe gerçekleşir. İleride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresinde (en-Nisâ, 4/17. âyet-i kerimede) tevbeye ve hükümlerine dair açıklamalar gelecektir. Yüce. Allah'ın: "Ve açıklayanlar müstesna" âyeti hakkında kimi ilim adamı şöyle demiştir: Şarap kaplarını, içki kaplarını kırıp onları dökerek açıktan beyan edenler demektir. Tevrat'ta bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliği ve ona tabi olmanın vücûbunu açıklayanlar hakkında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu ifadenin genel olarak alınması önceden de açıkladığımız üzere daha uygundur. Yani bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Artık onların tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet edenim" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. 161Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Kâfir olarak ölenler" âyetindeki "vav" harfi hal içindir. İbnu'l-Arabî der ki: Bana birçok hocam muayyen bir kâfire lanet okumanın câiz olmadığını söylemiştir. Çünkü o kişinin hangi hal üzere vefat edeceği bilinmemektedir. Yüce Allah ise bu âyet-i kerimede mutlak olarak lânetlemek için küfür üzere ölmeyi şart koşmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kâfir olup muayyen kimselere lanet okumasına dair gelen rivâyetlere gelince; onun bu kimselerin akıbetlerine dair bilgi sahibi oluşundan dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence sahih olan, halinin zahir olanı ve onu öldürmenin, onunla Savaşmanın câiz olması dolayısıyla muayyen olarak bir kâfire lanet okumanın câiz olduğu şeklindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Allah'ım, Amr b. el-As beni hicvetmiş bulunuyor, o benim şair olmadığımı da biliyor. Allah'ım, sen de ona lanet et, bana hicvettiği kadar sen de onu hicvet" diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. İbnu’l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ân'da (I, 50) bu şekilde belli bir kaynağa atfetmeden zikretmektedir. Görüldüğü gibi burada sonunda Amr b. el-As îman etmek, dine bağlanmak ve müslüman olmakla birlikte Hazret-i Peygamber ona lanet buyurmuş ve: "Bana hicvettiği kadar sen de ona hicvet" diyerek adaletli bir talepte bulunmuştur. Adaleti ve insafı aşmamıştır. Burada Hazret-i Peygamber'in hicvetmeyi yüce Allah'a nisbet etmesi böyle bir niteliğe tâ baştan beri yüce Allah'ın sahip olması anlamıyla değil, yapılan böyle bir davranışa ceza olmak türünden Allah'a nisbet etmiştir. Nitekim yüce Allah'a mekr (hile ve tuzak) alay ve aldatmanın nisbeti de bu yolludur. Şanı yüce Allah zâlimlerin söylediklerinden yüce ve büyüktür. Derim ki: Belli bir şahsı tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere lanet okumak hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Mâlik'in Davud b. el-Husayn'dan rivâyetine göre o el-A'rec'in şöyle dediğini dinlemiştir: Benim yetiştiğim bütün insanlar Ramazan ayında bütün kâfirlere lanet okurlardı. İlim adamlarımız der ki: İster zimmet altında olsunlar ister olmasınlar farketmez. Bununla birlikte böyle bir lanet okumak vacip değildir. Fakat bu iş yapan kimse için mubahtır. Çünkü kâfirler hakkı inkâr etmekte, dine ve bu dine mensup olanlara düşmanlık etmekte, aynı şekilde açıktan açığa içki içen, faiz yiyen, erkek olup da kadınlara benzeyen, kadın olup da erkeklere benzeyen ve buna benzer Hadîs-i şerîflerde lanet edildikleri varid olan, açıktan masiyet işleyen herkesin durumu da böyledir. 2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt: Kâfire, onu küfürden alıkoymak, engellemek üzere lanet okunmaz. Aksine ona lanet okumak, küfre bir ceza ve onun küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş bulunsun, ister deli olsun farketmez. Seleften bazıları ise şöyle demiştir: Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire küfrüne ceza olsun ya da onu küfründen alıkoymak yoluyla olsun lanet okumanın bir faydası yoktur; çünkü o bundan dolayı etkilenmez. Buna göre bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen şudur: İnsanlar böyle bir kâfire kıyâmet gününde lanet okurlar ki, bundan dolayı etkilensin, zarar görsün ve kalbi acıyla dolsun ve böylelikle bu lanet okuma, onun küfürünün bir cezası olsun diye. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz, kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25) Bu âyet-i kerîme yüce Allah tarafından lanet olunacaklarına dair -lanet edilmelerinin emrolunduğuna dair değil- haber vermenin delili olduğunu kabul eden bu görüşün delilidir. İbnu’l Arabî'nin naklettiğine göre âsi kimseye lanet okumak ittifakla câiz değildir. Çünkü rivâyet edildiğine göre Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a defalarca içki içmiş birisi getirildiği halde orada bulunanlardan birisi: Allah ona lanet etsin, bu iş dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da getiriliyor? deyince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" diye buyurmuştur. Buhârî, Hudud 4, 5. Böylelikle Hazret-i Peygamber, o kişinin kardeş olarak saygınlığını dile getirmektedir. Bu ise ona karşı şefkatli olmayı gerektirir. Ayrıca bu hadis, sahih bir hadistir. Derim ki: Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Bazı ilim adamları âsiye lanet okumak hususunda görüş ayrılığının bulunduğundan söz eder ve şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" âyetini haddin ona uygulanışından sonra Nuayman hakkında söylemiştir. Kendisine yüce Allah'ın emrettiği had uygulanan kimsenin lanet edilmemesi gerekir. Kendisine had uygulanmayan kimsenin ise ister ismi tayin edilsin, ister edilmesin lanet edilmesi caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lanet edilmesini gerektiren o hal üzere devam ettiği sürece kendisine lanet okunması gereken kimseden başkasına lanet etmemiştir. Bu halinden tevbe edip vazgeçer, haddin de temizlediği kimseye ise lanet yöneltilemez. İşte bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfi açıkça beyan etmektedir: "Herhangi birinizin cariyesi zina ettiği takdirde ona had vursun ve (bundan sonra da) onu ayrıca azarlamasın." Buhârî, Hudud 36, Buyû' 66, 110; Müslim, Hudûd 30; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, II, 249, 494. İşte bu Hadîs-i şerîf sahih olmanın yanında, azarlama ve lânetlemenin ancak haddin uygulanmasından ve tevbeden önce sözkonusu olabileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. İbnu'l Arabî der ki: Mutlak olarak âsiye lanet etmeye gelince bu icma ile caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Bir yumurtayı çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet etsin." Buhârî, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7; Nesâî, Sârik 1; İbn Mâce, Hudûd 22. İşte "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti" yani Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmaları "onların üzerlerinedir." Lanet etmek, aslında kovmak ve uzaklaştırmaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Kulların laneti kovmak demektir. Allah'ın laneti ise azaba uğratmak demektir. Hasan-ı Basrî bu buyrukları şeklinde merfu olarak okumuştur. O takdirde açıklaması şöyle olur: Bunların cezalan Allah'ın onlara lanet etmesi, meleklerin onları lânetlemesi ve bütün insanların onları lânetlemesidir. Nitekim: "Ben Zeyd'in ayakta durmasından hoşlanmadım, Amr'ın ve Halid'in de" denir. Çünkü burada anlam Zeyd'in ayakta durmasını, Amr'ın ayakta durmasını, Halid'in ayakta durmasını hoş görmüyorum, şeklindedir. Ancak el-Hasen'in bu şekildeki kıraati Mushaf taki yazılışa muhaliftir. Bu gibi kimselere bütün insanlar lanet etmemektedir. Çünkü onların kavimlerinden olanlar onları lânetlemez, denilecek olursa böyle bir soruya üç şekilde cevap verilebilir: 1- İnsanların çoğu tarafından yapılan lanete "insanların laneti" denilmesi, çoğunluğun azınlık hakkındaki laneti diye "tağlib" yoluyla zikredilmiştir. 2- es-Süddî der ki: Zalime herkes lanet eder. Kâfir zalime lanet ettiği takdirde kendisine de lanet etmiş olur. (Çünkü kâfir de zâlimdir). 3- Ebû'l-Âl-iyye der ki: Bundan kasıt kıyâmet gününde bütün insanlarla birlikte kendi kavminin de onları lanetleyeceğidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25) 162Onda ebedî kalıcıdırlar. Üzerlerinden azâb ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir. Daha sonra yüce Allah: "Onda" yani o lanet içinde, yani bu lanetin gerektirdiği ceza içerisinde "ebedî kalıcıdırlar" diye buyurmaktadır. Onların lanette ebedi kalmaları lanetin ebediyyen onlara olacağı demektir, diye de açıklanmıştır. "Üzerlerinden azâb ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." Herhangi bir süre dahi azaptan geriye bırakılmazlar, azapları ertelenmez. "Ebedî kalıcıdırlar" âyeti, "üzerlerine" âyetindeki zamir halidir. Bundaki âmil be "üzerlerine" kelimesindeki zarf manasınadır. Çünkü bunda karar bulup yer etmek anlamı vardır. 163Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır: "Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır." Yüce Allah hakkın gizlenmesini sakındırdıktan sonra ilk açıklanması gereken ve gizlenmesi câiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu beyan etmektedir. Hemen bunun akabinde tevhidin delilini ve nazar etme yolunun bilgisini (aklı kullanma yolunu) sözkonusu etmektedir. Bu ise bütün bunların var olması için benzersiz bir failin bulunmasının kaçınılmaz olduğu bilinsin diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir. İbn Abbâs (r. anhuma) der ki: Kureyş kâfirleri, ya Muhammed, bize Rabbini anlat dediler, yüce Allah bunun üzerine İhlas Süresiyle bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Müşriklerin ise o sırada üçyüzaltmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek (vâhid) olduğunu beyan buyurdu. 2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur: "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" âyeti, nefiy ve isbattır. Bunun başı (lâ ilahe: Hiçbir ilâh yoktur) küfürdür, illallahu: O'ndan başka) imandır. Manası, Allah'tan başka ma'bud yoktur. Nakledildiğine göre eş-Şiblî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Allah der, fakat "la ilahe" demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöyle cevap vemiştir: Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sözünü söylemeye ulaşamam. Derim ki: Bu, hakikati olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı yüce Allah, bunu Kitab-ı Kerîm'inde hem nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca tekrarlamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıtası ile de bu sözü söyleyen kimseye de pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadisleri Muvatta’'', Buhârî, Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. (Mesela) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Her kimin söylediği son söz lâ ilahe illallah olursa o kişi cennete girer." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu lâfızlarla: Buhârî, Cenâiz 1 bab başlığı olarak; Ebû Dâvûd, Cenâiz 16. Müslim, Îman 43'teki: "Kim Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölürse cennete girer" anlamındaki hadis, müfessirimizin dile getirdiği maksadını aynen ifade etmektedir. Maksat bunu dil ile değil, kalb ile söylemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse, onun inancında ve kalbinde vahdaniyyet ile Allah için gerekli olan sıfatlar yer etmiş ise Ehl-i Sünnet'in ittifakı ile böyle bir kimse cennet ehlindendir. Şanı yüce Allah'ın vahid, la ilahe illahû, er-Rahmân ve er-Rahîm isimlerinin anlamlarına dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmailla-hi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd-ü senalar olsun. 164Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta, akıl eden bir topluluk için nice âyetler vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız: Atâ der ki: "Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyeti nazil olunca Kureyş kâfirleri: Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl olur da yeter, demeye başladılar. Bunun üzerine: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.." âyeti nazil oldu. Bunu Süfyan, babasından o Ebû'd-Duhâ'dan şöylece rivâyet etmektedir: "Hepinizin ilahı tek bir ilahtır" âyeti nazil olunca bunun herhangi bir delili var mıdır? dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." âyetini inzal buyurdu. Onlar sanki bu sözleriyle bir âyet (mucize) istediler de Allah da onlara tevhidin delilini böylece beyan etti. Bu alemin, bu harikulade yapının mutlaka bir bina edicisi ve bir sânii olduğunu onlara açıkladı. "Gökler (semâvât)"ın çoğul gelmesi, değişik cinslerden olduğundan dolayıdır. Çünkü her bir sema, ötekinin cinsinden ayrıdır. Buna karşılık yerin tekil olarak zikredilmesi hepsinin toprak oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Semânın âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil) olma özelliği, altından direksiz olarak, üstünden de herhangi bağı olmaksızın yükseltilmiş olmasıdır. Bu, Allah'ın sonsuz kudretine ve olağanüstü yaratıcılığına delildir. Eğer bir peygamber gelip de herhangi bir bağlantısı bulunmaksızın havada bir dağın durması şeklinde (bir mucize göstermesi için) ona meydan okuyacak olsa (o da bunu getirse) bu bir mucize olur. Diğer taraftan gökte güneş, ay, gezegenler, aydınlık saçan, doğan ve batan, parıl parıl parlayan ve ışık saçmayan yıldızların bulunması da ikinci bir âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil)dir. Yeryüzünün âyet oluşu ise denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaçlarıyla, yumuşak ve sert arazileriyledir. 2- Gece İle Gündüz: "Gece ile gündüzün değişip durmasında..." Bunların değişip durması bilinemeyen bir yerden (ya da bir sebepten ötürü) birisinin gelmesi, ötekinin de gitmesidir. Aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık gibi nitelikleri açısından aralarındaki farklılığın sözkonusu edildiği de söylenmiştir. Leyi (gece): "Leyle"nin çoğuludur. Ayni anlamda olmak üzere: "Leyâli ve leyâl" şeklinde de çoğulu yapılır. Çoğul yapma ölçülerinin dışına çıkan istisnaî çoğul şekillerinden birisidir. "Leyâlî" kıyas itibariyle "leylâfın çoğulu gibidir. Şiirde de bunu kullanmışlardır: "Her gün ve her gecede.." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Her gün ve her gecede Hatta onu gören herkes şöyle der: Vay yazık böyle bir deveye, bu ne kadar bedbahttır!" İbn Faris, el-Mücmel adlı eserinde şöyle demektedir: Bir çeşit kuşa leyi denildiği de söylenmektedir. Ancak ben böyle bir şeyi bilmiyorum. Gündüz (nehâr) ise: "Nûhur ve enhira" şeklinde çoğul yapılabilir. Ahmed b. Yahya Sa'leb der ki: Neher kelimesi nuhur'un çoğuludur. Nûhur, "nehâr"ın çoğulunun çoğuludur. "Nehâr"ın çoğul yapılmayan müfred bir isim olduğu da söylenmiştir. Buna sebep ise masdar anlamını ihtiva etmesidir. "Ziya" demek gibi. Az hakkında da çok hakkında da kullanılır. Ancak birincisi daha çoktur. Şair der ki: "Eğer iki tirit olmasaydı zayıflayarak helâk olurduk Biri gece tiridi, diğeri de gündüzleri gelen tirit." İbn Fâris der ki: Nehâr'ın ne demek olduğu bilinmektedir. Çoğulu neher ve enher gelir. Neher kelimesinin nuhur şeklinde çoğulu yapıldığı söylenir. Nehar ise tan yerinin ağarması ile güneşin batması arasındaki aydınlık vakittir. Toy kuşu yavrusuna neher denildiği de söylenir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Neharın başı güneşin doğmasıdır. Bundan öncesi ise nehar'dan sayılmaz. Sa'leb ise der ki: Araplara göre nehâr'ın (gündüzün) başlangıcı güneşin doğuşudur. Buna delil de Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu beyitini göstermektedir: "Ve güneş her bir gecenin sonunda doğar Kırmızı olarak ve onun rengi gül gibi olur." Ayrıca Adiy b. Zeyd'in şu sözlerini de delil gösterir: "Ve o güneşi bir engel kıldı ki onda bir kapalılık yoktur Gündüz ile gece arasında; bunlar birbirinden ayrılmıştır." el-Kisaî de şöyle bir beyit nakletmektedir: "Gündüzün güneşi çıktığı vakit şüphesiz ki o Benim sana selam verdiğimin emaresidir, sen de selam ver (selâmımı al)!" ez-Zeccâc ise "Kitabu'l-Envâ" adlı eserinde şöyle demektedir: Gündüzün başlangıcı, güneşin ışıklarını zerrecikler gibi saçması iledir. İbnu'l-Enbarî ise, zamanı üç bölüme ayırın Bir bölümü katıksız gece; bu güneşin batışından tan yerinin ağarmasına kadar olan vakittir. Bir bölümü katıksız gündüz; bu da güneşin doğuşundan batışına kadar olan vakittir. Bir bölümü ise gündüz ile gece arasında ortaktır. Bu da tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Çünkü bu vakitte gece karanlığının kalıntıları da devam etmekte, gündüzün ışığının başlangıçları da bir arada görülebilmektedir. Derim ki: Doğrusu tan yerinin ağarmasından güneşin batış vaktine kadar devam ettiğidir. Nitekim İbn Fâris de el-Mücmel inde böyle rivâyet etmektedir. Buna Sahih-i Müslim'deki şu sahih Hadîs-i şerîf de delalet etmektedir: Adiy b. Hatim dedi ki: "Tan yerinin beyaz ipliği sizin için (tarafınızdan) seçilinceye kadar yeyin, için." (el-Bakara, 2/187) âyeti nazil olunca Adiy b. Hatim, ey Allah'ın Rasûlü, ben yastığımın altına iki iplik koyuyorum, biri beyaz iplik, öbürü siyah iplik. Bu ikisiyle geceyi gündüzden ayırdedebiliyorum deyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Muhakkak senin yastığın oldukça geniştir. Burada sözkonusu olan gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır. " Müslim, Siyam 33; Buhârî, Tefsir 2. sûre 28; Ebû Dâvûd, Savm 18. İşte bu Hadîs-i şerîf gündüzün, tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar olduğunu hükme bağlamaktadır. Aynı zamanda bu, yeminler ile ilgili hususlarda fıkhı (derin bilgi sahibi olmayı) da gerektirmektedir ve buna pek çok hükümler bağlı bulunmaktadır. Mesela, bir kimse bir başkasıyla gündüzün konuşmamak üzere yemin etse ve güneşin doğuşundan önce onunla konuşsa yeminini bozmuş olur, birinci görüşe göre ise bozmuş olmaz. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyeti bu hususta ayırdedici söz ve nihaî hükmü bildirir. Kelimenin dildeki zahirî anlamına bakıp bunun sünnette hangi anlamda kullanıldığını ele aldığımız taktirde gündüzün, aydınlığın yayılması demek olduğunu görürüz. Nitekim şair şöyle demektedir: "Ona avucumu (darbemi) iyice yerleştirdim ve onun deliğini açıp genişlettim Onun önünde duran, (açtığım yaranın) arkasını görebiliyordu." Huzeyfe'den bu görüşe delalet eden rivâyet de gelmiş olup bunu Nesâî rivâyet etmiştir. İleride oruç âyetleri açıklanırken (el-Bakara, 2/173 vd.) yüce Allah'ın izniyle bu da gelecektir. "İnsanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde..." âyetinde yer alan: Fülk: Gemiler demektir. Tekili de çoğulu da aynıdır. Müzekkeri ve müennesi de yapılır. Şu kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Âdeta çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. Buna teşriiye yapılırken "fülkâni" denilmesi delil gösterilebilir. "Fülk" kelimesi tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah: "O dopdolu gemide" (Yasin, 36/41) âyetinde bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. "Denizlerde akıp giden gemilerde" şeklinde bu âyet-i kerimede ise, müennes olarak kullanmaktadır ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır. Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde..." (Yûnus, 10/22) âyetinde de çoğul gelmiştir. Sanki bu kelime tekil olduğu vakit binilen bir tek gemi (kayık ve benzeri) olarak kullanılarak müzekker getirilmekte, bildiğimiz manada büyük gemi (sefine) halinde ise müennes olarak kullanılır gibidir. Bunun tekilinin "felek" çoğulunun ise "fülk" olduğu da söylenmiştir. Esed ve Üsd, Haşeb ve Huşb gibi. Aslı dönmek, deveran etmekten gelir. Yıldızların üzerinde döndüğü semanın feleği (yörüngesi) de buradan gelmektedir. Kız çocuğun memelerinin yuvarlaklaşmasını ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Yün eğirirken kullanılan kirmenin dönüşüne de "feleke" denilir. Gemiye "fülk" denilmesi ise su ile birlikte en kolay bir şekilde deveran etmesi dolayısıyladır. Bu âyette gemilerden Allah'ın varlığına delil (âyet) olaralrsöz edilmesine gelince: Yüce Allah bu gemileri su üzerinde yürüyecek şekilde ve ağır olmalarına rağmen su üzerinde duracak şekilde musahhar kılmıştır. Yüce Allah'ın bize bildirdiği gibi gemiyi ilk yapan kişi Nûh (aleyhisselâm)'dur. Hazret-i Cebrâîl ona: Sen gemiyi kuşun iskeleti gibi yap dedi. Nûh (aleyhisselâm) da Hazret-i Cebrâîl'in kendisine gösterdiği şekilde yaptı ve sonrakilere gemi yapmayı miras bıraktı. Sefine ters dönmüş bir kuştur. Onun altındaki su ise kuşun üstündeki hava gibidir. Bu açıklamayı İbnu'l Arabî yapmıştır. 4- Denizde Yolculuk Yapmanın Hükmü: Bu âyet ve benzerleri ister, ticaret amacıyla olsun ister hac ve cihad gibi ibadet amacıyla olsun denizde yolculuk yapmanın mutlak olarak câiz olduğunun delilidir. Sünnet-i seniyyeden Ebû Hüreyre yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîf de böyledir: Ebû Hüreyre dedi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bizler denizde yolculuk yapıyor ve beraberimizde az miktarda su alıyoruz.. Ebû Dâvûd, Tahâre 41; Tirmizî, Tnhare 52; Nesâî, Tahare 47; Muvatta’'', Tahâre 12; İbn Mâce, Tahâre 38. Enes b. Mâlik yoluyla rivâyet edilen Umm Haram kıssası ile ilgili Hadîs-i şerîf de böyledir, her ikisini de hadis İmâmlarından olan İmâm Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Bk. Buhârî, Cihad 3, Tabir 12; Müslim, İmare 160; Ebû Dâvûd, Cihâd 9; Nesâî, Cihad 40; Muvatta’'', Cihad 39. Enes yoluyla gelen Hadîs-i şerîfi ondan bir topluluk rivâyet etmiştir. Onlar da İshak b. Abdullah b. Ebi Talha'dan o da Enes yoluyla rivâyet etmişlerdir. Ayrıca bu hadisi Bişr b. Ömer, Mâlik'ten, o İshak'tan, o Enes'ten, o da Umm Haram'dan rivâyet ederek hadisin senedini Umm Haram'a kadar götürmüş ve Enes'e kadar götürerek Enes tarafından rivâyet edilen bir hadis olarak kaydetmemiştir. Bu şekilde hadisi Bundar Muhammed b. Beşşâr da böylece ondan rivâyet etmiştir. Bu Hadîs-i şerîfte erkekler için de kadınlar için de cihad amacıyla denizde yolculuk yapmanın açık bir delili vardır. Cihad kastıyla denizde yolculuk yapmak câiz olduğuna göre farz olan hac için denizde yolculuk yapmak daha öncelikle caizdir, hatta vaciptir. Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdülaziz'den denizde yolculuk yapmanın men edildiğine dair rivâyetler gelmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye bu görüşü reddetmektedir. Eğer denizde yolculuk yapmak mekruh olsaydı ya da câiz olmasaydı muhakkak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine, biz denizde yolculuk yapıyoruz, diyenlere bu işi yasaklardı. Bu âyet-i kerîme ve benzerleri konu ile ilgili açık bir nastır ve bu hususta onlara baş vurulması gerekir. Diğer taraftan her iki Ömer'den (Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdülaziz'den) gelen bu hususa dair rivâyet şu şekilde te'vil edilebilir: Onların bu engellemeleri ihtiyatlı davranmaya ve dünyalık talebi ile daha çok kazanç elde etmek arzusuyla canları tehlikeye sokmayı terketmek amacıyla söylenmiş diye yorumlanabilir. Farzların edası hususunda ise böyle bir yasak sözkonusu olamaz. Anlam itibariyle denizde yolculuk yapmanın câiz olduğuna delalet eden hususlardan birisi de şudur: Yüce Allah denizleri yeryüzünün ortasına yerleştirmiş ve insanları denizin her iki kıyısında yaşayacak şekilde var etmiştir. İnsanların bu menfaatlerini her iki tarafda ayrı ayrı yerleştirmiştir. Bu menfaatlerden birisinin elde edilmesi ve öbür tarafa getirilmesi ancak denizin aşılması ile mümkündür. Allah da denizde yolculuk yapmayı gemiler ile kolaylaştırmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabi yapmıştır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İmâm Mâlik hac amacıyla kadının gemide yolculuk yapmasını mekruh görürdü. O bakımdan o cihad amacıyla denizde yolculuk yapmayı daha da mekruh görürdü. Kur'ân ve Sünnet ise onun bu konudaki görüşünü reddetmektedir. Şu kadar var ki Basralı bizim mezhebimize mensup bazıları şöyle demektedir: İmâm Mâlik'in böyle bir şeyi mekruh görmesi Hicaz'daki gemilerin küçük oluşundan dolayıdır. Kadınlar ise bu gemilerde yolculuk yaptıkları takdirde dar oldukları için ve orada yolculuk yapanlar kalabalık teşkil ettiklerinden dolayı ihtiyaçlarını gördükleri takdirde gereken şekilde tesettüre riâyet edemezler. Ayrıca Medine'den Mekke'ye karayoluyla yolculuk yapmak mümkün idi. İşte İmâm Mâlik bu sebepten böyle bir yolculuğu mekruh görmüştür. Basralıların gemileri gibi büyük gemilere gelince; bunlarda yolculuk yapmakta (kadınlar için) bir mahzur yoktur. (Devamla) der ki: Aslolan haccın bulûğa ermiş bulunan hür kimseler arasından oraya yol bulabilen kimse için bir farz olduğudur. Kadın ya da erkek olsun farketmez. Şu şartla ki, yolda güvenliğin çoğunlukla görülen bir durum olması gerekir. Bu konuda denizin karadan ayrı bir özelliği sözkonusu değildir. Derim ki: Kitap, sünnet ve mana, aynı zamanda bu iki husus için de yani hem ibadet ve hem ticaret kastıyla deniz yolculuğu yapmanın mubah olduğunu göstermektedir. İşte bunlar bu konudaki delili teşkil ederler ve bunlara uymak gerekir. Şu kadar var ki, insanlar denizde yolculuk yapmaktan farklı şekilde etkilenirler. Kimisi denizde kolaylıkla yolculuk yapar ve bu, ona ağır gelmez. Kimisine de ağır gelir ve denizdeki yolculuk esnasında kuvvetten düşer. Aşın derecede denizin tuttuğu ve aşın derecede başı dönen ile denizde yolculuk yaptığı esnada farz namazı ve diğer benzeri farzları eda edemeyen kimsenin durumu gibi. Birincisi için denizde yolculuk yapmak caizdir. İkincisi için ise böyle bir yolculuk haramdır, bundan dolayı da engellenir. 5- Denizin Aşırı Dalgalı Olması Halinde Denizde Yolculuk: Deniz, aşırı derecede yükselip büyük büyük dalgalarla dalgalandığı takdirde bu dalgalanması esnasında olsun, çoğunlukla esenlikle yolculuğun sürdürülemeyeceği zamanlarda olsun, herhangi bir kimsenin denizde yolculuk yapmasının câiz olamayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş birliği vardır. İlim adamlarına göre çoğunlukla esenliğin sözkonusu olabildiği zamanlarda deniz yolculuğu yapmak caizdir. Çünkü böyle durumlarda denizde yolculuk yapıp da kurtulanların sayısı tesbit edilemeyecek kadar çoktur. Diğer taraftan bu gibi yolculuklarda hayatını kaybedenlerin sayısı ise mahduttur. 6- İnsanlar İçin Faydalı Olan Gemiler: "İnsanlar için faydalı şeylerle" ticaret ve buna benzer durumlarını düzeltmeye yarayan değişik maksatlar için kendilerine fayda sağlayacak " denizlerde akıp giden gemilerde..." denizde yolculuk yapmakla kârlar elde edilir. Aynı şekilde kendisine mal götürülenler de yararlanırlar. Dine dil uzatan bazı kimseler şöyle demiştir: Yüce Allah sizin Kitabınızda: "Biz o Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'am, 6/38) diye buyurmaktadır. Peki, yemeğe güzel tatlar veren tuz, karabiber ve buna benzer türlü baharatlardan nerede söz edilmektedir? Bu kişiye: "İnsanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde.." âyetinde bu dediğin sözkonusu edilmektedir, diye cevap verilmiştir. "Allah'ın gökten indirip... suda" Burada kastedilen aleme can veren, bitkileri ve türlü azıkları çıkartan yağmurlardır. Bu yağmurun bir kısmını (yerin altında), yağmur yağmadığı zamanlarda ondan yararlanmak için depolar. Nitekim yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır: "O suyu yerde (yeraltı su kaynaklarında) durdurduk." (el-Mü’minun, 23/18) "Ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında" dört bir yana dağıtmasında.. "O gün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4) âyetindeki "darmadağın" kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Âyet-i kerimede geçen "dâbbe (mealde: Her türden canlı)" kelimesi bütün canlıları kapsayan bir ifadedir. Bazıları kuşları "dâbbe" kelimesinin kapsamı dışında kabul etmekle birlikte bu görüş reddedilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yerde yürüyen ne kadar canlı (dâbbe) varsa hepsinin rızkını vermek Allah'a aittir." (Hud, 11/6) Çünkü kuş da bazı hallerinde iki ayağı üzerinde yerin üzerinde hareket eder. Nitekim şair el-A'şâ şöyle demektedir: "Suya giden her yolda vadinin bağırtlak kuşlarının debelenmesi..." Burada "debelenme" diye tercüme ettiğimiz "debîb" kelimesi âyet-i kerimede de geçen ve her türlü canlıyı ifade ettiği kaydedilen "dâbbe" kelimesiyle aynı köktendir. Alkame b. Abede de der ki: "Yıldırımları kuşları'nın bir kıpırdanış (debib)dır." "Rüzgârları estirişinde..." âyetinde sözü geçen estiriş: (tasrîf) Rüzgârları kısır ve aşılayıcı, aşırı soğuk ve sesli, yardım, helâk edici, sıcak, soğuk, yumuşak ve fırtına şeklinde şiddetli olarak estirilmesi demektir. Rüzgârların estirilmesi güney, kuzey, batı, doğu (saba) ve rüzgâr esen iki cihet arasından gelen ara yön rüzgârları demektir, de denilmiştir. Bir başka açıklamaya göre rüzgârların estirilmesi, büyük gemileri de küçük gemileri de aynı şekilde sürükleyecek kadar esmesi ve her ikisini de onlara zarar verecek şeylerden koruması demektir. Yelkenlerinin büyük ya da küçük olması önemli değildir. Çünkü rüzgar eğer tek bir parça halinde gelmiş olsaydı yelkenlere çarpar ve bu yelkenli gemilerin batmasına sebep olurdu. Riyâh (rüzgârlar) kelimesi "rîh" kelimesinin çoğuludur. Rüzgâra çoğunlukla huzur ve sükûn (radıyallahü anhvh) getirdiğinden dolayı bu ad verilmiştir. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle derken dinledim: "Rüzgâr Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet de getirir, azap da getirir. Onu gördüğünüzde ona sövmeyiniz, Allah'tan hayrını isteyiniz, şerrinden de Allah'a sığınınız." Ebû Dâvûd, Edeb 103 Bu hadisi aynı şekilde İbn Mâce de Sünen'inde şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe anlattı. Bize Yahya b. Said anlattı. Yahya, el-Evzaî'den, o ez-Zührî'den anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bize Sabit ez-Zürakî, Ebû Hüreyre'den naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Rüzgara sövmeyiniz. Çünkü o Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet ile de gelir, azâb ile de. Fakat siz Allah'tan onun hayrını isteyiniz ve kötülüğünden de Allah'a sığınınız." İbn Mâce, Edeb 29. Ayrıca, Müsned, II, 250, 268, 409...; Tirmizî, Fiten 65 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: "Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü rüzgâr Rahmânın nefesindendir." Bunun anlamı şudur: Şanı yüce Allah, rüzgâra, ferahlık vermek, rahat nefes aldırmak ve dinlendirmek özelliğini vermiştir. Buradaki izafe, yani rüzgârın Rahmân'ın nefesine izafe edilmesi, fiilin O'nun tarafından yapılmasından dolayıdır. Yani, şanı yüce olan Allah rüzgârı bu şekilde takdir etmiştir. Müslim'in Sahih'inde de İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Ben (Ahzab gününde) saba rüzgârıyla muzaffer kılındım, Âd kavmi ise Debûr (batıdan esen rüzgâr) ile helâk oldu." Buhârî, İstiska 26, Bed'u’l-halk 5, Enbiyâ 6, Edeb 84, Meğâzi 29; Müslim, istiskâ 17. İşte bu da şanı yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Ahzab günü estirdiği rüzgârlar ile sıkıntıdan kurtardığına dair gelen haberlerin anlamını dile getirmektedir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Biz de onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik" (el-Ahzab, 33/9) Günlük konuşmalar esnasında: "Allah filan kişinin dünya kederlerinden bir kederini nefeslendirdi." Yani açtı denilir. Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan -aynı kelime kullanılarak-Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her kim müslüman bir kimsenin dünya kederlerinden bir kederini açarsa Allah da o kimsenin kıyâmet günü kederlerinden bir kederini açar." Müslim, Zikir 38; Ebû Dâvûd, Edeb 60. Şair de der ki: "Saba rüzgârı estiği vakit Kederli birisinin ciğeri üzerinden, kederleri açılıp gider gibi." İbnü'l-Â'rabî der ki: Nesim (esinti) rüzgârın ilk estiği sıralardır. "Rih" (rüzgâr) kelimesinin aslı rûh şeklindedir. Bundan dolayı azlık belirten çoğulu "ervah" şeklinde gelir. "Eryah" diye gelmez. Çünkü bu kelimenin asıl harfleri arasında ya değil vav vardır, "Riyali" denilmesi ise çokluğu ifade etmek ve ya'nın radıyallahü anh harfinin esreli oluşu ile münasib geldiğinden dolayıdır. Hazret-i Hafsa'ya nisbet edilen Mushafta ise şeklinde yazılıdır. 10- Kur'ân-ı Kerîm'de Rîh (Rüzgâr) Kelimesinin Farklı Kıraati: Yüce Allah'ın: "Rüzgârları estirişinde" âyetinde geçen (ve rüzgârlar anlamına gelen): "er-Riyâh" kelimesini Hamza ve el-Kisaî tekil olarak "er-rîh: Rüzgâr" şeklinde okumuştur. Aynı şekilde el-A'raf (7/57), el-Kehf (18/45) İbrahim (14/18), en-Neml (27/63), er-Rûm (30/48), Fâtır (35/9), eş-Şûrâ (42/33), el-Câsiye (45/5)'daki kelimeleri de tekil olarak okurlar. Buralarda aralarında okuyuş farkı yoktur. İbn Kesîr de A'raf, Neml, Rum, Fatır ve Şûra sûrelerindeki kelimeleri onlar gibi okurken, Hamza: "Rüzgârları aşılayıcılar..." (el-Hicr, 15/22)'de tekil olarak, İbn Kesîr de: "Ve O rüzgârları müjdeleyin olarak gönderendir." (el-Furkan, 25/48)'dekini de tekil olarak okumuştur. Geri kalan kıraat İmâmları ise İbrahim ile Şûra sûrelerindekiler dışında hepsini çoğul olarak okumuşlardır. Bu iki sûredekini de çoğul olarak sadece Nâfi' okumuştur. Yedi kıraat İmâmının bu yerler dışında kalan kelimelerde ihtilafları sözkonusu değildir. Rum Sûresi'nde sözünü ettiğimiz "rüzgârlar" kelimesi (sürede) ikinci olarak geçendir. Yani: "Allah O'durki rüzgârları gönderip..." (er-Rûm, 30/48) âyetidir. Diğeri olan: "Müjdeleyiciler olarak rüzgârları göndermesi" (er-Rum, 30/46) âyetindeki "rüzgârlar" kelimesinin çoğul olarak okunduğu hususunda kıraat farklılıkları yoktur. Ebû Ca'fer Yezid b. el-Ka'ka ise, eğer başında- elif-lâm var ise, Kur'ân'ın tümünde "er-riyah" şeklinde çoğul okumuştur. Ancak: "Yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir." (el-Hacc, 22/31) âyeti ile: "Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) âyetlerini istisna etmektedir. Şayet bu kelimenin başında elif-lâm yok ise tekil olarak okur. "er-Rîh (rüzgâr)" kelimesini tekil olarak okuyan, bunun aza da çoğa da delalet eden cins ismi oluşundan dolayı böyle okur. Çoğul olarak okuyan da rüzgârların estiği cihetlerin birbirinden farklı olduğundan dolayı çoğul okur. Rahmet kelimesiyle birlikte çoğul, azâb ile birlikte tekil olarak okuyanların bu şekildeki kıraat sebepleri ise, Kur'ân-ı Kerîm'de çoğunluğu gözönünde bulundurmasından dolayıdır. Mesela: "Rüzgârları müjdeciler olarak..." (er-Rum, 30/46) ile "Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) âyetinde olduğu gibi. Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de rahmet ile anıldığı zaman çoğul, azâb ile anıldığı zaman tekil olarak gelmiştir. Yûnus Sûresi'nde yer alan: "Onlar da güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde" (Yûnus, 10/22) âyeti bundan istisnadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da rüzgâr estiğinde şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Allah'ım, sen bunu rüzgârlar kıl, bir rüzgâr kılma." Nevevî, el-Ezkâr, Kahire, 1375/1955, s. 163'te Şâfiî tarafından el-Umm'da rivâyet edildiği belirtilmektedir. Ayrıca Suyûti, ed-Dürru’l-Mensûr, I, 399. Buna sebep ise şudur: Azap rüzgârı oldukça şiddetlidir ve âdeta tek bir cisim parçası imiş gibi bu rüzgârın cüzleri birbirine bitişiktir, ardarda gelir. Rahmet rüzgân ise yumuşak ve bölüm bölümdür. Bundan dolayı ona "riyâh (rüzgârlar)" ismi verilmiştir. Yûnus Sûresi'nde "gemiler" ile birlikte sözkonusu edildiğinde tekil olarak kullanılış sebebine gelince: Gemilerin yol almasını sağlayan rüzgâr bitişik tek bir rüzgâr gibidir. Daha sonra ayrıca "güzel" olmakla da nitelendirilerek bu rüzgâr ile azap rüzgarı arasındaki ortak yanlar ortadan kaldırılmış olmaktadır. 11- İlim Adamlarının Rüzgâr ile İlgili Açıklamaları: İlim adamları der ki: Rüzgâr havanın hareket etmesidir. Bu kimi zaman şiddetli olur, kimi zaman da zayıf. Eğer havanın hareketi kıble yönünden başlayıp kıbleye doğru giderse bu rüzgâra "sabâ rüzgârı" ismi verilir. Eğer havanın hareketi kıblenin gerisinden başlayıp kıble tarafına doğru giderse bu rüzgâra da "debûr rüzgârı" denilir. Hava hareketi kıblenin sağından başlayıp soluna doğru giderse buna "güney rüzgarı" ismi verilir. Hava hareketi kıblenin solundan başlayıp sağına doğru giderse buna da "kuzey rüzgârı" ismi verilir. Bu rüzgârlardan her birisinin kendine göre bir tabiatı vardır. Bu rüzgârların faydası da tabiatına göre değişiktir. Saba rüzgârı sıcak ve kurudur. Debur rüzgârı soğuk ve nemlidir. Güney rüzgârı sıcak ve nemlidir. Kuzey rüzgârı soğuk ve kurudur. Bu rüzgârların farklı tabiatta olması senenin mevsimlerinin de farklı olmasına benzer. Şöyle ki: Yüce Allah zamanı dört mevsime ayırmıştır. Bunların ayrılık esasları havanın halindeki değişikliğe göredir. Yüce Allah ilk mevsim olan bahar mevsimini sıcak ve nemli kılmıştır. Bu mevsimde yeşerme ve gelişip büyüme sözkonusudur. Bu mevsimde sular (yağmurlar) yağar. Yeryüzü güzelliklerini çıkartır, bitkisini yeşertir. İnsanlar ağaç dikmeye ve pek çok ekinleri ekmeye koyulur. Hayvanlar bu mevsimde doğum yapar, sütler çoğalır. Bahar bitti mi, arkasından iki özellikten biri olan sıcaklıkta bahara benzeyen yaz mevsimi gelir. Diğer bir özelliği olan nemlilik açısından da bu mevsimden ayrılır. Çünkü yazın hava sıcak ve kurudur. Bu mevsimde meyveler olgunlaşır, baharın ekilen taneler kurumaya başlar. Yaz mevsimi sona erdi mi onun arkasından iki özelliğinden birisi olan kurulukta yaza benzeyen sonbahar mevsimi gelir. Diğer özelliği olan sıcaklıkta ise yazdan ayrıdır. Çünkü sonbahar mevsiminde hava soğuk ve kurudur. Bu mevsimde meyvelerin olgunlaşması son bulur. Artık kurumaya ve içindeki sular çekilmeye başlar ve bu halleriyle meyveler saklanacak duruma gelirler. Bu mevsimde meyveler kopartılır, üzüm bağları bozulur ve artık ağaçlardan meyve toplanma işi biter. Sonbahar mevsimi bitti mi arkasından kış mevsimi gelir. Bu mevsim de iki özelliğinden birisi olan soğuklukta sonbahara yakındır. Ancak diğer özelliği olan kurulukta ondan farklıdır. Çünkü kışın havalar soğuk ve rutubetlidir. Bu mevsimde çokça yağmur ve kar yağar. Topraklar dinlenen bir beden gibi dinlenir. Tekrar yüce Allah, yeryüzüne baharın sıcaklığını yere iade edinceye kadar hareket etmez. Bu sıcaklık nem ile bir araya geldi mi işte şanı yüce Allah'ın izniyle o vakit yeşermeler ve büyümeler ortaya çıkar. Sözünü ettiğimiz rüzgârların dışında pek çok rüzârlar daha esebilir. Ancak asıl olan bu dört rüzgârdır. İki rüzgâr arasında esen her bir rüzgârın hükmü estiği cihet itibariyle hangisine daha yakın ise, o yakın olduğu rüzgârın hükmünü alır ve buna "en-nekbâ" ismi verilir. Yüce Allah'ın: "Ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta.." âyetine gelince... Burada sözü geçen buluta "es-Sehâb" adının verilmesi bulutun havada sürüp gelmesi dolayısıyladır. Yerde sürülen eteğin toplanması, filan kişinin filana karşı cüretkârca davranması, çokça yemek, içmek gibi anlamlar da aynı kökten gelir. Müsahhar kılınmış (boyun eğdirilmiş) ise, emre verilmiş gibi anlamlara gelir. Bulutun müsahhar kılınması ise bir yerden bir yere gönderilmesi şeklinde olur. Onun müsahhar kılınışının gök ile yer arasında direksiz ve askısız durmasıdır. Birinci açıklama ise daha açık ve üstündür. Bulut, kimi zaman su ile kimi zaman azâb ile gelebilir. Müslim'in Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir keresinde adamın birisi düzlük bir yerde bulunurken bir buluttan: Filanın bahçesini sula, diye bir ses işitir. O bulut bir kenara ayrıldı ve suyunu kara taşlık bir arazi üzerinde akıttı. Orada bulunan bir su yoluna yağan bütün yağmurlar toplandı. Adam o suyu takibetti. Bahçesinde ayakta duran ve elindeki kazmasıyla suyun yönünü değiştiren bir adam gördü. Ona: Ey Allah'ın kulu, adın nedir? diye sorar. O da bulutta söylendiğini işittiği ismi söyler. Daha sonra adam sorana: Ey Allah'ın kulu, ya sen bana adımı ne diye soruyorsun? diye sorunca şöyle der: Ben şu suyu yağdıran bulutta senin ismini söyleyerek: Filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bunu ne yapıyorsun diye sorar. Şu cevabı verir: Madem sen bunu söylüyorsun (ben de sana anlatayım): Ben buradan aldığım mahsule bakıyorum. Onun üçte birini tasadduk ediyorum, üçte birini ben ve çoluk çocuğum yiyoruz, geri kalan üçte birini ise tekrar buraya (tohum olarak) iade ediyorum" Bir rivâyette de: "Üçte birini fakirlere, dilencilere ve yolculara veriyorum" denilmektedir. Müslim, Zühd 45; Müsned, II, 296. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O Allah ki, rüzgârları gönderip bulutları hareket ettirir. O bulutları ölmüş bir beldeye süreriz de o yeri -ölümünden sonra- canlandırırız." (Fâtır, 35/9); "Nihayet bunlar (rüzgârlar) ağır ağır bulutları kaldırınca biz onları ölmüş bir beldeye süreriz..." (el-A'raf, 7/57) Bu anlamdaki âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de pek çoktur. İbn Mâce, Âişe (r. anha)'dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ufuklardan birisinden bir bulutun gelmekte olduğunu görünce namazda olsa dahi işini bırakır o buluta doğru yönelir ve: "Allah'ım, bizler sana bu bulut ile gönderilen şeyin şerrinden sığınırız" derdi. O buluttan yağmur yağarsa, iki yahut üç defa da: "Allah'ım, bunu faydalı bir mahsul kıl" derdi. Şayet o bulutu açar ve ondan yağmur gelmezse bundan dolay) da Allah'a hamd ü sena ederdi. İbn Mâce, Dua 21. Bu hadisi bu anlamda Müslim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Âişe'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüzgârlı ve bulutlu gün oldu mu bunun etkileri onun yüzünde görülür, ileri geri gider gelirdi. Yağmur yağarsa "buna sevinir ve "bu sıkıntısı giderdi. Hazret-i Âişe der ki: Ona sordum "Bana şöyle dedi: "Ben bu bulutun ümmetime musallat kılınan bir azâb olduğundan korktum." Yağmur yağdığını görünce de: "Bu bir rahmettir" derdi. Bir diğer rivâyette de şöyle demiştir: "Belki de ya Âişe, bu bulut Âd kavminin dediği şeklindedir: "Onlar onu kendilerine yönelmiş bir bulut halinde görünce: Bu bize yağmur getiren bir buluttur, dediler.." (el-Ahkâf, 46/24) Müslim, İstiskâ 14. İşte bu Hadîs-i şerîflerle bu âyet-i kerimeler birinci görüşün lehine ve bulutların müsahhar kılınışının sabit kalmaları anlamına gelmediğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Çünkü "sabit olmak" bir yerden bir yere taşınmamayı ifade eder. Eğer "sabit olmak" ile anlatılmak istenen bulutların semada da yerde de olmayıp havada bulunması kastediliyor ise bu doğrudur. Çünkü yüce Allah burada: "Gökle yer arasında" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bulutlar müsahhar kılınmıştır ve bu ikisi arasında taşınmaktadır. Bu ise Allah'ın kudretini daha büyük bir şekilde gösterir. Tıpkı havadaki kuş gibi. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Onlar gök boşluğunda müsahhar kılınmış kuşları görmezler mi? Onları Allah'tan başkası tutmuyor." (en-Nahl, 16/79) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Üstlerinde saf saf dizilip kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahmân (olan Allah)dan başkası tutmuyor..." (el-Mülk, 67/19) 13- Ka'b el Ahbar'dan Bulutlara Dair Bir Rivâyet: Ka'b el-Ahbar, bulutlar yağmurun eleğidir. Şayet su semadan indiğinde bu bulut olmasa yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı, der. Bunu Ka'b'dan İbn Abbâs rivâyet etmiştir. el-Hatib Ebû Bekr Ahmed b. Ali, bunu Muaz b. Abdullah b. Hubeyb el-Cühenî'den şöylece zikretmektedir: Selemeoğulları arasında bulunduğum bir sırada İbn Abbâs'ın dişi bir katır üzerinde yanımızdan geçtiğini gördüm. Onun da yanından Ka'b'ın hanımının oğlu olan Tubey' geçti, İbn Abbâs'a selam verdi. İbn Abbâs ona: Ka'b el-Ahbar'ın bulut hakkında herhangi bir şey söylediğini duydun mu? diye sorar. Çocuk: Evet şöyle dediğini duydum der: Bulut yağmurun eleğidir. Semadan su indiğinde eğer bulut olmasa o su yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı. İbn Abbâs soran Peki sen Ka'b'ı bir sene bir tür bitki ertesi sene ondan başka bir bitki bitiren yer hakkında bir şey söylerken dinledin mi? Yine o: Evet der. Bu hususta şöyle derken onu dinledim: Tohum semadan iner. İbn Abbâs der ki: Ben de Ka'b'dan böyle dediğini dinledim. 14- Allah'ın Varlığı'nın Belgeleri: Âyetler "... aklı eren bir topluluk için nice âyetler" Allah'ın birliğine kudretine delil olan belgeler "vardır." Bundan dolayı yüce Allah, bütün bu hususları: "Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyetinin akabinde sözkonusu etmiştir ki, bunlarla bu âyet-i kerimeden önce sözünü ettiği yüce Allah'ın vahdaniyyetine, rahmetine ve yaratıklarına olan şefkatine dair verdiği haberin doğruluğunu ortaya koysun diye. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bu âyet-i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay haline!" diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. Suyûtî Cem'u'l-Cevâmi, 874'te yakın lâfızlarla. Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı, II, 206'daki nottan. Yani üzerinde tefekkür etmeyip gereken ibreti çıkarmayanın vay haline! Bu sözler bunların kendi kendilerini meydana getirmiş olabileceklerini reddetmemektedir, diyene şu şekilde cevap verilir: Senin bu dediğin imkânsız birşeydir. Çünkü sözü geçen bu hususlar (ve başkaları) şayet kendi kendilerini meydana getirmiş ise onlar ya var iken bu hususları meydana getirmişlerdir veya yok iken meydana getirmişlerdir. Eğer yok oldukları halde bunların meydana geldiği söylenecek olursa bu imkânsız birşeydir. Çünkü birşeyin meydana getirilmesi ancak hayat sahibi, bilen, kudret sahibi ve irade sahibi birisinden beklenebilir. Var olmayan birşeyin ise bu niteliklere sahip olması düşünülemez. Eğer bunlar var ise zaten onların varlığı kendi kendilerini meydana getirmelerine ihtiyaç bırakmaz. Yine, şayet onların dedikleri kabul edilebilecek birşey olursa (mesela) bir yapının kendi kendisini meydana getirmesi de mümkün olur. Aynı şekilde ahşap bir malzemenin, dokumanın da öyle olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. Bizi imkânsız bir sonuca götüren şeyin kendisi de imkânsızdır. Diğer taraftan yüce Allah, bu âyet-i kerimede bizlere vahdaniyyetinden söz ederken sadece haber vermekle yetinmiyor, bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'deki pek çok âyet-i kerîme de aklımızı kullanıp düşünmemizi, ibretle bunlar üzerinde aklımızı kullanmamızı da emretmektedir. Yüce Peygamberine şöyle buyurmuştur: "De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın." (Yûnus, 10/101) Burada kendilerine hitab edilmesi istenen kâfirlerdir. Çünkü yüce Allah: "(Fakat) o âyetler ve korkutmalar, îman etmeyecek bir kavim için ne fayda verir ki?" (Yûnus, 10/101) diye buyurulmaktadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna... bakıp düşünmezler mi?" (el-A'raf, 7/185) "Melekût" ile kastedilen âyetlerdir (belgelerdir.) Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21) diye buyurmaktadır. Yüce Allah, buyuruyor ki: Onlar, bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşünme yoluyla bakmazlar mı ki, bunların hadislere (sonradan olan değişikliklere) ve değişimlere maruz kalmasını, sonradan yaratıldıklarının delili olarak görsünler ve ihdas edilen (var edilen, yaratılan) birşeyin mutlaka kendisini yapan bir yapıcıya ihtiyacı olduğunu, bu yapıcının hikmeti sonsuz, alim, kadir, mürid, semi', basîr ve mütekellim olduğunun delili olarak görsünler? Çünkü eğer o bu sıfatlara sahip olmazsa, insanın bundan daha kâmil olması sözkonusu olurdu ki buna da imkân yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Biz insanı" yani Âdem (aleyhisselâm)'ı "süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu" yani onun soyundan gelenleri "bir nutfe kılıp sağlam bir karargâha yerleştirdik... Sonra da Kıyâmet gününde elbette diriltileceksiniz." (el-Mü’minun, 23/12-16) İnsan bu uyarıcı âyetler ışığında kendisine verilmiş bulunan akıl ile kendi nefsi hakkında düşünecek olursa, bu nefsin belli bir şekilde düzene konulduğunu, değişik hallere göre yönlendirilmiş olduğunu görür. Kendisi önce bir nutfe iken ondan sonra bir alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) ondan sonra bir çiğnemlik et, sonra et ve kemik olmuştur. Bunu düşündüğü takdirde insan eksik halden kemal haline doğru kendisini nakledenin kendisi olmadığını bilir. Çünkü o aklının olgunluğunu ifade eden en üstün hali ve herhangi bir organının en güçlü seviyesini bizzat var etme gücüne sahip değildir. Organlarına da herhangi bir organı fazladan ekleyemez. Bu, onun eksik ve zaaf hallerinde böyle bir şeyi öncelikle yapamayacağını ona gösterir. İnsan kendisini önce genç, sonra olgunluk yaşında, sonra da yaşlı olarak görür. Gençlik ve güçlülük halinden yaşlılık ve kocamışlık haline kendi kendisini taşıyan o değildir. Kendisi için bu hali seçen de o değildir. Yaşlılık halini bir kenara itip gençlik gücünü geri getirmek imkânına da sahip değildir. İşte kendi kendisini bu şekilde halden hale geçirenin kendisi olmadığını, kendisini var eden bir yaratıcının, bir durumdan ötekine taşıyan bir taşıyıcının olduğunu böylelikle bilir. Şayet bu olmasaydı bu şekilde bir taşıyıcı ve tedbir edici olmaksızın onun hallerinde herhangi bir değişiklik olmazdı. Bir hakîm şöyle demiştir: Büyük alemdeki herşeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük alemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir surette) yarattık." (et-Tîn, 95/4); "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21) Mesela, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve işitmesi idrak edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrak etmesi açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak azalar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda hararet vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirler konumunda, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Azaları da ağaçları andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilin Azalarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük alem büyük alem ile birlikte aynı yaratıcının yaratığı ve sonradan varettiği varlık (muhdes)dir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. 165İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler. Îman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır. Zulmedenler azâbı görecekleri vakit bütün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın pek çetin azâb sahibi olduğunu görselerdi!.. Yüce Allah bundan önceki âyet-i kerimede vahdâniyyetine, kudretine, egemenliğinin azametine delalet eden hususları haber verdikten sonra, burada da akıl sahiplerinin kaçınılmaz olarak kabul etmek durumunda oldukları bunca âyete rağmen, Allah'a eşler koşan kimselerin bulunduğunu haber vermektedir. Eşler anlamına gelen "endâd" kelimesinin tekili "nid"dir. Daha önceden (el-Bakara, 2/22. âyette 6. başlıkda) buna dair açıklamalarda bulunulmuştur. Bunlarla anlatılmak istenen ise Mücâhid'in görüşüne göre; aciz olmalarına rağmen Allah'a ibadet eder gibi ibadet ettikleri putlar ve heykellerdir. "Onları Allah'ı sever gibi severler." el-Müberred'in açıklamasına göre, onlar putlarını batıl üzere olmalarına rağmen, mü’minlerin hak üzere Allah'a olan sevgileri gibi severler. Zeccâc'ın açıklaması da bu anlama gelmektedir. Yani onlar putlarına acizliklerine rağmen, mü’minlerin kudreti sonsuz Allah'a besledikleri sevginin benzerini beslerler. İbn Abbâs ve es-Süddî de şöyle demektedir: Burada "eş edinilenler"den kasıt kendilerine uyulan başkanlardır. Allah'a isyanı gerektiren hususlarda bu başkanlarına itaat ederler. Nitekim "onları... severler" zamiri, bu esasa göre (akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan zamir şeklinde) gelmiştir. Birinci açıklamaya göre ise putlara ait olması gereken bu zamir, asla aykırı olarak akıl sahibi olan varlıkların zamiri gibi gelmiştir. İbn Keysân ve yine ez-Zeccâc, ayrıca şöyle derler: "Onları Allah'ı sever gibi severler" âyetinin anlamı Allah'a ve putlarına besledikleri sevgiyi eşit tutarlar, demektir. Ebû İshak (ez-Zeccâc) der ki: Sahih olan görüş işte budur. Bunun doğruluğunun delili ise (biraz sonra gelen): "Îman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır" âyetidir. Ebû Recâ:" Onları., severler" âyetini ya harfini fethalı okumuştur. Bu türden Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün kelimeleri böylece okumuştur. Bu bir şivedir. el-Ferrâ' der ki: Ebû Turab bana şu beyiti okudu: "Ona olan sevgim dolayısıyla siyahları severim, Ona olan sevgimden dolayı siyah köpekleri dahi sevmeye başladım." Yüce Allah'ın: "Edinenler" âyetindeki: " ...enler" mübtedâ olarak ref mahallindedir. "Edinen" şeklinde fiilin tekil gelmesi, "...en..." anlamını veren edatın lâfzına uygundur. Kur'ân'ın dışında (benzeri kullanımlarda) fiilin şeklinde çoğul zamiri ile birlikte manaya uygun olarak kullanılması mümkündür. Âyet-i kerimede Onları severler" anlamındaki fiilin çoğul zamiri ile kullanılması, manaya nazarandır. Fiil tekil zamiri ile kullanılırsa, lâfza uygun kullanılmış olur. "Severler" âyeti, "edinen" fiilindeki zamirin halini bildirdiğinden nasb mahallindedir. "Eşler" kelimesinin sıfatı da kabul edilebilir. sever gibi" âyetindeki benzetme edatı, mahzuf (düşürülmüş) bir masdarın sıfatıdır. Onları Allah sevgisine benzeyen bir sevgi ile severler, demektir. "Îman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır." Yani putperestlerin, putlarına, başkanlarına uyanların uydukları kimselerin duydukları sevgiden daha sağlam bir sevgi ile Allah'ı severler. Yüce Allah'ın burada: "Îman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır" diye buyurması yüce Allah'ın evvela onları sevdiği, ondan sonra da onların yüce Allah'ı sevmelerinden dolayıdır. Sevildiği kişi tarafından sevdiğine tanıklık edilenin sevgisi daha bir eksiksizdir ve tamdır. Yüce Allah: "O onları sever, onlarda O'nu severler." (el-Maide, 5/54) diye buyurmaktadır. İleride yüce Allah'ın izniyle (Âl-i İmrân, 3/31. âyetin tefsirinde) mü’minlerin Allah'a sevgisine ve Allah'ın mü’minlere olan sevgisine dair açıklamalar gelecektir. "Zulmedenler azâbı görecekleri vakit, bütün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın pek çetin azâb sahibi olduğunu görselerdi." Medineliler ile Şamlılar kelimesindeki "ye" harfini te ile okurlar. (Buna göre anlamı: Görseydin olur). Mekke ile Kûfelilerin ve Ebû Amr'ın kıraati ise ya iledir. Ebû Ubeyd'in tercihi de budur. Âyet-i kerimenin maksadının tam olarak anlaşılması biraz zordur ve âyette hazif vardır. Ebû Ubeyd der ki: Bunun anlamı şudur: Eğer zulmedenler dünyada iken ahiret azabını görecek olurlarsa hiç şüphesiz onlar bunu gördükleri vakit gücün bütünüyle yalnızca Allah'ın olduğunu da bileceklerdir. Buna göre "görselerdi" âyetinden kasıt göz ile görmektir. en-Nehhâs "Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: İşte müfessirlerin benimsediği görüş de budur. Ancak "İ'rabu'l-Kur'ân" adlı eserinde ise şöyle demektedir: Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Ebû Ubeyd'in yaptığı bu açıklama uzak bir ihtimaldir. Bu hususta kullandığı ifadeler o kadar da güzel değildir. Çünkü "o zulmedenler azâbı görecek olsalar" diye bir takdirî ifadede bulunmaktadır. Sanki bu azâbın görülmesinde şüphe varmış gibi bir anlam çıkmaktadır. Halbuki yüce Allah bu azâbı vâcib (gerekli ve kaçınılmaz) kılmıştır. Takdir Ebû Ubeyd'in dediği gibi değil, fakat el-Ahfeş'in de benimsediği görüşe göre şöyledir: Eğer zulmedenler gücün Allah'a ait olduğunu görselerdi... Burada "görmek" bilmek anlamındadır. Yani eğer onlar gerçekten kuvvetin yalnızca aziz ve celil olan Allah'ın olduğunu ve azabının ne kadar şiddetli olduğunu bilselerdi, o takdirde uydurma ilahlar edinmelerinin zararını da açık açık görürlerdi. Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sen onları Rablerinin huzurunda bulunduruldukları zaman bir görseydin." (el-En'am, 6/30); "Sen onları ateşin karşısında durdurulduklarında bir görsen." (el-En'am, 6/27) Burada şart edatının cevabı verilmemiştir. ez-Zührî ve Katâde der ki: Bu cevabın zikredilmemesi tehdidin daha da ağır olduğunu ifade etmek içindir. Bir kimsenin şöyle demesine benzer: Sen filanı sırtına kamçılar inip kalkarken bir görseydin... "Görselerdi" kelimesini "görseydin" anlamına gelecek şekilde "te" harfiyle okuyanların okuyuşuna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ya Muhammed, sen o zâlimleri azâbı görecekleri azaptan korkup onun ne kadar büyük olduğunu farkedecekleri zaman bir görsen, şüphesiz gücün muhakkak Allah'a ait olduğunu ikrar ve kabul edeceklerdir. Buna göre şartın cevabı bu anlamda gizlidir. Bir diğer takdire göre şöyle olur: Ya Muhammed, sen azâbı gördükleri ve ondan korktukları zaman zâlimlerin halini bir görsen. Sen kuvvetin bütünüyle yalnızca Allah'ın olduğunu kesinlikle bilirdin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zaten bunu biliyordu. Fakat ona bu şekilde hitap edilmesinden kasıt onun ümmetidir. Çünkü onun ümmeti arasında böyle bir şeyi müşahede etmek suretiyle bilgisini güçlendirmeye ihtiyacı olanlar vardır. Bunun anlamının şöyle olması da mümkündür: Ya Muhammed, sen zalim olana bunu söyle; şeklinde... Burada âyetin: ... Çünkü kuvvet bütünüyle yalnızca Allah'ındır... şeklinde değerlendirilebileceği de söylenmiştir. Sîbeveyh'in delil gösterdiği şu beyitte olduğu gibi: "Ve ben kerem sahibinin kabahatini onun (kötülükleri) saklaması dolayısıyla bağışlarım Ve kerim davranarak adi kimsenin sövmesinden de yüzçeviririm." Bu açıklamaya göre âyet-i kerimenin bu bölümünün anlamı şöyle olur: Ya Muhammed, sen o zâlimleri azâbı gördükleri vakit bir görsen -kuvvet yalnızca Allah'ın olduğu için- onların ne derece bir cezaya çarptırıldıklarını bilir ve kendilerine isabet eden bu azâbın çok büyük olduğunu anlardın. Burada di'li geçmiş (mazi) tabiri gelecekte olacak bu hususlar hakkında kullanılmıştır. Bundan maksat durumun daha bir anlaşılır olmasını sağlamak ve bu işlerin gerçekleşeceğinin sihhatini, doğruluğunu daha açık bir şekilde ortaya koymaktır. İbn Âmir, tek başına " Görecekleri" kelimesindeki ye harfi ötreli olarak okumaktadır. (Buna göre mana: Azâbın kendilerine gösterileceği vakit., şeklinde olur). Diğerleri ise "ye" harfini fethalı olarak okurlar. el-Hasen, Yakub, Şeybe, Sellâm ve Ebû Ca'fer ise kelimelerini şeklinde okurlar. O tadirde bu kelimeler yeni bir cümlenin başlangıcı olur veya bunlardan önce "söylemek" kökünden türeyen bir fiil takdir edilir. Yani: Keşke sen zulmedenleri azâbı gördükleri vakit bir görsen. Muhakkak kuvvet yalnızca Allah'ındır, derler... Bu âyet-i kerimenin nassı ile kuvvetin yalnızca Allah'ın olduğu isbat edilmektedir. Halbuki Mu'tezile kadim sıfatların manalarının bulunmadığını ileri sürerken bu nassa muhalif kanaat ortaya koymaktadır. Allah onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir. 166O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan uzaklaşırlar. O azâbı görmüş, aralarındaki ilişkiler de kopup gitmiş olacaktır. "O zaman kendilerine uyulanlar" Katâde, Atâ ve er-Rabi'den nakledildiğine göre efendiler ve başkanlar, küfür üzere kendilerine "uyanlardan uzaklaşırlar." Yine Katâde ve es-Süddî şöyle derler: Bunlar insanlardan uzak olacaklarını belirtecek olan saptırıcı şeytanlardır. Bunun kendisine uyulan her kişi hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Uyanlar da kendilerine uyulanlar da "o azâbı görmüş., olacaktır." Çünkü dünya hayatında onu gözleriyle görecek olurlarsa ona kesin olarak inanırlar. Bunun ahirette amellerinin kendilerine sunulması ve sorgulanmaları esnasında olacağı da söylenmiştir. Derim ki: Her iki şekil de hasıl olur. Çünkü onlar ölüm esnasında uğrayacakları aşağılık durumları görürler. Ahirette de can yıkıcı azâbı ve ibretli cezayı tadarlar. "Aralarındaki ilişkiler", Mücâhid ve başkalarının açıklamasına göre dünya hayatında aralarındaki akrabalık ve buna benzer çeşitli ilişkiler "de kopmuş olacaktır." el-Esbâb: (İlişkiler)in tekili sebep'tir. Sebep, asıl anlamı itibariyle birşeye bağlanıp onunla o şeyin çekildiği ip demektir. Daha sonra herhangi bir şeyi çeker durumdaki herşeye "sebep" denilir olmuştur. es-Süddî ve İbn Zeyd der ki: Burada sözü geçen sebepler (ilişkiler) onların amelleri demektir. Yani kendileriyle amelleri arasındaki ilişki kopup gitmiş olacaktır. Sebep aynı zamanda yan ve taraf anlamına da gelir. Züheyr'in şu beyiti bu anlamdadır: "Her kim ölümün esbabından korkarsa onlar gelip onu bulur İsterse merdiven ile semanın esbabına (kıyısına, kenarına) çıkmaya kalkışsın." 167Uyanlar: "Bizim için bir dönüş olsaydı da bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık" derler. Böylece Allah hasretler halinde amellerini kendilerine gösterecektir. Ve onlar cehennemden çıkacak da değillerdir.
"Uyanlar: 'Bizim için bir dönüş" önceki hale, duruma bir avdet "olsaydı" buna imkân bulunsaydı, gerçekleşseydi, "de bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık' derler." Yani tabi olanlar şöyle diyeceklerdir: Eğer bizler salih amel işlemek ve onlardan uzaklaşmak üzere dünyaya geri gönderilecek olursak, "bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık." Teberrîz (uzaklaşmak), ayrılıp gitmek, kopmak demektir. "Böylece Allah hasretler halinde amellerini kendilerine gösterecektir." Yani yüce Allah onlara azâbı göstereceği gibi amellerini de gösterecektir. "Allah... gösterecektir" âyetinin gözle görmek ile alakalı olduğu söylenmiştir. O takdirde "hasretler" kelimesi de hal olur. Kalbin görmesinden gelme ihtimali de vardır. O takdirde "hasretler" üçüncü mef'ûl olur. (Buna göre anlam: "Allah amellerini kendilerine gösterecektir, onlara hasretler de gösterecektir" şeklinde olur). "Amellerini" er-Rabi', kasıt, işledikleri ve onlar sebebiyle cehennem azabına uğradıkları bozuk amelleridir. İbn Mes'ûd ve es-Süddî ise şöyle demektedir: Terkettikleri ve bundan dolayı da cennetten mahrum bırakıldıkları salih amelleridir. Bu anlamda birtakım Hadîs-i şerîfler de rivâyet edilmiştir. es-Süddî der ki: Cennet onların tepelerine kaldırılır. Onlar cennete ve eğer itaat etmiş olsalardı kendileri için ayrılan evlere bakarlar. Arkasından bu evleri mü’minler arasında paylaştırılacaktır. İşte pişmanlık duyacakları vakit budur. Bu amellerin onlara izafe edilmesi onları işlemekle emrolunmuş olmaları açısındandır. Bozuk amellerinin kendilerine izafe edilmesi ise fiilen işlediklerine göredir. Hasret: "Haserât" kelimesinin tekilidir. İsim olursa böyle kullanılır. Sıfat yapılırsa, "Hasrât" şeklinde çoğulu yapılır. Kaybedilen, elde edilemeyen birşey için duyulan pişmanlığın en ileri derecesidir. Tehassür ise böyle birşey dolayısıyla insanın âdeta canı çıkarcasına kederlenmesidir. Bu kelime kesilen ve gücü kaybolan "hasîr"den türetilmiştir. Gücü biten deve gibi. Bu kelimenin "üzerini açmak" anlamından türetildiği de söylenmiştir. Nitekim beraberinde zırhı bulunmayan kimseye "el-Hâsir" denir. Geri açılıp püskürtülmeye de "el-inhisar" denilir. "Ve onlar cehennemden çıkacak da değillerdir." Bu da kâfirlerin cehennemde ebedî kalacaklarına ve oradan da hiçbir şekilde çıkmayacaklarına delildir. Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüş bu âyet-i kerîme ve yüce Allah'ın şu âyeti sebebiyle bu doğrultudadır: "Onlar deve, iğne deliğine girmedikçe cennete giremezler." (el-A'raf, 7/40) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. 168Ey İnsanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Ey insanlar.." âyetinin Sakîf, Huzaa ve Mudlicoğullarının kendileri için haram kıldıkları davarlar hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte lâfız umumidir. Burada "temiz (et-tayyib)": Helal anlamınadır. Buna göre kelime farklı olduğu için helal anlamını te'kid etmektedir. İmâm Mâlik'in et-Tayyib hakkındaki açıklaması bu şekildedir. Şâfiî de şöyle der: et-Tayyib, lezzetli olan şey demektir. Buna göre bu (helâlden) başka bir çeşiti anlatan bir kelimedir. O bakımdan pis olan hayvanın yenmesi yasaktır. Buna dair açıklamalar ileride el-En'am Sûresi'nde (6/145. âyet) ile el-A'raf Sûresi'nde (7/57. âyet 6. başlık) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. "Helâl ve temiz olarak yeyin" âyeti haldir. Mef ul olduğu da söylenmiştir. (Buna göre, helal ve temiz olanları yeyin anlamında olur). Helale bu adın veriliş sebebi, yasak düğümünün ondan çözülmüş olmasıdır. Sehl b. Abdullah şöyle der: Kurtuluş üç şeydedir: Helal yemek, farzları eda etmek ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymak. Ebû Abdullah es-Sâcî diye bilinen Said b. Yezid de şöyle demektedir: Beş özellik ile ilim tamam olur: Bunlar yüce Allah'ı bilmek, hakkı bilmek, amelini Allah için ihlâsla yapmak, sünnet üzere amel etmek ve helâl yemek. Bunlardan birisi olmadı mı amel Allah'a yükseltilmez. Sehl de der ki: Helâl yemek ancak ilim ile sahih olabilir. Malın helâl olması ise altı özellikten uzak olmasına bağlıdır: Faiz, haram, suht (her türlü haram ve kötü kaynağı kapsayan genel bir isim) ğulûl (genel olarak hırsızlık, hainlik, özellikle de ganimet hırsızlığı), mekruh ve şüpheler. "Şeytanın adımlarına uymayın." Bu bir nehy (yasaklama)dır. Hutuvât, Adımlar: "hatve" ile "hutve"nin çoğuludur. Her ikisi de aynı anlamdadır. el-Ferrâ' der ki: "hatavât" kelimesi "hatve"nin çoğuludur. "Hatve" ise iki ayak arası uzaklık (adım) demektir. el-Cevherî der ki: "Azlık çoğulu: şekillerinde çokluk çoğulu ise şeklinde gelir... "Hatve" bir adım demektir. Hatevât ve hitâ' şeklinde gelir. İmruu'l-Kays der ki: "Koşusu var, ceylanların koşmasını andıran, Kimi vadiyi adımlarla (koşmaksızın) geçer, kimi vadiyi de yağmur gibi (hızlı geçer)." Ebû's-Simâl el-Adevi ile Ubeyd b. Umeyr kelimesini hı ve ü harflerini üstün okuyarak şeklinde okumuşlardır. Ali b. Ebî Tâlib, Katâde, el-A'rec, Amr b. Meymûn ve el-A'meş'ten bu kelimenin hı ve ti harfleri ötreli ve vav üzerinde hemze ile şeklinde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Onlar bu şekilde okumak ile burdaki kelimenin adım atmaktan değil de hatadan gelen "hatîe" (günah)ın çoğulu olduğunu benimsemiş gibidirler. Cumhûrun okuyuşuna göre âyetin anlamı şöyle olur: Şeytanın izinden gitmeyin, onun davranışlarını takib etmeyin. Şeriat hakkında birşey varid olmaz ise şeytana nisbet edilir. İbn Abbâs der ki: "Şeytanın adımları"ndan kasıt onun amelleridir. Mücâhid ise: Şeytanın günahları, es-Süddî ona itaat, Ebû Miclez ise masiyet olan hususları adamaktır, demişlerdir. Derim ki: Doğrusu şu ki, bu lâfız sünnet ve şer'î beyanların ifade ettiği hükümler dışında kalan her türlü bid'at ve masiyeti ifade eden genel bir lafızdır. Şeytana dair daha önceden (istiâze bahsi onuncu başlıkta) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Yüce Allah, şeytanın düşman olduğunu bize bildirmektedir. O'nun bize verdiği haber ise hak ve doğrudur. O halde aklı başında olan bir kimsenin yapması gereken, Hazret-i Âdem zamanından beri düşmanlığını açıkça ortaya koyan, kendisini ve bütün ömrünü, Âdemoğullarının hallerini bozmaya harcayan böyle bir düşmana karşı gereken uyanıklığı göstermek ve tedbiri almaktır. Şanı yüce Allah, şeytana karşı uyanık ve tedbirli olmayı emrederken şöyle buyurmaktadır: "Şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (el-Bakara, 2/169); "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size hayasızlığı emreder." (el-Bakara, 2/268); "Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister." (en-Nisa, 4/60); "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Maide, 5/91); "Şüphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır." (el-Kasas, 28/15); "Şüphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin. O topluluğunu ancak cehennemin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fatır, 35/6) İşte bunlar sakındırmanın en ileri derecesini ifade ederler. Kur'ân-ı Kerîm'de bu tür âyetler ise pek çoktur. Abdullah b. Ömer der ki: Gerçek şu ki İblis, yerin en alt tabakasında bağlıdır. Hareket ettiği vakit yeryüzündeki her türlü şer de harekete geçer. İki kişi ve daha çok sayıda kimseler arasındaki bütün kötülükler, onun hareket edip kıpırdanmasındandır. Tirmizî'nin de Ebû Mâlik el-Eş'arî'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte şu ifadeler yer almaktadır: "Ve ben sizlere Allah'ı anmanızı emrediyorum. Bunun misali şuna benzer: Bir adamın ardından düşmanları da çabucak onu takib etmektedirler. Nihayet oldukça sağlam bir kaleye varınca kendisini onlardan kurtarır. İşte kulun durumu da böyledir. Ancak Allah'ı anmakla koruyabilir kendisini şeytandan..." Tirmizî bu hadis hakkında: Hasen, sahih, garib bir hadistir, demektedir. Tirmizî, Edeb 78. 169O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. "O size ancak kötülüğü ve hayasızlığı... emreder." Kötülüğe (es-sû') bu adın veriliş sebebi kötü akıbetleri dolayısıyla bu işi işleyenin üzülmesine, kötülük görmesine sebep teşkil ettiğinden dolayıdır. Üzüntü ve keder anlamına da gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar onun yakın olduğunu görünce o kâfirlerin yüzü kötüleşiverir. (es-Sû' ile aynı kökten)" (el-Mülk, 67/27) Şair de şöyle der: "Şu zaman üzmüş ise de beni Zamanın beni sevindirdiği uzun vakitler de olmuştur Her ikisi de benim için farketmez Birisi için şükür, öteki için sabır sözkonusudur." Kötülük (el-fahşâ) ise aslında çirkin görünüş demektir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Ve beyaz ceylanın boynu gibi bir boyun; fakat görünüşü hiç de çirkin olmayan." Daha sonra bu kelime çirkin manalar hakkında da kullanılır olmuştur. Birşeyin güzel veya çirkin olduğunu tesbit eden şeriattir. Şeriatin yasakladığı herşey fahşâdan (çirkinliklerden) sayılır. Mukâtil der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de sözü geçen bütün "el-fehşâ" tabirlerinden kasıt zinadır. Yüce Allah'ın şu âyeti müstesna: "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size fahşâyı emreder." (el-Bakara, 2/268) Burada ise fahşâdan kasıt zekâtın engellenmesidir. Derim ki: İşte buna göre: es-Sû' haddi gerektirmeyen kötülükler, el-fahşâ ise haddi gerektiren kötülük ve hayasızlıklar demektir, denilmiştir. Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs ve başkalarından da nakledilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Taberi der ki: Yüce Allah burada onların haram kıldıkları bahire, sâibe ve buna benzer şerîat (yasa) yaptıkları, haram kıldıkları şeyleri kast etmektedir. Buradaki "söylemenizi" anlamındaki âyet, "kötülüğü ve hayasızlığı" anlamında âyete atıf ile cer mahallindedir. 170Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları birşeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: "Onlara" Arap kâfirlerine, İbn Abbâs'a göre yahudilere, Taberî'ye göre ise daha önce geçen: "Ey insanlar... yeyin" âyetindeki "insanlara" aittir. Kimisine göre de: "İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de vardır" âyetindeki "insanlar arasında"ya ait olduğu da söylenmiştir. "Allah'ın indirdiğine" onu kabul etmek ve gereğince amel etmek suretiyle "uyun denildiği zaman onlar hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler." Şair elfeynâ (bulduğumuz) kelimesini aynı anlamda şu beyitinde şöylece kullanmıştır: "Ben onu kınayıcı bulmadım; Allah'ı da pek az müstesna anıcı görmedim." "Ya ataları birşeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bulamamış idiyseler" âyetin başındaki elif, soru edatıdır. Ondan sonra gelen vâv harfinin üstün gelmesi ise atıf vâv'ı oluşundandır. Burada cümlenin cümleye atf edilmesi sözkonusudur. Çünkü atalarına uyan kimselerin: Akıl erdiremeseler dahi; biz yine de atalarımıza uyarız, deyip onların yollarına bağlı kalmaları, tutarsızlığın, bozukluğun en ileri derecesidir. İşte bu şekilde onlara yöneltilen soru ile bağlılıklarının mahiyeti onlara söyletilmiş (takrir edilmiş) olmaktadır. Çünkü atalarının durumu gerçekten de böyledir. İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerimenin lâfızlarındaki güçlü ifade, taklidin batıl olduğu anlamını vermektedir. Buna benzer bir başka âyet-i kerîme de şöyledir: "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve rasûlüne geliniz, denildiği zaman: 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler..." (el-Maide, 5/104) Bu âyet-i kerîme ile ondan önceki âyet-i kerîme, daha önce gelen âyet ile ilişkilidir. Çünkü yüce Allah kıt akıl ve görüşlerine dayanarak bahîre, sâibe ve vasîleye ait kestirip attıkları hükümlerdeki bilgisizliklerinden, cahilliklerinden söz etmektedir. Onlar bu cahilce tutumlarına, bunun atalarını üzerinde buldukları bir iş olduğunu ve bu hususta atalarına uyduklarını delil diye ileri sürdüler. Diğer taraftan Allah'ın Rasûlüne indirdiğini ve dininde emrettiklerini terkettiler. Bu âyetteki "onlara" zamiri her iki âyette de bunlara râcidir. Bazıları bu âyet-i kerimeyi taklidi yermek için ele alırlar. Çünkü burada yüce Allah batılda atalarına tabi olduklarından, küfür ve masiyette onların izinden gittiklerinden dolayı kâfirleri yermektedir. Bu âyet-i kerimeyi batılda taklid aleyhine delil kullanmak doğrudur. Hak üzere taklid ise dinin asıllarından bir asıldır. Müslümanların sığınaklarından bir sığınaktır. Gerekli incelemeyi yapmak imkânına sahip olmayan, bilgi edinmekte kusurlu müslüman buna sığınır. Biraz sonra geleceği üzere usûle (itikâdi konulara) dair mes'elelerde câiz olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı varsa da, fer'î mes'elelerde câiz oluşu sahihtir, doğrudur. 4- İlim Adamlarına Göre Taklidin Mahiyeti: İlim adamlarına göre taklidin gerçek mahiyeti, delilsiz olarak bir görüşü kabul etmektir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetini, mucizesini tetkik etmeksizin kabul eden bir kimse taklid etmiş olur. Bu mucizeyi tetkik eden kimse ise mukallid olmaz. Taklidin, söylediği sözün doğruluğunu bilmediği kimsenin fetvasının doğru olduğuna itikad etmek, anlamında olduğu da söylenmiştir. Taklid, sözlükte devenin kiladesi (yuları)ndan alınmadır. Devenin boynuna kendisi ile çekilecek ipin konulmasına Araplar "taklid" derler. Mukallid âdeta bütün işlerini kendisini istediği tarafa çekip götürecek birisinin eline vermiş gibi değerlendirilmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir: "İşinizi taklid ediniz (yani komutasını kabul ediniz) Allah iyiliğinizi versin Kahraman yürekli ve Savaş işini çok iyi bilene." 5- Taklid Yoluyla Bilgi Sahibi Olmak: Taklid bilgi edinmenin yolu değildir. Bilgiye de ulaştırmaz. Usûlde de furû'da da bu böyledir. Bu, aklî ilimler ile dinî ilimlerle uğraşanların çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Haşviyye ve Sa'lebiyye'ye mensup cahil birtakım kimselerden ise, taklidin hakkı bilmenin bir yolu olduğunun nakledilmesi ve vacip olanın bu olduğu, tetkik ve araştırmanın haram olduğu şeklindeki nakiller ise buna muhaliftir. Onlara karşı bu hususta getirilen deliller "fıkıh usûlü" kitaplarındadır. 6- Avamdan Olanların Taklid Etmesi: Ehil olmadığı için hükümleri asıl kaynaklarından çıkartmak ile uğraşmak imkânına sahip olmayan avamdan olan kimsenin, dini ile ilgili bilmediği ve ihtiyaç duyduğu şeylerde izlemesi farz olan tutum, çağında ve bulunduğu beldede en âlim olan kimseye gidip karşı karşıya kaldığı durumu ona sorması ve bu hususta onun fetvasına uymasıdır. Çünkü yüce Allah: "Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) erbabına sorunuz" (en-Nahl, 16/43; el-Enbiya, 21/7) diye buyurmaktadır. Bu durumda kişi, gereken araştırmayı yapıp çağının en bilgili olanını bilmek için gayret harcamakla yükümlüdür. Öyle ki, onun bu şekilde kabul ettiği kişinin çoğunluk tarafından böyle olduğu üzerinde ittifak olmalıdır. Diğer taraftan ilim adamı olan bir kimsenin, eğer o hususa dair nasıl bir delil getirileceğini bilemiyor ve gereği gibi tetkik etmek imkânına sahip olmadığı, bununla beraber üzerinde yeniden düşünüp maksadını elde edinceye kadar yeniden ele almak istediği bir durum ile karşı karşıya kalıp gerekli araştırma için yeterli vakit bulunmazsa ve bu sebepten dolayı da (konu ile ilgili) ibadetin vaktinin geçmesinden korkarsa ya da hükmün vaktinin geçmesinden çekinirse; kendisi gibi ilim adamı olan bir kimseyi taklid etmesi farz olur. Taklid ettiği diğer müctehidin sahabî olup olmaması arasında fark yoktur. . Kadı Ebû Bekir ile muhakkiklerden bir grubun kabul ettiği görüş budur. 7- Akâid Konularında Taklid ve Kelamcılar: İbn Atiyye der ki: Ümmet, akâid ile ilgili hususlarda taklidin batıl olduğunu icma ile kabul etmektedir. Ancak Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî, Ebû Amr Osman b. Îsa b. Derbâs eş-Şâfiî gibileri bu hususta farklı görüşlerin olduğundan söz etmektedirler. İbn Derbâs "el-İntisâr" adlı eserinde şunları söylemektedir: Bazı kimseler Tevhid hususunda taklidin câiz olduğunu söylemişlerdir. Ancak yüce Allah'ın şu âyeti sebebiyle bu görüş hatalıdır: "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve bizler onların izlerine uyan kimseleriz." (ez-Zuhruf, 43/23). Yüce Allah burada atalarını taklid edip peygamberlere uymayı terkettiklerinden dolayı bu gibi kimseleri yermektedir. Nitekim heva ehli olan kimselerin de büyüklerini taklid edip Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiği dine tabi olmayı terketmeleri de böyledir. Çünkü mükellef olan herkesin tevhidi öğrenmesi ve bunu kesin olarak bilmesi farzdır. Bu ise –tevhid âyetinde (el-Bakara, 2/163) açıkladığımız gibi - ancak Kitap ve Sünnetten elde edilebilir. Allah dilediğine hidâyet verir. İbn Derbâs der ki: Sapık fırkalara mensup olan kimseler Kitap ve Sünnete sımsıkı sarılan kimselerin mukallid olduklarını çokça söylemektedirler. Ancak bu, onların düştükleri bir hatadır. Aksine taklid onlara daha lâyık ve onların kabul ettikleri görüşlere daha uygundur. Çünkü onlar Allah'ın Kitabına, Resûlü’nün sünnetine ve ashab-ı kiramın icmaına muhalefet ettikleri hususlarda efendilerinin ve büyük kabul ettikleri kimselerin sözlerini benimsemişlerdir. Böylelikle onlar yüce Allah'ın şu âyetinde yerdiği kimselerin kapsamına girerler: "Rabbimiz, gerçekten biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan saptırdılar., ve onları en büyük lanet ile lanetle." (el-Ahzâb, 33/67-68); "Biz babalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız.." (ez-Zuhruf, 43/23). Daha sonra peygamberine şunu bildirmektedir: "Dedi ki: Ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirsem de mi? Onlar: Şüphesiz bizler sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr edenleriz, dediler." (ez-Zuhruf, 43/24) Daha sonra yüce Allah peygamberine: "Bunun üzerine biz de onlardan intikam aldık." (ez-Zuhruf, 43/25) diye buyurmaktadır. Böylelikle yüce Allah hidâyetin ancak onun gönderdiği peygamberlerin getirdiklerinde olduğunu beyan etmektedir. İtikâdî konularda gelen haberlere bağlı kalarak, biz İmâmlarımızı atalarımızı ve insanları Kitap, Sünnet ve ümmetin salih selefinin icmaını delil kabul eder bulduk; demeleri ile ötekilerinin: Biz atalarımızı böyle bulduk, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, demeleri arasında en ufak bir ilişki yoktur. Çünkü birinci kesim bu tutumlarını Allah tarafından indirilen hükme ve Rasûlüne tabi olmaya nisbet ederken, diğerleri uydurmalarını batılcılara nisbet etmekte, böylelikle saptırmaları daha da ileri dereceye gitmiş olmaktadır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şu âyetinde bizlere naklettiği sözleri söyleyen Hazret-i Yûsuf’u övmektedir: "Çünkü ben Allah'a inanmayan, ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim. Onlar (aynı zamanda) ahireti de inkâr edenlerdir. Ben (onlar yerine) atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için olacak şey değildir. İşte bu bize ve insanlara Allah'ın lütfudur." (Yusuf, 12/37-38) Hazret-i Yusuf'un atalan; vahye tabi olan peygamberler idiler. İşte yüce Allah'ın seçip beğendiği katıksız din de budur. Hazret-i Yusuf'un atalarına bu şekilde uyması övülmeye değer nitelikleri arasındadır. O peygamberlerin getirdikleri doğru haberler arasında arazlardan, arazların cevherlerle (özlerle) ilişkilerinden ve onlardaki değişimlerden söz edilmemektedir. İşte bu da bu gibi konularda (araz, cevher ve benzeri mes'elelerde) hidâyet bulunmadığını ve bunları ortaya koyanların doğruyu bulan kimseler olmadıklarını göstermektedir. İbnu'l Hassâr da der ki: Bu gibi kelimelerin dile dolanması ikiyüzüncü yıldan sonra Me'mun döneminde, öncekilerin (filozofların) kitapları tercüme edilince görülür oldu. Yine bu yıllarda âlemin kadîm olması, hadis olması ile cevher ve subûtu, araz ve mahiyeti gibi hususlarda da ihtilafa düştükleri görüldü. Bid'atçiler ve kalplerinde eğrilik bulunanlar bu terimleri çabucak ezberleyiverdiler ve Ehl-i Sünnet'e karşı alışkın olmadıkları şeyler söyleme yoluna gittiler, bu dine mensup zayıf birtakım kimseleri şüpheye düşürmeye koyuldular. Nihayet bid'at ortaya çıkıp bid'atçilerin taraftarları da oluşana kadar durum böylece sürdü. Sultan da içinden çıkamadı ve nihayet o da Kur'ân'ın yaratıldığını söyledi. İnsanları onu kabul etmeye mecbur etti ve bunu kabul etmesi için Ahmed b. Hanbel'i dahi dövdü. Şeyh Ebû'l Hasen el-Eş'arî ve Abdullah b. Küllâb ile İbn Mücâhid, Muhasibî ve bunlara denk sünnet ehlinden birtakım ilim adamları ortaya çıktı. Bid'atçilerle kendi kavramları üzerinde tartışmalar yaptılar, sonra da onlarla çarpıştılar ve bizzat onların silahlarıyla onları öldürdüler. Bu ümmete mensup Kitap ve sünnete sımsıkı yapışan müslüman kimseler, inkarcıların şüphelerinden yüzçeviren kimseler idiler. Bunlar, cevher ve araz gibi mes'eleler üzerinde akıl yormadılar. Selef bu yol üzere idi. Derim ki: Şimdi, bu hususta din adına mücadele vermek üzere kelamcıların terimlerini inceleyenlerin mevkii, peygamberlerin mevkiine yakındır. Sahih rivâyet ve haberleri kabul eden mü’minlerin izlediği yola dil uzatıp tenkid eden ve kelam kitaplarının incelenmesini teşvik eden ve hakkı ancak bu terimler aracılığıyla bilen aşırıya kaçmış kelamcılara gelince onlar, geçmiş İmâmların daha önceden izledikleri yolu reddettiklerinden dolayı yerilmiş kimselerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Delil ve belgeler ortaya koyarak tartışıp münakaşa etmeye gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'de apaçık bir husustur. Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle ileride (el-Hacc, 22/68-69; el-Ankebût, 29/46-47. âyetler açıklanırken) gelecektir. 171O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırmaktan başka birşey duymayana haykıranın haline benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onun için akıl erdiremezler. Yüce Allah, kâfirlere öğüt veren ve onlara davette bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, bağırıp çağırmaktan başka hiçbir şey duymayan ve ne söylendiğini anlayamayan deve ve koyunlara seslenen çobanın durumuna benzetmektedir. İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, es-Süddî, ez-Zeccâc, el-Ferrâ' ve Sîbeveyh böyle tefsir etmişlerdir ve bu âyet son derece veciz bir ifadedir. Sîbeveyh der ki: Kâfirler seslenip çağırana değil, kendilerine seslenilenlere benzetilmişlerdir. Yani: Ya Muhammed, senin ve kâfirlerin misali, seslenen ve kendilerine seslenilip de hiçbir şey anlayamayan davarların misaline benzer. Anlam buna delalet ettiği için bu hazfedilmiştir. İbn Zeyd de der ki: Bu âyetin anlamı şudur: İnkâr edenlerin cansız tanrılarına dua edip yalvarmaları, gece karanlığında bağıran ve sesinin yankısını alanın durumuna benzer. Bağıran, sesini işitmeyen kimseye bağırmaktadır. Ona cevap veren ise özünde hakîkat ve fayda bulunmayan bir varlıktır. Kutrub da der ki: Bu âyetin anlamı şudur: İnkâr eden kimselerin hiçbir şeyi anlayamayan şeylere yani putlara dua edip yalvarmaları, nerede olduklarını bilmeksizin koyunlarına seslenen çobanın durumuna benzer. Taberî de şöyle demektedir: Burada anlatılmak istenen kâfirlerin kendi tanrılarına dua etmelerinin oldukça uzaktaki bir şeye seslenenin misaline benzediğidir. Bu kimse uzaklıktan dolayı herhangi bir şey işitmemektedir. Seslenen kişi, kendisini yorgun ve bitap düşüren bağırıp çağırmaktan başka hiçbir fayda görmez. Son olarak verilen bu üç açıklama şeklinde de kâfirler seslenip bağırana benzetilmekte, putlar da kendilerine seslenilenlere benzetilmektedir. Haykırmak (naîk): Koyunları gütme ve onlara seslenmek demektir. Koyunlarını güdüp seslenen çoban hakkında kullanılır. el-Ahtal da şöyle demektedir: "Ey Cerir, sen koyunlarına seslen, çünkü Senin nefsin sana bu düzlük geniş arazide cahilliği sevdirmiştir." el-Kütebî der ki: Cerir, aslında koyun çobanlığı yapan bir kimse değildi. O Küleyboğullarının koyun çobanlığı yapmaktan dolayı ayıplanan kimseler olduğunu ve Cerir'in de onlardan birisi olduğunu, dolayısıyla Cerir'in de onlar gibi cahil olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü Araplar cahillikte koyun çobanlarını örnek gösterir ve: "Koyun çobanından da daha cahil" derler, el-Kutebî der ki: Âyet-i kerîme ile ilgili böyle bir açıklama yolunu seçen de bir yol izlemiş olur. Şu kadar var ki, bildiğimiz kadarıyla ilim adamlarından herhangi bir kimse böyle bir açıklama yolunu seçmiş değildir. Nida uzakta olana, duâ ise yakında olana seslenmek demektir. Bundan dolayı uzaklara sesleniş olduğundan dolayı ezana "namaz için nida" ismi verilmiştir. Bu kelimenin asıl söylenişi "nida" şeklinde olmakla birlikte bazen "nüdâ" şeklinde de söylenebilir. Daha sonra yüce Allah kâfirleri sağır, dilsiz ve körlere benzetmektedir. Buna dair açıklamalar ise sûrenin baş taraflarında (el-Bakara, 2/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 172Ey îman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyiniz. Eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız, Allah'a şükrediniz. Bu âyet daha önce (168. âyette) geçen birinci emrin te'kidi mahiyetindedir. Burada faziletlerine işaret olsun diye de özellikle mü’minler zikredilmiştir. Yemekten kasıt bütün yönleriyle faydalanmaktır. Alışılmış şekliyle yemek olduğu da söylenmiştir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ey insanlar, muhakkak ki Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Şüphesiz Allah mü’minlere peygamberlere emrettiğini emrederek şöyle buyurmuştur: "Ey peygamberler, temiz olan şeylerden yeyin ve salih amel işleyin. Şüphesiz Ben yaptıklarınızı çok iyi bilenim." (el-Mü’minun, 23/51) (Mü’minlere hitaben de) yine şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin." Daha sonra (râvi) Hazret-i Peygamber'in saçı sakalına karışmış, toza bulanmış, uzunca yolculuk yapıp da ya Rabbi, ya Rabbi diye ellerini semaya kaldırmakla birlikte yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve haram ile beslenen bir kimseden söz etti (ve): "Böyle birisinin duası nasıl kabul edilir?" (diye buyurdu) Müslim, Zekât 64; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9; Müsned, II, 328. "Eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız Allah'a şükrediniz." Şükrün anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. âyet 3- başlık ve devamında) geçtiğinden burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 173O size meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuzdört başlık altında ele alacağız: "O size ancak meyteyi.....haram kıldı." Bu âyette yer alan “İnnemâ” kelimesi münhasıran bazı şeyleri bildirmek üzere kullanılmaktadır. Hem olumluluk, hem olumsuzluk anlamını ihtiva eder. Yani, hitabın kapsadıkları şeyler hakkında olumluluk, dışında kalan şeyler hakkında da olumsuzluk ifade eder. Bu edat burada haram kılınan şeylerin münhasıran neler olduğunu ifade etmektedir. Özellikle de bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin" âyetinin akabinde gelmiştir. Bu âyet mutlak olarak mubahlığı ifade etmektedir. Daha sonra yüce Allah, hasr edatı olan “İnnemâ” kelimesiyle haram kılınan şeyleri zikretmektedir. Buna göre bunun her iki kısmı (yani haramı da helali de) kapsaması gerekmektedir. Bu âyetin kapsamı dışında haram kılınmış bir şey yoktur. Bu âyet, Medine'de inmiştir. Daha sonra Arefe'de indiği rivâyet olunan bir diğer âyet olan: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler olarak... başka haram kılınmış birşey bilmiyorum." (el-En'am, 6/145) âyeti ile bunu daha da pekiştirmiş, böylelikle başta da sonda da beyan tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. Bu açıklamalan İbnu'l Arabî yapmıştır. İleride yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresinde işaret ettiğimiz âyet-i kerimede açıklamalar yapılacaktır. "Meyte" kelimesi "haram kıldı" kelimesi ile nasbedilmiştir. Bu âyetteki "mâ" kâffe (önceki âmilin amelini önleyen) edattır. Bunun ayrı yazılacak şekilde "ellezi" anlamında ism-i mevsul olması da caizdir. O takdirde "meyte kan ve domuz eti" kelimeleri "inne"nin haberi olmak üzere merfu' okunur. İbn Ebi Able'nin kıraati böyledir. Bundan dolayı "haram kıldı" da ism-i mevsul'a ait olan bir zamir söz konusu olur. Yüce Allah'ın: "Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir." (Ta-Ha, 20/69) âyeti de buna benzemektedir. Ebû Ca'fer, ha'yı ötreli, radıyallahü anh harfini esreli, ondan sonra gelen isimleri de merfu' olmak üzere “.....” şeklinde okumuştur. Bunu ya meçhul bir fiil olarak ya da "inne"nin haberi olarak böyle okumuştur. (... haram kılındı, demek olur). Ebû Ca'fer b. el-Ka'ka da: "el-meyte" kelimesini şeddeli olarak "el-meyyite" şeklinde okumuştur. Taberî der ki: Bir grup dil alimi "meyt" ve "meyyit" kelimelerinin şeddeli ve şeddesiz okunuşlarının iki ayrı söyleyiş olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hâtim ve başkaları ise şöyle demektedir: Ölmüş olan hakkında her ikisi de kullanılır. Henüz ölmemiş hakkında ise "meyt" diye şeddesiz olarak denilmez. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin ve elbette onlar da öleceklerdir." (ez-Zümer, 39/30) âyetidir. Şair de şöyle demiştir: "Ölüp de rahata kavuşan kimse "meyt" değildir Asıl "meyt" olsa olsa yaşayan meyyitler (ölüler)dir." Henüz ölmemiş olan kişi ile ilgili olarak bu kelimeyi hiçbir kimse şeddesiz olarak okumuş değildir. Bundan tek istisna el-Bezzî'nin İbn Kesîr'den rivâyet ettiği: "Halbuki o ölmez." (İbrahim, 14/17) âyetidir. Ancak İbn Kesîr'den gelen meşhur rivâyet şeddeli okunduğu şekildedir. Şairin: "Temimlilerden bir meyt öldü mü Yaşaması seni eğer sevindirirse, haydi azık getir." Şeklindeki sözlerine gelince; bununla gerçek anlamda ölüyü kastetmiş olmasından daha beliğ bir hiciv olamaz. Bazı kimseler ise onun ölüme yaklaşmış olanı kastettiği görüşündedir. Birincisi ise daha meşhurdur. Meyte: Boğazlanabilen hayvanlardan şer'î usûle göre boğazlanmaksızın canını veren hayvandır. Eti yenmeyen hayvanların kesilmesi ise ölmesi gibidir. Yırtıcı hayvanlar ve benzerlerinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar hem burada hem de yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/145. âyette) gelecektir. Bu âyet, umûmi olup Hazret-i Peygamber'in şu âyeti bunu tahsis etmektedir: "Bize iki ölü helal kılındı. Bunlar: Balık ve çekirgedir. İki kan da helal kılındı. Bunlar da karaciğer ve dalaktır." Darakutnî, IV, 272; İbn Mâce, Et'ime 31; Müsned, II, 97. Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Aynı şekilde Hazret-i Cabir'den gelen ve anber balığı ile ilgili Hadîs-i şerîf de senedinin sahih olması dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in umumî hükmünü tahsis etmektedir. Bu hadisi Buhârî ile Müslim, yüce Allah'ın: "Sizin için deniz avı., helal kılındı" (el-Maide, 5/96) âyeti ile birlikte rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Zebâih ve Sayd 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd ve Zebâih 17, 18; Nesâî, Sayd 35; Müsned, III, 311. Ki orada yüce Allah'ın izniyle bu hususa dair açıklamalar gelecektir. İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu ölüsüyle, dirisiyle denizdeki bütün canlıların yenilmesinin câiz olduğu görüşündedirler. İmâm Mâlik'in kabul ettiği görüş de budur. Şu kadar var ki su domuzu Bu âyetin tefsirine dair 18. başlığa ve ilgili nota bakınız. ile ilgili cevap vermekten çekinmiş ve: Siz ona domuz diyorsunuz, demiştir. İbnu'l-Kasım da şöyle demiştir: Ben onu yemekten uzak duruyorum, bununla birlikte haram olduğu görüşünde değilim. 5- Kur'ân-ı Kerîm'in Sünnet ile Tahsis Edilmesi: İlim adamları yüce Allah'ın Kitabının sünnet ile tahsis edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta farklı kanaatlere sahip olmakla birlikte; - İbnu’l Arabî'ye göre- zayıf hadis ile Allah'ın Kitabının tahsis edilmesinin câiz olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine bu âyet-i kerimenin tahsis edildiğine dair Sahih-i Müslim'de yer alan Abdullah b. Ebi Evfa'nın şu hadisi delil gösterilebilir. O şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yedi tane gazada bulunduk. Biz onunla birlikte çekirge yiyorduk. Buhârî, Zebâih 13; Müslim, Sayd 52; Tirmizî, Et’ime 22; Nesâî, Sayd 37... Bu hadisin zahiri ister belli bir müdahale ile olsun, isterse kendiliğinden olsun hangi şekilde ölürse ölsün çegirgenin yenildiğini göstermektedir. İbn Nâfi', İbn Abdilhakem ve çoğu ilim adamları bu görüştedir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin de başkalarının da kabul ettiği görüş budur. Şu kadar var ki Mâlik ve onun çoğu arkadaşları eğer kendiliğinden ölmüş ise çekirgenin yenmesini uygun görmemişlerdir. Çünkü çekirge karada avlanan hayvanlardandır. Nitekim ihramlı bir kimsenin onu öldürmesi halinde ona karşılık ceza vermesi gerektiği bilinen bir husustur. Bu açıdan o da ceylana benzemektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Ayağının ya da kanadının kesilmesinden dolayı çekirge ölürse yenmez. Çünkü bu yaşayabileceği ve soyunun devam edebileceği bir haldir. İleride A'raf Sûresi'nde çekirgenin hükmüne dair daha geniş açıklamalar (el-A'raf, 7/133. âyet 3 ve 4. başlıklarda) gelecektir. 6- Meyte'den ve Necis Şeylerden Yararlanmak: Meyteden veya necis şeylerden yararlanmanın câiz olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Bu konuda İmâm Mâlik'ten gelen rivâyetler de birbirinden farklıdır. Bir defasında meyteden yararlanmanın câiz olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hz Meymûne'ye ait (ve boğazlanmadan ölmüş) koyunun yanından geçmiş ve: "Neden postunu almadınız?" demiştir. Müslim, Hayz 100, 102-104; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 5. Bir başka seferinde de İmâm Mâlik şöyle demiştir: Meyte bütünüyle haramdır, onun herhangi bir parçasından da yararlanmak câiz değildir. Necis olan herhangi bir şey ile de herhangi bir şekilde yararlanmak câiz değildir. Hatta necis olan bir su ile ekin ve hayvanın dahi sulanması câiz değildir. Hayvanlara necis şeyler yem olarak verilmez. Meyte, köpeklere, yırtıcı hayvanlara yedirilmez. Bununla birlikte kendiliklerinden yerlerse engellenmezler. Bu görüşe, yüce Allah'ın: "Meyte, kan... üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) âyetinin zahirinden anlaşılan mana açıklık getirmektedir. Bu âyet herhangi bir şeyi tahsis etmemektedir. Buradaki hitabın mücmel olduğunu söylemek de câiz değildir. Çünkü mücmel zahirinden ne kastedildiği anlaşılmayan buyruktur. Araplar ise yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılındı" âyetinden yüce Rabbimizin maksadını anlamışlardır. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Meytenin herhangi bir bölümünden yararlanmayınız" diye buyurmuştur. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 120, 122. Ayrıca Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Meytenin postundan da sinirinden de yararlanmayınız." Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 5; İbn Mâce, Libâs 26, Ebû Dâvûd, Libâs 39; Müsned, IV, 310, 311. İşte Hazret-i Peygamber'in vefatından bir ay önce göndermiş olduğu mektubunda varid olan açıklama da budur. Yüce Allah'ın izniyle en-Nahl Sûresi'nde (en-Nahl, 16/115. âyette) bu habere dair açıklama ayrıca gelecektir. 7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru: Deve yahut inek ya da koyun kesilip de karınlarında ölü bir cenin (yavru) bulunursa ayrıca onu kesmeksizin bu ölü yavruyu yemek caizdir. Ancak canlı olarak çıkarsa o takdirde o da kesilir ve kendine has hükmünü alır. Çünkü annesinin kesiminden sonra cenin ölü olarak çıkarılırsa, kesilen annenin organlarından bir organ gibi değerlendirilir. Bunu açıklayan hususlardan birisi de şudur: Eğer koyunu satıp karnındaki yavruyu istisna ederse bu câiz değildir. Tıpkı onun bir organını satışın dışında bırakıp istisna etme halinde olduğu gibi. Böyle bir satışta onun karnındaki yavrusu da diğer organları, gibi ona tabidir. Aynı şekilde bir kimse cariyeyi -karnındaki cenini bağımsız olarak azad etmeksizin dahi- azad ettiği takdirde de hüküm budur. Şayet yavrusu ondan ayrılmış ise satışta olsun azat etmekte olsun yavru ona tabi olmaz. Hazret-i Cabir'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karınlarında ölü cenin bulunup da boğazlanan inek, koyun ve deve hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Arzu ettiğiniz taktirde onu yeyiniz, Çünkü onun kesilmesi annesinin kesilmesidir." Bu hadisi Ebû Dâvûd bu anlamı ile Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Edâhî 17; İbn Mâce, Zebâih 15; ayrıca bk. Tirmizî, Sayd 10. ki bu te'vil ihtimali olmayan açık bir nastır. İleride buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/3. âyet 7. başlıkta) gelecektir. Meytenin derisi tabaklanmak ile temizlenir mi temizlenmez mi hususunda İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Ondan gelen bir rivâyete göre temizlenmez. Mezhebinin zahir görüşü budur. Temizleneceğine dair rivâyet de gelmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir post tabaklandı mı artık o tahir olur." Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 4 İmâm Mâlik'in "temizlenmez" şeklindeki görüşü şöyle açıklanır: Hayvanın postu da meytenin bir parçasıdır. Eğer hayatta iken bu postu alınacak olursa necis olur. Ete kıyasen tabaklamanın onu temizlememesi gerekir. Temizleneceğine dair haberler de tabaklama işleminin derideki kirlilikleri izale edeceği şeklinde yorumlanır. Böylelikle bu post ile kuru şeylerde ve üzerinde oturmak suretiyle faydalanmak mümkün olabilir. Yine, su kırbası olarak da ondan yararlanmak caizdir. Çünkü herhangi bir niteliği değişmediği sürece suda aslolan tahir olmaktır. Nitekim ileride buna dair hükümler Furkan Sûresi'nde (25/48. âyette) gelecektir. Taharet, pisliklerin izale edilmesi şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılabileceği gibi şer'î taharetin kastedileceği şeklinde de anlaşılabilir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Görüldüğü kadarıyla merhum müfessir sarahatle ifade etmemekle birlikte, tabaklamanın şer'an temizlediği görüşünü nassa uygunluğu dolayısıyla, daha kabule şayan görmektedir. Meytenin kılları ve yünü tahirdir. Çünkü Umm Seleme (r. Anha)dan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tabaklandığı takdirde meytenin derisinde, yıkandığı takirde de yün ve kıllarında bir mahzur yoktur." Dârakutnî, I, 47. Diğer taraftan bu kıl ve yün eğer hayvan hayatta iken alınmış olsaydı tahir olacaktı. Ölümden sonra da bunların böyle olması gerekir. Şu kadar var ki et, hayvan hayatta iken necis olduğundan dolayı ölümünden sonraki hali de böyle olur. Buna göre yünün hayatta iken farklı bir hükmü taşıdığı gibi, öldükten sonra da ondan farklı bir hüküm taşıması gerekmesi aksi ile istidlalin gerektirdiği bir hükümdür. Şu kadar var ki meyteden çıkan sütün ve ölü tavuktan çıkan yumurtanın aynı hükmü taşıması gerekmez. Çünkü bize göre süt ölümden sonra da tahirdir, yumurta da böyledir. Şu kadar var ki bunlar necis bir yerde meydana geldiklerinden dolayı o necis yerde bulundukları için necistirler yoksa ölüm sebebiyle necis olmazlar. Bu mes'ele ile bundan önceki mes'eleye dair daha geniş açıklamalar ve bu hususta ilim adamlarının farklı kanaatleri ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/115. âyette) gelecektir. 10- Temiz Birşeye Fare Düşerse: Farenin içine düştüğü temiz şeylere gelince onun iki hali sözkonusudur: Birincisi eğer fare canlı olarak çıkartılabilmişse o tahirdir. Şayet fare düştüğü şeyin içinde ölmüşse bunun da iki hali sözkonusudur: Ya içine düştüğü şey sıvıdır; o takdirde bütünüyle necis olur, ya da içine düştüğü şey katıdır. O takdirde onun etrafı necis olur. Fare ve çevresindekiler birlikte çıkartılıp atılır, geri kalan ile yararlanılır ve aslı üzere geri kalan tahir kalmaya devam eder. Çünkü gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yağa düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Eğer içine düştüğü şey katı ise çevresindekilerle birlikte çıkartıp atınız; eğer sıvı ise (hepsini) dökünüz." Buhârî, Vudû' 67, Zebâih 34; Ebû Dâvûd, Et'üne 47; Tirmizî, Et'ime 8; Müsned, II, 233, 265, VI, 330; Dârimî Et'ime 41; Muvatta’'' İsti'zan 20. Yakın ifadelerle İlim adamları (sıvı olan şeyin) yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Yıkamakla tahir olmayacağı söylenmiştir. Çünkü bu da necis bir sıvıdır. O bakımdan kana, şaraba, sidiğe vesair necis şeylere benzer. İbnu’l-Kasım da der ki: Yıkamakla tahir olur. Çünkü bu necasete yakın olmak sebebiyle necis olmuş bir cisimdir. Bu açıdan elbiseye benzer. Şu kadar var ki böyle birşeyi kan hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü kan ayniyle necistir. Şarap ve sidik de böyledir. Çünkü onları yıkamak, bütünüyle onları ortadan kaldırmakdır, böyle bir işlem ise temizlik değildir. 11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm Verilirse: Böyle bir sıvıyı bu şekilde temizleyerek taharetine hüküm verdiğimiz takdirde, taharet ve sair yararlanma yollan açısından ilk haline döner. Şu kadar var ki durumu açıklamadıkça o şeyi satmaz. Çünkü bu, insanlar nazarında bir kusurdur ve içleri böyle bir sıvıdan yararlanmayı sindiremez. Aralarından böyle bir şeyin haram olduğuna ve necis olduğuna inananlar da vardır. O bakımdan diğer kusurlu şeylerde olduğu gibi kusurunu açıklamadıkça satması câiz değildir. Yıkamadan önce satması ise hiçbir şekilde câiz değildir. Çünkü İmâm Mâlik'e göre necis şeylerin satılması câiz değildir. Ayrıca necis olan şey, bir sıvı olduğundan dolayı şaraba benzer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şarap bedeli hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah yahudilere lanet etsin. Onlara içyağları haram kılındı. Kendileri ise içyağlarını erittiler ve onun erimiş yağlarını satıp paralarını yediler." Buhârî, Enbiyâ 50, Tefsir 6. Sûre 6, Buyû’ 103, 112; Müslim, Mûsâkat 71-74; Nesâî, Buyû’ 93, Fera' 8, 9; Müsned, I, 25, II, 213, III, 324, 326. Ayrıca yüce Allah birşeyi haram kıldığı takdirde onun bedelini de haram kılar. Böyle bir sıvı ise necis olduğundan dolayı haramdır ve o bakımdan zahir hükmü gereğince onun bedelinin de haram kılınması gerekmektedir. 12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse: Bir tencereye uçan bir kuş veya bir başka hayvan düştüğü ve öldüğü takdirde hükmün ne olacağı hususunda farklı rivâyetler vardır. İbn Vehb'in Mâlik’ten rivâyetine göre o şöyle demiş: Tencerede bulunanlar yenmez ve meytenin ona karışması dolayısıyla necis olur. İbnu'l Kasım'ın ondan rivâyetine göre ise o şöyle demiş: Et yıkanır, yemeğin suyu dökülür. İbn Abbâs'a da bu durum hakkında soru sorulmuş o da: Et yıkanır ve yenir, diye cevap vermiştir. Arkadaşları arasında suyu hususunda ona muhalefet eden kimse yoktur. Bu hükmü İbn Huveyzimendad zikretmektedir. 13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile Meytenin Sütü: Meyteden alınan peynir mayası "Peynir mayası" diye tercüme ettiğiniz "enfiha" ile ilgili sözlükte şu açıklamalar yer almaktadır: Buzağı, oğlak ve benzerlerinin işkembelerinden bir bölümdür. Peynir mayası kasdıyla buzağı, oğlak ve benzerlerinin süt yavrusu iken midelerinden alınan parça. (el-Kâmusu'l- Muhit, el-Mu'cemu'l-Vasıt). ile meytenin sütü hakkında İmâm Şâfiî şöyle demiştir: Bu da necistir. Çünkü yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılınmıştır." (el-Maide, 5/3) âyeti geneldir (meytenin bütününü kapsamaktadır). Ebû Hanîfe ise bunların tahir olduklarını söylemiştir. O yaratılışı dolayısıyla bir yerde meydana gelen durumun, etrafının necis olmasında herhangi bir etkisi olduğunu kabul etmez ve bu görüşünü açıklamak üzere şöyle der: Bu bakımdan içindeki damarlarla birlikte et yenir. Halbuki kesin olarak biliyoruz ki kan, bu damarların içlerinde mevcuttur. Bunları ayrıca temizlemek ve yıkamak gerekmediği icma ile kabul edilmiştir. İmâm Mâlik de Ebû Hanîfe'nin görüşüne yakın bir görüştedir. O da bunların ölüm ile necis olmayacağını söyler. Şu kadar var ki, necis olan bölgeye yakın olmak dolayısıyla necis olur. Bu gibi yerlerin ise yıkanması da mümkün değildir. İşte tavuktan da ölümünden sonra yumurta bu halde çıkar. Çünkü yumurta tavuktan çıkmadan önce sıvı hükmünde olacak kadar yumuşaktır. Onun katılaşıp sertleşmesi hava ile teması dolayısıyladır. İbn Huveyzimendad der ki: Sizin bu görüşünüz icmaa aykırı bir sonuca götürür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen müslümanlar peynir yiyorlardı. Bu peynir de onlara Acem topraklarından getiriliyordu. Bilindiği gibi mecûsi olan acemlilerin kestikleri meyte demektir. Fakat bu peynirin meytenin bağırsaklarından ya da kesilmiş bir hayvanın bağırsaklarından alınan mayalarla doldurulmuş olmasına bakmıyorlardı; denilecek olursa, böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Evvela peynir yapılan süte konulan bu tür mayaların miktarı oldukça azdır. Eğer basit bir miktardaki necaset çok miktardaki bir sıvıya karışacak olur ise bu bağışlanır. Bu şekildeki bir açıklama İmâm Mâlik'ten gelen iki rivâyetten birisine göre bir cevap teşkil eder. Öteki rivâyete göre ise böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Sizin dediğiniz bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Herhangi bir kimsenin Acem topraklarından getirilen peynirin ashab-ı kiram tarafından yenildiğini nakletmesine imkan yoktur. Çünkü peynir Arapların yediği şeylerden değildir. Müslümanlar fetihlerde bulunarak Acem topraklarında dağılınca kesim işlerini kendileri üstlendiler. Peki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashab-ı kiramın Acem topraklarından getirilip onların kestikleri hayvanların bağırsaklarından mayalarla imal edildiği bir tarafa, onların peynir yediklerini neye dayanarak söyleyebiliriz? Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Puta tapanların, mecûsilerin ve kitabı olmayan sair kâfirlerin yemeklerini yemekte -onların kestiklerinden olmadığı sürece ve şer'î usûle göre kesime gerek bulunmadıkça- bir mahzur yoktur. Bundan tek istisna meytenin bağırsakları maya olarak kullanıldığından dolayı peynirdir. İbn Mâce'nin Sünen'inde "peynir ve yağ" başlığı altında şu rivâyet yer almaktadır: Bize İsmail b. Mûsâ es-Süddî anlattı. Bize Seyf b. Harun, Süleyman et-Teymî'den, o Ebû Osman en-Nehdî'den, o Selman el-Farisî'den naklen dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yağ, peynir ve kürkler hakkında soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Helal, Allah'ın Kitabında helal kıldığıdır. Haram da Allah'ın Kitabında haram kıldığıdır. Hakkında birşey söylemediği ise bağışladığı şeyler cümlesindendir." İbn Mâce, Et'ime 60; Ebû Dâvûd, Et'ime 30; Tirmizî, Libâs 6. Yüce Allah... "O size ancak meyteyi, kanı., haram kıldı" diye buyurmaktadır. İlim adamları kanın haram, necis olduğu, yenemeyeceği ve onunla yararlanamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. İbn Huveyzimendad der ki: Kana gelince umumî belva halini almadıkça haramdır. Umumi belva halini aldığı takdirde ise affedilir. Umumi belva halini alması ise etteki ve damarlardaki kandır. Bir de beden ve elbise üzerindeki basit miktardaki kana rağmen namaz kılınabilir. Bizim bu hükme varmamızın sebebi yüce Allah'ın: "Meyte ve kan...üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) diye buyurmasıdır. Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler arasında ölüden, akıtılan kandan... başka haram kılınmış birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) diye buyurmuş olmasıdır. Bu âyette görüldüğü gibi akan kan haram kılınmıştır. Nitekim Âişe (r. anha)nın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde tencerede yemek pişirir, tencerenin üstünde kandan dolayı sanmtrak bir tabaka belirir, buna rağmen o yemeği yer ve buna karşı bir tepki göstermezdik. Bazı hadisler için bk. Buhârî, Et'ime 31; Talâk 14; Müslim, Itk 14; Nesâî, Talâk 29; Muvatta’'' Talâk 25; Müsned, VI, 178, 180 Çünkü bu tür şeylerden sakınmak ağır yüktür ve zorluktur. Zorluk ve ağır yükler ise dinde kaldırılmıştır. Bu husus şerîatte aslî bir ilkedir. Ümmet ibadeti eda etmek hususunda zorlanır ve bu iş ona ağır geldiği takdirde bu husustaki ibadet üzerinden düşer. Nitekim zaruret halinde bir kimsenin meyte yediği, hasta olan kimsenin böyle bir durumda oruç açtığı ve teyemmüm aldığı bilinen bir husustur. Derim ki: Şanı yüce Allah burada "kanı" mutlak olarak zikrettiği halde el-En'am'daki âyet-i kerimede (6/145'te): "Akmış" olmakla kayıtlamaktadır. İlim adamları icma ile buradaki mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. Buna göre burada "kan"dan kasıt "akmış olan kan"dır. Çünkü ete karışmış durumda bulunan kanın haram olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Aynı şekilde karaciğer ve dalak hakkında da böylece icma edilmiştir. Balıktan ayrılan kanda ise görüş ayrılığı vardır. el-Kânisi'den bunun tahir olduğu rivâyet edilmektedir. Onun tahir olması haram olmamasını da gerektirir. İbnu’l Arabî'nin de tercih ettiği görüş budur. O şöyle demektedir: Çünkü balığın kanı necis olsaydı balığın boğazlanması gerekirdi. Derim ki: Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de balık kanı ile ilgili görüşüdür. Ben, Hanefî mezhebine mensup bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Balığın kanının tahir oduğunun delili şudur: Balık kanı kuruduğu takdirde beyazlaşır. Halbuki diğer kanlar böyle değildir. Onlar kararırlar. Bu nükte, Hanefîlerin Şâfiîlere karşı delil getirmekte lehlerine olabilecek bir özelliktedir. Yüce Allah'ın: "Domuz etini" âyeti ile domuzun özellikle eti zikredilmektedir ki bu da ister kesilsin ister kesilmesin domuzun ayniyle haram olduğunu ifade etsin ve ayrıca onun yağını ve buna bağlı olarak kıkırdak ve benzeri kısımlarını da kapsamına alsın diyedir. Ümmet, domuzun yağının haram kılındığı hususunda icma etmiştir. İmâm Mâlik ve arkadaşları şunu delil gösterirler: Bir kimse içyağı yememek üzere yemin etse ve bunun yerine et yese o eti yediği için yeminini bozmuş olmaz. Buna karşılık bir kimse et yememek üzere yemin etse bunun yerine içyağı yese yeminini bozmuş olur. Çünkü yağ ile birlikte ete "et" denilebilmektedir. O bakımdan yağ da etin kapsamına girer. Bununla birlikte et, yağın kapsamına girmez. Şanı yüce Allah domuz etini haram kıldığına göre onun "ef'inin sözkonusu edilmesi ayrıca yağının da sözkonusu edilmesinin de yerine geçmiştir. Çünkü yağ da et adının kapsamına girmektedir. Yüce Allah İsrailoğullarına da şu âyeti ile: "Sığır ve koyunun da içyağlarını onlara haram kıldık." (el-En'am, 6/146) diye buyurmaktadır. Bu âyete göre ise onların etleri haram kılınmamakta ve et "yağ" kelimesinin kapsamına girmektedir. İşte bundan dolayıdır ki İmâm Mâlik, yağ yememek üzere yemin eden ile et yememek üzere yemin eden kişi arasında fark gözetmiştir. Şu kadar var ki yemin eden kimsenin eğer niyeti yalnızca eti kastetmek şeklinde olup yağı yemininin kapsamına sokmamak şeklinde ise, yağ yemesi halinde yeminini bozmuş olmaz. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y sahiplerinin görüşüne göre ise bir kimse et yememek üzere yemin edip yağ yiyecek olsa, yeminini bozmuş olmaz. İmâm Ahmed ise şöyle demektedir: Et yememek üzere yemin etse buna karşılık yağ yerse yağdan da kaçınmayı kastetmiş olması hali müstesna, bunda bir mahzur yoktur. 17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü Haramdır: Kılları dışında domuzun tümüyle haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Domuz kılı ile deri dikişini yapmak caizdir. Rivâyet edildiğine göre adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a domuz kılı ile deri dikme hakkında soru sormuş Hazret-i Peygamber de: "Bunda bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Bu rivâyeti İbn Huveyzimendad nakletmekte ve şöyle demektedir: Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde deri dikim işi mevcuttu. Ondan sonra da bu işin varolduğu görülen bir husustur. Ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da ondan sonra gelen İmâmlardan herhangi birisinin de buna karşı çıktığını bilmiyoruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın câiz gördüğü birşey ise, şerîatte de baştan beri onun böyle olduğu kabul edilir. Su domuzu (hınzîru’l-mâ) ile ilgili sözlüklerin açıklamalarından, bununla "Yûnus balığı"nın kast edildiğini anlıyoruz. "el-Müncid" adlı sözlükte: "Su domuzu: hınzîru’l-mâ" hakkında şu açıklama yer alır: "Dulfın'den küçük bir balık cinsi." Gerek Mâlikî âlimlerin ifadelerinden, gerek buradaki açıklamadan. Mâlik'in bunu hoş görmemesi yalnızca ismi dolayısıyladır. (Bk. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr, el Kâfi, I, 437) Önceden de belirttiğimiz gibi kara domuzunun haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Su domuzu (Yûnusbalığı ve benzeri)nde ise görüş ayrılıkları vardır. İmâm Mâlik bu hususta herhangi bir cevaz vermekten kaçınmış ve: Siz ona domuz diyorsunuz, dediği daha önceden geçmişti. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Maide Sûresi'nde (5/96. âyet 4. başlıkta) gelecektir. 19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile İlgili Dil Bilginlerinin Açıklamaları: Dil bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne göre "hınzîr" kelimesi rubâî (dört harfli) bir kelimedir. İbn Sîde, kimi dilcilerden bu kelimenin göz ucuyla bakmak anlamına gelen “.....”den türetilmiş olduğunu nakletmektedir. Çünkü domuz da bu şekilde bakar. Buna göre bu kelime sülâsî (üç harfli)dir. es-Sihhah'ta yapılan açıklamaya göre: Bir kimse daha iyi görebilmek için göz kapaklarını daraltıp kıstığı vakit onun hakkında “.....”kelimesi kullanılır. Bunun masdan ise, gözün darlığı ve küçüklüğü demektir. Bunun kişinin âdeta gözünün yan tarafı ile bakması anlamına geldiği de söylenmiştir. Hınzîr kelimesinin çoğulu "henâzîr" şeklinde gelir. Yine el-henâzîr, boyunda meydana gelen oldukça sert yaralar açan, bilinen bir hastalığın adıdır. 20- Allah'tan Başkasının Adına Kesilenler: "... bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı." Yani kesilirken Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen hayvanları size haram kılmıştır. Bu ise, mecûsi, putperest ve muattıl (yaratıcının varlığını kabul etmeyen) kimselerin kestikleridir. Çünkü putperest kimse putu adına, mecûsi kimse ateşe keser, muattıl ise hiçbir şeye inanmadığından dolayı kendi adına keser. İlim adamları arasında mecûsinin ateşi adına, putperestin putu adına kestiğinin yenmeyeceği hususunda görüş birliği vardır. Mâlik, Şâfiî ve başkalarına göre ise isterse ateşperest ateşine, putperest de putu adına kesmemiş olsuh, yine de bunların kestikleri yenilmez. Şu kadar var ki İbnu'l Müseyyeb ve Ebû Sevr, müslümana müslümanın emriyle kestikleri takdirde câiz kabul etmişlerdir. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (1/5. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Âyet-i kerimede geçen ihlâlin anlamı sesi yükseltmek demektir. Belli birşeyi söyleyerek sesi yükseltmeyi ifade etmek üzere bu tabir kullanılır. İbn Ahmer, bir düzlüğün niteliğini dile getirirken şunları söylemektedir: "Oradaki süvariler el-Ferkad ile seslerini yükseltirler Binekli umre yapanın (telbiye ile) sesini yükselttiği gibi." en-Nâbiğa da şöyle demektedir: "Veya sadefindeki bir inci ki onu almak üzere dalan dalgıç Oldukça sevinçlidir, onu gördüğü her seferinde sesini yükseltir ve secde eder." Doğumu esnasında çocuğun ağlamasına da "ihlal ve istihlal" denilir. İbn Abbâs ve başkaları der ki: Burada kasıt dikilitaşlar ve putlar için kesilenlerdir. Üzerinde Hazret-i Mesih'in ismi anılanlar değildir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Maide Sûresi'nde (az önce işaret edilen yerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Arapların hayvanı keserken yöneldikleri zatın ismini yüksek sesle anmaları bir adet olarak sürüp gelmiştir. Ve bu çoğunlukla gösterdikleri bir davranıştır. O kadar ki onların bu şekilde seslerini yükseltmeleri kestiklerinin haram kılınış illeti olan niyetleri olarak ifade edilmiştir. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Ferezdak'ın babası Galib'in boğazladığı develer hakkında niyeti göz önünde bulundurmuş ve: Bunlar kesilirken Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenler cümlesindendir demiş, çevresindekiler de onlara el sürmemiştir. İbn Atiyye der ki: Ebû'l-Hasen'in oğlu el-Hasen'in haberleri arasında şunu da gördüm: Oldukça varlıklı bir kadının bebekleri için bir düğün tertipleyip onlar için develer kestiğine dair soru sorulmuş, el-Hasen şu cevabı vermiştir: Bunların yenilmesi helal değildir. Çünkü bunlar ancak bir put adına kesilmişlerdir. Derim ki: Bu kabilden olmak üzere biz de Müslim'in hocası Yahya b. Yahya et-Temîmî'den şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Bize Cerir, Kâbus'tan naklederek şöyle haber verdi: Babam bir kadını Âişe (r. anha)nın yanına gönderdi de ona kendisine selam söylemesini ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devam ettiği ve en çok sevdiği namazın hangisi olduğunu sormasını istedi. Hazret-i Âişe şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazından önce dört rek'at kılardı. Bunların kıyamını uzun tutar, rükû' ve sücûdlarını çok güzel yapardı. Hasta olsun, sağlıklı olsun veya hazır bulunsun (yolculukta olmasın) hiçbir şekilde terketmediği namaza gelince, bunlar sabah namazından önce kıldığı iki rek'at namazdır. Hadisin buraya kadar olan bölümü, Müsned, VI, 43'te: "Cerîr, Kâbus'tan..." diye yer almaktadır. Bunun üzerine orada bulunan kadınlardan birisi şöyle dedi: Ey mü’minlerin annesi, bizlerin acemlerden birtakım süt annelerimiz vardır. Onların bayramı oldu mu bize o bayramlarda hediye verirler. Biz onların gönderdikleri bu hediyelerden herhangi birşey yiyelim mi? Hazret-i Âişe şu cevabı verir. O gün için kesilenlerden yemeyiniz. Fakat ağaçlarının meyvelerinden yiyebilirsiniz. Yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa" âyeti itba' (öndeki harfe uyması) dolayısıyla "nun" harfi ötreli şeklinde) ve iki sakin bir araya geldiğinden dolayı aslolana uygun olarak esreli olarak da okunmuştur. Âyette bir kısaltma vardır. Yani, her kim haram kılınan şeylere zarureten muhtaç olup da ".... yerse onun üzerine günah yoktur" demektir. İbn Muhaysın dat harfini ti harfine idgam ederek “.....”şeklinde, Ebû's-Simmâl ise ti harfini esreli olarak “.....” diye okumuştur. Bunun aslı ise “.....” şeklindedir. İdgam yapılınca (Ebû's-Simmâl'in kıraatine göre) n harfinin harekesi "tı"ye nakledilmiş olur. 22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu Edilir: Zaruret halinde olmak (mecbur kalmak) ya zalim bir kimsenin zorlaması (ikrahı) ile veya kıtlık ve yiyecek birşey bulamamaktan dolayı açlık ile sözkonusu olur. Fukaha ve ilim adamlarının çoğunluğunca kabul edilen görüşe göre âyet: Her kim yokluktan ve açlıktan dolayı bu haram kılınanları yemek zorunda kalırsa, demek olur ki; doğru açıklama da budur. Bir görüşe göre ise, bunun her kim bu haram kılınan şeyleri yemeye zorlanır ve mecbur bırakılırsa, anlamına olduğu da söylenmiştir. Mücâhid der ki: Yani: Bunları yemeye mecbur bırakılırsa, demektir. Düşman tarafından yakalanıp domuz eti ve buna benzer yüce Allah'a masiyet olan şeyleri yemeye zorlamaları demektir. Şu kadar var ki böyle bir ikrah, ikrah süresi bitene kadar bu gibi şeyleri yemeyi mubah kılar. Açlık (el-mahmasa) haline gelince; bunun sürekli olması ve olmaması halleri sözkonusudur. Eğer bu, sürekli olursa meyteden karnı doyuracak kadar yemenin câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki elinin kesileceğinden korkmayacağı müslümana ait bir mal bulduğu takdirde, o hayvanın etini yemesi helal olmaz. Mesela, bir yere asılmış bulunan hurma, dağda bulunan koyun ve buna benzer yenilmeleri halinde el kesmenin de başkasına eziyet vermenin de sözkonusu olmadığı şeyleri yemek bu türdendir. Bu da görüş ayrılığının olmadığı hususlardan birisidir. Çünkü Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan gelen hadise göre o şöyle demiştir: Biz bir yolculukta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyor iken süt veren memeleri ağaçların dikenleri ile bağlanmış develer gördük. Onlara doğru atıldık, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize seslenince ona geri döndük şöyle buyurdu: "Bu develer müslüman bir aile halkına aittir. Bu develer -Allah'tan sonra- onların kuvvet ve bereket kaynaklarıdır. Sizler azık torbalarınıza geri dönüp baktığınızda orada bulunan ne varsa alınmış olduğunu görmeniz hoşunuza gider mi? Böyle bir işin adaletli olduğunu kabul edebilir misiniz?" Ashab-ı kiram: Hayır deyince Hazret-i Peygamber: "İşte sizin bu yapmak istediğiniz de böyledir" diye buyurdu. Biz de şöyle dedik: Peki ya yiyecek ve içeceğe ihtiyacımız olursa, o konudaki görüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Ye, fakat yanına birşey alma, iç fakat yanına birşey alma." Bu hadisi İbn Mâce (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivâyet etmiş İbn Mâce, Ticarât 68 ve: "Bence de asıl kabul edilmesi gereken budur" demiştir. Bu hadisi İbnu'l-Münzir zikreder ve şöyle der: Bizler ey Allah'ın Rasûlü dedik. Ona zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu takdirde herhangi birimize kardeşinin malından ne helal olur? Şöyle buyurdu: "Yer, fakat beraberinde birşey taşımaz, içer fakat beraberinde birşey taşımaz." İbnu'l-Münzir der ki: Artık bundan sonra hakkında anlaşmazlığa düşülen her bir husus, yüce Allah'ın mallardan haram kılması ile ilgili hükümlerine başvurulur. Ebû Ömer der ki: Bu konuda söylenenlerin özeti şudur: Müslüman bir kimsenin bir diğer müslümanın canını kurtarma mecburiyeti olur ve ondan başka bir kimse de bunu yapacak bulunmadığından, o müslümanı kurtarma farziyyeti ona yönelik bulunursa, bu kimse hakkında bu insanın canını ölümden kurtarması gereğine hükmedilir. Bu şekilde canını kurtarmak için böyle bir mala ihtiyacı olduğu halde kendisinden engellenen kişi, kendisini engelleyen kimseyle Savaşmak ve çarpışmak hakkına sahiptir. İsterse bu o kişinin ölümüne sebep olsun. Bu durum -ilim adamlarına göre- orada sadece tek bir kişinin olması halinde başkasının da bulunmaması halinde sözkonusudur. İşte o vakit, o tek kişinin bu işi yapması onun hakkında farz-ı ayn olur. Eğer bunu yapabilecekler çok yahut bir cemaat iseler o takdirde bunu yapmak o kalabalık ve cemaat için farz-ı kifaye olur. Bu konuda müslümanın canını kurtaran su ve başka şeyler arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, ilim adamları kişinin canını kurtaran şeyin kıymetini ödemenin gerekip gerekmediği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi o kıymetin ödenmesini öngörürken kimisi kabul etmemektedir. Bizim mezhebimizde (Mâlikî mezhebinde) her iki görüş de vardır. Verene zarar teşkil etmeyen, bununla birlikte yeterli gelen az miktardaki şeyin bağışlanması ile; ölmekten ve telef olmaktan korkulması halinde müslümanın canını kurtarmanın vücûbu hususunda, öncekileriyle sonrakileriyle olsun, ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. 23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın Başkasının Malından Yemek: İbn Mâce rivâyet ediyor: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe haber verdi. Bize Şebâbe haber verdi. -H- Aynı hadisin iki yahut da fazla senedi varsa, bir senetten ötekine geçişte "hâ" harfi kullanarak senedin tahvil edildiğine işaret edilir. (Nevevî, Takrib, II, 88) Bize Muhammed b. Beşşâr ile Muhammed b. el-Velid anlatarak dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer anlattı, bize Şu'be, Ebû Bişr Ca'fer b. Ebi İyas'dan anlatarak dedi ki: Ben (Gubaroğullarından birisi olan) Abbad b. Şurahbîl'i şöyle derken dinledim: Bir kıtlık yılı idi. Medine'ye geldim. Oradaki etrafı çevrilmiş arazilerden birisine girdim. Bir başak alıp onu ovaladım ve yedim. Sonra da onu elbisemin arasında sakladım. Bahçe sahibi geldi beni dövdü ve elbisemi aldı. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip durumu haber verdim. Adama şöyle dedi: "O aç yahut açlıktan bitkin düştüğü bir vakitte ona yedirmedin, cahil iken de ona birşey öğretmedin." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kişiye emir verdi ve o da ona elbisesini geri iade etti. Ayrıca ona bir vesk ya da yarım vesk yiyecek (buğday) verilmesini emretti. İbn Mâce, Ticarât 67, Ayrıca bk.; Ebû Dâvûd, Cihad 85; Nesâî, Kudât 21; Müsned, IV. 16" Derim ki: Bu sahih bir hadis olup bu hadisteki ravilerden Buhârî ve Müslim ittifakla hadis alırlar. Şu kadar var ki İbn Ebi Şeybe'den yalnızca Müslim hadis rivâyet eder. Ğubaroğullarından Yeşkur'lu Abbad b. Şurahbil yoluyla Buhârî ve Müslim herhangi bir hadis rivâyet etmiş değillerdir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in belirttiğine göre Abbad'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu olaydan başka bir rivâyeti yoktur. Bu Hadîs-i şerîf açlık halinde el kesmenin ve te'dîb etmenin sözkonusu olmayacağını ortaya koymaktadır. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre el-Hasen, Semura'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sizden herhangi biriniz davarların bulunduğu bir yere giderse, eğer o davarların sahibi aralarında bulunuyor ise ondan izin istesin; ona izin verdiği takdirde sütünü sağsın ve içsin. Eğer sahipleri aralarında bulunmuyor ise üç defa seslensin. Onun seslenişine cevap verirse ondan izin alsın. Ona izin verirse mesele yok. Aksi takdirde onların sütlerini sağsın, içsin, fakat beraberinde birşey götürmesin." Ebû Dâvûd, Cihad 85; Tirmizî, Buyû’ 60. Tirmizî'nin Yahya b. Süleym'den, onun Ubeydullah'tan, onun Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim başkasına ait bir bahçeye girerse ondan yesin, fakat elbisesine birşey doldurup almasın." Tirmizî der ki, bu garib bir hadistir. Biz bunu sadece Yahya b. Süleym yoluyla bilmekteyiz. Tirmizî, Buyû’ 54. Diğer taraftan Amr b. Şuayb'dan, onun babasından onun da dedesi yoluyla gelen rivâyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dallarda asılı duran hurma hakkında sorulmuş o da şöyle buyurmuş: "İhtiyaç sahibi olup da elbisesine birşey saklamaksızın kim ondan alır yerse onun için birşey yoktur." Tirmizî bunun hakkında: Hasen bir hadistir demektedir. Tirmizî, Buyû’ 54; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Lukata h. 10; Hudud 13; Nesâî, Sârik 12. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi birinizin yolu bir bahçeye düşerse oradan yesin fakat beraberinde herhangi bir şey götürmesin." İbn Mâce, Ticârât 67. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Ömer veya Amr şöyle demiştir: Beraberinde birşey götürmek (sibân): İçinde birşeyler taşınan bir kaptır. O kabı ellerinin arasında taşıdığı vakit buna "sibân" denilir. Şayet kabı sırtının üstüne taşırsan buna "el-hâl" denilir. Nitekim elbisene birşeyler koyup onu sırtının üstüne taşıdığın zaman da: Elbisemi tahvil ettim denilir. Eğer taşıdığın şeyi kucağında götürürsen buna da "hubne" denilir. Amr b. Şuayb yoluyla gelen merfu hadiste de: "Beraberinde birşey götürmesin (hubne)" denilmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Bu hadis şöyle açıklanır: Beraberinde birşeyler satın alabileceği hiçbir parası olmayan, zaruret halinde kalmış aç kimseye ancak kendisini besleyecek kadar karnına doldurup indireceği kadarını taşımasına ruhsat verilmiş, daha fazlasına müsaade verilmemiştir. Derim ki: İttifakla kabul edilen asıl ilke, başkasına ait olan malın gönül hoşluğu ile olması dışında haram kılınmasıdır. Eğer ortada İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi veya hali hazırda bazı beldelerde görüldüğü şekliyle belli bir uygulama adet halini almış ise o adete göre birşeyler yemek caizdir. Bu ise -az önce de geçtiği gibi- açlık ve zaruret vakitlerine hamledilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şayet ikinci durum - (yani yirmiikinci başlıkta sözü edilen açlığın devamlı) olması hali olan birinci hal dışında- ikinci hal sözkonusu ise -ki bu da herhangi bir vakitte nadiren görülen bir husustur - ilim adamlarının buna dair iki ayrı görüşleri vardır: Birincisine göre kişi doyuncaya ve hatta karnını iyice dolduruncaya kadar yiyebilir. Eğer geçeceği bir dağ yolunda veya kuraklık bir yerde yine zaruret haline düşmekten korkarsa yanında azık dahi alabilir. Şayet ona ihtiyacı kalmazsa tutar atar. İmâm Mâlik Muvatta’'' adlı eserinde bu anlamda ifadeler kullanmıştır. Şâfiî ve birçok ilim adamı da bu görüştedir. Bu hususta delil şudur: Zaruret haram hükmünü kaldırır ve artık o mubah olur. Zaruretin miktarı ise yiyecek bulamama halinde (haram şeyin) bulunması halidir. Anber (balina) balığı ile ilgili hadis bu hususta açık bir nastır. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı yolculuklarından geri döndüklerinde azıkları bitip tükenmişti. Bunun üzerine deniz kıyısına gittiler. Denizin kıyısında oldukça büyük bir kum tepesini andıran birşeyle karşılaştılar. Oraya vardıklarında anber diye bilinen bir hayvan olduğunu gördüler. Komutanları Ebû Ubeyde: Bu bir meytedir dedi, daha sonra da: Hayır, aksine bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elçileriyiz ve Allah yolundayız. Ve sizler şu anda (bunu yemeye) mecbur kalmış bulunuyorsunuz. Haydi yeyiniz. Hadisin ravisi der ki: Bir ay boyunca üçyüz kişi olduğumuz halde o balıktan yedik ve nihayet kilolarımız da arttı... Görüldüğü gibi ashab-ı kiram bu balıktan yediler ve doydular. Onlar o balığın meyte olduğuna inanıyorlardı. Hatta Medine'ye ondan beraberlerinde azık dahi aldılar. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a naklettiler, o da onlara onu yemenin helal olduğunu bildirip: "Peki beraberinizde onun etinden bize yedirmek için birşey kaldı mı?" diye sormuş, onlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ondan bir parça göndermiş o da yemiş idi. Bk. Buhârî, Zebâih 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd 17, 18; Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Nam, Sayd 35; Dârimî, Sayd 6; Müsned, III, 311. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda kendisini ölümden kurtaracak kadarını yer. İbnu'l Mâcişûn ve İbn Habib bu görüştedir. İmâm Şâfiî'nin arkadaşları ise ikamet halinde olan ile yolculuk halinde olan arasında ayrım gözetip şöyle demişlerdir: İkamet halinde olan kişi kendisini ölümden kurtaracak kadarını yçr; yolculuk yapan kimse doyuncaya kadar yer ve beraberinde azık da alır. Ona ihtiyacı kalmazsa atar. Ona ihtiyacı olan bir başkasını bulursa, o azık aldığı meyte etini ona verir ve karşılığında ondan birşey almaz. Çünkü meytenin satışı câiz değildir. 24- Şarap İçmek Zorunda Kalınırsa: Şarap içmek zorunda kalan bir kimse eğer zorlama ile mecbur tutulmuş ise içebileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Şayet açlık veya susuzluk sebebiyle ise içmez. Mâlik'in el-Utebiye'de kabul ettiği görüş budur. O şöyle der: Şarap, susuzluğundan başka birşeyini artırmaz. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Yüce Allah, şarabı mutlak olarak haram kılmış, meyteyi ise zaruret olmamak şartına bağlı olarak haram kılmıştır. el-Ebherî der ki: Eğer şarap açlığını veya susuzluğunu giderebiliyor ise içebilir. Çünkü yüce Allah domuz hakkında: "Çünkü o bir pisliktir" dedikten sonra zaruret dolayısıyla mubah kılmıştır. Yine şarap hakkında da "o bir pisliktir" diye buyurmuştur. Dolayısıyla kıyastan da daha güçlü bir delil olan celî (açık) mana sebebiyle domuzun zaruret halinde mubah kılınmasının kapsamına girer. Şarabın bir an dahi olsa susuzluğu gidereceği, kısa bir süre dahi olsa açlığı hissettirmeyeceği ise kaçınılmaz bir husustur. 25- Zaruret Halinde Kan İçmek: Esbağ'ın rivâyetine göre İbnu'l-Kasım şöyle demiştir: Mecbur kalan bir kimse kan Lçer fakat şarap içmez. Meyte yer, bununla birlikte kaybolmuş develere yaklaşmaz. -İbn Vehb de bu görüştedir.- Sidik içer fakat şarap içmez. Çünkü şarap içmek halinde had gerekir. O bakımdan onu içmek daha ağırdır. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları bunu açıkça zikrederler. 26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla İndirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik: Bir kimsenin boğazında yemek lokması tıkanıp kalırsa şarap ile onu yutmaya çalışır mı çalışamaz mı? Bir görüşe göre şarap ile onu yutmayı kolaylaştıramaz. Çünkü aslında böyle birşey olmadığı halde, böyle bir iddiada bulunabilir. Ancak zaruret hali olduğundan dolayı İbn Habib bunun câiz olduğunu söylemiştir. İbn Arabî der ki: "Boğazında lokma tıkanan bir kimsenin (şarap ile bunu aşağıya indirmesi) kendisi ile yüce Allah arasında caizdir. Ancak eğer biz onu görür isek, biz lokmanın boğazda tıkanma hali ile diğer halleri karîneler ile ayırdedebiliriz. Eğer karînelerle bu durumu ortaya çıkarsa tasdik edilir. Böyle bir durumu ortada görülmüyor ise zahiren biz ona had uygularız, bâtınen ise (gerçekten böyle ise) yüce Allah tarafından cezalandırılmaktan kurtulur." Diğer taraftan muztar bir kimse bir meyte (leş) bir domuz ve âdemoğlu etini görürse meyteyi yer, çünkü meyte böyle bir durumda helaldir. Domuz ile ademoğlu ise hiçbir durumda helal olmaz. Nisbeten daha hafif tutulmuş bir haramlılık daha ağır tutulmuş bir haramlılığa göre daha kolay işlenebilir. Mesela, bir kimse kızkardeşiyle ya da yabancı birisiyle ilişki kurmak için baskı altında tutulursa yabancı ile ilişki kurar. Çünkü bir halde yabancı ona helal olur. İşte bu gibi hükümlerin belirleyici ilkesi budur. Ölecek olsa dahi ademoğlunun etinden yemez. Bu görüş, mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşüdür. Ahmed ve Davud (ez-Zahirî) de bu görüştedir. İmâm Ahmed Hazret-i Peygamber'in: "Ölünün kemiğini kırmak, hayatta iken kırmak gibidir. " Ebû Dâvûd, Cenâiz 60; İbn Mâce, Cenâiz 63; Muvatta’'', Cenâiz 45; Müsned, VI, 105. hadisini delil gösterir. Şâfiî de der ki: Âdemoğlunun etini yer. Bu durumda zımmî bir kimseyi öldürmesi câiz değildir. Çünkü zımmînin kanı haramdır. Müslüman ve esir bir kimseyi de öldüremez. Çünkü esir başkasına ait olan bir maldır. Şayet harbi ya da muhsan bir zinakâr ise onu öldürmek ve ondan yemek câiz olur. Davud (ez-Zahirî) el-Müzenî'yi hatalı görerek şöyle der: Sen peygamberlerin etlerini de yemeyi mubah kıldın. Şu kadar var ki İbn Şureyh şu sözleriyle onu mağlub eder: Sen peygamberleri kâfirlerin etlerini yemekten men ettiğinden dolayı peygamberleri öldürmeye kalkışmış oluyorsun. İbnu'l Arabî der ki: Bence sahih olan görüş, bu işin kendisini kurtaracağını ve hayatta bırakacağını muhakkak olarak bilmedikçe ademoğlundan yememesi şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 27- Başkasına Ait Yiyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü: İmâm Mâlik'e hurma, ekin veya koyun gibi başkasına ait bir malı bulduğu halde meyte yemek zorunda kalan zaruret içerisindeki bir kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Eğer hırsız sayılmayıp söyleyeceği sözü tasdik edilecek şekilde bedenine bir zarar gelmeyeceğinden emin olursa, bunlardan hangisini bulursa açlığını giderecek kadarını yer ve beraberinde herhangi bir şey taşımaz. Böyle bir şekilde hareket etmesi meyte yemesinden bana göre daha uygundur. Bu anlamda yeteri kadar açıklamalar daha önceden geçmiştir. Şayet sözünün doğru kabul edilmeyip hırsız sayılacağından korkacak olursa bence meyteyi yemesi daha caizdir. Ve böyle bir durumda onun için meyte yemek hususunda bir genişlik vardır. Ebû Dâvûd rivâyet ederek der ki: Bize Mûsâ b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Hammâd, Simâk b. Harb'dan, o Cabir b. Semura'dan naklederek dedi ki: Adamın birisi beraberinde hanımı ve çocukları olduğu halde el-Harre (Medine'nin dış taraflarındaki karataşlık bir bölge) denilen yerde konakladı. Adamın birisi şöyle dedi: Benim bir devem kayboldu, onu bulursan yanında alıkoy. Adam deveyi buldu, fakat sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Hanımı ona: Bu deveyi boğazla dedi ise de kabul etmedi, sonunda deve öldü. Bu sefer kadın: Derisini yüz ki etini ve yağını kurutup yiyelim. Adam: Hayır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sormadıkça böyle birşey yapamam dedi, Hazret-i Peygamber'in yanına varıp sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: "Sende (buna) muhtaç etmeyecek birşey var mı?" deyince adam: Hayır dedi. Hazret-i Peygamber: "O halde onu yeyiniz" dedi. Bu sefer devenin sahibi gelince ona olanları anlattı. Deve sahibi: Keşke onu boğazlamış olsaydın, deyince adam: Senden utandım, cevabını verdi. Ebû Dâvûd, Et'ime 36; Müsned, V, 96. İbn Huveyzimendad der ki: Bu Hadîs-i şerîfte iki hususa delil vardır: 1- Zaruret halinde olan bir kimse kendisi telef olmaktan korkmasa dahi meyteden yiyebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber ona muhtaç bırakmayacak şeye sahip olup olmayacağını sormuş, ancak ölümden korkup korkmayacağını sormamıştır. 2- Meyteden yer, doyar, saklar ve azık olarak da alabilir. Çünkü Hazret-i Peygamber ona, alıp saklamayı mubah kıldı, buna karşılık karnını doyurmamayı da şart koşmadı. Ebû Dâvûd der ki: Bize Harun b. Abdullah anlatarak dedi ki: Bize el-Fadl b. Dukeyn anlatarak dedi ki: Bize Ukbe b. Vehb b. Ukbe el-Âmirî haber vererek şöyle dedi: Babamı, el-Fucey' el-Âmirî'den naklederek şöyle derken dinledim: (Fucey'), Hazret-i Peygamber'e giderek sormuş: Meyte bize helal olmaz mı? Hazret-i Peygamber: "Sizin yediğiniz nedir?" diye sorunca biz şöyle dedik: Ğabuk ve ıstıbah ediyoruz. Ebû Nuaym (el-Fadl b. Dukeyn'in künyesi) dedi ki: Bunun ne demek olduğunu Ukbe bana şöylece açıkladı: Sabahleyin bir kâse, akşamleyin de bir kâse. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki bu açlığın kendisidir." Devamla (râvi) der ki: Hazret-i Peygamber bu halleri üzere onlara meyte yemeyi helal kıldı. Ebû Dâvûd der ki: İğtibak, günün sonunda, istibah ise günün başında olur. Ebû Dâvûd, Et'ime 36. el-Hattabî der ki: İğtibak akşam, istibah ise sabah olur. Sabahleyin bir bardak süt, akşamleyin de bir bardak süt ölümden kurtarır ve kişiyi hayatta tutar. Bununla birlikte bedeni gıdalandırmaz ve tam bir tokluk da vermez. Bununla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara meyteden yemeyi mubah kılmıştır. O halde bu hadisin delaleti şu olur: Meyte yemek, kişinin ihtiyacı olan gıdayı alabilecek kadarına mubahtır. Mâlik'in görüşü budur. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bunların sabah ve akşam yemeleri câiz olduğuna göre doyuncaya kadar yeyip azık olarak ayırmaları da câiz olur. Ebû Hanîfe ile bir diğer görüşünde Şâfiî ise şöyle demektedir: Kişinin meyteden ancak kendisini ölümden kurtaracak kadarını yiyebilmesi câiz olur. el-Müzenî'nin kabul ettiği görüş de budur. Derler ki: Eğer baştan beri bu halde ise (yani tok ise) meyteden herhangi bir şey yemesi onun için câiz olmaz. İşte meyteden yemeye başladıktan sonra da bu noktaya gelmesi halinde durum budur. Buna yakın bir görüş el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. Katâde de der ki: Herhangi bir şekilde meyteden doyasıya yiyemez. Mukâtil b. Hayyan ise der ki: Üç lokmadan fazlasını yiyemez. Doğru olan ise -önceden de geçtiği gibi- bunun aksini ileri süren görüştür. Meyte ile tedaviye gelince ya aynı haliyle kullanılmasına ya da onu yakarak kullanmaya ihtiyaç duyulur. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa İbn Habib: Onunla tedavi etmek de namaz kılmak da câiz olur, der. İbnu’l-Macişun'un bunu daha câiz kabul etmesi ise, yakmanın -niteliklerinin değişmesi dolayısıyla- bir temizleme olduğundan hareketle daha hafif görmüş olmasındandır. el-Utbiyye'de İmâm Mâlik'ten "mertek" denilen ve meytenin kemiklerinden yapılan ilaç hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Eğer bu ilacı yarasının içine koyarsa orayı yıkamadıkça onunla namaz kılamaz. Eğer meyte bizatihi mevcut ise Suhnûn bu hususta şöyle demektedir: Hiçbir şekilde onunla da domuz ile de tedavi olunmaz. Çünkü aç olma halinin aksine bunun yerini tutan helal bir ilaç bulunmaktadır. Zira açlık halinde meytenin yerini tutacak başka birşey bulunursa meyte yenilemez. Aynı şekilde şarap ile de tedavi edilemez. Mâlik'in görüşü budur. Şâfiî'nin mezhebinden de zahir (kuvvetli) olan görüş budur. Şâfiî mezhebi âlimlerinden İbn Ebi Hüreyre'nin kabul ettiği görüş de budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Açlık için değil de tedavi için şarap içmek caizdir. İmâm Şâfiî mezhebi ilim adamlarından Kadı et-Taberî'nin tercih ettiği görüş budur; es-Sevrî'nin görüşü de budur. Şâfiî mezhebine mensup kimi Bağdatlılar da şöyle demektedir: Tedavi için değil de susuzluk dolayısıyla şarabın içilmesi caizdir. Çünkü susuzluğun vereceği zarar çabuk ortaya çıkar, tedavininki ise böyle değildir. Şöyle de denilmiştir: Her iki sebep dolayısıyla da şarabın içilmesi caizdir. Şâfiî mezhebine mensup bazıları, haram kılınan her türlü şey ile tedaviyi kabul etmemiştir. Bundan özel olarak sadece develerin sidiklerini istisna etmişlerdir. Bu istisnaya sebep ise Uranîler ile ilgili Hadîs-i şerîftir. Bu hadisin çeşitli rivâyetleri için bk. Buhârî, Cihâd 152, Zekat 68, Hudûd 15, 17, 18, Tıb 5, 6, 29; Ebû Dâvûd, Hudûd 3; Tirmizî, Tahare 55; Nesâî, Tahare 55, 190, Tahrimu'd-Dem 7-9; İbn Mâce, Hudûd 20. Bazıları da haram olan herşeyin tedavide kullanılmasını kabul etmemektedirler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah ümmetimin şifasını onlara haram kıldığı bir şeyde kılmamıştır." Buhârî, Eşribe 15 Tarık b. Süveyd'in şaraba dair soru sorması esnasında Peygamber (sa)in ona şarabı yasaklaması veya şarap yapmasını kerih görmesini de buna delil gösterirler. Ben şarabı tedavide kullanılmak üzere yapıyorum, deyince Hazret-i Peygamber şu şekilde ona cevap verir: "Şüphesiz ki o (şarap) bir ilaç değildir. O bir hastalıktır." Bu hadisi Müslim Sahih'inde rivâyet etmiştir. Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvûd, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 8. Bu Hadîs-i şerîfin zaruret haliyle kayıtlanma ihtimali vardır. Zehir ile tedavi olmak câiz ise de içilmesi câiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 30- Zaruret Halinde Haramlardan Yararlanmanın Şartları: "Mecbur kalırsa saldırmamak..." Bu âyet haldir. İstisna olduğu da söylenmiştir.. Yüce Allah'ın: "Ğayra bâğin: Saldırmamak" âyetindeki "Ğayra" (olumsuzluk anlamını veren edat), hal olarak nasb edilmiştir. Müstesna olmak üzere nasb edildiği de söylenmiştir. Eğer bu edatın yerine “fî” kullanılabiliyorsa haldir. Yerine "illâ" istisna edatı kullanılabiliyorsa istisnadır. Diğerlerini de buna kıyas edin. Bâğin: Saldıran, kelimesinin aslı, sonunda ya harflidir. Yâ harfi üzerinde ötre ağır geldiğinden sakin okunur. Tenvin de sakin olduğundan yâ harfi hazf edilmiştir. Sonundaki esre buna delâlet eder. Katâde, el-Hasen, er-Rabi' b. Zeyd ve İkrime'nin açıklamalarına göre anlamı şöyledir: İhtiyacından fazla yememek suretiyle "saldırmamak" ve bu haramlara ilişmek ve yemek imkânı ile birlikte bunlardan yemeyerek "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." es-Süddî der ki: Bunlara arzu ile ve lezzet duyarak "saldırmamak" karnını doyuruncaya kadar yemek suretiyle de "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." Mücâhid, İbn Cübeyr ve başkalarına göre de anlamı şöyledir: Müslümanlara "saldırmamak ve" onlara karşı "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." Buna göre saldırgan ve haddi aşan kimselerin kapsamına yol kesiciler, İslâm Devleti'nin meşru yöneticilerine karşı çıkanlar, akrabalık bağlarını kesmek uğrunda, müslümanlara baskın yapmak yolunda yolculuk yapan ve benzeri durumda olanlar da girmektedir. Bu açıklama doğru bir açıklamadır. Çünkü sözlükte bağy'in (saldırganlığın) asıl anlamı fesad çıkarmak maksadını gütmektir. Kötü işler yapan kadın hakkında da bu kökten gelen kelime kullanılır. Yüce Allah bu kökten olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ve cariyelerinizi de zinaya (el-biğa) zorlamayın." (en-Nûr, 24/33) Bağy kelimesi bazen fesadın dışında birtakım şeyleri istemek, taleb etmek hakkında da kullanılabilir. Araplar (mesela) devesini aramak maksadıyla çıkan kimseler hakkında da bu kelimeyi kullanır. Şairin şu beyitleri de bu türdendir: "Büyü kastıyla yapılan düğümler seni hayır aramaktan alıkoymasın Çünkü uğursuz şeyler uğurlular, uğurlu denilen şeyler uğursuzlar gibidir." 31- Haramın Mubah Kılınmasının Bir Diğer Şartı: "Ve haddi aşmaksızın." Yüce Allah -önceden de açıkladığımız gibi- bütün mubahlardan istifade etmekten acze düştüğü zaruret halinde acizliğinden ötürü haram olanların tümünden yemeyi helal kılmıştır. Buna göre mubah olan birşeyin bulunmaması haram olan şeyin mubah kılınması için bir şarttır. 32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan Yararlanmak: Zaruret hali ile birlikte masiyetin sözkonusu olması halinde (zaruretin ruhsatından yararlanmak hususunda) ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mesela, zaruret halinde olan kişi, yol kesmek veya gidip gelen yolcuları korkutmakta ise, Mâlik ve iki görüşünden birisinde Şâfiî, ruhsattan istifade etmesini -masiyeti dolayısıyla- mahzurlu görmüşlerdir. Çünkü yüce Allah, böyle birşeyi destek ve yardımcı olmak üzere mubah kılmıştır. İsyan eden kimseye yardım etmek ise helal değildir. Böyle bir kimse eğer haram kılınan birşeyden yemek isterse önce tevbe etsin, sonra yesin. Ebû Hanîfe ve öteki görüşünde Şâfiî ise isyan halinde olana bunu mubah görmüşler ve kişinin itaat halinde ya da isyan halinde olması için bu tür şeylerin mubah kılınması açısından herhangi bir fark görmemişlerdir. İbnu'l Arabî der ki: Masiyetini devam ettirmekle birlikte böyle bir işi mubah görene hayret edilir. Kimsenin bu görüşte olduğunu da zannetmiyorum. Böyle bir görüşü ileri süren kesinlikle hata eder. Derim ki: Sahih ise bunun hilafınadır. Çünkü masiyet kastıyla yapılan yolculukta kişinin kendi kendisini ölüme bırakması, içinde bulunduğu masiyetten daha büyük bir masiyettir. Nitekim yüce Allah: "Kendi nefislerinizi öldürmeyiniz" (el-Maide, 5/29) diye buyurmaktadır. Bu âyet umumidir. Kaldı ki böyle bir kimsenin ikinci bir halde tevbe etmesi ve tevbenin işlediği günahlarını silmesi de muhtemeldir. Mesrûk şöyle demektedir: Meyte, kan ve domuz eti yemek zorunda kalan bir kimse ölünceye kadar bunlardan yemese - Allah'ın onu affetmesi hali dışında - cehenneme girer. el-Kiya diye bilinen Ebû'l Hasen et-Taberî de şöyle demektedir: Zaruret halinde meyteden yemek bir ruhsat değil, farz bir azimettir. Eğer meyteden yemeyecek olursa asi olur. Diğer taraftan meyteden yemek, yolculuğun ruhsatlarından veya yolculuk şartına bağlı bir ruhsat değildir. Aksine ister yolculukta olunsun, ister ikamet halinde olunsun zaruretin sonuçlarındandır. Bu, tıpkı hasta olduğu takdirde ikamet halinde olan günahkârın orucunu açmasına benzer ve tıpkı su bulmamak halinde isyankârın yolculukta teyemmüm etmesine benzer. el-Kiya der ki: Bizce sahih olan da budur. Derim ki: Bu hususta İmâm Mâlik'ten gelen rivâyetler farklıdır. Onun kabul ettiği görüşlerin meşhur olanı el-Bacî'nin el-Müntekâ adlı eserinde belirttiğine göre, zaruret halinde olan bir kimsenin masiyet kastıyla yaptığı yolculukta (yenmesi haram kılınan şeylerden) yemesi câiz olur, şu kadar var ki namazını kısaltması ve orucunu açması câiz olmaz. İbn Huveyzimendad da der ki: Zaruret halinde olanın yemesine gelince bu hususta itaat eden ile isyan eden arasında fark yoktur. Çünkü meytenin (zaruret halinde) hem yolculuk esnasında hem ikamet halinde yenilmesi caizdir. Masiyetler işlemek üzere yola çıkan bir kimsenin üzerinden ikamet edenin hükmü kalkmaz. Aksine mukîm olmaktan daha kötü bir haldedir. Oruç açmak ve namaz kısaltmak ise böyle değildir. Çünkü bunlar yolculuk şartına bağlı iki ayrı ruhsattır. Buna göre yolculuk bir masiyet için yapıldığı takdirde yolculukta namazını kısaltması câiz olmaz. Çünkü böyle bir ruhsat yolculuğa has bir ruhsattır. Bundan dolayı şöyle diyoruz: Masiyet kastıyla çıktığı yolculukta suyu bulmadığı takdirde teyemmüm eder. Çünkü teyemmüm hem yolculuk halinde hem ikamet halinde aynıdır. İşlemiş olduğu bir masiyet dolayısıyla böyle bir kimseye meyteden yemesini ve teyemmümde bulunmasını engellemek nasıl câiz olabilir? Halbuki yemeği terkederse ölür, bu ise en büyük bir masiyettir. Teyemmümü terkederse namazı zayi eder. Böyle birisine şu şekilde söylemek câiz olur mu: Sen bir masiyet işledin haydi bir tane daha işle. İçki içmiş olan bir kimseye zina et, zina eden bir kimseye, kâfir ol demek câiz olur mu? Veya her ikisine haydi namazı kılmayıverin denilebilir mi? Bütün bunları (İbn Huveyzimendad) Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde zikretmekte, İmâm Mâlik'ten olsun, onun arkadaşlarından herhangi bir kimseden olsun farklı bir görüşten de söz etmemektedir. el-Bacî ise şöyle demektedir: "Ziyad b. Abdurrahman el-Endelûsî'nin rivâyetine göre yaptığı yolculuk sebebiyle âsi olan bir kimse namazını kısa kilar, Ramazan ayında oruç açar. Bütün bu hususlar arasında o fark gözetmez. Bu, aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Yemekten uzak durmak suretiyle kendisini öldürmesinin câiz olmayacağı hususunda ve farz olarak yemekle emrolunduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Masiyet kastıyla yolculuğa çıkan bir kimse üzerinden namaz ve oruç gibi farz ve vacipler sakıt olmaz. Aksine bunları yerine getirmek zorundadır. İşte sözünü ettiğimiz şeylerin durumu da böyledir. Birinci görüşü şöylece açıklayabiliriz: Bu gibi şeyler (namazın kısaltılması, Ramazan ayında oruç açılması gibi) insanların ihtiyaçları dolayısıyla yolculuklarda mubah kılınmıştır. Böyle bir kimsenin masiyetleri işlemek üzere -ve kendisini öldürmemek imkânı varken- bunlardan faydalanması mubah değildir. İbn Habib der ki: Bu da önce tevbe etmesi, tevbe ettikten sonra da meyte etini yemesi suretiyle gerçekleşebilir. İbn Habib bu hususta yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur" âyetine sarılmıştır. Böylelikle meytenin zaruret dolayısıyla mubah kılınabilmesi için saldırmamasının şart koşulduğunu göstermektedir. Yol kesmek veya yolda gidip gelenleri soymak üzere yolculuk yapan yahut akrabalık bağını kesmek veya bir günah işlemek üzere yola çıkan bir kimse ise hem saldırgandır, hem de haddi aşan bir kimsedir. Dolayısıyla böyle bir yolculukta mübahlığın şartları bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Derim ki: Bu hitaptan anlaşılanı delil göstermektir. Hitaptan anlaşılan (mefhumu'l-hitab)ı delil göstermek ise usûl âlimleri arasında ihtilaflı bir husustur. Mefhumu'l-kitab, Delilu'l-hitab, Mefhumu'l-muhâlefe diye anılan delildir. Delilin söz konusu etmediği şeylerin hükmünün, sözkonusu ettiklerinden farklı olması demektir. Etraflı bilgi için fıkıh usulü eserlerinin ilgili bahislerine bakılmalıdır. Âyet-i kerimenin düzeni ise saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın zaruret halinde olan için günah olmadığını ifade etmekte, öyle olmayanlar hakkında da herhangi birşey dememektedir. Aslolan ise hitabın genel oluşudur. Herhangi bir sebep dolayısıyla bu genelliğin ortadan kalktığını ileri süren kimsenin buna dair delil getirmesi gerekir. "Şüphesiz ki Allah Gafûrdur Rahîmdir." (yapılan isyanları bağışlar), dolayısıyla hakkında ruhsat verdiği şeylerden ötürü sorgulamaması öncelikle sözkonusudur. O'nun belli şartlarda birtakım ruhsatlar vermiş olması da rahmeti cümlesindendir. 174Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gizleyip de onu az bir bedelle satanlar, işte onlar karınlarına ateşten başka birşey yemezler. Kıyâmet gününde ise Allah onlarla konuşmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azap da vardır. "Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gizleyip de.." Yahudi ilim adamları yüce Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini ve peygamberliğinin doğruluğunu gizlediler. Burada yer alan "indirdiği" âyeti "açığa çıkarıp izhar ettiği" demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm diyenden..." (el-En'âm, 6/93); ortaya çıkartacağım diyenden, demektir. Bu kelimenin, asıl anlamı üzere olduğu da söylenmiştir. Yani yüce Allah'ın melekleri aracılığıyla peygamberlerinin üzerine gönderdiklerini gizleyenler; "Onu" yani gizledikleri şeyleri "az bir bedel ile" yani rüşvet almak karşılığında "satanlar." Burada alınan bedele "az" denilmesi süresinin sona ermesi, akibetinin kötü olması dolayısıyladır. Onların aldıkları rüşvetin (veballerine oranla) az olmasından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir. Derim ki: Bu âyet-i kerîme her ne kadar yahudi âlimleri hakkında ise de elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da kapsamına alır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden 41. âyet 1. başlık 79. âyet 5. başlıkta geçmiş bulunmaktadır. "Karınlarına" âyetinde "karınlar" kelimesinin zikredilmesi yemenin gerçek anlamıyla olacağına delalet etmesi ve te'kid içindir. Çünkü, filan kişi benim arazimi yedi ve benzeri ifadelerde "yemek" tabiri mecazî olarak da kullanılabilir. Yine "karınlar" kelimesinin zikredilmesi ile onların açgözlülüklerine ve herhangi bir değer taşımayan bir miktar yiyecekten elde edecekleri pay karşılığında ahiretlerini satmış olduklarına dikkat çekilmektedir. "Ateşten başka" âyetinin anlamı ise şudur: Onların o aldıkları bedel, onlar için haramdır. Bunu aldıkları için Allah da onları ateş ile azablandıracaktır. Böylelikle onların aldıkları rüşvetleri Allah "ateş" diye adlandırmaktadır. Çünkü bu aldıkları bedel onları ateşe götürür. Müfessirlerin çoğunluğu böyle söylemiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani yüce Allah, hakkı gizlediklerinden dolayı gerçek anlamıyla ateş yemek suretiyle cehennemde onları cezalandıracaktır. Böylelikle yüce Allah sonunda ulaşacakları durumu "hal" ifade eden kiplerle anlatmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (en-Nisâ, 4/10); yani böyle yapanların sonuçta varacakları durum budur. Şairlerin söyledikleri şu ifadeler de bu türdendir: "Ölmek için doğurunuz, sakım için bina yapınız." Yine bir başkası şöyle demiştir: "Annenin doğurdukları ölüm içindir." Bir başkası da: "Biz bu evlerimizi zaman onları yıksın diye yapıyoruz" (demektedir). Bu tür anlatımlar Kur'ân'da da şiirde de pek çoktur. "Kıyâmet gününde İse Allah onlarla konuşmaz." Bu, Allah'ın onlara olan gazabını ve onlardan razı olmasının sözkonusu olmayacağını ifade etmektedir. Çünkü: Bir kimseye kızıp gazap ettiğinde onunla konuşmayacağı söylenir. Taberî de der ki: Bu, Allah sevecekleri bir şekilde onlarla konuşmayacaktır, demektir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "Orada hakir olarak kalın ve Benimle konuşmayın." (el-Mü’minun, 23/108) Bunun, melekleri onlara selam vermek üzere göndermeyeceği anlamına geldiği de söylenmiştir. "Onları temize çıkarmaz." Onların kötü olan amellerini ıslah edip temizlemez, arındırmaz. ez-Zeccâc der ki: Allah onlardan hayır ile söz edip övmez, onları temiz kimseler diye adlandırmaz. "Onlar İçin acıklı" yani acı ve ıstırap verici "bir azap vardır." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/10. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç kişi vardır ki kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları temize çıkarmaz, onlara bakmaz ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. (Bunlar): Zina eden yaşlı, yalan söyleyen bir hükümdar ve büyüklük taslayan fakir." Müslim, Îman 172; Müsned, II, 480. Ayrıca, Nesâî, Zekât 77; Müsned, II, 433 yakın lâfızlarla. Bu Hadîs-i şerîfte özellikle bu gibi kimselerin can yakıcı azaba uğrayıp ağır ceza çekeceklerinin belirtilmesi, sadece ve sadece inat olsun diye bu işleri yaptıklarından ve onları bu masiyetlere iten şeyin oldukça önemsiz olmasından dolayıdır. Çünkü onlar böyle bir şeyi ihtiyaçlarından dolayı yapmamakta, böyle olmayıp onlar gibi olmayanların bu gibi hallere ittiği bir zaruret ile bunlar karşı karşıya kalmamaktadır. Hadîs-i şerîfte "ve onlara bakmaz" âyetinin anlamı ise onlara merhamet buyurmaz, onlara şefkat etmez demektir. Yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nde (77. âyet 1. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. 175Onlar hidâyete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azâbı satın aldılar. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıymışlar! Yüce Allah'ın: "Onlar hidâyete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azâbı satın aldılar" âyetine dair açıklamalar daha önceden (16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Azap sapıklığa tabi olup mağfiret de onların kabul etmedikleri, bir kenara ittikleri hidâyete bağlı olduğundan dolayı kelimenin anlamı genişletilerek "satın almak" tabiri ile bu tutumlan ifade edilmektedir. "Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıymışlar!" âyeti aralarında el-Hasen ve Mücâhid'in de bulunduğu çoğunluğun görüşüne göre bu ifade teaccüb (hayret) anlamındadır. Ve burada hayret etmeleri istenenler, yaratıklardır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizler bunların ateşe karşı dayanıklı oluşlarından ve orada kalacakları süreden dolayı hayret ediniz. Kur'ân-ı Kerîm'de (bu tür teaccüb ifade eden) şu âyetler da bulunmaktadır: "Kahrolası o insan; ne kadar da nankördür o!" (Abese, 80/17); "Onlar neler neler görür, neler neler işitirler (hayret)!" (Meryem, 19/38) İşte bu âyetlerin da ifade ettikleri anlam budur. (Teaccüb ve hayrettir). Bu açıklamaları Ebû Ali (yapmıştır). el-Hasen, Katâde, İbn Cübeyr ve er-Rabî' der ki: Allah'a yemin olsun ki onlar cehenneme dayanamayacaklardır. Fakat cehenneme karşı ne kadar da cesaretli imişler! Bu şekilde bir anlatım Yemenlilerin kullandıkları bir üsluptur ve bilinmektedir. el-Ferrâ' der ki: Bana el-Kisaî haber verip şöyle dedi: Bana Yemen Kadısı şunu bildirdi: îki davalı yanına gelip davalaştılar. Onlardan birisinin yemin etmesi gerekti. Yemin etti. Arkadaşı ona: Sen Allah'a karşı ne kadar da dayanıklı imişsin! dedi. Ona karşı ne kadar da cüretkâr imişsin, demek istedi. Burada âyet şu anlama gelmektedir: Onlar cehenneme götürecek işler yaptıkları için ateşe karşı ne kadar da cesaretlidirler! ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre bunun anlamı: Onlar cehennemde ne kadar da uzun bir süre kalacaklardır, şeklindedir. Bu ifade ise: Filan kişi hapse ne kadar da dayanıklıdır, yani orada ne kadar da çok kaldı anlamındaki ifade türündendir. Bu âyetin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onların cehennemden çekinip sakınmaları ne kadar da azdır! İşte bu şekildeki az sakınmaları "sabır ve dayanıklılık" diye ifade edilmektedir. el-Kisaî ve Kutrub da şöyle demişlerdir: Yani bunlar cehennemliklerin amellerini ne kadar da sürdürüp devam ettiriyorlar! Bir görüşe göre de burada soru, azarlamak anlamındadır. (Teaccüb anlamında değildir). Bu açıklamayı İbn Abbâs, es-Süddî, Atâ, Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ yapmıştır. Bunun da anlamı şöyle olur: Onların cehennemliklerin amellerine dayanıp sabretmelerini sağlayan şey nedir? Bunun onları küçümsemek ve yaptıklarını hafife almak anlamına bir soru olduğu da söylenmiştir. 176Bunun sebebi: Allah'ın, kitabı hak ile indirmesidir. Muhakkak ki kitapta anlaşmazlığa düşenler elbette uzak bir ayrılık içindedirler. Bu âyetteki: “Zâlike” kelimesi ref mahallindedir ve hükme işaret etmektedir. Şöyle demiş gibidir: Haklarında verilen cehennemliklerden olmak hükmünün sebebi Allah'ın kitabı hakla indirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Bunun takdiri şöyledir: İş böyle olacaktır veya işte bu iş ya da onların bu azâbı Allah'ın kitabı hakla indirmesinden dolayıdır, şeklindedir. el-Ahfeş der ki: Buradaki "bu" kelimesinin haberi zikredilmemiştir. Bunun anlamı ise: Onlar bunu biliyorlar. Bunun sebebi ise., şeklindedir. Bunun nasb mahallinde olup: Bizim onlara bunu yapmamızın sebebi., anlamına geldiği de söylenmiştir. "Bunun sebebi Allah'ın, kitab'ı" burada Kur'ân-ı Kerîm demektir. "Hakla" yani doğrulukla bir görüşe göre de açık ve kesin delil ile "indirmesidir. Muhakkak ki kitap'ta" burada da Tevrat anlamındadır; "anlaşmazlığa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." Hıristiyanlar Tevrat'ta Hazret-i Îsa'nın niteliklerinin bulunduğunu ileri sürdüler, yahudiler ise onun niteliklerini reddedip inkâr ettiler. Bir görüşe göre ise onlar Tevrat'a yapışmak hususunda atalarına ve geçmişlerine muhalefet ettiler. Bir diğer açıklamaya göre: Tevrat'ta bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerine aykırı davranışlarda bulundular ve Tevrat hakkında anlaşmazlığa düştüler. Burada da "kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiği söylenmiştir. Anlaşmazlığa düşenler ise Kureyş kâfirleridir. Onların kimisi Kur'ân bir büyüdür, kimisi geçmişlerin efsanesidir, kimisi uydurulup iftira edilmiştir ve buna benzer şeyler söylemektedir. "Ayrılık içinde olmanın" ne anlama geldiğine dair açıklamalar ise daha önceden (137. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 177Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îman eden, ona olan sevgisine rağmen malı akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere, kölelere veren, namazını dosdoğru kılan, zekâtını verenin, ahidleşince ahidlerini yerine getirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve Savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerinkidir. İşte sâdık olanlar da bunlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi.... birr değildir" âyetinde kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre adamın biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "birr"in mahiyetini sorar. Bunun üzerine de yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Mürsel olduğu açıkça görülen bu rivâyeti ve sonrakini, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 52'de zikretmektedir. Yine Katâde der ki: Kişi farzlar emrolunmadan önce Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ettiği ve sonra da bu haliyle öldüğü takdirde, cennet onun için hak olurdu. İşte yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. er-Rabî ve yine Katâde der ki: Burada hitap yahudilerle hıristiyanlaradır. Çünkü bunlar, Allah'a yönelmek ve yüzlerini döndürmek hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Yahudiler Beytü'l-Makdis'e doğru, hıristiyanlar ise güneşin doğduğu tarafa yönelirler. Buna karşılık kıblenin değiştirilmesi hususunda ileri geri konuşup her bir kesim kendisinin yöneldiği tarafın üstün olduğunu ileri sürünce onlara: Hayır, birr sizin üzerinde bulunduğunuz bu durum değildir, fakat birr Allah'a îman eden ... inkidir, denildi. 2- "Birr" Kelimesinin Okunuşu: Hamza ve Hafs buradaki "el-Birr" kelimesini "el-Birra" şeklinde okumuşlardır. Çünkü "Leyse: değildir" edatı "kâne: idi" kabilindendir. Bundan sonra gelen iki marifeden istediğini isim ve haber yapabilirsin. Burada "Leyse"den sonra "el-birr" kelimesi geldiğinden onu (haber yaparak) nasb etmiştir. "Döndürmeniz" anlamındaki “En tuvellu” yı da isim yapmıştır. Mastarın (başına fiili mastara çeviren edat gelmiştir) isim olması ise daha uygundur. Çünkü belirtisiz (nekire) gelmez. "el-Birr" kelimesi ise bazan nekire gelebilir, fiil de tarifte (marife oluşta) daha güçlüdür. Buna karşılık geri kalanlar ise "el-birru" şeklinde ve "leyse"nin ismi kabul ederek okumuşlardır. Haberi ise "döndürmeniz" anlamındaki ibaredir. Bu ikinci okuyuşun takdiri; Birr, yüzlerinizi ... döndürmeniz değildir, şeklindedir. Birinci okuyuşun takdiri ise: Yüzlerinizi... döndürmeniz birr değildir, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bunun gibidir: "Onların delilleri 'eğer doğru söyleyenler iseniz babalarımızı getiriniz' demekten başka birşey olmadı." (el-Câsiye, 45/25); "Bundan sonra kötülük edenlerin akıbeti kötülük oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanladılar." (er-Rûm, 30/10); "Sonra ikisinin de akıbetleri orada ebedî kalmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır" (el-Haşr, 59/17) buna benzer daha başka âyetler da vardır. "el-Birr" kelimesinin geçtiği ikinci âyet-i kerimede bu kelimeden sonra "be" harf-i cerri geldiğinden dolayı bu kelimenin icma ile ref ile (el-birru) şeklinde okunması ikinci okuyuşu daha da kuvvetlendirmektedir ki sözkonusu âyet-i kerîme şöyledir: "Birr, evlere arkalarından girmek değildir." (el-Bakara, 2/189) Bu halde ancak ref ile okumak caizdir. Böylece birincinin ikinciye hamledilmesi (onun gibi okunması) ondan farklı okunmasından daha iyidir. Diğer taraftan Ubey b. Ka'b'ın Mushaf'ında da (bu âyette) bu kelimeden sonra "be" harfi gelmiş bulunmaktadır. İbn Mes'ûd'un Mushaf'ında da böyledir, kıraat âlimlerinin çoğunluğu da bunu kabul etmiştir. Bununla birlikte her iki okuyuş şekli de güzeldir. "Fakat birr, Allah'a.. Îman eden... " Burada "el-birr" kelimesi bütün hayırları kapsayan bir isimdir. İfadenin takdiri şöyledir: "Fakat birr, Allah'a îman edenin., yaptığı birrdir (iyiliktir)." Görüldüğü gibi muzaf hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); "Buzağı kalplerine içirilmişti" (el-Bakara, 2/93) âyetinde olduğu gibi. Âyetler: O kasaba halkına sor; ve: Buzağının sevgisi, takdirindedir. Bu açıklama el-Ferrâ', Kutrub ve ez-Zeccâc'a aittir. Şair de şöyle demiştir: "Çünkü o ancak ya bir ikbaldir veya bir sırt çeviriştir." Yani ya ikbal sahibidir veya sırt çevirendir, demektir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir: "Arkadaşlığı Ebû Merhab'ı (gölgeyi) andıran hale gelen kimsenin Arkadaşlığını nasıl sürdürürsün?" Burada kasıt Ebû Merhab'ın arkadaşlığı gibi arkadaş olan demektir. Muzaf hazfedilmiştir. Bu âyetin anlamının: Fakat iyilik sahibi şudur ki... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah nezdinde yüksek derecelerdirler" (Âl-i İmrân, 3/163); yani yüksek derecelere sahip kimselerdir, demektir. Bu âyet-i kerimenin inişiyle ilgili şu açıklamalar da vardır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edip farz namazlar emrolunup kıble Ka'be'ye döndürülüp bütün hadler tayin ve tesbit edildikten sonra yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve şöyle buyurdu: Birr'in bütünü sadece sizin namaz kılıp da başka birşey yapmamanızdan ibaret değildir. Fakat birr yani iyilik sahibi kimse, Allah'a ibadet eden... kimsenin yaptığıdır. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, Dahhâk, Atâ, Süfyan ve ez-Zeccâc'a aittir. Buradaki "birr" kelimesinin (iyilik yapan anlamına gelen): el-Bârr ve el-berr anlamında olması da mümkündür. Kimi zaman fail, mastar anlamını ifade eden kelime ile de kastedilebilir. Nitekim adi (adaletli) bir adam, oruç ve fıtr, (yani oruçlu ve oruçsuz) da denilebilmektedir. Âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Eğer suyunuz yerin dibine geçmek (yani geçmiş) olursa" (el-Mülk, 67/30) Ebû Ubeyde'nin tercih ettiği açıklama şekli budur. el-Müberred de şöyle demektedir: Ben eğer Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan kıraat erbabından birisi olsaydım "be" harfini üstün olarak "fakat el-berr (iyilik yapan)" diye okurdum, demiştir. 4- Sözlerinde Duranlar ve Sabredenler: Yüce Allah'ın: "Ahidleşince ahidlerini yerine getirenlerin... sabredenlerinkidir" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: "Ahidlerini yerine getirenlerin" kelimesi "îman eden" deki “Men” üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu kelime çoğul anlamında ve ref mahallindedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Fakat iyilik, îman edenler ve ahidlerini yerine getirenlerinkidir. Bu açıklama el-Ferrâ' ve el-Ahfeş'e aittir. "Ve’s-sabirin: Sabredenler" kelimesi ise ya övmek kastıyla nasbedilmiştir veya ondan önce gizli bir fiil sözkonusudur. Araplar övmek ve yermek için kullandıkları isimleri nasbederler. Sanki böyle yapmakla övdükleri ya da yerdikleri kişiyi bu hususta tek başına tutmak ve sözün baş tarafına onu tabi kılmak istemeyerek nasbet derler. Övmek kastıyla bu şekilde nasbedilen âyetlerden birisi de: "Ve namazı dosdoğru kılanlara.." (en-Nisa, 4/162) âyetinde görülmektedir. el-Kisaî de üzere şu beyitleri kaydetmektedir: "Her bir kavim kendilerini doğru yola iletenin emrine itaat ettiler. Numeyr müstesna, onlar kendi azgınlarının emrine itaat ettiler. (Düşmanlarından korktukları için) göç edenler, buna karşılık (kendilerinden korkulmadığından) hiçbir kimsenin göç etmesine sebep olamayanlar Ve göç edip arkada bıraktıkları (yurtlan için): biz bu evi kime bırakıyoruz? diyenler(dir onlar)." Ebû Ubeyde de şu beyitleri buna örnek olarak göstermektedir: "Uzağa gitmesin benim o kavmim Düşmanlara zehirdirler; (misafirlere çokça ikram ettikleri için) develer için bir afettirler Her Savaşa katılırlar Ve iffetlerini koruyan temiz insanlardır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Biz Dabbeoğulları ki, Cemel sahipleriyiz..." Burada kendilerini övmek üzere nasb okumuştur. Yermek kastıyla nasbetmeye gelince yüce Allah'ın şu âyeti buna örnektir: "Onlara nerede olurlarsa olsunlar lanet edilmiştir." (el-Ahzâb, 33/61) Urve b. el-Verd de şöyle demiştir: "Bana şarap içirdiler, sonra etrafımı kuşattılar Allah'ın düşmanları (kahrolasıca) yalan ve uydurmalarla." Bu şekilde sıfatların kullanılması oldukça geniş bir yol ve açıkça bilinen bir husustur. İ'rab açısından bunun tenkid edilecek bir tarafı yoktur ve belirttiğimiz gibi Arap dilinde bu, kullanılan ve varolan birşeydir. Yaptığı açıklamalarda oldukça zorlamalara kaçan birisi şöyle demiştir: Bu, ana Mushafı yazdıklarında yazıcıların düştükleri bir hatadır. Buna delil ise Hazret-i Osman'dan Mushafa bakıp da dediği kaydedilen şu rivâyettir: Ben bunda lahn (dil kurallarına aykırılıklar) görmekteyim. Bununla birlikte Araplar, doğru konuşmalarıyla da bunu doğrultacaklardır. Bu ifadelerin Hazret-i Osman'a ait olduğu şüphelidir. Zemahşeri, Ebû Hayyan ve Alûsî bu sözün Hazret-i Osman tarafından söylenmiş olduğunu kabul etmezler. İsmi geçenlerin en-Nisa, 4/162. âyetin tefsirinde yaptıkları açıklamalara bakınız. Aynı şekilde en-Nisa Sûresi'nde: "Namazları dosdoğru kılanlar" (en-Nisa, 4/162) âyetiyle Maide Sûresi'ndeki "Ve Sabitler" (el-Maide, 5/69) kelimesi de bu şekildedir. Bu şekilde zorlamalı açıklamalarda bulunana verilecek cevap ise az önce kaydettiğimiz açıklamalardır. Şöyle de denilmiştir: "Akidlerini yerine getirenler" âyeti mübteda olup merfudur, haberi ise hazfedilmiştir. Takdiri: Onlar ahidlerini yerine getirenlerdir, demektir. el-Kisaî der ki: Bu âyet-i kerimedeki "sabredenler" âyeti "akrabasına" âyeti üzerine atfedilmiştir. Sanki: "Ve sabredenlere veren" denilmiş gibidir. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu bir hatadır ve apaçık bir yanlışlıktır. Çünkü "sabredenler" kelimesini atfedersek mansup okuyup "akrabasına" kelimesi bu sefer “Men” kelimesinin sılasına dahil olur. Diğer taraftan "ahidlerini yerine getirenler" âyetini “Men” üzerine nesak atfı olarak ref ettiğimiz takdirde, bu sefer sıla bitmeden önce ona nesak yapmış olur ve sıla ile mevsulun arasını matuf ile ayırmış oluruz. el-Kisaî de der ki: Abdullah'ın kıraatinde ise: "(mansub olarak) ahidlerini yerine getirenler ve sabredenler" şeklindedir. Yine en-Nehhâs şöyle demektedir: O takdirde bunlar "akrabasına" üzerine atf-ı nesak yapılmış veya övmek kastıyla nasbedilmiş olurlar." el-Ferrâ' şöyle demektedir: Abdullah (b. Mesud'un) en-Nisa Sûresi'ndeki: "Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler" (en-Nisa, 4/162) âyetinde "dosdoğru kılanlar" kelimesini mansub "verenler" kelimesini ise ref ile okumuştur. Ya'kub ve el-A'meş ise bu âyet-i kerimede geçen: "ahidlerini yerine getirenler" ve "sabredenler" kelimelerini merfu olarak okumuştur. el-Cahderî de "ahid" kelimesini çoğul olarak şeklinde okumuştur. "Yerine getirenler" kelimesinin "îman eden" âyetindeki zamire atfedildiği de söylenmiştir. Ancak Ebû Ali bunu kabul etmeyerek şöyle der: Anlamın onunla ilgisi yoktur. Çünkü burada anlatılmak istenen iyilik, Allah'a îman edenin imanı ile ahidlerini yerine getirenlerin yaptığıdır, şeklinde değildir. Burada kahraman kim ileri giderse odur ve Amr'dır demek gibi değildir. Burada "îman eden" âyetinden sonra anlatılanlar ile îman eden kimselerin fiilleri ve nitelikleri sayılmaktadır. İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerîme ana hükümleri dile getiren büyük bir âyettir. Çünkü bu âyet-i kerîme onaltı kaide ihtiva etmektedir: Allah'a, O'nun isim ve sıfatlarına îman -ki biz bunları "el-Kitabu'l-Esna..." adlı esirimizde açıklamış bulunuyoruz- neşr, haşr, mizan, sırat, havz, şefaat, cennet ve cehennem -buna dair açıklamalarımızı da "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz- meleklere, indirilmiş kitaplara, bu kitapların -önceden de geçtiği üzere- Allah'tan gelmiş hak kitaplar olduğuna, peygamberlere imanı, farz olsun vacip olsun, gereken yerlerde mal infak edip, akrabalık bağlarını gözetmeyi, onların bağlarını koparmayı terketmeyi, yetimleri araştırıp gözetmeyi, onları ihmal etmemeyi, aynı şekilde yoksulları da gözden uzak tutmamayı, diğer taraftan ibnu's-sebil'i -bir görüşe göre yolunu devam ettiremeyen yolcu, bir görüşe göre misafirdir- gözetmeyi, dilencileri gözetip köleleri kölelikten kurtarmayı ihtiva etmektedir. Buna dair açıklamalar sadakalarla ilgili âyet-i kerimede (et-Tevbe, 9/60) gelecektir. Ayrıca bu âyet-i kerîme namazın korunması, zekâtın verilmesi, verilen ahidlerin yerine getirilmesi, sıkıntılara karşı sabretmesi ilkelerini de ihtiva etmektedir. Bu kaidelerden her birisi başlı başına bir kitap yazmayı gerektirir. Bunların çoğunluğuna daha önceden dikkat çekilmiş bulunulmaktadır. Geri kalanları ise yüce Allah'ın izniyle yeri geldikçe açıklanacaktır. Yalnızca yetim olduğu için zengin olsa dahi akrabalık bağlarını gözetmek kastıyla yetim kimseye nafile sadaka verilir mi, yoksa fakir olmadıkça verilmez mi hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bu görüş ayrılığı ise hemen şimdi açıklayacağımız gibi; farz zekâtın dışında mal vermek hakkındadır. Şüphesiz malda zekatın dışında bir hak vardır ve ancak bununla birr kemal derecesine ulaşır, diyen kimseler, yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı... kölelere veren" âyetini kendi lehlerine delil gösterirler. Burada farz olan zekâtın kastedildiği söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Darakutnî Fatıma bint Kays'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ki malda zekâtın dışında bir hak vardır." Daha sonra Hazret-i Pegyamber: "Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz birr değildir.." âyetini sonuna kadar okudu. Dârakutni, II, 125. Bu hadisi ayrıca İbn Mâce, Sünen'inde, İbn Mâce, Zekât 3'te. Ancak burada hadis: "Malda zekâtın dışında bir hak yoktur" anlamındadır. Serik'ten itibaren hadisin senedi Darakutnî ile de Tirmizî ile de aynıdır. Dolayısıyla Tirmizînin hadisin senedi ile ilgili birazdan kaydedilecek açıklamaları, buralarda da aynen geçerlidir. Tirmizî de Cami'inde (Sünen'inde) rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: "Bu hadis isnadı pek kuvvetli olmayan bir hadistir. (Senedinde geçen) Ebû Hamza Meymun el-A'ver zayıf kabul edilmektedir. Beyân ve İsmail b. Salim bunu en-Nehaî'den, onun bir sözü olarak rivâyet etmektedirler ki bu daha sahihtir." Tirmizî, Zekât 27. Darakutnî, Zekât 13, aynı manada yakın lâfızlarla ve Serik'ten itibaren aynı senedle. Derim ki: Bu hadis her ne kadar tenkid edilmiş ise de bunun sıhhatine bizzat bu âyet-i kerimede yer alan yüce Allah'ın: "Namazını dosdoğru kılan, zekâtı veren" âyeti delil teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi burada zekâtı namaz ile birlikte sözkonusu etmektedir. Bu ise yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı., kölelere veren" âyetinden kastın farz olan zekât olmadığının delilidir. Eğer böyle birşey olsaydı o takdirde bu bir tekrar olurdu. Bununla birlikte doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İlim adamları ittifakla şunu kabul ederler: Zekâtın eda edilmesinden sonra müslümanlar birtakım ihtiyaçlarla karşı karşıya kalacak olurlarsa, bu ihtiyacı karşılamak üzere gereken harcamanın yapılması gerekir. İmâm Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: İsterse bütün mallarını kuşatacak kadar olsun, insanların (müslümanların) fidye vererek esirlerini kurtarmaları vaciptir. Aynı zamanda bu bir icmadır ve bizim tercih ettiğimiz görüşün gücünü daha da artırmaktadır. Başarı Allah'tandır. 7- "Ona Olan Sevgisine Rağmen.." Yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen" âyetindeki zamirin kime ait olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu zamirin malı verene ait olduğu ve mef'ûl olan "mal" kelimesinin hazfedildiği söylenmiştir. Diğer taraftan "akrabasına" kelimesinin "sevgi" ile nasbedilmesi caizdir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Akrabasına sevgi duyması ile birlikte malını veren, demek olur. Buradaki zamirin mala ait olduğu da söylenmiştir. O takdirde masdar mef'ûle izafe edilmiş olur. İbn Atiyye der ki: "Ona olan sevgisine rağmen" âyeti konuşma esnasında beliğ bir itiraz (ara cümleciği) olarak gelebilir. Derim ki: Yüce Allah'ın: "Ona olan sevgilerine rağmen yoksula... yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8) âyeti de buna benzemektedir. Burada hem itiraz (ara cümleciği) hem de masdarın mef'ûle izafe edilmesi birarada kullanılmıştır. Yemeğe olan sevgilerine rağmen onu yoksula yedirirler, demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu şekildeki kullanımın, ara cümleciği olarak kullanılmasına örnektir: "Erkek veya kadın her kim. -o mü’min olduğu halde- salih amellerden işlerse işte onlar..." (en-Nisa, 4/124) Bu, belagat âlimlerine göre "tetmim" diye adlandırılır, belagatın türlerinden bir türdür. Aynı zamanda buna ihtiras ve ihtiyat da denilir. Burada yüce Allah "ona olan sevgisine rağmen" âyeti ile "o mü’min olarak" âyetindeki ifadeleri tamamlamaktadır. Züheyr'in şu beyiti de bu türdendir: "Kim bir gün Herim ile her ne halde olursa olsun karşılaşırsa Görür ki eliaçıklık cömertlik onun huyudur" İmru’l-Kays da der ki: "Ondan bir şey istemeden sana veren büyüğe (gidersen); Cimriliğini ve usandığını görmeksizin çeşit çeşit cömertlikle verdiğini görürsün." Burada birinci beyitte, ikinci beyitte de güzel bir şekilde tetmımdir. Antere'nin şu beyitinde de böyle bir tetmim vardır: "Bildiğin üzre benden övgüyle söz et, çünkü ben Muaşereti kolay olan bir kimseyim -eğer bana zulmedilmezse-." Burada da "eğer bana zulmedilmezse" tabiri güzel bir şekilde tetmimdir. Tarafe de şöyle demiştir: "-Orayı ifsad etmeksizin- senin yurdunu sulasın Bahar yağmuru ve devamlı yağan yağmurlar." er-Rabi' b. Dab' el-Fezârî de şöyle demektedir: "Ben çürüyüp gittim fakat benim yaptıklarım ve konuşmalarım çürüyüp gitmez Herkes de öyle -söyledikleri müstesna- fanidir." Burada birinci beyitte: "orayı ifsâd etmeksizin" ifadesi ile ikinci beyitte: "söyledikleri müstesna" tabirleri tetmim ve ihtirasdır. Ebû Heffân da der ki: "Ölüm ruhlarımızı yoketti -zulmetmeksizin- Cömertlik de bizim mallarımızı tüketti -ayıplamaksızın-." Burada şairin "zulmetmeksizin" ile "ayıplamaksızın" sözleri tetmim ve ihtiyattır, şiirde bunun benzerleri pek çoktur. Âyetteki bu zamirin "verme"ye ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü fiil onun masdarını göstermektedir. Yüce Allah'ın şu âyetine benzer: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdikleri ile cimrilik edenler sanmasınlar ki o kendileri için daha hayırlıdır" (Âl-i İmrân, 3/180); yani onlar cimriliğin kendileri için daha hayırlı olacağını zannetmesinler. Çünkü malı vermek, insanlar muhtaç oldukları veya fakirlikle karşı karşıya kaldıklarında onlar tarafından sevilen birşeydir. Bu zamirin yüce Allah'ın: "Allah'a îman eden" âyetindeki "Allah" ism-i celaline ait olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şudur: Maksat kişinin bütün bu alanlarda sağlıklı, mala karşı tutkun, fakirlikten korkup hayatta kalacağından emin iken tasaddukta bulunmasıdır. 8- Ahidlerini Yerine Getirenler: "Ahidleşince ahidlerini yerine getirenlerin.." Yani gerek kendileri ile yüce Allah arasında olsun, gerek kendileri ile insanlar arasında olsun ahidlerine bağlı kalanların, "sıkıntıda, hastalıkta ve Savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerinkidir." Buradaki sıkıntı (el-be'sâ)dan kasıt, darlık ve fakirlik, hastalık; (ed-darrâ)dan kasıt ise hastalık ve kötürümlüktür. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) yapmıştır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ben kullarımdan herhangi birisini yatağında bırakacak bir bela ile mübtela kılıp da ziyaretine gelenlere şikâyette bulunmazsa ona etinden daha hayırlı bir et, kanından daha hayırlı bir kan veririm. Onun canını alırsam rahmetime alırım, ona afiyet ihsan edersem günahı kalmamış olarak ona afiyet veririm." Ey Allah'ın Rasûlü: Etinden daha hayırlı bir et ne demektir, diye sorulunca şu cevabı verdi: "Günah işlemeyen bir et demektir." Peki, kanından daha hayırlı bir kan ne demektir diye sorulunca: "Günah işlemeyen bir kan demektir" diye cevap verir. Muvatta’'', Ayn 5 (yakın ifadelerle). Ancak aynı Muvatta’''daki bu rivâyet Atâ b. Yesâr'dan gelen mürsel bir rivâyettir. İbn Abdi’l-Berr bu hadisi et-Temhîd, V, 47'de Ebû Said el-Hudrîden de mevsûl olarak rivâyet etmektedir. Gerek bu hadis, gerek bu manadaki diğer hadisler için ayrıca bk. el-İstizkâr, XXVII, 22 vd. el-Be'sâ ile ed-darrâ "fa'lâ" vezninde iki isimdir. Bunların fiilleri yoktur. Çünkü ikisi de sıfat olmayıp isimdirler. "İşte sadık olanlar da bunlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır" âyetiyle yüce Allah, onları yaptıkları işlerinde doğruluk, takva ve onlara bağlı kalmak ile din hususunda ciddi ve gayretli olmakla nitelendirmektedir ki bu da övgünün oldukça ileri bir derecesidir. Doğruluk (sıdk) yalanın zıddıdır. Gayretle Savaşılması halinde Savaşanlar hakkında: "(........): Onlara karşı çok iyi Savaştılar" denilir. Sıddîk doğruluktan ayrılmayan kimse demektir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Doğruluğa sımsıkı sanlınız. Çünkü doğruluk (sıdk) birre (iyiliğe) götürür. Birr ise cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye devam edip doğruyu araştırıp durursa sonunda Allah katında sıddîk diye yazılır." Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr, 103, 104, 105; Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46. 178Ey îman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Fakat kime onun kardeşi tarafından birşey affolunursa, artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun için pek acıklı bir azap vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: Buhârî, Nesâî ve Dârakutnî İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: "İsrailoğulları arasında kısas vardı, fakat diyet yoktu. Allah bu ümmete: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Her kime kardeşi tarafından birşey affolunursa" affetmek kasten öldürmekte diyeti kabul etmesi demektir; "artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir." Ma'rufa uyar ve güzellikle ödemeyi yerine getirir. "Bu Rabbinizden" sizden öncekilere farz olarak yazdıklarına göre "bir hafifletme ve bir rahmettir.. Kim bundan sonra haddi aşarsa" yani diyeti kabul ettikten sonra (katili) öldürürse" "onun için pek acıklı bir azap vardır." Buhârî'nin lâfzı budur. (Senedi de şöyledir): Bize el-Humeydi anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Amr anlatarak dedi ki: Ben Mücâhid'i şöyle derken dinledim: O da dedi ki: Ben İbn Abbâs'ı şöyle derken dinledim... Buhârî, Tefsir 2. sûre 23, Diyât, 8; Nesâî, Kasâme 27, 28; Dârakutnî, III, 86, 199. en-Nehaî de yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir" âyeti hakkında dedi ki: Bu âyet-i kerîme birbiriyle çarpışan iki Arap kabilesi hakkında nazil oldu. Onlardan birisi: Kölemize karşılık filan oğlu filanı, cariyemize karşılık da filan kızı filan kadını öldüreceğiz. Buna benzer bir rivâyet Katâde'den de gelmiştir. 2- "... Üzerinize Kısas Yazıldı": Yüce Allah'ın: "Üzerinize kısas yazıldı" âyetindeki "yazıldı" farz kılındı ve tesbit edildi anlamındadır. Ömer b. Ebi Rabia'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: Öldürmek ve Savaşmak üzerimize (farz) yazıldı; Güzel kadınlar hakkındaysa eteklerini ( sürünmesin diye) yukarı doğru çekmek." Burada "yazıldı" kelimesinin Levh-i Mahfuz'da yazılan ve hakkında ilahî hükmün önceden takdir edildiği şeyi haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir. Kısas kelimesi izi takip etmek anlamına gelen "kassa"dan alınmıştır. Geçmişlerin eser ve haberlerini izleyen hikâye ve kıssa anlatana "el-kâs" denilmesi buradan gelmektedir. Saçın kas edilmesi (kesilmesi) de buradan gelmektedir. Katil sanki öldürmekte belli bir yol izlemiş, bu hususta onun izi takip edilip onun izlediği yoldan gidilerek "kısas" kelimesi kullanılmış gibidir. "Onun üzerine izlerini takip ederek (kasas) gerisin geriye döndüler." (el-Kehf, 18/64) âyeti de buradan gelmektedir. "Kass"ın koparmak anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte kısas da buradan alınmadır. Çünkü cinayet işleyenin açtığı yara gibi o da yaralanır veya öldürdüğü kimseye karşılık olarak o da öldürülür. “.....” ile “.....” tabirleri, hâkim ona kısas uyguladı, anlamına gelir. Eğer maktulün velisi katili öldürmek isteyecek olursa, katilin Allah'ın emrine teslim olması ve meşru olan şekliyle kendisine kısas emrinin uygulanmasını itaatle kabul etmesi, katile farz kılınmıştır. Diğer taraftan maktulün velisine de velisi olduğu kimsenin katilini öldürmekle kalması ve haddi aşarak başkasına saldırıda bulunmaması farzdır. Araplar gibi yaparak katilden başkasını öldürmek suretiyle haddi aşmamalıdır. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfinin anlamı da budur: "Kıyâmet gününde insanlar arasında Allah'a karşı en ileri derecede isyan etmiş olarak (gelecekler arasında) üç kişi vardır. Birisi katilinden başkasını öldüren adam, diğeri harem hududunda katil olmuş kimse, diğeri de cahiliyye döneminin kin ve düşmanlığını güden ve sürdüren kimse." Müsned, II, 187, IV, 32 en-Nehaî, Katâde ve başkaları der ki: Cahiliyye insanları arasında haddi aşmak ve şeytana itaat etmek sözkonusu idi. Güç, kuvvet sahibi, kendisini koruyabilen bir kişi, herhangi bir kabileden bir köle öldürülecek olursa ve bunu karşı taraftan öldüren de köle ise bu güçlüler: Biz kölemizin karşılığında hür olandan başkasını öldürmeyiz, derlerdi. Bunlardan bir kadın öldürüldüğünde; biz bu kadın karşılığında ancak erkek bir kimseyi öldürürüz, aşağı tabakalardan bir kimseleri öldürüldüğünde, ancak şerefli bir kimseyi ona karşılık öldürürüz, derlerdi. Araplar: "Öldürmek, öldürmeye karşı en iyi koruyucudur" derlerdi. Bu, "daha çok hayatta bırakıcıdır" şeklinde ve "öldürmeyi daha ileri derecede önleyicidir" şeklinde de rivâyet edilmiştir. Yüce Allah, onlara haddi aşmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile... dır" diye buyurdu. Bir başka âyet-i kerimede de: "Kısasta sizin için bir hayat vardır" (el-Bakara, 2/179) diye buyurulmaktadır. Arapların söyledikleri bu sözleri ile yüce Allah'ın bu buyrukları arasında fesahat ve akıcılık bakımından çok büyük bir fark vardır. Öldürme halinde kısası ancak Ulu'l-Emr'in uygulayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah onlara kısası uygulamayı, hadleri yerine getirmeyi ve başka hususları farz kılmıştır. Çünkü şanı yüce Allah, bütün mü’minlere kısası yerine getirmeleri için hitapta bulunmuştur. Diğer taraftan bütün mü’minlerin bir arada toplanıp kısası uygulamaları mümkün değildir. O bakımdan mü’minler devlet yöneticisini kısasın uygulanması ile diğer hadlerin uygulanması hususunda kendilerinin konumuna oturtmuşlardır. Kısas, lazım olan yerine getirilmesi gereken emir değildir. Uyulması, yerine getirilmesi gereken, kısas ve diğer hadlerin saldırganlığa kadar gitmeyip sının aşmamaktır. Şayet kısas uygulamaksızın diyet ya da affetmek suretiyle karşılıklı rıza meydana gelirse bu da ileride açıklanacağı üzere mubahtır. Şayet: "Üzerinize kısas yazıldı" âyetinin anlamı farz kılındı ve zorunlu kılındı şeklindedir, nasıl kısas vacip olmaz (farz olmaz) denilecek olursa şu şekilde cevap verilebilir: Bunun anlamı istediğiniz takdirde üzerinize farz yazıldı, şeklindedir. Böylelikle yüce Allah tarafların cimrilik etmeleri halinde kısasın uygulanabilecek en ileri iş olduğunu bize bildirmektedir. Âyet-i kerimedeki "el-katlâ" kelimesi (maktul anlamına gelen) katîl kelimesinin çoğuludur.. Bu kabilden çoğullar, müennes bir çoğul olup insanların karşı karşıya kalıp hoşuna gitmeyen durumlar hakkında kullanılır. O bakımdan bu kipte gelmiştir. Cerhâ, zemnâ, hamkâ, sar'â ve ğarkâ ile bunlara benzeyen diğer kelimeler gibi. (Bu kelimelerin sırasıyla anlamları: Yaralılar, kötürümler, ahmaklar, baygınlar ve suda boğulmuşlar). 5- Katil ile Maktul Farklı Nitelikte Olursa: Yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir" âyetinin te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme belli bir türden olan bir kişinin kendi türünden olan bir diğerini öldürmesinin hükmünü açıklamaktadır. Böylelikle bu âyet, hür bir kimsenin hür bir kimseyi, kölenin köleyi, dişinin dişiyi öldürmesinin hükmünü açıklamakta ve bu türlerden birisinin bir diğerini öldürmesi halinde hükmün ne olacağını ele almamaktadır. Buna göre bu âyet-i kerîme muhkemdir ve bunda bir dereceye kadar mücmellik vardır ki bunu yüce Allah'ın şu âyeti açıklamaktadır: "Biz onda üzerlerine cana can, göze göz... diye yazdık" (el-Maide, 5/45). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kadın karşılığında yahudi erkeği öldürmekle Bk. Buhârî, Diyât 5; Müslim, Kasâme 15-17; Ebû Dâvûd, Diyât 10; Nesâî, Kasâme 12, 13; İbn Mâce, Diyât 24. de sünnet-i seniyyesi ile bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır. Bu görüş Mücâhid'e aittir. Ebû Ubeyd ayrıca bunu İbn Abbâs'tan da nakletmektedir. Yine İbn Abbâs'tan bu âyet-i kerimenin el-Maide süresindeki âyet (45. âyet-i kerîme) ile neshedildiği de rivâyet edilmiştir, ki, Iraklı ilim adamlarının görüşü de böyledir. 6- Hür ile Köle Arasındaki Kısas: Kûfeliler ile es-Sevrî, hür köle karşılığında, müslüman zımmî karşılığında öldürülür demişlerdir. Buna yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı" âyetini delil gösterirler. Bu âyette ifade genel olarak kullanılmıştır. Ayrıca: "Biz onda üzerlerine cana can... diye yazdık" (el-Maide, 5/45) âyetini da delil göstererek şöyle derler: Zımmî ile müslüman kimse kısas hususunda yeterli olan kanın hürmeti (saygınlığı) hususunda birbirlerine eşittirler. Bu ise ebediyyen sabit olan kanın hürmetidir. Zımmînin kanını dökmek ebediyyen haramdır. Müslüman da böyledir. Her ikisi de Dar-ı İslâm'a mensup kimselerdir. Bunu tahkîk etmek için şu da delil gösterilir: Zımmînin malını çalan bir müslümanın eli kesilir. İşte bu zımmînin malının müslümanın malına eşit olduğunun delilidir. Bu, aynı zamanda zımmînin kanının müslümanın kanına eşit olduğuna da delildir. Çünkü mal, ancak ona sahip olan malikin hürmeti dolayısıyla muhterem olur (ona haksızca el uzatılması haram olur). Ebû Hanîfe ve arkadaşları ile es-Sevrî ve İbn Ebi Leyla hür bir kimsenin ittifakla köle karşılığında öldürüleceğini kabul ettikleri gibi, kölenin de hür karşılığında öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Davud (ez-Zahirî)nin de görüşü budur. Aynı zamanda bu görüş Ali, İbn Mes'ûd (Allah ikisinden de razı olsun) dan da rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, Katâde, İbrahim en-Nehaî ve el-Hakem b. Uyeyne de bu görüştedir. İlim adamlarının Cumhûru ise köle karşılığında “hür”ün öldürülmesini kabul etmezler. Çünkü âyet-i kerimede türler ayrı ayrı ele alınmış ve buna göre bir bölümleme yapılmıştır. Ebû Sevr de der ki: Bütün fukaha, köleler ile hürler arasında öldürme dışındaki yaralamalarda kısas yapılmayacağı hususunda ittifak ettiklerine göre, öldürmede bunun olmaması daha uygundur. Bu hususta yaralamalar ile öldürme arasında fark gözeten çelişkiye düşer. Aynı şekilde hata yoluyla köle öldüren bir kimsenin o kölenin kıymetini ödemekten başka bir sorumluluğu yoktur. Hata yoluyla öldürmekte hür köleye benzemediği gibi, kasten öldürmede de onun benzeri olamaz. Diğer taraftan köle alınıp satılan bir maldır. Hür, o köle hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Dolayısıyla hür ile köle arasında eşitlik de olmaz, kıymetlerinin birbirine denk kabul edilmesi de sözkonusu değildir. Derim ki: Bu icma doğrudur. Fakat onun önce: "Fukahanın hepsi., çelişkiye düşmüş olur" demesine gelince, İbn Ebi Leyla ve Davud (ez-Zahirî) hürler ile köleler arasında öldürmelerde ve bütün azalarda kısas yapılacağını kabul etmektedir. Davud (ez-Zahirî) Hazret-i Peygamber'in şu hadisini delil gösterir: "Müslümanların kanları birbirlerine denktir." Ebû Dâvûd Cihad 147, Diyat 11; Nesâî, Kasâme 10; İbn Mâce, Diyât 31 Burada Hazret-i Peygamber hür ile köle arasında herhangi bir ayırım gözetmemektedir. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ileride Nisa Sûresi'nde (4/92. âyet 2. başlıkta) gelecektir. 7- Kâfire Karşılık Müslümanın Öldürülmesi: Cumhûr aynı şekilde kâfire karşılık müslümanın öldürülmeyeceğini kabul ederler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kâfire karşılık müslüman öldürülmez" buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî Hazret-i Ali b. Ebî Tâlib'ten rivâyet etmiştir. Buhârî, Diyât 24, 31; Ayrıca: İlm 39; Ebû Dâvûd, Diyât 11, Cihâd 147; Tirmizî, Diyât 16; Nesâî, Kasâme 9; Dârakutnî, III, 98. Kâfire karşılık müslümanın öldürüleceği görüşünü savunanların lehlerine delil olarak ileri sürdükleri Rabia'dan gelen hadis sahih değildir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'in fethedildiği gün kâfir bir kimseye karşılık müslüman bir kimseyi öldürdüğü nakledilmektedir. Bu hadisin sahih olmayış sebebi munkatı' oluşudur. Aynı şekilde İbnu'l-Beylemani'nin hadisi de böyledir. Bu hadis İbn Ömer'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan merfu olarak rivâyet edilmekle birlikte zayıf bir hadistir. Dârakutnî der ki: Bu hadisi müsned olarak (kesintisiz bir senedle) ancak İbrahim b. Ebi Yahya rivâyet etmştir. O ise hadisi terkedilmiş bir kimsedir. Doğrusu ise bunun Rabia'dan, onun İbnu'l Beylemanî'den mürsel olarak Peygamberden gelen rivâyet şeklidir. İbnu'l Beylemanî ise hadis rivâyetinde zayıf bir kimsedir. Hadisi mevsul olarak (kesintisiz olarak) rivâyet ettiği takdirde bu rivâyeti delil olamaz. Ya mürsel olarak yaptığı rivâyet (nasıl delil olabilir?) Dârakutnî, III, 135. Bu hususta gerek Dârakutnî'de gerek başka eserlerde yer alan rivâyetlerin geniş bir tetkiki için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 335 vd. Derim ki: Bu hususta Buhârî'nin naklettiği hadisten başka sahih bir hadis yoktur. Bu ise yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı" âyetinin genel kapsamını ve aynı şekilde "cana karşılık can" (el-Maide, 5/45) âyetinin genel kapsamını (umumunu) tahsis etmektedir. 8- Köle ile Hür, Erkek ile Dişiden Biri Diğerini Öldürürse: Ali b. Ebî Tâlib, el-Hasen b. Ebi'l Hasen el-Basrî'den bu âyet-i kerimenin âyette sözü geçenlerin hükmünü açıklamak üzere indiği görüşünde oldukları rivâyet edilmiştir. Böylelikle bu, bunlar arasında ve hür bir kimsenin köle bir kimseyi yahut köle bir kimsenin hür bir kimseyi ya da erkeğin dişiyi ya da dişinin erkeği öldürmek arasında fark bulunduğunu göstermek içindir. Hazret-i Ali ile Hasan-ı Basrî derler ki: Bir erkek bir kadını öldürdüğü takdirde öldürülen kadının velileri istedikleri takdirde katili öldürür, buna karşılık katilin velilerine yarım diyet öderler, diledikleri takdirde onun öldürülmesini istemez, hayatta kalır ve ondan kadının diyetini alırlar. Buna karşılık bir kadın bir erkek öldürürse öldürülen erkeğin velileri kadını öldürmek istedikleri takdirde kadını öldürür ve yarım diyet alırlar, aksi takdirde öldürülen adamlarının diyetini alır ve kadına kısas uygulamayıp hayatta bırakırlar. Bunu en-Nehaî, Hazret-i Ali'den rivâyet etmekle birlikte sahih değildir. Çünkü en-Nehaî Hazret-i Ali ile karşılaşmamıştır. el-Hakem Ali ile Abdullah (b. Mes'ûd)'tân (Allah onlardan razı olsun) şöyle dediklerini rivâyet etmektedir: Erkek bir kadını kasten öldürecek olursa kadına karşılık kısasen öldürülür. Bu ise Şa'bî'nin Hazret-i Ali'den yaptığı rivâyet ile tearuz etmekte (çatışmakta )dır. İlim adamları icma ile şunu kabul ederler: Bir gözü kör ve eli çolak olan bir kimse organları sıhhatli bir erkeği öldürdüğü takdirde maktulün velisi hem gözü kör olanı öldürüp hem de kendisinin tek bir gözü kör olduğu için iki gözü de gören birisini öldürdü, diye katilden yarım diyet alamaz. Aynı şekilde eli çolak olanın iki eli de sağlam olan kimseyi öldürmesi halinde de böyle'bir uygulamaya gidilemez. İşte bu, canın cana denk olduğunun delilidir. Bu hususta küçük çocuk ile büyük arasında da denklik vardır. Böyle diyen (yani bu görüşe itiraz eden) kimseye şöyle denilir: Kadın erkeğe denk değilse ve kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Müslümanların kanları birbirine denktir" âyetinin kapsamına girmiyorsa; kadın da erkeğe denk olmadığına göre ne diye kadına karşılık erkeğin öldürüleceğini kabul ediyor, sonra da yarım diyet alıyorsun? Halbuki ilim adamları diyetin kısas ile birlikte sözkonusu olamayacağını icma ile kabul ederler. Ve diyet kabul edildiği takdirde artık (katilin) kanı haram olur ve kısas kalkar. Senin ileri sürdüğün bu görüş ne aslî bir kaidedir, ne de kıyasa dayalıdır. Bu açıklamayı Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) -Allah ondan razı olsun- yapmıştır. Hür bir kimse köleyi öldürdüğü takdirde eğer kölenin efendisi isterse hür kimseyi öldürür ve kölenin kıymetini indikten sonra hür olanın diyetini öder. Dilerse kısas yoluyla öldürmeyi terkeder ve sadece kölesinin kıymetini alır. Bu görüş de Hazret-i Ali ile el-Hasen'den zikredilmiş olmakla birlikte onlardan böyle bir rivâyetin gelmesi de reddedilmiş, kabul edilmemiştir. 9- Kadın ve Erkeğin Birbirlerine Karşılık Öldürülmesi: İlim adamları erkeğin kadına karşılık, kadının da erkeğe karşılık öldürüleceği hususunda icma etmişlerdir. Cumhûr ayrıca rücu' yoluyla herhangi birşeyin alınacağı görüşünü kabul etmezler. Az bir kesim ise diyetler arasında fazlalık var ise o miktarda rücu'un sözkonusu olacağı görüşündedirler. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak, es-Sevrî ve Ebû Sevr der ki: Öldürme dışındaki hallerde de, kadın ile erkek arasındaki kısasta da durum böyledir. Hammâd b. Ebû Süleyman ile Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Öldürme dışında kadınla erkek arasında kısas yoktur, sadece öldürmelerde kısas vardır. Şu kadar var ki, az önce de geçtiği üzere öldürmede kısas olduğuna göre yaralamaların da buna ilhak edilerek onlarda da kısasın sözkonusu olması öncelikle gereklidir, delili ile görüşleri çürütülmektedir. 10- Kölesini Öldüren Efendinin Hükmü: İbnu'l-Arabî der ki: "Bazı kimseler cehalette o dereceye ulaşmışlardır ki, hür bir kimse kendi kölesini öldürme karşılığında öldürülür, demek noktasına kadar gelmişler ve bu konuda el-Hasen'den bir hadis rivâyet etmektedirler: el-Hasen'in Semura'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) şöyle buyurmuştur: "Kim kölesini öldürürse biz de onu öldürürüz..." Ebû Dâvûd, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 17; Nesâî, Kasame 10, 11, 16; İbn Mâce, Diyât 23; Dârimî, Diyât 7; Müsned, V, 10, 11, 12... Halbuki bu zayıf bir hadistir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Kim mazlum olduğu halde öldürülürse biz onun velisine bir selahiyet vermişizdir. O halde o da (katilde) haddi aşmasın." (el-İsra, 17/33) Bu mes'elede âyet-i kerimede geçen "velî"den kasıt kölenin efendisidir. Peki efendi nasıl olur da kendi kendisinin velisi olabilir?" Şu kadar var ki efendi eğer hata yoluyla kölesini öldürecek olursa Beytu'l-mal adına kölesinin kıymetinin ondan alınmayacağını kabul etmektedir. Amr b. Şuayb babasından, o dedesinden rivâyet ettiğine göre adamın birisi kasten kendi kölesini öldürmüş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona sopa cezası verdikten sonra bir yıl süreyle sürgüne göndermiş, müslümanlar arasında ona verilen (ganimetten) payını düşürmüş, İbn Mâce, Diyât 23. fakat kölesi karşılığında ona kısas uygulamamıştır. "Eğer: Neden erkek hanımını öldürecek olursa nikâh kocaya kısasın uygulamasının bertaraf edilmesi için bir şüphedir, çünkü nikâh altında olmak bir çeşit köleliktir, demiyorsunuz? Nitekim Leys b. Sa'd bu görüştedir, denilecek olursa şu şekilde cevap veririz: Nikâh, erkeğin lehine kadının aleyhine olduğu kadar kadının lehine ve erkeğin de aleyhine olan bir akiddir. Buna delil ise erkeğin hanımının kızkardeşiyle ve onun dışında dört kadın ile evlenemeyeceği, ilişki kurma hakkını erkek ondan istediği gibi onun da erkekten bu hakkı istediğidir. Şu kadar var ki erkeğin kadın üzerinde yüce Allah'ın, malından yaptığı harcamaları sebebiyle erkeğe verdiği bir kavâmeti (aile başkanlığı) üstünlüğü vardır. Yani erkeğin mehir ve nafaka vermek yükümlülüğü dolayısıyla bu hak ona verilmiştir. Eğer nikâh, kısasta bir şüphe unsuru ise bu şüphe her iki taraf hakkında da sözkonusu olmalıdır." Tırnak içine aldığımız bu son paragraf da İbnu’l-Arabî Ahkâmu'l-Kur'ân, (I, 63)ye aittir. Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin zayıf dediği hadis aslında sahihtir. Bu hadisi Nesâî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Hadisin geri kalan kısmı şöyledir: "Kim kölesinin burnunu keserse biz de onun burnunu keseriz, kim kölesini burarsa biz de onu burarız." Buhârî de Ali b. el-Medînî'den naklen şöyle der: el-Hasen'in Semura'dan hadis dinlemesi sahihtir. Ve o (el-Medînî) bu hadisi delil alır. Buhârî devamla der ki: Ben de bu görüşteyim. Eğer hadis sahih olmasaydı, bu iki İmâm bu görüşte olmazlardı. Bunların kanaati'de yeterlidir. Ve hür kimse kendisinin kölesi (ni öldürmek) karşılığında öldürülür. en-Nehaî iki görüşünden birisinde ve es-Sevrî şöyle demektedir: el-Hasen'in, Semura'dan akîka hadisi dışında hadis işitmediği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Öldürme dışında köleler arasında kısas hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Ömer b. Abdulaziz, Salim b. Abdullah, ez-Zührî, Kurran, Mâlik, Şâfiî ve Ebû Sevr kısas yapılacağı görüşündedir. en-Nehaî, en-Nehaî, es-Sevrî ve Ebû Hanîfe ise öldürme dışında köleler arasında kısas yoktur, derler. İbnu'l Münzir der ki: Birinci görüş daha sahihtir. 11- Baba ile Oğul Arasında Kısas: Darakutnî Dârakutni, III, 142 ve Ebû Îsa et-Tirmizî, Suraka b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, oğlundan dolayı babaya kısas uyguladığını gördüm. Fakat babasından dolayı oğluna kısas uygulamadığını gördüm. Ebû Îsa der ki: "Bu, Süraka yoluyla ancak bu sened ile bildiğimiz bir hadistir. İsnadı sahih değildir. Bunu İsmail b. Ayyaş, el-Müsenna b. es-Sabbah'tan rivâyet etmiştir. el-Müsenna'nın ise hadiste zayıf olduğu kabul edilir. Ayrıca bu hadisi Ebû Halid el-Ahmer, el-Haccac'dan, o Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o ceddinden, o da Ömer'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Bu hadis Amr b. Şuayb'dan mürsel olarak da rivâyet edilmiştir. Bu hadiste bir ızdırap vardır. İlim ehlince uygulama ise şuna göredir: Baba oğlunu öldürdüğü takdirde oğluna karşılık baba öldürülmez. Oğluna iftira ettiği takdirde ona had uygulanmaz." Tirmizî, Diyât 9. İbnu'l Münzir der ki: Oğlunu kasten öldüren adam hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim şöyle demektedir: Babaya kısas uygulanmaz, buna karşılık onun diyetini ödemekle yükümlüdür. Bu, Şâfiî, Ahmed, İshak ve re'y sahiplerinin görüşüdür. Aynı zamanda bu görüş Atâ ve Mücâhid'den de rivâyet edilmiştir. Mâlik, İbn Nâfi' ve İbn Abdi'l-Hakem ise babanın oğula karşılık öldürüleceğini söylemektedir. İbnu'l-Münzir şöyle der: Kitap ve sünnetin bu konudaki âyetlerinin zahiri dolayısıyla biz de bu görüşteyiz. Kitab'ın zahir âyeti yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazüdı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir." Sünnetin zahir âyetine gelince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan şu Hadîs-i şerîftir: "Mü’minlerin kanları birbirlerine denktir." Altıncı başlık sonlarında geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterildi. Babanın bu âyet-i kerimenin genel kapsamı dışına çıkarılmasını gerektiren sabit bir haber bilmiyoruz. Ayrıca biz bu hususta sabit olmayan haberler de rivâyet etmişizdir, el-Kiya et-Taberî tarafından Osman el-Bettî'den, oğluna karşılık babanın öldürüleceği görüşü nakledilmiştir. Çünkü kısasa dair âyetlerin genel ifadeleri bunu gerektirmektedir. Buna benzer bir rivâyet İmâm Mâlik'ten de gelmiştir. Muhtemelen her ikisi de Kur'ân-ı Kerîm'in genel buyrukları karşısında ahad haberleri kabul etmezler. Derim ki: Mesela yatırıp boğazını kesmek yahut da ölünceye kadar aç ve susuz bırakmak ya da onu hedef edinmek gibi herhangi bir mazeretinin ileri sürülemeyeceği ya da hata iddiasında bulunmasını haklı çıkartacak bir şüphenin olmadığı hallere benzer şekilde oğlunu kasten öldürdüğü takdirde baba öldürülür. Bu konuda Maliki mezhebinde tek bir görüş vardır. Eğer onu te'dib etmek ya da kızdığından dolayı silah ile ona atış etse ve öldürse Mâlikî mezhebinde bir hususta birisi, buna karşılık baba öldürülür, diğeri ise buna karşılık öldürülmez fakat diyet ağırlaştırılır, şeklinde olmak üzere iki görüş vardır. Bir grup ilim adamı bu ikinci görüşü kabul etmiştir. Böyle bir durumda yabancı kimse ise öldürülür. İbnu'l Arabî der ki: "Hocamız Fahru'l-İslâm eş-Şaşîyî, kıyasa göre şöyle derken dinledim: Baba, oğul karşılığında öldürülmez. Çünkü baba oğulun var olmasına sebep olmuştur. Nasıl yok olmasına sebep olabilir! Ancak bu görüşün batıl olduğunu şu hususla anlamak mümkündür: Baba kızı ile zina ederse recmedilir. Halbuki o kızının varolmasına sebepti, kızın kendisi nasıl olurda onun yok oluşuna sebep olabilir? Diğer taraftan böyle bir görüşün altında yatan fıkıh nedir ki? Hem neden Allah'a bu hususta isyan ettiği takdirde babanın yok oluşuna oğlu sebep olmasın ki? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Oğlundan dolayı babaya kısas uygulanmaz" diye bir hadis de rivâyet ederler. Ancak bu batıl bir hadistir. Onların delil diye yapıştıkları şey şundan ibarettir: Ömer (radıyallahü anh) oğlunu öldüren baba hakkında ağırlaştırılmış diyet hükmünü vermiştir. Ashabı-ı kiramdan kimse bu konuda ona karşı çıkmamıştır. Diğer fukaha da bu meseleyi bütün haller hakkında geçerli mutlak bir mesele olarak kabul ettiler ve: Baba oğlu sebebiyle öldürülmez, dediler. Mâlik ise bu meseleyi etraflı ve muhkem bir şekilde ele alır ve şöyle der: Baba oğluna kılıç atsa, bu öldürme kastının olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan bir haldir. Babalık şefkati öldürme kastının bulunmadığına dair bir şüphedir. Bu şüphe kısası düşürür. Fakat oğlunu yatırıp bu şekilde maksadını açığa çıkartırsa o vakit bu durum onun aslî haline döner (yani aslolan kısasa tabi olur)." İbnu'l-Münzir der ki: Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve İshak: "Oğul babasını öldürürse babası karşılığında öldürülür" derlerdi. 12- Bir Kişiye Karşılık Topluluğun Öldürülmesi: İmâm Ahmed b. Hanbel bu âyeti: "Bir topluluk tek bir kişiye karşı öldürülmez" görüşüne delil göstermiş ve şöyle demiştir: Çünkü yüce Allah (kısasta) eşitliği şart koşmuştur. Topluluk ile tek kişi arasında ise eşitlik yoktur. Ayrıca yüce Allah : "Biz onda onların üzerine cana karşılık can, göze karşılık göz... diye yazdık" (el-Maide, 5/45) diye buyurmuştur. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Âyet-i kerimede kısastan kasıt, kim olursa olsun öldürenin öldürülmesidir. Böylelikle öldürülen kimse karşılığında katil olmayanı öldürmek isteyen ve bir kişiye karşılık yüz kişiyi öldüren Arapların anlayışını reddetmektedir. Araplar bu şekildeki uygulamalarını övünmek, şeref ve güçlerini ortaya çıkarmak kastıyla yapıyorlardı. Yüce Allah ise bu hususta adaleti ve eşitliği emretti. Bu ise öldüren kimsenin öldürülmesi ile olur. Hazret-i Ömer San'a'da bir kişiyi öldüren yedi kişinin yedisini de öldürmüş ve şöyle demiştir: Eğer bütün San'a halkı o tek kişiyi öldürmek için bir araya gelmiş olsalardı, ona karşılık ben de hepsini öldürecektim. Buhârî, Diyât 21. Hazret-i Ali de Abdullah b. Habbab'a karşılık Haruralıları öldürmüştür. Hazret-i Ali bir suç işleyinceye kadar onlarla Savaşmamış idi. Abdullah b. Habbâb'ı koyun boğazlar gibi kesmeleri ve bu durumun Hazret-i Ali'ye haber verilmesi üzerine: "Allahu Ekber" diye seslendi ve onlara: "Abdullah b. Habbab'ın katilini bize çıkartın, verin diye onlara seslenin" Haruralılar: Onu hepimiz öldürdük, dediler ve bunu üç defa tekrarladılar. Bunun üzerine Hazret-i Ali arkadaşlarına şöyle dedi: "Haydi artık bunların üzerine gidebilirsiniz." Aradan fazla bir zaman geçmeden Hazret-i Ali ve beraberindekiler Haruralıları öldürdüler. Bu iki hadisi (Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'nin bu tür uygulamalarını) Darakutnî Sünen'inde rivâyet etmiştir. Darakutnî, III, 132-133. Tirmizî'de de Ebû Said ile Ebû Hüreyre yoluyla gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Eğer sema ve arz ehli mü’min bir kimsenin kanını dökmekte ortak hareket etseler Allah hepsini yüzüstü cehenneme yıkar." Tirmizî buna dair: Garib bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Diyât 8. Aynı şekilde topluluk tek bir kişiyi öldürdükleri takdirde öldürülmeyeceklerini bilirlerse bu sefer düşmanlar ortaklaşa düşmanlarını öldürmek üzere birbirleriyle yardımlaşır ve bu şekilde yüreklerine su serpecek şekilde maksatlarını gerçekleştirebilirler. İşte böyle bir kaideye riâyet etmek lâfızlara riâyet etmekten daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbnu'l-Münzir der ki: ez-Zührî, Habib b. Ebi Sabit ve İbn Sirîn, bir kişiye karşılık iki kişi öldürülmez, derler. Biz bunu Muaz b. Cebel, İbn ez-Zübeyr ve Abdülmelik'ten rivâyet ettik. İbnu'l-Münzir der ki: Bu daha sahihtir. Tek kişiye karşılık bir topluluğun öldürülmesini mubah kabul edenlerin ileri sürecekleri bir delilleri yoktur. Ayrıca İbn ez-Zübeyr'den zikr ettiğimiz sözü söylediği sabittir. (Hadis) İmâmlard) Ebû Şureyh el-Ka'bî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Siz ey Huzaalılar topluluğu, Huzeylden şu maktulü öldürdünüz. Ben onun akilesini (diyetini) ödüyorum. Artık ben bu sözümü söyledikten sonra her kimin bir maktulü olursa onun akrabaları iki şey arasında muhayyerdirler. Ya diyet alırlar veya (katili) öldürürler." Bu Ebû Dâvûd'un lâfzıdır. Ebû Dâvûd, Diyât 4. Tirmizî: Bu, hasen sahih bir hadistir, demekte ve Huzaalı Ebû Şureyh'ten (ki Ebû Şureyh el-Ka'bî'dir) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kimin bir yakını öldürülürse o kişi (katili) öldürebilir yahut affedebilir ya da diyeti alabilir." Bazı ilim adamları bu görüşü kabul etmiştir. Bu, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. Tirmizî, Diyât 13. 14- Kasten Öldürenden Diyetin Alınması ile îlgili Görüşler: Kasten (amd yoluyla) öldüren kimseden diyetin alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir grup ilim adamı şöyle der: Öldürülenin velisi serbesttir. İsterse kısas uygular, isterse -katil razı olmasa dahi- diyet alır. Bu görüş Said b. el-Müseyyeb, Atâ ve el-Hasen'den de rivâyet edilmektedir. Ayrıca Eşheb bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. el-Leys, el-Evzaî, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Delilleri ise Ebû Şureyh yoluyla gelen hadis ve bu anlamı ihtiva eden diğer hadislerdir. Bu ise görüş ayrılığının sözkonusu olduğu bir hususta açık bir nastır. Diğer taraftan aklen de kendisi razı olmasa dahi katilin diyet ödemesi gerekir. Çünkü kendini hayatta tutması ona farzdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendi kendinizi öldürmeyin." (en-Nisa, 4/29) Ayrıca yüce Allah'ın: "Fakat kime kardeşi tarafından birşey..." te'villerden birisine göre, kanı istenmeyip ondan diyet almaya razı olmak suretiyle "affolunursa, artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir." Yani kan sahibinin diyeti istemekte ma'ruf yoluna uyması, katilin de diyeti güzellikle ödemesi, yani bu konuda sallallahü aleyhi ve sellemsaklamadan, vadeden sonraya ödemeyi bırakmadan yerine getirmesi gerekir. "Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir." Yani bizden öncekilere cana karşılık sadece can yani kısas farz kılınmıştı. Yüce Allah bu ümmete ileride açıklanacağı üzere maktulün velisinin razı olması halinde diyetin de kabul olunacağını belirterek lütufta bulunmuştur. Başkaları ise bu konuda şöyle demektedir: Maktulün velisinin (katil razı olmasa) kısastan başka bir talepte bulunmak yetkisi yoktur. Katilin razı olması hali dışında diyet alamaz. Bunu İbnu'l-Kasım, Mâlik'ten rivâyet etmiş olup ondan meşhur olan görüş budur. es-Sevrî ve Kûfelilerin kabul ettiği görüş de budur. Buna Hazret-i Enes yoluyla gelen ve bir diğer kadının dişini kıran er-Rubeyyi' kıssasını delil göstermişlerdir. Bu hadisi İmâmlar rivâyet etmiş olup şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kısasa hüküm verip de: "Kısas Allah'ın kitabı (farzı)dır, kısas Allah'ın kitabıdır" diye buyurmuş ve cinayet mağdurunu kısas ile diyet arasında muhayyer bırakmamıştır. Buhârî, Sulh 8, Tefsir 2. sûre 23, 5. sûre 6, Cihâd 12; Ebû Dâvûd, Diyât 28; Nesâî, Kasâme 16; İbn Mâce, Diyât 16. İşte bununla sabit olan şudur: Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile kasten cinayetlerde yerine getirilmesi gereken kısastır. Şu kadar var ki birinci görüş daha sahihtir. Çünkü sözü geçen Ebû Şureyh yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir. er-Rabi' Şâfiî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana Ebû Hanîfe b. Simak b. el-Fadl eş-Şihabî haber verip dedi ki: Bana İbn Ebi Zi'b, el-Makburî'den, o Ebû Şureyh el-Ka'bî'den anlattığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği gün şöyle buyurdu: "Her kimin bir yakını öldürülür ise o iki hayırlı şeyden birisini seçer, dilerse diyet alır, dilerse kısas uygular." Bk. Ebû Dâvûd, Diyât 4; Tirmizî, Diyât 13 Ebû Hanîfe der ki: Ben de İbn Ebû Zi'b'e şöyle dedim: Ey Haris'in babası, sen bunu kabul ediyor musun? Göğsüme vurdu ve bana çokça bağırdı, ağır sözler söyledi ve şöyle dedi: Ben sana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hadis rivâyet ediyorum sense: Bunu kabul ediyor musun diyorsun. Evet, bunu kabul ediyorum. İşte bu benim üzerime ve bunu işiten herkesin üzerine farzdır. Çünkü şanı yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı insanlar arasından peygamber olarak seçti. Onun vasıtasıyla, onun yol göstericiliğiyle onları hidâyete eriştirdi. Peygamberi için neyi seçmişse onlar için de seçmiştir ve onun vasıtası ile seçmiştir. Artık bütün insanlara düşen ister istemez ona tabi olmaktır. Hiçbir müslümanın bunun dışında bir çıkışı olamaz. (Ebû Hanîfe) der ki: Ben keşke sussa diye temenni edinceye kadar bana söyleyip durdu ve susmadı. Allahü teâlâ'nın: "Fakat kime kardeşi tarafından birşey affolunursa artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir" âyetiyle ilgili olarak ilim adamları "kime" ve "affolunursa" buyrukları ile ilgili olarak beş ayrı açıklama getirmişlerdir: 1- Burada yer alan "kim" ile katil kastedilmektedir. "Affolunursa" âyeti affedici bir kimseyi kapsamaktadır ki, bu da kanın (maktulün) velisidir. "Kardeş" ise maktulün kendisidir. "Birşey"den kasıt affedilen ve buna karşılık diyet alınan kandır. İbn Abbâs'ın, Katâde'nin, Mücâhid'in ve bir grup ilim adamının görüşü budur. Bu görüşe göre affetmek, terketmek şeklindeki aslî anlamını ifade eder. Buna göre anlam şöyledir: Katil, eğer maktulün velisi tarafından öldürülenin kanı karşılığında kısas istenmeyip affolunursa, o takdirde veli diyeti alır ve bu konuda ma'ruf yolunu izler. Katil de maktulün velisine güzellikle (diyeti) öder. 2- Bu, İmâm Mâlik'in görüşüdür. Buna göre "kim"den kasıt velidir. "Affolunursa"dan kasıt de kolaylık gösterilirse demektir. Yoksa affetmek sözlükteki anlamı ile kullanılmış değildir. Kardeşten kasıt katildir. "Birşey" ise diyettir. Yani eğer maktulün velisi diyet almak için kısası terkedip affetmek yoluna giderse, katil bu diyeti vermek ile kendisini teslim etmek arasında muhayyer bırakılır. Buna göre bu, kimi zaman kolay olur kimi zaman mümkün olmaz, zor olur. İmâm Mâlik'ten başkaları ise şöyle der: Eğer maktulün velileri diyet almaya razı olurlarsa, katilin başka bir seçeneği yoktur. Aksine diyet ödemek zorundadır. İmâm Mâlik'ten bu görüş de rivâyet edilmiştir. Mezhebine bağlı pek çok kimse bu görüşü tercih etmiştir. Ebû Hanîfe der ki: Burada "affolunursa" yani verilir ise demektir. Dilde affetmek, vermek demektir. Bundan dolayı yüce Allah: "Sen affı tut" (el-A'raf, 7/199) yani kolaylığı tut, diye buyurmaktadır. Ebû'l Esved ed-Düelî de şöyle demiştir: "Sen benden kolaylıkla verdiğimi al ki sana olan sevgim devam etsin." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Vaktin ilki Allah'ın rızası sonu ise Allah'ın affıdır." Tirmizî, Salât 13. Yani şanı yüce Allah kullarına şehadet etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Her kime diyet verilir ise o bu diyeti kabul etsin ve artık örfe tabi olsun. 3- Kimisi de şöyle demiştir: Katil veliye güzel bir şekilde diyeti ödesin, demektir. Yüce Allah veliyi, katil tarafından kolaylıkla verilmesi halinde malı almaya teşvik etmiş ve bunun kendi katından bir hafifletme ve bir rahmet olduğunu kabul etmiştir. Nitekim yüce Allah, Maide Sûresi'nde kısastan sözettikten sonra: "Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur" (el-Maide, 5/45) diye buyurarak affetmenin rahmetine ve sadakaya teşvik etmektedir. Yine yüce Allah bu âyet-i kerimedeki buyrukları ile suçlunun bunu vermesi halinde diyeti kabul etmeye teşvik etmekte, ardından da maktulün velisini örfe göre tabi olmayı (istemeyi) cinayeti işleyene de güzellikle bunu ödemeyi emretmektedir. 4- Başkaları da şöyle demektedir: Bu lâfızlar haklarında âyetin nazil olduğu kimselerin tümü hakkındadır. Bunlar kendi aralarında takas yapmak yoluyla diyetleri düşürmüşlerdi. Âyetin manası şöyle olur: Bu iki kesimden kimin öteki üzerinde bu diyetlerden dolayı alacak fazlası kalmışsa (artık bu fazlalık hususunda örfe uyulur ve güzellikle ödenir). Buna göre "affolunursa" artarsa anlamına gelir. Süfyan b. Hüseyn b."Şua, en-Nehaî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İki Arap kabilesi arasında bir çarpışma olmuştu. Her iki taraftan da birtakım kimseler Öldürülmüştü. İki taraftan birisi şöyle dedi: Kadına karşılık erkek, erkeğe karşılık da kadın öldürülmedikçe razı olmayız. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda davalaştılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, eşit olarak öldürme sözkonusu olur." Bunun üzerine diyet almak hususunda birbirleriyle anlaştılar. Sonunda iki taraftan birisi diğerine üstün oldu (diyeti daha fazla geldi). İşte yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında., kardeşi tarafından birşey affolunursa.." âyetinde kastedilen budur. Nesâi, Kasâme 8'de Abbas'dan buna yakın mânâda. Yani her kimin kardeşinden bir alacağı kalırsa maruf bir şekilde onu ödesin. en-Nehaî böylelikle âyetin hangi sebepten dolayı nazil olduğunu bize bildirmektedir. Süfyan da burada geçen "affetmek"in fazladan gelme anlamına geldiğini zikretmiştir ki, lâfzın bu anlama gelme ihtimali vardır. 5- Bu açıklamaların beşincisine gelince: Merhum müfessir üç ve dördüncü görüşten söz etmemiştir. Bu görüşleri İbn Atiyye (II, 62 vd)'nin de yardımıyla, böylece numaraladık. Bu, Ali (radıyallahü anh) ile el-Hasen'in görüşüne göre erkeğin diyeti ile kadının diyeti, hürün diyeti ile kölenin diyeti arasındaki fazlalık demektir. Yani her kimin diyet fazlasını alması sözkonusu ise bunu ma'ruf yolunu izleyerek alsın, demektir. Buna göre "affolunursa" kelimesi burada da fazladan artarsa anlamınadır. Bu âyet-i kerîme ile alacaklının alacağını güzel bir şekilde ödemesi, ödeyenin de ödemesini güzel bir şekilde yerine getirmesi teşvik edilmektedir. Acaba bu teşvik vücub mu ifade eder yoksa mendupluk mu? Bunun merfu' olarak okunması vücûba delalet eder. Çünkü o takdirde: "Artık örfe uymak... gerekir" anlamına gelir. en-Nehhâs der ki: "Kime... birşey affolunursa" âyeti şarttır, cevabı ise: "Artık örfe uymak..." âyetidir. Bu âyet mübteda olmak üzere merfu'dur. Takdiri ise: Ona örfe uymak düşer, şeklindedir. Kur'ân'dan başka yerlerde bu "uymak" ile "ödemek" kelimeleri iki masdar olarak mansub kabul edilebilir. İbn Atiyye der ki: İbrahim b. Ebi Able bunu nasb ile okumuştur. Ref farzları ifade etmenin yoludur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ya iyilikle tutmak., gerekir." (el-Bakara, 2/249) Mendup ise bu durumda mansub olarak gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Boyunları vurun" (Muhammed -sallallahü aleyhi ve sellem.-, 47/4). "Bu, rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir." Çünkü Tevrat'a muhatap olanlar için katili öldürmek sözkonusu idi, başka bir seçenekleri yoktu. İncil'e muhatap olanlar için ise affetmek sözkonusu idi, onlar hakkında da kısas ya da diyet yoktu. Burada yüce Allah bu hükümleri bu ümmete hafifleterek sunmaktadır. Dileyen katili öldürür, dileyen diyet alır, dileyen de tümüyle affeder. "Kim bundan sonra haddi aşarsa... vardır" âyeti şart ve cevabını teşkil etmektedir. Yani her kim diyet aldıktan sonra ve kısasın düşmesinden sonra velisi olduğu kimsenin katilini öldürürse, "onun için pek acıklı bir azap vardır." el-Hasen der ki: Cahiliyye döneminde bir kimse birisini öldürdü mü kendi kavmine kaçardı (onlara sığınırdı). Kavmi gelir, diyet ödemek üzere barış yapmak ister, maktulün velisi, tamam ben diyeti kabul ediyorum, der. Nihâyet katil emin olur, dışarı çıkar. Bu sefer veli katili öldürür, ondan sonra da kavminin diyetini onlara geri verirdi. İlim adamları diyet aldıktan sonra (katili) öldürenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir grup ilim adamı -ki Mâlik ve Şâfiî de bunlardandır- şöyle demişlerdir: Bu ilk olarak öldüren kimse gibidir. Maktulün velisi dilerse onu öldürür, dilerse affeder, ahirette de onun için azap vardır. Katâde, İkrime, es-Süddî ve başkaları ise şöyle demektedir: Bunun azâbı kesinlikle öldürülmesi şeklindedir. Hâkim bu durumda maktule affetmek yetkisini vermez. Ebû Dâvûd, Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Diyet aldıktan sonra öldüren kimse(nin malı) artıp çoğalmasın." Ebû Dâvûd, Diyât 5; Müsned, III, 363. el-Hasen der ki: Böyle bir kimse için azap sadece diyeti geri vermesi ve günahının karşılığının ise ahiret azabına kalması şeklindedir. Ömer b. Abdülaziz de şöyle demektedir: Böyle birisinin durumunu belirlemek İmâma aittir. O uygun gördüğünü ona uygular. Dârakutnî'nin Sünen'inde Ebû Şureyh el-Huzaî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir kan (velisi olduğu kimsenin öldürülmesi) ile ya da habl ile -ki habl topallık Habl; sözlükte azaların fesadı, yani işlemez hale gelmesi demektir. (İbnu'l-Esîr, en-Nihaye, II, 8) Hadiste bu kelime "curh ve cirâh" diye açıklandığı halde; Kurtubî'nin baskılarında bu kelime topallık demek olan "el-arec" diye geçmiştir. Tercümeyi Kurtubîdeki metne göre yapmakla birlikte, hadisin asıl rivâyetindeki açıklamanın doğru olduğu anlaşılıyor. demektir- isabet alırsa, bu kişi üç şeyden birisini seçebilir. Eğer dördüncüsünü yapmak isterse böyle bir kimseye engel olunuz. Bu kişi ya kısas ister, ya affeder veya diyet alır. Bunlardan birisini kabul edip de sonra yine de haddini aşarsa artık içinde ebediyyen bırakılmak ve temelli çıkarılmamak üzere onun için cehennem vardır." Dârakutnî, III, 96; İbn Mâce, Diyât 3; Dârimî, Diyât 1; Müsned, IV, 31. 179Ey olgun akıl sahipleri, kısasta sizin için bir hayat vardır. Tâ ki sakınasınız. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Ey olgun akıl sahipleri, kısasta sizin için bir hayat vardır." İşte bu, az önce de geçtiği üzere oldukça beliğ ve özlü sözlerdendir. Anlamı şudur: Kiminiz kiminizi öldürmesin. Bu açıklamayı Süfyan, es-Süddî'den o Ebû Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Yani: Kısas uygulanıp kısas hükmü tahakkuk ettiği takdirde başkasını öldürmek isteyen kimse, kısas uygulanır korkusuyla bu işten vazgeçer. Böylelikle her ikisi birlikte hayatta kalırlar. Araplarda birisi ötekini öldürdü mü her iki tarafın kabilesi de gayrete gelir ve Savaşırlardı. Bu ise pek çok sayıda kimsenin öldürülmesi ile sonuçlanıyordu. Yüce Allah kısası teşrî buyuranca herkes onu kabul etti ve Savaşmayı terkettiler. İşte bunda onlar için bir hayat vardır. Fetva İmâmları ittifakla şunu belirtirler: İslâm devlet yöneticisinden ayrı olarak tek başına herhangi bir kimsenin kısas hakkını uygulaması câiz değildir. İnsanların birbirlerine kısas uygulama yetkileri yoktur. Bu yetki İslâm devletinin yöneticisine veya halifenin bu iş için tayin ettiği kimseye aittir. Bundan dolayı yüce Allah, devlet yöneticisini insanların birbirlerine haksızca el uzatmalarını engellemekle görevlendirmiştir. 3- Halife Kendi Kendisine Kısas Uygular: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Halife, eğer raiyesinden herhangi birisine haksızlık edecek olursa kendisine kısas uygular. Çünkü o da onlardan bir kimsedir. Onun onlardan ayrı bir meziyeti, bir vasi ve bir vekil gibi onların işlerine nezaret etmekten ibarettir. Bu ise ona kısas uygulamaya engel değildir. Yüce Allah'ın hükümlerinin uygulanması hususunda yöneticiler ile kamu arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü yüce Allah: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı" diye buyurmaktadır. Elini kesen valisinden şikâyette bulunan bir adama Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği sabittir: Eğer doğru söylüyor isen, yemin olsun ki senin için ona kısas uygulayacağım. Nesâî'nin rivâyetine göre Ebû Said el-Hudri şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde birşeyler paylaştırıyordu. Adamın birisi onun üstüne abandı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanındaki asâ ile ona vurdu, adam feryadı bastı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Gel de kısas uygula" dedi. Adam, hayır affettim ey Allah'ın Rasûlü, diye cevap verdi. Nesâî, Kasâme 22; Ebû Dâvûd, Diyât 14; Müsned III, 28. Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Ebû Firas'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) irad ettiği bir hutbesinde şöyle dedi: Şunu biliniz ki her kime emiri zulmederse bunu bana iletsin, ben onun için emire kısas uygulayacağım. Amr b. el-As kalkıp şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, bizden herhangi bir kimse raiyesinden birisini te'dib ederse ona kısas mı uygulayacaksın? Hazret-i Ömer şu cevabı verdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kendisine kısas uygularken görmüşken nasıl olur da ben ona kısas uygulamayayım? Ebû Dâvûd es-Sicistanî'nin de Ebû Firas'tan rivâyeti şöyledir: Ömer b. el-Hattâb bize irad ettiği hutbesinde şöyle dedi: Ben valilerimi bedenlerinizi dövsünler, mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Her kime böyle bir uygulama yapıldı ise bunu bana iletsin, ben mazlumun lehine ona kısas uygulayayım.. Ve bu manadaki hadisi zikretti. Ebû Dâvûd, Diyat 14. Yüce Allah'ın: "Tâ ki sakmasınız" âyetinin anlamı daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Burada "sakınasınız"dan kasıt, öldürmekten korunup böylelikle kısastan kurtulabilesiniz şeklindedir. Bu ise başka hususlarda çeşitli türleriyle sakınmanın, takva sahibi olmanın bir sebebi olur. Çünkü Allah, itaate itaat ile sevap (karşılık ve ecir) verir. Ebû'l-Cevza, Evs b. Abdullah er-Rabaî: şeklinde okumuştur. en-Nehhâs der ki: Ebû'l-Cevza'nın bu okuyuşu şâz bir okuyuştur. Başkası ise şöyle der: Bunun "kısas" gibi bir masdar olma ihtimali de vardır. Burada geçen "kasas"tan muradın Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Yani Allah'ın kendisinde sizin için kasası anlattığı Kitabında bir hayat yani bir kurtuluş vardır, demek olur. 180Üzerinize yazıldı ki: Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman eğer bir hayır bırakacaksa anneye, babaya ve yakın akrabaya ma'ruf bir şekilde vasiyette bulunsun. Bu takva sahipleri üzerine bir hak olarak (yazıldı). Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmibir başlık halinde sunacağız: "Üzerinize yazıldı ki..." Bu âyet "vasiyet âyeti" diye bilinir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu âyetin dışında vasiyet (ahkâmı) sözkonusu edilmemektedir. en-Nisa Sûresi'nde "bir vasiyetten sonra.." (en-Nisa, 4/1, 12.) diye buyurulmakta, Maide Sûresi'nde de "vasiyyet vaktinde..." (el-Maide, 5/106) diye buyurulmaktadır. Bakara Sûresi'ndeki bu vasiyet âyeti ise bunların en tam ve teferruatlı olandır. Bu âyet-i kerîme ferâiz (miras hukuku) ile mirasa dair hükümleri açıklayan âyetlerden önce inmiştir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar gelecektir. Bu âyet-i kerimenin başında bir atıf vav'ı takdir edilir; yani: "Ve üzerinize (kısastan başka) şu da yazıldı ki.." demektir. Ancak (kısası emreden âyetten bu yana) söz uzadığından dolayı vav düşürülmüştür. Bir görüşe göre yüce Allah'ın şu âyetinde de bu şekilde vav düşürülmüştür: "Ona yalanlayan (ve) yüzçeviren bedbahttan başkası girmez." (el-Leyl, 93/15-16) Burada: "Yalanlayan"ı daha önce geçen "bedbahf'a atfeden "bir vav" vardır ki hazfedilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Kısasta veli olanın kısas yapma hakkına sahip olduğu sözkonusu edildikten sonra, işte kendisine kısas yapılmakta olan bu kişi -ki kısas ölüm sebeplerinden birisidir- âdeta ölüm ile burun buruna gelmiş gibidir. İşte bu zaman vasiyette bulunma zamanıdır. Buna göre âyet-i kerîme kendisinden önceki buyruklarla yakından ilişkili ve onunla bitişiktir. Bundan dolayı buradan "atıf vavı" düşmüştür. "Yazıldı" âyetinin anlamı az önceden de geçtiği gibi, farz kılındı ve sabit kılındı, demektir. "Ölümün gelip çatması demek" ölüme götüren sebeplerin görülmesi demektir. Sebep hazır oldu mu Araplar müsebbebi (sebebin sonucunu) kinaye yoluyla kastederler. Şair şöyle der: "Ey bineğini hızla dürten biniciler Esedoğullarına sor, bu sesler nedir diye Ve de ki onlara: Özür dilemek için elinizi çabuk tutunuz. Ve sizi temize çıkaracak Bir söz arayınız, çünkü ben ölümüm, ölüm!" Antere de der ki: "Ölüm benim elimin altında itaatkârdır, Parmak uçları(m) kılıca ulaştığında." Cerîr de, el-Ferezdak'ı hicvederken şöyle der: "Kendisinden söz ettiğin ölüm işte benim Benden kaçana kurtuluş yoktur." 2- "Yazıldı" Fiilinde Te'nis (Dişil) Alametinin Bulunmayış Sebebi: Vasiyet kelimesi müennes olduğu halde neden diye buyuruldu da diye buyurulmadı, şeklindeki bir soruya şöyle cevap verilir: Çünkü burada vasiyet ile vasiyet etmek kastedilmiştir. Şöyle de cevap verilmiştir: Çünkü araya başka sözler de girmiştir. O bakımdan araya giren bu sözler te'nis te'sinin yerini tutar gibidir. Araplar (fiili müzekker kullanarak): Bugün kadı'nın huzuruna bir kadın geldi, derler. Sîbeveyh (müzekker fiil kullanarak): Bir kadın kalktı denildiğini nakletmektedir. Ancak bunun güzel olabilmesi araya giren uzun fasıla ile birlikte sözkonusudur. Yüce Allah'ın: "Eğer bir hayır bırakacaksa" âyeti şarttır. Bunun cevabı ile ilgili olarak Ebû'l-Hasen el-Ahfeş'in iki görüşü vardır. Birinci görüşüne göre bunun takdirî cevabı "vasiyette bulunsun" (anlamı verilen) âyetidir. Daha sonra bu kelimenin başında yer alması gereken "fe" harfi hazfedilmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Her kim hasenat işlerse Allah onların mükâfatını verir Kötülüğe karşı kötülük (ceza) Allah katında misli mislinedir." İkinci görüşe göre mazi fiilin cevabı kendisinden önce de gelebilir, sonra da gelebilir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Anne-babaya ve akrabalara vasiyette bulunsun, eğer bir hayır terkedecek olursa... Şayet "fe" harfini (vasiyyet kelimesinin başında) takdir edecek olursak o takdirde "vasiyyet" kelimesi mübteda olmak üzere ref olur. Eğer bu "fe"yi takdir etmeyecek olursak "vasiyyet" kelimesini mübteda olarak ref edebileceğimiz gibi naib-i fail olarak da ref edebiliriz. Yani üzerinize vasiyette bulunmak farz olarak yazıldı, demek olur. Nahivcilerin çoğunluğuna göre " Vasiyyet" kelimesinin " ... ğı zaman" kelimesinde amel etmesi uygun değildir. Çünkü "vasiyyet" kelimesi teşkil ettiği masdarın sılası hükmündedir ve daha önce gelmiştir. O bakımdan "vesiyyet" kelimesi daha önce geldiği halde edatta amel edemez. " zaman"daki âmilin "yazıldı" kelimesi olması da mümkündür. O takdirde anlamı şöyle olur: Ölüm gelip çattığı zaman Allah'ın farz kılma emri ve Kitabının gereği olarak size vasiyette bulunmak emri yöneltilmiştir. Burada Allah'ın farz kılma emrinin yöneltilmesi "yazıldı" âyeti ile ifade edildi ki, bu hükmün ezelden beri yazılmış ve takdir edilmiş olduğu da anlaşılsın. Bu edatın amilinin takdirî olarak "îsâ: vasiyyet etmek" olması da mümkündür. Buna âyette açıkça sözkonusu edilen "vasiyyet" kelimesi delalet etmektedir. Anlamı: Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman üzerinize vasiyette bulunmak., yazıldı, şeklinde olur. Yüce Allah'ın: "Bir hayır" âyeti, bu âyet-i kerimede maldır ve bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun miktarı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir görüşe göre kastedilen çokça maldır. Bu görüş Hazret-i Ali, Âişe ve İbn Abbâs (r. anhum)dan rivâyet edilmiş ve yediyüz dinar hakkında; azdır, demişlerdir. Kurtubî'de bizzat dinar kaydı vardır. Ancak İbn Abbâs'a atfen bu rivâyetin yer aldığı Beyhaki, Sünen VI, 43'ten "yediyüz dirhem" denilmektedir. Ondan naklen ed-Dürru'l-Mensûr, I, 423'te de böyledir. Katâde'nin el-Hasen'den rivâyetine göre: Buradaki hayır, bin dinar ve yukarısıdır. en-Nehaî ise: Beşyüz dinar ile bin dinar arasıdır, demiştir. Vasiyyet: Yapılması emrolunan ve hayatta olsun ölümden sonra olsun ahdolunup tavsiye olunan herşeydir. Örf ise ölümden sonra yapılması ve yerine getirilmesi istenen şey diye bu kelimenin anlamını tahsis etmiştir. Çoğulu; "kadiye" kelimesinin çoğulu "kadâyâ" geldiği gibi, burada da "vasâyâ" ...diye gelir. Vasî: Hem mûsî (vasiyet eden) ve hem mûsa ileyh (kendisine vasiyet olunan)dır. Aslı "vesâ"dandır. Yetişen bitki bitişik ve birbirine yakın olarak yetiştiğinde hakkında "tevâsa" kelimesi kullanılır. "Vâsiye" olan arazi, bitkisi sık ve birbirine bitişik arazi demektir. Bir kimseyi vasisi kılıp ona birşey tavsiye ettiğinde "evsaytu" denilir. İsmi visâyet ve vasâyet şeklindedir. "Evsâ" ile "vassâ" aynı anlama gelir. "Tavsiye" mastardır. İsmi "vesât" şeklinde gelir. "Tevâsî" birbirine tavsiye etmek demektir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiyesinde bulununuz. Çünkü onlar sizin yanınızda âdeta esir gibidirler." İbn Mâce, Nikâh 3. Birşeyi bir şe"ye bitiştirmek hakkında da "vessâ" kökü kullanılır. İlim adamları, yanında başkalarına ait emanetler ile üzerinde birtakım borçlar bulunan kimseler için vasiyette bulunmanın vacip olduğu üzerinde icma etmekle birlikte, geriye mal bırakan kimsenin vasiyette bulunmasının vacip olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının çoğunluğu, yanında emanet ve üzerinde borç bulunmayan kimsenin vasiyette bulunmasının vacip olmadığını kabul etmektedirler. Bu, Mâlik'in, Şâfiî ve es-Sevrî'nin görüşü olup vasiyette bulunacak kimsenin zengin veya fakir olması arasında fark yoktur. Bir grup da şöyle demiştir: Vasiyet Kur'ân-ı Kerîm'in zahirine uygun olarak vaciptir. Bu görüş ez-Zührî ile Ebû Miclez'e aittir. Malın az veya çok olması da farketmez. Ebû Sevr der ki: Vasiyet ancak borcu olan yahut yanında başkalarına ait mal bulunan kimseler hakkında vaciptir. Böyle bir kimsenin vasiyetini yazıp borçlarını bildirmesi gerekir. Borcu olmayıp yanında başkasına ait emanetler bulunmayan kimse için vasiyette bulunmak, kendisinin dilemesi dışında vacip değildir. İbnu'l-Münzir der ki: Bu güzel bir görüştür. Çünkü Allah emanetleri ehline ödemeyi farz kılmıştır. Üzerinde başkasına ait hakkı olmayan, yanında emanet bulunmayan kimse için ise vasiyette bulunmak farz değildir. Birinci görüşü kabul edenler hadis İmâmlarının İbn Ömer (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettikleri şu Hadîs-i şerîfi delil göstermişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hakkında vasiyette bulunmak istediği birşeyi olan bir müslümanın vasiyeti yanında yazılı bulunmaksızın iki gece geçirmesi hak değildir." Bir diğer rivâyette ise (iki gece yerine:) "üç gece geçirmesi" denilmektedir. Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vasiyyet 1,4; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 1; Tirmizî, Cenâiz 5, Vasâya 3; Nesâî, Vesâyâ 1; İbn Mâce, Vesâyâ 2; Muvatta’'', Vasiyye 1; Dârimî, Vesâyâ 1; Müsned, II, 4, 10... İşte Abdullah b. Ömer bu hususta şöyle der: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle buyurduğunu duyduğum günden bu yana yanımda vasiyyetim bulunmaksızın bir gece dahi geçirmiş değilim. Müslim, vasiyyet 4; Müsned, II, 4. Vasiyette bulunmayı vacip görmeyenler ise şunu delil gösterirler: Eğer vasiyyet vacip olsaydı, bunu vasiyette bulunacak olanın iradesine (Hadîs-i şerîfte) bırakmazdı ve bu her durumda lazım olurdu. Diğer taraftan eğer bu sözün zahiri vücub ifade etse dahi, bunun vacip olduğunu belirten sebep bu görüşü reddetmektedir. Bu ise üzerinde insanlara ait haklar bulunan ve bu haklarının kaybolmasından korkan kimse hakkında vasiyetin vacip olduğu şeklindedir. Nitekim Ebû Sevr de böyle demiştir. Aynı şekilde eğer bir kimsenin başkaları yanında alacak hakları bulunur da mirasçıların aleyhinde bu hakların telef olmasından korkarsa, böyle bir kimsenin de vasiyette bulunması vaciptir ve bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Allah burada "üzerinize yazıldı ki..." diye buyurmaktadır, "Yazıldı" ise farz kılındı, anlamına gelmektedir, bu ise vasiyetin vacip olduğuna delildir, denilecek olursa şu şekilde cevap verilir: Buna dair cevap bir önceki âyet-i kerimede geçmiş bulunmaktadır. Ve bunun anlamı: Vasiyette bulunmak istediğiniz takdirde... şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehaî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vasiyette bulunmaksızın vefat etti. Ebû Bekir ise vasiyette bulundu. Buna göre vasiyette bulunursa güzel birşeydir, vasiyette bulunmazsa üzerinde herhangi bir sorumluluk yoktur. 6- Vasiyette Bulunulacak Malın Miktarı: Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde vasiyette bulunulacak malın miktarını açıklamaksızın sadece: "Eğer bir hayır bırakacaksa" diye buyurmaktadır. "Hayır" ise mal demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Her ne hayır infak ederseniz.." (el-Bakara, 2/272); "Gerçekten o hayır (mal)a sevgisinde pek katıdır." (el-Âdiyât, 100/8) İlim adamları bunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan (malının) beşte bir miktarını tavsiye ettiğine dair rivâyet vardır. Ali (radıyallahü anh) da: Müslümanların ganimetlerinden beşte bir, demiştir. İbarede biraz kapalılık vardır. Ganimetlerden devletin payı beşte bir olduğunu gözönünde bulundurarak, vasiyyet eden de malının beşte birini vasiyet eder; demek olmalıdır. Ma'mer, Katâde'den rivâyetle dedi ki: Ömer (radıyallahü anh) da dörtte biri vasiyet etmiştir. Bunu Buhârî, İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedir. Ali (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Beşte biri vasiyet etmeyi dörtte biri vasiyet etmekten daha çok severim. Beyhâki, Sünen, VI, 442. Dörtte biri vasiyet etmem, üçte biri vasiyet etmemden daha sevimlidir. Bir grup ilim adamı malı az ve mirasçısı olan kimselerin vasiyeti terketmeleri görüşünü tercih etmiştir. Bu, Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den (Allah hepsinden razı olsun) rivâyet edilmiştir. İbn Ebi Şeybe, İbn Ebi Müleyke'den, o Hazret-i Âişe'ye şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben vasiyette bulunmak istiyorum. Hazret-i Âişe, malın ne kadardır diye sorunca O: Üç bin dedi. Hazret-i Âişe: Peki ailen fertleri kaç tanedir? Dört deyince Hazret-i Âişe şöyle der: Yüce Allah: "Eğer bir hayır bırakacaksa" diye buyurmaktadır. Senin sözünü ettiğin miktar ise azdır. Onu aile efradına bırak. Bu senin için daha faziletlidir. Beyhâki, Sünen, VI, 442 7- Üçte birden Fazlasını Vasiyet Etme: İlim adamlarının çoğunluğu herhangi bir kimsenin üçte birden fazlasını vasiyet etmesinin câiz olmadığı görüşündedir. Ancak Ebû Hanîfe ve arkadaşları şöyle demektedirler: Eğer vasiyette bulunacak kişinin mirasçısı yoksa malının tümünü vasiyet etmesi caizdir. Ve yine şöyle demektedirler: Vasiyette üçte biri aşmamak, mirasçılarını zengin bırakmak içindir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki senin mirasçılarını zengin olarak bırakman, onları insanlara avuç açacak muhtaç kimseler olarak bırakmandan daha hayırlıdır." Bu Hadîs-i şerîfi hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Menakıbu'l-Ensâr 49; Merdâ 16; Müslim, Vasiyyet 5, 8; Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesâyâ 3; İbn Mâce, Vesâyâ 5; Muvatta’'', Vasiyyet 4 vb. Mirasçısı olmayan kimseler ise bu hadiste kastedilen kimselerden değildirler. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir, Ebû Ubeyde ve Mesrûk da bu görüştedir. İshak ve iki görüşünden birisinde Mâlik de bu kanaattedir. Hazret-i Ali'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. İşaret ettiğimiz husustan ayrı olarak görüş ayrılığının bir diğer sebebi ise, Beytü'l Mal mirasçı mıdır yoksa oraya bırakılan malların koruyucusu mudur hususunda görüş ayrılığı ve bu şekildeki iki görüşün bulunmasıdır. 8- Mirasçısı Olan, Malının Tümünü Vasiyet Edemez: İlim adamları mirasçısı olan kimsenin malının tümünü vasiyet edemeyeceğini icma ile kabul etmişlerdir. Amr b. el-As (radıyallahü anh)'ın ölümü yaklaştığı sırada oğlu Abdullah'a şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben vasiyette bulunmak isterdim. Oğlu ona: Vasiyette bulun, bununla birlikte senin malın benim malım arasındadır. Amr b. el-As, bir kâtip çağırıp ona yazdırdı. Abdullah dedi ki: Ben ona şöyle dedim: Gördüğüm kadarıyla sen kendi malına da benim malıma da el atmış bulunuyorsun. Keşke kardeşlerimi çağırsan da onlardan helallik dilesen. Abdullah b. Amr babasına, benim malıma el atmana bir şey demiyorum ama, vasiyetinle üçte biri aşmış bulunuyorsun. Onun için bu hususta diğer kardeşlerimin muvafakatini almalısın, demek istemektedir. 9- Vasiyette Değişiklik Yapma Hakkı: İnsanın vasiyetini değiştirebileceği ve vasiyet ettiklerinden dilediğinden vazgeçebileceği hususu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Şu kadar var ki müdebber Azad edilmesi, efendisi tarafından kendisinin ölümü şartına bağlı kılınan köle. hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bize göre üzerinde icmaa varılan husus şu ki: Vasiyet eden sıhhatli veya hasta iken herhangi bir vasiyette bulunup bunun kapsamı içerisinde kölelerinden birisinin azad edilmesi veya başka bir husus yer alıyor ise, o daha sonra uygun gördüğünü değiştirebilir ve dilediğini yapabilir. Ölünceye kadar bu hakka sahiptir. Şayet bu vasiyeti bir kenara bırakmak ve düşürmek isterse yapabilir. Bundan tek istisna müdebber köledir. Eğer bir kölesini müdebber kılarsa artık müdebber kıldığını değiştirme imkânı yoktur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yanında hakkında vasiyette bulunacak birşeyi olan bir müslümanın vasiyetini yanında yazılı tutmaksızın iki gece geçirmesi hak değildir." Beşinci başlıkta geçti. Ebû'l-Ferec el-Mâlikî der ki: Kıyasa göre müdebber köle bir aya kadar azad edilecek olan köle gibidir. Çünkü bu, kaçınılmaz olarak gelecek olan bir süredir. İlim adamları şunun üzerinde icma etmişlerdir: Kölesini azad etmeye dair yemin etmekten ve bir süre sonra azad edeceğine dair verdiği sözden dönemez. Müdebberin durumu da böyledir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî, Ahmed ve İshak, bu bir vasiyettir, derler. Çünkü icma ile müdebber de vasiyet edilen diğer hususlar gibi malın üçte birinin kapsamı içerisinde olur. Ayrıca müdebber cariye ile efendisinin ilişki kurmasını câiz kabul etmeleri, müdebberin bir süreye kadar azad edileceği belirtilen köleye kıyaslarını çürütmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müdebber bir köleyi sattığı, İbn Mâce, Itk 1. Hazret-i Âişe'nin kendisine ait bir cariyeyi önce müdebber kılıp sonradan sattığı da sabit olmuştur. Bu tabiînden bir topluluğun da kabul ettiği bir görüştür. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Kişi, köle azad etme dışında vasiyetinde dilediği değişiklikleri yapabilir. en-Nehaî, İbn Sîrîn, İbn Şubrume ve en-Nehaî de böyle söylemiştir, Süfyan-ı Sevrî'nin görüşü de budur. 10- Vasiyet Kastıyla Kölesine: "Ben öldükten sonra sen hürsün," Demek: Vasiyet kastıyla kölesine: Ben öldükten sonra sen hürsün, diyen kimsenin vasiyetinden dönüp dönemeyeceği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik'e göre bu hususta vasiyetinden dönebilir. Eğer: Filan kişi ölümümden sonra müdebberdir, diyecek olursa o takdirde bundan dönüş hakkı yoktur. Eğer birinci şekildeki sözü ile kölesini müdebber kılmayı kastetmiş ise yine İmâm Mâlik mezhebine mensup çoğunluğun görüşüne göre bundan vazgeçemez. Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr'e göre ise bütün bunlar bir vasiyettir. Çünkü bu durumda köle malın üçte biri kapsamı içerisindedir. Malın üçte biri içerisinde olan herşey ise bir vasiyettir. Ancak Şâfiî şöyle demiştir: Müdebberde rücu' ancak onu satmak ve hibe etmek yoluyla mülkiyeti dışına çıkartmak ile olur. Onun: Geri döndüm, vazgeçtim, demesi bir vazgeçme değildir. Şayet müdebberi ölene kadar mülkiyetinden çıkartmayacak olursa ölümü ile birlikte müdebber azad olur. Kadim görüşünde ise şöyle demektedir: Vasiyetten vazgeçip dönebildiği gibi, müdebberi azad etmekten de vazgeçebilir. Bu görüşü el-Müzenî müdebberi azad etmeyi vasiyet eden kimsenin rücu'u hususunda icma etmelerine kıyas ederek kabul etmiştir. Ebû Sevr de der ki: Ben müdebber olduğunu belirttiğim kölemden vazgeçtim, derse müdebber kılması batıl olur, öldüğü takdirde müdebber kıldığı o köle azad olmaz. İbnu'l-Kasım ile Eşheb, benim kölem ölümümden sonra hür olsun, deyip de vasiyeti de müdebber yapmayı da kastetmeyen kimse hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İbnu'l-Kasım: Bu bir vasiyettir, derken, Eşheb: Vasiyeti kastetmese dahi o bir müdebberdir, demektedir. 11- Bu Âyet Mensuh mudur Muhkem midir? İlim adamları bu âyet-i kerîme hakkında mensuh mudur yoksa muhkem midir hususunda farklı görüşlere sahiptir. Denildiğine göre bu âyet muhkemdir. Zahiren umum ifade eder. Manası itibariyle ise kâfir anne baba gibi mirasçı olamayan miras alamayan köle ile yine mirasçı olmayan, akrabalar hakkında husus (özel hüküm) ifade eder. Bu görüş Dahhâk, Tavus ve el-Hasen'e ait olup Taberî tarafından da tercih edilmiştir. ez-Zührî'den rivâyet edildiğine göre vasiyet az veya çok olsun vaciptir. İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile, miras almayan anne-baba ile miras alamayan akrabaya vasiyetin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Abbâs ve yine el-Hasen ile Katâde ise bu âyet-i kerîme umum ifade eder. Kısa bir süre dahi olsa bu âyetin ifade ettiği hüküm geçerli olmuştur. Daha sonra ferâiz âyeti gereği mirasçı olan herkes bu umumun kapsamından neshedilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Ferâiz (miras hukukuna dair) âyeti, tek başına bu vasiyet âyetini neshetmemektedir. Bu âyet ile birlikte bir başka âyet da bunu gerçekleştirmektedir ki bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir. "Allah her hak sahibine hakkını vermiş bulunmaktadır. Artık mirasçı herhangi bir kimseye vasiyet yoktur." Bu hadis Ebû Umame tarafından rivâyet edilmiş olup Tirmizî bunu kitabına almış ve: "Bu, hasen sahih bir hadistir" demiştir. Tirmizî, Vesâyâ 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; İbn Mâce, Vesâyâ 6. Buna göre bu vasiyet âyetinin neshedilmesi miras ile ilgili âyet ile değil, bu konuda sabit olan sünnet ile olmuştur. İlim adamlarının konu ile ilgili sahih görüşlerine göre bu böyledir. Eğer bu Hadîs-i şerîf olmasaydı miras bırakan kimseden vasiyet yoluyla malı almak vasiyet etmediği takdirde de sadece miras ile almak veya vasiyetten sonra kalanını miras yoluyla almak suretiyle her iki âyeti bir arada yürürlüğe koymak mümkün olurdu. Ancak bu Hadîs-i şerîf ile bu konudaki icma bunu engellemektedir. Şâfiî ve Ebû'l-Ferec her ne kadar sünnet ile Kitab'ın neshedilmesini kabul etmemekte iseler de sahih olan bunun câiz olduğudur. Buna delil ise hepsinin şanı yüce Allah'ın hükmü ve onun tarafından gelmesidir. İsterse bunlara verilen isimler farklı olsun. Nitekim bu hususa dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/106. âyet 11. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Bizler ise deriz ki: Bu haber bize her ne kadar ahad yollarla gelmiş ise de bir mirasçıya vasiyet etmenin câiz olmadığına dair müslümanların icmaı da buna eklenmiş bulunmaktadır. Böylelikle miras alan yakın akrabaya vasiyette bulunma vücûbunun sünnet ile neshedilmiş olması ve bu sünnetin icma edenlerin dayanağı olduğu da ortaya çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs ve el-Hasen der ki: Anne-babaya vasiyet Nisa Sûresi'nde belirtilen miras hükmüyle neshedilmiştir. Miras alamayan yakın akraba için hükmü devam etmektedir. Bu, Şâfiî'nin, Mâlikî mezhebi âlimleri çoğunluğunun ve ilim ehli bir topluluğun da görüşüdür. Buhârî’de İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir. Mal çocuğa ait idi. Vasiyet de anne-babaya yapılırdı. Allah bundan dilediğini neshetti. Böylelikle erkeğe iki dişinin payını verdi. Anne-babadan her birisine de altıda bir tayin etti. Hanıma sekizde bir ve dörtte bir, kocaya malın yarısını ve dörtte birini (durumuna göre) miras olarak verdi. Buhârî, Vesâyâ 6, Ferâiz 10. İbn Ömer, İbn Abbâs ve İbn Zeyd der ki: Bu âyet bütünüyle neshedilmiştir. Vasiyet mendub olarak kalmıştır. İmâm Mâlik'in görüşü de buna yakındır. Ayrıca bu görüşü en-Nehhâs, eş-Şa'bi ile en-Nehaî'den zikretmektedir, er-Rabi' b. Huseym der ki: Vasiyet diye birşey yoktur. Urve b. Sabit şöyle der: Ben er-Rabi' b. Huseym'e şu mushafını bana vasiyet et dedim. Oğluna bakıp şu âyeti okudu: "Hısımlar Allah'ın Kitabınca (miras hususunda) birbirlerine daha yakındırlar." (el-Enfal, 8/75) İbn Ömer (radıyallahü anh) da buna yakın bir uygulamada bulunmuştur. Yüce Allah'ın: "el-akrabîn: akrabalar" âyeti "ekrab" kelimesinin çoğuludur. Bir grup ilim adamı şöyle der: Yakın akrabaya vasiyet yabancılara vasiyetten daha iyidir. Çünkü yüce Allah, açıkça onları âyetinde zikretmiştir. Hatta ed-Dahhâk şöyle der: Akrabası olmayanlara vasiyet ettiği takdirde amelini bir masiyet ile sona erdirmiş olur. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre o, kendisinden çocuğu olan cariyelerinin her birisine dört bin (dirhem) vasiyette bulunmuştur. Hazret-i Âişe'nin de azad ettiği bir cariyesine ev eşyasını vasiyet ettiği rivâyet edilmektedir. Salim b. Abdullah'tan da buna benzer bir rivâyet gelmektedir. el-Hasen der ki: Eğer akraba olmayanlara vasiyette bulunursa vasiyeti akrabalarına geri çevrilir. Şayet bu vasiyet yabancı birisine yapılmış ise, o da onlarla birlikte vasiyetten pay alır. Onları terketmekle birlikte akraba olmayanlara vasiyet câiz değildir. Ebû'l-Âl-iyye vefat ettiği sırada çevresinde bulunanlar: Buna hayret edilir, dediler. Riyahoğullarından bir kadın onu azad etti, o ise malını Haşimoğullarına vasiyet etti. en-Nehaî der ki: Onun böyle yapması gerekmezdi ve bu yaptığında bir güzel taraf yoktur. Tavus der ki: Akrabası olmayanlara vasiyet ettiği takdirde bu vasiyeti akrabalarına geri çevrilir ve onun yaptığı bu işi bozulur. Bu görüş Cabir b. Zeyd'e aittir. Bunun bir benzeri el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. İshak b. Raheveyh de bu görüştedir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ile mezheplerine mensup âlimler, el-Evzaî ve Ahmed b. Hanbel ise şöyle demektedirler: Akrabası olmayanlara vasiyette bulunup akrabasını muhtaç bırakanın yaptığı iş ne kadar kötüdür. Bununla birlikte bu kimsenin zengin olsun fakir olsun, yakın olsun uzak olsun müslüman ya da kâfir olsun, kime vasiyet ettiyse bu vasiyeti geçerlidir ve caizdir. İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'den gelen rivâyetlerin ifade ettiği anlam budur, aynı zamanda bu İbn Ömer ve İbn Abbâs'ın da söylediği sözdür. Derim ki: Birinci görüş daha güzeldir. Ebû'l-Âl-iyye'ye gelince o, Haşimoğullarının kendisini azad eden hanımdan daha evla olduklarını gözönünde bulundurmuş olabilir. Çünkü o İbn Abbâs ile arkadaşlık etmişti. İbn Abbâs ona ilim öğretmiş, onu dünyada da ahirette de âlimler derecesine kavuşturmuştu. Böyle bir babalık her ne kadar manevî ise de asıl babalık buna derler. Onu azad eden kadının amacı ise dünyada Ebû'l-Âl-iyye'yi hürler arasına katmaktan ibaretti. Böyle birisini azad etmenin sevabı ona yeter. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 13- Hastanın Hacir Altına Alınması ve Mirasçıya Vasiyyet: Hacr: Sözlükte engellemek ve daraltmak anlamındadır. Şerl bir terim olarak insanın malında tasarrufunun engellenmesi demektir. Fıkıh mezheplerinin tarifleri farklı olmakla birlikte, birbirine yakındır. Bk. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâml, V, 411 vd. ile Fıkıh Usûlü'ne dair eserlerin "ehliyet arızaları" bahsi. İlim adamlarının çoğunluğu hastanın (buradan kasıt ölüm ile sonuçlanan hastalıktır) malında tasarruf hususunda hacr altına alınacağı (tasarrufunun kısıtlanacağı) görüşündedirler. Bu konuda zahir ehli istisna olarak şöyle derler: Hayır, hacir altına alınmaz. Böyle bir kimse sağlıklı kimse gibidir. Ancak konu ile ilgili Hadîs-i şerîfler ve gelen rivâyetlerin ihtiva ettiği anlam görüşlerini reddetmektedir. Hazret-i Sa'd der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Veda Haccı esnasında, âdeta ölüme beni yaklaştıran bir rahatsızlığım dolayısıyla beni ziyarete geldi. Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben gördüğün şekilde bir hastayım. Ben mal sahibi bir kimseyim. Bununla birlikte benim bir kızdan başka mirasçım yoktur. Malımın üçte ikisini sadaka olarak vereyim mi? Hayır, diye buyurdu. Yarısını tasadduk edeyim mi? diye sorunca yine: Hayır diye buyurdu. "Üçte bir, üçte bir de çoktur ya! Çünkü senin mirasçılarını zengin olarak bırakman onları insanlara el avuç açacak şekilde muhtaç bırakmandan hayırlıdır." Daha önce 7 no'lu başlıkta geçti. Yine zahir ehli mirasçılar kabul etseler dahi üçte birden fazlasını vasiyet etmeyi kabul etmezler. Geri kalan bütün ilim adamları mirasçıların kabul etmeleri halinde böyle bir vasiyeti câiz kabul ederler. Doğru olan görüş de budur. Çünkü hastanın üçte birden fazlasını vasiyet etmekten alıkonması mirasçının hakkı dolayısıyladır. Mirasçılar haklarından feragat ettikleri takdirde bu sahih ve câiz olur. Mirasçılar tarafından yapılmış bir hibe gibi olur. Darakutnî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mirasçıların dilemesi dışında hiçbir mirasçıya vasiyet câiz değildir." Dârakutnî, IV, 152. Amr b. Harice'den de şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mirasçılar uygun görmedikçe hiçbir mirasçıya vasiyet yoktur." Dârakutnî, IV, 152. 14- Mirasçıya Yapılan Vasiyeti Kabul Eden Mirasçıların Vazgeçmeleri: Vasiyette bulunanın hayatta iken bir mirasçıya yaptığı vasiyeti kabul eden diğer mirasçılar, onun vefatından sonra bu kabullerinden vazgeçerlerse, hükmün ne olacağı hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir grup şöyle demektedir: Bu, mirasçıların aleyhlerine olmak üzere caizdir ve uygun gördükten sonra geri dönmek hakları yoktur. Atâ b. Ebi Rebah'ın, Tavus, el-Hasen, İbn Sîrîn, İbn Ebi Leyla, ez-Zühri, Rabia ve el-Evzaî'nin görüşleri budur. Bir diğer grup da, arzu ettikleri takdirde bu kabullerinden geri dönebilirler, demektedirler. Bu da İbn Mes'ûd, Şureyh, el-Hakem, Tavus, es-Sevrî, el-Hasen b. Salih, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr'in görüşüdür. İbnu'l Münzir bunu tercih etmiştir. İmâm Mâlik bu hususta meseleyi değişik durumlarına göre ele alır ve şöyle der: Eğer vasiyette bulunan sağlıklı iken (mirasçılar) buna izin vermiş iseler geri dönebilirler. Şayet malında tasarruf etme imkânının olmadığı hastalığı halinde miras bırakana izin vermiş iseler, bu onların aleyhlerine olmak üzere caizdir, geçerlidir. İshak'ın görüşü de budur. Birinci görüşün sahipleri şunu delil gösterirler: Böyle bir vasiyetin engellenme sebebi mirasçılar dolayısıyladır. Mirasçılar bunu geçerli ve câiz kabul ettiklerine göre bu da caizdir. Ayrıca ilim adamları eğer malının üçte birinden fazlasını yabancı birisine vasiyet ettiği takdirde, mirasçıların uygun görmeleri halinde câiz olacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. İşte burada da durum böyledir. İkinci görüşü kabul edenlerin delili de şudur: Mirasçılar o esnada sahip olmadıkları birşey hakkında cevaz vermişlerdir. Mirasçılar mala miras bırakanın vefatından sonra sahip olurlar. Bazen izin veren mirasçı, miras bırakandan önce vefat edebilir. O takdirde o mirasçı olamaz ve başkası ona mirasçı olabilir. Buna göre o malda hakkı olmayan bir kimse onu geçerli kabul etmiş olur. Dolayısıyla bu hususta onun için bağlayıcı bir taraf yoktur. İmâm Mâlik de kabul ettiği görüşüne şu sözleriyle delil gösterir: Kişi sıhhatli olduğu takdirde bütün malında tasarruf hakkına kendisi daha çok sahiptir. Malında istediğini yapar. Sihhatli iken mirasçıları bu hususta ona müsaade ettikleri takdirde, lehlerine vacip olmamış (tahakkuk etmemiş) birşeyi terketmiş olurlar. Eğer hastalık halinde iken ona izin vermiş iseler, bu sefer lehlerine vacip olan (tahakkuk eden) bir hakkın bir kısmını terketmiş olurlar. Dolayısıyla miras bırakan kişi bu vasiyetini yerine getirmiş ise, mirasçıların bu verdikleri izinden geri dönmek hakları yoktur. Çünkü böyle bir imkân ortadan kalkmıştır. 15- Hasta Vasiyetini Yerine Getirmemiş İse: Eğer hasta bu vasiyetini yerine getirmemiş ise mirasçının bundan geri dönme hakkı vardır. Çünkü yerine getirmek suretiyle bu hak ortadan kalkmamıştır. Bu görüş el-Ebherî'ye aittir. İbnu'l-Münzir, İshak b. Raheveyh'ten şunu nakletmektedir: Bu mes'elede İmâm Mâlik'in görüşü diğerlerine göre sünnete daha yakındır. İbnu'l-Münzir der ki: Mâlik, es-Sevrî, Kûfeliler, Şâfiî ve Ebû Sevr, vefatından sonra (mirasçılar) böyle birşeyi uygun gördükleri takdirde bunu kabul etmek zorunda olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. 16- Mirasçıların Bir Kısmına Bir Malı Vasiyet Etmek: Mirasçılarından birisine bir miktar mal vasiyette bulunup da vasiyetinde: Eğer diğer mirasçılar uygun görürlerse bu mal onundur, uygun görmezlerse Allah yolunda harcanacaktır; deyip de mirasçılar uygun görmeseler hükmün ne olacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Eğer mirasçılar bunu uygun görmez, kabul etmezlerse, o vasiyet edilen miktar kendilerine geri döner. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Abdürrezzak'ın arkadaşı Ma'mer'in görüşüne göre ise o takdirde o mal, Allah yolunda harcanır. 17- Hacir Altında Olmayan Âkil-Baliğin Vasiyetiyle Başkalarının Vasiyeti: Hacir altında bulunmayan âkil ve baliğ kimsenin vasiyeti hususunda görüş ayrılığı yoksa da hacir altında bulunan kimsenin vasiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Mâlik der ki: Bizce üzerinde icma olunan husus şu ki: Aklı zayıf, aklı kıt, kimi zaman ayılan musibetzedenin vasiyetleri, eğer neyin vasiyetini yaptıklarını bilecek kadar bir aklî seviyede iseler caizdir. Eğer neyi vasiyet ettiğine aklı eriyor ise, ve münker bir söz söylememiş ise küçük çocuğun vasiyeti de geçerlidir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları küçük çocuğun vasiyeti câiz değildir, der. el-Müzenî der ki: Şâfiî'nin görüşüne göre kıyas da böyledir. Ben bu konuda Şâfiî'nin açıkça sözünü ettiği ve açıkça belirttiği bir ifadesini görmedim. Şâfiî'nin arkadaşlan ise bu konuda iki görüş ortaya atmışlardır. Birinci görüş İmâm Mâlik’in görüşü gibidir, ikinci görüş ise Ebû Hanîfe'nin görüşü gibidir. Bu ikinci görüşün sahipleri şunu delil gösterirler: Küçük çocuğun hanımını boşaması da kölesini azad etmesi de câiz değildir. İşlediği bir cinayetten dolayı ona kısas uygulanmaz, kazf halinde de ona had uygulanmaz. O bakımdan o hacir altında bulunan baliğ gibi değildir. İşte vasiyeti de böyledir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bunlar hacir altında olan baliğ kimsenin vasiyetinin câiz olduğunu ittifakla kabul ederler. Bilindiği gibi yaptığı vasiyete aklı eren çocukların durumu hacir altında bulunanın malındaki uygulamasına benzer. Hacrin illeti malı saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmak ve telef etmektir. Bu illet ise ölümü ile ortadan kalkar. Küçük çocuk, aklı ermeyen deliden daha çok, malındaki tasarruflarında hacr altında bulunana benzer. O bakımdan Hazret-i Ömer'den bu hususta gelen emir ile birlikte vasiyetinin câiz olması gerekir. Mâlik de şöyle demiştir: Bu, Medine'de onlara göre üzerinde icma edilen bir husustur. Başarı Allah'tandır. Muhammed b. Şureyh de der ki: Küçük ya da büyük olsun vasiyette bulunup da hakka isabet eden kimse vasıtasıyla Allah hakkı yerine getirmiş olur. Hakkı hiçbir şey önleyemez. 18- Ma'ruf ve Adaletli Bir Şekilde Vasiyet: Yüce Allah'ın: "Ma'ruf bir şekilde vasiyette bulunsun" âyeti adaletle, kimsenin hakkını yemeden ve aşırıya kaçmadan vasiyette bulunsun, demektir. Bu, vefat edecek olanın kişisel kanaatine, vasiyet edecek olanın görüşüne bırakılmıştır. Daha sonra yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıtasıyla bunun takdirini üzerine aldı. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber: "Üçte bir, üçte bir de çoktur ya" diye buyurmuştur. Bu husuta ilim adamlarının görüşleri önceden kaydedilmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hasenatınıza bir fazlalık olsun ve Allah sizin için bir zekât (arınma sebebi) kılsın diye vefatınızın yaklaştığı sırada Allah sizlere mallarınızın üçte birini tasadduk buyurmuştur. (Onlara tasadduk yetkisini vermiştir)." Bu hadisi Darakutnî Ebû Umame'den, o Muaz b. Cebel'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet etmiştir. Darakutnî, IV, 150; İbn Mâce, Vesâyâ 5'de Ebû Hüreyre'den; Müsned, VI, 441'de Ebû'd-Derdâ'dan. el-Hasen der ki: Vasiyet ancak bırakılan mirasın üçte bir kısmında câiz olur. Buhârî de bu görüştedir. Buna yüce Allah'ın: "Ve onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet" (el-Maide, 5/49) âyetini delil göstermektedir. Buhârî, Vesâyâ 3. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın malın üçte birini çok görme hükmü Allah'ın indirdiğiyle hükmetmektir. Her kim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çizdiği sınırı aşar ve üçte birden fazlasını vasiyet ederse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yasakladığı bir işi yapmış olur. Ve eğer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu husustaki hükmünü bilen birisi ise yaptığı bu işi ile âsi olur. Şâfiî: "Üçte bir çoktur" âyeti, az olmadığını ifade etmektedir, der. 19- Takva Sahipleri Üzerinde Hak: Yüce Allah'ın: "Takva sahipleri üzerine bir hak olarak" âyeti bu hakkın gözetleme ve (zayıfların durumunu) sağlamlaştırma anlamında sabit bir hak olduğunu, farz ve vücup anlamında sabit olmadığını ifade eder. Bunun delili ise: "Takva sahipleri üzerine" kaydıdır. Bu ise böyle bir vasiyetin mendup olduğunun delilidir. Çünkü eğer bu hak farz olsaydı, bütün müslümanlar üzerine olması gerekirdi. Allah'ın bu hususta takva sahiplerini yani kusurlu davranmış olmaktan korkanları özellikle sözkonusu etmesi, ölmesi halinde telef olmasını umdukları dışında, gerekli olmadığını göstermektedir. Eğer telef olmasından korktuğu bir hak varsa o takdirde elini çabuk tutup onu yazması ve vasiyet etmesi farz olarak yerine getirmesi gerekir. Çünkü bu hakkı susarak geçiştirirse bu hakkı zayi eder ve o kişinin bir kusuru olur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Hak olarak" kelimesinin mansup olması te'kid edici masdar olmasındandır. Kur'ân dışında "bu bir haktır" anlamına olmak üzere merfu olması caizdir. İlim adamları der ki: Vasiyeti yazmakta gecikmemek bu âyet-i kerimeden çıkartılan bir hüküm değildir. Bu hüküm İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisten çıkarılmaktadır. Vasiyeti erken yazmanın faydası belgelendirmeyi daha ileri dereceye götürmek, yazılı ve üzerinde kanıt bulunan bir belge haline getirmektir. Bu ise gereğince amel olunması ittifakla kabul olunan vasiyet şeklidir. Adaletli kimseleri şahit tutup onlar da lafzen bu vasiyete şahitlik ederlerse yazılı olarak belgelenmemiş olsa bile o vasiyet gereğince amel olunur. Eğer kendi eliyle vasiyetini yazar ve şahit tutmazsa İmâm Mâlik'ten gelen görüşe göre o vasiyet gereğince amel olunmaz. Ancak bu hususta itham olunması sözkonusu olmaksızın, bir kişinin lehine bir hakkı ikrar etmiş olması hali bundan müstesnadır, o takdirde bu hakkın yerine getirilmesi gerekir. Darakutnî'nin rivâyetine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Vasiyetlerinin baş tarafına şöyle yazarlardı: "Bu filan oğlu filanın yaptığı bir vasiyettir. O Allah'tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, O'nun bir ve tek olduğuna, ortaksız olduğuna, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna, kıyâmetin şüphe sözkonusu olmaksızın mutlaka geleceğine, Allah'ın kabirde olanları dirilteceğine şehadet eder. Kendisinden sonra geriye bıraktığı aile halkına Allah'tan hakkı ile korkmalarını ve aralarında ıslah ile davranmalarını, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmelerini vasiyet etmektedir. Eğer mü’min iseler (böyle davranmalıdırlar). Onlara ayrıca İbrahim'in oğullarına vasiyet ettiğini, Yakub'un da vasiyet ettiğini tavsiye etmektedir ki: Oğullarım, muhakkak Allah sizin için bu dini seçmiştir, ancak müslümanlar olarak ölünüz.." Dârakutnî, IV, 154. 181Artık kim bunu işittikten sonra onu değiştirirse günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Muhakkak ki Allah Semî'dir, Alimdir. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kim., değiştirirse" âyeti şarttır. Bunun cevabi: "Günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir" âyetidir. ": Ancak" edatındaki bölümü, 'nin amel etmesini engeller (kâffe). "Günahı" kelimesi mübtedâ olarak merfu'dur. "Onu değiştirenlerin üzerinedir" anlamındaki âyet da haber mahallindedir. "Onu değiştirirse" âyetindeki zamir vasiyet etmeye racidir. Çünkü "vasiyet" vasiyet etmek anlamındadır. Aynı şekilde "bunu işittikten" âyetindeki zamir de vasiyet etmeye racidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibidir: "Her kime Rabbinden bir mev'iza gelirse" (el-Bakara, 2/271) Buradaki mev'iza "vâz (öğüt)" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Paylaştırmada hazır olursa" (en-Nisa, 4/8) âyetinde "paylaştırma" mal anlamındadır. Bunun delili ise âyet-i kerimede biraz sonra gelen "ondan" âyetidir. Şairin şu sözü de bu türdendir: "Bu ses de ne oluyor?" Kastı bu bağırıp çağırma (feryat) da nedir şeklindedir. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "Dümdüz yumuşak tenli, genç ve güzel, yumuşak huylu Taptaze, yaprakları tomurcuklanmak üzere dalları kabarmış, sorgun ağacının çubuğu gibi..." "Bunu işittikten sonra" âyetinin bizzat vasiden işitmesi anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, sözleriyle kendisinde bu vasiyetin sabit olabileceği kişilerden işitmesi anlamına gelme ihtimali de vardır. Bu da iki kişinin şahitliğidir. "Günahı"ndaki zamir, "değiştirme"ye aittir. Yani onu değiştirmenin günahı değiştirenedir. Ölene değildir. Çünkü vasiyet eden vasiyetiyle kınama sınırlarının dışına çıkmış ve artık bu vasiyetin yerine getirilmesi işi mirasçıya ya da veliye ait olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Vasiyet eden kişi eğer değişiklik yapıp da vasiyeti terkeder veya şeriatte kendisine tayin edilen şekilde yerine getirmeyecek olursa günahkâr olur, demektir. Bu âyet-i kerimede ölen kişi borcunu vasiyet ettiği takdirde borcun ölenin zimmetinden çıkıp bununla borcun veliden talep edileceğine dair delil vardır. Bu borcun ödenmesinde veli ecir alır, geciktirilmesinden dolayı da günah kazanır. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: "Bu, ancak ölenin borcunu ödemekte kusurlu olmaması halinde sahih olur. Buna gücü yettiği halde ödemeyi terketse sonra da borcunun ödenmesini vasiyet etse, velinin bu husustaki kusurlu hareketi, o borcu onun zimmetinden izale etmez." 3- Câiz Olmayan Bir Şeyin Vasiyet Edilmesi: Şarap, domuz yahut masiyet olan birşeyi vasiyet ederse bu vasiyetin değiştirilmesinin câiz olduğu, yerine getirilmesinin de câiz olmadığı hususunda görüş birliği vardır. Tıpkı geriye bıraktığı malın üçte birinden fazlasındaki vasiyeti yürürlüğe koymanın câiz olmadığı gibi. Bu açıklamayı Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) yapmıştır. 4- Herşeyi İşiten ve Herşeyi Bilen Allah: Yüce Allah'ın: "Muhakkak ki Allah" herşeyi işiten "Semi'dir" herşeyi bilen "Alimdir" buyrukları şanı yüce Allah'a ait iki sıfattır. Bu iki sıfata sahip olmakla birlikte vasiyet edenlerin yapacakları herhangi bir zulüm ve haksızlık yapanların herhangi bir değişikliği O'na gizli kalmaz. 182Artık kim vasiyet edenin hataya meylinden yahut günahkâr olacağından korkar da aralarını bulursa, ona da hiçbir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: "Artık kim.." şarttır. Buradaki "korkar" kelimesinin "bilir" anlamına geldiği de söylenmiştir. "Korktu" anlamındaki fiilin aslı “Havefe” şeklindedir. Hem kendisi, hem kendisinden önceki harfin harekeli olması dolayısıyla "vâv" harfi elife kalb edilmiştir. Kûfeliler "feile" veznine uygun olarak esre'ye delâlet etmek üzere bu kelimeyi imaleli söylerler. "Vasiyet eden" anlamındaki âyeti, Âsım'dan Ebû Bekir, Hamza ve el-Kisâî, sâd harfini şeddeli okurlar. Diğerleri ise şeddesiz okurlar. Şeddesiz okuyuş, daha açıktır. Çünkü nahivcilerin çoğu, şeddeliyi teksir (çokluk) ifade etsin diye kullanırlar. Bununla birlikte ayrıca çokluk ifade etmeyen benzer diğer fiillerin her iki halde (şeddeli ve şeddesiz olarak) kullanılması gibi, kullanılmış da olabilir. "Hataya meyl..." kelimesi, zulmetmek anlamındadır. İsmi: Cenif ve cânif gelir. Bu açıklamaları en-Nehhâs yapmıştır. Bunun "meyletmek" anlamına geldiği de söylenmiştir. el-A'şâ der ki: "Devem, Yemâme taraflarından meyledip uzaklaşıyor; Yakınları arasından senden başkasına yönelmedi." Sıhâh'ta şöyle denilmektedir: "el-cenef, meyletmek demektir. Mazide ikinci harfi (nûn) esreli, muzari'de üstündür. Mastarı da "ceneP ...diye gelir. Yüce Allah'ın "Artık kim vasiyet edenin hataya meylinden korkarsa..." âyeti de bu kabildendir. Şair der ki: "Onlar mevlâlarımızdır; bizim aleyhimize (haksızlığa) meyletseler dahi; Esasen biz de onlarla karşılaşmaktan hoşlanmıyoruz." Ebû Ubeyde der ki: Burada "mevlâ" kelimesi, amcaoğulları demek olan "mevâli" anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Sonra sizleri bebek olarak çıkartıyor." (el-Mü’min, 40/67) âyetinde (bebek kelimesi çoğul anlamında) olduğu gibi, (şiirdeki mevlâ kelimesi de çoğul anlamındadır). Şair Lebid de şöyle demiştir: "Ben öyle bir kimseyim ki, Âmirin şeref ve asaleti, Benim haksızlığımı engelledi; düşmanların aleyhime meyletmişken." Ebû Ubeyde der ki: "Cani"'de aynı şekilde meyil eden demektir. "Ecnefe'r-raculu" meylini gerektiren bir iş yaptı demektir. (............) Günaha meyletti, anlamındadır. (.............) sırtı kambur adam, demektir. "Cunefa" ise belli bir yerin adıdır. Bu açıklamaları İbnu's-Sikkît yapmıştır. Âyet-i kerimede yer alan "Meyletmek" kelimesini, Hazret-i Ali'nin zulmetmek anlamında ( lili-) şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Mücâhid der ki: Her kim vasiyet edenin hataya meyledip bir kesimin mirasını kesmeye ve kasten eziyet vermeye kalkışacak olursa ya da bu işi kastı olmaksızın yaparsa, işte bu da günah olmaksızın hataya meyletmektir. Eğer bunu kasten yapacak olursa işte bu günaha doğru bir meyildir. Bunun anlamı şudur: Her kim bu hususta öğüt alır ve bundan vazgeçip böylelikle kendisiyle mirasçıları arasında ve bizzat yine mirasçılar arasını ıslah ederse, onun için bir günah yoktur. "Şüphesiz ki Allah Gafûrdur, Rahîmdir." Vasiyet edene öğüt etki edip de vermek istediği eziyetten vazgeçerse, Allah onu bağışlayıcıdır. İbn Abbâs, Katâde, er-Rabi' ve başkaları şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin manası şudur: Her kim vasiyet edenin ölümünden sonra onun hataya yöneldiğini görür ve mirasçılarının bazısına kasten eziyet vermek istediğinden korkar, yani bilir, görür ve bunu öğrenirse, sonra da mirasçılar arasında ortaya çıkan anlaşmazlık ve ayrılığı düzeltmeye kalkarsa "ona hiçbir günah yoktur"; yani bundan önceki âyette sözü geçen, değiştiren kimsenin günahı onu gelip bulmaz. Eğer onun yaptığı bir işte kaçınılmaz olarak bir değiştirme varsa da bu, bir maslahat gözetilerek yapılan bir değiştirmedir. Günahı gerektiren değiştirme ancak heva ve keyfe göre yapılan değişikliktir. Yüce Allah'ın: "Kim... korkar da" âyetinde hitap bütün müslümanlaradır. Onlara şöyle denilmektedir: Sizler eğer vasiyet hususunda vasiyette bulunan herhangi bir kimsenin haktan uzaklaşıp günaha düşeceğinden korkar ve vasiyetini maruf bir şekilde yapmayacağından çekinirseniz... Bu, malı - mesela damadına yahut kızının oğluna - vasiyet edip böylelikle malının kızına ulaşmasını sağlamak ya da malını, oğluna ulaşması kastıyla oğlunun oğluna vasiyet etmesi ya da yakın olanı terkedip uzağa vasiyette bulunması suretiyle olur. İşte bu gibi şeylerden korkarsanız sizler aralarını düzeltmeye kalkışınız, elinizi bu hususta çabuk tutunuz. Şayet bu konuda aralarında sulh gerçekleşecek olursa arayı düzeltenden günah kalkar. Böyle bir ıslah farz-ı kifayedir. Müslümanlardan herhangi bir kimse bunu yapacak olursa diğerlerinden bu sorumluluk kalkar. Şayet hepsi yapmayacak olurlarsa hepsi de günahkâr olur. 3- Zanna Dayalı Olarak Hüküm Vermek: Bu âyet-i kerimede zan ile hüküm vermeye dair bir delil vardır. Çünkü kişi fesadın kastedildiğini sanacak olursa ıslah için çalışması icab eder. Fesad tahakkuk ettiği takdirde artık bu bir sulh olmaz, onun ortadan kaldırılması için bir hüküm, fesadın iptal edilmesi ve fesadın kökünün kazınması olur. Yüce Allah'ın: "Aralarını bulursa" ıslah ederse âyeti, "korkar" âyetine atfedilmiştir. Burada kinaye yoluyla mirasçılar kastedilmektedir. Onların sözkonusu edilmemesi anlamın bilinmesi dolayısıyladır. Baş tarafta geçen şartın cevabı ise "ona da hiçbir günah yoktur" âyetidir. 4- Hayatta İken Sadaka ile, Ölüm Anında Sadaka arasındaki Fark: Hayatta ve sağlıklı iken sadaka vermenin, ölümün yaklaştığı sırada sadaka vermekten daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Hangi sadaka daha faziletlidir? diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Sıhhatli ve cimri olduğun halde tasaddukta bulunmandır." Buhârî, Zekât 11; Müslim, Zekât 93; Nesâî, Zekât 60, Vesâyâ 1; İbn Mâce, Vesâyâ 4; Müsned, II, 231, 250, 415, 447. Bu hadisi sahih hadis toplayıcıları rivâyet etmişlerdir. Dârakutnî de Ebû Said el-Hudrî'den şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin hayatında bir dirhem sadaka vermesi onun için ölümünün yaklaştığı sırada yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır." Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 3. Nesâî de Ebû'd-Derdâ'dan rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Vefatı yaklaştığı sırada infak eden ya da sadaka veren kimsenin misali doyduktan sonra hediye verinin misaline benzer." Nesâî, Vesâyâ, 1; Ebû Dâvûd, İtak 15; Tirmizî, Vesaya 7. Ancak belirtilen yerlerdeki ifade: "... köle azad eden ya da sadaka veren..." anlamındadır. 5- Vasiyetinde Başkasına Zarar Vermeyen Kimsenin Durumu: Vasiyetinde başkasına zarar vermeyenin bu vasiyeti, terkettiği zekâtına keffaret olur. Dârakutnî rivâyet ediyor: Hazret-i Muâviye b. Kurra babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kimin ölümü yaklaşır da vasiyette bulunursa onun yaptığı vasiyet Allah'ın Kitabına uygun olduğu takdirde bu zekâtından terkettiklerine keffaret olur." Dârakutnî, IV, 149. 6- Vasiyetinde Başkasına Zarar Veren Kimsenin Hükmü: Yine Darakutnî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Vasiyette başkasına zarar vermek kebairden (büyük günahlardan)dır." Dârakutnî, IV, 151. Ebû Dâvûd'un Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süreyle Allah'a itaat ile amel eder, sonra da ölüm gelip onlara çatar ve her ikisi de vasiyetlerinde başkalarına zarar verirlerse o takdirde her ikisine de cehennem hak olur." Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 3; Tirmizî, Vesâyâ, 2; İbn Mâce, Vasâyâ 3. Nesâî de Kitabının (vasiyet bölümünde) şöyle bir başlık açmıştır: "Vasiyetinde haksızlığa meyledenin namazını kılmak": Nesâî, Cenâiz 65. Bize Ali b. Hucr haber verdi. "Bize Huşeym, Mansur'dan bildirdi ki o, İbn Zâzân diye bilinir, İbn Zâzân el-Hasen'den o İmrân b. Husayn (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre adamın birisi ölümünün yaklaştığı sırada altı tane kölesini azad etti ve bunlardan başka bir malı da yoktu. Bu durum Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşınca Hazret-i Peygamber bundan dolayı kızdı ve şöyle dedi: "Ben içimden bunun cenaze namazını kılmamayı geçirdim." Daha sonra onun kölelerini çağırdı. Üçe böldü, ardından aralarında kur'a çekti. İkisini azad etti, geriye kalan dördünün köleliğini devam ettirdi. Nesâî, Cenâiz, 65; Müslim, Eyman 56; Ebû Dâvûd, İtâk 10; Tirmizî, Ahkâm 27; Müsned, IV, 326; İbn Mâce, Ahkâm 20. Müslim de bu hadisi bu anlamda rivâyet etmiştir. Ancak Müslim'de hadisin sonlarında: "Ben onun cenaze namazını kılmamayı içten içe kararlaştırdım" sözü yerine, "ona ağır sözler söyledi" ifadesi yer almaktadır. 183Ey îman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı. Tâ ki takva sahibi olasınız. Bu âyetin: "Ey îman edenler... sayılı günlerde" bölümüne dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Ey îman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı" diye buyurmaktadır. Bundan önce mükellefler üzerinde yazılan kısas ve vasiyeti sözkonusu ettikten sonra burada da Allah onların üzerine oruç tutmayı farz yazdığını, orucu yerine getirmekle yükümlü tuttuğunu ve orucu farz kıldığını belirtmektedir. Orucun farz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan ayı orucu tutmak ve haccetmek." Bu hadisi İbn Ömer rivâyet etmiştir. Buhârî, Îman 1,2; Müslim, Îman 19-22; Tirmizî, Îman 3; Nesâî, Îman 13. Sözlük anlamı itibariyle oruç (siyam) imsak etmek ve bir halden bir başka hale geçişi terketmek demektir. Susup konuşmamaya da "Savm" denilir. Çünkü bu da konuşmaktan kendisini alıkoymaktır. Yüce Allah da Hazret-i Meryem'den haber verirken şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten ben Rahmân (olan Allah) için oruç adadım." (Meryem, 19/26) Yani konuşmamayı adadım, demektir. Savm, yine rüzgarın dinmesi ve esmemesi demektir. Ayakta dikilip duran ve yemini yemeyen hayvan hakkında da bu tabir kullanılır. Günün mutedil olması hakkında da bu ifade kullanılır. Gündüzün ortasında güneşin tam tepede olması, (aynı kökten olmak üzere): "Masam" kelimesiyle ifade edilir. Nâbiğa'nın şu beyiti de bu türdendir: "Bazı atlar vardır ki hareketsiz ve yürümez (sâime) kimileri de öyle değildir Toz bulutları altında; kimi atlar da ağızlarındaki gemleri çiğner." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sanki Ülker yıldızı kendine has yerlerinde (masam) asılı ve hareketsiz durmaktadır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve en kötü (kuyu) çıknklar(ı) ise hareket edip dönmeyenlerdir." İmruu’l-Kays da şöyle demiştir. "Bırak onu, kederlerini ise; gündüzün olduğu gibi durup Sıcak olduğu vakit hızlıca yol alan, toplu bir deve ile teselli bul." Yani güneş hareket etmeyip bu ağır hareketi dolayısıyla imsak eden (yani hareketsiz duran) gibi olduğunda, kendini böylece teselli et, demektir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Nihayet gün ortalanıp itidal bulursa Güneşin de salyaları akıp inerse." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Vecra'da sarı yanaklı devekuşları Uykunun tadına bakmıyor, hep oruçludur." Yani bunlar hep ayakta durmaktadır. Bu anlamda bu kelime şiirde pek çok kullanılmıştır Sert bir terim olarak oruç; tan yerinin ağardığından itibaren güneşin batışına kadar niyet ile birlikte oruç bozan şeylerden uzak durmak demektir. Orucun tam ve mükemmel olması ise yasaklardan uzak durmak ve haramlara düşmemek ile gerçekleşir. Çünkü Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan söz söylemeyi ve onun ile ameli terketmeyecek olur ise, o kimsenin yemesini içmesini terketmesine Allah'ın bir ihtiyacı yoktur." Buhârî, Savm 8, Edeb 51; Ebû Dâvûd, Savm 25; Tirmizî, Savm 16; İbn Mâce, Siyam 21. Orucun fazileti çok büyük, sevabı pek fazladır. Buna dair sahih, hasen pek çok Hadîs-i şerîf gelmiştir ki hadis İmâmları bunları kitaplarında kaydetmiştir. Bir kısmı da ileride gelecektir. Orucun faziletine dair şimdilik yüce Allah'ın orucu kendi zatına izafe ettiğini bilmek yeterlidir. Nitekim Hadîs-i şerîfte sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Rabbinden şöyle buyurduğunu bize bildirmektedir: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuruyor: Âdemoğlunun bütün amelleri kendisinindir. Oruç müstesna. O Benimdir, onun mükâfatını verecek olan da Benim." Buhârî, Libâs 78; Müslim, Siyam 161, 163-164, Nesâi, Siyam 41, 42; İbn Mâce, Siyam 1 v.s. Her ne kadar bütün ibadetler yalnızca Allah'ın ise de orucu kendi zatına tahsis etmesi diğer ibadetlerden onu farklı kılan şu iki sebep dolayısıyladır: 1- Oruç nefsin hoşuna giden şeylerini ve arzularını sair ibadetlerden daha ileri derecede engelleyicidir. 2- Oruç kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Bu ancak Allah'a ayan olur. Bundan dolayı oruç Allah'a has bir ibadet olarak sözkonusu edilmiştir. Sair ibadetler ise açıktan yapılır. Kul, belki bunları görsünler ve riyakârlık olsun diye de yapıyor olabilir. O bakımdan oruç diğer ibadetler arasından Allah'a özellikle tahsis edilmiştir. Bu hususta başka açıklamalar da yapılmıştır. Yüce Allah'ın "yazıldığı gibi" âyetindeki "gibi" anlamındaki "kef" harfi sıfat olarak nasb mahallindedir. Öncekilere yazıldığı gibi bir yazılış ya da: Öncekilerin orucu gibi bir oruç... takdirindedir. "Siyam (oruç)" kelimesinden hal de olabilir. Yani: Oruç sizden öncekilere yazılmış olduğu gibi, onlarınkine benzer bir halde size de yazıldı, demek olur. Kimi nahiv bilgini der ki: Burada "kef" harfi, "siyam: oruç" için sıfat mahallindedir. Çünkü burada "siyam" kelimesi (harf-i tarifli gelmiş olmakla birlikte) katıksız bir marife değildir. Çünkü bunda -şeriatin getirmiş olduğu açıklamalardan anlaşıldığı gibi- bir bakıma mücmellik sözkonusudur. O bakımdan bu kelimenin "kemâ: gibi" ile sıfatlandırılması mümkün olmuştur. Çünkü bununla ancak nekire (marife olmayan, belirtisiz) isimler nitelendirilir. O bakımdan burada ibare "sizin üzerinize öyle bir oruç farz kılındı ki..." hükmündedir. Ancak bu açıklama zayıf kabul edilmiştir. "Mâ" edatı ise cer mahallindedir; sılası ise "sizden öncekilere yazıldı" anlamındaki ifadedir. "Yazıldı" fiilindeki zamir de "mâ" edatına aittir. 4- Sizden Öncekilere Yazıldığı Gibi.. Yüce Allah'ın: "Sizden öncekilere yazıldığı gibi" âyetindeki benzetmenin neye yapıldığı hususunda tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. en-Nehaî, Katâde ve başkaları şöyle demektedir: Buradaki benzetme orucun zamanı ve miktarı ile ilgilidir. Yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Îsa'nın kavimlerine Ramazan ayı orucunu farz olarak yazdı, onlar ise bunu değiştirdiler. Bilginleri onlara on gün daha ilave ettiler. Daha sonra bilginlerinden birisi hastalandığında Allah kendisine şifa verdiği takdirde oruçlarına on gün ilave edeceği adağında bulundu ve bu adağını yerine getirdi. Bunun sonucunda hıristiyanların oruçları elli günü buldu. Ancak sıcakta bu kadar süre oruç tutmak onlara ağır gelince bu orucu yazdan bahara aktardılar. en-Nehhâs bu görüşü benimseyip şöyle der: Âyette dile getirilen hususa daha uygun bir açıklamadır. Bu konuda bu görüşün doğruluğuna delalet eden bir Hadîs-i şerîf de vardır ki (en-Nehhâs) bunu Dağfel b. Hanzala'dan müsned olarak rivâyet etmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Hıristiyanlar bir ay boyunca oruç tutmakla yükümlü idiler. Onlardan birisi hastalandı. Bunun üzerine şöyle dediler: Allah ona şifa verecek olursa oruca on gün ilave edeceğiz. Daha sonra bir başkası hastalandı. Bu da yediği bir etten dolayı ağzından rahatsızlanmıştı. Onlar: Allah ona şifa verecek olursa yedi gün daha ekleyeceğiz, dediler. Daha sonra bir başka hükümdar döneminde biz bu yedi günü (ona) tamamlayalım ve orucumuzu bahar mevsiminde tutalım, dediler. Böylelikle toplam oruç günlerinin sayısı elliyi buldu." Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 428-429. İbn Hanzala, en-Nehhâs ve Taberânî tarafından rivâyet edildiğini belirtmektedir. Ancak "Dağfet b. Hanzala" yerine "Ma'kil b. Hanzala" ismini vermektedir. Doğrusu "Dağfel'dir. Sahabe olup olmadığı ihtilaflı olmakla birlikte, olmadığı görüşü daha kuvvetlidir. Bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-İ'tidâl, II, 217; İbn Hacer, Takribu't-Tehzib, I, 236 Mücâhid der ki: Yüce Allah, Ramazan ayı orucunu bütün ümmetlere farz kılmıştır. Şöyle de denilmiştir: Onlar işi daha sağlam tutmak istediklerinden otuz günden önce bir gün ondan sonra da bir gün, oruç tuttular. Ardı arkasına gelen nesiller böyle yaptı, nihayet oruçları toplam elli günü buldu. Sıcakta bu kadar çok oruç tutmak onlara ağır geldiğinden dolayı güneş senesi mevsimine naklettiler. en-Nekkâş der ki: Bu hususta Dağfel b. Hanzala'dan ve Hasan-ı Basrî ile es-Süddî'den gelen bir Hadîs-i şerîf vardır. Derim ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, şek günü oruç tutmanın mekruh olması bundan dolayıdır. Ayrıca Ramazan bayramının birinci günü akabinde ve Ramazan'a bitişik olarak Şevval'in altı gününü tutmanın mekruh olması da bundandır. en-Nehaî der ki: Bütün yıl boyunca oruç tutsam şek günü mutlaka orucumu açarım. Çünkü hıristiyanlara bize olduğu gibi Ramazan ayında oruç tutmak farz kılınmıştır. Onlar bunu güneş senesindeki mevsime havale ettiler, değiştirdiler. Çünkü artık oruç oldukça sıcak günlere tesadüf ediyordu. O bakımdan otuz gün sayarak (diğer mevsimde) tutmaya başladılar. Ardından bir başka nesil geldi. Bunlar da kendileri için işi sağlam tutmak istediler. Otuz günden önce bir gün sonrasında da bir gün oruç tuttular. Arkalarından gelenler kendilerinden önce gelenlerin yolunu izlemeye devam etti, nihayet oruçlarının sayısı elli günü buldu. İşte yüce Allah'ın: "Sizden öncekilere yazıldığı gibi" âyeti bunu göstermektedir. Bir diğer görüşe göre buradaki benzetme, öncekilere farz kılınması açısından farziyyetin aslı ile ilgilidir. Zaman ve keyfiyeti ile alakalı değildir. Bir diğer görüşe göre benzetme, onlar hakkında sözkonusu olan orucun niteliği ile ilgilidir. Yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmak bakımından oruçlar arasındaki benzerlik kastedilmiştir. Oruç açma vakti geldiğinde uyuyan kişi bunları da yapmazdı. Önceleri hıristiyanlarda böyleydi, İslâm'ın ilk dönemlerinde de böyleydi. Daha sonra yüce Allah bunu ileride de geleceği üzere "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı." (el-Bakara, 2/187) âyeti ile bunu neshetmiştir. Bu açıklama es-Süddî, Ebû'l-Âl-iyye ve er-Rabî'e aittir. Muaz b. Cebel ile Atâ şöyle derler: Buradaki benzetme oruç ile ilgilidir. Ne nitelikle ne de sayı ile ilgidir. Fazlalık ve eksiklik bakımından her iki oruç arasında farklılık bulunsa bile bu böyledir. Bunun anlamı şudur: "Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı." Yani İslâm'ın ilk dönemlerinde her aydan üçer gün ve Aşura günü olmak üzere size farz kılındı. "Sizden öncekilerden kasıt İbn Abbâs'ın görüşüne göre yahudilerdir. Bunlara da (her aydan) üç gün ve Aşura günü oruç tutmak farz kılınmıştı. Daha sonra bu şekilde oruç, bu ümmete Ramazan ayında oruç tutma emriyle nesholundu. Muaz b. Cebel der ki: Bunu yüce Allah: "Sayılı günlerde" âyeti ile neshetti. Daha sonra bu sayılı günler ise Ramazan ayı orucu ile nesholundu. Yüce Allah'ın: "Ta ki takva sahibi olasınız" âyeti muhataplar hakkında bir umuttur. Daha önceden bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (el-Bakara, 2/21. âyette) "Takva sahibi olasınız" âyetinin buradaki anlamının; zayıflayasınız şeklinde olduğu söylenmiştir. Çünkü yemek azaldıkça şehvet de azalır. Şehvet azaldıkça isyanlar da azalır. Böyle bir açıklama güzel mecazî bir açıklamadır. Masiyetlerden "Sakınmanız için oruç size farz kılındı" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre de burada takva sahibi olmak genel özelliğiyledir. Çünkü oruç Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da buyurduğu üzere: "Oruç bir kalkandır" Buhârî, Savm 2, Tevhid 35; Müslim, Siyam 162, 163; Ebû Dâvûd, Savm 26; Tirmizî, Savm 55; Nesâî, Siyam 42, 43 v.s. ... ve "cinsel arzuyu kıran bir araçtır." Buhârî, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1; Nesâî, Siyam 43; İbn Mâce, Nikâh 1... Yani oruç takvanın sebebidir. Çünkü arzulan öldürür. 184Sayılı günlerde. Sizden kim hasta veya yolcu olursa onlar sayısınca (başka günlerde) oruç tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler. Bununla beraber kim hayır yaparsa, işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz. 6- Sayılı Günler: Yüce Allah'ın: "Sayılı günlerde" âyeti el-Ferrâ''ya göre "yazıldı" âyetinin ikinci mef'ûlüdür. Bunun "yazıldı" âyeti dolayısıyla zarf olduğu için mansub olduğu da söylenmiştir. Yani oruç sizin üzerinize sayılı günlerde farz kılındı, demektir. Sayılı günler ise Ramazan ayıdır. Bu, Hazret-i Muaz'dan varid olan rivâyetten farklı bir hususa delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Sizden kim hasta veya yolcu olursa onlar sayısınca başka günlerde (oruç tutsun)" âyetine dair açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın bu âyetinde "hasta olursa" diye sözü geçen hastanın iki durumu vardır. Birincisinde hasta herhangi bir şekilde oruç tutamaz. O takdirde bunun orucunu açması vaciptir. İkinci durumda ise zarar ve zorlukla birlikte oruç tutabilmesidir. Böyle bir kimsenin orucunu açması müstehaptır. Buna rağmen cahil dışında kimse oruç tutmaz. İbn Şîrîn der ki: İnsan hasta ismini hakedecek duruma geldi mi oruç açması da sahih olur. Bu ifade yolcunun yolculuk sebebiyle yolculuğun ruhsatından istifade edebilmesine kıyasen kullanılmıştır. İsterse oruç açmayı gerektiren bir zaruret bulunmasın. Tarif b. Temmam el-Utaridî der ki: Ramazan ayında Muhammed b. Sirin'in yanına girdim yemek yediğini gördüm. Yemeği bitirince şöyle dedi: Benim bu parmağım ağrıyordu. İlim adamlarından pek çok kimse de şöyle demiştir: Oruçlu eğer kendisini rahatsız edecek, kendisine eziyet verecek bir hastalığa yakalanmış ya da bu hastalığın uzamasından korkuyor ya da daha da artmasından çekiniyor ise oruç açması sahih olur. İbn Atiyye der ki: İmâm Mâlik'in mezhebine mensup yetkin ilim adamlarının kabul ettikleri görüş budur ve onlar bu görüşü esas kabul eder ve buna göre tartışırlar. Ancak İmâm Mâlik'in kullandığı ifade ise, kişiye ağır gelen ve onu bir dereceye kadar rahatsız eden hastalık, şeklindedir. İbn Huveyzimendad ise şöyle demektedir: Oruç açmayı mubah kılan hastalık ile ilgili İmâm Mâlik'ten gelen rivâyet farklı farklıdır. Bir seferinde: Oruç tutmaktan dolayı telef korkusudur, derken bir diğer seferinde: Hastalığın ağır olması, oruçla birlikte hastalığın artması ve aşırı derecede zorluk çekmek halidir, demiştir. Mezhebinde sahih olan budur. Zahirin gereği de budur. Çünkü herhangi bir hastalık özel olarak sözkonusu edilmemiştir. Dolayısıyla oruç açmak bütün hastalıklarda mubahtır. Delil ile tahsis edilen baş ağrısı, sıtma ve oruç ile birlikte sıkıntı teşkil etmeyen azıcık hastalık bunlardan müstesnadır. el-Hasen der ki: Hastalıktan dolayı ayakta namaz kılamayacak ise oruç açar. Bu görüş en-Nehaî tarafından da ifade edilmiştir. Bir kesim de şöyle der: Bizzat hastalığın zarureti kişiyi oruç açmak zorunda bırakmazsa hastalıktan dolayı orucunu açamaz. Oruç ile birlikte bu zarurete katlanabiliyor ise orucunu açmaz. Bu Şâfiî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin de görüşüdür. Derim ki: İbn Sirin'in görüşü yüce Allah'ın izniyle bu hususta en mu'tedil olan görüştür. Buhârî der ki: Neysâbur'da iken Ramazan ayında hafif bir şekilde rahatsızlanmıştım. İshak b. Raheveyh bir grup arkadaşıyla birlikte benim ziyaretime geldi ve bana şöyle dedi: Ey Abdullah, orucunu açtın mı? Ben: Evet deyince şöyle sordu: Ruhsatı kabul etmeyecek kadar zayıf düşmekten mi korktun? Ben dedim ki: Bize Abdan İbnu'l Mübarek anlattı, o İbn Cüreyc'den şöyle dediğini nakletti: Atâ'ya: Hangi hastalıktan dolayı oruç açabilirim, dîye sordum. O: Hangisi olursa, dedi. Nitekim yüce Allah: "Sizden kim hasta veya yolcu olursa.." diye buyurmuştur. Buhârî der ki: İshak bu hadisi bilmiyordu. Ebû Hanîfe de der ki: Kişi oruçlu iken orucunu açmadığı takdirde gözünün ağrısının ya da sıtmasının artmasından korkarsa orucunu açar. Yüce Allah'ın: "Veya yolcu olursa..." âyetinde sözü geçen ve oruç açmayla namazı kısaltmanın câiz olduğu yolculuk hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bununla birlikte yolculuğun cihad ve hac gibi itaat yolculuğu olması halinde, hükümde ittifak ve icma halindedirler. Akrabalık bağını gözetmek ve zaruri geçim talebi maksadıyla yapılan yolculuklar da bunlar gibidir. Ticaret ve mubah maksatlarla yapılan yolculuklar hakkında ise men' ve câiz kabul etmek açısından farklı görüşler vardır. Câiz kabul eden görüşler daha tercihe değerdir. İsyankârın yolculuğu hususunda ise câiz olup olmaması açısından farklı görüşler vardır. Câiz olmayacağı görüşü daha tercihe değer bulunmuştur. Bu açıklamalar İbn Atiyye'ye aittir. İmâm Mâlik'e göre oruç açmak için gereken uzaklık, namazı kısaltmak için gereken uzaklıktır. Bunun miktarı hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik bir gün ve bir gecelik yoldur demiş, daha sonra bundan dönerek: Kırksekiz mildir demiştir. İbn Huveyzimendad der ki: Maliki mezhebinin zahir olan görüşü budur. Bir seferinde İmâm Mâlik kırkiki mil demiştir. Bir seferinde otuzaltı mil demiştir. Bir seferinde bir gün bir gecelik yolculuk demiştir. Ondan iki günlük mesafe de rivâyet edilmiştir. Bu, Şâfiî'nin de görüşüdür. Kimi zaman kara ile denizdeki yolculuk arasında fark gözeterek denizde bir gün bir -gecelik yolculuk, karada ise kırksekiz mil demiştir. Maliki mezhebinde otuz mil görüşü de vardır. Mezhep dışı üç millik görüş de vardır. İbn Ömer, İbn Abbâs ve es-Sevrî üç günlük yolculukta oruç açılır demiştir. Bu görüşü İbn Atiyye nakletmiştir. Derim ki: Buhârî'deki ifade ise şöyledir: İbn Ömer ve İbn Abbâs dört beridlik bir mesafede oruç açar ve namazlarını kısaltırlardı, ki bu da onaltı fersahlık bir mesafedir. Buhârî, Taksir 4. 3- Yolculuk Yapacak Olanın Geceden Oruç Açmayı Niyet Etmesi: İlim adamları ittifakla yolcunun Ramazan ayında geceden oruç tutmamayı kararlaştırmasının câiz olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü yolcu ikamet edenin hilafına niyet etmekle yolcu olmaz. Ancak fiilen ve bu işi yapmakla yolcu olur. İkamet edenin ise belli bir fiil işlemesine gerek yoktur. Çünkü ikamete niyet ettiği takdirde derhal mukîm olur. Zira ikametin ayrıca bir amele ihtiyacı yoktur. O bakımdan aralarında fark vardır. Yine yolculuğa çıkacağını ümit eden kimsenin yolculuğa çıkmadan önce orucunu açmasının câiz olmayacağı hususunda da ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Şayet orucunu açarsa İbn Habib'in dediğine göre: Eğer yolculuğu için hazırlığını yapmış ve hareket için gerekli tedbirlerini almış ise herhangi bir sorumluluğu yoktur. İbn Habib bu görüşünü Esbağ ve İbn el-Macuşun'dan nakletmektedir. Herhangi bir engel yolculuğa çıkmasını önlerse o takdirde üzerine keffaret düşer. Bundan kurtulabilmesi için ise yolculuk yapması yeterlidir. Îsa'nın İbnu'l-Kasım'dan rivâyetine göre ise ona düşen sadece bir günlük kaza etmektir. Çünkü o oruç açmakla te'vilde bulunmaktadır. Eşheb de şöyle der: İster yolculuğa çıksın isterse çıkmasın keffaret diye herhangi bir sorumluluğu olmaz. Suhnûn da der ki: İsterse yolculuğa çıksın isterse çıkmasın keffaret ödemesi gerekir. Bu ise yarın ay hali olacağım deyip bundan dolayı orucunu açan kadın durumundadır. Ancak Suhnun daha sonra Abdülmelik ile Esbağ'ın görüşlerini kabul eder ve şöyle der: Hayır, böyle bir yolculuk niyeti taşıyan bir kimse kadın gibi değildir. Çünkü erkek dilediği takdirde yolculuğa çıkabilir. Kadın ise kendi isteğiyle ay hali olamaz. Derim ki: İbnu'l-Kasım ile Eşheb'in keffaret olmadığına dair görüşleri güzel bir görüştür. Çünkü böyle bir kimse kendisi için yapması câiz olan bir işi yapmıştır. Ve kişinin zimmeti (sorumluluktan) beridir. Kişinin zimmetinde ancak yakîn ile herhangi birşey sabit olur (yani yakîn ile bir borcu ödeme sorumluluğu ortaya çıkar). Böyle bir görüş ayrılığı varken ise yakîn olmaz. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Veya yolcu olursa" âyetinin gereği de budur. (Yani üzerine keffaret düşmemesi gerekir). Ebû Ömer ise der ki: Bu, ilim adamlarının bu mes'ele ile ilgili görüşlerinin en sahih olanıdır. Çünkü böyle bir kimse maksatlı olarak orucun hürmetini çiğnemiş değildir. O sadece te'vilde bulunan bir kimsedir. Eğer yolculuk niyetiyle birlikte oruç yemek -yola çıkmasından önce olduğundan dolayı- üzerine keffareti gerektiriyor olsaydı, yola koyulması üzerinden bu keffareti düşüremezdi. Bu konu üzerinde düşündüğümüz takdirde bunun yüce Allah'ın izniyle böyle olduğunu görürüz. Diğer taraftan Darakutnî şunu rivâyet etmektedir: Bize Ebû Bekr en-Neysaburî anlattı, bize İsmail b. İshak b. Sehl Mısır'da anlattı, bize İbn Ebi Meryem anlattı, bize Muhammed b. Ca'fer anlattı, bana Zeyd b. Eslem haber vererek dedi ki: Bana Muhammed b. el-Münkedir, Muhammed b. Kab'dan haber vererek, onun şöyle dediğini bildirdi: Ramazan ayında Enes b. Mâlik'in yanına vardım. Yola çıkmak istiyordu. Bineği hazırlanmış, yolculuk elbisesini giyinmişti. Güneş de batmak üzereydi. Kendisine yemek getirilmesini istedi, ondan yedi sonra da bineğine bindi. Ben ona: Bu yaptığın sünnet midir? dedim, o: Evet dedi. Darakutnî, II, 188. Yine Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bana Ebû Mûsâ dedi ki: Yolculuğa çıktığın zaman oruçlu çıktığını geri dönüp (evine) girdiğinde de oruçlu girdiğini haber aldım. Ben sana: Çıktığında oruçsuz olarak çık, girdiğinde de oruçsuz olarak gir diye bildirmedim mi? Darakutnî, II, 188. Hasan-ı Basrî de der ki: Yolculuğa çıkmak istediği gün dilediği takdirde evinde orucunu açabilir. Ahmed de der ki: Beldesinin evlerinden uzaklaştı mı orucunu açar. İshak ise şöyle der: Hayır, ayağını bineğinin üzerine koymakla birlikte orucunu açar. İbnu'l-Münzir der ki: Ahmed'in görüşü sahihtir. Çünkü fukaha şöyle der: Güne sağlıklı olarak başlayıp sonradan hastalanırsa günün geri kalan kısmında orucunu açar. Aynı şekilde güne mukîm olarak başlayıp sonradan yolculuğa çıkarsa yine orucunu açabilir. Bir kesim ise şöyle demektedir: İsterse fiilen yolculuğa başlamış olsun o gün orucunu açmaz. ez-Zührî, Mekhul, Yahya el-Ensarî, Mâlik, el-Evzaî, Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y sahipleri de bu görüştedir. Ancak orucunu açtığı takdirde hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Hepsi orucunu kaza eder fakat keffaret ödemez, derler. Mâlik der ki: Çünkü yolculuk sonradan ortaya çıkan bir mazerettir. Daha sonra başgösteren hastalık gibidir. Şu kadar var ki İmâm Mâlik'in arkadaşlarından birisinin görüşüne göre hem kazasını yapar, hem de keffarette bulunur. Bu İbn Kinane ve el-Mahzûmî'nin de görüşüdür. el-Bacî, bu görüşü Şâfiî'den de nakletmektedir. İbnu'l Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve benimsemiştir. Bunu şöyle açıklamaktadır: Çünkü yolculuk ibadetin lazım oluşundan sonra ortaya çıkmış bir özürdür. Ayrıca yolculuk, hastalık ve ay halinden farklıdır. Çünkü hastalık kişiye oruç açmayı mubah kılar. Hayız ise oruç tutmayı kadına haram kılar. Yolculuk ise oruç açmayı yolcuya mubah kılmaz. O bakımdan orucun hürmetini (saygınlığını) ihlal ettiğinden dolayı keffaret orucu tutması gerekir. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Ancak bu görüşün hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü yüce Allah Kitab'ta ve sünnette yolcuya oruç açmayı mubah kılmıştır. "Orucunu açmaz" diyenlerin bu hükmü ise oruca başladığından dolayı açmamasının müstehap olduğunu ifade etmek içindir. Bununla birlikte eğer Allah'ın müsaade ettiği ruhsatı kabul eder ve uygularsa kazasını yapması gerekir. Keffarette bulunmasının ise açıklanabilir bir tarafı yoktur. Keffarette bulunmayı gerekli görenler Allah'ın da Rasûlünün de vacip kılmadığını vacip görmüşlerdir. İbn Ömer'den ise bu mesele hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yolcu olarak yola çıktığı takdirde dilerse o gününün orucunu açar. Bu aynı zamanda Şa'bî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Derim ki: Buhârî, bu mes'eleyle ilgili şu şekilde bir başlık kullanır: "İnsanlar kendisini görsünler diye yolculukta oruç açan." Daha sonra İbn Abbâs'ın şu şekildeki hadisini nakleder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'den Mekke'ye gitmek üzere yola çıktı. Usfan denilen yere varıncaya kadar oruçlu idi, daha sonra kendisine su getirilmesini istedi. İnsanlara göstersin diye suyu elleriyle kaldırdı ve orucunu açtı. Mekke'ye varıncaya kadar bu böyle oldu. Hazret-i Peygamber bunu Ramazan ayı'nda yapmış idi. Buhârî, Savm 38. Bu hadisi Müslim de İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve o hadiste şöyle demiştir: Daha sonra Hazret-i Peygamber içinde içecek bulunan bir kap getirilmesini istedi. İnsanlar onu görsünler diye gündüzün o kaptan içti, sonra da orucunu açtı ve Mekke'ye gelinceye kadar bu böyle oldu. İşte bu âyetler açık birer nastırlar. Dolayısıyla buna muhalif olan görüşler kendiliğinden sakıt olur. Başarı Allah'tandır. Bu hadis aynı zamanda oruç niyeti yolculukta yerine gelmez, diyenlere karşı da bir delildir. Hazret-i Ömer, İbn Abbâs, Ebû Hüreyre ve İbn Ömer'den bu görüş (yolculukta orucun olmayacağı görüşü) rivâyet edilmiştir. İbn Ömer der ki: Yolcu iken oruç tutan kimse ikamet edince kazasını yapar. Abdurrahman b. Avf tan da, yolculukta oruç tutan mukîm iken orucunu açan gibidir der. Nesâî, Siyam 53. Zahir ehlinden bir grup ilim adamı da bu görüştedir. Delil olarak da yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca başka günlerde (oruç tutsun)" âyetini delil gösterirler ki ileride buna dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca Ka'b b. Âsım'ın şu rivâyetini de delil gösterirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir." Buhârî, Savm 36; Müslim, Siyam 92; Ebû Dâvûd, Savm 44. Yine bu hadis şu görüş sahiplerine karşı da delildir: Yolculukta iken oruç tutmayı geceden niyet eden bir kimse herhangi bir mazereti bulunmasa dahi orucunu açabilir. Mutarrif de bu görüştedir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Hadis ehlinden bir topluluk da bu görüştedir. İmâm Mâlik böyle bir kimsenin hem kazasını tutmasını hem de keffaret orucu tutmasını vacip görürdü. Çünkü böyle bir kimse oruç açmak ve oruç tutmakta muhayyer idi. O oruç tutmayı tercih edip geceden oruç tutmayı niyet edince artık oruç açamaz olur. Özürsüz olarak kasten orucunu açtığı takdirde hem kaza etmesi, hem de keffaret orucu tutması gerekir. İmâm Mâlik'ten böyle bir kimsenin keffaret orucu tutması gerekmediğine dair rivâyet de gelmiştir. İmâm Mâlik'in arkadaşlarının çoğunun görüşü budur. Şu kadar var ki Abdülmelik şöyle demiştir: Şayet hanımıyla cima ederek oruç açarsa keffaret öder. Çünkü böyle bir davranış yolculuğa karşı onu güçlendirmez ve onun için mazeret de değildir. Çünkü yolcu olan kimseye oruç açmasının mubah kılınması bu sayede yolculuğa karşı güçlensin diyedir. Irak ve Hicazlı diğer fukahâ ise şöyle demektedir: Böyle bir kimseye keffaret düşmez. Bunlar arasında es-Sevrî, el-Evzaî, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve sair Kûfeli âlimler de vardır. Bu açıklamaları Ebû Ömer yapmıştır. 4- Yolculukta Oruç Tutmak mı Daha Faziletlidir, Oruç Açmak mı? İlim adamları yolculukta oruç açmak mı oruç tutmak mı daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve Şâfiî kendilerinden gelen bazı rivâyetlerde şöyle demektedirler: Gücü yeten kimse için oruç tutmak daha faziletlidir. Mâlikî mezhebinin özü, bu konuda yolcunun muhayyer bırakılması şeklindedir. Şâfiî mezhebinde de durum bundan ibarettir. Şâfiî ve ona uyanlar böyle bir kimse muhayyerdir, derler ve bu konuda yolcunun durumuna göre farklı hüküm vermezler. İbn Uleyye de bu görüştedir. Çünkü Enes (radıyallahü anh) yolu ile gelen hadiste şöyle demektedir: Ramazan ayında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yolculuk yaptım. Oruç tutan oruç tutmayanı ayıplamadığı gibi oruç tutmayan da oruç tutanı ayıplamamıştır. Bu hadisi Mâlik, Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Savm 37; Müslim, Siyam 93-99; Ebû Dâvûd, Savm 43; Nesâî, Siyam 59; Muvatta’'', Siyam 23 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iki arkadaşı Osman b. Ebi'l-As es-Sakafî ile Enes b. Mâlik’in şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Yolculukta oruç tutmak gücü yeten için daha faziletlidir. Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da görüşüdür. İbn Ömer ile İbn Abbâs'tan ruhsat daha faziletlidir, dedikleri rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, en-Nehaî, Ömer b. Abdülaziz, Mücâhid, Katâde, Evzaî, Ahmed ve İshak da bu görüşü ifade etmişlerdir. Bütün bunlar oruç açmak daha faziletlidir derler. Gerekçe olarak da yüce Allah'ın: "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) âyetini gösterirler. 5- Ramazanda Oruç Tutamadığı Gün Kadar Ramazan Dışında Tutar: Yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca başka günlerde (oruç tutsun)" âyetinde hazf vardır. Yani sizden her kim hasta ya da yolcu olur ve oruç açarsa bunların kazasını yapsın, demektir. İlim adamlarının çoğunluğuna göre bir şehir halkı yirmidokuz gün oruç tutsalar ve o şehirde hasta birisi bulunup sıhhatine kavuşmasa yirmidokuz gün kaza eder. Aralarında Hasen b. Salih b. Hayy'in da bulunduğu bir topluluk ise o günlerin sayısına bakmaksızın bir aya bir ay karşılık olarak kaza eder demiştir. el-Kiya et-Taberî ise bu, doğru olmaktan uzaktır, der. Çünkü yüce Allah: "Onlar sayısınca başka günlerde" diye buyurmuştur. Sair günlerden bir ay oruç tutar dememiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca" diye buyurması, Ramazan ayında oruç tutmadığı gün sayısına eşit olarak kaza etmesi gerektiğini ifade eder. Ramazanın bir kısmında oruç açtığı takdirde Ramazandan sonra,-oruç açtığı gün sayısınca kaza etmesi gerektiği hususunda ise bir şüphe yoktur. Ramazan boyunca oruç tutmayan bir kimsenin hükmünün de aynı şekilde günlerinin sayısına itibar etmesi gerekir. Âyet-i kerimede geçen "onlar sayısınca" kelimesi bir mübtedanın haberi olmak üzere merfudur. Yani bunun hükmü, veya vacip, onlar sayısınca.. oruç tutmaktır. Ona düşen o günler sayısınca oruç tutmaktır, şeklindeki bir takdir de doğru olur. Kisaî bu kelimenin mansup olmasının câiz olacağını söyler. Yani o kimse diğer günlerde oruç tutmadığı günler sayısınca oruç tutsun, demektir. Anlamının, böyle bir kimsenin o günler sayısınca oruç tutması gerekir, olduğu da söylenmiştir. Burada "o günler sayısınca oruç" taktirindeki ifadeden, muzaf olan "oruç" anlamındaki kelime hazfedilerek "sayısınca" anlamındaki "iddet" kelimesi onun yerini almıştır. "İddet" kelimesi, "saymak" anlamındaki "add" kelimesinden "fi'le" vezninde olup, ma'dut (sayılan) anlamındadır. Kadının iddet beklemesi de (sayılı günler olduğundan) aynı kökten gelmektedir. Başka günlerde..." âyetinde, "başka" anlamındaki kelime Sîbeveyh'e göre munsarıf değildir. Çünkü bu kelime (nakşı dolaysıyla) adidir. (Tarif için gelen elif-lâm düşer; o bakımdan munsarıf olmaz). Çünkü bu kabilden olup "Fual" vezninde olan kelimeler aslında elif-lâm'lı gelirler: el-Kubas, el-Fudal gibi. el-Kisâî ise bu kelime "âher" kelimesinden adl'dir. Hamsa ve humar demek gibi. Munsarıf olmaması bundandır. Bir başka görüşe göre, munsarıf olmayışı "cuma"' vezninde olduğundan dolayıdır ve bu âyette "günler"in sıfatıdır. Bu kelime "iddet: sayısınca" kelimesinin sıfatı olduğu sanılmasın diye "uhrâ" gelmemiştir. "Uhar"ın, "uhrâ"nın çoğulu olduğu da söylenmiştir. Âdeta "günler" önce "uhrâ" diye nitelendirilmiş; sonra çoğul yapılarak "uhar" diye nitelendirilmiş gibidir. "Eyyam: günler" kelimesinin sıfatı (çoğul müennes hükmünde olduğundan) müennes gelmesi gerektiği için "uhar" diye sıfatlanmış olduğu da söylenmiştir. 7- Kaza Oruçları Peşpeşe mi Tutulur, Ayrı Ayrı Tutulabilir mi? Kaza tutulan oruçların peşpeşe tutulmasının vücûbu hususunda iki ayrı görüş vardır. Bunları Dârakutnî Sünen'inde kaydetmektedir: Âişe (radıyallahü anha)dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca -peşpeşe- başka günlerde" âyeti nazil oldu ve sonra "peşpeşe" kelimesi neshedildi. Dârakutnî, bu sahih bir isnaddır der. Dârakutnî, II, 192. Ebû Hüreyre'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kimin üzerinde Ramazan ayından tutması gereken bir miktar oruç var ise onu peşpeşe tutsun ve kesintiye uğratmasın." Dârakutnî, II, 192. Bu hadisin isnadında Abdurrahman b. İbrahim vardır ki rivâyet ettiği hadisleri zayıftır. Bu hadisi İbn Abbâs'tan Ramazan orucunun kazasını yapma bölümünde senedini kaydederek: "Onu istediğin gibi tut" diye rivâyet etmektedir. İbn Ömer ise: "Ne şekilde oruç tutmadı isen, o şekilde o günleri tut" demiştir. Dârakutnî, II, 192. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, Muaz b. Cebel ve Amr b. el-As'tan da bu söz senediyle birlikte rivâyet edilmiştir. Dârakutnî, II, 192-193. Muhammed b. el-Münkedir'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bana ulaştığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ramazan orucunun (kazasının) parça parça ayrılması hakkında soru soruldu da şu şekilde cevap vermiştir: "Bu sana kalmış birşeydir. Sizden herhangi birinizin üzerinde ödemesi gereken bir borç varken o bir dirhem iki dirhem verip ödeyecek olursa ne dersin? Bu kişi borcunu ödemiş olmaz mı? Allah affedip mağfiret etmeye daha bir lâyıktır." Bu hadisin isnadı hasendir. Şu kadar var ki mürseldir ve muttasıl olarak sabit değildir. Dârakutni, II, 194 İmâm Mâlik'in Muvatta’'"ında Nafi'den gelen rivâyete göre Abdullah b. Ömer şöyle dermiş: Hastalık ya da yolculuk dolayısıyla Ramazan ayında arka arkaya oruç açan bir kimse kazasını da arka arkaya tutar. Muvatta’'', Siyam 45. Ancak Muvatta’''daki ibare: "Ramazan'da hastalık ya da yolculuk sebebiyle oruç açan kimse, kazasını peşpeşe tutar" şeklindedir el-Bacî ise (Muvatta’'' şerhi olan) el-Münteka adlı eserinde şöyle demektedir: "Bu ifadenin vacip olanın hangisi olduğunu haber verme kastıyla olması ihtimal dahilinde olduğu gibi müstehab olanı haber vermek istemesi de muhtemeldir. Fukahanın çoğunluğu arka arkaya tutmasının müstehab olduğu görüşündedir. Ayrı ayrı tutarsa da yerine gelir. Mâlik ve Şâfiî'nin görüşü budur. Bu görüşün sahih oluşuna delil yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca başka günlerde" âyetidir ve burada özellikle ayrı ayrı veya peşpeşe diye söz etmemiştir. Kaza yapan bir kimse bu günleri dağınık olarak kaza etse sair günlerden tutmadığı günler sayısınca oruç tutmuş olur ve bunun da yeterli olması icabeder." İbnu'l Arabî de şöyle der: Arka arkaya oruç tutmak Ramazan ayında vaciptir. Çünkü Ramazan ayı oruç tutmak için tayin edilmiştir. Orucun kazasında ise tayin sözkonusu değildir. O bakımdan ayrı ayrı tutmak da caizdir. Yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca başka günlerde.." diye buyurması tutulmayan oruçların belli bir zaman tayini sözkonusu olmaksızın kazasının vacip olduğunu göstermektedir. Çünkü burada lâfız bütün zamanlar hakkında serbest bir şekilde kullanılmıştır. Özel olarak bir zamana tahsis edilmiş değildir. Buhârî ile Müslim'deki rivâyete göre Hazret-i Âişe şöyle demiş: Bazen Ramazan ayından üzerimde borç oruç kaldığı olurdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile olan ilgilenmem dolayısıyla ancak Şa'ban ayında kazasını yapabiliyor idim. Bir diğer rivâyette ise: "Bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dolayısıyla böyle oluyordu" ifadesi de vardır. Buhari, Savm 40, Müslim, Siyam 151; Nesâî, Siyâın 64; İbn Mâce, Siyam 13; Müsned, VI, 124, 179. İşte bu başlı başına bir nas ve âyet-i kerimeyi daha ileri derecede açıklayan bir buyruktur. Ayrıca bu, Davud (ez-Zahirî)nin: İki "Şevvâl'in ikinci gününde(n itibaren) orucunu kaza etmesi gerekir" görüşünü de reddetmektedır. Davud'a göre kazasını tutmaksızın ölen günahkârdır. Buna dayanarak şunları söyler: Eğer bir köle azad etmesi gerektiği halde belli bir bedel karşılığında satılan bir köle bulur ise onu bırakıp bir başkasını satın alma hakkı yoktur. Çünkü onun üzerinde farz olan bulacağı ilk köleyi azad etmektir. Başkasını azad etmesi onun için yeterli olmaz. Eğer kendisinin kölesi varsa bir başka köle satın alması câiz değildir. Şayet yanındaki köle (azad edilmeden) ölürse -muayyen bir köle azad etmeyi adayıp da ölmesi halinde bu adağın batıl olması halinde olduğu gibi- köle azad etmesi batıl olmaz. Ancak bu hadis onun görüşünün bozuk olduğunu göstermektedir. Kimi usûl âlimleri şöyle demektedir: Şevvalin ikinci gününün geçmesinden sonra (üzerinde kaza borcu olan kimse) ölse kazasını yapma azmi bulunması şartıyla günahkâr olmaz. Sahih olan görüş böyle bir kimsenin günahkâr ve kusurlu olmayacağı şeklindedir. Cumhûrun görüşü de budur. Şu kadar var ki, ölüm gelip de üzerinde farz borç kalmasın diye oruç kazasını erken yapması müstehaptır. 9- Bir Sonraki Ramazana Kadar Kazasını Yapamazsa: Ramazan ayından kazasını yapması gereken birtakım borcu olup da bayramdan sonra o günler sayısınca oruç tutması mümkün olan günler geçtiği halde o da oruç tutmayı ertelese daha sonra da bir başka Ramazana kadar orucunun kazasına imkân vermeyen bir engel ile karşılaşırsa, böyle bir kimsenin fakirlere yemek yedirmesi gerekmez. Çünkü bu kişi kendisi için câiz olan ertelemeyi yapmakla kusurlu hareket etmiş olmaz. Mâlikî mezhebine mensup Bağdat âlimlerinin görüşü budur. Bunu el-Müdevvene'de yer alan İbnu'l-Kasım'ın bir görüşü olarak kabul ederler. 10- Ramazan Orucunu Şa'ban Bitinceye Kadar Kaza Etmezse: Ramazan ayı orucunun kazasını, yapıldığı en son vakit olan Şa'ban ayından sonrasına kazasını tehir edecek olursa bundan dolayı bir keffaret gerekir mi, gerekmez mi? Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve İshak gerekir, derler. Ebû Hanîfe, el-Hasen, en-Nehaî ve Davud gerekmez, demişlerdir. Derim ki: Buhârî de bu görüştedir. Çünkü Buhârî şöyle demektedir: Ebû Hüreyre'den mürsel olarak ve İbn Abbâs'tan böyle bir kimsenin yemek yedirmesi gerektiğini kabul ettikleri zikredilmekte ise de, yüce Allah yemek yedirmekten söz etmemekte, sadece: "Onlar sayısınca başka günlerde" diye buyurmaktadır. Buhârî, Savm 40. Derim ki: Ebû Hüreyre'den müsned olarak bir diğer Ramazana erişinceye kadar önceki Ramazandan kalma borcunu kaza etmekte kusurlu davranan kimse hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: O senenin Ramazan ayı orucunu herkesle birlikte tutar, oruç açtığı ayın günlerini de (sonradan) tutar ve her bir gün için bir yoksula yemek yedirir. Bunu Darakutnî rivâyet etmiş ve isnadı sahihtir, demiştir. Darakutnî, II, 197 Yine Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu olarak rivâyet edildiğine göre Ramazan ayında hastalığından dolayı oruç açan sonra da sağlığına kavuşup bir diğer Ramazana ulaşıncaya kadar kazasını yapmayan kişi hakkında şöyle buyurmuş: "Önce yeni idrak ettiği ayın orucunu tutar, sonra da oruç açtığı ayın orucunu tutup her bir gün için bir yoksula yemek yedirir." Bu hadisin isnadında İbn Nâfi' ile İbn Vecih vardır ki her ikisi de zayıf ravidir. Darakutnî, II, 197 11- Bir Sonraki Ramazana Kadar Hastalığı Devam Edenin Orucu: Bir diğer Ramazan gelinceye kadar hastalığı devam edip sıhhatine kavuşmayacak olursa durum ne olur? Bu hususta Darakutnî'nin İbn Ömer'den rivâyetine göre böyle bir kimse her bir güne karşılık bir yoksula bir mud buğday yedirir; sonra da kaza etmesi gerekmez. Yine Darakutnî Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Eğer iki Ramazan arası sağlığına kavuşamayacak olursa önceki Ramazanın yerine oruç tutar, ikincisinin yerine de yoksula yemek yedirir, ayrıca kaza etmesi gerekmez. Eğer sağlığına kavuşmakla birlikte bir diğer ramazan gelip yetişinceye kadar oruç tutmazsa yeni Ramazanın orucunu tutar ve önceki ramazan yerine yoksula yemek yedirir. Eğer (ikinci Ramazanda) oruç açarsa onun kazasını yapar. Bunun da isnadı sahihtir. Darakutnî, II, 197-198 Mezhebimize mensup ilim adamları ise şöyle demektedir: Ashab-ı kiramın bu konudaki görüşleri kıyasa muhaliftir. Ama onlar delil olarak gösterilebilir. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, adamın birisi ona gelmiş ve iki Ramazan süresiyle hastalandım, demiştir. İbn Abbâs ona: Senin hastalığın iki Ramazan arası hep devam etti mi yoksa ikisi arasında sağlığına kavuştuğun oldu mu, diye sormuş. Adam ona: Hayır sağlığıma kavuştuğum oldu, deyince İbn Abbâs ona: İki Ramazan kadar oruç tut ve altmış tane yoksula yemek yedir. İşte bu onun: "Eğer hastalığı devam edecek olursa üzerinde kaza yükümlülüğü yoktur" görüşünden ayrıdır. Bu, onların gebe ve süt emziren kadın hakkındaki görüşlerini de andırmaktadır. Onlara göre bu durumdaki kadınlar yoksula yemek yedirirler fakat ayrıca oruçlarını kaza etmezler. Nitekim ileride ("Oruç tutmaya gücü yetmeyenler..." âyetini açıklarken) gelecektir. 12- Fakire Yedirilecek Miktar: Bu durumda olan kimseye yoksula yemek yedirmesi gerektiği kanaatinde olanlar yedirmesi gereken miktar hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hüreyre, el-Kasım b. Muhammed, Mâlik ve Şâfiî: Her bir gün için bir mud (buğday) yedirir derken, es-Sevrî: Her bir gün için yarım sa' (buğday) yedirir, demiştir. 13- Ramazanın Kazasını Yapanın Oruç Açması veya Cima Etmesi: Ramazan ayının orucunu kaza ederken oruç açan ya da cima eden kimseye ne gerektiği hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik der ki: Unutarak Ramazanın kazasından bir gün oruç açan bir kimsenin o günü kaza etmesi dışında herhangi bir sorumluluğu yoktur. O gününün orucunu devam ettirmesi -ilgili görüş ayrılıkları dolayısıyla- müstehabtır. Daha sonra onun kazasını yapar. Kasten orucunu açarsa günahkâr olur ve onun için sadece o günün kazasını yapmak gerekir. Bununla birlikte oruçlu imiş gibi devam etmesine gerek yoktur. Çünkü bu durumda oruçlunun uzak durması gereken şeylerden böylesine uzak durmasının anlamı yoktur. Zira kasten oruç açtığından dolayı bütün ilim adamlarına göre bu kimse oruçlu değildir. Keffarete gelince, Mâlik ve arkadaşları arasında böyle bir durumda keffaretin gerekmediği hususunda görüş ayrılığı yoktur. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü de budur. Mâlik der ki: Hanımına yaklaşmak veya bir başka sebep dolayısıyla Ramazan kazası olarak tuttuğu bir günde oruç açan bir kimse için keffaret yoktur. Onun üzerinde sadece o günün kazasını yapmak sözkonusudur. Katâde de şöyle demektedir: Ramazan kazasını tutarken cima eden kimsenin hem o günü kaza etmesi hem de keffaret gerekir. İbnu'l-Kasım'ın Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre Ramazan kazasını tutarken oruç açan kimsenin iki gün oruç tutması gerekir. İbnu'l-Kasım önceleri bu şekilde fetva verirken daha sonra bu görüşten vazgeçmiş; daha sonra da şöyle demiş: Kaza orucunun kazasını yaparken kasten oruç açarsa onun yerine iki gün oruç tutar. Tıpkı hanımı ile cima etmek suretiyle haccını ifsad eden kimsenin haccını ifsad etmesi ve bir sonraki sene haccederken aynı şekilde hanımı ile cima edip tekrar haccını ifsad edenin iki tane hacc yapmakla mükellef olması gibi. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) de der ki: Hac hususunda İbn Vehb ile Abdülmelik ona (İbnu'l-Kasım'a) muhalefet etmişlerdir. Hakkında ihtilaf edilen bir hüküm esas alınarak kıyas yapılması gerekmemektedir. Bence doğrusu -en iyi bilen Allah'tır- her iki halde de o kimse için sadece bir günün kazası gerekir. Çünkü onun tutması gereken tek bir gündür ve bu günü iki defa ifsad etmiştir. Derim ki: Yüce Allah'ın: "Onlar sayısınca başka günlerde" âyetinin gerektirdiği de budur. Ramazan ayının kazasını yaparken iftar ettiği günün yerine ne vakit tam bir gün oruç tutarsa o vakit üzerinde vacip olanı yerine getirmiş olur. Onun yerine getirmesi gereken başka bir yükümlülük yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14- Ramazan Ayında Orucunu Açan ve Vefat Edenin ya da Yolculuğa Çıkıp Yolculuğunda Ölenin Durumu: Ramazan ayında bir hastalık sebebiyle oruç açıp da o hastalığı sonucu ölen veya yolculuğa çıkıp da o yolculuğunda ölen bir kimse için herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağı Cumhûr tarafından kabul edilmiştir. Tavus ve Katâde ise iyileşmeden önce vefat eden hasta hakkında onun yerine (mirasçıları tarafından oruç tutamadığı günler sayısınca) yemek yedirilir, demişlerdir. 15- Üzerinde Ramazandan Oruç Borcu Olduğu Halde Ölenin Hükmü: Üzerinde Ramazan ayından kaza etmesi gereken borcu olup da ölen kişinin hükmü hakkında farklı görüşler vardır. Mâlik, Şâfiî ve Sevrî der ki: Kimse kimsenin yerine oruç tutmaz. Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd ve Zahirîler, başkası onun yerine oruç tutar. Şu kadar var ki onlar bu durumu adak orucuna has olarak kabul etmişlerdir. Buna benzer bir görüş Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshak, Ramazan ayının kazası ile ilgili olarak onun adına yemek yedirilir, derler. Oruç tutulacağını kabul edenler Müslim'in Hazret-i Âişe'den rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîfi delil gösterirler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse onun velisi yerine oruç tutar." Buhârî, Savm 42; Müslim, Siyam 153; Ebû Dâvûd, Savm 41; İbn Mâce, Keffârât 19; Müsned, VI, 69. Şu kadar var ki bu âyet oruca dair genel bir hükümdür. Bunu yine Müslim tarafından rivâyet edilen İbn Abbâs'ın şu rivâyeti tahsis etmektedir: Bir kadın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle der: Ey Allah'ın Rasûlü, benim annem üzerinde adak borcu olduğu halde vefat etti. -Bir rivâyette ise "bir ay oruç borcu" denilmektedir.- Ben onun yerine oruç tutayım mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Eğer annenin üzerinde ödemesi gereken bir borç olsaydı sen de onun adına bu borcu ödeseydin bu onun adına bir ödeme olur muydu ne dersin?" Kadın: Evet deyince Hazret-i Peygamber: "Annenin yerine oruç tut" diye buyurdu. Müslim, Siyam 154, 156; Buhârî, Savm 42. Ayrıca bak. Buhârî, Eymân 30, İ'tisâm 12; Tirmizî, Savm 22... İmâm Mâlik ve ona uygun görüş belirtenler yüce Allah'ın: "Hiçbir (günah) yüklenici bir diğerinin yükünü yüklenmez." (el-En'am, 6/164); "Ve insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur." (en-Necm, 53/39); "Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir" (el-En'am, 6/164) ile Nesâî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği şu hadisi delil gösterirler. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kimse kimse adına namaz kılamaz. Kimse kimse adına oruç tutamaz. Fakat her bir gün yerine onun adına bir mud buğday (yoksullara) yedirir." Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, IV, 429'da: "Kimse kimse adına oruç tutamaz..." bölümünden itibaren, IV, 430'daki İbnu't-Türkmânî'den naklen notta: Hadisin tümü kaydedilip Nesâî'ye atfedilmekte ve sahih olduğu bildirilmektedir. "Nesâi’den kasıt da Kütüb-i Sitte'den sayılan Sünen değil, Sünen-i Kübrâ'dır, denilmektedir. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîf umumîdir. Hazret-i Peygamber'in: "Kimse kimse adına oruç tutamaz" âyeti ile Ramazan orucunun kastedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Adak orucu ise caizdir. Buna delil ise İbn Abbâs tarafından rivâyet edilen hadis ile başkalarıdır. Yine Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Büreyde yoluyla gelen bir Hadîs-i şerîf İbn Abbâs'ın hadisine benzerdir. Bu hadisin bazı rivâyet yollarında şöyle denmektedir: Annemin üzerinde iki ay oruç borcu vardır. Ben onun yerine oruç tutabilir miyim? Hazret-i Peygamber: "Onun yerine oruç tut" diye buyurunca kadın şöyle der: Annem hiçbir şekilde haccetmedi, onun yerine hac edebilir miyim? Hazret-i Peygamber: "Onun yerine haccet" diye buyurur. Müslim, Siyam 158 Burada kadının: "İki ay" demesi - doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya - Ramazan olması ihtimalini uzaklaştırmaktadır. İmâm Mâlik lehine gösterilebilecek en güçlü delil Medinelilerin uygulamasıdır. Celi kıyas ta bunu desteklemektedir. O da şudur: Oruç bedenî bir ibadettir. Malın bu ibadette herhangi bir ilgisi yoktur. Böyle bir ibadet kimin adına vacip olmuşsa onun yerine başkası tarafından yapılamaz. Bu (kıyas) hac ile çürütülemez. Çünkü haccın yerine getirilmesinde malın bir katkısı vardır. 16- Yolculukta Oruç Olmaz Diyenlerin Delilleri: Oruç yolculukta olmaz ve yolculukta oruç tutanın mutlaka kaza etmesi gerekir diyenler, bu âyeti delil gösterirler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim hasta veya yolcu olursa onlar sayısınca başka günlerde (oruç tutsun)." Yani onun başka günler sayısınca oruç tutmak yükümlülüğü vardır, demektir ve bu durumda ifadede hazf veya söylenmeyen kelimeler yoktur. Bu görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları ayrıca Hazret-i Peygamber'in: "Yolculukta oruç tutmak iyilik değildir" Hadisin kaynakları 3. başlıkta gösterilmiştir. hadisini de delil gösterirler. Ve derler ki: İyilik olmayan birşey günah demektir. İşte bu da Ramazan orucunun yolculuk halinde câiz olmadığının delilidir. Cumhûr'un görüşüne göre ise bu âyette az önceden de geçtiği gibi "yolculuğa çıkıp da orucunu açarsa" şeklinde mahzuf bir ifade vardır ki sahih olan da budur. Çünkü Enes yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ramazan ayında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yolculuğa çıktım. Oruçlu oruç tutmayanı ayıplamadığı gibi, oruç tutmayan da oruçluyu ayıplamıyordu. Bu hadisi Mâlik, Humeyd et-Tavil'den o Enes yoluyla rivâyet etmiştir. Hadisin kaynakları 3. başlıkta gösterilmiştir. Müslim ise Ebû Said el-Hudrî'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Ramazan ayının onaltıncı günü gazaya çıktık. İçimizden kimisi oruç tuttu, kimisi tutmadı. Oruç tutan tutmayanı ayıplamadığı gibi oruç tutmayan da oruç tutanı ayıplamadı. Hadisin kaynakları 4. başlıkta gösterilmiştir. "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler. Bununla beraber kim hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz" âyetine dair açıklamalarımızı da beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de.." anlamına gelen âyetinde yer alan kelimesini Cumhûr "ti" harfini esreli, "ya" harfini sakin (yani med harfi) olarak okumuştur... İbn Abbâs'tan gelen meşhur kıraate göre "ti" harfini şeddesiz, vav harfini şeddeli olarak, "zorlukla bu oruca güç yetirenler" anlamında: şeklinde okumuştur. Mücâhid'in de şeklinde okuduğuna dair bir rivâyet gelmiş ise de bu batıldır ve imkânsız bir kıraattir. Çünkü burada fiil: dan alınmadır. Bu fiilde "vav" harfinin bulunması gereklidir ve lazımdır. Bu fiilde "ye" harfinin herhangi bir alakası yoktur. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Ahmed b. Yahya en-Nahvî, Ebû Züeyb'e ait olan şu beyiti bize okudu: "Takatinin fevkinde katlan denildi, çünkü o Dopdoludur ona gelen (ve ondan alan)ın ona zararı olmaz." Görüldüğü gibi şair burada kelimesinde -ki âyet-i kerimede işaret edilen kelime ile aynı köktendir- "vav" harfini açıkça söylemiş bulunmaktadır. Bu da bunun yerine "ye" harfini kullananın, doğru bir şekilde kelimeyi kullanmadığını ortaya koyar. İbnu’l-Enbarî-İbn Abbâs'tan bu kelimeyi "ye" harfini üstün "ti" ve ikinci ye harfini fethalı ve şeddeli olarak şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir ki aynı anlama gelmektedir. Yine İbn Abbâs'tan Hazret-i Âişe, Tavus ve Amr b. Dinar'dan şeklinde "ye" harfi fethalı ve "ti" harfi şeddeli ve üstün olarak okunduğu rivâyet edilmektedir ki dilde bu da doğru bir okuyuştur. Çünkü bunun aslı şeklindedir. "Te" harfi sakin kılınıp "ti" harfine idğam edildikten sonra, "ti" harfi şeddeli olur. Ancak böyle bir okuyuş Kur'ân-ı Kerîm'den -onun Kur'ân'dan olduğunu kabul edenlere hilafen- değildir. Bu ancak açıklayıcı mahiyette bir okuyuştur. Medinelilerle Şamlılar " Doyumu fidye" âyetini izafet terkibi şeklinde diye ve Yoksul" kelimesini de çoğul olarak diye okumuşlardır. Buhârî, Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Atâ'dan onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bu kelimeyi tekil olarak şeklinde okumuştur ki Buhârî, Tefsir 2. sûre 25; Nesâî, Siyam 63. bu güzel bir okuyuştur. Çünkü bir gün ile ilgili hükmü açıklamaktadır. Ebû Ubeyd bu okuyuşu tercih etmiştir. Aynı zamanda Ebû Amr, Hamza ve Kisaî'nin okuyuşu da bu şekildedir. Ebû Ubeyd der ki: Böylelikle bu okuyuş her bir gün için bir yoksulu yedirme gereğini açıklamış olmaktadır. Burada tek bir yoksul pek çok yoksul anlamına anlaşılabilmekle birlikte çoğul olarak zikredildiği takdirde tek bir yoksul yedirmeyi ifade etmez. "Yoksullar" şeklinde çoğul olarak kullanıldığı takdirde bir günde bunlardan kaç kişiye yemek yedirileceği -âyetin dışında bir delil olması müstesna- âyetten anlaşılmamaktadır. Bu kelimenin "yoksullar" diye çoğul olarak okunması da şöyle açıklanabilir: Oruç tutmaya gücü yetmeyenler çoğul olup da onlardan her birisi bir miskine yemek yedirmek durumunda olduğundan dolayı burada da "miskin (yoksul)" kelimesi çoğul gelmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Muhsana olan kadınlara iftira atanlar sonradan dört şahit getiremeseler o kimselere seksen(er) değnek vurun." (en-Nûr, 24/4) Yani onlardan her birisine ayrı ayrı seksen değnek vurun demektir. Yoksa sözü geçen seksen değnek hepsine tevzi edilecek anlamına değildir. Bilakis her birisine seksener değnek vurulacaktır, demektir. Bu anlamdaki açıklamaları Ebû Ali yapmıştır. Çoğul şeklindeki okuyuşu en-Nehhâs tercih ederek şöyle demiş: Ebû Ubeyd'in yaptığı tercih reddedilir. Çünkü böyle bir anlam delaletten zaten anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de fakirleri doyurmak üzere fidyeler versinler" ifadesinde "Fakirler" âyetinin çoğul gelmesi halinde her gün bir yoksul yedirmek anlamına geldiği zaten bilinen bir husustur. Bu şekildeki bir okuyuş ise, çoğul olan bir kelimenin yine çoğul olan kimseler ile bağlantılı olduğunu ifade etmek içindir. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd ise şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü "yemek, doyum" fidyenin kendisidir. Yemeğin bir sıfat olması da câiz değildir. Çünkü yemek bir cevher (öz)dür. Ancak bedel olması caizdir. Bundan da daha açık bir okuyuş ise izafe yapılarak şeklinde okunmasıdır. Çünkü (.........) kelimesi müphemdir. Yemek ve başka şeyler hakkında da kullanılabilir. O bakımdan böyle bir ifade "ipek elbise" demek kabilinden olur. 2- Âyetin Bu Bölümüyle Kimler Kastedilmiştir? Mensuh mu, Değil mi? İlim adamları bu âyet-i kerimeden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bunun mensuh olduğu da söylenmiştir. Buhârî rivâyet ediyor: İbn Numeyr dedi ki: Bize el-A'meş anlattı, bize Amr b. Murre anlattı, bize Leyla anlattı. Bize Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabı şunu anlattılar; Ramazan (orucu emri) nazil oldu, bu onlara ağır geldi. Oruca gücü yeten kimseler arasından bir yoksula yemek yedirdi mi orucu terkederdi. Bu hususta onlara ruhsat verildi, daha sonra bunu: "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" âyeti neshetti. Buhârî, Savm 39. Devamında: "...oruç tutmakla emrolundular" denilmektedir. Ayrıca bk. Buhârî, Tefsir 2. sûre 25. Buna göre Cumhûrun kıraati olan "ona gücü yetenler" anlamına gelir. Çünkü orucun farziyyeti önce; dileyen oruç tutar, dileyen de bir yoksula yemek yedirir, şeklinde idi. İbn Abbâs da şöyle der: Bu âyet-i kerîme özel olarak yaşlılar ve acizler için -oruç tutmaya güçleri yetmekle birlikte oruç açan- bir ruhsat olmak üzere nazil oldu, daha sonra ise yüce Allah'ın: "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun" (el-Bakara, 2/185) âyeti ile neshedildi ve böylelikle aralarından oruç tutmaktan acze düşenler dışındakiler hakkında bu ruhsat ortadan kalktı. Ebû Dâvûd, Savm 2, 3. el-Ferrâ' der ki: "Ona gücü yetenler" âyetindeki zamirin "oruc"a ait olması caizdir (mealde olduğu gibi). Yani oruç tutmaya gücü yetenler oruç açtıkları vakit yoksul yedirirler. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Oruç tutmanız.." âyeti ile neshedildi. Bu âyetin fidyeye ait olması da caizdir. Yani fidye ödemeye gücü yetenler fidye öderler, demektir. Hasta ve hamile gibi karşı karşıya kaldıkları zorluklarla birlikte sıkıntı ile oruç tutmaya katlananlar anlamında şeklindeki okuyuşa gelince; bu gibi kimseler oruç tutabilmekte fakat karşı karşıya kaldıkları bir sıkıntı ile beraber buna güç yetirebilmektedirler. İşte bu halde olanlar oruç tutarlarsa bu onlar için yeter. Bununla birlikte fidye verirlerse bunu da yapabilirler demektir. İbn Abbâs da -eğer ondan gelen senet sahih ise-: "Ona gücü yetenler" kelimesini ona sıkıntı çekmekle beraber güç yetirebilenler bu uğurda kendilerini meşakkate sokanlar diye tefsir etmiştir. Ondan bu tefsiri nakleden bazı kimseler Kur'ân'daki bir okuyuş diye araya sokmuştur. Ebû Dâvûd da İbn Abbâs'tan: "Oruç tutmaya gücü yetenler" âyeti hamile ve süt emziren kadınlar hakkındadır, dediğini nakletmektedir. Ebû Dâvûd, Savm 3. Yine ondan gelen bir rivâyete göre: "Oruç tutmaya gücü yetenler de bir fakir doyumu fidye versinler" âyeti hakkında şöyle demiş: Bu önceleri oruç tutmaya gücü yeten kocamış yaşlı kadın ve erkek hakkında oruç açıp her bir gün yerine bir yoksul doyurmak şeklinde bir ruhsat olarak nazil olmuştur. Gebe ve süt emziren kadın da çocuklarına bir zarar geleceğinden korktukları takdirde onlar da oruç açar ve yemek yedirirler. Ebû Dâvûd, Savm 3. Dârakutnî de yine İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kocamış yaşlıya oruç açıp her bir gün için bir yoksula yemek yedirmesi için ruhsat verildi. Ayrıca kaza etmesi de gerekmez. İşte bu rivâyetin senedi sahihtir. Dârakutnî, II, 205. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler" âyeti neshedilmemiştir. Burada sözkonusu olan oruç tutmaya gücü yetmeyen kocamış yaşlı kadın ve erkek hakkındadır. Bunlar her bir gün için bir yoksula yemek yedirirler. Bu da sahihtir. Dârakutnî, II, 205. Yine ondan gelen rivâyete göre, hamile veya süt emziren kendisine ait olan bir umm velede şöyle demiştir: Sen oruç tutmaya gücü yetmeyen kimselerdensin. Senin üzerine düşen bunun cezasını (karşılığını yani fidyeyi) vermektir, bununla birlikte sana kaza etmek düşmez. Bu rivâyetin de senedi sahihtir. Dârakutnî, II, 206. Bir diğer rivâyette de - şüphe sözkonusu olmaksızın - süt emziren bir umm veledi vardı. Oruç tutması ona oldukça ağır geldiğinden orucunu açması ve ayrıca da kaza yapmamasını emretti. Bu da sahihtir. Dârakutnî, II, 207'deki rivâyet şu şekildedir: "Onun süt emziren bir cariyesi vardı. Düşük yaptı. Ona orucunu açmasını -yani fidye vermekle birlikte- ve kaza yapmamasını emretti." Derim ki: Sahih senetlerle İbn Abbâs'tan sabit olduğuna göre bu âyet-i kerîme neshedilmemiş ve sözü geçen kimseler hakkında muhkem bir âyettir. Bununla birlikte birinci görüş de aynı şekilde sahihtir. Şu kadar var ki orada neshin tahsis anlamına olma ihtimali vardır. Çünkü mutekaddimler (önceki âlimler)in neshi tahsis anlamında kullandıkları pek çoktur. Doğrusunu en iyi Bilen Allah'tır. Hasan-ı Basrî ile Atâ b. Ebi Rebah, ed-Dahhâk, en-Nehaî, ez-Zührî, Rabia, el-Evzaî ve re'y ashabı derler ki: Hamile ve süt emziren kadın oruç açar ve bununla birlikte yoksula yemek yedirmekle yükümlü değildirler. Onlar oruç açıp sonradan kazasını yapan hasta durumundadırlar. Ebû Ubeyd ile Ebi Sevr de bu görüştedir. Bu görüşü Ebû Ubeyd Ebû Sevr'den nakletmiş, İbnu'l Münzir de tercih etmiştir. Aynı zamanda bu oruç açan hamile hakkında İmâm Mâlik’in de kabul ettiği görüştür. Süt emziren kadına gelince eğer oruç açacak olursa, hem kaza etmesi hem de fakire yedirmesi gerekir. Şâfiî ve Ahmed ise şöyle demektedirler: Hamile ve süt emziren kadın oruç açar bununla birlikte hem yemek yedirir hem de kazasını yapar. İlim adamları oruç tutmaya gücü yetmeyen yahutta oldukça ağır sıkıntılarla birlikte tutabilen yaşlı ve kocamış kimselerin oruç açabilecekleri hususunda icma etmiş, ancak sorumluluklarının ne olduğu hususunda farklı görüşe sahiptirler. Rabia ve Mâlik der ki: Üzerlerine herhangi bir sorumluluk yoktur. Ancak Mâlik şöyle der: Bununla birlikte her bir gün için bir yoksul yedirecek olsalar, bu benim daha hoşuma gider. Enes, İbn Abbâs, Kays b. es-Saib ile Ebû Hüreyre de; bunların fidye ödemeleri gerekir, demişlerdir. Bu aynı zamanda Şâfiî'nin, re'y ashabının, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Onlar bu görüşleriyle ashab-ı kiramın bu durumda olanlar hakkındaki görüşlerine ve yüce Allah'ın: "Sizden kim hasta veya yolcu olursa onlar sayısınca başka günlerde (oruç tutsun)" âyetine uyarak bu görüşü belirtmişlerdir. Çünkü bundan sonra yüce Allah: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler" diye buyurmaktadır. Bunlar (yani oldukça yaşlılar) ise hasta da değildir, yolcu da değildir. O halde bunların fidye ödemeleri vacip olur. İmâm Mâlik'in görüşünün deliline gelince: Böyle bir kimse kendi yapısında bulunan bir özür dolayısıyla oruç açmaktadır ki bu da yaşlılık ve kocamışlıktır. O bakımdan bunun da tıpkı yolcu ve hasta gibi fakirlere yemek yedirmesi gerekmez. Bu görüş aynı zamanda es-Sevrî ve Mekhul'den rivâyet edilmiş olup İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. Sözü geçen kimseler hakkında fidye ödemeyi kabul eden kimseler fidyenin miktan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İmâm Mâlik der ki: Ödemeleri gereken fidye oruç açtığı her bir gün için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile bir müddür. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Her bir gün için ödemesi gereken keffaret ya bir sa' hurma veya yarım sa' buğdaydır. İbn Abbâs'tan da yarım sa' buğday diye rivâyet gelmiştir. Bunu da Darakutnî zikretmektedir. Dârakutnî, II, 207. Ebû Hüreyre'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Her kim oldukça yaşlanır oruç tutmaya gücü yetmezse her bir gün için bir mud buğday ödesin. Dârakutnî, II, 208. Enes b. Mâlik'ten de rivâyet edildiğine göre bir sene oruç tutmaya gücü yetmedi. Bunun üzerine büyükçe bir tencere yemek pişirdi, sonra da otuz tane fakir çağırarak hepsinin karnını doyurdu. Dârakutnî, II, 207: "... Bir tencere tirit pişirdi..." Buhârî, Tefsir 2. sûre 25'te; "Enes b. Mâlik, ihtiyarlığında bir ya da iki yıl, her gün için bir fakire ekmek ve et yedirmiş, kendisi de oruç açmıştı" denilmektedir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber kim hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır" âyeti ile ilgili olarak İbn Şihab şöyle der: Her kim oruç tutmakla birlikte yoksula da yemek yedirmek isterse.. Mücâhid de: Yemek yedirirken bir müdden daha fazlasını verirse demektir, diye açıklamıştır. İbn Abbâs da: "Bununla beraber kim hayır yaparsa" yani başka bir yoksul daha doyurursa bu onun için daha hayırlıdır diye açıklamıştır. Bunu Darakutnî zikretmiş: Sahih ve sabit bir isnad ile nakledilmiştir, demiştir. Dârakutnî, II, 205. Âyet-i kerimedeki ikinci "hayır" kelimesi üstünlük belirten bir sıfattır. Biraz sonra gelen üçüncü "hayır" kelimesi de böyledir. İlk olarak geçen "hayır" kelimesi de aynı şekildedir. Îsa b. Ömer ile Yahya b. Vessak, Hamza ve Kisaî de: şeklinde ti harfi şeddeli ve ayn harfi sakin olarak muzari fiil diye okumuşlardır. Diğerleri ise şeklinde mazi bir fiil olarak okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" âyeti, oruç sizin için daha hayırlıdır, demektir. Ubeyy de bu şekilde okumuştur. Anlamı da şudur: Fidye ödemekle birlikte oruç tutmanız oruç açmaktan daha hayırlıdır. Bu ise neshten önce idi. Bir görüşe göre de "oruç tutmanız" yani sıkıntı vermeyen yolculuk ve hastalık halinde oruç tutmanız, daha hayırlıdır, anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Özetle; bu âyet oruç tutmaya teşvik hükmünü ifade eder. Yani bunu bilin ve oruç tutun, demektir. 185Ramazan ayı ki, Kur'ân o ayda indirilmiştir. İnsanlara hem bir hidâyet olmak, hem de hidâyet ile hak ve batılı ayırdeden hükümleri apaçık bildirmek üzere. Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun. Kim de hastalanır veya yolculukta olursa o halde o günler sayısınca diğer günlerde (oruç tutsun). Allah size kolaylık diler, güçlük istemez. Tâ ki o saydı günleri tamamlayasınız. Sizi doğru yola iletmesine karşılık Allah'ı büyük tanıyasınız ve şükredesiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmibir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ramazan ayı ki.." âyetinde ismi verilen bu ay ile ilgili olarak tarihçiler şu bilgileri vermektedir: Ramazan ayında oruç tutan ilk kişi gemiden çıktığı vakit oruç tutan Nûh (aleyhisselâm)'dır. Yüce Allah'ın Ramazanı her ümmete oruçla geçirmeyi farz kıldığına dair Mücâhid'in sözleri az önce (183- âyetin 4. başlığında) geçmiş bulunmaktadır. Hazret-i Nûh'tan önce daha başka birtakım ümmetlerin geçtiği de bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (Ay anlamına gelen): Şehr kelimesi açıkça ortaya koymak teşhir etmek anlamına gelen "işhâr"dan türetilmiştir. Çünkü onu öğrenmek isteyen hiçbir kimsenin bunu bilmemesini mazur kılacak herhangi bir sebep yoktur. Kılıç çekme anlamını ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. "Ramazan" kelimesi ise ileri derecedeki susuzluktan dolayı içten sıcak basması anlamına gelen "radıyallahü anh-ma-da" kökünden gelmektedir. "Ramda"' ise ileri derecede sıcaklık demektir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Evvâbin (Allah'a dönenler)in namazı deve yavrularının tabanlarını sıcağın yakmaya başladığı (radıyallahü anhmida) vakitte kılınan (kuşluk) namazıdır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Müsafirin 143- 144; Müsned, IV, 366, 367. Deve yavrularının tabanlarının ısınan taş ve kumlar tarafından yakılması ve ileri derecedeki sıcaktan dolayı yavruların çökmek zorunda kalmaları halidir. Belirtildiğine göre "Ramazan" bu anlamı ile ileri derecedeki sıcak anlamına uygun düşmektedir. Çünkü Ramazan "aşırı sıcak" anlamına gelen: "er-ramdâ'"dan alınmadır. el-Cevherî der ki: Ramazan ayı: Ramadânât ve ermida şeklinde çoğul yapılır. Denildiğine göre Araplar ayların isimlerini eski dilden değiştirdiklerinde o ayların denk geldikleri zamana göre adlandırdılar. Bu ay da sıcağın ileri derecede olduğu günlere denk geldi. O bakımdan ona bu isim verildi. Bir diğer görüşe göre Ramazana bu adın veriliş sebebi günahları salih amellerle yaktığından dolayıdır. Buna göre bu kelime yakmak anlamına gelen "irmâd"dan gelir. Güneşin sıcağı ile aşırı derecede ısınmış ve "er-ramdâ" diye anılan sıcak yerden dolayı ayağın yanmasını ifade etmek üzere kullanılan "ramida" fiili de buradan gelmektedir. Bir diğer görüşe göre; Ramazan ayında kalpler ahiret hakkında düşünüp öğüt alma hararetinden dolayı tıpkı kum ve taşların güneşin ışığından ısınıp yandıkları gibi yandıklarından dolayı bu ismi almıştır. er-Ramdâ' ise ısıtılmış taş demektir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Okun ucunu incelsin diye iki taş arasında dövmek anlamına gelen "ramd"dan gelmektedir. Ucu inceltilmiş ok anlamına gelen "ramîd" de buradan gelmiştir. Bu açıklamaları İbnu's-Sikkît yapmıştır. Bu ay onların Şevval, ayında haram ayların girişinden önce Savaşmak amacıyla Ramazan ayında silahlarını inceltmeye başladıklarından dolayı bu ismi almıştır. el-Maverdî'nin naklettiğine göre bu ayın cahiliyye dönemindeki ismi "nâtik" idi. el-Maverdî, el-Mufaddal'a ait şu beyiti buna delil gösterir: "Ve Ramazan (nâtik) ayında Has'amlıların atlıları Savaşın en kızıştığı zamanda açılıp dağıldılar ve gerisin geri döndüler." "Ramazan ayı.." mübteda "ki Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti de onun haberidir. Ya da bir mübteda takdiri ile merfu' olabilir. Anlamı şudur: Üzerinizde oruç tutmanız farz kılınan Ramazan ayıdır. Veya; size farz kılınanlar arasında Ramazan ayı (orucu) da vardır. "Ay" kelimesinin mübteda "ki Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyetinin da onun sıfatı olması da mümkündür. (Buna göre meal şöyle olur: Kendisinde Kur'ân'ın indirildiği ay olan Ramazan ayı). Bunun haberi de: "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun" âyeti olur. "Ay" kelimesinin tekrarlanması ise ta'zim içindir. Yüce Allah'ın: "el-Hakka, o el-Hakka'nın mahiyeti nedir?" (el-Hakka, 69/1-2) âyetinde olduğu gibi. Bu "ay" kelimesinin şart ve cevap içinde kullanılmasının mümkün oluşu, Ramazan ayı her ne kadar özel bir isim ise de "ay" kelimesinin bizzat marife olmadığından dolayıdır. Çünkü bu "Ramazan ayı" ayın gelecek olan bütün günleri hakkında yaygın (şayi') olan bir kelimedir. Bu açıklamayı Ebû Ali yapmıştır. Mücâhid ve Şehr b. Havşeb'in Ay" kelimesini mansub okuduğu rivâyet edilmiştir. Bu rivâyeti Harun el-A'ver Ebû Amr'dan yapmaktadır ki anlamı şu olur: Ramazan ayına yani onun orucuna bağlı kalınız, demektir. "Ki Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti de onun sıfatıdır. Bir önceki âyette geçen: "Oruç tutmanız" âyeti dolayısıyla "şehr" kelimesinin nasbedilmesi câiz değildir. Böylelikle sıla ile mevsulu arasında "sizin için daha hayırlıdır" şeklinde gelen (........)in haberi birbirinden ayrılmamış olur. er-Rummanî der ki: Buradaki "ay" kelimesinin yüce Allah'ın daha önceki âyette geçen: "Sayılı günlerde" âyetinden bedel olmak üzere nasbedilmesi de câiz olur. (Buna göre bu bölümün anlamı şöyle olur: O sayılı günler Ramazan ayıdır ki...) "Ay" kelimesine izafe edilmeksizin sadece "Ramazan" denilip denilmeyeceği hususunda farklı görüşler vardır. Mücâhid bunu hoşgörmeyerek şöyle der: Yüce Allah'ın buyurduğu gibi söylenir. Rivâyet edilen haberde ise: "Ramazan demeyiniz, aksine siz de yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de nisbet ettiği gibi nisbet ederek Ramazan ayı buyurduğu gibi (siz de Ramazan ayı deyiniz)." Mücâhid şöyle dermiş: Bana "Ramazan"ın Allah'ın isimlerinden bir isim olduğuna dair haber ulaşmıştır. İşte bu husus dolayısıyla bu kelimenin çoğul yapılmasını hoş karşılamazdı. Bu konuda rivâyet edilen "Ramazan yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir" ifadesi delil gösterilir ise de bu sahih değildir. Çünkü bu Ebû Ma'şer Necih'in rivâyet ettiği hadistendir ki bu da zayıftır. Sahih olan, sahih rivâyetlerde ve başkalarında da sabit olduğu üzere izafesiz olarak "Ramazan" kelimesinin kayıtsız bir şekilde kullanmanın câiz olduğudur. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ramazan geldiğinde rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapatılır ve şeytanlar zincirlere vurulur." Buhârî, Savm 5, Bed'u’l-Halk 11; Müslim, Siyam 1, 2; Nesâî, Siyam 3-5. el-Büstî'nin Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ramazan oldu mu rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapatılır ve şeytanlar zincirlere vurulur." Nesâî, Siyam 4. İbn Şihab'dan rivâyet edildiğine göre o Enes b. Ebi Enes'ten Ebû Enes'in Enes'e naklettiğine göre (babası) Ebû Enes, Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinlemiş., dedi ve yukarıdaki hadisi nakletti. el-Büstî der ki: Burada sözü geçen Enes. b. Ebi Enes, Mâlik b. Enes'in babasıdır. Ebû Enes'in ismi Mâlik b. Ebû Amir'dir. Medinelilerin sika (sağlam ve güvenilir) ravilerindendir. Mâlik'in nesebi ise (geriye doğru) şöyledir: Ebû Amir, Amr, Haris, Osman, Cuseyl, Amr. Yemen kollarından Zu Asbahlılardandır. Nesâî'nin rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ramazan size geldi, o mübarek bir aydır. Aziz ve celil olan Allah size o ayda oruç tutmanızı farz kıldı. Bu ayda semanın kapıları açılır. Onda cehennemin kapıları kapatılır. Allah'a karşı isyan eden şeytanların azgınları zincire vurulur. O ayda bin aydan daha hayırlı bir gece vardır. O gecenin hayrından mahrum edilen gerçek anlamıyla mahrum edilmiş olur." Nesâi, Siyam 5. Yine Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensardan olan bir hanıma şöyle buyurmuş: "Ramazan ayı oldu mu umreni yap, çünkü o ayda bir umre bir hacca denktir." Nesâî, Siyam 6. Yine Nesâî, Abdurrahman b. Avfın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz yüce Allah üzerinize Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de size o ayın (teravih) namazını sünnet kıldım. Her kim bu ayı (orucunun farz, teravihin sünnet) olduğuna inanarak ve ecrini umarak orucunu tutar ve (teravih) namazını kılarsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından kurtulur." Nesâî, Siyam 40; İbn Mâce, İknine 173; Müsned I, 191, 195. Bu husustaki rivâyetler pek çoktur. Hepsinde de ayrıca "ay" kelimesi kullanılmamaktadır. Bazan Araplar da "ay" kelimesini "Ramazan" kelimesiyle birlikte zikretmezler. Şair der ki: "Bir genç kız ki geniş elbisesi içinde Bembeyaz, îbazoğullarından bir kız Bir genç kız ki geçen Ramazanda Tebessümleriyle konuşmaları kesip duruyor(du)." Ramazan ayının fazileti çok büyük sevabı pek fazladır. Buna, bu ayın adının günahları yakmayı ifade eden bir kelimeden türetilmesi ve kaydettiğimiz Hadîs-i şerîfler delildir. 3- Allah Ramazan Ayı'nın Orucunu Farz Kılmıştır: Allah, Ramazan ayının orucunu yani Hilali süresince oruç tutmayı farz kılmıştır. Şehr (ay.)a "hilal" ismi verilir. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Şayet şehr (ay) size bulutlu olduğu için görülmezse" denilmektedir ki burada "şehr"den kasıt hilaldir. İleride bu Hadîs-i şerîf gelecektir. Şair de şöyle der: "Güvenilir olarak Necid'den iki kardeş O sırada şehr (hilal) kesilen tırnak gibiydi Nihayet tam bir yuvarlak haline geldi Ayın ondördünde..." Hava bulutlu olduğu için hilal görülmediği takdirde Şa'ban ayını otuz güne tamamlamamız bize farz kılınmıştır. Aynı şekilde Ramazan ayında da (Şevval hilali buluttan dolayı görülmezse) otuz güne tamamlamak gerekir. Böylelikle yakîn ile ibadete başlayalım ve yakîn ile ibadeti bitirelim. Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde "Biz sana bu zikri (Kur'ân'ı) insanlara neyin indirildiğini apaçık bildiresin diye indirdik." (en-Nahl, 16/44) Güvenilir hadis İmâmları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Onu (hilali) görünce oruç tutunuz, yine onu görünce oruç açınız. Eğer buluttan dolayı göremeyecek olursanız sayıyı tamamlayınız." Müslim, Siyam 18; Muvatta’'', Siyam 3. Bir diğer rivâyette ise "eğer hilal (şehr) buluttan dolayı tarafınızdan görülmezse otuz gün sayınız" denilmektedir. Müslim, Siyam 18-19. Bu manada vârid olmuş diğer hadisler için bakınız: Buhârî, Savm 5, 11; Müslim, Siyam 4, 18, 19, 20; Ebû Dâvûd, Savm, 4, 6, 7; Tirmizî, Savm 2, 5; Nesâî, Siyam 8, 9, 12, 13, 37; İbn Mâce, Siyam 7; Dârimî, Savm 1, 2; Müsned, IV, 22, 231, V, 42. Tabiin'in büyüklerinden olan Mutarrif b. Abdullah b. eş-Şihhîr ile dilcilerden İbn Kuteybe şöyle demişlerdir: Bulut olması halinde ayın katettiği mevkiler takdir edilerek ve bu mevkiler hesaba katılarak Ramazan orucuna başlamakta hesaba başvurulur ve bu hesapta eğer hava açık olsaydı Hilal'in görüleceği hususu göz önünde bulundurulur. Çünkü Peygamber Efendimiz: "Eğer buluttan dolayı tarafınızdan görülmezse onun için takdirde bulununuz" diye buyurmuştur. Onun katettiği mevkileri onun hilal olarak görünüşüne delil kullanınız ve hesabını yaparak ayın tamamlanmasını takdirî olarak bulunuz demektir. Cumhûr ise şöyle demektedir: "Onun hesabını takdir ediniz" ifadesinin anlamı miktarını tamamlayınızdır. Nitekim bunu Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen ve: "Sayıyı tamamlayınız" şeklindeki hadis açıklamaktadır. ed-Davudî de şunu zikretmektedir: Hazret-i Peygamber'in: "Onun için takdirde bulununuz" âyetinin anlamı ile ilgili olarak şunu söyler: Ayın katettiği mevkileri takdir ediniz, demektir. Ancak biz bu görüşü herhangi bir kimsenin ileri sürdüğünü bilmiyoruz. Şu kadar var ki Şâfiî'nin mezhebine mensup birisi bu hususta müneccimlerin (hesapçılar) sözlerine itibar edileceğini belirtmektedir. Ancak bu konudaki icma onlara karşı bir delildir. İbn Nâfi' de Mâlik'ten, hilali görmekle oruca başlamayan ve hilali görmekle bayram yapmayan, buna karşılık hesaba göre oruca başlayıp bitiren İmâm (İslâm devlet başkanı) hakkında böyle bir İmâma uyulmaz ve onun ardından gidilmez dediği rivâyet edilmiştir. İbnu'l Arabî de der ki: Mezhebimize mensup bazı kimseler, yanılarak Şâfiî'den: Hesaba itibar edilir, diye nakletmişlerdir. Ancak bu nakledilmemesi gereken hatalı bir nakildir. Ramazan hilali bir kişinin şahitliği ile mi yoksa iki kişinin şahitliği ile mi sabit olur, hususunda Mâlik ve Şâfiî arasında görüş ayrılığı vardır. Mâlik der ki: Bu hususta tek kişinin şahitliği kabul edilmez. Çünkü bu hilale dair bir şahitliktir. Bu hususta iki kişiden daha aşağısının şehadeti makbul değildir. Bu görüşünün aslı Şevval ve Zülhicce hilaline dair şahitliktir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe ise tek bir kişinin şahitliği kabul edilir; demişlerdir. Çünkü Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: İnsanlar hilali gözetlemeye çıkmışlardı. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hilali gördüğümü bildirdim. Kendisi de oruç tuttu, halka da oruç tutmalarını emretti. Ebû Dâvûd, Savm 15. Bu hadisi ayrıca Dârakutnî de rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bunu sadece Mervan b. Muhammed, İbn Vehb yoluyla rivâyet etmiştir ki sika bir ravidir. Dârakutnî, II, 156. Dârakutnî ayrıca şunu rivâyet etmektedir: "Bir adam Ali b. Ebû Talib'in huzurunda Ramazan ayı hilalini gördüğüne dair şahitlik etti, o da oruç tuttu. Zannederim (hadisin ravisi) şöyle de dedi: İnsanlara da oruç tutmalarını emretti. Ve dedi ki: Ramazan ayından bir gün oruç açmaktansa Şa'ban ayından bir gün oruç tutmayı tercih ederim. Şâfiî der ki: Şayet herkes Ramazan hilalini görmeyip adaletli bir erkek, o hilali görürse bu konudaki rivâyet ve ihtiyat dolayısıyla onun şahitliğini kabul etmeyi uygun görürüm. Daha sonraları Şâfiî şöyle dedi: Ramazan hilaline dair ancak iki kişinin şahitliği kabul edilebilir. Yine Şâfiî der ki: Arkadaşlarımızdan birisi şöyle demiştir: Ramazan hilalinin görüldüğüne dair ancak iki şahidin şehadetini kabul ederim. Bu ise hazır olunmayan herşey hakkındaki (öngörülen şehadet hükmüne) kıyasen söylenmiştir." Dârakutnî, II, 170. 5- Tek Başına Ramazan ya da Şevval Hilalini Görenin Hükmü: Tek başına Ramazan ya da Şevval hilalini gören kimsenin hükmü hakkında fukahanın farklı görüşleri vardır. er-Rabi' Şâfiî'den şunu rivâyet etmektedir: Tek başına Ramazan hilalini gören kimse Ramazan orucunu tutsun, tek başına Şevval hilalini gören kimse de orucunu açsın ve bunu saklasın. İbn Vehb tek başına Ramazan hilalini gören kişi hakkında İmâm Mâlik'ten oruç tutması gerektiğini rivâyet etmiştir. Çünkü o günün Ramazan olduğunu bilmekle birlikte oruç açmaması gerekir. Tek başına Şevval hilalini gören kimse ise oruç açamaz. Çünkü insanlar aralarından (Şevval hilâlini gördüğünü ileri süren tek kişinin şahitliği oruç açmaya yeterli görülmediğinden) güvenilir olmayan bir kimseyi oruç açmış olarak görürlerse ithamda bulunurlar. Daha sonra başkaları (da) hilali gördükleri takdirde, hilali gördük, derler. Bu başlığın buraya kadarki bölümü de: Dârakutnî, II, 170'de aynen yer almaktadır. İbnu'l-Münzir der ki: Leys b. Sa'd ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Atâ ve İshak ise böyle bir kimse ne oruç tutar ne de orucunu açar, derler. İbnu'l-Münzir ise oruç tutar ve açar, demiştir. "Ne oruç tutar, ne de orucunu açar" yani oruca niyet de etmez, kimseye karşı oruç da yemez. "Oruç tutar ve açar"; yani, oruçlu iken oruç açmayı mubah kılan herhangi bir sebeble yemesi gerekir. Böylelikle sebebsiz oruç açmak ithamından kurtulur. Allahu a'lem. 6- Birisi Bir Başka Beldede Hilalin Görüldüğü Haberini Getirirse: Bir kimse bir başka beldede hilalin görüldüğü haberini getirdiği takdirde ne yapılır, hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Hilalin görüldüğü yer ya yakın veya uzak bir yerdir. Eğer yakın ise bu hüküm birdir değişmez. Şayet uzak olursa her bir belde halkı kendi görüşlerine göre amel ederler. Bu hüküm İkrime, Kasım ve Salim'den rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'tan da bu görüş nakledilmiştir. İshak'ın kabul ettiği görüş de budur. Buhârî de: "Her bir belde halkı kendi rü'yetleriyle hareket eder" şeklinde Buhâri'de böyle bir başlık tesbit edemedik. Böyle bir başlık Tirmizî, Savm 9'da yer almaktadır. koyduğu başlık ile buna işaret etmiştir. Başkaları ise şöyle demektedir: İnsanlar bir belde halkının hilali gördüklerini tesbit edecek olurlarsa tutmadıkları günlerin kazasını yapmaları gerekir. Leys b. Sa'd ve Şâfiî de böyle demiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Ben bunun ancak Müzenî ve Küfî'nin görüşü olduğunu biliyorum. Derim ki: el-Kiyâ et-Taberî "Ahkâmü'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Hanîfe'nin mezhebine mensup ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Hilali gördükleri için bir belde halkı otuz gün oruç tutsa bir başka belde de yirmidokuz gün oruç tutsa yirmidokuz gün tutanların bir gün kaza etmeleri gerekir. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları ise bu görüşte değildir. Çünkü değişik beldelerde matla'ların (ayın doğuş yeri) farklı olmaları caizdir. Ebû Hanîfe'nin mezhebinde olanların delili yüce Allah'ın: "Tâ ki o sayılı günleri tamamlayasınız" âyetidir. Bir belde halkının hilali görmesi ile de bu tamamlanması gereken sayının otuz olduğu sabit olmuştur. O bakımdan ötekilerinin de bu sayıyı tamamlamaları icab eder. Onların görüşlerini kabul etmeyenler ise Peygamber Efendimizin: "Hilali görmekle oruca başlayınız, hilali görmekle de oruç açınız" Buhârî, Savm 11; Müslim, Siyam, 4, 18, 19; Ebû Dâvûd, Savm 7; Tirmizî, Savm 5; Nesâî, Siyam 8, 9 vb. hadisini delil gösterirler. Bu ise adeten her bir topluluğun kendi beldelerindeki görmeye itibar etmelerini gerektirir. Ebû Ömer'in naklettiğine göre ise Endülüs'ün Horasan'dan uzaklığı gibi birbirinden uzak bölgelerden (birisinde) görülmesinin (başkaları tarafından) itibara alınmayacağı hususunda icma vardır. Daha sonra Ebû Ömer şöyle der: Her bir belde kendi görmesine itibar eder. Ancak büyükçe bir şehirmiş gibi olan yerler ile birbirlerine yakın müslüman beldeleri bundan müstesnadır. Müslim'in Kureyb'den rivâyetine göre Haris'in kızı Umm el-Fadl kendisini Şam'da bulunan Hazret-i Muâviye'nin yanına göndermiş. Kureyb der ki: Şam'a gittim. Umm el-Fadl'ın ihtiyacını gördüm. O sırada Ramazan ayının hilali ben Şam'da bulunuyorken görüldü. Ben de hilali Cuma gecesi gördüm. Daha sonra ayın sonunda Medine'ye geldim. Abdullah b. Abbas (Allah ikisinden de razı olsun) bana (bazı hususlara dair) soru sordu. Sonra da hilali sözkonusu ederek: Hilali ne zaman gördünüz, dedi. Ben, biz hilali Cuma akşamı gördük; deyince, sen de gördün mü, diye sordu ben: Evet dedim. Başkaları da gördüler, herkes oruç tuttu, Hazret-i Muâviye de oruç tuttu. İbn Abbâs dedi ki: Biz ise burada Cumartesi akşamı hilali gördük. Otuz gün tamamlayıncaya veya hilali görünceye kadar orucumuza devam edeceğiz. Ben: Hazret-i Muâviye'nin hilali görmesi ve oruca başlaması ile yetinmiyor musun, diye sorunca o da şu cevabı verdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize böylece emretti. Müslim, Siyam 28; Ebû Dâvûd, Savm 9; Tirmizî, Savm 9; Nesâî, Siyâın 7 İlim adamlarımız der ki: İbn Abbâs'ın: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize böylece emretti" şeklindeki ifadesi bu hususun açıktan açığa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ref'edildiğini ve onun böyle emrettiğini ifade etmektedir. O bakımdan bu şunun delilidir: Şam'ın Hicaz'dan uzaklığı gibi bölgeler birbirinden uzak olursa her bir belde halkına düşen bizzat kendi rü'yeti gereğince amel etmesi, başkasının rü'yetine göre amel etmemesidir. Bu görme İmâm-ı Azam (İslâm devletinin halifesi) tarafından da sabit kabul edilse bile rai'yeye buna göre davranmayı emretmedikçe bilgisine göre amel edilir. Eğer kendisinin görüşüne göre amel etmelerini isterse ona muhalefet etmeleri câiz olmaz. el-Kiyâ et-Taberî der ki: İbn Abbâs'ın: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize böylece emretti" demesi Hazret-i Peygamber'in: "Onu görerek oruca başlayınız, onu görerek orucunuzu açınız" şeklindeki âyetini bu anlamda yorumlamış olmasından dolayı olabilir. İbnu'l-Arabî de der ki: "İbn Abbâs'ın bu sözünün açıklanması hususunda ihtilaf edilmiştir. O bu sözü (Küreyb'in dediğini) vahid bir haber olduğundan dolayı reddetmiştir, denildiği gibi; bölgelere göre hilalin doğuşu farklı olduğundan dolayı bu görüşünü reddetmiştir, de denilmiştir. Sahih olan da budur. Çünkü Küreyb'in kendisi şahitlik etmemişti. O sadece şehadet ile sabit olmuş bir hükmü haber vermişti. Sabit olmuş bir hüküm hakkında tek bir kişinin haberinin geçerli olacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Buna benzer bir diğer husus şudur: Hilalin Ağmat (Marakeş yakınlarında Fas'ta bir bölge ismi)da Cuma akşamı görüldüğü buna karşılık İşbiliye (Endülüs'teki büyükçe bir şehir )de Cumartesi akşamı görüldüğü sabit olsa her bir belde halkı kendi rü'yetlerine göre hareket eder. Çünkü Süheyl yıldızı Ağmat'tan görüldüğü halde İşbiliye'den görülmeyebilir. Bu ise aradaki doğuş farklılığının delilidir." Derim ki: Bu mes'ele hakkında Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)in kabul ettiği görüşe gelince; İbn Vehb'in ve İbn Kasım'ın el-Mecmua'da ondan rivâyet ettiğine göre; Basra halkı Ramazan hilalini görecek olurlarsa sonra bu haber Küfe, Medine ve Yemen halkına ulaşırsa onların da oruç tutmaları yahut da eğer eda etme imkânını kaçırmış iseler kaza etmeleri gerekir. Kadı Ebû İshak'ın, İbnu'l-Macuşûn'dan rivâyetine göre ise hilalin görüldüğü Basra'da oldukça yaygın bir şekilde sabit olursa, o takdirde bu konuda ayrıca şehadette bulunmaya, şehadette bulunanların adil olup olmadıklarını araştırmaya gerek olmaksızın diğer belde halkının (tutmadı iseler) o günü kaza etmeleri gerekir. Şayet onlar yanında (mesela Basra halkına göre) kendi hakimleri huzurunda iki şahidin şehadeti ile sabit olmuş ise bu ancak o hakimin velayeti altında bulunan ve hükmünün bağlayıcı olduğu bölgelerde yaşayan kimseler için bağlayıcı olur. Ya da bu husus eğer mü’minlerin emiri nezdinde sabit olmuş ise bütün müslümanların (tutmadıkları günün) kazasını yapmaları gerekir. İbnu'l-Macuşûn der ki: İşte İmâm Mâlik'in görüşü budur. 7- Bu Âyetin Baş Taraflarının Gramer Bakımından Durumu: Çoğunluk "ay" anlamına gelen: "şehr" kelimesini mahzuf bir mübtedanın haberi olmak üzere merfu' okumuşlardır. Yani: O ay, Ramazan ayıdır. Veya: Üzerinize oruçla geçirilmesi farz kılınan ay, Ramazan ayıdır. Yahut: Oruç veya sözü geçen günler Ramazan ay'ıdır, demektir. Bir diğer görüşe göre bu kelimenin merfu' okunması "yazıldı" fiilinin "naib-i faili" olduğundan dolayıdır. Yani size Ramazan ayında oruç tutmak farz kılındı, demektir. "Ramazan" kelimesi, sonundaki "nûn" harfinin zâid olması dolayısıyla munsarıf değildir. Bu âyetteki "şehr" kelimesinin mübteda olmak üzere merfu olması da mümkündür. O vakit haberi "Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti olur. Bunun haberinin: "Sizden her kim bu aya erişirse.." âyeti olduğu söylenmiştir. "Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti ise "ay"ın sıfatıdır. Burada bu kelimenin "oruç"tan bedel olmak üzere ref edildiği de söylenmiştir. (Buna göre: "Oruç... üzerinize yazıldı." Sözkonusu bu oruç Ramazan ay'ıdır, anlamında olur). Yüce Allah'ın: "Oruç... üzerinize yazıldı" âyetinde sözü geçen oruçtan kasıt, Aşura günü ile birlikte üç gün oruç tutmaktır, diyen; burada (yani; Ramazan ayı... ile ilgili olarak) mübteda olduğu için kelimenin merfu' olduğunu kabul eder. Orada sözü geçen oruç Ramazan orucudur, diyen ise burada kelimenin mübteda veya oruçtan bedel olduğunu kabul eder. Yani; sizin üzerinize Ramazan ayı (orucu) farz kılındı, demek olur. Mücâhid ile Şehr b. Havşeb "şehra" şeklinde mansub olarak okumuşlardır. el-Kisaî der ki: Bunun anlamı şöyle olur: Üzerinize oruç ve Ramazan ayında oruç tutmanız farz kılındı. el-Ferrâ' der ki: Sizin üzerinize oruç tutmak yani Ramazan ayını oruçla geçirmek farz kılındı, demektir. en-Nehhâs da şöyle der: Burada "şehra Ramazane" kelimesinin "oruç tutunuz" ile mansub okunması câiz değildir. Çünkü o takdirde bu sılaya (ki..) girer ve ondan sonra sıla ile onun mevsulunu birbirinden ayırır. Yine "siyam (oruç tutmak)" ile nasbedilmesi de böyledir. Şu kadar var ki iğra olmak üzere nasbedilmesi caizdir. Yani; Ramazan ayına dikkat ediniz ve Ramazan ayında oruç tutunuz. Ancak bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü daha önceden "ay (şehr)" kelimesi sözkonusu edilmemiştir ki onun ile ilgili iğranın gelmesi sözkonusu olabilsin. Derim ki: "Oruç üzerinize., yazıldı" âyeti bu "şehr (ay)" kelimesine delalet etmekte olduğundan burada iğra yapmak câiz olur. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği görüş de budur. el-Ahfeş de der ki: Burada "şehra" kelimesinin mansup okunması zarf olduğu içindir. el-Hasen ve Ebû Amr'dan "şehr" kelimesinin rı harfiyle "Ramazan" kelimesinin rı harfini idğamlı olarak okudukları nakledilmiştir. Bu ise iki sakinin bir arada olmaması için câiz değildir. Bununla birlikte rı harfinin (ötre olan) harekesi he'ye nakledilerek he harfi ötreli okunduktan sonra idğam yapılabilir. (Şehur Ramazan şeklinde). Bu da Kûfelilerin görüşüdür. 8- Kur'ân'ın İndiği Ay Olan Ramazan Ayı: Yüce Allah'ın: "Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in Ramazanda indirildiğine dair açık bir nastır. Aynı zamanda bu yüce Allah'ın: "Ha-Mim. Açıkça bildiren kitaba yemin olsun ki şüphesiz biz onu mübarek bir gecede" yani Kadir gecesinde "indirdik." (ed-Duhân, 44/1-3.) âyeti ile: "Muhakkak biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1) âyetlerini açıklamaktadır. İşte bu da kadir gecesinin ancak Ramazan ayında olduğunun başka bir ayda olmasının sözkonusu olmadığının delilidir. Kur'ân-ı Kerîm'in önceden de açıklamış olduğumuz gibi Giriş bölümün, Kur'ân sûrelerinin tertibi... başlığında Kadir gecesinde Levh-i Mahfuz'dan toptan indirildiğinde görüş ayrılığı yoktur. Levh-i Mahfuz'dan indirildikten sonra dünya semasında Beytü'l İzze'de konulmuştur. Daha sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) Kur'ân-ı Kerîm'i emir, nehiy ve sebeplere göre peyderpey indiriyor idi. Bu ise yirmi sene gibi bir zamanda tamamlanmıştı. İbn Abbâs der ki: Kur'ân-ı Kerîm Levh-i Mahfuz'dan toptan dünya semasındaki yazıcı meleklere indirildi. Daha sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) ise yirmibir sene boyunca değişik zamanlarda kısım kısım onu indirdi, Mukâtil de yüce Allah'ın: "Ramazan ayı ki... Kur'ân o ayda indirilmiştir" âyeti hakkında şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm Levh-i Mahfuz'dan her sene Kadir gecesinde dünya semasına indirildi. Daha sonra elçi meleklere Levh-i Mahfuz'dan yirmi ayda nazil oldu. Hazret-i Cebrâîl de onu yirmi sene zarfında indirdi. Derim ki: Mukâtil 'in naklettiğimiz bu görüşü, bu hususta: "Kur'ân-ı Kerîm (dünya semasına) bir defada indirilmiştir" şeklinde nakledilen icmaa muhaliftir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Vasile b. el-Eska' da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İbrahim'in sahifeleri Ramazan ayının ilk gecesinde, Tevrat ise altıncı gecede, İncil onüçüncü gecede, Kur'ân-ı Kerîm ise yirmidördüncü gecede nazil olmuştur." Müsned, IV, 107; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 197. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîfde el-Hasen'in söylediği Kadir gecesi yirmidördüncü gecedir, şeklindeki görüşüne delalet vardır. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ileride (el-Kadr, 97/5. âyet 1. başlıkta) gelecektir. "Kur'ân" yüce Allah'ın kelamının adıdır. Okunan şey (makru') anlamındadır. Nitekim içilen şeye (meşrub): "Şarap," yazılı şeye de (mektup) "kitap" denilir. Buna dayanarak bu kelimenin masdarının "kaf, re ve hemze" olduğu söylenmiştir. Kıraet ve Kur'ân o bakımdan aynı anlama gelir. Şair der ki: "Saçlarına ak düşmüş secde izleri onda (yüzünde) görülene baskın yaptılar Ki o geceyi kimi zaman teşbih kimi zaman Kur'ân (okumak) ile geçiriyordu." Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den gelen rivâyete göre; denizde Hazret-i Süleyman'ın bağladığı hapsedilmiş birtakım şeytanlar vardır. Aradan fazla zaman geçmeden bunlar çıkıp insanlara bir Kur'ân (birşeyler) okuyacaklardır, demiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Bir de sabah Kur'ânı (namazını eda et). Çünkü sabah Kur'ân'ı (sabah namazında okunan Kur'ân) şahit olunandır." (el-İsra, 17/78) Arapların mef'ûl olana masdar anlamını vermekteki adetleri üzere okunan şeye (makru') Kur'ân ismi verilir. Nitekim Araplar ma'luma (bilinen şeye) ilim, madruba (sikke olarak vurulmuş şeye) darb, meşruba (içilen şeye) şarap (az önce de belirttiğimiz gibi) demektedirler. Daha sonra bu şekilde kullanmak yaygınlık kazanmış, arkasından şer'î örf de böylece devam etmiştir. Bunun sonucunda da "Kur'ân" Allah'ın kelamının ismi olmuştur. O kadar ki: "Kur'ân mahluk değildir" denilince bununla anlatılmak istenen "okunan şey" kastedilmektedir. Yoksa okumak değil. Yüce Allah'ın kelamının yazılı olduğu mushaf da -kelime anlamı genişletilerek-: "Kur'ân" diye adlandırılabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı beraberinizde götürerek düşman arazisine yolculuk etmeyiniz." Beraberinde Mushaf ile düşman arazisine yolculuk yapmayı yasaklayan hadisler için bk: Buhârî, Cihad 129; Müslim, İmare 92-94; Ebû Dâvûd, Cihad 81; İbn Mâce, Cihâd 45; Muvatta’'', Cihâd 7; Müsned, II, 6, 7, 8, 10... Burada Hazret-i Peygamber mushafı kastetmiştir. Bu kelime birşeyin toplanması anlamına gelen dan türetilmiştir. "Kur'ân" kelimesinin Allah'ın kitabının özel ismi olduğu ve herhangi bir kökten türemediği de söylenmiştir. Tevrat ve incil gibi. Bu görüş Şâfiî'den nakledilmektedir. Doğrusu ise bütün bu kelimelerin belli bir kökten türetildiği şeklindedir ki, ileride de buna dair açıklamalar gelecektir. 10- İnsanlara Bir Hidâyet Olmak Üzere.. Yüce Allah'ın: "İnsanlara bir hidâyet olmak... üzere" âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in halini bildirmek üzere nasb durumundadır. Yani Allah Kur'ân-ı Kerîm'i insanları hidâyete iletici olarak göndermiştir. "... apaçık bildirmek" ona atfedilmiştir. Hidâyet: İletmek ve beyan etmek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yani Allah Kur'ân-ı Kerîm'i insanlara bir açıklayıcı ve yol gösterici olmak üzere indirmiştir. Maksat muhkemiyle müteşabihiyle, nasih ve mensuhuyla Kur'ân-ı Kerîm'in tümüdür. Daha sonra özellikle Kur'ân-ı Kerîm'in "beyyinatı (hükümleri apaçık olanları)" özellikle zikredip onların şerefine işaret buyurmaktadır. Bundan kasıt ise helal, haram, öğütler ve hükümlerdir. Beyyinât (apaçık bildirilmiş hükümler): "Beyyine"nin çoğuludur. Birşeyin açık ve seçik olarak ortada olması demektir. "Furkan" ise (mealde: hak ve batılı ayırdeden) hakkı batıldan ayıran, aralarındaki farkı beyan eden demektir ki buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/50. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 11- Mukîm ile Yolcunun Ramazan Ayı Orucunu Tutması: Yüce Allah'ın: "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun" âyetinde yer alan: Orucunu tutsun" âyetindeki "lâm" harfini genel olarak sakin okumuşlardır. Ancak el-Hasen ve el-A'rec esreli olarak okumuşlar. Buradaki "lâm" harfi emir lâm'ıdır. Tek başına olduğu takdirde esreli olarak okunur. Herhangi bir şey ile mevsul olursa biri sükûn, biri de esreli olmak üzere iki şekilde okunabilir. Başına şu üç harften birisi geldiği takdirde sakin ve onlarla bitiştirilerek okunur: Bunlardan birincisi "fa" harfidir. Yüce Allah'ın: "Orucunu tutsun"; İbadet etsinler" âyetinde olduğu gibi. İkincisi, Yüce Allah'ın: "... Yerine getirsinler" (el-Hac, 22/29) âyetinde olduğu gibi "vav" harfidir. Üçüncüsü ise: "(Sonra anlamına gelen): Sümme" âyeti ile birlikte kullanılırsa: "Sonra., gidersinler" (el-Hacc, 22/29) âyetinde olduğu gibi. Burada "erişmek" hazır bulunmak, ikamet halinde olmak anlamındadır ki, hazfedilmiş birtakım ifadeler vardır. Yani; sizden her kim aklı başında, baliğ, sihhatli ve mukîm olarak şehirde (radıyallahü anhmazan ayında) hazır bulunursa o ayın orucunu tutsun, demektir. Denildiğine göre bu âyet umumî bir emir olup yüce Allah'ın: "Sizden kim hasta veya yolcu olursa.. "(2/184) âyeti ile tahsis edilmiştir. Burada geçen "bu aya" âyeti mef'ûl değil, zaman zarfıdır. İlim adamları bunun te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptir. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, Süveyd b. Ğafele ve Hazret-i Âişe -dört tane sahabi ile- Ebû Miclez Lâhik b. Humeyd ve Abide es-Selmanî şöyle demişlerdir: Her kim bu aya erişirse -yani Ramazan ayının başlangıcında o beldesinde, ailesi ile birlikte mukîm ise- Ramazan ayının orucunu tamamlasın. Bundan sonra ister yolculuğa çıksın, isterse ikamet etsin. Ancak kendisi yolcu iken Ramazan ayına giren kimse yolculukta oruç açabilir. Bunlara göre bu âyetin anlamı şöyle olur: Yolcu iken Ramazan'a erişen kimse orucunu açar ve diğer günlerden oruç açtığı kadarını da oruç tutar. Her kim haderde (ikamet halinde) iken Ramazan ayına yetişirse o da bu ayda oruç tutsun. Ümmetin Cumhûru (çoğunluğu) ise şöyle demektedir: Her kim ayın başına ve sonuna erişirse mukîm olduğu sürece oruç tutsun. Yolculuğa çıktığı takdirde de orucunu açsın. Sahih olan budur. Sahih olan haberler de buna delalet etmektedir. Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) birinci görüşe karşı şöyle bir başlık kullanır: "Ramazan ayından birkaç gün oruç tuttuktan sonra yolculuğa çıkan": Bize Abdullah b. Yusuf anlatarak dedi ki: Bize Mâlik, İbn Şihab'dan bildirdi, o Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, o İbn Abbâs'tan naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan ayında Mekke'ye gitmek üzere yola çıktı. el-Kedid denilen yere varıncaya kadar oruç tuttu. Oraya varınca orucunu açtı, beraberindekiler de oruç açtı. Ebû Abdullah (Buhârî) der ki: Kedid ise Usfan ile Kudeyd arasındaki yerin adıdır. Buhârî, Savm 34; aynı hadisin geçtiği başka yerlerden bazısı: Buhârî, Cihâd 106; Meğâzî 47; Müslim, Siyam 87, 88; Nesâî, Siyam 60; Muvatta’'', Siyam 21; Dârimî, Savm 15 vs... Derim ki: Hazret-i Ali ile onun görüşü doğrultusunda kanaat belirtenlerin bu görüşleri faziletli, salih kardeşlerin ziyaret edilmesi gibi mendup olan yolculuk ya da yeterinden fazla rızık talebi için yapılan mubah yolculuk hakkında kabul edilebilir, bu anlama gelme ihtimali vardır. Zorunlu gıda ihtiyacını elde etmek kastı ya da tahakkuk etmesi halinde bir beldenin fethi veya bir düşmana karşı savunmak uğrunda yapılan vacip yolculuğa gelince; bunlarda kişi muhayyerdir ve orucuna devam etmesi farz değildir. Aksine takva için böyle bir yolculukta oruç açmak daha faziletlidir. İsterse kendi beldesinde ayın bir kısmında hazır bulunsun ve orada bir kısmını oruçla geçirmiş olsun. Çünkü İbn Abbâs'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis bunu gerektirmektedir. Bu şekilde bir yorum yapılması halinde inşaallah görüşler arasında bir farklılık olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Mükellef olma şartları ile birlikte deli ve baygın olmayarak Ramazan ayına erişen bir kimse o ayın orucunu tutsun. Deli iken Ramazan ayına erişir ve ay boyunca deliliği devam ederse orucunu kaza etmesi gerekmez. Çünkü o, oruç tutmayı gerektiren bir nitelikte Ramazan ayına erişmiş değildir. Ayın başında ve sonunda deliren kimse delirdiği günler sayısınca kaza yapar. Bu açıklamaya göre ise "şehr (.... aya...)" kelimesinin mansub (üstünlü) okunması "şehide (erişirse)" kelimesinin sarih mef'ûlü olduğundan dolayıdır. 12- Ramazan Ayında Oruç Tutmaları Farz Olanlar: Müslüman, baliğ, Ramazan ayında olduğunu bilen kimseye oruç tutmanın farz olduğu hükmü, bilinen bir hüküm halindedir. Kâfir tan yerinin ağarmasından önce İslâm'a girse yahut küçük çocuk baliğ olsa o günün sabahından itibaren oruç tutması gerekir. Şayet tan yerinin ağarmasından sonra kâfir İslâm'a girmiş, küçük çocuk da baliğ olmuş ise akşama kadar imsak etmeleri (orucu bozan hallerden uzak kalmaları) gerekir. Bununla birlikte ayın geçmiş günlerini ve çocuğun buluğa erdiği, kâfirin de İslâm'a girdiği günün kazasını yapmaları gerekmez. İlim adamları Ramazanın son günü İslâm'a giren kâfir hakkında Ramazanın tümünü kaza etmesi gerekir mi gerekmez mi ve İslâm'a girdiği günün kazasını yapması gerekir mi gerekmez mi hususunda farklı görüşlere sahiptir. İmâm Mâlik ve Cumhûr der ki: Geçmiş günlerin kazasını yapması gerekmez. Çünkü o İslâm'a girdiği andan itibaren aya erişmiş kabul edilir. Mâlik der ki: Bununla birlikte İslâm'ı kabul ettiği günün kazasını yapmasını daha çok severim. Atâ ve el-Hasen der ki: Kalanın orucunu tutar, geçmişin de kazasını yapar. Abdülmelik b. el-Macuşûn der ki: Müslüman olduğu gün yemek yemez ve o günün kazasını yapar. Ahmed ve İshak da böyle demiştir. İbnu'l-Münzir ise der ki: Ayın geçen günlerini kaza etmesi de gerekmez, İslâm'ı kabul ettiği günün kazasını yapması da gerekmez. el-Bacî der ki: Bizim mezhep âlimlerimizden kâfirler İslâm'ın şer'î hükümlerine muhataptır diyenler -ki bu İmâm Mâlik'in ve arkadaşlarının çoğunluğunun görüşünün bir gereğidir-; bunların günün geri kalan kısmında oruç bozucu davranşılardan kaçınmasını vacip görmüşlerdir. Bunu el-Müdevvene'de İbn Nâfi', Mâlik'ten rivâyet etmiş, eş-Şeyh Ebû'l-Kasım da bu görüşü ifade etmiştir. Mezhebimize mensup âlimlerden, hayır kâfirler İslâm'ın şer'î hükümlerine muhatap değildir, görüşünde olanlar şöyle der: Günün geri kalan kısmında imsak etmesi gerekmemektedir. Bu ise Eşheb'in ve Abdülmelik b. el-Macuşûn'un görüşlerinin gerektirdiği bir hükümdür. İbnu'l-Kasım da bu görüşü benimsemiştir. Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah: "Ey îman edenler.." diye buyurarak yalnızca mü’minlere hitapta bulunmuştur. Bu ise gayet açıktır. Buna göre İslâm'a giren kâfirin günün geri kalan bölümünü imsakla geçirmesi gerekmediği gibi, geçen günlerin kazasını yapması da gerekmez. Yüce Allah'ın: "Kim de hastalanır veya yolculukta olursa o halde o günler sayısınca diğer günlerde (oruç tutsun)." âyetine dair açıklamalar ise az önce (184. âyetin ilgili bölümünün birinci başlığında) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. 13- Allah, Hakkınızda Kolaylık Diler, Zorluk Dilemez: "Allah size kolaylık diler" âyetinde yer alan ve "kolaylık" anlamına gelen kelimesini bir grup "sin" harfini ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. Bu iki ayrı ağızdır. Aynı şekilde (zorluk anlamına gelen): kelimesi de bu şekildedir. Mücâhid ve Dahhâk der ki: "Kolaylık" yolculukta oruç açma, "zorluk" ise yolculukta oruç tutmaktır. Ancak uygun olan açıklama bu lâfzın dine dair bütün hususlarda genel olduğudur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, dinde size güçlük vermedi." (el-Hac, 22/78) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de: "Allah'ın dini kolaylıktır" Bk. Buhârîı, Îman 29; Nesâî, Îman 28; Müsned, V, 69. ve: "Kolaylaştınnız zorlaştırmayınız" Buhârî, Meğazi 60, Ahkâm 22; Dârimi, Mukaddime 24. diye buyurduğu da rivâyet edilmiştir. Zenginlik anlamına gelen "el-yesâr" kelimesi de aynı kökten (el-yusr)den gelmektedir. Sol ele "el-yedu’l-yusrâ" adının verilmesi ise tefeul yoluyladır. Ya da sol elin sağ ele yardımcı olması dolayısıyla işlerin kolayca yapılmasından dolayı, bu isim verilmiş de olabilir. Görüldüğü gibi bu hususta iki ayrı görüş vardır. "Güçlük istemez" âyeti yüce Allah'ın: "Allah size kolaylık diler" âyetinin anlamını ifade eder. Te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Âyet-i kerîme yüce Allah'ın zatından ayrı olarak kadim ve ezelî bir irade ile murid (irade sahibi dileyici) olduğunu göstermektedir. Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüş budur. Nitekim O, aynı şekilde kendine has bir ilim ile alim, kendine has bir kudret ile kadir, kendine has bir hayat ile hayy, kendine has bir işitme ile semi', kendine has bir görme ile basir, kendine has bir söz ile mütekellimdir. Bütün bunlar zatından ayrı ezelî ve varolan birtakım manalardır. Filozoflar ve Şia ise bu sıfatların olmadığı görüşündedir. Ancak yüce Allah, haktan sapanların sözlerinden ve batılcıların batıl iddialarından yüce ve münezzehtir. Bu şekilde Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyenlerin iddialarının kökünü şu sözlerle kesmek mümkündür: Yüce Allah'ın irade sahibi olmadığını söylemek O'nun iradesiz olduğunu söylemektir. Böyle birşey olsa, irade sahibi olmayan herkesin irade sahibi olana göre eksik olması gerektiği açıktır. Çünkü irade sıfatına sahip olanların herhangi birşeyi tahsis etme ya da etmeme imkânları vardır. Selim akıl bunun bir kemal olması gerektiğine bir eksiklik olmamasına hükmeder. Hatta eğer vehim yoluyla bu irade sıfatının ondan alındığı varsayılacak olur ise, önceki halinin daha sonraki halinden daha mükemmel olması gerekir. Geriye sadece şu kalır: Bu sıfata sahip olmayan bu sıfata sahip olandan daha eksiktir. Bunun imkânsızlığı ise açıktır. Çünkü yaratılmışın yaratandan daha mükemmel, yaratanın da ondan daha eksik olması nasıl düşünülebilir? Böyle bir iddianın reddedilmesi ve çürütülmesi gerektiği ise gayet açıktır. Şanı yüce ve kutsal isimlere sahip Allah, kendi zatını irade sahibi olarak nitelendirmiş bulunmaktadır. O şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Rabbin dilediğini yapandır." (Hud, 11/107) Yüce Allah bu âyet-i kerimede de: "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister." (en-Nisa, 4/28) diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah bir işi diledi mi ona sadece "ol" der, o da oluverir. Ayrıca bu evren son derece hikmetli, sağlam, düzenli ve mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Bununla birlikte bu evrenin varlığı da mümkündür, yok olması da mümkündür. Ona var olmak özelliğini verenin, onun varolmasını irade etmesi, onu varetmeye kadir ve onu bilen bir alim olması gerekir. Eğer o, alîm ve kadir değil ise, herhangi bir işin O'ndan sadır olması düşünülemez. Alim olmayan bir zat ise kadir dahi olsa, hikmetli ve sağlam bir düzene sahip olarak herhangi birşey yaratmaya kadir olamaz. İrade sahibi olmayan bir zat ise varlığı câiz (mümkün) olan birtakım şeyleri bazı hal ve durumlarla özellikli kılamaması, bunun aksinden (yani özel hallere ve zamanlara sahip kılmasından) daha uygun ve yerindedir. Çünkü bütün bu câiz şeylerin ona nisbeti arasında bir fark yoktur. İlim adamları der ki: Allah'ın kadir, irade sahibi olması sabit olduğuna göre O'nun hayy (hayat sahibi) olması da icabeder. Çünkü hayat bu sıfatların bir şartıdır. Hayat sahibi olması dolayısıyla da semi', basir ve mü tekellim (söz söyleyen kelam sahibi) olması gerekir. Eğer Allah hakkında bu sıfatlar sabit olmazsa mutlaka O, bunların zıddı olan sıfatlarla muttasıftır. Kör olmak, sağır olmak, dilsiz olmak gibi. Nitekim şahit olunan şeylerden bilip gördüğümüz budur. Şanı yüce ve yaratıcı ise, zatında eksikliği gerektiren herhangi bir sıfata sahip olmaktan mukaddestir. 15- "Sayılı Günlerin Tamamlanması." Yüce Allah'ın: "Tâ ki o sayılı günleri tamamlayasınız" âyeti iki şekilde açıklanmıştır: Birincisine göre yolculuk veya hastalığı halinde oruç açan kimsenin eda etmesi gereken günlerin sayısını tamamlamak, ikincisine göre ise ister yirmidokuz, ister otuz gün çeksin hilal günlerinin sayısını tamamlamaktır. Cabir b. Abdullah der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ay yirmidokuz gün olur." Buhârî, Savm 11, Eymân 20, Nikâh 83, 91, 92; Müslim, Siyam 5, 7, 9; Tirmizî, Savm 6, vb. Bu âyet Hazret-i Peygamber'in "İki bayram ayı olan Ramazan ve Zülhicce eksik olmaz" Buhârî, Savm 12; Müslim, Siyam 31, 32; Ebû Dâvûd, Savm 4; İbn Mâce, Siyam 9; Tirmizî, Savm 8. şeklindeki hadisi otuz günden daha eksik olmazlar şeklinde açıklayanların te'vilini reddetmektedir. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. İlim adamlarının Cumhûru ise bunu şu şekilde te'vil etmişlerdir: Bu iki ay ecir bakımından ve günahlara keffaret olmaları açısından eksik olmazlar. İster yirmidokuz gün çeksinler, isterse de otuz gün. 16- Ramazanın Otuzuncu Günü Gündüzün Şevval Hilali Görülürse: Ramazanın otuzuncu günü gündüzün Şevval hilalinin görülmesi mu'teber değildir. Aksine o ertesi günün hilali olarak kabul edilir. Sahih olan görüş budur. Bu mes'ele ile ilgili olarak Hazret-i Ömer'den gelen rivâyetler farklıdır. Dârakutnî, Şakik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bizler Hanikîn'de iken Ömer'den bir mektup aldık. Mektubunda şöyle diyordu: Kimi hilaller kimilerine göre büyük görünür. Gündüzün hilali gördüğünüz takdirde iki şahit o hilali dün akşamdan gördüklerine şahitlik etmedikçe orucunuzu açmayınız. Dârakutnî, II, 168, 169; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, IV, 248 Bunu ayrıca Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) şu rivâyet yoluyla da zikretmiştir: Abdurrezzak, Ma'mer'den, o el-A'meş'ten, o Ebû Vail'den (bir önceki hadiste geçen Şakik'ten) dedi ki: Ömer bize bir mektup yazdı... Ebû Ömer der ki: Ali b. Ebû Talib'ten de Abdürrezzak'ın zikrettiğine benzer bir rivâyet gelmiştir. Aynı zamanda bu İbn Mes’ûd'un, İbn Ömer'in ve Enes b. Mâlik'in de görüşüdür. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, Muhammed b. el-Hasan, el-Leys ve Evzaî de bu görüştedir. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Süfyan es-Sevrî ile Ebû Yûsuf ise şöyle derler: Eğer hilal zevalden sonra görülecek olursa o bir sonraki günün hilalidir. Eğer zevalden önce görülecek olursa bir önceki günün hilalidir. (Yani hilalin görüldüğü o gün Ramazandan değildir). Bunun bir benzeri Hazret-i Ömer'den de rivâyet edilmiştir ki bunu Abdurrezzak, es-Sevrî'den, o Muğire'den, o Şibâk'tan o da İbrahim'den şöyle dediğini zikretmektedir: Ömer, Utbe b. Ferkad'a yazılı mektubunda şöyle dedi: "Gündüzün güneş zevale ermeden önce otuzuncu günde hilali gördüğünüz takdirde oruç açınız. Güneşin zevalinden sonra onu gördüğünüz takdirde ise akşam oluncaya kadar orucunuzu açmayınız." Hazret-i Ali'den de bunun benzeri bir rivâyet vardır. Şu kadar var ki Hazret-i Ali'den isnad bakımından bu mes'ele ile ilgili herhangi bir rivâyet gelmiş değildir. Süleyman b. Rabia'dan da es-Sevrî'nin görüşüne benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. Abdülmelik b. Habib'in kabul ettiği görüş de budur. Kurtuba'da da buna göre fetva verilirdi. Bu mes'elede Ömer b. Abdülaziz'den farklı rivâyetler gelmiştir: Ebû Ömer der ki: Ömer (b. Abdülaziz)den gelen rivâyet, Mâlik, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin kabul ettiği görüşe uygun olarak muttasıl bir şekilde gelmiştir. Şu kadar var ki es-Sevrî'nin görüşüne uygun olarak ondan nakledilen rivâyet muttasıl değil, munkatı'dır. Bu gibi durumlarda muttasıl olan bir rivâyeti kabul etmek daha uygundur. es-Sevrî'nin görüşünü kabul edenler şu sözleriyle onun lehine delil gösterirler: el-A'meş'in rivâyet ettiği hadis mücmeldir ve burada zevalden önce veya sonra diye özel bir ifade kullanılmamıştır. İbrahim'in rivâyet ettiği hadis ise açıklayıcı (müfessir)dir. O bakımdan bu görüşün kabul edilmesi daha uygundur. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, X, 20 vd. Derim ki: Hazret-i Ömer'den muttasıl olarak gelen rivâyet merfu' ve mevkuf olarak da rivâyet edilmiştir. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Âişe şöylece rivâyet etmektedir: Otuzuncu günün sabahı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oruçlu sabah etti. Gündüzün Şevval hilalini gördü, akşam oluncaya kadar orucunu açmadı. Bunu Dârakutnî el-Vakidî yoluyla gelen bir senedle rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: el-Vakidî dedi ki: Bize Muaz b. Muhammed el-Ensari anlatarak dedi ki: ez-Zührî'ye erken vakitte şevval hilalinin görülmesine dair soru sordum, dedi ki: Şevval hilali tan yerinin ağardığından itibaren ikindiye kadar veya güneş batana kadar görülecek olursa bu hilal gelen gecenin hilalidir. Ebû Abdullah der ki: Bu üzerinde icma olunmuş bir husustur. Dârakutnî, II, 173. Dârakutnî rivâyet ediyor.. Rib'î b. Hirâş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisinden rivâyetle dedi ki: Ramazanın son günü hususunda insanlar arasında görüş ayrılığı çıktı. İki bedevî Arap geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda, dün akşam hilali gördüklerine dair şehadette bulundular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da insanlara oruçlarını açmalarını ve (ertesi sabah) namazgaha (bayram namazı için) gitmelerini emretti. Dârakutnî der ki: Bu hasen ve sabit bir isnaddır. Dârakutnî, II, 169. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bayram namazının, bayramdn birinci günü) dışında ve birinci günü zevalden sonra dahi olsa kılınmayacağı hususunda İmâm Mâlik ve ashabından gelen rivâyetler arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Bu mes'ele ile ilgili olarak Şâfiî'den farklı görüşler gelmiştir. Bir defasında Mâlik'in görüşüne uygun görüş belirtmiştir. Müzeni de bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Bayramın birinci günü zevalden sonra namazın kılınması câiz olmadığına göre ikinci günü namazın asıl vaktinden daha uzak bir vakittir ve ikinci günde kılınmaması daha bir uygundur. Şâfiî'den gelen bir diğer rivâyete göre ise ikinci gün kuşluk vakti bayram namazı kılınır. el-Buveytî der ki: Bu namaz - bu hususta (aksini ortaya koyan) bir hadis sabit olması dışında - kılınmaz. Ebû Ömer der ki: Eğer bayram namazı vaktinin çıktığından sonra kaza edilecek olursa farz namazlara benzemiş olur. Fukaha sair sünnet namazların kaza olunmayacağı hususunda icma etmişlerdir. İşte bu da onun gibidir. es-Sevrî, el-Evzaî ve Ahmed b. Hanbel ise şöyle der: Ertesi günü çıkar namaz kılarlar. Ebû Yûsuf da el-îmla adlı eserinde böyle demiştir. el-Hasen b. Salih b. Hay ise şöyle demektedir: (İkinci gün) Ramazan bayramında namaz kılmak için çıkmazlar ama Kurban bayramında ikinci gün çıkarlar. Ebû Yûsuf ise şöyle demektedir: Kurban bayramında ise İmâm onlara bayram namazını üçüncü günde dahi kıldırabilir. Ebû Ömer der ki: Çünkü Kurban bayramı, bayram günleridir kılınacak namaz da bayram namazıdır. Ancak Ramazan bayramının birinci günü dışındaki günler bayram günü değildir. Bu günde namaz kılınmayacak olursa bayram dışındaki günlerde kazası yapılmaz. Çünkü bu namaz farz bir Namaz değildir ki kaza edilebilsin. Leys b. Sa'd da şöyle der: Ertesi gün, Ramazan bayramında da Kurban bayramında da namaz kılmak için çıkarlar. Derim ki: İnşaallah (ikinci günü) çıkışını uygun gören görüşler daha sahihtir. Çünkü bu hususta sabit olan sünnet bunu göstermektedir. Diğer taraftan Şari'in bu sünnetlerden dilediğini istisna ederek, vaktinin çıkmasından sonra kaza edilmesini emretmesi imkânsız birşey değildir. Diğer taraftan Tirmizî Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: '"Her kim sabah namazının iki rek'atini kılmayacak olur ise bu iki rekati güneş doğduktan sonra kılıversin." Bu hadisi Ebû Muhammed sahih kabul etmiştir. Tirmizî der ki: Kimi ilim adamı bu hadise göre amel etmektedir. Süfyan-ı Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshak ve İbn Mübarek de bu görüştedir. Hazret-i Ömer'den bunu bu şekilde yaptığı da rivâyet edilmiştir. Tirmizî, Mevakit 197'de; ancak Hazret-i Ömer yerine "İbn Ömer"; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 6'da da bunun takriri bir sünnet olduğunu gösteren bir rivâyet vardır. Derim ki: Bizim ilim adamlarımız şöyle der: Vakit daralıp da sabahı (farzını) kılsa ve sabahın (sünnet) iki rek'atini terketse dilediği takdirde güneşin doğuşundan sonra bu iki rek'ati kılabilir. O takdirde bu iki rek'ati kılmaz da denilmiştir. Diğer taraftan biz bu iki rekati kılar görüşünü kabul edersek, onun bu kılması kaza yoluyla mı olur yoksa sabahın iki rek'at sünnetinin sevabının yerini tutacak onun lehine iki rek'at mi olur? eş-Şeyh Ebû Bekr şöyle der: Mezhepte kabul edilen asıl ilkeye göre uygun görülen görüş budur. (Yani sonradan kılacağı iki rekatin sevabının sabahın sünnetinin iki rek'atin sevabının yerini tutacağıdır). Bu iki rekat hakkında "kaza" tabirini kullanmak kelimenin hududunu zorlamaktır. Derim ki: Ramazan bayramı namazının ikinci günde kılınması hükmünün bu asıl ilkeye göre olması da uzak ihtimal değildir. Bilhassa bu namaz senede bir defa kılınır ve bu hususta sünnette de sabit olmuş uygulamalar vardır. Nesâî şöyle rivâyet eder: Bana Amr b. Ali haber verdi. Dedi ki: Bize Yahya anlattı, dedi ki: Bize Şu'be anlattı, dedi ki: Bana Ebû Bişr, Ebû Umeyr b. Enes'ten, o amca tarafından akrabasından rivâyetle (dedi ki): Bir grup kimse hilali gördü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldiler, Hazret-i Peygamber de onlara güneş yükselmiş olduktan sonra oruç açmalarını ve bayram (namazı) için de ertesi günü çıkmalarını emir buyurdu. Bir rivâyette de: Ertesi günü (bayram namazı kılmak üzere) namazgahlarına çıkmak üzere emretti. Nesâî, lydeyn 2; Ebû Dâvûd, Salât 249. 18- "Tâ ki O Sayılı Günleri Tamamlayasınız..." Ebû Bekir, Âsım'dan, kendisinden gelen bir rivâyete göre Ebû Amr, el-Hasen, Katâde ve el-A'rec, "Tâ ki o sayılı günleri tamamlayasınız" anlamını ifade eden: âyetini: şeklinde "mim" harfini şeddeli olarak okumuştur. Diğerleri ise bunu şeddesiz olarak okumuşlardır. Kisaî şeddesiz okuyuşu tercih etmiştir. Yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi tamamladım" (el-Mâide, 5/3) âyetinde olduğu gibi. en-Nehhâs der ki: Bu kelimenin bu şekillerde okunması aynı anlama gelen iki ayrı şivedir. Nitekim yüce Allah (aynı kelimeyi şu âyetinde her iki şekilde de) şöylece kullanmıştır: "Bu nedenle o kâfirlere mühlet ver. Onlara azıcık bir mühlet ver." (et-Târık, 86/17) Ancak bu kelimenin başındaki "lâm" harfinin sakin okunması câiz değildir. Bununla önceki arasındaki fark şudur: İfadenin takdiri: tamamlamanızı istiyor" şeklindedir. Halbuki hem nem de "lâm" harfinin esresinin bir arada hazfedilmesi câiz değildir. Basralıların görüşü budur. Kuseyyir Ebû Sahr'ın şu mısraı da bu türdendir: "Onu hatırlamayı unutmak istiyorum." İşte buradaki "lâm" mef'ûlün başına gelen lâm'dır. Anlamı, o sayının tamamlanmasını istiyor, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Buradaki "lâm" harfi daha sonra gelen gizli bir fiil ile alakalıdır ki takdiri şöyledir: Sayıyı tamamlayasınız diye o size bu ruhsatı vermiştir. Bu da Kûfelilerin görüşüdür. en-Nehhâs bunu el-Ferrâ''dan nakletmiş ve şöyle demiştir: Bu da güzel bir görüştür. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunu andırmaktadır: "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin mülkünü böylece gösteriyorduk. Kesin bir bilgiye sahip olanlardan olsun diye." (el-En'am, 6/75) Yani, kesin bilgiye sahip olanlardan olsun diye biz böyle yaptık. Bir görüşe göre de buradaki "vav" harfi fazladan gelmiştir. Şöyle de denilmiştir: Buradaki "lâm" harfinin emir lâm'ı "vav" harfinin ise bir cümleyi bir diğer cümleye atıf edatı olması da mümkündür. Ebû İshak İbrahim İbn es-Serrî der ki: Bu manaya hamledilir ve ifadenin takdiri: Allah bunu size kolaylık olsun ve siz de sayıyı tamamlayasınız diye böyle yaptı, şeklindedir. Devamla der ki: Sîbeveyh'in naklettiği şu beyitler de buna benzemektedir: "Harab olup gitti; telef olmakla birlikte alametleri de değişti, Ateşlerinin külü sallallahü aleyhi ve sellemrulmuş birkaç maltız dışında; Kafasına vurulup yarılmış çadır kazığının tepesi ise görünüyor Geri kalan kısımlarını ise sert taşlı arazi örtmüş, gitmiş." Çünkü burada (ikinci mısrada) kastettiği anlam: Orası harab oldu gitti, şu kadar var ki orada bulunan bir kaç maltız yerinde durmaktadır. Ayrıca: Ve orada kafası yarılmış çadır kazığı da vardır, demiş gibidir. Yüce Allah'ın: "Allah'ı... büyük tanıyasınız" âyeti bir önceki âyete atfedilmiş ("ve" bağlacı ile bağlanmış )tır. Anlamı ise tefsir âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre; Ramazanın sonunda Allah'ı büyük tanımaya (tekbir) teşviktir. Bunun sınırı hususunda ise ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şâfiî der ki: Said b. el-Müseyyeb'den, Urve'den ve Ebû Seleme'den Ramazan bayramı gecesini tekbir getirip hamdettikleri rivâyet edilmektedir. Şâfiî der ki: Kurban bayramı gecesi de (bu bakımdan) ona benzemektedir. İbn Abbâs da şöyle der: Şevval hilalini gördükleri takdirde tekbir getirmeleri müslümanların görevidir. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kişi hilali gördüğü zamandan hutbenin sona ermesine kadar tekbir getirir. İmâmın hutbeye çıkışı vaktinde tekbiri bırakır ve İmâmın tekbiri ile birlikte tekbir getirir. Kimisi de şöyle demiştir: Kişi hilalin görülmesinden İmâmın (bayram) namazı(nı) kıldırmak üzere çıkışına kadar tekbir getirir. Süfyan der ki: Burada sözü geçen tekbir Ramazan bayramının birinci günkü tekbiridir. Zeyd b. Eslem der ki: Namazgaha çıktıkları vakit tekbir getirirler, namaz bitti mi bayram da biter. Bu, Mâlik'in de kabul ettiği görüştür. Mâlik der ki: Tekbir; evinden çıktığı zamandan itibaren başlar, İmâmın namaz için çıkacağı vakte kadar devam eder. İbnu'l-Kasım ile Ali b. Ziyad da şunu rivâyet etmektedirler: Eğer güneşin doğuşundan önce (evinden) çıkarsa yolda giderken ve oturduğu yerde güneş doğuncaya kadar tekbir getirmez. Şayet güneş doğduktan sonra evinden çıkarsa yolda namazgaha ulaşıncaya kadar tekbir getirsin, oturunca da, İmâm hutbeyi okumak üzere çıkıncaya kadar tekbirini sürdürsün. İmâm Mâlik'e göre Ramazan bayramı ile Kurban bayramı arasında bir fark yoktur. Şâfiî'nin görüşü de bu şekildedir. Ebû Hanîfe ise şöyle demiştir: Kurban bayramında tekbir getirir, fakat Ramazan bayramında tekbir getirmez. Ancak delil onun aleyhinedir. Ancak Ebû Hanîfe'nin görüşü şöyledir: Ramazan bayramı namazını kılmak üzere namazgaha giderken içinden tekbir getirmek menduptur. Ebû Yûsuf ile Muhammed açıktan tekbir getirilir, derler. Kurban Bayramında namaza giderken açıktan tekbir getirileceğini ise bütün fukahâ ittifakla kabul etmişlerdir. (Dr. Vehbe ez-Zuheylî, el-Fıkhu'l îslâml, II, 381) Delil yüce Allah'ın: "Tâ ki.. Allah'ı büyük tanıyasınız" âyetidir. Diğer taraftan bu, bayram günüdür ve senede bir daha tekerrür etmez. O bakımdan Kurban bayramında olduğu gibi bu bayram için çıkış halinde tekbir getirmek sünnet kılınmıştır. Dârakutnî, Ebû Abdurrahman es-Sülemî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: (Selef) Ramazan bayramında tekbiri Kurban bayramındaki tekbirden daha ileri derecede getiriyorlardı. Dârakutnî, II, 44. İbn Ömer'den gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan bayramı günü evinden çıktığı andan itibaren namazgaha varıncaya kadar tekbir getirirdi. Dârakutnî, II, 44. Yine İbn Ömer'den şu rivâyet gelmiştir: Kurban bayramı ile Ramazan bayramı günü (sabah vaktinde) namazgaha gitti mi, namazgaha ulaşıncaya kadar açıktan tekbir getirirdi. Daha sonra da İmâm gelene kadar tekbir getirmeyi sürdürürdü. Dârakutnî, II, 45. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olsun başkalarından olsun ilim ehlinin çoğunluğu -İbnu'l-Münzir'in naklettiğine göre- Ramazan bayramında tekbir getirileceği görüşündedirler. İbnu'l-Münzir der ki: Bunu el-Evzaî İlyas'tan nakletmiştir. Şâfiî de Şevval hilalini gördüğünde şöyle dermiş: İnsanların tek tek ve topluca tekbir getirmelerini, bu tekbirlerini ertesi günü namazgaha gidene kadar ve İmâm da namaza (kıldırmak üzere) çıktığı vakte kadar açıktan sürdürmelerini arzu ediyorum. Aynı şekilde hacca gitmeyen kimseler için de Kurban bayramı gecesi böyle yapmaları hoşuma gider. İki bayram namazının hükmü ile bu bayramlarda tekbir getirmenin hükmüyle ilgili açıklamalar ileride: "O en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-A'lâ, 87/1) âyetini ve: "el-Kevser (108. sûre)"i açıklarken -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. Mâlik ve bir grup ilim adamına göre tekbir şu sözlerle getirilir: (üç defa) Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber denilir. Bu tekbir şekli Cabir b. Abdullah'tan rivâyet edilmiştir. Kimi ilim adamı ise tekbir arasında tehlil getirir (lâ ilâhe illâlah, der) ve teşbihte bulunur (subhanallah, der) Kimisi de şöyle der: Allahu ekber kebira. Velhamdulillahi kesirâ. Ve subhanallahi bükraten ve esilâ. (Allah en büyüktür, Allah'a çok çok hamd-ü sena olsun. Sabah akşam Allah'ı teşbih ederim). İbnu'l Mübarek Ramazan bayramı günü namaza çıktığında: Allahu ekber, Allahu ekber lâ ilâhe illâlah vellahu ekber ve lillâhil hamd. Allahu ekberu alâ mâ hedânâ (Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah'tan başka ilâh yoktur, evet Allah en büyüktür, hamd yalnız Allah'ındır, bizi hidâyete erdirdiği için Allahu ekber) diye tekbir getirirdi. İbnu'l-Münzir der ki: Mâlik bu konuda belli ifadeler tayin etmezdi. Ahmed de der ki: Bu konuda genişlik vardır. İbnu'l Arabî de der ki: "İlim adamları mutlak olarak tekbiri tercih etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinden anlaşılan da budur. Ben de görüş olarak buna meyilliyim." 21- Hidâyete İlettiği İçin Allah'ı Büyük Tanımak: Yüce Allah: "Tâ ki... Allah'ı sizi doğru yola ilettiğine karşılık büyük tanıyasınız ve şükredesiniz" diye buyurmaktadır. Bir görüşe göre; hıristiyanlar oruç tutmaları gereken günleri değiştirip saptıklarından dolayı (Allah sizi Ramazan ayına ilettiğinden dolayı büyük tanıyınız). Bir diğer görüşe göre de: Cahiliyyenin yapmış olduğu atalarla övünüp neseblerle yarışmayı geçmişlerin menkıbelerini sayıp dökme yerine O sizi doğruya iletmiştir. (Onun için Allah'ı tekbir ediniz, büyük tanıyınız). Bir diğer görüşe göre ise: Allah'ı size gönderdiği şer'î hükümlerle hakka ilettiği için ta'zim edesiniz diye. Buna göre bu âyet genel bir anlam ifade etmektedir. "Ve tâ ki şükredesiniz" âyetinin anlamına dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/52. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 186Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim. O halde onlar da Bana icabet ve Bana îman etsinler. Tâ ki doğru yola ulaşmış olsunlar. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Allah'a Dair Soru Sormak ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa.." âyetinin anlamı şudur: Kullarım sana hak ma'buda dair soru sorarlarsa onlara bildir ki: O pek yakındır. İtaatin ecrini verir. Dua edenin duasını kabul eder. Kulun oruç namaz ve buna benzer yaptıklarını bilir. Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. Mukâtil der ki: Hazret-i Ömer, (bir Ramazan günü) yatsı namazından sonra hanımı ile birlikte olmuş daha sonra buna pişman olup ağlamıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek durumu ona bildirmiş ve üzüntülü bir şekilde geri dönmüştü. Bu olay, konu ilgili ruhsatın inişinden önce idi. Bunun üzerine: "Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım" âyeti nazil oldu. Bir diğer görüşe göre önceleri uyuduktan sonra yemek yemeyi terk farz idi. Onlardan birisi uyuduktan sonra yemek yedi, sonra da pişman oldu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme tevbenin kabulü ve sözü geçen hükmün neshini belirtmek üzere nazil oldu ki ileride (187. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir. el-Kelbî'nin Ebû Salih'ten onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Yahudiler şöyle dedi: Sen bizim ile sema arasında beşyüz yıl bulunduğunu ve her bir semanın kalınlığının yine bu kadar olduğunu ileri sürdüğün halde Rabbimiz bizim dualarımızı nasıl işitir? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Birtakım kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Rabbimiz yakın mıdır, O'na fısıldaşarak dua edelim, yoksa uzak mıdır O'na yüksek sesle seslenelim, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Atâ ve Katâde der ki: Yüce Allah'ın: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyeti nazil olunca kimileri: Hangi vakitte O'na dua edelim? diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Ben pek yakınım" âyetinin anlamı, duayı kabul etmek suretiyle yakınlıktır. Bir görüşe göre de ilmiyle, bir diğer görüşe göre ise Ben velilerime (mü’min dostlarıma) lütuf ve ni'metlerimle pek yakınım, anlamına geldiği belirtilmiştir. "Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim" yani Ben Bana ibadet edenin ibadetini kabul ederim. Buna göre burada "dua" ibadet anlamındadır. "İcabet" de kabul etmek anlamındadır. Bunun delili Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir: en-Numan b. Beşir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Dua ibadetin kendisidir. Çünkü: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz duanızı kabul edeyim." (el-Mü’min, 40/60)" Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Duâ 1 Tefsir 2. sûre 16 ile 40. sûre; İbn Mâce, Duâ 1; Müsned, IV, 267, 271, 276. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber "dua"ya ibadet ismini vermiştir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Muhakkak büyüklük taslayarak Benim ibadetimden yüzçevirenler pek yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (el-Mü’min, 40/60). Burada da "ibadet", bana dua etmeyi dahi kibirlerine yedirmeyenler, demektir. Yüce Allah bu âyet-i kerimede dua etmeyi emir buyurmuş, duaya teşvik etmiş ve onu ibadet diye adlandırmış, onların dua ve ibadetlerini kabul edeceği vadinde bulunmuştur. Leys, Şehr b. Havşeb'den, o Ubade b. es-Samit'ten rivâyetle (Ubade) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ümmetime üç şey verildi ki peygamberler dışında kimseye verilmemiştir. Allah bir peygamber gönderdi mi: Bana dua et ben de duanı kabul edeyim, diye buyururdu. Buna karşılık bu ümmete de: "Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim" diye buyurmuştur. Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygambere: Dinde senin için herhangi bir zorluk kılmamıştır, diye buyururdu. Allah bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Yine Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygamberi kavmine karşı bir şahit kılardı. Allah bu ümmeti de bütün insanlara karşı şahitler kılmıştır." et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, II, 556. Halid er-Rib'î şöyle dermiş: Yüce Allah'ın: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul buyurayım" (el-Mü’min, 40/60) âyeti ile bu ümmete olan lütfü gerçekten hayret vericidir. Bir taraftan onlara dua etmelerini emretmekte, diğer taraftan -arada herhangi bir şart koşmaksızın- dualarını kabul edeceğini va'd buyurmaktadır. Orada bulunanlardan birisi ona: Ne gibi? diye sorunca şu şekilde cevap verir: Mesela yüce Allah'ın: "îman edip salih amel işleyenlere., müjdele" (el-Bakara, 2/25) âyetinde bir şart vardır. Buna karşılık: "Îman edenlere Rableri katında muhakkak bir "kadem-i sıdk (amelleri için güzel bir ecir) olduğunu müjdele" (Yûnus, 10/2) buyurmaktadır. Burada da amel şartı koşulmamıştır. Bir diğer örnek yüce Allah'ın şu buyruğundadır: "Dini yalnız O'na halis kılanlar olarak Allah'a dua ediniz." (el-Mü’min, 40/14) Bu âyette (dini halis kılmak) şartı vardır. Buna karşılık: "Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyetinde ise bir şart yoktur. Bundan önceki ümmetler ihtiyaçları için peygamberlerine gider ve peygamberlerinin bu ihtiyaçlarını Allah'tan dua edip istemelerini talep ederlerdi. et-Tirmizî el-Hakîm, a.g.e., II, 556-557. Peki, kimi zaman kişi dua ettiği halde bu duası kabul olunmamaktadır. Bunun sebebi nedir? diye sorulursa buna cevap şudur: Yüce Allah'ın işaret ettiğimiz her iki âyetteki (2/186 ile 40/60. âyette) âyetinin hakkın kendisi olduğu bilinmelidir. Ancak bu kayıtsız ve şartsız olarak dua eden herkesin ve duada istenen herşeyin istisnasız olarak kabul edilmesini gerektirmez. Şanı yüce Allah bir diğer âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki O haddi aşanları sevmez." (el-A'raf, 7/55) Bilerek ya da bilmeyerek büyük bir günah üzerinde ısrar eden herkes haddi aşan bir kimsedir. O haddi aşanları sevmediğini haber vermektedir. Peki böyle bir kimsenin duasını nasıl kabul buyurur? Haddi aşmanın ise pek çok çeşitleri vardır. Buna dair açıklamalar burada ve yüce Allah'ın izniyle A'raf Sûresi'nde (işaret edilen âyet-i kerimede) gelecektir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: "Dilediğim takdirde duasını kabul ederim" demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O da dilerse dua etiğiniz şeyi açar (giderir)" (el-En'âm, 6/41) O takdirde bu iki âyet mutlak ve mukayyed kabilinden âyetler olurlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi de üç hususu Allah'tan dilemiş, ona bunlardan iki tanesi verilmiş bir tanesi verilmemiştir. Bk. Müslim Fiten 20; Tirmizî, Fiten 14; İbn Mâce, Fiten 9, 22; Muvatta’'', Kur'ân 35; Müsned, V, 109 Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresi'nde (6/65. âyette) gelecektir. Bu hususta şöyle de denilmiştir: Bu âyetle verilen haberden kasıt, bütün mü’minlere şanı yüce Rablerinin bu vasıfta olduğunu bildirmektir. O genel olarak dua edenlerin duasını kabul eder. Kula pek yakındır, duasını işitir. Onun içinde bulunduğu sıkıntıyı bilir. O bakımdan onun duasına dilediği şey ile ve dilediği şekilde cevap verir: "Kıyâmete kadar duasını kabul etmeyecek Allah'tan başka kimseye dua eden kişiden daha sapık kim olabilir?" (el-Ahkâf, 46/5) Kimi zaman efendi kölesinin isteğine baba oğlunun isteğine cevap verir ancak isteğini vermeyebilir. O bakımdan dua edilmesi ile birlikte bu cevap verme kaçınılmaz olarak husule gelmektedir. Çünkü "kabul ederim, icabet ederim" buyrukları bir haberdir. Haber ise nesholmaz. Çünkü neshedildiği takdirde haber veren yalan söylemiş olur. Bu açıklamaya İbn Ömer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîf delalet etmektedir: "Her kime dua etmesi kolaylaştırılırsa ona icabet kapıları da açılır." Tirmizî, Deavât 101 de: "Sizden kime dua kapıları açılırsa, ona rahmet kapıları açılır" şeklinde. Yüce Allah Hazret-i Davud'a şöyle vahyetmiştir: Kullarımdan zalim olanlara Bana dua etmesinler, de. Çünkü Ben kendim için dua edenin duasını cevaplandırmayı takdir buyurdum. Ve Ben zâlimlerin duasına cevap verecek olursam, onlara lanet ederim. Bir kesim de şöyle demiştir: Allah her duayı kabul eder. Bu kabul ya dünyada açıkça ortaya çıkar, ya da Allah dua edenin günahını bağışlar ya da o duayı onun adına ahirete saklar. Çünkü bu konuda Ebû Said el-Hudrî Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Muhtevasında günah ve akrabalık bağını kesmek bulunmayan bir dua ile dua eden her bir müslümana mutlaka Allah bu duası karşılığında üç şeyden birisini verir: Ya çabucak (dünyada) ona dua edip istediğini verir. Ya (ahirete) onun için saklar, ya da onun benzeri bir kötülüğü ondan alıkoyan" Bunun üzerine ashab-ı kiram: O halde biz de çokça dua ederiz, deyince Hazret-i Peygamber: "Allah'ın bağışı daha da çoktur" diye cevap verir. Bu hadisi Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr rivâyet etmiş, Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir. Muvatta’'"da ise senedi munkatı'dır. Muvatta’', Kur'ân 36. Ebû Ömer der ki: Bu Hadîs-i şerîf yüce Allah'ın: "Bana dua ediniz Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyetinin tefsiri olarak zikredilmektedir. İşte bütün bu şekiller duanın kabul edilmesi kabilindendir. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, V, 344-345; el-İstizkâr, VIII, 165-166. İbn Abbâs da der ki: Ben dua eden herkesin duasını kabul ederim, demektir. Eğer duasında dilediği şey onun için dünyada rızık olarak tayin edilmiş ise o istediğini ona veririm. Eğer dilediği şey dünyada ona rızık olarak tayin edilmemişse (ona sahip olacağı takdir edilmemişse ahirette) onun için saklı tutulur. Derim ki: Ebû Said el-Hudrî'den gelen Hadîs-i şerîf her ne kadar üç halden birisinde duanın kabul edileceğini ifade etmekte ise de duanın kabul olunmasını engelleyen haddi aşmaktan uzak durmak ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların doğruluğuna Hadîs-i şerîfteki: "Mahiyetinde günah veya akrabalık bağını kesmek olmadıkça" ifadeleri delildir. Müslim ayrıca "acele etmedikçe" kaydını da eklemektedir. Müslim bunu Ebû Hüreyre'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöylece rivâyet etmektedir: "Mahiyetinde günah veya akrabalık bağını kesmek bulunmadıkça ve acele istemedikçe kulun yaptığı dua kabul olunur." Ey Allah'ın Rasûlü, acele istemek ne demektir? diye sorulunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Kul, dua ettim, yine dua ettim fakat duamın kabul olunduğunu görmedim. Bu sefer dua etmekten usanır ve duayı terkeder." Müslim, Zikr 92 Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd da Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sa)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Acele edip de ben dua ettiğim halde duam bir türlü kabul olunmadı, demediği sürece sizin (her) birinizin duası kabul olunur." Buhârî, Deavât 22; Müslim, Zikr 90, 91; Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Deavât 12; İbn Mâce, Dua 7; Muvatta’'', Kur'ân 29. İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: "Duası kabul olunur" âyeti duanın kabul olunacağının vücûbunu haber vermek anlamına geldiği gibi, bu kabulün olabileceğini haber vermek anlamına da gelebilir. Eğer bu, kabulün gerçekleşeceğinin vücubunu haber vermek anlamında ise, duanın kabulü sözü geçen üç halden birisi ile gerçekleşir anlamındadır. Kul: Ben dua ettim de duam kabul olunmadı, dediği takdirde ise bu üç husustan herhangi birisinin meydana gelmesi sözkonusu olmaz ve artık dua bu şekillerden herhangi birisiyle kabul olunma imkânını kaybeder. Şayet duanın kabul edilmesinin mümkün olması anlamına geliyor ise, o takdirde duanın kabul olunması özel olarak duasında talep ettiği şeyin yerine getirilmesiyle sözkonusu olur. Bunun gerçekleşmesini ise dua eden kimsenin: "Dua ettiğim halde duam bir türlü kabul olunmadı" demesi engeller. Çünkü bu, Allah'tan ümit kesmek ve yakînin zayıflığı kabilindendir. Allah'ın gazabına uğramak kapsamına girer. Derim ki: Haram yemek ve bu manada olan davranışlar da duanın kabul olunmasına engeldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Adam saçı sakalı birbirine karışmış, toza bulanmış haliyle uzun yolculuk yapar, ellerini semaya doğru uzatarak: Yarabbi yarabbi (diye dua eder) bununla birlikte onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, beslendiği haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olunur?" Müslim, Zekat 65; Tirmizî, Tefsir 2. sûre, h. 37; Müsned, II, 328. Burada bu soru bu niteliklere sahip olan kimsenin duasının kabul olunmasının uzak bir ihtimal olduğunu ifade edecek bir üsluptadır. Buna göre duanın kabul olunması için dua edende, duanın kendisinde ve duada istenen şeyde birtakım şartların bulunması kaçınılmazdır. Dua edende aranan şartların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz: 1- Allah'tan başka ihtiyacını karşılamaya kadir kimsenin bulunmadığını ve ihtiyacının gerçekleşmesi için gerekli araç ve vasıtaların O'nun kabzasında olduğunu, O'nun müsahhar kılmasıyla müsahhar kılındığını bilmesi. 2- Samimi bir niyet ve tam bir kalp huzuru ile dua etmesi. Çünkü yüce Allah gafil ve başka şeylerle oyalanan kalple yapılan duayı kabul etmez. 3- Haram yemekten uzak durması. 4- Dua etmekten usanmaması. Yapılan duada istenen şeylerde aranan şartlara gelince: Şer'an istenmesi ve yapılması câiz olan işlerden olması. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Günahı gerektirici veya akrabalık bağını koparıcı bir duada bulunmadıkça" diye buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte geçen "günah" kavramının kapsamına insanın günah kazanmasına sebep teşkil eden bütün hatalı davranışlar, "akrabalık bağı" kapsamına ise bütün müslümanların hakları ve onlara haksızlıklar da girmektedir. Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Duanın şartları yedidir. Birincisi tazarru, ondan sonra havf, reca, devamlılık, huşu, genellik ve helal yemek gelir. İbn Atâ der ki: Duanın rükünleri, kanatları, sebepleri ve vakitleri vardır. Eğer duanın rükünleri gerçekleşirse dua güç kazanır. Kanatlarına sahip olursa semaya doğru uçar. Vakitlerine denk gelirse umduğunu elde eder. Sebeplerine denk düşerse de başarı sağlar. Duanın rükünleri kalbin huzuru, kalp inceliği, Allahü teâlâ'ya itaatle boyun eğmek ve huşudur. Kanatları sıdktır (doğruluk ve samimiyettir.) Kabul olunduğu vakitler seher vakitleridir. Sebepleri ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salât-ü selam getirmektir. Şöyle de denilmiştir: Duanın dört tane şartı vardır. Bunların ilki yalnız kaldığında kalbini korumak, başkalan ile birlikte olduğunda dilini korumak, gözü helal olmayan şeye bakmaktan korumak, karnı da haram olan şeylerden korumaktır. Yine denildiğine göre duanın şartlarından bir tanesi de kullanılan ifadelerde lahn (dil açısından bozukluk) bulunmamasıdır. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir: "Rabbine Leys lahnederek dua ediyor Bu şekilde Rabbine dua ettiği zaman O da duasını kabul etmez." İbrahim b. Ethem'e: Bize ne oluyor ki dua ettiğimiz halde duamız kabul olunmuyor? denilince şöyle cevap vermiştir: Çünkü sizler Allah'ı bildiğiniz halde O'na itaat etmiyorsunuz. Rasûlünü bildiğiniz halde onun sünnetine uymuyorsunuz. Kur'ân'ı bildiğiniz halde gereğince amel etmiyorsunuz. Allah'ın nimetlerini yediğiniz halde bu ni'metlere şükretmiyorsunuz. Cenneti bildiğiniz halde cenneti istemiyorsunuz. Cehennemi bilip onu tanıdığınız halde ondan kaçmıyorsunuz. Şeytanı bildiğiniz halde ona karşı Savaş açmıyor, aksine ona uygun davranıyorsunuz. Ölümü bildiğiniz halde onun için hazırlanmıyorsunuz. Kendi ellerinizle ölüleri gömdüğünüz halde ibret almıyorsunuz. Kendi kusurlarınızı terkedip insanların kusurlarıyla uğraşıp duruyorsunuz. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) da Nevf el-Bikalî'ye şöyle demiş: Ey Nevf, şüphesiz Allah Hazret-i Davud'a şöyle vahyetmişti: İsrailoğullarına, Benim evlerimden herhangi birisine ancak tahir kalplerle, huşu duyan gözlerle ve tertemiz ellerle girsinler. Çünkü Ben yarattıklarımdan herhangi birisine yapılmış bir haksızlık bulunduğu sürece onlardan hiç birisinin duasını kabul etmeyeceğim. Ey Nevf, sakın şair ve arîf (belli kimselerin ihtiyaçlarını yöneticiye götürmekle görevli kimse) şurtî (yöneticilerin güvenlik sorumlu ve yardımcıları) vergi toplayıcısı, öşür toplayıcısı olmayasın. Çünkü Hazret-i Davud, gecenin bir vaktinde namaza kalktı ve şöyle dedi: Bu öyle bir vakittir ki herhangi bir kul bu vakitte dua edecek olursa mutlaka o saatte onun duası kabul olunur. Bundan ise arîf, şurtî, vergi toplayıcısı, öşür toplayıcısı, tanbur ya da davul calicisi müstesnadır. İlim adamlarımız der ki: Dua eden kimse Allah'ım dilersen bana ver, Allah'ım dilersen bana mağfiret buyur, Allah'ım dilersen bana merhamet buyur, demesin. Duasında ve dileğinde böyle bir meşiet lâfzını kullanmasın. Ancak dilediğini, yaptığını bilen bir kimsenin edası ile Allah'tan istesin. Diğer taraftan dua ederken "dilersen" diye bir ifade kullanmakda, âdeta Allah'ın mağfiretine, vereceği ihsanına ve rahmetine bir çeşit ihtiyacı yokmuş gibi bir anlam vardır. Bir kimsenin başkasına: Bana şunu vermeyi arzu ediyorsan verebilirsin, demesi gibi. Böyle bir ifadeyi kişi ancak ihtiyacı olmamakla birlikte muhtaç olmadığı kimselere kullanır. Duasında zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir kimse duasını kesin olarak yapar, duasında talep ettiği şeye zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir kimsenin edası ile duada bulunur. Hadis İmâmları -lâfız Buhârî'ye ait olmak üzere- Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse dua ettiği zaman kararlı ve kat'î ifadelerle dua etsin, hiçbir zaman Allah'ım dilersen bana ver demesin. Çünkü zaten O'nu zorlayacak kimse yoktur." Buhârî, Tevhid 31, Deavât 21; Müslim, Zikir 7, 8; Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Deavât 77. Muvatta’'"da da: "Allah'ım dilersen bana mağfiret et, dilersen bana rahmet buyur (demesin)" Muvatta’'', Kur'ân 28. şeklindedir. İlim adamlarımız der ki: "Kesin ve kararlı ifadelerle dua etsin" ifadesi mü’minin dua ederken bütün gayretini ortaya koyması, duasının kabul olunacağını umması, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğine delildir. Çünkü o, Kerîm (son derece cömert ve lütufkâr) birisine dua etmektedir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Kişinin kendi halini (kusurlu olduğunu) bilmesi hiçbir kimseyi dua etmekten alıkoymasın. Çünkü Allah, mahlukatın en kötüsü olan İblis'in dahi duasını kabul etmiştir. İblis: Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, deyince Allah: "Sen kendisine mühlet verilenlerdensin" diye cevap vermiştir. Duanın çoğunlukla kabul olunduğu bir takım zaman ve halleri vardır. Mesela seher vakti, oruç açma zamanı, ezan ile kamet arasındaki vakit, Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, zorunluluk ve zaruret zamanları, yolculuk ve hastalık hali, yağmurun yağdığı vakit, Allah yolunda Savaş için saf olunduğu vakit gibi. Bütün bunların duanın kabul olunma ihtimalini yükselteceğine dair rivâyetler gelmiştir. Yeri geldikçe bunlar açıklanacaktır. Şehr b. Havşeb'in rivâyetine göre Umm ed-Derda kendisine şöyle demiş: Ey Şehr, vücudunda hiç ürperme hissediyor musun? Evet hissediyorum, deyince şöyle dedi: O vakit Allah'a dua et. Çünkü o vakitte dua kabul olunur. Cabir b. Abdullah der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih Mescidi'nde üç gün dua etti. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü iki namaz arasında onun duası kabul olundu, yüzünden sevindiğini anladım. Cabir der ki: Ben de önemli ve ağır bir durumla karşılaştığım her seferinde mutlaka o anı araştırır ve o anda dua ederim. Duamın kabul olunduğunu bilirim. Yüce Allah'ın: "O halde onlar da Bana icabet ve Bana îman etsinler" âyeti ile ilgili olarak Ebû Reca el-Horasanî der ki: "Bana icabet etsinler; Bana dua etsinler, demektir. İbn Atiyye der ki: Dualarını kabul etmemi Benden istesinler demektir. Bu (kip) istisnalar dışında birşeyin talep edilmesini ifade eden "istif al" babıdır. Mesela, "Allah müstağnidir" türünden ifadeler de bu babın (bu anlama gelmeyen) istisnaları arasındadır. Mücâhid ve başkalan şöyle demiştir: Benim kendilerini çağırdığım îman yani itaat ve amel hususunda onlar Benim isteğimi yerine getirsinler, demektir. Cevap vermek ve isticabetin aynı anlama geldiği de söylenmektedir. Şairin şu sözleri bu kabildendir: "O esnada hiçbir cevap veren onun isteğine cevap vermedi." Bu âyette yer alan "sin" harfi zaid, lâm ise emir lamıdır. "Îman etsinler" âyeti de böyledir. Buradaki emir lâm'ının sükûn olması fiilin yalnızca geleceğe ait olmasından dolayıdır. Bu bakımdan şart için kullanılan edatına benzemektedir. Bu lâm'ın fiil dışında kullanılmadığından dolayı sakin olduğu da söylenmiştir. Reşâd (doğru yol); batılın, sapıklığın zıddıdır. Merâşid yola götüren şeyler; erşed yol; en doğru en mutedil yol anlamındadır. Reşde kelimesi "zina"nın zıddı (yani nikâh) anlamındadır. Umm Raşid, farenin künyesi, reşdan oğulları ise bir Arap boyudur. Bu açıklamalar el-Cevherî tarafından yapılmıştır, el-Herevî de der ki: Rüşd, reşed ve reşad hidâyet ve dosdoğru olmak demektir. Yüce Allah'ın: "Tâ ki doğru yola ulaşmış olsunlar (yerşudûn)" âyeti de bu anlamdadır. 187Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini insanlara böylece açıklar. Takva sahibi olsunlar diye. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuzaltı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "... size helâl kılındı" âyeti, bundan önce yaklaşmanın haram olmasını, sonradan bu hükmün neshedilmesini gerektirmektedir. Ebû Dâvûd'un İbn Ebi Leyla'dan rivâyetine göre İbn Ebi Leyla şöyle demiş: Arkadaşlarımız bize anlatarak dedi ki: Kişi orucunu açıp yemek yemeden önce uyuduğunda sabahı edinceye kadar yemek yiyemezdi. Bir seferinde Hazret-i Ömer (eve) geldi ve hanımının yanına gelmesini istedi. Hanımı da: Daha önce uyudum, demişti. Hazret-i Ömer ise onun mazeret uydurduğunu sandı ve hanımına yaklaştı. Ensardan bir adam (evine) vardı, yemek getirilmesini istedi ona: Sana birşeyler ısıtıncaya kadar bekleyiver, dediler o da uyudu. Sabahı ettiklerinde bu âyet-i kerîme indi. Bu âyet-i kerimede de: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı" âyeti vardır. Ebû Dâvûd, Salât 28 (Uzunca 506 no'lu hadisin son bölümü) ve bk. Siyam 1 Buhârînin rivâyetine göre ise el-Berâ' şöyle demiş: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından herhangi bir adam oruçlu olup da iftar hazır olduğunda iftardan önce eğer uyumuş ise o gece ve ertesi gün akşama kadar oruç açmazdı. Ensardan olan Kays b. Sırma oruçlu idi. -Bir rivâyette: Gündüzün hurma bahçelerinde çalışırdı ve oruçlu idi.- İftar vakti gelince hanımının yanına varıp; sende yiyecek birşey var mı? diye sorunca hanım: Hayır, dedi. Fakat senin için yiyecek birşey isteyeyim. Gün boyunca çalışan birisi idi. Uyku bastırdı. Hanımı gelip onun uyumakta olduğunu görünce: Yazık sana, dedi. Ertesi gün, gün ortasında baygın düştü. Bu durumdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söz edildi bunun üzerine "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı" âyeti indi. Bundan dolayı da pek çok sevindiler. Yine (bu âyette): "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yiyin için" âyeti de nazil oldu. Buhârî, Savm 15; Ebû Dâvûd, Savm 1; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 15; Nesâî, Siyam 29. Yine Buhârî'de el-Bera'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ramazan ayı orucu nazil olunca Ramazan boyunca hanımlarına yaklaşıyorlardı. Kendilerine hainlik eden bazıları vardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve günahlarınızı affetti" âyetini indirdi. Buhârî, Tefsir 2. sûre 27 Burada sözü geçen "hainlik etmek"ten kasıt, Ramazan gecelerinde hanımlara yaklaşmak suretiyle kendinize hainlik etmektir. Allah'a isyan eden bir kimse eğer kendisinin cezalandırılmasını gerektiren bir iş yaptıysa kendi kendisine hainlik etmiş olur. el-Kutebî der ki: Hainliğin asıl anlamı kişiye belli birşey emanet edilmekle birlikte onun bu hususta emaneti yerine getirmemesidir. Taberî'nin naklettiğine göre Hazret-i Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bir gece sohbet ettikten sonra evine döner. Hanımının uyumuş olduğunu görür. Hanımına yaklaşmak isteyince hanımı ona: Ben uyumuş bulunuyorum deyince, o hanımına: Hayır uyumamışsın, dedi ve hanımına yaklaştı. Ka'b b. Mâlik de aynı duruma düştü. Ertesi günü Hazret-i Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidip; Allah'a ve sana özür beyan ediyorum, dedi. Nefsim bana (emre karşı gelmeyi) süslü gösterdi ve bunun sonucunda hanımıma yaklaştım. Benim için bu hususta bir ruhsat (bir çıkar yol) bulabiliyor musun? Hazret-i Peygamber bana: Bunu yapmak sana yakışmazdı ya Ömer, dedi. Hazret-i Ömer evine ulaşınca ona haberci gönderip Kur'ân-ı Kerîm'deki bir âyet ile mazur görüldüğünü ona bildirdi. Bunu en-Nehhâs ve Mekkî zikretmektedir. Bir diğer rivâyete göre Hazret-i Ömer uyumuş, daha sonra hanımına yaklaşmış, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip durumu bildirince şu âyet-i kerîme nazil olmuş: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve sizi affetti. Artık onlara yaklaşın..." âyeti nazil oldu. Yüce Allah'ın: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak" âyetinde "gece" zaman zarfıdır. Cins ismi olduğundan dolayı tekil gelmiştir. Rafes (yaklaşmak) ise, cimadan kinayedir. Çünkü yüce Allah kerim olduğundan kinayeli ifadeler kullanır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve es-Süddî yapmıştır. ez-Zeccâc der ki: Rafes, erkeğin hanımından bütün isteklerini ifade eden kapsamlı bir kelimedir. el-Ezherî de bu şekilde açıklamıştır. İbn Arefe de der ki: Burada Rafes'ten kasıt cimadır. Yine Rafes açıktan açığa cimaı sözkonusu etmek ve onu ifade etmek demektir. Şair der ki: "Güzel konuşmalarından dolayı zinakâr gibi görünürler Halbuki erkeklerin yaklaşmasından da nefret ederler." Rafes kelimesinin asıl anlamının çirkin söz söylemek olduğu da söylenmiştir. Çirkin söz söylendiğinde bu kökten gelen fiiller kullanılır. Şairin şu beyiti bu kabildendir: "Nice hacı kafilesi vardır ki boş sözlerden Ve çirkin söz söylemekten kendilerini alıkoyarlar." Şanı yüce Allah'ın: "Kadınlarınıza yaklaşmak" âyetinde "rafes" kelimesi "ilâ:...a" harfi ile geçili yapılmıştır. Halbuki normalde bu fiil bu harf ile geçişli olmaz. Bu harf ile geçişli yapılması yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, içli dışlı olmayı ifade etmek üzere kullanılan "el-ifdâ" anlamına hamledilmiş olarak geldiğindendir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Birbirinize (ilâ) karışmış bulunuyorsunuz." (en-Nisâ, 4/21) Yine yüce Allah'ın: "Şeytanları ile (ilâ) başbaşa kaldıklarında..."(el-Bakara, 2/14) âyeti de -önceden de geçtiği gibi- bu şekildedir. Yüce Allah'ın: "Ogün bunlar cehennem ateşi içinde (alâ) kızdırılacak..." (et-Tevbe, 9/35) Çünkü konuşma esnasında "demiri ateşte (fî) kızdırdım" denilir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Yine yüce Allah'ın: "Onun emrine (den-dan anlamına gelen: an ile) muhalefet edenler... çekinsinler." (en-Nûr, 24/63) âyeti de bu kabildendir. Bu âyet O'nun emrinden sapan, emrinden uzaklaşan kimseler diye açıklanmıştır. Çünkü konuşma esnasında: "Zeyd'e muhalefet ettim" denilir (ve herhangi bir harfi cer kullanılmaz). Yüce Allah'ın şu âyeti de bunun gibidir: "Mü’minlere (bi) çok merhametlidir. " (el-Ahzab, 33/43) Buradaki "rahim" kelimesinin şu âyette yer alan "raûf" kelimesinin anlamına geldiği kabul edilmiştir: "Mü’minlere (bi) cidden şefkatli (radıyallahü anhûf) ve merhametlidir." (et-Tevbe, 9/128) Nitekim "radıyallahü anh'fet" kökü be ile kullanıldığı halde "rahmet" kökünden gelen kelimeler bu harf ile birlikte kullanılmaz. Şu kadar var ki anlamı itibariyle ona uygun düştüğünden geçiş hususunda da onun gibi kullanılmış olmaktadır. Ebû Kebir el-Huzelî'nin şu beyiti de bu kabildendir: "Ona korkulu bir gecede hamile kaldı istemeyerek ve kuşağının bağı çözülmeksizin." Burada görüldüğü gibi "hamile kaldı" fiili "be" harfiyle geçiş yapmıştır. Halbuki bu fiilin, (arada başka bir harf olmaksızın) bizzat mef'ûle geçiş yapması gerekir. Şu âyette olduğu gibi: "Annesi onu zorlukla taşıdı ve zorlukla bıraktı." (el-Ahkâf, 46/15) Fakat şair burada "ona hamile kaldı" derken "be" harfini kullanmıştır. Çünkü burada bu kelime ona gebe (habilet) kaldı anlamındadır ki, bu da "be" harfiyle kullanılır. 3- Erkek Kadın Birbirlerinin Örtüşüdür: Yüce Allah'ın: "Onlar sizin için bir elbisedir" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Siz de onlar için bir elbisesiniz." Elbise aslında bildiğimiz gibi kumaştan örtüler hakkında kullanılır. Daha sonra eşlerin birbirleri ile kaynaşmasına "elbise" denilmiştir. Çünkü onların cesetlerinin birbirlerine kaynaşması, birbirlerinden ayrılmamaları elbiseye benzemektedir. Nâbiğa el-Ca'dî şöyle der: "Onunla yatan onun boynunu büktü mü O da üzerine düşer ve üstünde bir elbise olur." Yine Nâbiğa şöyle der: "Birtakım kimselerle bir süre bir arada bulundum (libas kökünden gelen lebise) ve onları yokettim Ve bazı kimseleri yokettikten sonra diğer bazısını da yokettim." Kimileri de şöyle demiştir: Birşeyi örtüp onun etrafını çevreleyene de "libas" denilir. O bakımdan eşlerden her birisinin ötekini -haberde de varid olduğu üzere- helal olmayan şeylere karşı örtmesi anlamına geldiğinden dolayı da "libas" tabiri kullanılmış olabilir. Bir diğer açıklamaya göre: Burada elbise denilmesinin sebebi her birisinin aralarındaki ilişkiyi başkalarının gözünün görmesine karşı bir örtü olduğundan dolayıdır. Ebû Ubeyd ve başkaları da şöyle der: Kadın hakkında kocasına: O senin elbisendir, yatağındır ve izarındır, denilir. Nitekim adamın birisi Hazret-i Ömer'e hitab'en şöyle demiştir: "Ebû Hafs'a haber götür ey elçi Güvenilir bir kardeşi ona: İzarım sana feda olsun (diyor)" Ebû Ubeyd der ki: Burada "hanımlarım sana feda olsun" demek istemektedir. Canım feda olsun, anlamına geldiği de söylenmiştir. er-Rabi' der ki: Bundan kasıt: Onlar sizin için yatak, siz de onlar için yorgansınız anlamındadır. Mücâhid de der ki: Yani onlar sizin için bir sükûnet kaynağıdır. Yani siz birbirinizle sükûn bulursunuz, demektir. 4- Nefse Hainlik Günahı ve Bu Günahlardan Tevbenin Kabulü: " Allah nefislerinize karşı" oruç gecelerinde uyuduktan sonra size yasak kılınan karı-kocanın birbirlerine yaklaşması ve yemek yemek hususunda birbirinize danışarak "hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve sizi affetti." Burada geçen: "Nefislerinize karşı hainlik etmek..." âyeti yüce Allah'ın: "Sonra sizler kendinizi öldürüyorsunuz." (el-Bakara, 2/85) âyetinin birbirinizi öldürüyorsunuz, anlamına gelmesi gibidir. Bu âyetin onlardan her birisinin kendi öz nefsine hainlik ettiğini kastetmesi ihtimali de vardır. Kişinin kendisine hainlik etmesi ifadesi daha önceden de geçtiği gibi, bu işin zararının ona ait olması bakımındandır. Yüce Allah'ın: "Tevbenizi kabul., etti" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır: Biri, nefislerine hainlik etmelerinden tevbe etmelerini kabul etmesi; diğeri ise onlara ruhsat vermek ve yasak olanı mubah kılmak suretiyle yüklerini hafifletmesi. Yüce Allah'ın: "Allah sizin bunu sayamayacağınızı bildiği için., tevbenizi kabul etti." (el-Müzemmil, 73/20) yani yükünüzü hafifletti, âyetini andırmaktadır. Hataen öldürme ile ilgili açıklamaların akabinde yer alan şu âyeti de bu kabildendir: "Buna gücü yetmezse Allah tarafından bir tevbe olmak üzere iki ay aralıksız oruç tutmalıdır." (en-Nisa, 4/92) Burada da "tevbe olmak üzere" âyeti, yükünüzü hafifletmek üzere anlamındadır. Çünkü hata yoluyla başkasını öldüren kimse kastı olmadığından dolayı tevbe etmesini gerektiren bir iş yapmamıştır. Yine yüce Allah bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Allah Peygamberini ona uyan muhacirlerle ensarın tevbesini kabul buyurdu." (et-Tevbe, 9/117) Her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tevbe etmesini gerektiren bir durumu yoksa da yüce Allah bunu burada böylece zikretmektedir. "Sizi affetti" âyetindeki affın günahın affedilmesi anlamına gelme ihtimali de vardır, genişlik ve kolaylık sağlama anlamına gelme ihtimali de vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfinde buyurduğu gibi: "Vaktin ilk zamanları Allah'ın rızası, son zamanları ise Allah'ın affıdır." Dârakutnî, I, 250. Burada Allah'ın affından kasıt, O'nun kolaylık sağlaması ve genişlik vermesi demektir. Buna göre "Allah., bildiğinden" âyetinin anlamı, bu işin meydana gelişini müşahede ile bilmesi şeklindedir. "Tevbenizi kabul......etti" ise bu davranışlar sizden fiilen sadır olduktan sonra tevbenizi kabul etti, yani yükünüzü hafifletti; "affetti" yani kolaylık sağladı, demektir. Âyet-i kerimede geçen "hainlik etmekte olduğunuzu" âyeti de az önceden de geçtiği gibi hiyanet'ten gelmektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Zahid âlimler şöyle der: İşte ilahî inayet ve makamın yüksekliğinin şerefi böyle olmalıdır. Ömer (radıyallahü anh) kendi nefsine hainlik etti, Allah bunun sebebiyle o hainliğin tevbesini ümmete şeriat kıldı. Onun için Allah ümmetin yükünü hafifletti, Allah ondan razı olsun ve onu razı etsin. "Artık onlara yaklaşın!" Âyet-i kerimede geçen (mübaşeret): Cimâdan kinayedir. Yani Allah size daha önceden haram kıldığı bu işi size helal kılmıştır. Cinsel ilişkiye "mübaşeret" denilmesinin sebebi, erkek ve kadının beşerelerinin (tenlerinin) birbirlerine yapışmasından dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: "İşte bu da âyetin nüzul sebebinin Hazret-i Ömer'in hanımıyla cima etmesi olduğunu Kays'ın açlığı olmadığını göstermektedir. Çünkü eğer sebep Kays'ın açlığı dolayısıyla yemek yemek olsaydı yüce Allah burada: "Şimdi artık yeyiniz" demeliydi. Yüce Allah'ın burada hanımlara yaklaşmakla başlaması âyetin, kendisi sebebiyle indiği önemli olayın o olmasındandır." 5- "Hanımlara Yaklaşmak"tan Gaye: ".... ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hakem b. Uyeyne, İkrime, el-Hasen, es-Süddî, er-Rabi' ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunun anlamı çocuk isteyindir. Buna delil ise bu âyetin: "Artık onlara yaklaşın" âyetinin akabinde gelmesidir. İbn Abbâs der ki: Allah'ın bizim için yazdığı şey Kur'ân-ı Kerîm'dir. ez-Zeccâc da der ki: Yani orada sizin için mubah kılınan ve size emrolünan şeyler ile Kur'ân'ı isteyin (ona uygun hareket edin), demek istiyor. Yine İbn Abbâs ve Muaz b. Cebel'den rivâyet edildiğine göre bunun anlamı Kadir Gecesi'ni arayındır. Bunun, ruhsatı ve genişliği isteyin, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklama Katâde tarafından yapılmıştır. İbn Atiyye de şöyle der: Bu güzel bir görüştür. "Size takdir ettiğini" yani sizin için takdir buyurduğu cariye ve hanımları "isteyin" anlamına geldiği de söylenmiştir. Hasan-ı Basrî ve Hasan b. Kurra kelimesini tabi olmaktan gelen diye okumuştur. (Allah'ın size yazdığına uyun, demek olur). İbn Abbâs böyle bir okuyuşu câiz görür bununla birlikte öbür okuyuşu "aramaktan gelen anlamıyla" tercih etmiştir. Yüce Allah'ın: "Fecrin... yiyin için" âyeti Kays'ın başından gelen olayın cevabını teşkil etmektedir. Bundan önceki ise Hazret-i Ömer'in başından geçen olayın cevabıdır. Hazret-i Ömer'in başından geçen olayın öne alınması daha önemli olduğundan dolayıdır. 7- Fecrin Beyaz ve Siyah İpliği: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin, için" âyeti, yemenin ve içmenin nihaî sınırını belirtmektedir. Tan yerinin ağarmasından itibaren belli bir süre geçmedikçe herhangi bir kimse için "ayırdetme"nin sözkonusu olması ve yemesinin haram olması sahih olamaz. Bununla birlikte imsak etmeyi gerektiren ve "ayırdetme"nin sının hususunda farklı görüşler vardır. Cumhûr şöyle demiştir: Bu vakit sağa ve sola doğru ufukta yayılan tan yeridir. Haberler bu doğrultuda geldiği gibi, İslâm beldelerinde de uygulama bu şekilde yapılagelmiştir. Müslim'in Semura b. Cündeb (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bilal'in ezan okuması ile (yukarı doğru) uzunlamasına görülen ufuktaki beyazlık şu şekilde (enine doğru) yayılıncaya kadar sahur yemekten sizi alıkoymasın." Bunu (hadisin ravilerinden birisi olan) Hammâd (b. Zeyd) elleriyle göstererek yani enine doğru yayılmadıkça, diye açıkladı. Müslim, Siyam 41- 43; Ebû Dâvûd, Savm 18; Tirmizî, Savm 15; Nesâî, Siyam 30; Müsned, V, 13. İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Fecir bu şekilde olan değildir. -Hazret-i Peygamber bu arada parmaklarını bir araya getirip yere doğru indirdi- Fakat bu şekilde olandır. -Bu sefer her iki elinin işaret parmaklarını üstüste koyarak ellerini yana doğru uzattı.-" Müslim, Savm 39; Nesâî, Siyam 30; Müsned, V, 7, 9, 13, 18. Darakutnî de Abdurrahman b. Abbas'tan şunu rivâyet etmektedir: Abdurrahman b. Abbas'a ulaştığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Fecir iki tanedir. Kurdun kuyruğunu andıran fecir hiçbir şeyi helal kılmaz haram da kılmaz. Ufukta enine doğru yayılıp giden fecirde ise (sabah) namaz kılmak helal olur ve (oruç için) yemek haram olur." Ancak bu Hadîs-i şerîf mürseldir. Darakutnî, II, 165. Ancak orada ravi, Abdurrahman b. Abbâs değil, Abdurrahman b. Sevbân'dir. Yine Dârakutnîde yer alan bundan bir önceki hadisin râvisi ise Dârakutnî'nin sahabe olduğunu kaydettiği Abdurrahman b. Âiş yoluyla gelmekte ve senedinin "sahih" olduğunu da bildirmektedir. Bir kesim de şöyle demiştir: Geçmesi gereken vakit tan yerinin ağarmasından sonra (aydınlığının) yollarda ve evlerde hissedilmesi iledir. Bu rivâyet Hazret-i Ömer, Huzeyfe, İbn Abbâs, Talk b. Ali, Atâ b. Ebi Rebah, el-A'meş Süleyman ve başkalarından imsakin yolda ve dağların tepelerinde tan yerinin açıkça ortaya çıkmasıyla gerektiği şeklinde nakledilmiştir. Mesrûk der ki: Onlar fecir diye sizin bu fecir kabul ettiğinizi saymıyorlardı. Onlar evleri (aydınlığıyla) dolduranı fecir sayarlardı. Nesâî de Âsım'dan onun Zir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Huzeyfe'ye dedik ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile hangi vakitte sahur yedin? Dedi ki: O vakit gündüzdür. Şu kadar var ki güneş daha doğmamış idi. Nesâî, Siyam 20. Darakutnî de Talk b. Ali'den şunu rivâyet etmektedir: Allah'ın Peygamberi buyurdu ki: "Yeyiniz, içiniz. Yukarı doğru çıkan (aydınlık) sizi aldatmasın. Kırmızı (şafağı) görünceye kadar yeyin ve için." Darakutnî, II, 166. Darakutnî der ki: Kays b. Talk güçlü bir ravi değildir. Ebû Dâvûd da der ki: Bu Yemameli (radıyallahü anhvi)lerin tek başlarına rivâyet ettikleri hadislerdendir. Ebû Dâvûd, Savm 18. Taberî der ki: Onları bu kanaate götüren şudur: Oruç gündüzün tutulur. Onlara göre de gündüz güneşin doğması ile başlar ve batması ile biter. Bu hususta dil bilginlerinin görüş ayrılıklarına dair açıklamalar daha önceden (2/164. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buna dair: "Bu gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır" Buhârî, Tefsir 2. sûre 28, Savm 16; Müslim, Siyam 33; Ebû Dâvûd, Savm 18; Nesâî, Siyam 29; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 17. şeklindeki âyeti bu hususa dair kesin ve nihaî hükümdür. Yüce Allah'ın: "Sayılı günlerde.." (el-Bakara, 2/184) diye buyurması da böyledir. Dârakutnî'nin rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim tan yerinin çıkmasından önce oruca niyet etmezse onun için oruç yoktur." Bu hadisi Abdullah b. Abbad tek başına el-Mufaddal b. Fedale'den bu isnad ile rivâyet etmiştir, senetteki bütün raviler sika (güvenilir) ravilerdir. Dârakutnî, II, 171-172. Ebû't-Tayyib'in hadis ile ilgili talikine de bakınız. Hazret-i Hafsa'dan gelen rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tan yerinin ağarmasından önce oruç kararını vermeyenin orucu yoktur." Bu hadisi de Abdullah b. Ebubekir merfu olarak rivâyet etmiştir. O ise rivâyet ettiği merfu hadislerde sika olanlardandır. Ayrıca Hazret-i Hafsa'dan kendi sözü ve merfu' olarak da rivâyet edilmiştir. Dârakutnî, II, 172. Bu iki hadiste Cumhûrun tan yeri (fecir) ile ilgili olarak görüşlerinin lehine bir delil vardır. Aynı şekilde fecirden önce niyetsiz orucun men edildiğini de göstermektedir ki, Ebû Hanîfe'nin konu ile ilgili görüşüne muhaliftir. Oruç ibadetlerden bir ibadettir. Niyetsiz sahih olamaz. Sari' de bu niyet için fecirden yapılmasını vakit olarak tayin etmiştir. Durum böyle olduğuna göre- "tan yerinin ağarmasından sonra yemek, içmek caizdir" nasıl söylenebilir? Buhârî ve Müslim Sehl b. Sa'd'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Yüce Allah'ın: "Beyaz iplik siyah iplikten tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için" âyeti nazil oldu, ancak "fecrin" âyeti nazil olmadı. Bazı kimseler oruç tutmak istediklerinde ayaklarına bir siyah ve bir beyaz iplik bağlar ve bu iki iplik açık bir şekilde birbirinden ayırt edinceye kadar yeyip içmesine devam ederlerdi. Daha sonra yüce Allah "fecrin" âyetini indirdi. Böylelikle onlar bununla (fecrin ağarması ile başlayan) gündüzün beyazlığını kastettiğini öğrenmiş oldular." Buhârî, Savm 16, Tefsir 2. sûre 28; Müslim, Siyam 35. Adiy b. Hatim'den: Dedi ki: ey Allah'ın Rasûlü, dedim, beyaz iplik ile siyah iplik ne demektir? Bildiğimiz iki iplik mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Eğer iki ipliği ayırdedecek şekilde görecek olursan (o vakte kadar yemeye devam edersen) anlayışı kıt bir kimsesin demektir. -Hazret-i Peygamber devamla buyurdu ki:- Hayır burada kasıt, gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 2. sûre 28. "Anlayışı kıt" anlamındaki "arîdu’l-kafâ" yerine "çok uykucu" anlamında "arîdu'l-visâde" tabriyle: Müslim, Siyam 33. Fecre "iplik" denilmesi görülen beyazlığın ip gibi uzunlamasına görülmesindendir. Şair der ki: "Beyaz iplik sabahın (karanlığı) yarıp çıkan aydınlığıdır Siyah iplik ise gecenin gizli olan kanadıdır." Arapçada "iplik (hayt)" renk demektir. "Fecr" ise akıp giden suyu ifade eden bir masdardır. Asıl anlamı itibariyle yarmak demektir. Bundan dolayı güneşin doğduğu yerden güneş ışıklarının müjdecisi olarak çıkan tan yerinde ışıkları görüldü, anlamına "fecr" kullanılır. Bu ise ufukta enine doğru yayılan ve açıkça görülen gündüzün aydınlığının başlangıcıdır. Araplar buna açıkladığımız gibi "beyaz iplik" derler. Ebû Dâvûd el-İyadî der ki: "Gece karanlığı bizim için aydınlanınca Ve sabahın etrafı aydınlatan ipi görülünce." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Görülmek üzereydi ve nitekim göründü onun belirtileri Kapkaranlık gecenin örtüsü ise onu örtüyordu." Araplar fecre "sadî'" ismini da verirler. Fecr ınsıdâ' oldu, ifadeleri buradan gelmektedir. Bişr b. Ebi Hazim, ya da Amr b. Madikerib şöyle der: "Aslanı ön ayaklarını yaymış görürsün Yelesinin beyazlığı âdeta tan yeri gibi." eş-Şemmah, tan yerini saçın ortadan ayrılması yerine benzeterek şöyle der: "Gece bitip sabah oldu mu Onu zeytinyağı sürülmüş başın saçlarının ayrılması gibi, yaran bir çizgi olur." Araplar apaçık olan bir iş hakkında: Bu sabahın felakı (aydınlığın karanlığı yarması yani fecri) fecrin ağarması, sabahın habercileri (tan yeri aydınlığı) gibidir, derler. Şair de şöyle demiştir: "Tan yerinin ağarmasından önce geldi o Gündüz de henüz gece karanlığında gizliydi." Yüce Allah: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti ile geceyi yemek, içmek ve cima için bir zaman, gündüzü de oruç zamanı olarak tesbit etmiştir. Böylelikle her iki zaman bölümünün hükümlerini açıklamış ve her ikisi arasında farklılık olduğunu belirtmiştir. Gündüzün geceleyin mubah kıldığı şeylerin hiç birisi -önceden de açıklandığı gibi- yolcu ya da hasta olanlar dışındakilere mubah değildir. Sözü geçenlerin dışında Ramazan gününde oruç açan bir kimsenin bu oruç açması ya kasten ya da unutarak olabilir. Eğer birinci şekil, yani kasten oruç açma sözkonusu ise bu hususta İmâm Mâlik şöyle demiştir: Ramazan gününde yemek yiyerek, su içerek ya da cima ederek kasten oruç açan bir kimse hem kaza orucu tutar, hem keffarette bulunur. Çünkü İmâm Mâlik Muvatta’''ında, Müslim de Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şunu rivâyet etmektedirler: Adamın birisi Ramazanda oruç açtı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir köle azad etmek yahut arka arkaya iki ay oruç tutmak veya altmış yoksula yemek yedirmek suretiyle keffarette bulunmasını emretti. Müslim, Siyam 84; Muvatta’', Siyam 28. Şa'bî de bu görüştedir. Şâfiî ve başkaları ise şöyle demektedir: Bu şekilde bir keffaret sadece cima ile oruç bozan kimseye hastır. Bu da yine Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîf dolayısıyladır: Adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip, helâk oldum ey Allah'ın Rasûlü dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Seni helâk eden nedir?" diye sorunca adam dedi ki: Ramazan ayında hanımıma yaklaştım... Buhârî, Savm 30, 31; Müslim, Siyam 81; Muvatta’', Siyam 28. Bu hadiste sırasıyla keffaret olarak yerine getirilmesi gerekenler sıralanmaktadır. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Bu görüşün sahipleri bu Hadîs-i şerîfteki durumu bir önceki hadiste geçen durum ile birlikte ele alır ve bunların ikisi aynı olaydır, derler. Ancak böyle bir iddia kabul edilmez. Aksine bunlar birbirlerinden farklı iki ayrı olaydır. Çünkü bu olayların anlatılış şekli birbirinden farklıdır. Ve keffaretin (bir önceki hadiste) herhangi bir kayda bağlı olmaksızın iftar edenin yükümlülüğü olduğunu belirtmiştir. O bakımdan keffaret mutlak olarak lazımdır. İşte Mâlik, onun mezhebine mensup arkadaşları, Evzaî, İshak, Ebû Sevr, Taberî ve İbnu'l-Münzir de bu görüşü kabul etmiştir. Ayrıca bu Atâ'dan gelen bir rivâyette de böylece zikredilmektedir. el-Hasen ve ez-Zührî'den de böyle gelmiştir. Şâfiî'nin de bu görüşü kabul edip benimsemesi gerekir. Çünkü Şâfiî şöyle demektedir: Hallerin çatışması ile birlikte tafsilatlı bir şekilde olayların hükümlerinin açıklamasının terkedilmesi hükmün umumî oluşuna delildir. Ayrıca Şâfiî kaza ile birlikte ceza görmesini de vacip görmüştür. Çünkü ayın hürmetini (saygınlığını) çiğnemiş bulunmaktadır. 10- Ramazanda Kocasının Cimada Bulunduğu Kadının Durumu: Ramazan ayında kocası tarafından kendisi ile ilişki kuran kadının ne ile yükümlü olduğu hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Ebû Yûsuf ve re'y ashabı: Kocanın üzerine düşen ne ise kadına da o düşer, demişlerdir. Şâfiî ise kadının sadece bir keffarette bulunması gerekir. İster kocasına kendi isteğiyle cevap versin, isterse kocası onu zorlamış olsun, der. Şâfiî mezhebinde kadın için keffaret hiçbir şekilde söz konusu değildir. (Dr. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l-İslâml, II, 669) keffaret yalnız cima' eden (erkek) hakkında sözkonusudur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta soru soran kimseye tek bir keffaret ile cevap vermiş ve teferruatlı bir şekilde ona durumu açıklamamıştır. Ebû Hanîfe'den rivâyet edildiğine göre ise eğer kadın isteyerek kocasına teslim olmuş ise onların her birisinin birer keffarette bulunması gerekir. Şayet karısını zorlamış ise o zaman kocanın tek bir keffarette bulunması gerekir, başka bir yükümlülük sözkonusu değildir. Bu, aynı zamanda Mâlikî olan Suhnun b. Said'in de görüşüdür. Mâlik der ki: Bu durumda kocaya iki keffaret düşer. Ashabının çoğunluğuna ve İmâm Mâlik'in mezhebine göre ulaşılması gereken sonuç da budur. 11- Oruçlu Olduğunu Unutarak Cima Eden ya da Yemek Yiyen: İlim adamları oruçlu olduğunu unutarak hanımıyla cima eden ya da yemek yiyen kimsenin hükmü hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve İshak şöyle derler: Her iki durumda da herhangi bir sorumluluğu yoktur. Kaza etmesi de keffarette bulunması da gerekmez. Mâlik, Leys ve Evzaî ise: Orucunu kaza etmesi gerekir, keffaret gerekmez, derler. Buna benzer bir görüş Atâ'dan rivâyet edilmiştir. Yine Atâ'dan gelen rivâyete göre eğer (unutarak) cima etmiş ise keffarette bulunması gerekir ve şöyle der: Böyle bir iş unutarak yapılamaz. Zahirîlerden bir grup ilim adamı da şöyle demektedir: İster unutarak ister kasten hanımıyla cima etsin hem kaza hem de keffarette bulunması gerekir. Bu aynı zamanda İbnu'l-Macuşun ve Abdülmelik'in de görüşüdür. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Çünkü keffareti gerekli gören Hadîs-i şerîf unutan ile kasten bu şekilde oruç açan kimse arasında fark gözetmemektedir. İbnu'l-Münzir der ki: Böyle kimse için herhangi bir sorumluluk yoktur. 12- Unutarak Yemek Yiyen ve Kasten Hanımıyla Cima Eden: Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y ashabı derler ki: Unutarak yemek yese, bunun ise orucunu bozduğunu zannettiğinden dolayı kasten hanımıyla cima etse, böyle bir kimsenin orucunu kaza etmesi gerekir, keffaret gerekmez. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşü kabul ederiz. (Mâlikî) mezhebindeki bir görüşe göre ise, eğer cür'etkârlık ederek ve önemsemeyerek orucunun hürmetini kasten çiğnemiş ise hem kaza etmesi, hem de keffarette bulunması gerekir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Halbuki Mâlik'in kabul ettiği asıl ilkeye göre keffarette bulunmaması gerekir. Çünkü unutarak yemek yiyen bir kimse ona göre oruç açan bir kimse gibidir. O gününün kazasını yapar. Böyle bir kimse oruçsuz olduğu halde hangi şeyin hürmetini (saygınlığını) çiğnemiş olur ki? Mâlik'in dışındakilere göre ise oruçlu olduğunu unutarak yemek yiyen hiçbir kimse oruçsuz sayılmaz. Derim ki: Sahih olan da budur. Cumhûr da bu görüşü kabul etmiştir: Unutarak yemek yiyen ya da içen bir kimsenin kaza yapması gerekmez ve onun tuttuğu oruç tamdır. Çünkü Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Oruçlu bir kimse unutarak yemek yese yahut unutarak içse bu şanı yüce Allah'ın ona sürüklediği bir rızıktır. Böyle bir kimse için kaza yoktur. -Bir rivâyette de şöyle denilmektedir:- Bu kimse orucunu tamamlasın, çünkü Allah ona yemek yedirmiş ve içirmiştir." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiş ve: Bunun isnadı sahihtir, bütün ravileri sika ravilerdir, demiştir. Darakutnî, II, 178; ayrıca bk. Buhârî, Eymân 15; Dârimî, Savm 23. Ebû Bekr el-Esrem der ki: Ben Ebû Abdullah'a Ramazanda unutarak yemek yiyen bir kimse hakkında soru sorulurken şöyle dediğini dinledim: Ebû Hüreyre'den gelen hadise göre üzerine birşey düşmez. Daha sonra Ebû Abdullah Mâlik dedi ki: Mâlik'in böyle bir kimsenin kazada bulunması gerekir, dediğini ileri sürmektedirler dedi ve güldü. İbnu'l-Münzir de der ki: Böyle bir kimseye birşey düşmez. Çünkü Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem) unutarak yemek yiyen ya da içen bir kimse hakkında "orucunu tamamlar" diye buyurmuştur. Hazret-i Peygamber "orucunu tamamlar" dediğine göre o kişi de orucunu tamamlayacak olursa orucu tam ve eksiksiz bir oruç olur. Derim ki: Unutarak oruç yiyen bir kimse için kaza sözkonusu olmadığına, orucu da tam bir oruç olduğuna göre kasten cimada bulunduğu takdirde o kimsenin orucunu kaza etmesi ve keffarette bulunması gerekir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- tıpkı unutmadan orucunu açan kimse gibi olur. Bizim ilim adamlarımız kazada bulunması gereğine şu sözleriyle delil getirirler: Oruç tutandan istenen deliksiz bir şekilde tam bir gün oruç tutmaktır. Çünkü yüce Allah: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" diye buyurmaktadır. Bu kişi ise tam bir oruç tutmamıştır. O halde bu tam gün oruç tutma sorumluluğu onun üzerinde olduğu gibi kalmaktadır. Belki de (orucunun tamamlanmasını emreden) hadis hükmünün hafifliği dolayısıyla tatavvu orucu hakkındadır. Buhârî ile Müslim'in Sahihlerinde şöyle denilmiştir: "Her kim oruçlu iken unutarak yemek yese yahut içse orucunu tamamlasın." Buhârî, Snvm, 26; Müslim, Siyam 171; İbn Mâce, Siyam 15. Burada orucun kazasından söz edilmemektedir. Ve buna herhangi bir şekilde değinilmemiştir. Ele alınan husus ise, bundan dolayı sorumluluğun düştüğü ve orucunu tamamlamaya ve bitirmeye devam etmesi emrinden ibarettir. Eğer tutulan oruç farz oruç ise, bizim sözünü ettiğimiz kazasını yapması gerektiğine dair açıklamalarımıza delil olur. Şayet oruç nafile ise unutarak yemek yiyen kimse için kaza yükümlülüğü olmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona kaza gerekmez" diye buyurmuştur. Derim ki: Bizim ilim adamlarımızın ileri sürdükleri delil budur ve sahihtir. Şu kadar var ki şari'den bizim sözünü ettiğimiz delil de sahih olarak gelmiştir. Açık ve sarih nas ile bu hüküm gelmiştir ki, bu da Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğuna dair rivâyetidir: "Her kim Ramazan ayında unutarak oruç açarsa onun için kaza da yoktur, keffaret de yoktur." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadisi tek başına İbn Merzuk -ki o sika bir ravidir- el-Ensarî'den rivâyet etmiştir. Darakutnî, II, 178. Böylelikle (ilim adamlarımızın) sözünü ettikleri ihtimal ortadan kalkmış ve müşkil sona ermiş olmaktadır. Celal ve kemal sahibi olan Allah'a hamdolsun. 13- Orucu Bozan ve Bozmayan Şeyler: Şanı yüce Allah oruçlu iken yapılması yasak olan yemek-içmek ve cimâ'dan ibaret hususları açıklamakla birlikte öpmek, dokunmak ve buna benzer tenin tene değmesi olan mübaşeretten söz etmemektedir. Bu ise hanımını öpen ve mübaşeret edenin orucunun sahih olduğuna delildir. Çünkü kullanılan ifadeden anlaşılan (fehva) geceleyin mubah kılınan şeylerin oruçlu iken gündüzün haram kılındığına delildir ki; bu şeyler de kaydettiğimiz üç husustur. Ayrıca bu âyette başka şeylere herhangi bir delalet yoktur. Bunların dışında kalan şeylerin oruçluya haram olduğunu söyleyebilmek için delilin bulunması gerekir. Bu bakımdan bu hususta yaygın bir ihtilaf sözkonusu olmuştur. Selef âlimleri de bu hususta farklı kanaatlere sahiptir ki bunlardan bir tanesi de mübaşerettir. Bizim (Mâlikî mezhebinin) ilim adamlarımız der ki: Kendinden emin olmayan ve nefsine hakim olamayan kimse için mübaşerette bulunmak mekruhtur. Böylelikle mübaşeretin orucu ifsad edecek şeye sebep olması önlenmiş olur. Mâlik Nafi'den rivâyet ettiğine göre Abdullah b. Ömer (r. anhuma) oruçlu kimsenin öpmesini ve mübaşerette bulunmasını yasaklıyor idi. Muvatta’'', Siyam 20. Bu -Allahu a'lem- bunların meydana getireceği sonuçlardan korktuğu içindir. Eğer öpmekle birlikte tehlikeden korunabilirse onun için bir vebal yoktur. Mübaşerette bulunması halinde de durum böyledir. Buhârî de Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oruçlu olduğu halde (hanımlarını) öpüyor ve mübaşeret ediyor idi. Buhârî, Savm 23; Müslim, Siyam 62, 70-74; Ebû Dâvûd, Savm 33. Oruçlunun hanımını öpmesini mekruh görenler arasında Abdullah b. Mes'ûd ve Urve b. ez-Zübeyr de vardır. İbn Mes'ûd'dan bunun yerine bir gün kaza etmesi gerektiğine dair bir rivâyet de gelmiştir. Şu kadar var ki kaydettiğimiz hadis onların aleyhlerine bir delildir. Ebû Ömer der ki: Öpmekten dolayı orucunu ifsad edecek bir sonucun doğacağını bilen kimse için hanımını öpmesine ruhsat veren bir ilim adamı olduğunu bilmiyorum. Eğer hanımını öpse ve menisi gelse orucunu kaza etmesi gerekir, keffarette bulunması gerekmez. Bu görüş, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının, Sevrî'nin, el-Hasen'in ve Şâfiî'nin de görüşüdür. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih edip şöyle demiştir: Böyle bir kimsenin keffarette bulunmasını gerekli görenin herhangi bir delili yoktur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Hanımını öpüp mezisi gelse böyle bir kimseye onlara göre birşey gerekmez. Ahmed (b. Hanbel) der ki: Hanımını öpüp mezisi gelse yahut menisi aksa kaza etmesi gerekir, keffarette bulunması gerekmez. Bundan ise kasten ya da unutarak cima edip organını sokan kimse müstesnadır. İbnu'l-Kasım Mâlik'ten, öpen ya da mübaşeret eden bunun sonucunda da organı sertleşmekle birlikte hiçbir şekilde suyu dışarı çıkmayanın orucunu kaza etmesi gerektiğine dair rivâyette bulunmuştur. İbn Vehb ise mezisi gelmedikçe kaza etmesi gerekmediğini İmâm Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Kadı Ebû Muhammed ise şöyle demektedir: Bizim mezhep âlimlerimiz böyle bir kimse üzerine keffaret gerekmediğinde ittifak etmişlerdir. Eğer ondan akan meni olursa kaza ile birlikte kaffarette bulunması da gerekir mi? Bu durumda olan bir kimse ya bir tek defa öpmüş ve bunun akabinde inzal olmuştur yahut bir defa öpmüş bundan zevk alarak tekrarlamış ve sonucunda inzal olmuştur. Şayet tek bir defa öpmüş veya mübaşerette bulunmuş ya da bir defa tenine el değdirmiş ise bu durumdaki kimse hakkında Eşheb ve Suhnun şöyle derler: Bu işi tekrarlamadığı sürece ona keffaret düşmez. İbnu'l-Kasım ise şöyle der: Bütün bu hallerde keffarette bulunur. Şu kadar var ki bakmaktan dolayı bunu tekrarlamadıkça keffarette bulunması gerekmemektedir. Öpmesi, mübaşerette bulunması, hanımıyla oynaşması, yahut fercin dışında cimada bulunması sonucunda menisi akan kimsenin keffarette bulunmasının vacip olduğunu kabul edenler arasında Hasan-ı Basrî, Atâ, İbnu’l-Mübarek, Ebû Sevr ve İshak da vardır. İmâm Mâlik'in el-Müdevvene'deki görüşü de budur. Eşheb'in görüşünün delili şudur: Dokunmak, öpmek ve mübaşerette bulunmak, bizatihi oruç bozmazlar. Geriye işin oruç bozmaya sebep teşkil eden sonuca ulaşması kalır. Eğer inzalde bulunmak maksadı ve orucu ifsad etmek kastı bulunmaksızın yalnızca bir defa bu işleri yaparsa, bakması gibi ona keffaret düşmez. Şayet bu işi tekrarlar ise orucunu ifsad etmeyi kastetmiş olacağından tekrar tekrar bakması halinde olduğu gibi, keffarette bulunması gerekir. el-Lahmî der ki: Bakmaktan dolayı inzalde bulunmak halinde ittifakla -bunu tekrarlama hali dışında- üzerine keffaret düşmeyeceğini kabul etmişlerdir. Bu konuda aslolan şudur: Keffaret ancak orucunu açmayı ve orucun hürmetini çiğnemeyi kasteden kimseye düşer. Eğer böyle birşey sözkonusu olursa o takdirde böyle bir durum ile karşı karşıya kalanın adetinin, alışkanlığının göz önünde bulundurulması gerekir. Eğer bir defa öpmek ya da mübaşeretten dolayı inzal olan birisi ise, ya da böyle bir kimsenin adeti farklı olup kimi zaman inzal oluyor, kimi zaman inzal olmuyor ise, bu kimsenin keffarette bulunması gerektiği görüşündeyim. Çünkü böyle bir işi yapan orucunun hürmetini çiğnemeyi kastetmekte ya da böyle bir işe kalkışmaktadır. Şayet böyle birisinin adeti böyle bir tehlikeden uzak kalmak şeklinde ise ve adetinin hilafına bir durum ondan sadır olursa, bunun keffarette bulunması gerekmez. Mâlik'in keffaretin gereğine dair görüşünün ayrı manalara gelme ihtimali de vardır. Çünkü böyle bir durum ancak bu türden tabiata sahip olan kimseler için cereyan eder. Mâlik de bu hususta o kişinin görünen durumunu değerlendirmekle yetinmiştir. Eşheb ise insanların bu konuda çoğunlukla görülen hallerine göre yorumlamıştır ki; bu gibi durumlarda insanlar (meninin akmasından yana) esenlikte olurlar. Bakışa dair söyledikleri de bunun delilidir. Derim ki: (el-Lahmî'nin) sözünü ettiği bakışı ile ilgili görüş birliğinin bulunması iddiası ve bunu asıl kabul etmesi uygun değildir, durum böyle değildir. Çünkü el-Bâcî el-Müntekâ adlı eserinde şunu anlatmaktadır: "Şayet zevk almak kastıyla bir defa baksa ve inzalda bulunsa şeyh Ebû'l-Hasan bu konuda şöyle der: Böyle bir kimsenin kaza ve keffarette bulunması gerekir. el-Bacî der ki: Bence sahih olan da budur. Çünkü bu kişi eğer bu bakışı ile zevklenme kastını gütmüş ise tıpkı öpmek ve buna benzer diğer faydalanma türleri gibi olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Cabir b. Zeyd, es-Sevrî, Şâfiî, Ebû Sevr ile re'y ashabı, menisi akıncaya kadar bir kadına defalarca bakan kimseler hakkında şöyle demişlerdir: Böyle birisinin kaza ve keffarette bulunması gerekmez. Bu görüşlerini İbnu’l-Münzir nakletmiştir. el-Bacî de der ki: el-Medeniyye'de İbn Nâfi' Mâlik'ten şunu rivâyet etmektedir: Çıplak bir kadına baksa bundan zevk alsa ve sonunda inzal olsa sadece kazasını yapması gerekir, keffarette bulunması gerekmez. 14- Cünub Olarak Sabahlayan Kimsenin Orucu: İlim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr), kendisi cünüb iken tan yeri ağaran kimsenin orucunun sahih olduğunu kabul ederler. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: "Bu icma ile caizdir. Ashab-ı kiram arasında bu hususta farklı görüşler (tartışmalar) vukua gelmiş olmakla birlikte, sonradan cünüb iken sabahı eden kimsenin orucunun sahih olacağı noktasında karar kılınmıştır." Derim ki: Burada sözü geçen görüş ve tartışmanın vukuu doğrudur ve bilinen ilmî bir husustur. Bu Ebû Hüreyre'nin: Cünüb olarak sabahı eden kimsenin orucu yoktur; şeklindeki sözüdür. Bunu da Muvatta’' ve başkaları rivâyet etmiştir. Muvatta’', Siyam 11; Buhâri, Savm 22; Müslim, Siyam 75. Nesâî'nin kitabında bu hususta kendisine başvurulduğunda tekrar şöyle dediği kaydedilmektedir: Allah'a yemin ederim ki bu sözü ben söylemedim. Allah'a yemin ederim bu sözü söyleyen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Nesâî'de böyle bir ifade tesbit edemedik. Ancak İbn Mâce, Siyam 26'da Abdullah b. Amr el-Karî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinledim: Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki: "Cünüb olduğu halde sabahı eden oruç açsın" diyen ben değilim. Bunu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) söylemişti. (Ebû Hüreyre'nin) bu rivâyetten dönüp dönmediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Ancak Muvatta’'', Buhâri ve Müslim'deki rivâyetlerde bu görüşünden vazgeçtiği ve bunu Resûlüllah'dan değil de el-Fadl b. Abbas'dan dinlediğini bildirmektedir. İlim ehlince kabul edilen Ebû Hüreyre'nin konu ile ilgili iki görüşünden en meşhur olanı böyle birisinin orucunun olmayacağı şeklindedir. Bunu İbnu'l-Münzir nakletmiştir. el-Hasen b. Salih'ten de böyle bir görüş rivâyet edilmiştir. Yine Ebû Hüreyre'den üçüncü bir görüş nakledilmektedir ki buna göre o şöyle demiş: Cünüb olduğunu bilse sonra da sabaha kadar uyuşa o kimsenin orucu yoktur, ancak bunu sabah oluncaya kadar bilmese orucu yerindedir. Bu görüş Atâ, Tavus, Urve b. ez-Zübeyr'den de rivâyet edilmiştir. el-Hasen ve en-Nehaî'den de böyle bir kimsenin nafile orucunun yerinde olacağı, ancak farz orucunu kaza edeceğine dair rivâyet gelmiştir. Derim ki: İşte bunlar cünüb olarak sabahlayan kimse hakkında ilim adamlarının dört görüşü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dört görüşten sahih olanı ise Cumhûrun kabul ettiği görüştür. Çünkü Âişe (r. anha) ile Umm Seleme (r. anha)'nın rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ihtilam sözkonusu olmaksızın cima dolayısıyla sabahı eder, sonra da orucuna devam ederdi. Yine Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan ayında ihtilam söz konusu olmaksızın cünüp olarak tanın ağarma vakti gelir, gusleder ve orucuna devam ederdi. Bu iki hadisi de Buhârî ve Müslim kaydetmiştir. Buhârî, Savm 22, 25; Müslim, Siyam, 76-80; Ebû Dâvûd, Savm 37, Tirmizî, Savm 63; İbn Mâce, Siyam 27; Muvatta’'', Siyam 9, 10, 12... Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Artık onlara yaklaşın.." âyetinden zorunlu olarak anlaşılan hüküm de budur. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, cimaın mübahlık süresinin tan yerinin ağarmasına kadar devam ettiğini belirttiğine göre, kişinin cünüp olarak tan yerinin ağarmasının söz konusu olacağı zorunlu olarak bilinen bir husustur. Ve bu durumda gusletmek tan yerinden sonra mümkün olabilir. Şâfiî de şöyle demiştir: Şayet erkeklik organı kadının içinde bulunurken tan yerinin ağarması ile birlikte çekilirse orucunu kaza etmesi gerekmez. el-Müzenî de der ki: Böyle bir kimsenin kaza etmesi gerekir. Çünkü çekilmesi cimaın tamamlanmasındandır. Şu kadar var ki birinci görüş açıklamış olduğumuz husus dolayısıyla daha sahihtir. İlim adamlarımızın kabul ettiği görüş de budur. 15- Oruçta Tan Yerinin Ağarmasından Sonra Ay Halinden Temizlenen Kadının Ne Zaman Yıkanması Gerekir: Tan yerinin ağarmasından önce temizlenip sabah oluncaya kadar gusletmeyen ay hali kadının hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çoğunluğu böyle bir kadının oruç tutmasının farz olduğu ve orucunun geçerli olacağı görüşündedir. Gusletmeyi ister kasten ister yanılarak terketmiş olsun farketmez. Bu konuda cünüp olan kimse gibidir. Bu, Mâlik'in ve İbnu'l-Kasım'ın da görüşüdür. Abdülmelik der ki: Ay hali olan kadın tan yerinin ağarmasından önce temizlense ve tan yeri ağarıncaya kadar gusletmeyi tehir etse o gün oruçsuzdur. Çünkü o günün bir kısmında temiz değildir. Bu durumdaki bir kadın cünüp gibi sayılamaz. Çünkü ihtilam orucu nakzetmez fakat ay hali orucu nakzeder. Ebû'l-Ferec Abdülmelik'ten naklederek yazdığı kitabında bu meseleyi böylece zikretmektedir. el-Evzaî de der ki: Böyle bir kadın orucunu kaza eder, çünkü gusletmekte kusurlu davranmıştır. İbnu'l-Cellab ise Abdülmelik'ten naklettiğine göre; böyle bir kadın gusletmesi mümkün olacak şekilde tan yerinin ağarmasından önce temizlense ve kusurlu davranıp sabah oluncaya kadar gusletmeyecek olursa, cünüb kimse gibi bunun da öyle bir kadına zararı olmaz. Şayet vakit gusletmesine imkân vermeyecek kadar dar ise, o gün orucu câiz olmaz ve o gün oruçsuzdur. İmâm Mâlik de bu görüştedir. Böyle bir kadın ay hali iken tan yeri ağaran kadın gibidir. Böyle bir kadın ile ilgili olarak Muhammed b. Mesleme de şöyle der: Oruç tutar ve sonra da kazasını yapar. Yani onun görüşü de el-Evzaî'nin görüşü gibidir. Yine Muhammed b. Mesleme'den gelen bir rivâyete göre o, bu konuda istisnaî bir görüş ileri sürerek, tan yerinin ağarmasından önce temizlenip kusurlu davranıp ağırdan alan ve sabah oluncaya kadar gusletmeyi geciktiren kadının, kaza ile birlikte keffârette de bulunmasını vacip görmüştür. 16- Ay Hali Olan Kadın Ne Zaman Temizlendiğini Bilemezse: Kadın Ramazan gecesi temizlenip de bu temizlenmesinin tan yerinin ağarmasından önce mi sonra mı olduğunu bilemezse, o gün oruç tutar ve ihtiyaten o günün kazasını yapar, keffârette bulunması gerekmez. 17- Oruçlu İken Hacamat (Kan Aldırma): Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Hacamat yapanın da yaptıranın da orucu bozuldu" Buhârî, Savm 32; Ebû Dâvûd, Savm 28; Tirmizî, Savm 59... dediği Sevbân, Şeddâd b. Evs ve Râfi' b. Hadîc yoluyla gelen hadislerle rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Ahmed, Şeddad b. Evs yoluyla gelen hadisi sahih kabul ederken Ali b. el-Medinî, Rafi' b. Hadic yoluyla gelen hadisi sahih kabul etmektedir. Mâlik, Şâfiî ve es-Sevrî der ki: (Hacamat yaptıranın) Orucunu kaza etmesi gerekmez. Bununla birlikte aldanış (tağrir) dolayısıyla böyle bir işi yapması mekruh olur. Müslim'in Sahihinde ise Enes yoluyla gelen rivâyete göre Enes'e: Sizler oruçlu olan kimseye hacamatı mekruh görüyor muydunuz? diye sorulmuş o şöyle cevap vermiş: Hayır, ancak zayıf düşmekten dolayı (hacamatı mekruh görürdük) diye cevap vermiştir. Buhârî, Savm 32. Ebû Ömer der ki: Şeddad'ın, Rafi' ile Sevban'ın rivâyet ettikleri hadis bize göre İbn Abbâs'ın hadisiyle neshedilmiştir. Bu hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ihramlı iken ve oruçlu olduğu halde hacamat yaptırmıştır. Buhârî, Tıb. 11, 12; Ebû Dâvûd, Savm 30; Tirmizî, Savm 61; İbn Mâce, Savm 18. Çünkü Şeddad b. Evs ile diğerlerinin hadisine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği yıl Ramazan ayının onsekizinci gününde hacamat yaptıran bir adamın yanından geçmiş ve bunun üzerine o da: "Hacamat yapanın da yaptıranın da orucu bozulmuştur" buyurmuştur. Bizzat kendisi de Veda Haccı senesinde ihramlı iken ve oruçlu olduğu halde hacamat yaptırmıştır. Hazret-i Peygamber'in haccı Veda Haccı senesinde olduğuna göre bu uygulaması, önceki âyetini kaçınılmaz olarak neshetmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber bundan sonra ayrıca Ramazana erişmemiştir. Zira o Rabiu'levvel ayında vefat etmiştir. Salât ve selam ona olsun. Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyetinin vücubu gerektiren bir emir olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Burada yer alan "ila:...e kadar" gaye (nihaîlik) bildirmek içindir. Eğer bu edattan sonra gelen ondan öncekinin cinsinden ise o da öncekinin hükmüne dahildir. Mesela birisi, ben senden şu feddanı kıyısına kadar satın alıyorum veya -satılan şey ağaç ise- senden bu ağaçtan bu ağaca kadar olanları alıyorum, derse işaret edilen o ağaç da satılan şeyler kapsamına girer. Halbuki ben senden bu feddanı eve kadar olan kısmıyla satın alıyorum, dediği takdirde durum böyle olmaz. Ev, sınırı belirtilen arazinin kapsamına girmez. Çünkü ev arazinin türünden değildir. Yüce Allah orucun gece açıkça ortaya çıkana kadar tamamlanmasını şart koşmuştur. Tıpkı gündüz açıkça belli oluncaya kadar yemeyi câiz gördüğü gibi. Orucun tamam olması için gerekli hususlardan bir tanesi de niyetin oruç boyunca sürekli olması ve kaldırılmamasıdır. Günün herhangi bir bölümünde niyetini kaldıracak olur ve oruç açmayı niyet eder fakat yemez ve içmezse (İmâm Mâlik'ten) el-Müdevvene'de böyle bir kimsenin oruçsuz olacağı ve o günün orucunu kaza etmesi gerektiği kaydedilmektedir. İbn Habib'in kitabında ise orucuna birşey olmadığı nakledilmekte ve şöyle demektedir: Fiilen iftar etmedikçe bu durum onu oruçlu olmaktan çıkartmaz. Niyet ile oruç bozulmaz. Bununla birlikte böyle bir kimsenin hem kaza hem de keffarette bulunması gerektiği de söylenmiştir. Suhnûn da şöyle demektedir: Ancak geceden oruç tutmamayı kararlaştıran kimse keffarette bulunur. Oruç açmayı gündüzün kararlaştıran kimseye ise bu kararının zararı yoktur, bununla birlikte istihsanen orucunun kazasını yapar. Derim ki: Bu, güzel bir görüştür. 20- Gece Olmakla Oruç Açılmış Olur: Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti, gece belirgin olarak ortaya çıktı mı şer'an oruç açmanın sünnet olduğunu ortaya koymaktadır. İster yemek yesin ister yemesin. İbnu'l-Arabî der ki: İmâm Ebû İshak eş-Şirazî'ye üç talâk ile yemin edip de soğuk olsun sıcak olsun herhangi bir şey ile oruç açmayacağını söyleyen kişinin hükmünün ne olacağı sorulmuş, o da güneşin batması ile o kişi oruç açmış olur; ona ayrıca birşey gerekmez, diye cevap vermiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini da delil göstermiştir: "Gece şu taraftan gelir gündüz bu taraftan giderse oruçlu olan kimse orucunu açmış olur." Buhârî, Savm 43-45; Müslim, Siyam 52-54; Ebû Dâvûd, Savm 20; Tirmizî, Savm 12; Müsned, IV, 380-381. Aynı mes'ele "eş-Şamil" adlı eserin sahibi İmâm Ebû Nasr b. es-Sabbağ'a sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: Sıcak veya soğuk birşey ile orucu açması kaçınılmazdır. Bununla birlikte İmâm Ebû İshak'ın verdiği cevap daha uygun ve yerindedir. Çünkü Kitap ve Sünnet bunu gerektirmektedir. 21- Güneş Batmadığı Halde Battı Zanneder ve Orucunu Açarsa: Bulut veya bir başka sebep dolayısıyla güneş battı zannedip orucunu açsa sonradan güneş görülse, ilim adamlarının çoğunluğuna göre o günün kazasını yapması gerekir. Buhârî'de Ebû Bekr (radıyallahü anh)'ın kızı Hazret-i Esmâ'dan (r. anhâ) şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bulutlu bir günde orucumuzu açtık, sonra da güneş çıktı. Bunun üzerine Hişam (b. Urve'ye) oruçlarını kaza etmeleri emrolundu mu? diye sorulunca o: Kaza etmeleri kaçınılmazdır, diye cevap verdi. Buhârî, Savm 46; İbn Mâce, Savm 15; Müsned, VI, 346. Ömer (b. Hattâb) Muvatta’''da bu hususta şöyle der: Mesele kolaydır. Biz vakit hakkında ictihadda bulunduk... Bununla kaza edilmesi gerektiğini kastetmektedir. Muvatta’'', Siyam 44. Yine Ömer'den bu durumda kaza etmesi gerekmez dediği de rivâyet edilmiştir. Hasan-ı Basrî de bu görüştedir. O şöyle der: Unutan kimse gibi kaza etmesi gerekmez. Bu aynı zamanda İshak'ın ve Zahiriyye'ye mensupların da görüşüdür. Yüce Allah'ın: "Geceye kadar" âyeti bu görüşü reddetmektedir. 22- Güneşin Battığından Şüphe Ederek Orucunu Açarsa: Güneşin battığından şüphe ederek orucunu açarsa, İmâm Mâlik'in görüşüne göre kaza etmekle birlikte keffarette bulunur. Ancak güneşin battığına dair kanaati daha ağır basıyorsa müstesna. Tan yerinin ağardığından şüphe eden kimse de İmâm Mâlik'e göre yemek yemekten vazgeçmelidir. Bu şüphesiyle birlikte yemeye devam ederse, unutan kimsenin durumunda olduğu gibi kaza etmesi gerekir. İmâm Mâlik'ten bu konuda farklı bir görüş rivâyet edilmemiştir. Medine'de ve başka yerlerde ilim ehline mensup bazıları tan yerinin ağardığını açıkça tesbit etmedikçe herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmadığı görüşündedir. İbnu'l Münzir de bu görüştedir. el-Kiya et-Taberî ise şöyle demektedir: "Bazıları şöyle zanneder: Tan yerinin ağarmasının ilk vakitlerine kadar oruç açması ona mubah kılındığına göre henüz tan yerinin ağarmadığı kanaatiyle yediği zaman o, yemenin câiz olduğu bir vakitte şeriatın izniyle yemek yemiş olur. O bakımdan kaza etmesi gerekmez. Mücâhid ve Cabir b. Zeyd böyle demiştir. Şu kadar var ki Ramazanın ilk gecesinde buluttan dolayı hilali göremeyip oruç tutmasa daha sonra o günün Ramazandan olduğu ortaya çıksa kaza etmesinin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur, üzerinde durduğumuz mes'ele de bunun gibidir. Dar-ı Harb'te bulunan esir de aynı şekilde Şa'ban'dan olduğunu zannederek oruç tutmasa sonra da durumun böyle olmadığı ortaya çıksa (yine o gününü kaza etmesi gerekir)." 23- Visal Orucu (Oruç Açmaksızın Orucu Birkaç Gün Sürdürmek): Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyetinde visal orucunun yasaklanmasını gerektiren bir işaret de vardır. Çünkü gece orucun sona erdiği vakittir. Hazret-i Âişe de bu görüştedir. Bu, böyle olmakla beraber hakkında görüş ayrılığı bulunan bir konudur. Visal orucu yapanlardan Abdullah b. ez-Zübeyr, İbrahim et-Teymî, Ebû'l-Cevza, Ebû'l Hasan ed-Dineverî ve başkaları da vardır. İbn ez-Zübeyr yedi gün peşpeşe arada iftar etmeksizin (visal) oruç tutardı ve orucunu bağırsaklarını açsın diye yağ ve sabir (Azvay denen acı bir ağaç özü) ile açardı. Çünkü bağırsakları kururdu. Ebû'l-Cevza da yedi gün yedi gece yemeksizin oruç tutar, güçlü kuvvetli bir adamın dahi kolunu yakaladı mı kırabilirdi. Şu kadar var ki Kur'ân ve sünnetin beyanlarının zahiri, bunun câiz olmamasını gerektirir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Güneş buradan batar, gece buradan gelirse oruçlu kimse iftar etmiş olur." Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivâyet etmiştir. 20. başlıkta az önce geçti. Hazret-i Peygamber visal orucunu yasaklamıştır. Ancak ashab-ı kiram visalden vazgeçmek istemeyince bir gün daha sonra bir gün daha, onlar ile visal orucu tuttu. Arkasından da hilali gördüler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Eğer hilal daha sonraya kalsaydı sizinle daha çok visal orucu tutardım." diye vazgeçmek istemedikleri için onları azarlayıcı bir üslupla bunu söyledi. Bu hadisi de Müslim, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Buhârî, Savm 49, Temenni 9; Müslim. Siyam 57 Enes'ten gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: "Eğer bizim için ay daha da uzatılmış olsaydı öyle bir visal orucu tutardık ki bu işte derinliğine dalmak isteyenler bu davranışlarını terketmek durumunda kalırlardı." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Temenni 9; Müslim, Siyam 59-60; Müsned, III, 124, 193 Ayrıca Hazret-i Peygamber: "Visal orucu tutmaktan sakınınız, visal orucu tutmaktan sakınınız" âyeti ile ashab-ı kiramı visal orucu tutmak nehyini daha bir pekiştirmiştir. Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Sözünü ettiğimiz Hadîs-i şerîfler dolayısıyla insanı zayıf düşürüp bedenleri alabildiğine güçsüzleştirdiğinden ilim adamlarının büyük çoğunluğu visal orucunu mekruh kabul ederler. Kimisi de âyetlerin zahirine aykırı ve kitap ehline benzemeyi ihtiva ettiğinden dolayı haram kabul etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bizim orucumuz ile Kitap ehli orucu arasındaki ayırıcı özellik sahur yemeğidir." Bu hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Müslim, Siyam 46; Ebû Dâvûd, Savm 16; Tirmizî, Savm 17; Nesâî, Savm 27. Buhârî'de ise Ebû Said el-Hudrî'den gelen rivâyete göre Ebû Said Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Visal orucu tutmayın. Sizden her kim visal orucu tutmak isterse seher vaktine kadar visal orucu tutsun." Ashab-ı kiram: Ama sen visal orucu tutuyorsun ey Allah'ın Rasûlü deyince; Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Benim durumum sizin durumunuz gibi değildir. Ben, beni yediren bir yedirici, bana içiren bir içirici olduğu halde gecemi geçiriyorum." Buhârî, Savm 48; Ebû Dâvûd, Savm 24. İlim adamları derler ki: İşte bu, oruç açmanın seher vaktine kadar ertelenmesinin mubah kılındığını göstermektedir. Visal yapmak isteyenin orucunu sürdürebileceği nihaî vakit budur. Aynı zamanda bu âyet bir günü diğer bir güne bitiştirmenin men edildiğini de ifade eder. Ahmed, İshak ve Mâlik’in arkadaşı İbn Vehb de bu görüştedir. Visal'in câiz olduğunu kabul edenler şu sözleriyle buna delil getirirler: Visalin yasak kılınış sebebi onların henüz İslâm'a yeni girmiş olmaları idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) visali kendilerini zorlayarak yapmaya kalkışmalarından ve en yüsek makamlara böyle bir zorlama ile erişmek isteyeceklerinden, bunun sonucunda onlara fütur geleceğinden ya da cihad, düşmana karşı güçlü olmak gibi daha faydalı olan şeyleri yerine getiremeyecek şekilde zaafa düşeceklerinden korktu. Halbuki o dönemde bu gibi şeylere ihtiyaçları vardı. Bizzat kendisi ise özel olarak visali sürdürüyor, itaatlerin en yüksek makamlarını devam ettiriyor idi. Kendilerinin visal orucu tutmak istediklerine dair ondan talepte bulununca kendisi ile onlar arasında bir farkın bulunduğunu açıkladı ve bu hususta kendisinin halinin onların halinden farklı olduğunu bildirerek: "Ben sizin gibi değilim. Ben Rabbim beni yedirip içirerek gecemi geçiriyorum. " Buhârî, Savm 49, 50, İ'tisâm 5; Müslim, Siyam 57, 58, 60, 61; Tirmizî, Savm 61. diye cevap vermişti. Îman kalplerinde kemal noktasına ulaşıp göğüslerinde sapasağlam yerleşip kök salınca, müslümanlar çoğalıp düşmanlarına karşı üstünlük elde edince, Allah'ın dostları visal orucu tutmaya başladılar ve en üstün makamlara yükselmekle kendilerini yükümlü kıldılar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: İslâm'ın üstünlük sağlamasına, düşmanları kahretmeye rağmen, visal orucunu terketmek evladır. Derecelerin en yükseği, makam ve mevkilerin en üstünü budur. Buna delil ise zikrettiğimiz âyetlerdir. Ayrıca gece şer'î bir oruç için tayin edilmiş zaman değildir. O kadar ki bir kimse niyet ederek geceleyin oruç tutmak istese bundan dolayı herhangi bir sevap elde edemez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisinin visal orucu tuttuğuna dair haber vermiş değildir. Sahabe onun visal orucunu tuttuğunu zannetmiş versen visal orucu tutuyorsun, demişler, o da onlara kendisine yemek yedirildiğini, içirildiğini bildirmiştir. Bu ifadenin zahirinden anlaşılan hakikat manasının kastedildiği şeklindedir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cennetin yemeklerinden ve içeceklerinden getirilmekteydi. Şöyle de denilmiştir: Bu onun kalbine gelen mana ve letâif diye yorumlanmalıdır. Ancak lâfzın hem hakikat hem mecaz anlamına gelme ihtimali var ise, aslolan bunu izale edecek delil varid olana kadar hakikatin kastedildiğidir. Ashab-ı kiram visalden vazgeçmek istemeyince Hazret-i Peygamber kendisi hakkında haber verdiği üzere özel durumunda bir değişiklik olmaksızın onlarla visal orucunu devam ettirdi. Onlar da kendi adetleri üzere visal orucu yaptılar ve sonunda zaafa düşüp sabırlarının azalıp visalden vazgeçmelerini istedi. İşte bu üslup azarın ve cezanın gerçek ifadesidir. Tâ ki kendi aleyhlerine istedikleri zorlaştırmayı ve ince eleyip sık dokumayı terkedinceye kadar. Aynı şekilde eğer bizler Hazret-i Peygamber'in: "Bana yemek yediriliyor, içiriliyor" âyeti ile kastedilenin yine manevî gıdalar olduğunu kabul etsek dahi, hükmen Peygamber efendimiz oruçsuz idi. Oruçlu iken gıybet eden ve yalan şahitlikte bulunanın hükmen oruçsuz olması gibi. Bu bakımdan (her ikisinin de manevi şeyler olması açısından) aralarında bir fark yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince amel etmeyi terk etmeyecek olursa o kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine Allah'ın bir ihtiyacı yoktur." Buhârî, Savm 8. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi visal orucunu tutmadığı gibi, bu orucun tutulmasını da emretmiş değildir. O bakımdan visalin terkedilmesi evladır. Başarımız Allah'tandır. Oruçlu bir kimsenin taze yahut kurumuş birkaç hurma ya da birkaç yudum su ile orucunu açması müstehabtır.. Çünkü Ebû Dâvûd, Hazret-i Enes'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kılmadan önce taze birkaç hurma ile orucunu açardı. Taze hurma yoksa kuru hurma ile onlar da yoksa birkaç yudum su içerdi." Bu hadisi Darakutnî de rivâyet etmiş ve hakkında senedi sahihtir demiştir. Ebû Dâvûd, Savm 22; Tirmizî, Savm 10; Müsned, III, 164; Darakutnî, II, 185. Darakutnî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orucunu açtığında şöyle derdi: "Senin için oruç tuttuk, senin rızkın ile orucumuzu açtık, bizden kabul buyur, çünkü sen herşeyi işitensin herşeyi bilensin." Darakutnî, II, 185. İbn Ömer'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) orucunu açtığında şöyle dua edermiş: "Susuzluk gitti, damarlarımız ıslandı, Allah'ın izniyle de ecrimiz tahakkuk etti." Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir. Darakutnî de der ki: Bu hadisi sadece el-Huseyn b. Vakid rivâyet etmiş olup isnadı hasendir. Ebû Dâvûd, Savm 23; Dûrakutnl, II, 185. İbn Mâce de Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sa'd b. Muaz'ın yanında oruç açtı ve şöyle buyurdu: "Yanınızda oruçlular oruç açsın, hayırlı kimseler yemeğinizi yesin, melekler size rahmet niyaz etsin." Ebû Dâvûd, Et'ime 54; İbn Mâce, Siyam 45; Müsned, III, 118, 138, 201. Zeyd b. Halid el-Cühenî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir oruçluya iftar veren, onlar kadar ecir alır ve öbürlerinin ecirlerinden de birşey eksilmez." Tirmizî, Savm 82; İbn Mâce, Siyam 45. Abdullah b. Amr b. el-As'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Oruçlunun orucunu açacağı zaman geri çevrilmeyip kabul olunacak bir duası vardır." İbn Mâce, Siyam 48. İbn Ebi Muleyke der ki: Ben Abdullah b. Amr'ı oruç açtığı zaman şöyle derken dinledim: "Allah'ım, ben herşeyimi kuşatan rahmetin ile senden bana mağfiret buyurmanı diliyorum." Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Oruçlunun kendisini sevindirecek iki sevinci vardır. Oruç açtığı zaman oruç açmakla sevinir, Rabbine kavuşacağında da orucu dolayısıyla sevinir." Buhârî, Savm 9; Müslim, Siyam 163-165; Nesâî, Siyam 41, 42; Müsned, II, 232, 273, 516; III, 5. Ramazan orucunu tutanın Şevval'den altı gün oruç tutması müstehabtır. Buna gerekçe, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce'nin Ebû Eyyub el-Ensarî'den rivâyet ettikleri şu Hadîs-i şerîftir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim Ramazan orucunu tutsa, sonra da arkasından Şevval'den altı gün daha tutsa bu onun için bütün seneyi oruçla geçirmek gibidir." Müslim, Siyam 204; Tirmizî, Savm 53; Ebû Dâvûd, Savm 57; İbn Mâce, Siyam 33; Dârimî, Savm 44; Müsned, V, 417, 419. Bu Sa'd b. Said el-Ensarî el-Medenî yoluyla gelen hasen sahih bir hadistir. Bu Buhârî'de kendisinden hadis rivâyet edilmeyen ravilerden birisidir. Bu hadis, Ceyyid bir isnad ile Ebû Esma er-Rahabî yoluyla gelen hadis ile tefsir edilmiştir (Müfesser). Ebû Esma er-Rahabî Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azatlısı Sevban'dan rivâyetine göre Sevban Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Allah bir haseneyi on misli ile takdir buyurmuştur. Ramazan ayı on aya, oruç açtıktan sonra (şevvaldeki) altı gün oruç da (iki aya tekabül ettiğinden) senenin bütünü (oruçla geçirilmiş) olur." Bu hadisi Nesâî rivâyet etmiştir. Dârimî, Siyam 44. Bu altı günün orucunun hükmü hakkında ihtilaf edilmiştir. Mâlik, Muvatta’' adlı eserinde cahil kimseler Ramazana Ramazandan olmayan günleri katarlar korkusuyla mekruh görmektedir. Nitekim onun korktuğu meydana geldi. Horasan'ın bazı bölgelerinde Ramazandaki adetleri üzere bu günlerin orucu için de sahura kalkıyorlardı. Mutarrif in Mâlik'ten rivâyetine göre ise o özel olarak yalnız başına bugünlerin orucunu tutarmış. Şâfiî, bu günlerin orucunun müstehab olduğu görüşündeydi. Ebû Yûsuf ise mekruh görmektedir. 26- İtikâf ve İtikâfı Bozan Haller: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın" âyeti ile yüce Allah, cima'ın itikâfı bozacağını beyan etmektedir. İlim ehli itikâfta iken kastî olarak hanımına fercinden yaklaşan kimsenin itikâfını bozmuş olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Ancak bu durumda cezasının ne olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Hasan-ı Basrî ve Zührî şöyle der: Ramazanda hanımına yaklaşanın cezası ne ise onun da cezası odur. Cima olmaksızın mübaşerete (tenlerin değmesine) gelince; eğer bundan zevk almak maksadı varsa bu mekruhtur. Öyle bir maksadı yoksa mekruh olmaz. Çünkü Hazret-i Âişe Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfta iken saçlarını tarıyordu. Buhârî, İtikâf 3; Müslim, Hayz 6, 7, 9; Ebû Dâvûd, Savm 79; İbn Mâce, Siyam 64; Muvatta’'', İtikâf 1; Müsned, VI, 181 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedenine eliyle dokunması ise bu durumda kaçınılmazdır. İşte bu şehvet olmaksızın mübaşeretin yasak olmadığının delilidir. Atâ, Şâfiî ve İbnu'l-Münzir bu görüştedir. Ebû Ömer de şöyle demektedir: İtikâfta bulunan kimsenin mübaşerette bulunamayacağı, hanımını öpemeyeceği hususu üzerinde icma etmişlerdir. Böyle yaptığı takdirde cezasının ne olacağı hakkında ise farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve Şâfiî der ki: Bunlardan herhangi bir işi yaptığı takdirde itikâfı bozulur. Bunu el-Müzenî nakletmiştir. Bir başka yerde itikâf ile ilgili mes'elelerde de şöyle demektedir: Haddi gerektiren dışında cinsel ilişki itikâfı bozmaz. Bu görüşü Müzenî, hac ve oruç hakkında kabul ettiği asıl kaideye kıyasen tercih etmiştir. Yüce Allah'ın: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda" cümlesi hal durumundadır. Sözlükte itikâf birşeyi devamlı yapmak demektir. Bir şeye yönelip ondan ayrılmaması halinde itikâf tabiri kullanılır. Recez vezninde de şair şöyle der: "El ele tutuşup halay çeken Nabatlıların itikâfı gibi." Şair de şöyle der: "Gecenin genç kızları (üzüntüler) etrafımda ayrılmayarak (itikâfta) kaldılar. Ortalarında ölmüş birisi bulunup da ağlayan kızların ayrılmaması gibi." İtikâf yapan kişi itikâfın süresince Allah'ın itaati ile uğraşmak durumunda olduğundan dolayı ona bu isim verilmiştir. Şer'î bir terim olarak itikâf belli bir zamanda belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde özel bir itaate devam etmek demektir. İlim adamları itikâfın vacip olmadığını, bununla birlikte Allah'a yaklaştırıcı bir ibadet ve nafilelerden bir nafile olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi, ashabı ve hanımları itikâfta bulunmuşlardır. Kişi kendisini bağlayıcı olarak itikâfta bulunacağını söylerse itikâfta bulunması gerekir. Haklarını yerine getirebilmekten acze düşmesinden korkulan kimse için itikâfa girmesi mekruhtur. 28- İtikâfın Yapılması Gereken Yer: İlim adamları itikâfın mescidden başka bir yerde olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah ilgili âyetinde: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda.." diye buyurmaktadır. Ancak ilim adamları burada geçen "mescidler"den neyin kastedildiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Kimileri âyet-i kerimede geçen "mescidler" tabiriyle belli bir mescid türünün kastedildiği görüşündedirler ki bu da bir peygamber tarafından bina edilen mesciddir. Mescid-i Haram, Peygamber efendimizin mescidi ve Mescid-i Aksa gibi. Bu görüş Huzeyfe b. el-Yeman ve Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet edilmiştir. Bunlara göre başka mescidlerde itikâf câiz değildir. Başkaları ise şöyle demektedirler: İçinde cuma namazı kılınan mescid dışında bir mescidde itikâf yapılmaz. Çünkü onlara göre âyet-i kerimedeki işaret bu tür mescidleredir. Bu görüş de Ali b. Ebî Tâlib ve İbn Mes’ûd'dan rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda Urve, el-Hakem, Hammâd , ez-Zührî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali'nin de görüşüdür, İmâm Mâlik'in konu ile ilgili iki görüşünden bir tanesi de budur. Başkaları da şöyle demektedirler: Her mescidde itikâf caizdir. Bu görüş de Saîd b. Cübeyr, Ebû Kilâbe ve başkalarından rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda bu Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da görüşüdür. Delilleri bu âyet-i kerimeyi İmâmı ve müezzini bulunan her mescid hakkında umumi anlamına göre yorumlamaktan ibarettir. Mâlik'in konu ile ilgili iki görüşünden birisi budur. İbn Uleyye, Davud b. Ali, Taberî ve İbnu'l-Münzir de bu görüştedirler. Darakutnî ed-Dahhak'tan o da Huzeyfe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Müezzini ve İmâmı bulunan her bir mescidde itikâf etmek uygundur." Darakutnî der ki: Şu kadar var ki: Dahhak, Huzeyfe'den hadis dinlememiştir. Darakutnî, II, 200. Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye göre itikâiin asgarî süresi bir gece ve bir gündüzdür. Eğer bir kimse: Allah için bir gece itikafta bulunacağım, diyecek olursa bir gece ve bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Aynı şekilde bir günitikâftabulunmayı adayacak olursa bir gece ve bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Suhnun der ki: Bir gecelik itikâf adayan bir kimseye birşey düşmez. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedirler: Eğer bir gün itikafta bulunmayı adayacak olursa gecesiz olarak sadece bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Bir gece itikafta bulunmayı adayacak olursa -Suhnun'un dediği gibi- birşey yapması gerekmez. Şâfiî de der ki: Neyi adamışsa onu yapması gerekir. Bir gece adamışsa bir gece, bir gün adamışsa bir gün. Şâfiî der ki: İtikâfın asgarî süresi bir andır, azamî süresinin ise sınırı yoktur. Hanefî mezhebine mensup bazı ilim adamları ise şöyle demektedir. Bir anlık itikâf da sahihtir. Bu görüşe göre itikâf süresince oruçlu bulunmak şart değildir. Ahmed b. Hanbel'den de iki görüşünden birisi olarak nakledilmiştir. Aynı zamanda bu Davud b. Ali ile İbn Uleyye'nin de görüşüdür. İbnu'l-Münzir ile İbnu'l-Arabî de bu görüşü tercih etmişlerdir. Buna delil olarak da Resûlüllah' (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ramazan ayında itikâfa girmiş olmasını gösterirler. Ramazan ayı orucunun hem Ramazan için hem de başka bir maksatla tutulmasına ise imkân yoktur. Ramazan ayında itikâfda bulunan bir kimse Ramazan orucuna hem nafile hem de farz oruca diye niyette bulunursa Mâlik ve arkadaşlarına göre onun bu orucu fasid olur. Bilindiği gibi itikâfda bulunan kimsenin geceleyin de kadınlara mübaşeret etmekten tıpkı gündüz olduğu gibi kaçınması gerekir. İtikafta bulunanın gecesi de itikâf süresine dahildir. Gece ise oruç tutma zamanı değildir. Buna göre itikafta bulunanın gündüzün de oruçlu olmaya ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte oruç tutarsa güzeldir. Mâlik, Ebû Hanîfe ve diğer görüşünde Ahmed ise oruç ile olmadıkça itikâf sahih olmaz demişlerdir. Bu görüş İbn Ömer, İbn Abbâs ve Âişe (radıyallahü anhüm)dan rivâyet edilmiştir. Muvatta’''da ise Kasım b. Muhammed ile Abdullah b. Ömer'in azadlı kölesi olan Nafi'den oruçsuz itikâf olmaz dedikleri rivâyet edilmiştir. Çünkü yücü Allah Kitabında: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için.. Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın" diye buyurmaktadır. Kasım b. Muhammed ile Nafi' derler ki: Görüldüğü gibi burada yüce Allah itikâfı oruç ile birlikte sözkonusu etmiştir. Muvatta’'', İtikâf 4. Yahya dedi ki: İmâm Mâlik dedi ki: Bizce durum bu şekildedir. Buna delil olarak da Abdullah b. Budeyl'in, Amr b. Dinar'dan onun İbn Ömer'den yaptığı şu rivâyettir: Hazret-i Ömer cahiliyye döneminde Ka'be'nin yanında bir gün ya da bir gecelik itikatta bulunmayı adamış idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorunca Hazret-i Peygamber: "İtikaf yap ve oruç tut" diye buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Müslim, Eymân 27; Ebû Dâvûd, Eymân 25, Savm 80; Tirmizî, Nüzûr 11. Dârakutnî der ki: Bu hadisi İbn Budeyl tek başına Amr'dan rivâyet etmiştir ve o da zayıftır. Dârakutnî, II, 200 Hazret-i Âişe'den rivâyet edildiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Oruçsuz itikâf olmaz." Dârakutnî der ki: Bu hadisi Süveyd b. Abdülaziz tek başına Süfyan b. Hüseyn'den o ez-Zühri'den, o Urve'den o da Âişe'den rivâyet etmiştir. Bunlar derler ki: Orucun itikâf için tutulması orucun şartı değildir. Ancak tutulan orucun hem itikâf için hem Ramazan için nezir veya bir başka maksat için tutulması sahihtir. Oruç adayan bir kimsenin bu adağı şeriatın konu ile ilgili asıl hükmüne göre adağının muktezası ne ise ona göre açıklanır. Mesela, bir kimse bir namaz kılmayı adayacak olursa onun o namazı kılması gerekir. Ancak özel olarak o namaz için taharet ve abdest alması gerekmez. Bir başka namaz için almış olduğu taharetiyle o namazını eda etmesi yeterlidir. 30- îtikâftakinin İtikâf Yerinden Dışarıya Çıkması: İtikatta bulunan kimse itikâfta bulunduğu yerden kaçınılması mümkün olmayan şeyler dışında, herhangi bir sebeple dışarıya çıkamaz. Çünkü hadis İmâmları Âişe (r. anha)’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfa girdiğinde bana başını uzatır, ben de onun saçlarını tarar idim. Eve de insanın ihtiyacı dışında herhangi birşey için girmezdi. Hazret-i Âişe bununla büyük ve küçük abdest bozmayı kastediyor. Müslim, Hayz 6, 7, 9; İbn Mâce, Siyam 64; Muvatta’', İ'tikât 1; Müsned, VI, 181; ayrıca bk. 26. başlık ile ilgili not. Bu hususta ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. İtikâfta bulunan bir kimse zorunlu bir ihtiyaç ve kaçınılması mümkün olmayan herhangi bir sebep dolayısıyla çıkarsa, zorunluluk sona erdikten sonra derhal geri dönüp itikâfına kaldığı yerden devam ederse ona birşey düşmez. Apaçık hastalık ve ay hali bu gibi zaruretlerdendir. Şu kadar var ki bunun dışındaki maksatlar için çıkması hakkında farklı görüşler vardır. Mâlik'in mezhebi sözünü ettiğimiz gibidir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Saîd b. Cübeyr, Hasen ve en-Nehaî şöyle derler: İtikatta bulunan kişi hasta ziyaretine gider, cenaze namazlarına katılır. Bu görüş Hazret-i Ali'den rivâyet edilmekle birlikte ondan sabit olmamıştır. İshak ise vacip ve nafile itikâfı farklı görür ve vacip itikâf hakkında şunları söyler: Bu durumda olan bir kişi hastayı ziyaret etmez, cenaze namazlarına katılmaz. Nafile itikâf hakkında da şunları söyler: İtikâfa başlayacağı vakit cenazelere katılmayı, hastaları ziyaret etmeyi, Cuma namazına katılmayı şart koşar. Şâfiî der ki: Hasta ziyareti, cenazelere katılmak ve buna benzer birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için itikâfta bulunduğu yerden çıkmayı şart koşması sahih olur. Bu hususta İmâm Ahmed'den ise farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde kabul etmezken bir seferinde de bunda bir mahzur olmayacağını zannederim demiştir. el-Evzaî de İmâm Mâlik'in dediği gibi şöyle der: İtikâfta şart koşmak olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: İtikâfta bulunan kimse ancak kaçınılmaz olan şeyler için itikâfa girdiği yerden çıkabilir. Bu ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın itikâftan ayrılmasına sebep teşkil eden durumlardır. 31- İtikâfta Bulunan Kimsenin Cuma Namazı İçin Çıkması: Cuma namazına gitmek üzere çıkması hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Kimisi: Cuma namazını kılmak üzere çıkar ve selam verdi mi geri döner, çünkü o farz olan bir iş için çıkmıştır ve bu durumda itikâfı bozulmaz, derler. Bu görüşü İbnu’l-Cehm, Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. İbnu'l Arabî ile İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmişlerdir. Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ise şudur: On gün itikâf etmek isteyen yahut bu kadar itikâfta bulunmayı adayan bir kimse ancak cami' olan (cuma namazı kılınan) mescidlerde itikâfta bulunabilir. Bir başka mescidde itikâfta bulunduğu takdirde cuma namazına çıkması gerekir ve itikâfı batıl olur. Abdülmelik ise şöyle der: Cuma namazını kılmak üzere yerinden çıkar, namaza katılır, itikâf yaptığı yere geri döner ve itikâfı da bu durumda sahih olur. Derim ki: Sahih olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda" diye buyurmaktadır. Bu âyet ise umumidir. İlim adamları da itikâfın vacip olmayıp sünnet olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İmâmların Cumhûru ise Cuma namazının farz-ı ayn olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Biri ötekinden daha te'kidli olan iki vacip (farz) bir arada bulunacak olursa daha te'kidli olana öncelik tanınır. Peki bir mendup ve bir vacip karşı karşıya gelirse ne yapılır? Hiç kimse Cuma namazına gitmeyi terketmeyi söylemiş değildir. Buna göre Cuma namazına gitmek üzere çıkış, insanın ihtiyacı anlamındadır. 32- İtikâfta Bulunan Büyük Bir Günah İşlerse: İtikâfta bulunan kişi büyük bir günah işlediği takdirde itikâfı bozulur. Çünkü büyük günah ibadetin zıddıdır. Tıpkı hadesin, taharet ve namazın zıddı oluşu gibi. Şanı yüce Allah'ın itikâfta bulunana haram kıldığı şeyleri terketmek ibadette itikâfın en üstün derecesidir. Bu açıklamaları İbn Huveyzimendad İmâm Mâlik'ten nakletmektedir. Müslim, Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfa girmek istediğinde sabah namazını kılar, daha sonra da itikâfa çekileceği yere girerdi.. Müslim, İtikâf 6; Buhârî, İtikâf 6 (yakın lâfızlarla); Ebû Dâvûd, Savm 77; Tirmizî, Savm 71 İlim adamları ise itikâf yapacak olanın itikâfa giriş vakti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Evzaî bu hadisin zahirine uygun görüş belirtir. Bu görüş es-Sevrî'den ve iki görüşünden birisinde Leys b. Sa'd'dan da rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Münzir ve tabiînden bir grup da bu görüştedir. Ebû Sevr ise şöyle der: On gün itikâfta bulunacağını adayan kimse böyle davranır. Eğer on günden fazla itikâfta bulunacak olursa güneşin batışından önce itikâfa girer. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedirler: Bir ay süreyle itikâfta bulunmayı (adakta bulunmak suretiyle) kendisine vacip kılan kimse, o gün güneş batınımdan önce mescide girer. Mâlik der ki: Bir gün veya daha fazla itikâfta bulunmak isteyen herkes böyle yapar. Ebû Hanîfe ve İbnu'l Macuşun Abdülmelik de bu görüştedir. Çünkü itikâf günlerinin ilk gecesi de bu günlerin kapsamına girer ve bu gece de itikâfın bir zamanıdır. Gün gibi kısımlara bölünmeyi kabil değildir. Şâfiî der ki: Allah için bir gün itikâf edeceğim, dediği takdirde -ay hakkındaki görüşüne muhalif olarak- tan yerinin ağarmasından önce itikâfa girer, güneşin batışından sonra çıkar. Konu ile ilgili iki görüşünden birisinde el-Leys ve Züfer de şöyle demektedir: Tan yerinin ağarmasından önce itikâfa girer. Bunlara göre ay ve gün arasında fark yoktur. Benzeri bir görüş Ebû Yûsuf'tan da rivâyet edilmiştir. Kadı Abdülvehhab da bu görüştedir. Gece gündüze tabi olmak yoluyla itikâfın kapsamına girer. Buna delil şudur: İtikâf oruçsuz olmaz. Gece ise oruç tutma zamanı değildir. O halde itikâfta maksadın gece değil, özellikle gündüz olduğu sabit olmuştur. Derim ki: Ancak Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği Hadîs-i şerîf bu görüşleri redetmektedir. Anlaşmazlık halinde ise delil odur. Bu ise sahih oluşunda görüş ayrılığı bulunmayan sabit bir hadistir. 34- Ramazanın Son On Gününde İtikâf: Ramazanın son on gününde itikâf yapan kimsenin bayram gecesini de mescidde geçirerek Bayram namazı için namazgaha gidinceye kadar mescidde kalmasını İmâm Mâlik müstehab görmüştür. Ahmed'in görüşü de budur. Şâfiî ve Evzaî ise derler ki: Güneş battı mı itikâf ettiği yerden çıkar. Bu görüşü ayrıca Suhnun İbnu'l-Kasım'dan da rivâyet etmiştir. Çünkü ayın bitmesi ile ayın son on günü de bitmiş olur. Ay ise Ramazan ayının son gününün güneşinin batması ile biter. Suhnun ise şöyle demektedir: Bu şekilde yapması vaciptir. Eğer bayram gecesi itikâfından çıkarsa itikâfı batıl olur. İbnu'l-Macuşun ise şöyle demektedir: Ancak bizim sözünü ettiğimiz ayın sona ermesiyle ilgili açıklamalar bu görüşü reddetmektedir. Şayet bayram gecesi itikâf yerinde kalmak itikâfın sıhhat şartlarından olsaydı, bayram gecesine kadar devam etmeyen hiçbir itikâfın sahih olmaması gerekirdi. Ancak bunun câiz oluşu üzerindeki icma da, itikâf yapan kimsenin bayram gecesi yerinde kalmasının itikâfın sıhhati için şart olmadığına delildir. Orucun hükümleri ile itikâfın hükümlerine dair âyetlere uygun düşecek şekilde yaptığımız bu açıklamalar, yeterli görülmelidir. Bu kadarıyla yetinen kimseler için bu açıklamalar yeter. Doğru yola iletme başarısı Allah'tandır. 35- Allah'ın Hududu (Sınırları) Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır" âyetinden kasıt şudur: Bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır, bunlara muhalefet etmeyin. Âyet-i kerimede geçen "bunlar" âyeti sözü geçen emir ve yasaklara bir işarettir. Sınırlar (hudud); engeller demektir. (Hududun tekili olan) had ise alıkoymak, engellemek demektir. Demire "hadid" denilmesi bundandır. Çünkü demir silahın insan bedenine varmasına engel olur. Kapıcı ve hapishane gardiyanına da "haddad" denilmiştir. Çünkü o içerde olanların dışarı çıkmasını engeller, dışarda olanların da içeriye girmesini engeller. "Allah'ın hududu"na bu adın veriliş sebebi, onlardan olmayan şeylerin içeriye girmesini ve onlardan olan şeylerin de dışarıda kalmasını engeller. Masiyetlerin (cezalarına): Hudud denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü hudud (hadler, cezalar), kişiyi benzeri davranışlara dönmekten alıkoyar. İddet bekleyen kadının iddet bekleme haline de "ihdad" denilmesi de bundan ötürüdür. Çünkü bu durumu kadının süslenmesine manidir. 36- Allah Âyetlerini İnsanlara Apaçık Bildirir: "İşte Allah âyetlerini insanlara böylece açıklar." Bu sınırları açıkladığı gibi bütün hükümleri de böylece açıklar. Tâ ki bu sınırları aşmaktan uzak durasınız, sakınasınız. "Âyetler" hakka ileten alametler demektir. "Takva sahibi olsunlar diye" âyeti ise, bu sınırlara riâyet eden insanlar hakkında bir ümit ifade eder. Zahiren bu geneldir. Bununla birlikte Allah'ın hidâyete ermeyi kolaylaştırdığı kimseler için ise özeldir. Çünkü Allah'ın dilediği kimseleri saptırdığını ifade eden âyetler bunu göstermektedir. 188Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz ve bilip dururken günah ile insanların mallarından bir kısmını yemeniz için onları hakimlere aktarmayın. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: "Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin.." âyeti denildiğine göre Abdan b. Eşva' el-Hadramî hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Kindeli İmru’l-Kays'tan alacağı bir mal bulunduğunu iddia etti. Bu konuda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakemliğine başvurdular. İmru’l-Kays böyle bir şeyin olmadığını söyledi ve yemin etmek istedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu, yeminden vazgeçti, kendisine ait olan arazide Abdan'ın tasarruf sahibi olmasını kabul etti ve onunla davalaşmadı. Bu âyet-i kerimede hitap bütün Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetini kapsamaktadır. Anlamı da şudur: Haksız yere kiminiz kiminizin malını yemesin. Bunun kapsamına kumar, aldatma, gasplar, hakları inkâr etmek, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şeyler veya sahibi gönül hoşluğuyla verse bile şeriatın haram kıldıkları, fahişenin ücreti, kâhinin ücreti, şarap ve domuz bedeli ve benzerleri gibi. Fakat satıcının sattığının gerçek mahiyetini bilmekle birlikte satışında aldanması bunun kapsamına girmez. Çünkü bu durumdaki aldanma hibe gibidir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/26. âyet 6. başlıkta) gelecektir. Burada mallar, kendilerine yasak kılınan muhatapların zamirine izafe edilmiştir. Çünkü onların her birisi hem kendilerine yasak kılınan, hem de yasaklanandır. Yüce Allah'ın: "Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor....sunuz" (el-Bakara, 2/85) âyetinde olduğu gibi. Bazıları da: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz." (en-Nisa, 4/26) âyetinde kasıt ise oyalayıcı işlerde, şarkıcılarla, içki ve işsizliklerle yemeyiniz. Buna göre malın izafesi, maliklere ait olan zamire olur. 3- Batıl Yollarla Mal Yemenin Mahiyeti: Başkasının malını şeriatın izin vermediği bir şekilde alan kimse o malı batıl yolla yemiş olur. Bir kimse haksız olduğunu bildiği halde, hakimin lehine hüküm vermesi hali de o kişinin batıl yolla malı yemesi kapsamına girer. Çünkü haram olan birşey hakimin vereceği hüküm ile helal olmaz. Zira hakim ancak zahire göre hüküm verir. Malî hususlarda bu bir icma hükmüdür. Her ne kadar Ebû Hanîfe'ye göre hakimin hükmü batınen fercler ile (erkek-kadın ilişkileri ile) geçerli ise de bu böyledir. Ancak hakimin hükmü mallar ile ilgili batıl hükmü değiştirmediğine göre batınen bu hükmü fercler hakkında değiştirmemesi öncelikle sözkonusudur. Hadis İmâmlarının rivâyetine göre Umm Seleme şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizler benim yanıma gelip davalaşıyorsunuz. Olur ki kiminiz delilini ötekinden daha güzel bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de işittiğime uygun olarak o kişinin lehine hüküm verebilirim. Her kime kardeşinin hakkından birşey kesip verirsem onu almasın. Çünkü o takdirde ben o kimseye ancak ateşten bir parça kesip vermiş olurum. -Bir rivâyette şu da vardır:- Artık ondan sonra isterse onu alıp gitsin isterse bıraksın." Buhârî, Şehâdât 27, Hiyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4, 5; Ebû Dâvûd, Akdiye 7; Tirmizî, Ahkâm 11; Nesâî, Kudnt 12, 33; İbn Mâce, Ahkam 5; Muvatta’'', Akdiye 1; Müsned, II, 332, VI, 203, 290, 307, 308, 320. İlim adamlarının çoğunluğu ve fukahanın ileri gelenleri bu hadis doğrultusunda görüş belirtmişlerdir. Bu hadis hakimin zahire göre vereceği hükmün bâtındaki hükmü değiştirmeyeceğine dair açık bir nastır. Bu hüküm ister malî konularda ister kanlar ile ilgili (cinayetlerde), ister fercler hakkında (namus hakkında) olsun farketmez. Bundan tek istisna Ebû Hanîfe'den gelen fercler ile ilgili gelen nakildir. Onun görüşüne göre iki yalancı şahit bir adam hakkında hanımını boşadığına dair şehadette bulunsa hakim de kendisine göre onları adaletli kabul ettiği için şehadetlerine dayanarak hüküm verse -bu mes'eledeki hükmün batıl olduğunu bilenlerden birisi- iddetten sonra o kadın ile evlenecek olursa o kadın ona helal olur. Yine ona göre bu iki şahitten birisi o kadınla evlense bu da caizdir. Çünkü zahiren bu kadın evlenmek isteyen herkese helal olur. Bu konuda şahit de başkası da birdir, farketmez. Çünkü hakimin hükmü onun nikâh bağını kesmiş bulunmaktadır. Ve bu hususta hem zahiren hem batınen (başkasına) helal olması ve (eski kocasına da) haram olması hükmünü ihdas etmiştir. Bu durum sözkonusu olmasaydı onunla evlenmek isteyen erkeklere helal olmazdı. Ebû Hanif'e bu hususta Han hükmünü delil gösterir ve şöyle der: Bilindiği gibi hanım yalan lanetleşme ile kocasından ayrılmak neticesine ulaşmıştır. Eğer hakim bu hususta onun yalan söylediğini bilse ona had uygular ve onları birbirlerinden ayırırdı. O bakımdan bu, Hazret-i Peygamber'in: "Her kime kardeşinin hakkından herhangi bir şeyi hükmedecek olursam onu almasın" hadisinin genel kapsamına girmez. 4-Bu Âyet-i Kerîme Haklı Olduğunu İddia Edenlere Bir Delil Olabilir mi? Bu âyet-i kerîme her türlü hüküm hakkında kabul eden ve etmeyen taraflarca delil diye yapışılan bir buyruktur. Taraflar bu hükmün kendi lehlerine olması gerektiğini iddia eder ve başkasına câiz olmadığını söylerler. Taraflar buna dair de yüce Allah'ın: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz" âyetini delil gösterirler. Bu şekilde davranan kimseye verilecek cevap şudur: Karşı tarafın bunu batıl bir yolla alıp yediğini delil ile açıkça ortaya koymadıkça kabul edemeyiz. O takdirde bu iddia âyet-i kerimenin bu genel kapsamı içerisine girer. Buna göre bu âyet-i kerîme karşılıklı ilişkilerde batılın câiz olmayacağının delilidir. Bununla birlikte âyette batıl tayin edilmemiştir. Yüce Allah'ın: "Batıl yollarla" âyetinde geçen bâtıl kelimesi giden ve son bulan demektir. Çoğulu "bevâtıl" gelir. Butûl ve butlan da masdardır. Ebâtîl ise butûle kelimesinin çoğuludur. Boş ve oyalayıcı şeylere tabi olmak anlamında "tebattul" kullanılır. Batıl bir iş yapan kimse hakkında "ebtala" fiili kullanılır. Yüce Allah'ın: "Batıl ona erişemez" (Fussilet, 41/42) âyeti hakkında Katâde şöyle demektedir: Burada batıldan kasıt İblistir. Kur'ân-ı Kerîm'e birşey ilave edip ondan birşey eksiltemez. Yüce Allah'ın: "Allah batılı siler." (eş-Şura, 42/24) âyetinde batıl ile kastedilen ise şirktir. Batala'dan kasıt ise sihirbazlardır. 6- Rüşvet ve Benzeri Yollarla Hakimlere Mal Aktarmak: Yüce Allah'ın: "İnsanların mallarından bir kısmını yemeniz için onları hakimlere aktarmayın" âyetinin emanet ve benzerleri hakkında delil bulunmayan malları kapsadığı söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs ve el-Hasen'den rivâyet edilmektedir. Bir diğer görüşe göre ise burada kastedilen vasilerin ellerinde bulunan yetime ait olan mallardır. Vasinin kendisinden bu mal istendiği zaman bir kısmini kendisine almak kastıyla -zahiren de kendi lehine delil bulunuyor ise- mes'eleyi hakime götürmesidir. ez-Zeccâc der ki: Sizler hükümlerin zahirlerinin gerektirdiğini yapıyorsunuz da hak olduğunu bildiğiniz şeyin gereğini terkediyorsunuz, anlamındadır. Âyet-i kerimedeki tabir (edlâ) kişinin kuyuya kovasını bırakması haline benzetilerek, başarı sağlamasını umduğu takdirde delilini ortaya koyması veya mes'eleyi açması halini dile getirmektedir. Kişi kovasını kuyuya saldığı zaman "aktarma (deleve)" kelimesi kullanılır. Âyetteki anlamı şudur: Malı batıl yol ile yemeyi ve hakimlere batıl deliller gösterip ortaya koymayı bir arada yapmayınız. Bu, yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz." (el-Bakara, 2/42) Aynı zamanda bu: "Balık yerken onunla birlikte bir de süt içme" demeye benzer. Bu âyetin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Mallarınızla hakim ve yöneticilere karşı iyi davranıp daha fazlasını lehinize hükme bağlasınlar diye onlara rüşvet vermeyiniz. İbn Atiyye der ki: Bu açıklama tercih edilir bir açıklamadır. Çünkü hakimler (yöneticiler)in -Allah'ın korudukları müstesna- rüşvet almaları kuvvetle muhtemeldir. Allah'ın korudukları ise pek azdır. Diğer taraftan burada kullanılan lâfızlar da birbirleriyle mütenasiptir. Ayet-i kerimede geçen "tudlû (aktarma yapmayınız)" kovayı (delvi) salmaktan gelmektedir. Rüşvet ise kovanın ipi (anlamına gelen: er-rişâ')dan gelmektedir. Sanki kişi rüşveti ihtiyacını görmek üzere uzatıyor gibidir. Derim ki: Yüce Allah'ın: "Onları hakimlere aktarmayın" âyeti bu anlamı güçlendirmektedir. Çünkü burada önceden de sözünü ettiğimiz gibi "aktarmayın" âyeti, daha önce geçen "yemeyiniz" âyetine atfedilmiştir. Ubey b. Ka'b'ın Mushafında "aktarmayın" âyetinin başında nehiy (yasak bildiren) "la" harfi de bulunmaktadır. Bu okuyuş da: ": Aktarmayın" şeklindeki cemaatin cezm ile okuyuşunu desteklemektedir. Burada "aktarmayın" âyetinin zarf olmak üzere nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Bu gibi durumlarda Sîbeveyh'e göre nasb edatı mahzuf dır. "Onları" âyetindeki zamir de mallara aittir. Birinci görüşe göre ise "delil"e ait olur, ancak bu kelimeden söz edilmemektedir. İkinci görüş ise "mallar"ın açıkça zikredilmesi dolayısıyla daha güçlü görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "Reşvetin ne olduğu bilinen bir husustur. Rüşvet de onun gibidir. Çüğulu ruşen ve rişen ...diye gelir. Rüşvet almaya irtişa, vereceği hüküm için rüşvet talep etmeye de istirşâ denilir." Günümüzde hakimler (yöneticiler) rüşvet aldıkları zannedilen kimseler değil, bizzat rüşvetçilerin kendileridir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billah. 7- Bile Bile Başkalarının MalınıYemek: Bu işin batıl olduğunu ve günahını "bilip dururken günah ile" zulüm ve haksızlık ile. Buna günah denilmesinin sebebi, bu işi yapanın günahkâr oluşundan dolayıdır. "İnsanların mallarından bir kısmını" bir parçasını, bir bölümünü "yemeniz için onları hakimlere aktarmayın." Âyet-i kerimede "bir kısmı" için "ferik" tabiri kullanılmıştır. Ferik çoğunluktan bir kenara ayrılan birkaç koyundur. "Yemeniz için" anlamındaki âyet "Key lâm'ı (ait olduğunu bildiren edat)" diye bilinen edatla nasb edilmiştir. Burada ifadelerde takdim ve te'hir bulunduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: İnsanlardan bir kısmının mallarını yemek için onları hakimlere aktarmayınız... İşte bunu bile bile yapmak cüretkârlığın ve masiyetin ileri derecesini ifade eder. 8- Kendisine Mal Denilen Her Bir Şeyi Haksızca Almak Haramdır: Ehl-i Sünnet ittifakla şunu belirtir: Az ya da çok olsun kendisine mal denilebilen her bir şeyi haksızca alan herkes bundan dolayı fasık kabul edilir ve o malı almak onun için haram olur. Bu hüküm, Bişr b. el-Mu'temir ile Mu'tezileden ona tabi olup: Mükellef ikiyüz dirhem almadıkça fasık olmaz, bundan daha aşağısını alırsa fasık kabul edilmez demelerine; onbir dirhem aldığı takdirde fasık olur daha aşağısı ile olmaz diyen İbnu'l-Cubbaiyye; beş dirhem almakla fasık olur diyen İbnu'l Huzeyl'e, tek bir dirhem ve yukarısını almakla fasık olur daha aşağısını almakla fasık olmaz, diyen Basralı Kaderiyye mensubu kimseye hilafen; mal ismi verilebilen her bir şeyi haksızca almaktan dolayı kişinin fâsık kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Çünkü bu aykırı iddialarda bulunanların hepsinin görüşü Kur'ânla, sünnetle ve ümmetin âlimlerinin ittifakıyla reddedilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz kanlarınız, mallarınız, namuslarınız birbirinize haramdır.." Buhârî, Hacc 132, Um 9, 37, Fiten 8, Tevhid 24; Müslim, Knsâme 29, 30; Tirmizî, Fiten 2; Müsned, I, 230... Bu Hadîs-i şerîfin sihhati üzerinde ittifak edilmiştir. 189Sana hilâller hakkında soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için, bir de hac için vakit Ölçüleridir. Birr evlere arkalarından girmeniz değildir. Fakat birr kişinin sakınmasıdır. O halde evlere kapılarından girin. Allah'tan da korkun ki felâha eresiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı on iki başlık halinde sunacağız: "Sana hilaller hakkında soruyorlar.." Burada kastedilen soru yahudilerin sordukları ve kendisi ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e itiraz ettikleri bir husustur. Bu münasebetle Muaz şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, yahudiler yanımıza geliyor ve hilallere dair bizlere pek çok soru soruyorlar. Hilal acaba neden önce incecik görünüyor, sonra doğup yuvarlaklaşıncaya kadar artıp duruyor. Ardından tekrar eksilmeye başlıyor ve nihayet önceki haline dönüyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Bir diğer görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi müslümanlardan bir grubun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hilale dair ve hilalin iki gecelik süreyle hiç görünmemesinin, güneşin durumundan farklı bir durumda olmasının sebebini sorarlar. Bunu da İbn Abbâs, Katâde, er-Rabi' ve başkaları söylemiştir. Yüce Allah'ın: "Sana hilaller hakkında soruyorlar" âyetindeki "hilaller" anlamına gelen: el-ehille: Hilal kelimesinin çoğuludur. Hakikatte hilal, tek bir tane olmakla birlikte çoğul yapılması bir ayın hilali ile bir diğer ayın hilalinin ayrı olmasından dolayıdır. Bunun çoğul yapılması hilalin birbirinden farklı birçok durumunun olmasından dolayıdır. Burada "hilaller" ile kastedilen her bir hilalin ayıdır. Bazen hilal kelimesiyle ay ifade edilir. Çünkü ay, hilalin doğması ile birlikte girer. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Necid'den güven üzere iki kardeş Ve ay o sırada kesilen tırnak gibiydi." Şöyle açıklama da yapılmıştır: Hilale ay (şehr) deniliş sebebi, hilalin görüldüğü yere doğru ellerin işarette bulunarak uzatılması (şehr kökünden gelen kelime kullanılır) ve o hilali göstermeye çalışmaları dolayısıyladır. Ayın son iki günü ile başının ilk iki gününün ayına "hilal" denilir. Ayın başının ilk üç gününe denildiği de söylenmiştir. el-Asmaî der ki: Etrafında ince iplik gibi bir hâle meydana gelinceye kadar aya hilal ismi verilir. Bir başka açıklamaya göre ışığı ile semayı iyice aydınlatıncaya kadar o, hilal diye adlandırılır. Bu aydınlatma ise yedinci gecede olur. Ebû'l-Abbas der ki: Ona hilal deniliş sebebi, insanların doğuşunu haber vermek için yüksek sesle birbirlerine seslenmeleridir. Nitekim doğan çocuk yüksek sesle ağladığı vakit de kullanılan kelime bu kökten gelmektedir. Kişinin yüzünde sevinç görüldüğü zaman da bu kökten gelen ifadeler kullanılır. Ebû Kebir şöyle demiş: "Onun yüzünün sevincine bakarsan Parlak buluttaki şimşek gibi parlar." Yeni bir aya girildiği zaman da bu kökten gelen kelime kullanılır. Cevherî der ki: "Hilâl doğdu" anlamında: "Uhille el-hilâlu ve istuhille" denilir. "İs-tehelle" açıkça göründü anlamındadır. Bu anlamda "ehelle" denilmez. "Şu gecenin hilalini gördük" anlamında: "Ehlelnâ an leyleti keza" denilir. Ebû Nasr Abdurrahîm el-Kuşeyrî Tefsiri'nde der ki: (Hilâl doğdu anlamında): "Ehellelhilâlu, istehelle, ehlelenâlhilâlu ve istehlelenâ" ifadelerinden birisi kullanılabilir. 3- Hilal Lâfzı Kullanılarak Yapılan Yeminler ya da Verilen Sözler: İlim adamlarımız der ki: Bir kimse alacaklısının borcunu ödemeyi veya şu işi yapmayı hilal vaktinde veya hilal başında veya hilal esnasında yapacağına dair yemin etse ve bu yemin ettiği şeyi hilalin görülmesinden bir ya da iki gün sonra yapsa yeminini bozmuş olmaz. İleride açıklanacağı üzere bütün aylar, bütün ibadetler ve muamelelerin yapılması için uygun zamanlardır. Allah'ın: "De ki: Onlar insanlar için, bir de hac için vakit ölçüleridir" âyeti ayın artması ve eksilmesindeki hikmet yönünü açıklamaktadır. Bu ise tayin edilen sürelerde, karşılıklı ilişkilerde yeminler, hac, iddetler, oruç, oruç açmak, hamilelik süresi, icare akitleri, kiralar ve buna benzer kulların hayatı için gerekli olan ilişkilerdeki kapalılığı gidermektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de buna benzemektedir: "Biz gece ile gündüzü iki âyet kıldık. Gece âyetini sildik, gündüz âyetini de gösterici kıldık. Tâ ki Rabbinizin lütfundan arayasınız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." (el-İsra, 17/12) Nitekim bu hususa dair açıklamalar (ilgili âyette) gelecektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunun gibidir: "Güneşi bir ışık, ayı bir nûr yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona konaklar tayin eden O'dur..." (Yûnus, 10/5) Hilallerin sayılıp hesap edilmesi ise günlerin sayılıp hesap edilmesinden kolaydır. 4- Süresi Belirlenmeyen Müsakât Akdinin Hükmü: Yaptığımız bu açıklamalar "müsakat akdinin, sayıları belli olmayan birçok seneler için süresi belirsiz yapılması caizdir" diyen Zahiriyye mezhebine mensup olanlarla onların görüşlerini kabul edenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Bu görüşü kabul edenler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yahudiler ile (Hayber'de) yaptığı anlaşmayı delil gösterirler. Hazret-i Pegyamber oradan çıkacak ekin ve hurmanın yarısı karşılığında onlarla müsakât akdi yapmıştı ve vakit tesbit etmeksizin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygun göreceği zaman ile sınırlamıştı. Ancak onların bu gerekçelerinde lehlerinde bir delil yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber yahudilere: "Ben sizleri burada Allah'ın bıraktığı süre kadar bırakıyorum" demişti. Muvatta’', Musâkat 1. Bu ise bunun Hazret-i Peygambere ait bir özellik olduğunu ortaya koyan en açık bir delil ve en belirgin bir ifadedir. O bu konuda Rabbinden gelecek olan hükmü bekliyordu. Başkası ise bu durumda değildir. Şeriat, icareler ve diğer muameleleri oldukça sağlam şekilde hükme bağlamıştır. Bunların hiçbirisi Kitap ve sünnetin sağlam bir şekilde hükme bağladığı, ümmet âlimlerinin de benimsediği şeklin dışında câiz değildir. Yüce Allah'ın: "Vakit ölçüleri" anlamını ifade eden (mevâkît) kelimesi vakit anlamına gelen "mîkat" kelimesinin çoğuludur. Mikat'ın tayin edilen vaktin son zamanı olduğu da söylenmiştir. "Mevâkit" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü tekillerde benzeri olmayan bir çoğuldur. Bu kelime hem çoğuldur, hem çoğulun son haddidir. (Muntehâ el-cumû') Çünkü bir daha çoğul yapılamayacağından âdeta bu kelimede çoğul tekrarlanmış gibidir. Yüce Allah'ın "Testiler" (el-İnsan, 76/15) âyetinin (aynı vezinde olduğu halde tenvin almak suretiyle) munsarıf olması, âyetin sonunda yer aldığından dolayıdır. Burada bu kelime de kafiyelerin tenvin alması gibi tenvin almıştır. Yoksa buradaki tenvin ismin munsarıf olduğunu gösteren bir tenvin değildir. Bu âyet-i kerimede geçen "Hacc" kelimesinde "hâ" harfinin fethalı olarak okunuşu Cumhûrun kıraatidir. İbn Ebi İshak ise bu kelimeyi Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde "hic" şeklinde esreli olarak okur. Ali İmrân Sûresi'nde: "Beyt'i haccetmek (hic).." (Ali İmrân, 3/97) âyetinde bu kelime esrelidir. Sîbeveyh der ki: Hacc, red ve şedd kelimeleri gibidir. Hic de zikr kelimesi gibi söylenir. Her ikisi de aynı anlamda masdardır. Üstün şekliyle (hacc) masdar, esreli olarak "hic"in ise isim olduğu da söylenmiştir. 7- Haccın Allah Tarafından Tesbit Edilen Vakti Değiştirilemez: Yüce Allah burada özellikle haccı zikretmiştir. Çünkü hacc vaktin bilinmesini gerektiren ibadetlerdendir. Başka bir vakte te'hir edilmesi de câiz değildir. Daha önce Araplar bundan farklı bir görüş ortaya atmıştı. Araplar ayları sayarak hacceder, fakat ayların yerlerini değiştirirlerdi. Allah onların hem bu konudaki sözlerini, hem uygulamalarını iptal etmiştir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde (9/37. âyette) gelecektir. 8- Hacc İçin İhrama Girme Zamanı: Mâlik, Ebû Hanîfe ve her ikisinin de arkadaşları (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), hac için ihrama girmenin hacc ayları dışında da sahih olacağına bu âyeti delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah bütün ayları bu iş için bir zaman olarak tesbit etmiştir. O halde bütün bu aylarda hac için ihrama girmek sahihtir. Ancak Şâfiî bu hususta muhalefet etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Hac bilinen aylardır" diye buyurmuştur. (el-Bakara, 2/197) İleride görülecektir. Yine bu âyet-i kerimenin (ona göre) manası ayların bir kısmı insanlar için vakit ölçüleri, bir kısmı da hacc için vakit ölçüleridir şeklindedir. Bu, senin: Cariye Zeyd'in ve Amr'ındır, demene benzer. Bu ise cariyenin kısmen Zeyd'e kısmen de Amr'a ait olmasını gerektirir. Hepsi Zeyd'indir ve hepsi de Amr'ındır denilmesi mümkün değildir. Ancak buna şöylece cevap verilebilir: Yüce Allah'ın: "Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir" diye buyurulması bütün ayların insanlar için vakit ölçüleri olmasını gerektirdiği gibi, hac için de vakit ölçüleri olmasını gerektirir. Eğer yüce Allah bir kısmı insanlar için bir kısmı da hacc için vakit ölçüleridir, demek istemiş olsaydı: Bir kısmı insanlar için vakit ölçüleridir, bir kısmı da hac için vakit ölçüleridir, demeliydi. Bu şöyle demeye benzer: Ramazan ayı hem Zeyd'in hem de Amr'ın oruç tutması için tayin edilmiş bir vakittir. Bu ifade ile Ramazan ayının tümünün her birisinin orucu için tayin edilen bir vakit olduğunun kastedildiğinde görüş ayrılığı olamaz. Şâfiî'nin görüşünü savunanların zikrettikleri cariye örneğinde ifade doğrudur. Çünkü cariyenin tümünün Amr'a ait olmakla birlikte yine bütünüyle Zeyd'e ait olması imkansız birşeydir. Zamanın aynı zamanda hem Zeyd ve hem de Amr için vakit ölçüsü olması ise sahihtir. O halde bunun aksi görüşü savunanların söyledikleri de çürütülmüş olmaktadır. 9- Malî İlişkilerde Zaman ve Vade Tayini: Belli bir malın, belli bir paha karşılığında, Arap aylarından belli bir vadeye veya bilinen sayıda güne kadar satanın satışının câiz olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Belli bir vade ile yapılan selem hakkında da böyle demişlerdir. Ancak hasada yahut harman zamanına ya da ganimetten payların verilmesine ve benzeri sürelere kadar satışın hükmü hakkında farklı görüşler vardır. Mâlik der ki: Böyle bir vade caizdir, çünkü bu bilinen bir süredir. Ebû Sevr de bu görüştedir. Ahmed der ki: Bunda bir sakınca olmayacağını ümid ederim. Gazilerin döneceği vakte kadar diye süre tayini de böyledir. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre o ganimet paylarının dağıtılacağı zamana kadar mal satın alırmış. Bir başka kesim ise böyle bir satış câiz değildir, derler. Çünkü yüce Allah vakit ölçülerini tayin etmiş ve bunları alışverişlerinde, görmeleri gereken işlerinde tayin etmek istedikleri süre için bir alamet kılmıştır. İbn Abbâs da böyle demiştir. Şâfiî ve en-Numan (Ebû Hanîfe) de bu görüştedir. İbnu'l-Münzir der ki: İbn Abbâs'ın görüşü sahihtir. Hilal doğduğunda büyük görülürse ilim adamlarımız şöyle demiştir: Onun büyüklüğüne de bakılmaz, küçüklüğüne de bakılmaz. O ilk gecesinde görülmüşse bir geceliktir. Müslim'in Ebû'l-Behterî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Umre için yola çıktık. Batın Nahle denilen yerde konaklayınca birbirimize hilali gösterdik. Bizimle birlikte bulunanların kimisi: Üç günlüktür, dedi kimisi: İki günlüktür, dedi. Nihayet İbn Abbâs'la karşılaştık. Ona: Biz hilali gördük, dedik. Kimisi üç günlüktür? kimisi iki günlüktür, dedi. O bize: Hilali hangi gece gördünüz? diye sordu. Biz de: Şu şu gece gördük, deyince şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah görünsün diye onu uzun (süre) bırakmıştır" diye buyurdu. O bakımdan o hilal, gördüğünüz gecenin hilalidir (yani bir günlüktür). Müslim, Siyam 29. 11- Hac ile İlgili Cahili Gelenekler: Yüce Allah'ın: "Birr evlere arkalarından girmeniz değildir" âyeti, hac için vakit ölçülerinden söz etmekle birlikte zikredilmektedir. Çünkü hilallerin durumu ve evlere arkalarından girmeye dair soru sormak zamanında bu iki husus da meydana gelmiştir. O bakımdan âyet-i kerîme her ikisi hakkında nazil olmuştur. Ensar, hacc edip de geri döndüklerinde evlerinin kapılarından girmezdi. Hacc ya da umre için ihrama girip telbiye getirdiklerinde, şer'an kendileriyle sema arasında herhangi bir engelin bulunmamasına dikkat ederlerdi. Artık bundan sonra yani evinde ihrama girdikten sonra çıkıp herhangi bir ihtiyaç için geri dönecek olursa, evin tavanı kendisi ile gök arasında bir engel teşkil edeceğinden dolayı odanın kapısından içeriye girmezlerdi. O bakımdan evinin duvarından tırmanır, sonra da odasının üzerinde durarak ihtiyacı olan şeyi ister ve o ihtiyacı olan şey evinden dışarı çıkartılırdı. Bu şekilde davranmayı hac ibadetinin bir parçası ve iyilik olarak kabul ederlerdi. Nitekim alakası olmayan pek çok şeyin de hacc ibadetinin gereği olduğuna inanırlardı. Allah bu âyetinde onların bu kanaatlerini reddetmekte ve yüce Rabbimiz birr'in (iyilik ve takvanın) emrine uymakta olduğunu beyan etmiştir. İbn Abbâs Ebû Salih yoluyla gelen rivâyette şöyle demektedir: İnsanlar cahiliyye döneminde ve İslâm'ın ilk dönemlerinde bir kimse hacc için ihrama girdiği takdirde eğer evlerde yaşayan kimselerden ise evinin arka tarafından bir oyuk açar, ordan girer ve çıkardı. Veya bir merdiven koyar, onunla tırmanır ve onunla inerdi. Şayet çadırda yaşayan bir kimse ise çadırların arkasından çadırına girerdi. Hums diye bilinenler dışında böyle yaparlardı. Zührî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye barışından önce umre için ihrama girmişti. Daha sonra odasına girdi, arkasından Salebeoğullarından ensara mensup bir kimse de girdi. Böylelikle kavminin adetini bozmuş oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona "Sen ihrama girmiş iken ne diye girdin", diye sordu, adam: Sen girince ben de senin girmen üzere girdim, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Ben Ahmeslilerdenim (Hums'a mensubum) Yani bu gibi davranışları dinin gereği olarak kabul etmeyen bir kavme mensubum. Adam ise: Benim dinim de senin dinindir, deyince bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunu İbn Abbâs, Atâ ve Katâde söylemişlerdir. Sözü geçen bu adamın Kutbe b. Amir el-Ensarî olduğu da söylenmiştir. el-Hâkim, el-Müstedrek, I, 483. Hums diye bilinenler Kureyşliler, Kinane, Huzaa, Sakîf, Cuşem, Âmir b. Sa'saa oğulları ve Nasr b. Hazret-i Muâviye oğullarıdır. Bunlara "hums" deniliş sebebi dinlerinde işi oldukça sıkı tutmalarından dolayıdır. Hamaset şiddet demektir. el-Accâc demiştir ki: "Ve biz nice nice sert ve geçilmesi zor (hums) vadiler katettik." İlim adamları bu âyetin te'vili hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bizim yaptığımız bu açıklama ileri sürülmüştür, sahih olandır. Bir diğer görüşe göre âyet-i kerimenin bu bölümünde kastedilen nesi' ve nesi' vasıtasıyla haccın ertelenmesi olayıdır. Çünkü onlar haccı helal bir aya ertelemek suretiyle helal olan ayı haram kılıyorlardı. Haccı bir başka aya kaydırıp geciktirmek suretiyle de haram olan bir ayı helal kılıyorlardı. Buna göre burada "evler"den söz edilmesi, hac ve hac ayları hususunda uyulması gerekenlere bir misal demek olur. Yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde (9/37. âyette) nesi'e dair açıklamalar gelecektir. Ebû Ubeyde der ki: Âyet-i kerîme bir darb-ı meseldir. Anlamı şudur: Birr cahillere soru sormanız değildir. Fakat birr Allah'tan korkup ilim adamlarına soru sormanızdır. Bu kişinin: Ben bu işe girilmesi gereken kapısından girdim, demene benzer. el-Mehdevî ve Mekkî, İbnu'l-Enbarî'den, el-Maverdî de İbn Zeyd'ten âyet-i kerimenin hanımlarla cimaya dair bir mesel olduğunu belirttiklerini nakletmektedirler. Bu âyetle yüce Allah hanımlara arka yoldan değil de önden yaklaşmayı emretmektedir. Kadınlara "evler" adının verilmesi ise evlere sığınıldığı gibi onlara sığınıldığından dolayıdır. İbn Atiyye der ki: Bu uzak bir ihtimaldir ve ifadenin akışını değiştirmektedir. el-Hasen der ki: Araplar bu işi uğursuzluk sayıyorlardı. Onlardan bir kimse yolculuğa çıkıp da ihtiyacını elde etmedi mi, zarar eder korkusuyla eve arkasından girerdi. Onlara: Bu şekilde bir uğursuzluk düşüncesi birr değildir. Aksine birr sizin Allah'tan korkmanız ve Allah'a tevekkül etmenizdir, denildi. Derim ki: Birinci görüş bu görüşlerin en sahih olanıdır. Çünkü el-Berâ' şöyle demektedir: Ensar haccedip de geri döndüklerinde evlere kapılarından girmezlerdi. Ensardan birisi gelip eve kapısından girdi. Bu hususta ona hatırlatmada bulunulunca şu: "Birr evlere arkalarından girmeniz değildir.." âyeti nazil oldu. İşte bu; "evler"in hakikat anlamıyla kastedildiğini açıkça ortaya koyan bir ifadedir. Bunu Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Umre 18, Tefsir 2. sûre 29; Müslim, Tefsir 23 Belirtilen diğer görüşler ise başka yerlerden çıkartılabilir. Bu âyetten değil. Bu hususun iyice bellenmesi gerekir. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme şanı yüce Allah tarafından birr'e uygun olan yoldan ulaşmaları gerektiğine dair bir uyarı durumundadır. Birr'in elde edilme yolu ise yüce Allah'ın emrettiği yoldur. Burada evlere kapılarından girilmesinin sözkonusu edilmesi yüce Allah'ın bize teşvik etmiş olduğu şekilde işleri uygun olan yollarından gidip gerçekleştirmemize işaret etmektedir. Derim ki: Bu açıklamaya göre daha önce sözü geçen görüşler de sahih kabul edilebilir. Âyet-i kerimede geçen ve evler anlamına gelen kelimesi "beyt" kelimesinin çoğuludur. Bu kelimedeki "be" harfi ötreli ve esreli olarak okunmuştur. Takvanın (2/2. âyet 4. başlık) felahın (2/5. âyet) ve umut ve temenni ifade eden edatının (2/21. âyette) anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. 12- Şeriatte Yeri Olmayan Bir Amel, Allah'a Yaklaştırıcı Olamaz: Bu âyet-i kerîme Allah'ın teşrî' buyurmadığı bir şeyin Allah'a yaklaştıramayacağı, teşvik etmediği bir şeyin Allah'a yaklaştıran bir amel olamayacağı beyan edilmektedir. Böyle olmayan amellerle hiçbir kimse Allah'a yaklaşmaya kalkışmamalıdır. İbn Huveyzimendad der ki: Neyin Allah'a yaklaştırıcı bir birr (iyilik) olduğu ya da olmadığı anlaşılamayıp içinden çıkılamazsa o işe bakılır. Eğer farz ve sünnetler arasında onun benzeri bir amel varsa Allah'a yaklaştırıcı bir amel olması caizdir. Eğer bir benzeri yoksa o işin birr olması da yaklaştırıcı bir amel olması da, sözkonusu olamaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyetler de bunu ortaya koymaktadır. Daha sonra İbn Huveyzimendad İbn Abbâs'tan gelen şu Hadîs-i şerîfi kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe irad ettiği bir sırada güneşte ayakta duran bir adam görüverir. Onun durumunu sorar, O, Ebû İsrail'dir, ayakta dikilip oturmamayı gölge altında durmamayı, konuşmamayı ve bununla birlikte de oruçlu durmayı adamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ona söyleyiniz, konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın." Buhâri, Eymân 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19; İbn Mâce, Keffarât 21; Muvatta’', Nüzûr 6; Müsned IV, 168 Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şerîatinde aslı astan bulunmayan ve Allah'a yaklaştırıcı olmayan amelleri iptal etti, farz ve sünnetler arasında benzeri bulunan ve Allah'a yaklaştırıcı bir ibadet olanın sahih olduğunu beyan buyurdu. Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile 190Sizinle Savaşanlarla siz de Allah yolunda Savaşın ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Savaşa İzin, Nüzul Sebebi ve Savaşta Öldürülmeleri Yasak Olanlar: Yüce Allah'ın: "Sizinle Savaşanlarla siz de Allah yolunda Savaşın.." âyet-i kerimesi Savaş emri ile ilgili olarak inen ilk âyettir. Hicretten önce Savaşın yüce Allah'ın şu buyrukları ile yasaklanmış olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur: "En güzel olan ile defet" (Fussilet, 41/34); "Sen yine onları affet, aldırış etme" (el-Maide, 5/13); "Ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl" (el-Müzzemmil, 73/10); "Sen üzerlerine musallat bir zorba değilsin" (el-Ğaşiye, 88/22) ve buna benzer Mekke'de inmiş diğer âyetler... Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince Savaşmakla emrolundu ve yüce Allah'ın: "Sizinle Savaşanlarla siz de Allah yolunda Savaşın.." âyeti indi. Bunu er-Rabi' b. Enes ve başkaları söylemiştir. Ebû Bekr es-Sıddîk'tan gelen rivâyete göre ise Savaş ile ilgili olarak gelen ilk âyet-i kerîme: "Kendileriyle Savaşılanlara., (Savaşa) izin verildi" (el-Hacc, 22/39) âyetidir. Ancak birinci görüşü kabul edenler ve Savaşa izin veren âyet-i kerimenin Savaşmış olsun olmasın bütün müşrikler hakkında genel olarak nazil olduğunu kabul edenler daha çoktur. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak üzere ashab-ı kiram ile birlikte Mekke'ye gitti. Mekke yakınlarında Hudeybiye'de -ki Hudeybiye oradaki bir kuyunun adıdır, o bölgeye de o kuyunun ismi verilmiştir- konaklayınca müşrikler Beytullah'a gitmesini engellediler. Hazret-i Peygamber de Hudeybiye'de bir ay süreyle kaldı. O yıl geldiği şekilde geri dönmek, ertesi yıl ise Mekke kendisine üç gün süreyle boşaltılmak ve aralarında on yıl Savaş olmamak üzere de barış yaptılar. Hazret-i Peygamber de Medine'ye geri döndü. Ertesi sene Hazret-i Peygamber kaza umresi yapmak üzere hazırlıklarını yaptı. Müslümanlar kâfirlerin sözlerinde durmayacaklarından korktular ve haram ayında Harem dahilinde Savaşmaktan da hoşlanmıyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bunun üzerine nazil olmuştur. Yani kâfirler sizinle Savaştıkları takdirde Savaşmak sizin için de helaldir. Buna göre bu âyet-i kerîme bundan önce sözü geçen hac ile ve evlere arkalarından girmeyle ilgili açıklamalarla yakından ilişkilidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böylece kendisiyle Savaşanlarla Savaşmaya ve kendisine ilişmeyenlere de ilişmemeye başlamıştı. Nihayet: "Müşrikleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyeti nazil olunca, bu âyet-i kerimeyi neshetti. Bu açıklamayı ilim adamlarından bir grup yapmıştır. İbn Zeyd ve er-Rabi' de şöyle der: Bu âyet-i kerimeyi: "Topluca müşriklerle Savaşınız" (et-Tevbe, 9/36) âyet-i kerimesi neshetmiştir. Bununla Hazret-i Peygamber bütün kâfirlerle Savaşmakla emrolunmuştur. İbn Abbâs, Ömer b. Abdülaziz ve Mücâhid ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme muhkem bir âyettir. Yani sizinle Savaşmak durumunda olanlarla Savaşınız. Kadınları, çocukları, rahipleri ve benzerleri -ileride açıklanacağı üzere- öldürmek suretiyle de haddi aşmayınız, demektir. Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu sünnet ve kıyas açısından her iki görüşün sahih olanıdır. Sünnete gelince İbn Ömer'den gelen Hadîs-i şerîfe göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Savaşlarından birisinde öldürülmüş bir kadın görür, bundan hoşlanmadığını ifade ederek kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklar. Bu Hadîs-i şerîfi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Cihâd 111, 112, İbn Mâce, Cihâd 30; Muvatta’', Cihâd 9; Dariml, Siyer 25. Aklî (kıyas) bakımdan konu üzerinde düşündüğümüz takdirde de şunu görürüz: Arapçada "fâale" kalıbı çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak yapılan eylemi ifade eder. Mukâtele, muşâteme, muhâsame (sırasıyla: Savaşma, sövüşme, davalaşma) gibi. Savaş ise kadınlar, çocuklar ve benzerleriyle olmaz. Mesela rahipler, kötürümler, yaşlılar ve ücretle çalıştırılanlar öldürülmezler. Ebû Bekr es-Sıddîk Şam'a doğru gönderdiğinde Yezid b. Ebî Süfyan'a bunları vasiyet etmişti. Bunların öldürülme yasağı dışında tutulması bu gibi kimselerin müslümanlara eziyet verecek durumda olmaları halindedir. Bunu Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Muvatta’', Cihâd 10. İlim adamlarına göre bu tür kimseler için altı durum sözkonusudur: 1- Kadınlar Savaştıkları takdirde öldürülürler. Suhnûn der ki: Savaş esnasında da Savaş sonrasında da öldürülürler. Çünkü yüce Allah'ın: "Sizinle Savaşanlarla siz de Allah yolunda Savaşın" âyeti ile: "Onları nerede bulursanız öldürün" (el-Bakara, 2/191) âyetinin umum ifade etmesi bunu gerektirmektedir. Savaşta kadınların oldukça büyük etkileri vardır. Malî yardımda bulunmak, Savaşa karşı erkekleri teşvik etmek bunlar arasındadır. Kimi zaman saçlarını çözerek, teşvik edici ağıtlar yakarak harekete geçirici, Savaştan kaçmayı ayıplayan ezgilerle Savaşa çıkarlar. İşte bu, onların öldürülmelerini mubah kılar. Şu kadar var ki esir alındıkları takdirde onları köleleştirmek daha faydalıdır. Çünkü çabucak İslâm'a girer ve dinlerinden dönerler. Ayrıca erkeklerin aksine kendi ülkelerine de kolay kolay kaçamazlar. 2- Çocukların öldürülmesini yasaklayan mahiyette sabit olan nehiy dolayısıyla çocuklar öldürülmezler. Ayrıca çocuklar hakkında mükellefiyet de sözkonusu değildir. Bununla birlikte çocuk Savaşacak olursa öldürülür. 3- Rahipler öldürülmez ve esir de alınmazlar. Onlara yaşayacakları kadar mallarının bir kısmı bırakılır. Bu, kâfirlerden ayrı tek başlarına yaşamaları halinde böyledir. Çünkü Hazret-i Ebî Bekir Yezid b. Ebû Süfyan'a şöyle demişti: "Kendilerini Allah'a adadıklarını ileri süren birtakım kimseler göreceksin. Onları kendilerini Allah'a adamış oldukları iddiaları ile başbaşa bırak." Muvatta’', Cihâd 10. Şayet kiliselerde kâfirlerle birlikte bulunurlarsa öldürülürler. Kadın, rahiplik edecek olursa Eşheb'in rivâyetine göre ona ilişilmez. Suhnûn ise rahiplik etmesi hükmünü değiştirmez, demektedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî ise şöyle der: Benim görüşüme göre sahih olan Eşheb'in rivâyetidir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir'in: "Onları kendisi için kendilerini alıkoydukları şeklindeki kanaatleriyle başbaşa bırak" âyetinin kapsamına dahildir. 4- Kötürümler: Suhnûn öldürülürler, derken İbn Habib öldürülmezler demiştir. Sahih ise onların hallerine itibar edileceği şeklindedir. Eğer müslümanlara eziyet veren bir durumları varsa öldürülürler; aksi halde kendi halleriyle başbaşa bırakılır ve bu halleriyle sıradan ve bayağı bir mal olarak değerlendirilirler. 5- Yaşlılar: Mâlik, Muhammed'in kitabında: Öldürülmezler, demektedir. Fukahanın çoğunun kabul ettikleri görüş ise şudur: Eğer Savaşamayacak kadar kocamış yaşlı ve görüşü alınmak suretiyle ya da savunma yoluyla kendisinden faydalanılamıyor ise böyle bir kimse öldürülmez. Mâlik ve Ebû Hanîfe bu görüştedir. Şâfiî'nin bu konuda iki görüşü vardır. Birisi cemaatin görüşü gibidir. Diğeri ise böyle bir yaşlı ve rahip öldürülmez, şeklindedir. Sahih olan ise Hazret-i Ebû Bekir'in Yezid b. Ebi Süfyan'a söyledikleri dolayısıyla birinci görüştür. Hatta buna muhalif kimse de yoktur. Böylelikle bu görüşün icma ile kabul edildiği sahih olur. Yine Savaşmayan, düşmana da yardımcı olmayan kimsenin kadın gibi öldürülmesi de câiz değildir. Şayet Savaşmak veya görüş belirtmek ya da mali katkıda bulunmak suretiyle zarar vereceğinden korkulan bir kimse ise, esir alındığı takdirde İmâm ona şu üç beş şeyden birisini yapmakta muhayyerdir: Böyle birisini ya öldürür ya karşılıksız serbest bırakır veya fidye karşılığında bırakır yahut köle yapar yahut cizye ödemek şartı ile onunla zimmet akdi yapar. 6- Ücretli çalışanlar ve çiftçiler: Mâlik, Muhammed'in kitabında bunlar hakkında şöyle der: Böyleleri öldürülmezler. Şâfiî de der ki: İslâm'a girmeleri ya da cizye ödemeleri hali dışında çiftçiler, ücretliler ve kocamış yaşlılar öldürülürler. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Rabah b. er-Rabi' yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Halid'e yetiş, sakın çocuk ve ücretle çalışan işçi ve çiftçileri öldürmesin." Ebû Dâvûd, Cihâd 111; İbn Mâce, Cihâd 30 Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da şöyle der: Size karşı Savaşmayan kadın ve çocuklarla çiftçiler hususunda Allah'tan korkunuz. Ömer b. Abdülaziz de İbnu'l Münzir'in naklettiğine göre hiçbir çiftçiyi öldürmezdi. 2- Bütün Müslümanlara Yönelik Bir Emir: "Sizinle Savaşanlarla Siz de Allah Yolunda Savaşınız": Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetine göre yüce Allah'ın: "Sizinle Savaşanlarla siz de Allah yolunda Savaşın" âyetinden kastedilenler, Hudeybiye'ye katılanlardır. Bunlara kendileriyle Savaşanlarla Savaşmaları emri verilmiştir. Ancak sahih olan bunun bütün müslümanlara yönelik bir hitap olduğudur. Herkes kendisiyle Savaşanla Savaşmakla emrolunmuştur, çünkü bunun dışında bir şekil mümkün değildir. Nitekim yüce Allah Tevbe Sûresi'nde bu hususu şu âyeti ile açıklamaktadır: "Ey îman edenler, kâfirlerden size en yakın olanlarla Savaşın." (et-Tevbe, 9/123) Şöyle ki; öncelikle bu âyetle kastedilenler Mekkeliler idiler. Bu âyet-i kerimeye göre Savaşa onlardan başlamak muayen bir hal almış olmaktaydı. Yüce Allah Mekke'nin fethini nasip edince bu sefer yanıbaşında bulunan ve müslümanlara eziyet eden kimselerle Savaşmak sözkonusu oldu. Tâ ki İslâm daveti herkesi kuşatsın ve İslâm sözü bütün ufuklara ulaşarak geriye kâfirlerden kimse kalmasın. Bu âyet Kıyâmet gününe kadar devam eden bir buyruktur. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde bir gaye olarak belirttiği hedefe kadar devam eder, gider: "Atların perçemlerinde Kıyâmet gününe kadar hayır düğümlüdür: Ya ecir, ya da ganimet." Buhârî, Cihâd 43, 44, Menakıb 28; Müslim, tınare 98-99; Ebû Dâvûd, Cihâd 41; Tirmizî, Cihâd 19, Fedâilu'l-Cihâd 10. Cihâdın Meryem oğlu Hazret-i Îsa'nın nüzulüne kadar devam edeceği de söylenmiştir. Bu, bundan önceki hadise de uygundur. Çünkü Hazret-i Îsa'nın nüzulü kıyâmetin alâmetleri arasındadır. "... ve aşırı gitmeyin" âyetinin te'vili ile ilgili olarak az önce kaydettiğimiz sözler söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme muhkemdir. İrtidat edenlere gelince; onlar için öldürmek ya da tevbe etmekten başka bir yol yoktur. Sapan ve hak yoldan uzaklaşan kimseler için de kılıç veya tevbe etmekten başka yol yoktur. İçten içe batıl itikada sahip olup da bunu gizleyen, daha sonra da bu gizlediği ortaya çıkan kimse ise zındık gibidir, öldürülür ve tevbesi dahi istenmez. Adil İmâmlara karşı çıkanlara gelince, hakka dönünceye kadar bunlarla Savaşmak gerekir. Bazıları da şöyle demiştir: Bunun anlamı Allah rızası dışında bir maksatla Savaşarak haddi aşmayınız, şeklindedir. Mesela, kavmî asabiyet ve ün kazanmak gayesiyle Savaşmak bu türdendir. Aksine siz, sizinle Savaşanlarla Allah yolunda Savaşınız. Yani bunu bir din gereği ve Allah'ın dinini üstün kılmak kastıyla Savaşınız. "Ve aşırı gitmeyin" âyeti ile ilgili olarak yani Savaşmayanlarla Savaşmayınız, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme bütün kâfirlerle Savaşma emrini veren buyruklarla neshedilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 191Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne katlden beterdir. Onlar orada sizinle Savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram'ın yanında onlarla Savaşmayınız. Eğer onlar sizinle Savaşırlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız. "Onları nerede bulursanız.." sağlam bir şekilde ele geçirip yakalarsanız, demektir. Bu âyette esirin öldürüleceğine dair delil vardır. İleride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Enfal Sûresi'nde (8/57. âyette) gelecektir. "Sizi çıkardıkları yerden" yani Mekke'den "siz de onları çıkarın." Taberî der ki: Burada hitap muhacirleredir, onları zamiri ise Kureyş kâfirlerine aittir. 2- Din Dolayısıyla Baskı Ölümden Beterdir: "Fitne katlden beterdir." Yani onların sizi zorladıkları ve böylelikle küfre dönmenizi arzuladıkları fitne, öldürmekten daha ağırdır. Mücâhid der ki: Yani mü’min için öldürülmek, (fitneden) daha kolaydır. Öldürülmek onun için fitneden daha hafif gelir. Başkalan ise şöyle demektedir: Yani kâfirlerin Allah'a ortak koşmaları, O'nu inkâr etmeleri, onların sizleri kendisi sebebiyle ayıpladıkları öldürmekten daha büyük ve daha ağır bir suçtur. Bu açıklama, âyet-i kerimenin haram aylardan olan Receb'in son gününde Vâkid b. Abdullah et-Temimî tarafından öldürülen Amr b. el-Hadramî hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Bu husus Abdullah b. Cahş seriyyesinde sözkonusu edilmektedir ki buna dair açıklamalar da ileride (2/217. âyette) gelecektir. Bu açıklmayı Taberî ve başkaları yapmıştır. 3- Mescid-i Haram Civarında Savaş: "Onlar orada sizinle Savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram'da onlarla Savaşmayınız" âyeti hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Birinci görüşe göre bu âyet, neshedilmiştir, ikinci görüşe göre bu âyet muhkem bir âyettir. Mücâhid der ki: Âyet muhkemdir. Bizzat kendisi Savaşmaya başlamadıkça Mescid-i Haram yakınlarında hiçbir kimseyle Savaşmak câiz değildir. Tavus da bu görüştedir. Âyetin nassı da bunu gerektirmektedir. Konu ile ilgili iki görüşten sahih olanı da budur. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de budur. İbn Abbâs'tan gelen sahih rivâyette Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği günde şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bu şehri Allah gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmıştır. O bakımdan bu şehir yüce Allah'ın haram kılmasıyla kıyâmet gününe kadar haram bir şehirdir. Bu şehirde benden önce hiçbir kimseye Savaşmak helal kılınmamıştır. Bana da ancak bir günün kısacık bir anında helal kılınmıştır. Artık orası Allah'ın haram kılması ile Kıyâmet gününe kadar haramdır." Buhârî, Sayd 10; Müslim, Hacc 445; Tirmizî, Diyât 13; Nesâî, Menâsik 111, 120; ayrıca yakın ifadelerle: Buhârî, Sayd 8; Müslim, Hacc 446, 448. Katâde ise; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyeti ile neshedilmiştir, demektedir: "Haram aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (et-Tevbe, 9/5) Mukâtil de der ki: Bunu yüce Allah'ın: "Onları nerede bulursanız öldürünüz" (el-Bakara, 2/191; en-Nisa, 4/91) âyeti neshetmiştir. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedilmiştir. Buna göre Harem bölgesi içerisinde Savaşa önce başlamak caizdir. Bu görüşü savunanların gösterdikleri delillerden birisi de Tevbe Sûresi'-nin Bakara Sûresi'nden iki yıl sonra nazil olması ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başında miğferi bulunduğu halde Mekke'ye girmesi de vardır. Ona: İbn Hatal Ka'be'nin örtülerine yapışmıştır, denildiği halde "Onu öldürünüz" diye emir buyurmuştur. Buhârî, Cezâu's-Sayd 18, Cihâd 169, Meğâzî 48; Müslim, Hacc 450; Ebû Dâvûd, Cihâd 117; Tirmizî, Cihâd 18; Nesâî, Menâsik 107, (Tahrîmu'd-Dem 14'te emrin fiilen infaz edildiği kaydedilmektedir); Dârimî, Menâsik 88, Siyer 20; Muvatta’', Hacc 247; Müsned, III, 109, 164, 231-232, 233, 240. İbn Huveyzimendad der ki: "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla Savaşmayınız" âyeti neshedilmiştir. Çünkü icma ile şu hüküm kabul edilmiştir: Bir düşman Mekke'yi istila edip; ben sizinle Savaşacağım, hac etmenizi engelleyeceğim ve Mekke'den de ayrılmayacağım, diyecek olursa isterse Savaşa başlayan taraf o olmasın, onunla Savaşmak farz olur. Bu bakımdan Mekke ile başka beldeler arasında hiçbir fark yoktur. Onun hakkında söylenen şudur: Orayı ta'zim etmek üzere Mekke haram bir bölgedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'nin fethedildiği gün Halid b. Velid'i gönderip ona: "Safa'da benimle karşılaşıncaya kadar kılıçla onları iyice biç" dediğine dikkat edilmez mi? Nihayet (amcası) Hazret-i Abbas gelip: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Kureyş yokolup gitti, artık bu günden sonra Kureyş kalmayacaktır. Müslim, Cihâd 84, 85, 86'da bu emrin bütün Fetih ordusuna verildiği ve Hazret-i Peygamber'e gelip "Kureyş yok olup gitti..." diyenin Hazret-i Abbâs değil, Ebû Süfyân olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in Mekke'nin ta'zimi ile ilgili olarak şöyle dediğine bakmak gerek: "Oranın lukatası (yitiği)nı, ilan ederek sahibini arayacak kimse dışında alamaz." Buhârî, Lukata 7, Meğazi 53; Nesâî, Menâsik 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103; Müsned, I, 318, 348. Halbuki Mekke'de olsun başka yerde olsun lukatanın alınması hüküm itibariyle farklı değildir. Diğer taraftan bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "Fitne kalmayıncaya kadar onlarla Savaşınız" (el-Bakara, 2/193) âyeti ile neshedilmiş olması da mümkündür. İbnu'l-Arabî der ki: "Beytü'l Makdis'te -Allah onu ak pak etsin- Ebû Ukbe el-Hanefî'nin medresesinde bulunuyordum. Kadı ez-Zincanî cuma gününde bize ders veriyordu. Bizler bu vaziyette iken yanımıza görünüşü güzel fakat sırtında eski püskü elbiseler bulunan birisi giriverdi. İlim adamlarına yakışır bir şekilde selam verdi, meclisin üst tarafında âdeta çobanların cübbelerine benzer cübbesiyle oturuverdi. Kadı ez-Zincanî: Bu muhterem kimdir diye sorunca şu cevabı verdi: Dün soyguncular tarafından malı talan edilmiş birisi. Bu Harem-i Mukaddes'e gelmek istiyordum. Ben Saganlı ilim talebesi olan birisiyim. Kadı hemen -ilim adamlarına soru sormak suretiyle ikramda bulunmak adetine uygun olarak-: Ona bir soru sorunuz, dedi. Kur'a sonucu: Kâfir Harem'e sığındığı takdirde öldürülür mü öldürülmez mi mes'elesi soruldu. Öldürülmeyeceğine dair fetva verdi. Ona: Delilin nedir? diye sorulunca yüce Allah'ın: "Onlar orada sizinle Savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram'in yanında onlarla Savaşmayınız" âyetidir. Bu âyet hem "onları öldürmeyiniz hem de onlarla Savaşmayınız" anlamına gelecek şekilde okunmuştur. Eğer "onları öldürmeyiniz" şeklindeki okuyuşu esas alırsak mes'elede açık nass vardır, demektir. Şayet onlarla Savaşmayınız diye okursak konu ile ilgili olarak dikkat çekilmektedir demektir. Çünkü öldürmenin sebebi olan Savaş yasaklandığına göre bu, öldürmenin yasaklandığının açık bir delili demektir. Kadı görüşlerini kabul etmemekle birlikte Şâfiî ve Mâlikî mezhebinin görüşlerini desteklemek üzere -adet olduğu gibi- bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyetiyle neshedilmiştir, deyince Sağanlı misafir ona şöyle dedi: Bu sayın kadı'nın işgal ettiği makama ve ilmine yakışmaz. Bize karşı itiraz diye ileri sürdüğünüz âyet-i kerîme bütün yerlere dair umumî bir âyet-i kerimedir. Benim delil diye ileri sürdüğüm âyet-i kerîme ise hastır (bu özel durumla ilgilidir), hiçbir kimse umum ifade eden hüküm husus ifade eden hükmü nesheder diyemez. Kadı ez-Zincanî bu cevap karşısında şaşırdı. İşte bu da gerçekten çok harika sözlerden birisidir" İbnu'l-Arabî der ki: "Kâfir Mescid-i Haram'a sığınacak olursa ona ilişmeye yol bulunamaz, çünkü bu konuda hem âyetin nassı vardır, hem de orada Savaşmayı yasaklayan sabit bir sünnet. Zina eden ve katile gelince; ona haddin uygulanması kaçınılmaz birşeydir. Şu kadar var ki kâfir (Mescid-i Haram'da olmakla birlikte) önce o Savaşa başlayacak olursa Kur'ân nassı gereğince öldürülür. Derim ki: İbn Hatal'ın ve benzerlerinin öldürülmesini delil diye gösterenlere gelince bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü bu Mekke'nin dar-ı harb ve dar-ı küfür olduğu bir vakitte Hazret-i Peygamber'e helal kılındığı bir zamanda olmuştur. Bu dönemde Hazret-i Peygamber, kendisine Savaşın helal kılındığı o saatte Mekke halkından dilediği kimsenin kanını dökebilirdi. Böylelikle birinci görüşün daha sahih olduğu açıkça ortaya çıkmış ve sabit olmuş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- İmâma Karşı Ayaklanan ile Kâfir Arasındaki Fark: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede İmâma (İslâm devlet başkanına) karşı ayaklananın kâfirden farklı olduğuna dair bir delil vardır. Kâfir Savaşa giriştiği takdirde her durumda öldürülür. Ayaklanan kimse (bağî) ise, Savaştığı takdirde savunma niyetiyle ona karşı Savaşılır. Geri kaçan takip edilmez, yaralıların işi bitirilmez. Nitekim ileride bağîlere dair hükümler -yüce Allah'ın izniyle- Hucurat Sûresi'nde (49/10. âyette) gelecektir. 192Bununla beraber eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir. 5- Vazgeçerlerse: "Bununla beraber eğer" îman etmek suretiyle sizinle Savaşmaktan "vazgeçerlerse şüphesiz Allah" bütün geçmiş günahlarını bağışlayan "Gafûrdur"; herkesin işlediklerini affedip merhamet gösteren "Rahîmdir." Yüce Allah'ın şu âyeti de buna benzemektedir: "Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse geçmiş (günah)ları mağfiret olunur" (el-Enfal, 8/38). Bu âyete dair açıklamalar ileride gelecektir. 193Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla Savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: ".. onlarla Savaşın" âyeti bunu neshedici âyet olarak görenlerin görüşüne göre; her yerde her müşrike karşı Savaşmak emrini vermektedir. Bu âyetin neshedici olmadığını kabul edenlere göre ise mana yüce Allah'ın, haklarında: "Sizinle Savaşanlarla... Savaşın" diye buyurduğu kimselerle Savaşınız, demektir. Ancak birinci görüş daha üstün bir görüştür. Bu da kâfirlerin Savaşa başlamaları şartına bağlı olmaksızın mutlak olarak Savaşma emridir. Bunun delili ise yüce Allah'ın: "Ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar" âyetidir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum." Buhârî, Îman 17, Salât 28, Zekât 1, İ'tisâm 2, 28; Müslim, Îman 32-36; Ebû Dâvûd, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimi. Siyer 10; Müsned, IV, 8. İşte bu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf Savaşmanın sebebinin küfür olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüce Allah bu âyet-i kerimede "fitne kalmayıncaya" diye buyurmaktadır. Burada fitne, küfür demektir. Buna göre Savaşın nihaî hedefi küfrün olmaması diye gösterilmiştir. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur. İbn Abbâs, Katâde, er-Rabi', es-Süddî ve başkaları şöyle demektedir: Bu âyet-i kerimede fitne şirk ve ona bağlı olarak mü’minlere (müşriklerin) verdikleri eziyettir. Fitne aslında denemek ve sınamak demektir. Kaliteli olup olmadığının açıkça anlaşılması için gümüşün ateşe sokulmasını ifade etmek üzere kullanılır. Yüce Allah'ın izniyle bunun ifade edebildiği anlamlara dair açıklamalar ileride gelecektir. 2- Eğer Küfürden Vazgeçerlerse: "Eğer" ya bir önceki âyet-i kerimede geçtiği üzere İslâm'a girmekle veya ileride Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere (9/29. âyette) Kitap ehli hakkında cizye ödemek suretiyle "vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur." Belirtilen şekillerde vazgeçmedikleri takdirde onlarla Savaşılır. İşte sözü geçen zâlimler bunlardır ve bunlardan başkasına da düşmanlık yapılmaz. Zâlimlere yapılanlara "düşmanlık" denilmesinin sebebi, onların düşmanlıklarının cezası olması bakımındandır. Çünkü zulüm düşmanlığı da ihtiva eder. O bakımdan düşmanlığın cezası burada düşmanlık diye adlandırılmıştır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Bir kötülüğün cezası bir kötülüktür." (eş-Şûrâ, 42/40) Zâlimler ise konu ile ilgili iki te'vilden birisine göre fiilen Savaşa başlayanlardır, ikinci te'vile göre ise küfür üzre kalmaya ve fitneyi sürdürmeye devam eden kimselerdir. 194Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah takva sahipleriyle beraberdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1- Âyet-i Kerîmenin Nüzul Sebebi: "Haram ay, haram aya bedeldir" âyetindeki "ay (şehr)" kelimesinin türeyişine dair açıklamalar daha önceden (2/185. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Nüzul sebebi ise İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, Miksem, es-Süddî, er-Rabi', ed-Dahhâk ve başkalarından rivâyete göre şöyledir: Bu âyet-i kerîme kaza umresi ve Hudeybiye yılı ile ilgili olarak nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak üzere çıkmış ve Hudeybiye'ye kadar varmıştı. Bu olay hicretin altıncı yılı Zilkade ayında cereyan etmişti. Kureyş kâfirleri olan müşrikler onu Beytullah'a ulaşmaktan engellediler. O da geri döndü. Şanı yüce Allah da ona pek yakında onu Mescid-i Haram'a girdireceği vaadinde bulundu. Hazret-i Peygamber de hicretin yedinci yılında oraya girdi ve umre ibadetini eda etti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. el-Hasen'den şu da rivâyet edilmiştir: Müşrikler Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ya Muhammed, haram ayda Savaşmak sana yasak kılındı mı diye sorulunca o: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine onlar da onunla Savaşmak istediler. İşte bu âyet-i kerîme bu münasebetle inmiştir. Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: Eğer onlar bu haram ayda bu işi yani Savaşmayı helal kabul ederlerse sen de onlarla Savaş. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah onlara karşı savunmayı mubah kılmıştır. Birinci görüş ise daha meşhurdur ve çoğunluk tarafından kabul edilen görüş de odur. 2- Saldırı ve Haksızlıklara Karşılık Vermesi, Hakkını Koruması: Yüce Allah'ın: "Hürmetler karşılıklıdır" âyetinde yer alan "hürmetler (el-hurumât)" kelimesi "hürmet" kelimesinin çoğuludur. Zulumât kelimesinin, zulmet'in, hucurât kelimesinin de hucret'in çoğulu olduğu gibi. Hurumât kelimesinin çoğul gelmesi, hem haram ayın hürmeti, hem haram beldenin hürmeti, hem de ihramın hürmeti kastedildiğinden dolayıdır. Hürmet ise kişinin çiğnemekten alıkonulduğu, engellendiği şeydir. Kısas (karşılıklı oluş) ise, eşitlik demektir. Bu âyetin anlamı şöyle olur: Yani onlar hicretin altıncı yılında sizleri umre yapmaktan alıkoyup engelledikleri vakit yedinci yılında umrenizi kaza etmek suretiyle sizin lehinize onlara kısas yaptım, demektir. Buna göre "hürmetler karşılıklıdır" âyeti kendisinden önceki buyruklarla alakalı ve onlar ile aynı sözün devamı mahiyetindedir. Önceki buyruklarla ilişkisinin olmadığı da söylenmiştir. Buna göre bu âyet, İslâm'ın ilk dönemlerindeki bir vaziyeti ifade etmektedir. Şöyle ki; senin hürmetini (saygı duyulması gereken bir hakkını) çiğneyen bir kimseye karşı sen de sana yaptığı haksızlık kadarıyla ondan hakkını alırsın. Ancak daha sonra bu, Savaş emriyle neshedilmiştir. Bir başka kesim şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin ele aldığı "saldırılar"; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti arasındaki saldırılar, cinayetler ve buna benzer neshedilmemiş hususlardır. Mal yahut yaralama ile kendisine saldırıda bulunulan bir kimsenin, bu işi açık bir şekilde tesbit edebildiği takdirde, kendisine karşı yapılan haksızlığın mislini yapması caizdir. Ve bu hususta onun Allah'a karşı sorumlu olması sözkonusu değildir. Bu görüş Şâfiî ve başkalarına aittir. İmâm Mâlik mezhebindeki bir rivâyet de böyledir. İmâm Mâlik mezhebine mensup bazıları ise şöyle demiştir: Hayır, kişinin bunu yerine getirme yetkisi yoktur. Kısasa dair uygulamalar münhasıran yöneticilerin yetkisi içerisindedir. Malî konuları ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti kapsamına almaktadır: "Sana emaneti kim vermiş ise o emaneti ona tastamam geri öde, sana hainlik edene de sen hainlik etme!" Bu hadisi Darakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 35; Hâkim, Müstedrek, II, 46; Beyhâki, Sünen, X, 456. Buna göre kendisine hainlik eden bir kişi tarafından kendisine emanet bırakılan kişinin kendisine emanet bırakana karşılık vererek hainlik etmesi ve böylelikle kendisine verdiği emanetten hakkını alması câiz değildir. Maliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. Ebû Hanîfe de bu hadise bağlı kalarak bu görüştedir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri sahiplerine vermenizi emreder" (en-Nisa, 4/58) âyetine de bağlı kalarak bu görüşü kabul etmişlerdir. Aynı zamanda bu Atâ el-Horasanî'nin de görüşüdür. Kudame b. el-Heyseme der ki: Atâ b. Meysere el-Horasanî'ye şöyle sordum: Adamın birisinde alacağım bir hak vardır. Bu hakkımı inkâr ediyor ve ben de delil ortaya koyamıyorum. Onun malından hakkım kadarını kısas yoluyla alayım mı? O şöyle dedi: Ne dersin sana ait olan cariyen ile haram yolla ilişki kursa ve sen bunu bilsen, ne yaparsın? Derim ki: Sahih olan bunun hakkını ne şekilde elde edebilirse etmesinin -hırsız olarak sayılmayacağı sürece- câiz olduğudur. Şâfiî'nin kabul ettiği görüş budur. Mâlik'ten Davudî de bu görüşü nakletmiştir. İbnu'l-Münzir bu görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Ayrıca bunun hainlik olmayacağı, sadece kişinin hakkını elde etmekten ibaret olduğu belirtilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kardeşine zalim olsun mazlum olsun yardımcı ol." Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68; Müsned, III, 99 Zalimden hakkın alınması ise aslında ona yardımcı olmaktır. Diğer taraftan Ebû Süfyan'ın hanımı Utbe kızı Hind; Ebû Süfyan cimri bir adamdır, onun bilgisi olmaksızın benim onun malından aldıklarım müstesna, bana ve oğullarıma yetecek kadar masraf vermiyor; bundan dolayı üzerimde bir vebal var mıdır? deyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle cevap vermiştir: "Sana ve çocuklarına yetecek kadarını maruf bir şekilde al." Buhârî, Buyû’ 95; Nesâî, Kudât 31; İbn Mâce, Ticarât 65. Bu âyeti ile Hazret-i Peygamber ona kocasının malından almasını mubah kılmış ve alması gereken miktardan fazlasını almamasını söylemiştir. Bütün bunlar ise sahih hadisler arasında sabittir. Yüce Allah'ın: "Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun saldırdığı gibi karşılık verin" âyeti ise bu gibi görüş ayrılıklarını kesin sona erdiren mahiyettedir. 3- Haksızlığa Uğrayan Malının Türünden Başka Mal Elde Ederse: Haksızlığa uğramış kimse malının türünden başka bir mal ele geçirebilir ise hüküm ne olur? Konusunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir görüşe göre ancak hakimin hükmü ile onu alabilir. Şâfiî'nin bu konuda iki görüşü vardır, daha sahih olanı alabileceğidir. Bu da kendi malının türünden bir mal ele geçirebilene kıyasen verilir. İkinci,görüşe göre ise o malı alamaz, çünkü kendisinden alınan maldan başka bir türdedir. Kimisi de şöyle demektedir: Alacağı hakkın kıymetini tesbit eder ve onun miktarı kadarını alır. Daha önce açıklamış olduğumuz delil dolayısıyla sahih olan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Alacaklar da Böyle Değerlendirilebilir mi? Biz bu şekilde alma ile ilgili hükümden fer'î bir mes'eleye geçerek şunu soralım: Acaba alacağı olan mallar ve benzerleri de böyle değerlendirilebilir mi? Şâfiî, hayır böyle bir kimsenin alması gereken mal ne ise onu alır, der. Mâlik der ki: İflas halinde diğer alacaklılar ile birlikte kendisine düşene itibar edilir. Kıyas da buna göredir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Saldırılara Karşılık Vermenin Yolu: Yüce Allah'ın: "Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin" âyetinin umumî mahiyette olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Karşılık vermek mümkün olduğu takdirde ya dolaysız olarak fiilen yapılır veya yöneticiler, hakimler aracılığıyla yapılır. Mükâfatın "saldırı" diye adlandırılıp adlandırılmayacağı hususunda farklı görüşler vardır. Kimisi Kur'ân-ı Kerîm'de mecaz yoktur, der; kimisi de karşılık vermek saldırı ismini alır ve bu mubah olan bir saldırıdır, demiştir. Nitekim arapçada mecaz mubah olan bir yalan kabul edilmiştir. Çünkü şairin birisi şöyle demiştir: "İki göz ona: Dinledim itaat ettim, dedi." Şu mısra da böyledir: "Havuz doldu ve: Artık bana yeter, dedi." Bu mısra da böyledir: "Devem bana gece boyunca yol yürümekten şikâyette bulundu." Bilindiği gibi bu eşyalar konuşmazlar. Yalanın tarifi ise şöyledir: Bir şeye dair gerçek durumundan farklı olarak haber vermektir. Kur'ân-ı Kerîm'de mecaz vardır, diyenler bu şekilde bir karşılık vermeyi de mecaz yoluyla ve söze misliyle karşılık vermek kabilinden "saldın" ismini vermişlerdir. Nitekim Amr b. Külsûm şöyle demiştir: "Dikkat edin, kimse bize karşı cahillik etmesin O vakit bizler de cahillerin cehaletinden ileri cahillik ederiz." Bir başkası da şöyle demektedir: "Benim bir atım var tahammülkârlığa tahammülkârlık ile dizginlenir Ve benim bir diğer atım var, cahilliğe karşı cahillikle eğerlenmiştir Her kim benim doğru olmamı isterse şunu bilsin ki; ben zaten doğrultulmuş bir kimseyim Her kim de beni eğriltmek isterse şunu bilsin ki; ben zaten eğriltilmişim." Burada şair bilgisizlikle ve eğrilikle övünüyor değildir. Cahile ve eğriye aynı şekilde karşılık (mükâfat) vermek durumunda olduğunu anlatmak istemektedir. 6- Başkalarına Ait Ölçülemeyen ve Tartılamayan Şeyleri Telef Edenler: Kile ile ölçülmeyen, ağırlık ile tartılmayan hayvan ya da ticaret mallarından herhangi bir şeyi telef eden ya da bozan kimsenin hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şâfiî, Ebû Hanîfe, her ikisinin mezhebine mensup ilim adamları ve bir grup alim şöyle demiştir: Bu durumda telef edenin ya da bozanın telef edip bozduğu şeylerin mislini ödemesi gerekir. Mislin (benzerinin) bulunmaması hali dışında bunların değerinin ödenmesi istenmez. Çünkü yüce Allah: "Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin" âyeti ile "Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size verilen cezanın benzeri ile karşılık verin" (en-Nahl, 16/126) buyrukları bunu gerektirmektedir. Bu kanaate sahip ilim adamları derler ki: Bu, herşey hakkında umumî bir buyruktur. Bunlar, görüşlerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kırılan çömleği kıran hanımının eyinde alıkoyup sağlam çömleği gönderip: "Kaba karşılık kap yemeğe karşılık da yemek" âyetini delil göstererek desteklemişlerdir. Bu hadisi Ebû Dâvûd şöylece tahric etmiştir. Bize Müsedded anlattı, bize Yahya anlattı. (H). Hadisin alındığı yolun değiştiğini gösteren işaret. Bize Muhammed b. el-Müsenna, bize Halid b. Humeyd'in Enes (radıyallahü anh)'dan anlattığına göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisinin yanında bulunuyor idi. Mü’minlerin annesinden birisi hizmetçi ile birlikte içinde yemek bulunan bir çömlek gönderdi. Eliyle kaba vurdu ve kabı kırdı. İbnu'l-Müsennâ der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kırık iki parçayı aldı, birisini ötekisine bitiştirdi ve yemeği o çömleğin içinde toplamaya başladı ve bu arada "Anneniz kıskandı" buyurdu. İbnu'l-Müsenna şunu da eklemektedir: "Haydi yiyiniz" dedi. Onlar da yemeye başladılar; nihayet o hanım evinde bulunan çömleği getirdi. Sonra biz Müsedded'in rivâyet ettiği hadisin lâfzına dönüyoruz: Ve: "Yeyiniz" dedi. Hazret-i Peygamber gelen elçiyi ve çömleği yemeklerini yeyinceye kadar alıkoydu. Sağlam olan çömleği elçiye verdi ve kırık olanını da evinde alıkoydu. Bize Ebû Dâvûd anlatarak dedi ki: Bize Müsedded anlattı, bize Yahya Süfyan'dan anlatarak dedi ki: Ve bize Fuleyt el-Amirî -Ebû Dâvûd dedi ki: Bu Eflet b. Halife'dir- Decace kızı Cesre'den naklederek dedi ki: Âişe (radıyallahü anha) şöyle dedi: Ben Safiyye gibi güzel yemek pişireni görmedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir yemek pişirip o yemeği gönderdi. Aşırı kıskançlığımdan dolayı titremeye başladım ve kabı kırdım. Ve: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yaptığımın keffareti nedir dedim? O da: "Kap gibi bir kap ve yemek gibi bir yemek" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Buyû’ 89; Buhârî, Mezâlim 34; Tirmizî, Ahkâm 23; Nesâî, Nisa 4 Mâlik ve mezhebine mensup fukahâ der ki: Böyle bir durumda kile ile ölçülmeyen, ağırlık ile tartılmayan hayvan ve ticaret mallarında kişinin mislini değil kıymetini ödemesi gerekir. Bunun delili ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kölesinin yarısını azad eden kişiye ortağının yarısının kıymetini tazminat yoluyla ödetmesidir. Buna karşılık kendi kölesinin yarısının mislinin tazminatını ödetmemiştir. Yenecek, içilecek ve ağırlık ile tartılan şeylerde mislin tazminat olarak ödetileceği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yemeğe karşılık yemek" diye buyurmuştur. 7- Bu Âyet Kısasın Misli Misline Olmasını Gerektiren Aslî Bir Delildir: Kısasta uygulamanın misli misline olması gerektiği hususunda bu âyet-i kerimenin aslî bir delil olduğu açısından ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimse bir başkasını herhangi bir araç ile öldürürse o da o öldürdüğü aracın misli ile öldürülür. Cumhûrun görüşü budur. Elverir ki katil maktulü lutîlik, şarap içirmek gibi bir fasıklıkla öldürmüş olmasın. Öyle olduğu takdirde katil kılıç ile öldürülür. Şâfiîlerin bu hususta şöyle bir görüşü vardır: Katil de bu şekilde öldürülür. O nitelikte bir sopa yapılır ve ölünceye kadar arkasından o sopa ile dürtülür. Ölünceye kadar da şarap yerine ona su içirilir. İbnu'l-Macuşun der ki: Ateş ile yakarak ya da zehir vererek öldüren kimse bu şekilde öldürülmez. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ateş ile ancak Allah azâb eder." Buhârî, Cihâd 149; Ebû Dâvûd, Cihâd 112; Tirmizî, Siyer 20 Zehir ise gizli bir ateştir. Cumhûrun görüşü ise âyet-i kerimenin umum ifade etmesi dolayısıyla bu şekilde öldürüleceği şeklindedir. 8- Değişik Şekillerde Öldürmelerde Kısas: Sopa ile kısas uygulamaya gelince; kendisinden gelen iki rivâyetin birisinde Mâlik şöyle demektedir: Eğer sopa ile öldürmek işi uzatıyor ve azâb veriyor ise katil kılıçla öldürülür. Bunu Mâlik'ten İbn Vehb rivâyet etmiş, İbnu’l-Kasım da bu görüşü benimsemiştir. Ondan gelen bir diğer rivâyete göre ise sopa ile öldürülür. İsterse iş uzasın ve azâb olsun. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Eşheb ve İbn Nâfi', Mâlik'ten taş ve sopa ile ilgili olarak; eğer darbe işi bitirici ise bunlarla öldürülür demişlerdir. Şayet birkaç darbe ile iş bitirilecekse o takdirde o şekilde öldürülmez. Buna bağlı olarak katile ok atılarak ve taş atılarak da öldürülmez, çünkü bu azap verme (işkence) kabilindendir. Abdülmelik (İbnu'l-Macuşun) da bu görüştedir. İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Mezhebimiz âlimlerinin görüşleri arasında sahih olan misli misline olmasının vacip oluşudur. Şu kadar var ki eğer misli misline kısas işkence sınırına ulaşacak olursa iş, kılıca havale edilir." İlim adamlarımız ittifakla şunu kabul ederler: Katil öldürdüğü kimsenin elini ayağını kesse, gözünü çıkarsa ve bunları işkence kastıyla yaparsa ona aynı şey uygulanır. Tıpkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, çobanlarını öldürenlere yaptığı gibi. Bk. Buhârî, Vudu' 66, Zekat 68, Cihâd 152, Tıb 6, Hudud 17; Müslim, Îman 184, Kasame 9-11; Ebû Dâvûd, Hudud 3; Tirmizî, Et'ime 38, Tıb 6 vb. Eğer bu işi (karşısındaki) kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunurken yahut dövüşürken yapmış ise o takdirde katil, kılıç ile öldürülür. Bir kesim ise bütün bu hususlarda farklı bir kanaat açıklar ve şöyle derler: Kısas ancak kılıç ile uygulanır. Bu, Ebû Hanîfe, Şa'bi ve Nehai'nin kabul ettiği görüştür. Buna dair Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen şu rivâyeti delil gösterirler: "Demir ile olmadıkça kısas olmaz." İbn Mâce, Diyat 25; Dârakutnî, III, 88 Ayrıca Hazret-i Peygamber'in müsleyi (organ kesmeyi) yasaklamasını ve: "Ateş ile ancak ateşin rabbi azâb eder" hadislerini de delil gösterirler. Şu kadar var ki sahih olan Cumhûrun kabul ettiği görüştür. Çünkü hadis İmâmları Enes b. Mâlik'ten şunu rivâyet ederler: Bir cariyenin başının iki taşla ezildiği tesbit edildi. Ona: Sana bunu yapan kimdir, filan mı filan mı? diye soruldu. Sonunda bir yahudinin ismini sözkonusu ettiklerinde başıyla (evet anlamında) işarette bulundu. Yahudi yakalanınca kendisinin yaptığını ikrar ve kabul etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da taşlarla başının ezilmesini emretti. Bir rivâyette de: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun (başını) iki taş arasında (ezerek) öldürdü Buhârî, Diyât 5, 7, 12 Husumat 1; Müslim, Kasame 15-17; Ebû Dâvûd, Diyât 10; Tirmizî, Diyât 6; Nesâî, Kasâme 12-13; İbn Mâce, Diyât 24 denilmektedir. Bu sarih (açık) ve sahih bir nastır. Yüce Allah'ın: "Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursanız ancak size yapılan cezanın benzeriyle karşılık veriniz." (en-Nahl, 16/126) âyeti ile: "Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin" âyeti bunu gerektirmektedir. Karşı görüşü savunanların delil olarak ileri sürdükleri Hazret-i Cabir yoluyla gelen Hadîs-i şerîf ise muhaddislerce zayıf bir hadis kabul edilmiştir. Sahih bir yolla rivâyet edilmemektedir. Hadis sahih olsa bile biz zaten onun gereğini kabul ediyoruz ve bir demir ile başkasını öldürenin o şekilde demir ile öldürüleceğini söylüyoruz. Buna da Enes yoluyla rivâyet edilen (sözü geçen) hadis delildir: Yahudinin birisi bir cariyenin başını iki taş arasında ezmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun başını iki taş arasında ezilmesini emretmişti. Müsleyi yasaklayan âyetlere gelince biz de eğer (katil) müsle yapmamış ise o hadis gereğince hüküm veriyoruz. Fakat müsle yapmış ise biz de ona müsle yaparız. Buna ise Uranîler ile ilgili (Hazret-i Peygamber'in çobanını öldüren) Hadîs-i şerîf delildir. Bu, hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiş sahih bir hadistir. Hazret-i Peygamber'in: "Ateşin rabbi dışında hiç kimse ateş ile azap etmez" âyetine gelince; eğer katil maktulü yakmamışsa sahih ve doğrudur, fakat yakmış ise o da yakılır, buna da Kur'ân-ı Kerîm'in genel hükümleri delalet etmektedir. Şâfiî: Kasten maktulü ateşe atmış ise o da ölünceye kadar ateşe atılır, der. el-Vakâr (Mısırlı fakih İbnu'l-Kasım ve İbn Vehb'den fıkıh okumuş Zekeriyya b. Yahya b. İbrahim'in lakabı) Muhtasar'ında bu görüşü Mâlik'ten nakletmektedir. Aynı zamanda bu Muhammed b. Abdülhakem'in de görüşüdür. İbnu'l-Münzir der ki: Bir başkasını boğarak öldüren bir kişiye, ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre kısas uygulanır. Ancak bu hususta Muhammed b. el-Hasen muhalefet eder ve şöyle der: Ölünceye kadar boğsa ya da bir kuyuya atsa ve ölse yahut bir dağdan ya da bir damdan atsa ve ölse o kişiye kısas uygulanmaz ve katilin âkilesine diyet düşer. Şayet bu işi yapmakla tanınan bir kimse ise -yani başkasını da bu yolla boğmuş ise-o takdirde o kişi öldürülür. İbnu'l-Münzir de: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir cariyenin başını taşlar arasında ezen yahudiye kısas uyguladığına göre bu tür davranışlar da buna benzemektedir. O bakımdan Muhammed b. el-Hasen'in bu görüşünün bir anlamı yoktur, der. Derim ki: Bu görüşü Muhammed b. el-Hasan'dan başkası da Ebû Hanîfe'den nakleder ve şöyle der: Ebû Hanîfe istisna olarak boğarak ya da zehirleyerek veya bir dağdan aşağıya veya bir kuyuya yuvarlayarak ya da bir tahta ile vurarak öldüren kimse hakkında -sivriltilmiş bir demir yahut taş, tahta ile öldürmesi ya da boğmak, yuvarlamak ile tanınan bir kimse olması hali dışında- o kişiye kısas da uygulanmaz, öldürülmez de. Buna karşılık akilesinin diyet ödemesi gerekir. Bu ise Ebû Hanîfe'nin Kitap ve Sünneti reddetmesi demektir. Ümmetin daha önce benimsemediği bir şeyi ihdas etmesidir. Allah'ın öldürmeler hakkında teşri' buyurduğu kısası kaldırmaya götüren bir yoldur. Kısas uygulamaktan başka hiçbir çıkar yol kabul edilemez. Ebû Hanîfe suda boğmayı, boynuna ip vb. şey dolayarak boğmayı ve benzer şekillerde öldürmeyi, kasten öldürme değil, kaste benzer öldürme olarak değerlendirdirdiğinden, kısası değil, diyeti gerektirici olarak görmektedir. Çünkü ona göre kasten öldürmenin şartlarından birisi de genellikle öldürücü ve öldürmek için hazırlanmış bir aletle öldürmektir. Bunlarda ise bu özellik yoktur. (Bk. Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslûmî, IV, 253, 254 vd.) 9- Birisi Tarafından Yakalanıp Başkası Tarafından Öldürülen: Bir kimsenin birisini yakalaması bir diğerinin de onu öldürmesi halinde hükmün ne olacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Atâ, katil öldürülür, yakalayan da ölünceye kadar hapsedilir demektedir. Mâlik der ki: Eğer onu yakalayıp hapseden onu öldürmek arzusunda ise her ikisi de öldürülür. Şâfiî'nin Ebû Sevr'in, en-Numan b. Sabit'in (yani Ebû Hanîfe) görüşüne göre ise yakalayıp hapseden cezalandırılır. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. Derim ki: Atâ'nın görüşü sahihtir. Kitab-ı Kerîm'in gereği de budur. Darakutnî de İbn Ömer'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bir adam bir adamı tutsa, bir diğeri gelip onu öldürse katil öldürülür ve onu yakalayan kişi de hapsedilir." Bunu Süfyan es-Sevrî, İsmail b. Umeyye'den, o Nafi'den, o İbn Ömer'den rivâyet ettiği Dârakutnî, III, 140 gibi, Ma'mer de İbn Cüreyc'den o İsmail'den mürsel olarak rivâyet etmiştir. 10- Yapılan Saldırıya Misliyle Karşılık Vermek: Yüce Allah'ın: "Onun için size kim saldırırsa... size saldırdığı gibi karşılık verin" âyetinde geçen saldırı (el-i'tidâ) haddi aşmak, tecavüzde bulunmak demektir. Yüce Allah: "Her kim Allah'ın sınırlarını aşarsa (yeteaddâ)..." (el-Bakara, 2/229; et-Talâk, 65/1) âyeti, o sınırlan aşıp geçerse demektir. Buna göre bir kimse sana zulmetse sana yaptığı zulüm kadarıyla hakkını ondan al, bir kimse sana sövse sana söylediği sözün benzerini ona geri çevir, bir kimse senin şeref ve haysiyetine (ırzına) dil uzatsa sen de ona" karşılık ver. Şu kadar var ki babasına annesine, oğluna veya bir yakınına haksızlıkta bulunma. O sana yalan söylese bile senin ona karşı yalan söyleme hakkın yoktur. Çünkü masiyete masiyet ile karşılık verilmez. Mesela sana: Ey kâfir! diyecek olsa, senin de ona: Kâfir sensin demen caizdir. Fakat sana ey zânî diyecek olsa ona karşı uygulayacağın kısas: Yalancı, yalan şahitlik eden kişi, demendir. Sen de ona: Ey zanî diyecek olursan yalan söylemiş olursun ve yalan söylediğin için günah kazanırsın. Borcunu ödeyebilecek durumda olduğu halde özürsüz olarak senin borcunu sallallahü aleyhi ve sellemsaklıyor ise ona: Ey zalim, ey insanların mallarını yiyen kişi diyebilirsin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Ödeme imkânı olan kimsenin (ödememesi, sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması) onun (şeref ve haysiyetini) ve ceza görmesini helal kılar." Buhârî, İstikrâz 13; Ebû Dâvûd, Akdiye 29; Nesâî, Buyû’ 100; İbn Mâce, Sadakat 18 Irzının (şeref ve haysiyetinin) helal olması açıkladığımız şekilde olur. Ceza görmesi ise borcunu ödemediği için hapsedilmesi şeklindedir. Ebû Dâvûd, bu hadisi kayd ettikten sonra İbnu'l-Mübârek'ten şu açıklamayı nakleder: "Irzının helâl olması, ona ağır söz söylenmesi; cezalandırılması ise bundan dolayı hapsedilmesi demektir." Benzeri bir açıklamayı da Buhârî, Süfyân'dan nakletmektedir İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme İslâm güçlenmeden önce nazil olmuştur. Burada eziyet gören müslümanlara eziyet gördükleri şeyin misli ile karşılık vermeleri ya sabretmeleri ya da affetmeleri emredilmektedir. Daha sonra bu hüküm yüce Allah'ın: "Müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca Savaşın" (et-Tevbe, 9/36) âyeti ile neshedilmiştir. Bu işin (kısasın) sultana (İslâm devlet yöneticisine) havale edilmesiyle ve sultanın izniyle olmadıkça kimsenin kimseye kısas uygulamasının helal kılınmamasıyla neshedildiği de söylenmiştir. 195Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız. İhsan ediniz. Muhakkak Allah ihsan edenleri sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Nüzul Sebebi ve Âyetin Anlaşılması: Buhârî, Huzeyfe'den rivâyet ediyor: Yüce Allah'ın: "Allah yolunda İnfak edin, kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyeti infak (hak yolda harcamak) hakkında nazil olmuştur, dedi. Buhârî, Tefsir 2. sûre 31 Yezid b. Ebi Habib'in rivâyetine göre Eşlem Ebû İmrân şöyle demiştir: Konstantin şehrine (İstanbul'a) gaza yapmıştık. Askerlerin başında Abdurrahman b. el-Velid vardı. Bizanslılar sırtlarını şehrin suruna vermişlerdi. Birisi düşmana hamle yaptı. Onu görenler: Aman yapma, lâ ilahe illallah bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor, dediler. Ebû Eyyûb şöyle dedi: Sübhanallah, bu âyet-i kerîme biz ensar hakkında nazil olmuştur. Allah, peygamberine yardım ve zafer verip onun dinini üstün kılınca kendi aramızda şöyle dedik: Haydi gelin, artık mallarımızın başında duralım, onları düzene koyalım. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah yolunda infak edin" âyet-i kerimesini indirdi. Ellerimizle tehlikeye atılmak ise (buna göre) mallarımızın başında durup onları çekip çevirmek isterken cihâdı terketmek olur. Ebû Eyyûb Allah yolunda cihâd yolunu aralaksız bir şekilde sürdürdü ve nihayet Konstantin şehrinde defnedildi. Ebû Dâvûd, Cihâd 22 Onun kabri oradadır. Böylelikle Ebû Eyyûb bizlere ellerimizle tehlikeye atılmanın Allah yolunda cihâdı terketmek olduğunu ve âyet-i kerimenin buna dair nazil olduğunu haber vermiş oldu. Bunun bir benzeri Huzeyfe'den el-Hasen, Katâde, Mücâhid ve ed-Dahhak'tan da rivâyet edilmiştir. Derim ki: Tirmizî de Yezid b. Ebi Habib'den o Eşlem b. İmrân'dan bu haberi bu manada rivâyet etmiş bulunmaktadır. Orada Ebû İmrân der ki: "Rum şehrinde idik. Karşımıza Rumlardan oldukça kalabalık bir saf çıkardılar. Müslümanlardan da onlar gibi veya daha da fazla bir kalabalık karşılarına çıktı. O sırada Mısır'dan gelen askerlerin başında Ukbe b. Âmir, genel komutan da Fudâle b. Ubeyd idi. Müslümanlardan bir kişi Rumların (Bizanslıların) safına bir hamle yaptı ve onların arasına kadar girdi. Herkes yüksek sesle bağırıp: Sübhanallah, dedi. Bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor. Ebû Eyyûb el-Ensarî kalkıp şöyle dedi: Ey insanlar! Sizler bu âyet-i kerimeyi bu şekilde anlıyorsunuz. Halbuki bu âyet-i kerîme biz ensar hakkında nazil olmuştur. Allah İslâm'ı kuvvetlendirip İslâm'ın yardımcıları çoğalınca birbirimize gizlice Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aramızda olmadığı bir sırada şöyle dedik: Mallarımız sahipsiz kaldı, Allah da İslâm'ı güçlendirmiş bulunuyor. İslâm'ın yardımcıları çoğalmış bulunuyor. Mallarımızın başında dursak ve onlardan kaybolanı İslah edip yoluna koysak nasıl olur? Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine bizim aramızda söylediğimizi reddetmek üzere: "Allah yolunda infak edin, kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyetini indirdi. Buna göre tehlike, mallarımızın başında durmak, onları yoluna koymaya çalışmak ve gazayı terketmemiz diye açıklanmış oldu. Ebû Eyyûb Rum topraklarında defnedilinceye kadar Allah yolunda ileri atılmaya devam edip durdu. Ebû Îsa der ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 19. Huzeyfe b. el-Yeman, İbn Abbâs, İkrime, Atâ, Mücâhid ve büyük bir kalabalık şöyle demektedir: Bu âyetin anlamı şudur: Sizler Allah yolunda infakı terkederek ve fakirlikten korkarak kişinin: Yanımda infak edecek birşey yoktur, demek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız. Buhârî'nin kabul ettiği anlam da budur. Çünkü bundan başka bir açıklamadan söz etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs der ki: Senin ince veya enli bir oktan başka hiçbir şeyin olmasa dahi Allah yolunda infak et. Sizden herhangi bir kimse sakın: İnfak edecek birşey bulamıyorum, demesin. es-Süddîden de buna yakın bir ifade nakledilmiştir: Bir deve yuları dahi olsa infak et ve: Yanımda birşey yoktur diyerek, kendi elinle kendini tehlikeye atma! Âyetin anlamı ile ilgili olarak üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da İbn Abbâs'a aittir. Şöyle ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a insanlara karşı cihâd için çıkma emri verilince, Medine'de hazır bulunan bedevî Araplardan bir kısmı kalkıp: Biz ne ile hazırlık yapalım? dediler. Allah'a yemin ederiz. Ne bir azığımız vardır ne de kimse bize yemek verir. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Allah yolunda infak edin" âyeti nazil oldu. Yani ey varlıklı kimseler, Allah yolunda yani Allah'a itaat yolunda infak ediniz "kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" yani sakın elinizi sadakadan geri tutmayınız o takdirde helâk olursunuz. Mukâtil de böyle açıklamıştır. İbn Abbâs'ın bu sözünün anlamı şudur: Eğer sadaka vermekten uzak kalırsanız helâk olursunuz. Yani zayıf kimselere, güçsüzlere infak etmekten uzak durmayınız. Çünkü onlar sizinle birlikte Savaşa çıkmayıp geri kalacak olurlarsa düşmanınız sizi yenik düşürür ve helâk olursunuz. Âyet-i kerimenin anlaşılması ile ilgili olarak dördüncü bir görüş de şudur: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak el-Berâ' b. Âzib'e şöyle denildi: Burada kastedilen kişi Savaşan birliğe karşı hamle yapan kişi mi demektir? el-Bera' şöyle dedi: Hayır, burada kastedilen kişi bir günah işleyip de çaresizlik içerisinde herşeyden el etek çekip, ben masiyetlerde aşırı gittim. Tevbe etmemin bir faydası yoktur, diyerek Allah'tan ümidini kesmesi, bundan sonra daha da ileri bir şekilde masiyetlere dalmasıdır. Buna göre helâk olmak, Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Abîde es-Selmanî de böyle söylemiştir. Zeyd b. Eslem ise şöyle demiştir: Bunun anlamı şudur: Cihâd için azıksız olarak yola çıkmayınız. Bir topluluk bu şekilde davranmış, bu şekildeki davranışları ise onların yolda kalmalarına ya da insanlara yük olmalarına sebep teşkil etmiş idi. Böylelikle bu hususa dair beş görüş olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada sözü geçen "Allah'ın yolu" cihâddır. Ayrıca bundan başka bu lâfız, onun (cihâdın) bütün yollarını kapsamına alır. "Kendi ellerinizle" âyetinde yer alan "be" harfi zaiddir. İfadenin takdiri: Ellerinizi tehlikeye atmayınız, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: "Allah'ın muhakkak gördüğünü hiç bilmez mi?" (el-Alak, 96/14) el-Müberred der ki: "Kendi ellerinizle" âyeti kendinizi tehlikeye atmayınız, demektir. Yüce Allah burada bütünü ifade etmek üzere bir kısmı sözkonusu etmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: ".. ellerinizin kazandıkları sebebiyle.." (eş-Şûrâ, 42/30); "Ellerinin kazandıkları sebebiyle" (el-Hacc, 22/10). Bu tabirin bir darb-ı mesel olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir kişi teslimiyet gösterdiği zaman "filan kişi kendi eliyle bu işi attı" denir. Çünkü Savaşta teslim olan kişi elleriyle silahını atar. İşte yapılan iş her ne olursa olsun aciz olan herkesin yaptığı iş de bu kabilden kabul edilmiştir. Abdülmuttalib'in (Zemzem kuyusunun kazılması ile ilgili olarak) söylediği şu sözleri de bu kabildendir: "Allah'a yemin ederiz, kendi ellerimizle kendimizi ölüme atmamız bir acizliktir." Kimisi de şöyle demiş: Burada ifadenin takdiri ellerinizle kendinizi atmayınız, şeklindedir. Nitekim: Sen kendi görüşünle kendi durumunu bozma, dememiz de böyledir. (Âyet-i kerimede geçen): Tehlüke, helâk olmak anlamında masdardır. Yani sizler sizi helake götürecek işleri yapmayınız. Bu şekildeki açıklamayı ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır. Anlamı da şudur: Sizler infak etmeyecek olursanız, Allah'a asi olmuş olursunuz ve helâk olursunuz. Bir diğer görüşe göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: Cimrilik ederek mallarınızı alıkoymayınız. Sizden başkalan miras yoluyla o malları devralır ve böylelikle sizler mallarınızdan sağlayabileceğiniz faydadan mahrum kalarak helâk olur gidersiniz. Bir diğer anlam da şöyledir: Sizler cimrilik etmeyiniz, o takdirde dünya hayatında (infak etmeniz halinde onun yerine verilecek olan) halefi de ahiretteki sevabı da yitirirsiniz. Bir diğer açıklamaya göre: "Kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyeti yani haram olan şeyden infak etmeyiniz, o size (kabul edilmeyerek) geri çevrilir ve siz de helâk olursunuz. Buna yakın bir açıklama İkrime'den nakledilmektedir. İkrime der ki: "Kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyetini yüce Rabbimiz bir başka yerde açıklamaktadır: "Göz yummaksızın alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyiniz" (el-Bakara, 2/267) Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyeti sözü geçen bütün bu anlamları kapsayacak şekilde umumî bir buyruktur. Çünkü bütün bunlar onun kapsamına girer. Kullanılan lâfzın sözü geçen anlamların tümüne gelme ihtimali vardır. 2- Savaşta Tek Başına Bir Kişinin Düşmana Karşı Hamle Yapması: İlim adamları Savaş esnasında tek başına bir kişinin hücum etmesi ve düşmana hamle yapmasının hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mezhebimize mensup ilim adamlarından olan el-Kasım b. Muhaymire, el-Kasım b. Muhammed, Abdülmelik (b. el-Macuşûn) şöyle derler: Güç sahibi olması ve Allah için halis bir niyetle yapılması halinde tek başına bir kişinin büyük bir orduya karşı hücum edip hamle yapmasında bir mahzur yoktur. Şayet güçlü bir kimse değilse onun yaptığı bu iş tehlike kabilindendir. Şöyle de denilmiştir: Kişi şehadete talip olup bu konuda ihlaslı bir niyete sahip ise varsın hamle yapsın. Çünkü o düşmanlardan muayyen bir kimseyi kastederek hamle yapar. Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde açık bir şekilde görülmektedir: "İnsanlardan Allah'ın rızasını talep ederek kendisini (ona) satanlar da vardır." (el-Bakara, 2/207) İbn Huveyzimendâd der ki: Tek başına bir kişinin yüz kişiye yahut bir asker bölüğüne veya bir grup hırsız, yolkesici ve haricilere karşı hücum etmesine gelince; bunun iki durumu sözkonusudur: Eğer kendisine karşı hamle yapan kimseyi öldürüp kendisinin kurtulacağına dair kanaati ağır basıyor ise, bu güzel bir davranış olur. Aynı şekilde öldürüleceğine dair kanaati ağır basmakla birlikte müslümanların kendisiyle fayda sağlayacakları bir şekilde düşmana zarar vereceğini yahut kendisinin bu konuda sınav vereceğini ya da böyle etki bırakacağını zannediyor ise bu da caizdir. Bana ulaşan haberlere göre müslüman askerler İranlılarla karşılaştıklarında müslüman ordusunun atları fillerden ürkmüştü. Onlardan birisi çamurdan bir fil yaptı ve atını eğiterek o file alıştırdı. Sabah olunca onun atı filden korkmaz oldu. Atının önündeki fil üzerine bir hamle yaptı. Ona: Bu fil seni öldürecektir, denilince şu cevabı verdi: Müslümanlar zafere kavuştuktan sonra benim öldürülmemin bir zararı olmaz. Aynı şekilde Yemame günü de Hanifeoğulları, bahçelerine sığınıp korununca müslümanlardan bir kişi şöyle dedi: Beni kalkanın içerisine koyun ve onların üzerine atınız. Arkadaşları dediğini yaptı, tek başına Hanifeoğullarıyla Savaştı ve kapıyı müslümanlara açtı. Derim ki: Şu rivâyet de bu türdendir. Adamın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dedi: Sabreden ve ecrini uman bir kimse olarak Allah yolunda öldürülecek olursam benim durumum ne olur? Hazret-i Peygamber: "Sana cennet vardır" diye buyurunca o kişi düşmanların arasına daldı ve nihayet şehid oldu. Bk. Müslim, İmâre 117; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Dârimî, Cihâd 21. Müslim'in Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud gününde Ensar'dan yedi kişi ve Kureyşliler'den iki kişi arasında kaldı. Kureyşliler ona yetişince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunları bizden kim geri çevirebilir? Onun için cennet vardır." Veya: "O cennette benim arkadaşım olacaktır." Ensar'dan birisi öne atıldı ve şehid oluncaya kadar çarpıştı. Sonra bir daha ona yaklaştılar. Yine Hazret-i Peygamber: "Bunları bizden kim çevirebilir, ona cennet vardır." Veya: "O cennette benim arkadaşım olacaktır" diye buyurdu. Yine Ensar'dan bir kişi öne atıldı ve şehid oluncaya kadar çarpıştı. Bu şekilde o yedi kişi şehid oluncaya kadar aynı durum devam etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Biz arkadaşlarımıza insafla davranmadık" diye buyurdu. Müslim, Cihâd 100; Müsned, III, 286. Rivâyet bu şekilde "fe" harfi sakin ve "be" harfi de üstün olarak gelmiştir. Yani biz onlara Savaşma yolunu göstermedik, sonunda onlar öldürüldüler. Bu kelime "fe" harfinin üstün "be" harfinin de ötreli okunması şeklinde de rivâyet edilmiştir. (Bu rivâyetin anlamı da şöyle olur: Arkadaşlarımız bize insaflı davranmadı). Bunun açıklaması da şöyle olur: Bu şekilde arkadaşlarımız ile kastedilenler ashab-ı kiramdan kaçanlar olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Muhammed b. el-Hasan der ki: Tek başına bir kişi müşriklerden bin kişiye hücum etse eğer kurtulacağını ya da düşmana zarar vereceğini umuyor ise bunda bir mahzur yoktur. Şayet böyle birşey sözkonusu değil ise bu mekruh olur. Çünkü kişi müslümanlara herhangi bir fayda sözkonusu olmaksızın kendisini telef olmaya maruz bırakmıştır. Eğer bundan kastı, müslümanların müşriklere karşı cesaretlerini artırarak onların da kendisinin yaptığı gibi yapmalarını sağlamak ise, câiz olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bunda bazı hususlara karşı müslümanlar için fayda sağlar. Şayet bunu yapmaktan kastı düşmanı korkutmak ve din hususunda müslümanların ne kadar sağlam ve sarsılmaz olduklarının bilinmesini göstermek ise, yine bunun câiz olacağı uzak bir ihtimal değildir. Eğer bunda müslümanlar için bir fayda var ve Allah'ın dinini aziz kılıp küfrü hakir düşürüp güçsüzleştirmek için nefsi telef olursa, işte bu da yüce Allah'ın şu âyetinde mü’minleri övmüş olduğu şerefli bir makam olur: "Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını......satın almıştır." (et-Tevbe, 9/11) Bu ve buna benzer yüce Allah'ın kendi yolunda canını feda edenlere övgülerde bulunduğu pek çok âyet-i kerimenin de işaret ettiği şerefli makamı elde eder. Buna göre ma'rufu emredip münkerden nehyetme hükmünün şu şekilde olması gerekir: Kişi dine dair bir menfaat sağlayacağını ümit edip bu uğurda öldürülünceye kadar feda edecek olursa, şehitlerin en yüksek derecelerinde demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ma'rufu emret, münkerden alıkoy ve sana isabet edenlere karşı sabret. Çünkü bu şüphesiz azimli olmaya değer işlerdendir." (Lukman, 31/17) İkrime'nin de rivâyet ettiğine göre İbn Abbâs Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Şehidlerin en üstünü Abdülmuttalib oğlu Hamza ile zalim bir sultanın yanında hak bir söz söylediği için o sultan tarafından öldürülen kişidir." el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, IX, 268. Bu hususa dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nde gelecektir. Yüce Allah'ın: "İhsan ediniz" âyeti ile kastedilen, itaat uğrunda infakta bulunmanız halinde ihsan ediniz ve o infak ettiğinizin yerine başkasını vereceği hususunda Allah hakkında güzel zan besleyiniz. Anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: İtaatleri yerine getirmek suretiyle amellerinizde "ihsan ediniz." Bu açıklama bazı sahabelerden de rivâyet edilmiş bulunmaktadır. 196Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın. Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin). Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir(iyle) fidye (gerekir). Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah cezası cidden çetin olandır. Âyet-i kerimenin: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Haccın ve Umrenin Tamamlanması Ne Demektir? İlim adamları hac ve umrenin Allah için tamamlanmasının ne anlama geldiği hussunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre bundan kasıt bunların eda edilmeleri ve yerine getirilmeleridir. Yüce Allah'ın: "... Oda bunları tamamen yerine getirmişti." (el-Bakara, 2/124) âyeti ile: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) âyetinde olduğu gibi. Bu âyette orucu yerine getiriniz, demektir. Bu şekildeki açıklama, umreyi - ileride geleceği üzere- vacip (farz) kabul edenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır. Umreyi vacip kabul etmeyen kimseler ise şöyle derler: Burada hac ile umrenin tamamlanmasından kasıt, onların eda edilmesine başlandıktan sonra tamamlanmalarıdır. Çünkü bunlardan herhangi birisini yerine getirmek kastıyla ihrama giren kimsenin onu devam ettirmesi ve bozmaması vacip olur. Bu anlamdaki açıklamayı eş-Şa'bi ve İbn Zeyd de yapmıştır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Hac ile umrenin tamamlanması, ailenin bulunduğu evlerin yakınlarından her ikisi için ihrama girmen demektir." Böyle bir açıklama Ömer b. el-Hattâb ve Sa'd b. Ebi Vakkas'tan da rivâyet edilmiştir. İmrân b. Husayn bu şekilde davranmıştır. Süfyan es-Sevrî de der ki: Bunların tamamlanması ticaret veya başka herhangi bir amaç gütmeksizin yalnızca bunları yerine getirmek kastıyla evinden çıkmak demektir. Bu açıklamayı: "Allah için" âyeti pekiştirmektedir. Hazret-i Ömer der ki: Hac ile umrenin tamamlanması bunların her birisinin tek başına temettü' ve kıran yapmaksızın yerine getirilmesi demektir. İbn Habib de bu görüşü benimsemiştir. Mukâtil ise şöyle demektedir: Hac ile umrenin tamamlanması, bunlarda sizin için yapılmaması gereken şeyleri helal kabul etmemek demektir. Çünkü İslâm'dan önce Araplar İhram'a girdiklerinde şirk koşuyor ve şöyle telbiye getiriyorlardı: ": Buyû' r Allah'ım buyur, senin hiçbir ortağın yoktur, bir tane dışında. O da senindir. Sen ona da maliksin onun malik olduğuna da maliksin." Mukâtil der ki: İşte siz, hac ve umreyi eksiksiz yerine getiriniz ve onlara başka birşeyi (Allah'a ortak) katmayınız. Derim ki: Hazret-i Ali'nin söylediği ve İmrân b. Husayn'ın uyguladığı belirtilen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tayin ettiği mikatlardan önce ihrama girmeye dair rivâyete gelince; Abdullah b. Mes'ûd ile seleften bir grup da bu görüşü benimsemiştir. Hazret-i Ömer'in İlya'dan ihrama girdiği sabittir. el-Esved, Alkame, Abdurrahman, Ebû İshak da evlerinde ihrama giriyorlardı. Şâfiî de buna ruhsat vermiştir. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim Beytü'l-Makdis'ten hac yahut umre için ihrama girerse o annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından uzaklaşmış olur." Bir başka rivâyette ise "geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur" denilmektedir. Dârakutnî, II, 283; Ebû Dâvûd, Menâsik 8 Ebû Dâvûd da bu hadisi rivâyet eder ve şöyle der: Allah Veki'e rahmet buyursun. Beytü'l-Makdis'ten ihrama girdi -Mekke'ye gitmek üzere demek istiyor.-" Ebû Dâvûd, aynı yer. İşte bu, mikattan önce ihrama girmenin câiz olduğunu ifade eder. Mâlik ise mikattan önce herhangi bir kimsenin ihrama girmesini mekruh kabul eder. Bu, Ömer b. el-Hattâb'dan da rivâyet edilmekte ve onun İmrân b. Husayn'ın, Basra'dan ihrama girmesine tepki gösterdiği nakledilmektedir. Hazret-i Osman da İbn Ömer'in mikattan önce ihrama girmesini tepkiyle karşılamıştır. Ahmed ve İshak da şöyle der: Uygun olan davranış mikattan ihrama girmektir. Bu görüşü teyid eden delillerden birisi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihrama girilecek mikatları tesbit ve tayin etmiş olmasıdır. Böylelikle bunlar "haccetme" şeklindeki mücmel emrin bir beyanı olurlar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da hacca gitmek üzere evinden ihrama girmiş değildir. Aksine kendisi de ümmeti için tayin ettiği mikat yerinden ihrama girmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulaması ise yüce Allah'ın izniyle en faziletli olan uygulamadır. Diğer taraftan Ashabın büyük çoğunluğu (Cumhûru) ve onlardan sonra gelen tabiinin de çoğunluğu böyle yapmıştır. Birinci görüşü kabul edenler daha faziletli oluşuna Hazret-i Âişe'nin şu görüşünü delil gösterirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki iş arasında muhayyer bırakıldı mı muhakkak onların en kolay olanını seçerdi. Buhârî, Menâkıb 23, Hudûd 10, Edeb 80; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvûd, Edeb 4; Muvatta’', Husnu'l-huluk 2. Ayrıca Umm Seleme (radıyallahü anha)'dan gelen hadis ile birlikte bu hususta ashab-ı kiramdan sözü geçen uygulamaları da delil gösterirler. Bunların hepsi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hacc esnasında mikattan ihrama girdiğine şahit olmuş, onun bu uygulamasının ne anlama geldiğini, neyi kastettiğini de bilmişler, ayrıca onun mikattan ihrama girmesinin ümmeti için bir kolaylık olduğunu da bilen kimselerdi. 2- İhrama Girmek İçin Tayin Edilen Mikatler: (Hadis) İmâmların(ın) rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineliler için Zulhuleyfe, Şamlılar için Cuhfe, Necidliler için Karn (ul-Menazil) Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak tesbit etmiştir. Hacc mikatlarını tayin eden hadisler için bk. Buhârî, Hacc 7, 9, 11, 12, Sayd 18, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hacc 17; Nesâî, Menâsik 19, 20-23; Dârimî, Menâsik 5; Müsned, I, 238, 252, II, 46, 50, IV, 5... Bunlar hem bu bölge halkları için hem de bu bölge halkından olmayarak hac ve umre yapmak isteyen ve buralardan yolu geçenler için mikattır. Bunlardan daha içerilerde olanlar ise nereden yola koyulursa oradan ihrama girerler. Hatta Mekkeliler Mekke'de ihrama girerler. İlim adamları bu hadisin zahirine uygun görüş belirtmek ve onu uygulamaya koymak hususunda icma etmişlerdir. Bu hadisin herhangi bir bölümüne muhalefetleri yoktur. Ancak Iraklıların mikatı ile bu mikatı Iraklılara kimin tesbit ettiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Dâvûd ile Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan naklettiklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meşnkliler (doğu tarafından gelenler) için el-Akik'i mikat olarak tayin etmiştir. Tirmizî der ki: Bu hasen bir hadistir. Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hacc, 7. Iraklılar için Hazret-i Ömer'in Zat-ı Irk denilen yeri mikat tayin ettiği de rivâyet edilmiştir. Ancak Ebû Dâvûd'un kitabında Hazret-i Âişe'den nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Iraklılar için Zat-ı Irk denilen yeri mikat olarak tayin etmiştir. Sahih olan da budur. Ebû Dâvûd, Menâsik 8. Hazret-i Ömer'in bu mikatı tayin ettiğini rivâyet edenler -ve buna Irak'ın Hazret-i Ömer döneminde fethedildiğini gerekçe olarak gösterenler- yanılmışlardır. Aksine bunu Şamlılar için Cuhfe'yi mikat olarak tayin ettiği gibi bizzat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tayin etmiştir. Şam da bütünüyle tıpkı Irak ve diğer bölgeler olduğu gibi dar-ı küfür idi. Şam olsun Irak olsun ancak Hazret-i Ömer döneminde fetholunmuştur. Siyer âlimleri arasında bu hususta herhangi bir fikir ayrılığı yoktur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Her Iraklı yahut doğulu Zat-ı Irk denilen yerden ihrama girecek olursa bütün ilim adamlarına göre kendisine ait olan mikatta ihrama girmiş olur. Halbuki ilim adamlarına göre el-Akik'ten ihrama girmesi daha ihtiyatlıdır ve Zat-ı Irka göre daha uygundur. Bununla birlikte Zat-ı Irk denilen yerin Iraklılar için mikat olduğu icma ile kabul edilmiştir. 3- Mikata Gelmeden Önce İhrama Girmek: Mikata varmadan önce ihrama giren kimsenin ihramlı olacağı hususunda ilim adamlarının icmaı vardır. Mikatta ihrama girmenin daha faziletli olduğu görüşünde olanların bunu kabul etmeyiş sebebi ise, kişinin Allah'ın kendisine genişlik sağlamış iken kendisini sıkıntıya ve darlığa sokmasını ve ihramında meydana geleceğinden yana emin olmadığı şeylere kendisini maruz bırakmasını hoş karşılamadıklarından dolayıdır. Bütün ilim adamları eğer kişi böyle yapacak (mikattan önce ihrama girecek) olursa o kişinin ihramlı olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bu kişi fazla bir iş yapmış, eksik bir iş yapmamıştır. Bu âyet-i kerimede umrenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah haccın tamamlanmasını emrettiği gibi umrenin de tamamlanmasını emretmektedir. es-Subey b. Mabed dedi ki: Ömer (radıyallahü anh)'ın yanına vardım ve: Ben hıristiyan idim, sonra müslüman oldum. Haccın ve umrenin bana (farz olarak) yazılmış olduğunu gördüm. Ben her ikisini birlikte yerine getirmek üzere ihrama girdim, dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona: Sen (böyle yapmakla) Peygamberinin sünnetine iletilmiş bulundun, dedi. Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Menâsik 49; İbn Mâce, Menâsik 38; Müsned, I, 14, 25, 34, 37, 53. İbnu'l-Münzir der ki: Hazret-i Ömer, es-Subey'ın: "Hac ve umrenin üzerime farz olarak yazıldığını gördüm" sözüne karşı çıkmadı. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib, İbn Ömer ve İbn Abbâs da her ikisinin de vacip olduğunu söylemişlerdir. Dârakutnî, İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana Nafî'in haber verdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle dermiş: Allah'ın yarattığı herkesin üzerinde bir hac ve bir umre -onlara yol bulan kimseler için- farzdır. Artık kim bundan sonra fazladan herhangi birşey yaparsa bu bir hayır ve bir tatavvudur. Nafi der ki: Ben onun (İbn Ömer'in) Mekke halkı hakkında herhangi birşey söylediğini de duymadım. İbn Cüreyc der ki: Bana İkrime'den haber verildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Umre de haccın vücubu gibi ona yol bulabilen için vaciptir (farzdır). Dârakutnî, II, 285. Umrenin vacip olduğunu kabul eden tabiiler arasında Atâ, Tavus, Mücâhid, el-Hasen, İbn Sîrîn, eş-Şa'bi, Saîd b. Cübeyr, Ebû Bürde, Mesrûk ve Abdullah b. Şeddad da vardır. Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, Mâlikîlerden İbnu’l-Cehm de bu kanaatte olanlardandır. es-Sevrî de der ki: Biz umrenin vacip olduğunu işitmişizdir. Zeyd b. Sabit'e hacdan önce umre yapmanın hükmü hakkında sorulmuş o da: Her ikisi birer ayrı namaz (gibi)dir. Hangisini önce yaparsan sana zararı olmaz. Bunu Dârakutnî zikretmektedir. Dârakutnî, II, 285. Bu Muhammed b. Sirin'den merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Onun rivâyetine göre Zeyd b. Sabit şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hac ve umre iki ayrı farzdır. Hangisine daha önce başlarsan sana zararı olmaz." Dârakutnî, II, 284. Mâlik de şöyle dermiş: "Umre sünnettir, bununla birlikte herhangi bir kimsenin onu terketmeye ruhsat verdiğini de bilmiyoruz." Bu aynı zamanda İbnu’l-Münzir'in naklettiğine göre en-Nehaî ile re'y ashabının da görüşüdür. Bazı Kazvinli ve Bağdatlıların Ebû Hanîfe'den naklettiklerine göre o umreyi hac gibi farz kabul eder ve onun sabit bir sünnet olduğunu söylermiş. İbn Mes'ûd ve Cabir b. Abdullah da bu görüşte idiler. Dârakutnî şöyle rivâyet ediyor: Bize Muhammed b. el-Kasım b. Zekeriyya anlattı. Bize Muhammed b. el-Alâ Ebû Küreyb anlattı. Bize Abdurrahim b. Süleyman Haccac'dan anlattı, Haccac, Muhammed b. el-Münkedir'den o Cabir b. Abdullah'tan rivâyetle, dedi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a namaz, zekât ve hac hakkında soru sordu ve: O vacip midir? dedi. Peygamber: "Evet" diye buyurunca bu sefer umre hakkında: O da vacip midir diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, bununla birlikte umre yapman senin için daha hayırlıdır." Bunu Yahya b. Eyyub, Haccac ile İbn Cüreyc'den, o İbn Münkedir'den, o Hazret-i Cabir'den mevkuf olarak Hazret-i Câbir'in sözü diye rivâyet etmektedir. Dârakutnî, II, 285. İşte bu, umreyi farz kabul etmeyenlerin sünnetten gösterdikleri delildir. Bunlar derler ki: Âyet-i kerimede ise umrenin vacip olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü şanı yüce Allah umreye başlamak hususunda değil de onu tamamlamak hususunda haccın vücubu ile birlikte zikretmiştir. Mesela yüce Allah, namaz ve zekatı, baştan itibaren: "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye buyurarak farz olduklarını belirtmiştir. Haccın da baştan itibaren farz olduğunu belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Ona bir yol bulabilenlerin o Beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır." (Ali İmrân, 3/97) Ancak yüce Allah umreyi sözkonusu edince tamamlanmasını emretmiş, baştan başlanarak yapılmasını emretmemiştir. Bir kimse on defa haccetse yahut on defa umre yapsa hepsinin de tamamlanması icabeder. Âyet-i kerîme umrenin baştan beri yapılmasını mecbur etmek üzere değil, başlanmış olanı tamamlamayı mecbur etmek üzere gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu görüşe muhalif olanlar umrenin vücubuna aklî bakımdan şu sözleriyle de delil getirirler: Haccın esası, direği Arefede vakfede bulunmaktır. Umrede vakfe yoktur. Eğer umre haccın bir sünneti gibi olsaydı, fiillerinde ona eşit olması gerekirdi. Nitekim sünnet namazlar fiilleri itibariyle farz namazlarla eşittir. eş-Şa'bi ile Ebû Hayve "el-umretu" şeklinde "te" harfini ötreli olarak okumuştur. Bu, umrenin vacip olmadığının delilidir. (Bu okuyuşa göre âyetin bu bölümü: Haccı tamamlayınız, umreyi de (Allah için ifa ediniz, anlamına gelir). Çoğunluk ise buradaki "el-umrate" kelimesini "te" harfini üstün olarak okumuştur. Bu okuyuş ise vücuba delildir. İbn Mes'ûd'un Mushafinda ise bu ibare: "Beyte haccı da umreyi de Allah için tamamlayınız" anlamındadır. Yine ondan: "Beyte hac ve umreyi ikame ediniz" şeklindeki bir okuyuş da rivâyet edilmiştir. Burada yüce Allah'ın özellikle zikredilmesinin hikmeti şudur: Araplar bir araya gelip toplanmak, karşılıklı gösterişte bulunmak, kendilerini savunmak, korumak, birbirlerini eleştirmek (tenâfur), ihtiyaçlarını karşılamak, çarşı pazarlarda, panayırlarda bulunmak kastıyla haccederlerdi. Bütün bu davranışlarda ise Allah'a itaati gerektiren bir taraf yoktu. Salih bir niyetin payı, inanılan bir hüküm gereğince Allah'a yaklaşmayı gerektiren bir yön de yoktu. O bakımdan şanı yüce Allah, farzının edası, hakkının yerine getirilmesi için kendisine doğru yönelinmesini emretmektedir. Daha sonra ileride de geleceği üzere ticarette bulunma hususunda müsamaha göstermiştir. Hacca da umreye de niyet etmeksizin hac menâsikinde fiilen hazır bulunan kimse hakkında niyetsiz ve maksatsız olarak bu hazır bulunuşunun -ki her halükarda Kalem (yani insanın amellerinin yazılması) lehine veya aleyhine hareket eder- o kişiye faydalı olmayacağı hususunda ve niyetin farz olarak yerine getirilmesi gerektiği üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Tamamlayın" diye buyurmuştur. Niyetin bulunması ise ibadetlerin tamamlanması kapsamına girer. Niyet de ihram vaktinde ihram gibi bir farzdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -ileride de geleceği üzere- bineğine binmekle birlikte: "Hem hac ve hem umre için senin çağrına uyuyorum" diye buyurmuştur. Müslim, Hacc 181, 185; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Hacc 49; Müsned, II, 79, III, 99, 100, 111, 164, 182, 183. er-Rabî', el-Büveytî'nin Safîden naklettiği Kitabında Şâfiî'nin şöyle dediğini zikretmektedir: Bir adam telbiye getirir de hacca da umreye de niyet etmezse o kimse ne haccetmiş olur ne de umre yapmış olur. Telbiye getirmeksizin sadece niyet etse bu durumu hac ibadetlerini bitirinceye kadar sürse onun bu haccı tamam olur. Şâfiî bunun için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ameller ancak niyetler iledir" hadisini delil göstermiştir. Devamla da der ki: Her kim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) neyi niyet ederek ihrama girdiyse ben de onun gibi ihrama giriyorum diyerek Hazret-i Ali'nin yaptığı gibi yaparsa bu niyeti yeterlidir. Çünkü onun bu niyeti başkası tarafından daha önceden yapılmış niyete uygun olarak yapılmıştır. Bu hüküm namazdaki duruma muhaliftir. 7- Hac İçin İhrama Giren Murahik ve Köle: Hac için ihrama giren murahik (ergenlik yaşına yaklaşmış) ile kölenin önce ihrama girip daha sonra Arefeye vakfe etmeden önce birinin ergenlik yaşına ulaşması, ötekinin de azad edilmesi halinde durumlarının ne olacağı hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. İmâm Mâlik der ki: Bu ikisinin de, başka herhangi bir kimsenin de ihramını bozmasına imkân yoktur. Bunu söylerken yüce Allah'ın: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" âyetine yapışır. İhramını bozan bir kimse haccını da umresini de tamamlayamaz. Ebû Hanîfe ise şöyle der: Arafede vakfeden önce ergenlik yaşına gelen küçüğün ihramını yenilemesi caizdir. Eğer daha önce ihramını başlattığı haccını sürdürecek olursa, İslâm'ın haccının (yani farz haccın) yerini tutmaz. Delil olarak şunu gösterir: Hac, onun için farzın yerini tutmaz ve hacc için ihrama girdiği vakit, hac onun için farz olmayıp daha sonra buluğa erince hac artık ona farz olacağından, bu sefer kendisi için farz-ı ayn olarak hükmü gerçekleşmiş bir ibadeti bırakıp nafile ile uğraşmış ve farzını atıl bırakmış olur. Bu ise onun için imkânsız bir iştir. Bu, nafile bir namaza başlayıp da farz olan namaz için kamet getirilince bu farzı kaçıracağından korkan kimsenin nafileyi kesip farz olan namaza başlamasına benzer. Şâfiî ise şöyle der: Küçük çocuk ihrama girse sonra da Arafede vakfeden önce buluğa erse, ihramlı olarak Arafede vakfeyi yapsa bu İslâm haccının yerini tutar. Kölenin durumu da böyledir. Şâfiî devamla şöyle der: Köle Müzdelife'de azad olsa küçük de orada baliğ olsa ve bunlar birisi azad olduktan, diğeri baliğ olduktan sonra Arafeye geri dönüp tan yerinin ağarmasından önce vakfeye yetişebilecek olurlarsa bu, İslâm haccının yerini tutar ve onlar için kan (kurban kesmek) gerekmez. Eğer ihtiyat yolunu tutup bir kan akıtacak olurlarsa böyle davranmalarını daha hoş görürüm. Bununla birlikte bu konuda benim için açıklık kazanmış birşey yoktur. Şâfiî, ihramını yenilemeyi gerekli görmemek hususunda Hazret-i Ali'nin hadisini delil gösterir. Yemen'den hac için ihrama girmiş olduğu halde gelince; Hazret-i Peygamber ona: "Ne niyet ile ihrama girdin?" diye sormuş; o da şöyle cevap vermiş: Allah'ım, peygamberinin ihrama girdiği niyet ile ben de ihrama giriyorum, diye söyledim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben hac niyetiyle ihrama girdim ve kurbanlarımı da beraberimde getirdim." Buhârî, Meğazî 60, Hacc 32, 125, Umre 11; Müslim, Hacc 154-156; 214; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Menâsik 49, 50, 52; Müsned, I, 39; IV, 395, 397, 410. (Belirtilen yerlerde benzer bir olayın heın Hazret-i Ali, heın Ebû Mûsâ el-Eş'arî tarafından yaşandığı ortaya konmaktadır). Şâfiî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'nin bu sözüne karşı çıkmadığı gibi hacc-ı ifrad, temettü' veya kıran kastıyla niyetini yenilemesini de emretmemiştir. Arafede vakfe günü akşam vakti İslâm'a ve akabinde hac niyetiyle ihrama giren hıristiyan kimse hakkında Mâlik: Böyle birisinin haccı İslâm haccının (yani farz haccın) yerini tutar. Azad edilen köle ile baliğ olan küçük de eğer daha önceden ihramlı değil iseler, aynı durumdadırlar. Bunlardan herhangi birisinin ayrıca bir kan akıtması gerekmez. Kan, haccetmek isteyip de mikattan itibaren ihrama girmeyen için gereklidir. Ebû Hanîfe şöyle der: Kölenin kan akıtması gerekir. Çünkü köle onlara (Hanefîlere) göre mikatı aşmak hususunda hür kimse gibidir. Ve bu konuda küçük çocuk ile hıristiyandan farklıdır. Bu ikisinin Mekke'ye girmek için ihrama girmeleri gerekmez. (Mekke'de iken) kâfir İslâm'a girse küçük çocuk da baliğ olsa bunlar Mekkeli hükmünü alırlar, mikatı terketmelerinden dolayı da kendilerine birşey gerekmez. Âyetin: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" bölümüne dair açıklamalarınızı on iki başlık altında sunacağız: 1- Bu Bölümün Anlaşılmasındaki Zorluk ve Bu Zorluğun Giderilmesi: İbnu'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkildir ve içinden çıkılması zor olanlardandır. Derim ki: Hayır, bu âyetin müşkil bir tarafı yoktur. Biz bunu gayet açık bir şekilde beyan edeceğiz. Bu maksatla deriz ki: İhsar (alıkonulmak); gitmeyi amaçladığın yönden genel olarak her türlü engel ile alıkonulmak demektir. Yani özür her ne olursa olsun, senin maksadına engel olan herşeydir. Bu ister düşmanın alıkoyması olsun ister sultanın (yöneticinin) zulmü olsun, ister hastalık isterse, başka herhangi birşey olsun. İlim adamları burada sözü geçen engeli tayin etmek hususunda iki farklı'görüş ortaya koymuşlardır: 1- Alkame, Urve b. ez-Zübeyr ve başkaları der ki: Buradaki alıkoyan engel düşman değil, hastalıktır. Yalnızca düşman olduğu da söylenmiştir. Yalnızca düşman olduğunu İbn Abbâs, İbn Ömer, Enes ve Şâfiî söyler. İbnu'l-Arabî der ki: Bizim ilim adamlarımızın da tercih ettiği görüş budur. Dilcilerin ve dil uzmanlarının çoğunluğunun görüşüne göre: ": Alıkonulan, muhsar kalan" tabiri hastalığa maruz kalan kimse hakkında, buna karşılık ": Engellenen" ise düşman ile karşı karşıya kalan kimse hakkında kullanılır. Derim ki; İbnu'l-Arabî'nin naklettiği ve ilim adamlarımızın tercih ettiği görüş olarak zikrettiği şeyi sadece Eşheb söylemiştir. Mâlik'in diğer arkadaşları ise bu konuda ona muhalefet eder ve şöyle derler: İhsâr yalnızca hastalıktır. Düşman hakkında ise "hasr" tabiri kullanılır ve bu durumda kalan kimseye de (muhsar değil) mahsur denilir. Bu açıklamayı el-Bacî (Muvatta’' şerhi olan) el-Müntekâ adlı eserinde zikretmektedir. Ebû İshak ez-Zeccâc da bütün dilcilerin -ileride geleceği üzere- bunu böyle kabul ettiklerini nakletmektedir. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî ise şöyle der: "Muhsar" hastalık dolayısıyla engellenen, "mahsur" ise düşman tarafından engellenen kimse demektir. İbn Fâris'in el-Mücmel adlı eserinde ise bunun aksi zikredilmektedir. Buna göre hastalığın engellediği kimse mahsur, düşmanın engellediği kimse ise muhsardır. (Âyet-i kerimede geçen ve "alıkonmak" anlamı verilen kelimenin "muhsar" olduğunu hatırlayalım). Bir kesim de şöyle demektedir: Her ikisinde de şeklinde (ism-i mef'ûlü muhsar olarak) rubâî (dört harfli)den kullanılır. Bunu da Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) nakletmektedir. Derim ki: Bu, Mâlik'in Muvatta’'"ında her ikisi hakkında (hastalık ve düşmanı kastederek) aynı kökten gelen kelimeyi (uhsira) kullanarak koyduğu başlıktaki görüşünü andırmaktadır. Muvatta’', Hacc 31 ve 32. bâblar. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. el-Ferrâ' der ki: Bu iki kip hem hastalık hakkında hem de düşman hakkında aynı anlamda kullanılır. el-Kuşeyrî Ebû Nasr da şöyle der: Şâfiîler "ihsar"ın düşman hakkında kullanıldığını, hastalık hakkında ise "mahsur kalma"nın kullanıldığını iddia eder. Doğrusu ise bu iki şeklin her iki mana hakkında da kullanıldığıdır. Derim ki: Halil b. Ahmed ve başkaları Şâfiîlerin iddialarının tam aksini belirtmişlerdir. Halil der ki: Bir kimseyi alıkoyup engellediğin zaman "mahsur bıraktı" dersin. Hastalık veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac menâsiki yerlerine ulaşmaktan alıkonulan hacıya da "muhsar" denir. Evet, el-Halil böyle der. Birincisini "hasara"dan sülasî, hastalık ile ilgili olanını da rubaî kabul etmiştir. İşte İbn Abbâs'ın: "Düşmanın alıkoyup engellemesi dışında hasr yoktur" sözü de buna göre açıklanır. İbnu's-Sikkît der ki: Hastalık, yolculuktan veya yerine getirmek istediği bir ihtiyacını karşılamaktan bir kimseyi alıkoyduğu vakit "ihsar" tabiri kullanılır. (Muhsar burdan gelir). Düşman bir kimseyi kuşatıp onun içinde bulunduğu çevreyi daralttıkları takdirde ise "muhasara" tabiri kullanılır. el-Ahfeş der ki: Mahsur hapsedilen, alıkonulan demektir. Hastalığım beni ihsar etti, sidiğim ihsar etti ise, benim kendi kendimi zorlamam ve sıkıştırmam anlamına gelir. Ebû Amr eş-Şeybanî der ki: Her iki şekilde de alıkoyup engelleyen şey hakkında ihsar ve muhasara tabirleri kullanılır. Derim ki: Dilcilerin çoğunluğu muhasara ve türevlerinin düşman hakkında, ihsarın ise hastalık hakkında kullanıldığını kabul etmektedir. Bu yüce Allah'ın şu âyeti hakkında da söylenmiştir: "Münhasıran (uhsirû) kendilerini Allah yolunda adamış... fakirler için." (el-Bakara, 2/273) İbn Meyyâde de şöyle der: "Leyla'nın senden uzaklaşmış olması da ondan ayrılmak değildir Seni işlerinin engellemesi (ahsara) de." ez-Zeccâc da der ki: Bütün dilcilere göre "ihsar" hastalıktan dolayı olur. Düşmanlıktan dolayı olur ise ona ancak "hasr" denilir. Birincisinde ise "ihsar" kullanılır. Bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa delalet etmektedir. Kelimenin asıl anlamı alıkonmaktan (habs) gelir. Kendisini sırrını açıklamaktan alıkoyan kimseye "hasîr" denilmesi de buradan gelmektedir. Perdelerin arkasında bir mahbusu andırdığından dolayı hükümdara da "hasîr" denilir. Çul çubuklarının üstüste gelmeleri dolayısıyla -birşeyin başka birşeyle birlikte alıkonulmasında olduğu gibi- üzerinde oturulan "hasîr (hasır)"a "haşir" denilmesi de burdan gelmektedir. 2- Hanefilere Göre "Muhsar" Kapsamına Kimler Girer: "Hasır" asıl itibariyle alıkoymak anlamına geldiğinden dolayı Hanefîler şöyle der: Muhsar ihrama girdikten sonra hastalık, düşman veya başka bir sebep dolayısıyla Mekke'ye girmekten alıkonulan kimsedir. Buna "ihsar"ın mutlak anlamının bunu gerektirdiğini delil gösterir ve şöyle derler: Âyet-i kerimenin sonunda "güvenlik"ten söz edilmesi hastalıktan dolayı ihsarın sözkonusu olmayacağına delâlet etmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Nezle olmak, cüzzamdan bir emandır." Bir başka hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Her kim aksırandan önce elhamdülillah diyecek olursa, diş ağrısından, kulak ağrısından, karın ağrısından güvenlik altında olur." Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmektedir. Hanefîler şunu da söylerler: Bizim düşmanın alıkoymasını ihsar kabul etmemiz -onun hükmünde (onun gibi alıkoyucu) olduğu takdirde - hastalığa kıyasendir. Zahir sözün delaleti dolayısıyla değildir. İbn Ömer, İbn ez-Zübeyr, İbn Abbâs, Şâfiî ve Medineliler ise şöyle demektedirler: Âyet-i kerimeden kasıt düşmanın muhasarasıdır. Çünkü âyet-i kerîme Hudeybiye umresi hakkında hicretin altıncı yılında nazil olmuştur. O sırada müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'ye girmesini engellemişlerdi. İbn Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte (umre yapmak üzere) çıktık. Kureyş kâfirleri (bizim) Beyt'e ulaşmamızı engellediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kurbanlarını kesti ve başını traş etti. Buhârî, Muhsar 1. Buna yüce Allah'ın (âyetin sonundaki): "Emin olduğunuz vakit.." diye buyurup "iyileştiğiniz vakit" diye buyurmaması delalet etmektedir. 3- Düşman Kuşatması Altında Kalan Muhsar Ne Yapar? Çoğunluk düşman tarafından muhasara altına alınan kimsenin bu şekilde muhasara altına alındığı yerde ihramdan çıkacağını ve eğer kurbanı varsa orada kurbanını keseceğini, başını traş edeceğini kabul etmiştir. Katâde ve İbrahim ise şöyle der: İmkân bulursa kurbanını gönderir. Ve bu gönderdiği kurban yerine (yani kurban kesme günü Mina'ya) ulaşırsa o vakit helal olur (ihramdan çıkmış olur). Ebû Hanîfe ise şöyle der: İhsar dolayısıyla kesilmesi gereken kurbanın mutlaka kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekmez. Bu kurbanın yerine ulaşması halinde kurban bayramı birinci gününden önce kesilmesi de caizdir. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: Kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekir. Eğer daha önce kesilirse bu yeterli olmaz. Bu meseleye dair daha fazla açıklama ileride gelecektir. 4- Kâfir, Müslüman Düşman Yahut Zalim Yönetici Tarafından Alıkonulan Kimsenin Durumu: İlim adamlarının çoğunluğuna göre kâfir ya da müslüman bir düşman tarafından alıkonulan veya zalim bir yönetici tarafından hapsedilen bir kimsenin hediye kurbanı göndermesi gerekir. Bu, Şâfiî'nin görüşüdür. Eşheb de bu görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Kasım şöyle der: Hac veya umre için Beytullah'tan alıkonulan kimsenin beraberinde kurban götürmüş olması hali müstesna, hediye kurbanı götürmesi gerekmez. İmâm Mâlik'in görüşü de budur. Bunların gösterdikleri delilleri arasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hudeybiye günü umre için ihrama girdiği vakit nişanladığı ve gerdanlık taktığı hediye kurbanlarını kestiği de vardır. Hazret-i Peygamber alıkonulduğu için, bu hediye kurbanları yerine ulaşamadığından Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri üzerine bu hediye kurbanlıkları kesildi. Çünkü bu kurbanlıklar gerdanlık takmak ve nişanlamak suretiyle kesilmesi vacip olmuş hediye kurbanlarıydı. Bu kurbanlar Allah için ayrılmıştı ve dolayısıyla bu konuda geri dönmek câiz değildi. Yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) engellendiği için bunları kesmedi. Bundan dolayı Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan kimsenin bir hediye kurbanı kesmesi icabetmez. Ancak Cumhûr şunu delil gösterir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye kurbanlarını kesinceye kadar Hudeybiye gününde ihramdan da çıkmadı, başını da traş etmedi. İşte bu, muhsar olan kimsenin ihramdan çıkabilmesi için eğer beraberinde bulunuyor ise hediye kurbanlarının kesilmesinin şart olduğunu, fakir ise bunu bulup kesmeye güç yetireceği zamana kadar bekleyeceğini ve ancak onu kesmekle ihramdan çıkabileceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet alıkonursanız, o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyeti de bunu gerektirmektedir. Şöyle de denilmiştir: İhramdan çıkar ve güç yetireceği zaman onu keser. Bu her iki görüş de Şâfiî'ye aittir. Satın alacak hediye kurbanı bulamayanın durumu da böyledir. Bu konuda da belirtildiği üzere iki görüş vardır. 5- Hastalık Dolayısıyla Muhsar Kimse (Beyt'e Ulaşamayan Kişi) Atâ ve başkaları der ki: Hastalık sebebiyle muhsar (alıkonan), düşmanın alıkoyduğu kimse gibidir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları ise şöyle der: Hastalığın alıkoyduğu bir kimsenin ihramdan çıkması ancak Beyt'i tavaf etmesiyle mümkün olur. İsterse kendisine gelene kadar seneler boyu orada ikame etsin. Günlerin sayısını şaşıran yahut da hilali iyice tesbit edemeyenin durumu da böyledir. Mâlik der ki: Bu konuda Mekkelilerle Mekke'nin dışından gelenler arasında fark yoktur. Yine o şöyle der: Hastanın ilaç kullanmaya ihtiyacı olursa buna karşılık fidye verir ve ihramından çıkmaz. İyileşmediği sürece de ihramını sürdürür ve herhangi bir ihram yasağını kullanamaz. Hastalığı iyileşirse Beytullah'a gider ve yedi tavaf yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Ve böylelikle hacc ya da umresinden dolayı ihramdan çıkmış olur. Bütün bunlar Şâfiî'nin görüşüdür. O bu hususta Hazret-i Ömer, İbn Abbâs, Hazret-i Âişe, İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den hastalık ya da sayıdaki yanlışlığı (yani yanlış hesaplaması) sebebiyle muhsar kalan kimse hakkında söyledikleri ile ilgili şu rivâyete dayanır: Onlara göre böyle bir kimse ancak Beytullah'ı tavaf ederek ihramdan çıkar. Yahut aşırı ishal olanın durumu da böyledir. Mâlik ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre bu durumda olan kimsenin hükmü şudur: Böyle bir kimse hastalığı dolayısıyla Arafe'de vakfeyi kaçıracağından korkarsa muhayyerdir. Dilerse kendine geldiği takdirde Beyt'e gitmeye devam eder, orada tavafını yapar ve bir umre yaparak ihramdan çıkar. Dilerse gelecek seneye kadar ihramı üzere kalır. Eğer ihramı üzere kalmayı devam ettirip hacıya yasak olan herhangi bir şeyi işlemezse hediye kurbanı gerekmez. Bu konuda İmâm Mâlik'in delillerinden birisi de sahabe-i kiramın bu husus üzerindeki icmaldir: Sayıyı şaşıran kimsenin de hükmü budur. Böyle bir kimse ancak Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan çıkar. Haclarını ifa etmekte olanlar, haclarını bitirinceye kadar mahsur kalan Mekkeliler hakkında da şöyle der: Bu durumda olanlar, Harem bölgesinin dışına çıkar, telbiye getirir, umre yapan kimse ne yaparsa onu yapar ve ihramdan çıkarlar. Ertesi sene ise hacceder ve hediye kurbanını gönderirler. İbn Şihab ez-Zührî, Mekkelilerden olup da muhasara altına alınan muhsar hakkında şöyle der: Böyle bir kimsenin isterse teneşir üzerinde kaldırılsın Arafe'de vakfe yapması kaçınılmazdır. Mâlikî mezhebine mensub Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Abdullah b. Bukeyr bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Mekkeli muhsar ile ilgili olarak Mâlik'in görüşü şudur: Böyle bir kimse Mekke dışından gelenler gibi haccını iade etmesi ve hediye kurbanı kesmesi Kitabın zahirinden anlaşılan hükme muhaliftir. Çünkü yüce Allah: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haramda olmayanlar içindir" diye buyurmaktadır. Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed der ki: Bu hususta bence uygun görüş ez-Zührî'nin şu görüşüdür: Aziz ve celil olan Allah, Mescid-i Haram'da aile ikametgâhı bulunmayan kimseler için aradaki o uzaklık sebebiyle ikamet eder, tedavi görür, velevki haccı kaçırsın. Fakat kendisiyle Mescid-i Haram arasında namazın kısaltılmasını mubah kılacak kadar mesafe bulunmayan kimse hac menâsikinde bulunur. İsterse teneşir üzerinde taşınsın. Çünkü Beyt'e olan uzaklığı yakındır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle der: Düşman, hastalık, parasının bitmesi, bineğini kaybetmesi, zehirli bir hayvanın sokması gibi Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan herkes olduğu yerde ihramlı olarak kalır; ya hediye kurbanını veya onun bedelini gönderir. Hediye kurbanı kesildiği takdirde ihramından çıkar. Urve, Katâde, Hasan, Atâ, en-Nehaî, Mücâhid ve Iraklılar bu görüştedirler. Çünkü Yüce Allah: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" diye buyurmaktadır. 6- Hacc İçin İhrama Girenin îhsardan Korkarak Şart Koşması: Mâlik ve arkadaşları der ki: İhrama giren bir kimse hastalık veya düşman sebebiyle ihsardan korktuğu takdirde hacca dair şart koşmasının bir faydası yoktur. Sevrî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir. Şart koşmak ise kişinin ihrama girmesi halinde; "lebbeyk Allahumme lebbeyk, benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünden beni alıkoyacağın yer olsun" demesidir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve Ebû Sevr ise şart koşmakta bir mahzur yoktur ve bu şartı onun lehinedir, demişlerdir. Bunu ashab ve tabiinden birden çok kişi söylemiş ve kabul etmiştir. Buna dair delilleri ise ez-Zübeyr b. Abdülmuttalib'in kızı Dubaa yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. Dubaa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp şöyle der: Ey Allah'ın Rasûlü, ben haccetmek istiyorum, şart koşabilir miyim? diye sorar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Evet diye buyurunca Dubaa: Nasıl diyeyim? diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Şöyle de: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk. Benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünde beni alıkoyacağın yer olsun." Bu hadisi Ebû Dâvûd, Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 104; Tirmizî, Hacc 97; Nesâî, Menâsik 59; Dârakutnî, II, 219. Şâfiî der ki: Eğer Dubaa'dan gelen hadis sabit ise ben o hadisin dışına çıkmam. Ve bu durumda böyle şart koşan bir kimsenin ihramdan çıkacağı yer, Allah'ın onu (devam etmekten) alıkoyacağı yer olur. Tirmizî, sözü geçen Dubâa hadisini kaydettikten sonra şunları söylemektedir: "... Hasen-i Sahih bir hadistir. Kimi ilim adamına göre buna uygun amel edilir ve haccda (bu şekilde) şart koşulacağı kanaatindedir... Bu Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın da görüşüdür..." Derim ki: Bu hadisi birden çok kişi sahih kabul etmiştir. Ebû Hâtim el-Büstî ve İbnu'l-Münzir bunlardandır. İbnu'l-Münzir'in: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ez-Zübeyr'in kızı Dubaa'ya: "Haccet ve şart koş" dediği sabittir. Şâfiî de bu hadis gereğince Irak'ta bulunduğu sırada görüş belirtmiş, daha sonra Mısır'da bu konuda görüş belirtmekten kaçınmıştır. İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü kabul ediyorum. Bunu Abdürrezzak şöylece zikretmektedir: Bize İbn Cüreyc haber vererek dedi ki: Bana Zübeyr haber verdi ki Tavus ve İkrime kendisine İbn Abbâs'tan şöyle dediğini haber verdiler: ez-Zübeyr kızı Dubaa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ben (hastalıktan dolayı) ağırlaşmış bir kadınım. Bununla birlikte hacc da etmek istiyorum. Bana ne şekilde ihrama girip telbiye getirmemi emredersin. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Telbiye getirerek ihrama gir ve beni alıkoyduğun yerde ihramdan çıkayım dîye şart koş." (İbn Abbâs) dedi ki: Dubaa, haccını tamamladı. Müslim, Hacc 106 Bu hadisin isnadı sahihtir. 7- Muhsar (Alıkonan Kimsenin) Kaza Etmesinin Vücubu: İlim adamları muhsar kimsenin kaza etmesinin vücubu hakkında da farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve Şâfiî der ki: Düşman tarafından alıkonan kimsenin haccını da umresini de kaza etmesi gerekmez. Ancak hiç haccetmemiş olması hali müstesnadır. O takdirde haccın ona vücubu ne şekilde ise öylece haccetmesi gerekir. Haccı farz ve vacip olarak kabul eden kimselere göre; umrenin durumu da böyledir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Hastalık ya da düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin bir hac ve bir umre yapması gerekir. Bu aynı zamanda Taberî'nin de görüşüdür. Re'y ashabı şöyle derler: Eğer yalnızca haccetmek için ihrama girip telbiye getirmiş ise bir hac ve bir umrenin kazasını yapar. Çünkü onun hac için ihrama girmesi umreye dönüşmüştür. Şayet hacc-ı kıran için niyet etmiş ise bir hac ve iki umre kaza eder. Eğer yalnızca bir umre için ihrama girmiş ise tek bir umre kazası yapar. Hanefîlere göre -az önce de geçtiği üzere- hastalık veya düşman dolayısıyla muhsar arasında fark yoktur. Delil olarak da Meymun b. Mehran'dan gelen şu hadisi gösterirler: Meymun dedi ki: Şamlılar'ın Mekke'de İbn ez-Zübeyr'i muhasara altında tuttuğu sene umre yapmak üzere çıktım. Kavmimden olan bazı kimseler benimle birlikte hediyelik kurbanlar da gönderdiler. Şamlılar'ın bulunduğu yere ulaşınca Harem'e girmeme engel oldular. Ben de olduğum yerde hediye kurbanlıkları kestim, sonra da ihramdan çıktım ve bilahare geri döndüm. Ertesi sene umremin kazasını yapmak üzere çıktım. İbn Abbâs'a varıp ona sordum. Bana: Hediye kurbanlıkların bedelini (yani onlara bedel başka kurbanlıkları) de götür. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına Hudeybiye yılı kestikleri hediye kurbanlarının bedelini kaza umresinde götürmelerini emretmişti. Ebû Dâvûd, Menâsik 43 Bu görüşü savunanlar Hazret-i Peygamber'in şu âyetini da delil gösterirler: "Her kimin (bir kemiği) kırılır veya topallarsa o kişi ihramdan çıkar. Ve o kimsenin bir başka hac yahut bir başka umre yapması gerekir." Bunu İkrime, el-Haccac b. Amr el-Ensarî'den rivâyet etmiştir. el-Haccac dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim.. "Her kim topallar yahut (bir kemiği) kırılırsa o kişi ihramdan çıkar ve bir hac daha yapması gerekir." Bu görüşün sahipleri derler ki: Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının Hudeybiye yılının ertesi senesi umre yapmaları o umrenin kazası idi. Devamla derler ki: İşte bundan dolayıdır ki ona "kaza umresi" ismi verilmiştir. Mâlik de şunu delil gösterir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından olsun beraberinde bulunanlardan olsun herhangi bir kimseye herhangi birşeyin kazasını yapmalarını ve herhangi bir şeyi yeniden yapmalarını emretmiş değildir. Bu konuda herhangi bir şekilde Hazret-i Peygamber'den bir haber de bellenmiş değildir. Hudeybiye'nin ertesi yılı da: "Benim bu umrem mahsur tutulduğum umrenin kazasıdır" da dememiştir. Ondan böyle bir nakil gelmemiştir. Kaza umresi ile kaziyye umresi arasında da fark yoktur. Ona bu ismin veriliş sebebi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılı Kureyşlilerle o sene Beyt'e varmayıp geri dönmesi ve ertesi yıl gelmesi şartıyla barış yapmasından dolayı Kaza umresine bu şekilde "Kaziyye umresi" ismi verilmiştir. 8- Bir Tarafı Kırılan veya Topallayanın İhramdan Çıkması: Bir tarafı kırılan ya da topallayan kimse hakkında aynı kırık sebebiyle olduğu yerde ihramdan çıkacağını fukaha arasında Ebû Sevr'den başka söyleyen yoktur. O da bunu (az önce kaydedilen) el-Haccac b. Amr yoluyla gelen hadisin zahirine bakarak söylemiştir. Bu hususta Davud b. Ali ve onun mezhebine mensup olanlar (Zahirîler) da onun izinden gitmiştir. İlim adamları ise kırıktan dolayı ihramdan çıkmayacağını icma ile kabul etmekle birlikte; ne ile ihramdan çıkacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve başkaları: Beyt'i tavaf etmek suretiyle ihramdan çıkar, başka bir şey ile ihramdan çıkamaz, der. Ona muhalefet eden Kûfeliler ise şöyle derler: Niyet ile bir de kendisi ile ihramdan çıkacağı işi yapmakla ihramdan çıkar. Nitekim bu hususta onların görüşlerine dair açıklamalar önceden geçmiştir. 9- Hac ve Umre Açısından îhsar: Çeşitli bölgelerin ilim adamları arasında ihsarın hac ve umre hakkında genel bir durum olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Sîrîn ise şöyle der: Umrede ihsar sözkonusu değildir. Çünkü umrenin belli bir vakti yoktur. Ona şöyle cevap verilmiştir: Her ne kadar belli bir vakti yoksa da mazeretin ortadan kalkmasına kadar ihramda kalmakta zarar sözkonusudur. Zaten âyet-i kerîme de böyle bir durum hakkında nazil olmuştur. İbn ez-Zübeyr'den nakledildiğine göre düşman ya da hastalık sebebiyle muhsar olan kimse ancak Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan çıkabilir. Aynı şekilde bu da Hudeybiye yılı ile ilgili haberlerin nassına aykırıdır. 10- Muhasara Altına Alan Kişinin Kimliği: Muhasara altına alan kişi (hâsir) ya kâfirdir, ya da müslümandır. Şayet kâfir ise ona karşı üstünlük sağlayacağından emin olsa dahi ona karşı Savaşması câiz değildir ve olduğu yerde ihramdan çıkar. Çünkü yüce Allah -önceden de geçtiği üzere- şöyle buyurmaktadır: "Siz de Mescid-i Haram'ın yakınında onlarla Savaşmayınız." (el-Bakara, 2/19) Eğer kâfir ihsan kaldırmak için bir bedel isterse istediğini vermek câiz değildir. Çünkü bu İslâm'ın güçsüzlüğünü gösterir. Eğer muhasara altına alan kişi müslüman ise hiçbir şekilde onunla Savaşmak câiz olmaz ve ihramdan çıkmak icabeder. Şayet bir şeyler ister ve bunun karşılığında yolu serbest bırakacak olursa, istediğini ona vermek câiz olur. Ancak can telefine sebep teşkil edeceğinden dolayı Savaşmak câiz olmaz. İbadetlerin edasında ise can telefi gerekli değildir. Çünkü din bu konuda daha müsamahakârdır. İstediği bedelin verilmesine gelince, bunun câiz olması iki büyük zarardan daha hafif olanını bertaraf ettiğinden dolayıdır. Diğer taraftan hacc, uğrunda mal harcanan bir ibadettir. Bu da harcama kapsamında sayılır. 11- Muhasara Altına Alan Düşmanın Uzun Süre Kalması Hali: Muhasara altına alan düşmanın ya gücü ve çokluğu sebebiyle uzun süre kalıp orayı yurt edineceğinden kesinlikle emin olunur ya da olunmaz. Eğer birinci durum sözkonusu ise muhsar kişi derhal bulunduğu yerde ihramdan çıkar. İkinci durum sözkonusu ise -ki bu zevali umulan bir şey olur- o takdirde böyle bir kimsenin mahsur sayılabilmesi ancak; düşman bertaraf olursa kalan süre içerisinde hacca yetişmesine imkân kalmamıştır hükmüne varabileceği bir süreye kadar mahsur sayılmaz. Bu kanaate sahip olduğu takdirde İbnu'l-Kasım ile İbnu'l-Macuşûn'a göre ihramdan çıkar. Eşheb ise şöyle der: Düşman sebebiyle haccdan alıkonulan bir kimse kurban bayramı birinci gününe kadar muhsar olmaz. İnsanlar Arafat'a çıkana kadar da telbiye getirmeyi kesmez. İbnu'l-Kasım'ın görüşünü şöylece açıklamak mümkündür: Artık bu kanaatin uyandığı zaman, üstünlük sağlayan düşman sebebiyle haccını tamamlamaktan yana ümidini kesme zamanıdır. O bakımdan bu zaman gelip çattığında ihramdan çıkması câiz olur. Bu görüşün asıl dayanağı Arafe'ye çıkılacağı gündür. Yani Arafat'ta vakfeye yetişme imkânı olmayan bir kimse, haccı kaçırmış sayılacağından, artık haccını edâ edebilme ümidi de kalmamış olur. Eşheb'in görüşünü de şöylece açıklamak mümkündür: Böyle bir kimse yerine getirmesi ve kendisi için bağlı kalınması mümkün olan ihramın hükümlerini kurban bayramı birinci gününe kadar yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü bu vakitte hac yapan bir kimse, yerine getirmesi mümkün olan şeyleri yaparak ihramdan çıkar. O bakımdan bu durumdaki muhsarın da bu şekilde yapması gerekir. Yüce Allah'ın: "O halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyetinin anlamı şudur: Yani size düşen, kolayınıza gelen bir hediye kurbanını göndermektir. Böyle bir kurbanı kesiniz veya hediye gönderiniz, anlamında olma ihtimali de vardır. İlim adamlarının çoğunluğuna göre "kolayınıza gelen"den kasıt, bir koyundur. İbn Ömer, Âişe ve İbn ez-Zübeyr ise "kolayınıza gelen"den kasıt, büyük, küçük deve, büyük küçük inektir. Bunların dışında herhangi bir hayvandan olmaz. el-Hasen der ki: Hediye kurbanının azamisi bir deve, ortası bir inek, aşağısı da bir koyundur. İşte bu âyette İmâm Mâlik'in benimsediği, düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin kaza yapması vacip değildir, görüşüne bir delil vardır. Çünkü yüce Allah: "O halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" diye buyurmakta, kaza yapmaktan söz etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Hediye Kurbanının Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Hediye kurbanından" âyetinde yer alan "el-hedy" Beytullah'a hediye olarak gönderilen bedene (deve) ve başka türden kurbanlardır. Araplar: Filanoğullarının hediyleri kaç tanedir? derken, kaç tane develeri vardır diye sormak isterler. Ebû Bekr der ki: (Develere) hedy deniliş sebebi, onların bir kısmının Beytullah'a hediye olarak gönderilmelerindendir. Böylelikle bütün develere bir kısmının durumunun ismi verilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şayet bir hayasızlık işlerlerse o vakit üzerlerine hür kadınların üzerlerindeki cezanın yarısı vardır." (en-Nisa, 4/25) Yüce Allah burada şunu kastetmektedir: Eğer cariyeler zina ederse onların her birisine zina eden hür ve bakirenin cezasının yarısı vardır. Yüce Allah burada muhsan kadınları sözkonusu ederek bakireleri murad etmiştir. Çünkü çoğunlukla bakireler muhsan olurlar. O bakımdan elan bir kısmında mevcut olan bir özellik onlara ad olarak verilmiştir. Hür kadınlar arasından muhsan olan kadın ise evli olan kadın demektir. Böyle birisi zina ettiği takdirde recmedilmesi gerekir. Recm cezası ise bölümlere ayrılamaz; ki onun yarısını cariyeye uygulamak mümkün olabilsin. İşte böylelikle burada "muhsan" kadınlar ile evli olan kadınların değil, bakire kızların kastedildiği açıkça anlaşılmış olmaktadır. el-Ferrâ' der ki: Hicazlılar ve Esedoğulları, hedy kelimesini (son harfi olan ye'yi) şeddesiz olarak okurlar. Temim ile Kayslılar'ın aşağı kesimlerinde kalanlar şeddeli okuyarak "hediyy" derler. Şair der ki: Temin ettim Mekke ve namazgahın Rabbine Ve bir de gerdanlık takılmış hediylerin rabbine" el-Ferrâ' der. ki: "Hedy"in tekili: Hediyyedir. Hedy'in çoğulu ise ehdâ' şeklinde de gelir. Âyetin: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde suncağız: 1- Ihsar Kurbanı Nerede Kesilir: Yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyetinde hitap muhsar olsun serbest olsun bütün ümmete yöneliktir. Kimi ilim adamı buradaki hitabın özellikle muhsarlara yönelik olduğu görüşündedir. Yani hediye kurbanı kesilmedikçe ihramdan çıkmayınız. Âyet-i kerimede geçen "mabil": Kurbanın kesilmesinin helal olduğu yer demektir. Mâlik ve Şâfiî'ye göre düşmanın muhasara etmesi halinde kurban kesme yeri muhasara olunan yerdir. Böylelikle Hudeybiye'de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasına uyulmuş olur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25) Burada el-Beytu’l-Atik'e (Ka'be'ye) ulaşmaktan alıkonulan muhsar ve engellenmiş bir kimse olması hali kastedilmektedir, denilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre ihsarda hediye kurbanının kesileceği yer Harem-i Şeriftir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sonra onların varacakları yer Beyti Atik'tir." (el-Hacc, 22/33) Ebû Hanîfe'ye buna karşılık şöyle cevap verilmiştir: Bu âyet-i kerimede muhatap Beytullah'a ulaşma imkanı bulunan güvenlik içerisindeki kişidir. Muhsar olan kimse ise yüce Allah'ın: "Sonra onların varacağı yer ise Beyt-i Atik'tir" âyetinin kapsamı dışında kalır. Bunun delili ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabın Hudeybiye'de kurbanlarını kesmeleridir. Hudeybiye ise Harem bölgesinden değildir. (Ebû Hanîfe ve onun görüşünü kabul edenler) sünnetten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı Naciye b. Cündüb'un hadisini delil gösterirler. O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Hediye kurbanlıkları benimle birlikte gönder, Harem bölgesinde ben onları keseyim, dedi. Hazret-i Peygamber: "Bunu nasıl yapabileceksin?" diye sorunca şöyle dedi: Ben hediye kurbanlıkları ellerine geçiremeyecekleri şekilde vadilerden çıkartırım ve Harem bölgesinde onları boğazlayıncaya kadar götürürüm. Ancak Ebû Hanîfe'ye bunun sahih olmadığı ve nerede ihramdan çıkarsa orada kurbanını keseceği belirtilerek cevap verilmiştir. Böylelikle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye'deki uygulamasına da uyulmuş olur. İmâmların rivâyet ettikleri sahih görüş de budur. Çünkü hediye kurbanı hediye götürene tabidir. Hediye götüren kişi ise bulunduğu yerde helal olmuş (yani ihramdan çıkmış)tır. Hediye götürülen de aynı şekilde hediye götüren ile birlikte helal olur (artık orada kesilebilir). 2- Kurban Kesilmeden Önce Muhsar İhramdan Çıkabilir mi? Muhsara dair yaptığımız açıklamalara binaen ilim adamları şu hususta farklı görüşlere sahiptir: Acaba muhsar kolayına gelen hediye kurbanını kesmeden önce ihramdan çıkmak üzere traş olabilir mi veya ihramlı değilken helal olan herhangi bir işi işleyebilir mi? Mâlik der ki: Bize göre hakkında görüş ayrılığının bulunmadığı sabit sünnete göre; hediye kurbanını kesmeden kimsenin saçından birşey alması câiz değildir. Çünkü yüce Allah: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" diye buyurmaktadır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedir: Muhsar kimse kurbanını kesmeden önce eğer ihramdan çıkarsa bir kan akıtması gerekir. Ve hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder. Eğer hediye kurbanı kesilmeden önce avlanacak olursa onun bedelini ödemesi gerekir. Bu konuda varlıklı ile fakir arasında fark yoktur. Ya kendisi kesene veya onun adına kesilene kadar ebediyyen ihramdan çıkamaz. Devamla derler ki: Hediye olarak göndereceği asgarî kurban koyundur. Bu koyunun kör olmaması, kulaklarının kesik olmaması gerekir. Onlara göre bu konu oruç tutmayı gerektiren bir durum değildir. Ebû Ömer der ki: Kûfelilerin görüşünde hem zaaf hem de çelişki vardır. Çünkü onlar düşman sebebiyle olsun hastalık sebebiyle olsun muhsar olan bir kimsenin Harem'de hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramdan çıkmasını câiz kabul etmezler. Hanefîler hastalık sebebiyle muhsar olan bir kimsenin hediye kurbanını birisiyle gönderip onu götüren ile kurbanını keseceği gün konusunda sözleşecek olursa, o gün ihramdan çıkmasını ve traş olmasını câiz kabul ederler. Bunu câiz kabul etmeleri, hediye kurbanının kesilmesinden ve kesim yerine ulaşmasından kat'î olarak emin olmaksızın muhsarın ihramından çıkmasını câiz kabul etmeleri anlamındadır. Ve onlar bu görüşleriyle muhsan zanlara dayanarak ihramdan çıkmak zorunda bırakmışlardır. İlim adamları ise ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Farz olarak herhangi bir şeyi yerine getirmesi gereken bir kimsenin zanna dayalı olarak bu işi bitirmesi câiz değildir. Bu şekilde davranışın zan olduğuna dair delil, onların şu sözleridir: Gönderdiği hediye kurbanı sakatlanır, kaybolur veya çalınırsa, diğer taraftan onu gönderen ihrama girip kadınlara yaklaşır ve avlanırsa, bu durumda kişi tekrar ihramlı olarak avdet eder ve avladığının cezasını (karşılığını veya bedelini) ödemesi gerekir. Böylelikle onlar bu kimseye haccın fasid olmasını mubah kılmış, diğer taraftan ihramından çıkmamış kimsenin yerine getirmek durumunda olduğu bir yükümlülüğü de yerine getirmek zorundadır, diye değerlendirmişlerdir. Bu durumdaki çelişki ve görüş zayıflıkları açıktır. Onlar bu konudaki bütün görüşlerini İbn Mes'ûd'un konu ile ilgili görüşüne bina etmişler ve başkasının bu konuda muhalefetine bakmamışlardır. Şâfiî ise hediye kurbanını bulmakta güçlük çekmesi halinde muhsar hakkında şöyle demiştir: Böyle bir kimse ile ilgili iki görüş vardır. Birisi: Hediye kurbanı olmadıkça ebediyyen helal olmaz. İkinci görüş ise böyle bir kimse gücü yeteni yapmakla emrolunmuştur. Eğer herhangi bir kurbana güç yetiremiyor ise güç yettiği takdirde o hediye kurbanını kesmesi gerekir. Şâfiî der ki: Bu görüşü kabul eden kimse, bulunduğu yerde ihramdan çıkar ve güç yetirdiği takdirde kurban keser, demek istiyor. Eğer Mekke'de kurban kesmeye güç yetirebiliyor ise ancak orada kesmesi halinde sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Güç yetiremiyor ise gücünün yettiği yerde kurbanını keser. (Şâfiî) der ki: Buna karşılık: Onun için ancak hediye kurbanı yeterli olur, da denilmektedir. Eğer hediye kurbanı bulamayacak olursa yoksullara yemek yedirir veya oruç tutar, da denilmektedir. Eğer bu üç şıktan herhangi birisini yerine getiremiyor ise bunlardan gücünün yettiği birisini yapar. Köle hakkında da (Şâfiî) şöyle der: Köle ancak oruç tutmak zorundadır. Önce kurban olarak göndermesi gereken koyunun dirhem türünden kıymeti biçilir. Daha sonra bu dirhemler ile ne kadar yiyecek (buğday) alınacağı hesaplanır. Daha sonra her bir mud yerine bir gün oruç tutar. 3- Muhsar Kurbanını Kestiği Takdirde Traş Olabilir mi? Muhsar kimse hediye kurbanını kestiği takdirde başını traş edebilir mi edemez mi hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Böyle bir kimse başını traş etmek zorunda değildir. Çünkü artık bu kimsenin hac menâsikini yerine getirme imkanı kalmamıştır. Buna delil olarak da şunu gösterirler: İhsar sebebiyle tavaf ve sa'yetmek gibi bütün menâsik sakıt olunca -ki ihramlı kişi bunları yapmakla ihramından çıkar- muhsar olduğundan dolayı ihramlının ihramdan çıkmasını sağlayan diğer hususlar da düşer. Bunu delil diye gösterip görüş olarak söyleyenler arasında Ebû Hanîfe ve Muhammed b. el-Hasan da vardır ki onlar şöyle derler: Muhsar kimsenin saçlarını kısaltması da traş olması da gerekmez. Ebû Yûsuf ise şöyle der: Saçlarını kısaltmış olan traş olur. Traş olmazsa herhangi birşey yapması gerekmez. İbn Ebi İmrân, İbn Semâa'dan, o Ebû Yûsuftan, böyle bir kimsenin traş olması gerektiğini, saçları kısaltmanın da mutlaka kaçınılmaz olduğunu nakletmektedir. Bu mes'ele ile ilgili Şâfiî'den iki farklı görüş gelmiştir. Birincisine göre muhsar bir kimse için traş olmak nüsüktendir (ibadettir). Bu Mâlik'in de görüşüdür. Şâfiî'nin diğer görüşü ise Ebû Hanîfe'nin dediği gibi böyle birşeynüsüktendeğildir, şeklindedir. Mâlik'in lehine delil şudur: Muhsar kimse Beytullah'ı tavaf etmek Safa ile Merve arasında sa'yetmek gibi işlerden tamamıyla alıkonulmuştur. O bakımdan eerceklestirmesi engellenen isler, üzerinden düşer. Traş olmayı ise engelleyen bir durum yoktur ve bunu yapabilir. Yapabileceği şeyler ise üzerinden düşmez. Muhsarın tıpkı Beytullah'a ulaşabilen kimse hakkında olduğu gibi traş olmak durumunda olduğunun delillerinden birisi de yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyeti ile hadis İmâmlarının rivâyet ettikleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saçlarını traş edenlere üç defa, kısaltanlara da tek bir defa dua etmiş olduğuna dair rivâyettir. Hadis biraz sonra dördüncü başlıkta gelecektir. İşte bu bu mes'ele ile ilgili kesin delil ve sıhhatli bakış açısı budur. Mâlik ve arkadaşlarının kabul ettiği görüş de budur. Onlara göre traş olmak, haccını tamamlayan kimse için de haccını kaçıran kimse için de bir ibadettir. Düşman ve hastalık sebebiyle muhsar kalan için de böyledir. 4- Muhsar Kimsenin Saçını Traş Etmesi ya da Kısaltması: Hadis İmâmlarının -buradaki lâfız Mâlik'indir- rivâyetlerine göre Nafi', Abdullah ta. Ömer'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah'ım saçlarını traş edenlere merhamet buyur." Ashab: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Hazret-i Peygamber: "Allah'ım saçlarını traş edenlere merhamet buyur" diye tekrarladı. Ashab yine: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü deyince bu sefer Hazret-i Peygamber: ."Kısaltanlara da" diye buyurdu. Buhârî, Hacc 127; Müslim, Hacc 316-318, 320, 321; Ebû Dâvûd, Menâsik 78; Tirmizî Hacc 74; İbn Mâce, Menâsik 71; Muvatta’', Hacc 184; Dârimî, Menâsik 64... İlim adamlarımız der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın traş olanlara üç defa, saçlarını kısaltanlara da bir defa dua etmesi, hac ve umrede traş olmanın kısaltmaktan daha faziletli olduğunun delilidir. Aynı zamanda yüce Allah'ın: "Başlarınızı traş etmeyiniz" âyetindeki âyetin muktezası da budur. Bu âyet-i kerimede kısaltmayınız dememiştir. İlim ehli icma ile kısaltmanın da erkekler için yeterli olduğunu kabul ederler. Ancak el-Hasen'den insanın ilk defa haccettiği takdirde traşı vacip gördüğüne dair bir nakil vardır. 5- Kadınlar Traş Olmaz, Saçlarını Kısaltırlar: Traş olma emrinin kapsamına kadınlar dahil değildir. Onlar için sünnet olan saçlarını kısaltmaktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kadınlar için traş olma yükümlülüğü yoktur. Onların üzerinde saçlarını kısaltmak yükümlülüğü vardır." Bu hadisi Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan gelen senedle rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Menâsik 78; Nesâî, Zinet 4; Dârimî, Menâsik 63 İlim ehli bu hususta icma halindedir. Hatta bir grup kadının başını traş etmesinin müsle kabilinden olduğu görüşündedir. Şu kadar var ki kadının saçının kaçta kaçını kısaltacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer, Şâfiî, Ahmed ve İshak her bir yanından birkaç parmak kadar kısaltır, derken, Atâ şöyle der: Birbirine yapıştırılmış, bitişik üç parmak kadar, Katâde üç ya da dört parmak kadar, der. Sirin'in kızı Hafsa ise evlenme çağı geçmiş (yaşı ilerlemiş) bir kadın ile genç kadın arasında fark gözeterek, yaşlı kadının saçlarının dörtte biri kadarını kısaltacağını, genç kadının ise parmakları ile işaret edip az miktarda alacağını belirtmiştir. İmâm Mâlik der ki: Başının dört bir yanından kısaltır. Bu şekilde aldığı miktar onun için yeterlidir. Ona göre başının bazı taraflarından (kimi örüklerinden) alıp diğerlerini kısaltmaksızın bırakması yeterli olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: Hakkında kısaltma denilebilecek miktarı yeterlidir. Daha ihtiyatlı olanı ise bütün taraflarından (örüklerinden) birkaç parmak miktarı almasıdır. 6- Kurban Kesiminden Önce Saçı Traş Etmek: Hediye kurbanı kesilmedikçe başını kimsenin traş etmesi câiz değildir. Çünkü kurban kesme sünneti traştan öncedir. Bu konuda asıl delil de yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyetidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu şekilde yapmış ve önce hediye kurbanını kesmekle işe başlamış bundan sonra traş olmuştur. Her kim buna muhalefet ederek kurbanının kesilmesinden önce başını traş ederse, böyle bir önceliği ya hata yoluyla ve bilmeden yapmış olabilir ya da bilerek ve kasten yapmış olabilir. Eğer birinci durum sözkonusu ise herhangi bir sorumluluğu yoktur. Bunu İbn Habib, İbnu'l-Kasım'dan rivâyet etmiştir. Mâlik'î mezhebinde meşhur olan görüş de budur. İbnu'l-Macuşûn ise hediye kurbanı kesmesi gerekir, demektedir. Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur. Şayet ikinci durum (yani kasten sırayı bozması) sözkonusu ise Kadı Ebû'l-Hasen'in rivâyet ettiğine göre hediye kurbanının kesilmesinden önce traşın yapılması caizdir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Mezhepte (Mâlikî mezhebinde) zahir olan görüş bunun öne alınamayacağıdır. Sahih olan da bunun câiz olduğudur. Çünkü İbn Abbâs'tan gelen hadise göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e; kurban kesmek, traş olmak ve cemrelere taş atmak ve (bunlar arasında) takdim te'hir yapmak hakkında soru sorulmuş; o da: "Bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 327-334; Ebû Dâvûd, Menâsik, 78, 87; Tirmizî, Hacc 76; Nesâî, Hacc 224. İbn Mâce de Abdullah b. Amr'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a traş olmadan önce kurbanını kesen ya da kurban kesmeden önce traş olan hakkında soru sorulmuş Hazret-i Peygamber de: "Bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. İbn Mâce, Menâsik 74. 7- Haccda ve Hacc Dışında Traş Olmak: Hacda başı traş etmenin mendup bir ibadet haccın dışında ise -o bir müsledir diyenlerin hilafına- câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü saçların traş edilmesi bir müsle olsaydı, haccda olsun başka hallerde olsun câiz olmazdı. Zira Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müsleyi yasaklamıştır. Ayrıca Hazret-i Cafer'in şehadetinin haberinden üç gün sonra oğullarının başlarını traş etmiştir. Eğer traş câiz olmasaydı asla onları traş etmezdi. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib de başını traş ederdi. İbn Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları saçı bırakmanın da traşın da mübahlığı üzerinde de icma etmişlerdir. Delil olarak bu yeter. Başarı Allah'tandır. Âyetin: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir (iyle) fidye (gerekir)" bölümüne dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Artık içinizden her kim hasta olursa.." âyetini kimi Şâfiî mezhebi âlimleri, âyetin başında sözü geçen muhsarın, düşman tarafından mahsur bırakıldığına, hastalıktan alıkonulan bir kimse olmadığına delil gösterirler. Ancak böyle bir kanaate varmayı gerektiren bir durum yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa" ve bu durum sebebiyle başını traş ederse onun fidye vermesi gerekir, demektir. Bu âyetin hastalık halinde varid olduğunda görüş ayrılığı olmadığına göre; âyetin ortaları ve sonları kimler hakkında varid olmuş ise baş tarafının da aynı kimseler hakkında varid olduğu zahirdir (açıkça anlaşılan bir husustur). Çünkü ifadelerin birbirleriyle uyumu ve muntazam bir ahenk arzetmesi bunu göstermektedir. Ayrıca âyet-i kerimenin sonundaki zamirler baş tarafında muhatab alınanlara racidir. O halde herhangi bir delil bundan sarfı nazar etmeyi gerektirdiğine delalet edinceye kadar, bu ifadelerin, zahirlerine göre anlaşılıp açıklanmaları gerekir. Bizim bu görüşümüze delil olan hususlardan birisi de bu âyet-i kerimenin nüzul sebebidir. Lâfız Dârakutnî'nin olmak üzere hadis İmâmları şunu rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Ucre'yi, bitleri yüzünün üzerinde dökülür halde görür ve: "Bu haşeratın seni rahatsız ediyor mu?" diye sorar; o da: Evet deyince, Hazret-i Peygamber ona başını traş etmesini emreder. Bu olay Hudeybiye'de cereyan etmiştir. Ayrıca Hazret-i Peygamber ihramdan çıkacaklarını henüz beyan etmemişti. Mekke'ye girebilecekleri umudunu hâlâ taşıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah fidye ile ilgili hükümleri inzal etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona bir feraklık Ferak: 16 rıtıl yani 7 kg.lık bir kap. buğdayı altı fakire paylaştırmasını veya bir koyun hediye göndermesini ya da üç gün oruç tutmasını emir buyurdu. Buhârî de bu hadisi bu lâfız ile rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 298. Ayrıca bk. Buhârî, Muhsar 7, 8, Meğâzi, 35, Tefsir 2. sûre 32, Tıb 16; Müslim, Hacc 80, 82, 83, 85; Ebû Dâvûd, Menâsik 42; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 20-21; Nesâî, Menâsik 96; İbn Mâce, Menâsik 86 Hadiste geçen: "Henüz onlara" orada (Hudeybiye'de) "ihramdan çıkacaklarını beyan etmemişti" ifadesi, onların daha düşmanları tarafından muhasara altına alınacaklarından kesin emin olmadıklarını göstermektedir. O halde burada fidyeyi gerektirenin baştaki bir eziyet ve hastalık olduğu ortaya çıkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Başında Eziyet Verici Bir Durumu Olan İhramlı: Evzaî, başından rahatsız olan ihramlı hakkında şöyle der: Traş olmadan önce fidye ile keffarette bulunması böyle bir kimse için yeterlidir. Derim ki: Bu açıklamaya göre âyetin (ilgili bölümünün) anlamı şöyle olur: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir fidye (gerekir)." Yani traş olmak ister ve traş olmaya gücü yeterse fidyede bulunur. Traş olmayınca fidyeyi yerine getirmez, demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu Hadîs-i şerîfte geçen "aüsuk" kelimesini müfesser olarak zikreden herkes bunu bir koyun diye tefsir etmiş (açıklamıştır). Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak oruç ve yoksullara yemek yedirme hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Müslüman fukahanın çoğunluğu, orucun üç gün olduğunu kabul ederler. Ka'b. b. Ucre ile ilgili Hadîs-i şerîften bellenen sahih rivâyet de böyledir. Ancak el-Hasen, İkrime ve Nafi'nin şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Baştaki rahatsızlık halinde oruç fidyesi on gün, yemek yedirilecek yoksul sayısı da ondur. Ancak ne İslâm aleminin çeşitli bölgelerindeki fakihlerinden ne de hadis âlimlerinden böyle diyen yoktur. Ebû Zübeyr'in, Mücâhid'den, onun Abdurrahman'dan onun Ka'b b. Ucre'den rivâyetine göre Ka'b Abdurrahman'a şunu anlatmış: Zü'lkadede ihrama girmiş ve başı bitlenmişti. Ka'b tenceresinin altında ateş yakmaya çalışırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçip: "Sanki başındaki bu haşereler seni rahatsız ediyor gibi" deyince Ka'b: Evet diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber: "Başını traş et ve bir hediye kurban gönder" dedi. Ka'b: Hediye'kurban gönderecek imkanım yok, deyince Hazret-i Peygamber: "O halde altı yoksulu doyur" dedi. Yine: Ona da imkanım yok deyince Hazret-i Peygamber ona: "Üç gün oruç tut" diye buyurdu. Birinci başlıkta da geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisin zahiri sırasıyla bunların yapılmasını ifade ediyor ise de durum böyle değildir. Şayet bu anlayış doğru olsaydı, belirtilen sıradaki önceliğe göre tercihte bulunmak anlamını ifade ederdi. Ancak Ka'b b. Ucre'den gelen bütün rivâyetler muhayyerlik lâfzıyla varid olmuştur. Kur'ân'ın ifade ettiği nas da böyledir. Bütün bölgelerde ilim adamlarının takip ettiği yol da budur, fetvaları da bu doğrultudadır. Başarı Allah'tandır. 4- Baştaki Eziyet Halinde Fidye Olarak Yemek Yedirmek: İlim adamları baştaki rahasızlıklar sebebiyle fidye olarak yemek yedirmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Bu durumda yedirilecek miktar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile Mud: 875 gr. iki muddur. Bu aynı zamanda Ebû Sevr ve Davud (ez-Zahirî)nin de görüşüdür. es-Sevrî'den fidye hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Buğdaydan yarım sa', hurma ve arpa ile kuru üzümden bir sa'dır. Ebû Hanîfe'den de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. O da yarım sa' hurmayı bir sa' buğdaya denk kabul etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Ka'b. (b. Ucre) ile ilgili haberlerden birisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ona şöyle dediği nakledilmektedir: "Üç sa' hurmayı altı yoksula sadaka olarak dağıt." Müslim. Hacc 84: Ebû Dâvûd, Menâsik 42. Ahmed b. Hanbel de bir defasında Mâlik ve Şâfiî gibi görüş beyan ederken, bir defasında da: Eğer buğday ile fakir doyuracak olursa her bir yoksula bir mud verir. Şayet hurma yedirecek olursa her birisine yarım sa' verir, demiştir. 5- Sabah Akşam Yemek Yedirmek Yeterli Olur mu? Başından rahatsızlık sebebiyle keffaret ödemesi halinde yoksullara sabah akşam yemek yedirmesi, her birisine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile ikişer mud vermedikçe yeterli olmaz. Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî ve Muhammed b. el-Hasen bu görüştedir. Ebû Yûsuf ise sabahlı akşamlı onları yedirmesi yeterli gelir, demiştir. 6- İhramlı Kimsenin Traş Olması: İlim adamları icma ile şunu belirtirler: İhramlı bir kimse saçını traş edemez, yolamaz, traş yahut kılları döken ilaçlarla veya başka bir yol ile saçlarını telef etmesi yasaktır. Bundan tek istisna Kur'ân-ı Kerîm'in nas ile belirttiği gibi rahatsızlık halidir. Yine icma ile rahatsızlığı olmaksızın ihramlı iken traş olanın fidyede bulunmasının vücubunu kabul ederler. Ancak özürsüz ve kasten böyle bir işi yapan yahut dikişli elbise giyen veya koku sürünen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Bu adamın yaptığı iş ne kadar körüdür! O kişinin fidyede bulunması gerekir ve hangisi ile fidye yapacağı hususunda muhayyerdir. Mâlik’e göre bu hususta kasten hareket ile hatalı hareket arasında bir fark yoktur. Zaruret olması ile bulunmaması arasında da fark gözetmez. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Zaruret hali dışında fidyeyi seçmekte muhayyer değildir. Çünkü yüce Allah: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa..." diye buyurmaktadır. Buna göre kişi kasten başını traş eder veya özürsüz olarak kasten elbise giyinirse, bu kimse için muhayyerlik sözkonusu değildir. Böyle bir kimse kan akıtmak durumundadır, başka birşey yapamaz. 7- Bu Yasakları İşleyenin Durumu: Bunlardan birisini unutarak yapan kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle der: Fidye vücubu açısından bu konuda bunları kasten yapan ile unutarak yapan arasında fark yoktur. Ebû Hanîfe, es-Sevfı ve el-Leys'in görüşü de budur. Bu meselede Şâfiî'nin ise iki ayrı görüşü vardır: Birisine göre fidyede bulunması gerekmez. Davud ve İshak'ın görüşü de budur. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre ise fidyede bulunması gerekir. İlim adamlarının çoğunluğu ise ihramlı bir kimse dikişli elbise giyse, başını kısmen veya tamamen örtse, ayakkabı giyse, tırnaklarını kesse, koku sürünse ve vücudunda rahatsızlık veren şeyleri giderse, aynı şekilde bedeninin saçlarını traş etse, veya kılları döken ilaç sürünse yahut hacamat yapılan yerleri traş etse ilim adamlarının çoğunluğu fidyede bulunmasını vacip görürler. Bu hususta kadın da erkek gibidir. Ayrıca kadın, kokusu bulunmasa dahi sürme çektiği takdirde de fidye icabeder. Fakat erkek, kokusu bulunmayan sürme çekebilir. Kadın da yüzünü örttüğü yahut eldiven giyindiği takdirde fidyede bulunmalıdır. Bunların kasten, yanılarak ve bilmeden yapılması arasında fark yoktur. Kimi ilim adamları bu davranışların her birisi için bir kan (kurban kesmeyi) gerekli görmekte iken Davud şöyle der: Bedendeki saçları traş etmekten dolayı kadın için de erkek için de birşey gerekmez. 8- Fidyenin Yerine Getirileceği Yer: İlim adamları sözü geçen fidyenin nerede yerine getirileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Atâ der ki: Eğer bu fidye kan (kurban) kabilinden ise Mekke'de yerine getirilir. Yemek yedirmek veya oruç tutmak kabilinden ise dilediği yerde bunları gerçekleştirebilir. Re'y ashabı da bu doğrultuda görüş beyan etmişlerdir. el-Hasen'den gelen rivâyete göre kan Mekke'de yerine getirilir. Tavus ve Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek ve kan (kurban kesmek) ancak Mekke'de olur, orucu ise dilediği yerde tutar. Çünkü orucun Harem'de bulunanlara bir faydası yoktur. Şanı yüce Allah da: "Ka'be'ye götürülen bir hediye kurbanı.." (el-Maide, 5/95) diye buyurmaktadır. Bu âyet yüce Allah'ın Beyt'inin civarında yaşayan yoksullar için bir merhamettir. Orada yoksullara yemek yedirmek, oruçtan farklı olarak faydalı bir iştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik de der ki: O bunu dilediği yerde yerine getirir. Sahih görüş budur. Mücâhid de bu görüştedir. Mâlik'e göre burada kurban kesmek bir ibadettir. Kur'ân ve sünnetteki naslar sebebiyle hediye kurbanı değildir. İbadet (nüsük) kişinin dilediği yerde yapılır, hediye kurbanı ise ancak Mekke'de olur. Yine İmâm Mâlik'in delillerinden birisi de onun Yahya b. Said yoluyla Muvatta’''ında kaydettiği rivâyettir. Orada şöyle denilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) onun başının (yani Hazret-i Hüseyin'in başının) traş edilmesini emretti. Daha sonra es-Sukya'da (Mekke ile Medine arasında bir konak yeri, Medine'den iki günlük uzaklıkta olduğu söylenmiştir) başını traş ettiği için kurban olarak bir deve kesti. Mâlik der ki: Yahya b. Said dedi ki: Bu seferinde Hüseyn Hazret-i Osman ile birlikte Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Muvatta’', Hacc 165. İşte bu, baştaki rahatsızlık dolayısıyla yerine getirilecek fidyenin Mekke dışında da câiz olduğuna en açık bir delildir. İmâm Mâlik'e göre hediye kurbanının Harem'de kesilmesi halinde Harem halkı dışındakilere de verilmesi caizdir. Çünkü bundan gözetilen maksat, müslüman yoksullara yedirmektir. Mâlik der ki: Harem dışında oruç tutmak câiz olduğuna göre Harem bölgesi halkı olmayanlara yedirmek de câiz olur. Diğer taraftan yüce Allah: "Artık içinizden her kim hasta olursa..." diye buyurmaktadır. Bu da bizim söylediğimize açık bir delildir. Çünkü yüce Allah: "Oruç, sadaka ya da kurbandan bir (iyle) fidye (gerekir)" diye buyurmakta ve şurada olur, burada olmaz dememektedir. Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre o bunları nerede yerine getirirse yeterli olur. Yine yüce Allah: "Kurban (nüsuk)" diye buyurmakta ve böylelikle kesilen hayvana "nüsuk" ismini vermektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona bu ismi vermiş ve ona "hedy" ismini vermemiştir. O bakımdan bu konuda Hazret-i Ali'den gelen rivâyet ile birlikte bunu hediye kurbanına kıyas etmemiz de hediye kurbanı olarak değerlendirmemiz de gerekmez. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b'a fidyede bulunma emrini verdiğinde Harem'de bulunmuyordu. O halde bütün bunların, Harem'in dışında yapılabilecekleri sahih bir hükümdür. Şâfiî'den de buna benzer (sahih olma ihtimali uzak) bir rivâyet gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Ya da kurbandan bir fidye.." âyetinde yer alan "nüsuk" kelimesinin tekili "nesîke"dir. Bu ise kulun yüce Allah'a ibadet olmak üzere kestiği hayvana verilen addır. Bunun (nesâik) şeklinde çoğulunun yapılması da mümkündür. Nüsuk, asıl itibariyle ibadet demektir. Yüce Allah'ın: "Ve bize menâsikimizi göster" (el-Bakara, 2/128) âyetinde bize ibadet edeceğimiz yerleri göster, demektir. Bir görüşe göre de nüsuk dilde aslında gusül demektir. Elbisesini yıkayan bir kimse hakkında bu tabir kullanılır. İbadet eden kimse ibadetiyle nefsini günahların kirlerinden yıkamış gibi olur. Bir diğer görüşe göre nüsuk gümüş külçeleri demektir. Her bir gümüş külçesine "nesike" ismi verilir. Kul âdeta kendi nefsini günahların pisliklerinden arındırmış ve böylelikle saf bir külçe haline getirmiş olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Âyetin; "Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" bölümüne dair açıklamalarımızı on üç başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyetteki "Emniyet"in Anlamı: Yüce Allah'ın: "Emin olduğunuz vakit" âyeti ile ilgili olarak hastalıktan iyileştiğiniz takdirde anlamına; veya sizi muhasara altına alan düşmanın korkusu geçip güvenliğe kavuştuğunuz zaman anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu ikinci açıklama şekli İbn Abbâs ve Katâde'ye aittir. Âyet-i kerimenin lâfzına daha uygun bir açıklamadır. Şu kadar var ki eğer hastalık korkusunu düşünecek olursak, o takdirde -az önce de geçtiği gibi- emniyete kavuşmak, hastalıktan emin olmak anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Umreden Faydalanmanın (Temettü') Muhatapları: Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede yer alan: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse" âyeti ile kimlerin muhatap olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Abdullah b. ez-Zübeyr, Alkame ve İbrahim der ki: Bu âyet-i kerîme muhsar kimseler hakkındadır. Burada serbest olanlar muhatap alınmamıştır. İbn ez-Zübeyr'e göre burada geçen faydalanma (temettu')un şekli şöyledir: Kişi hac vaktini geçirinceye kadar muhasara altına alınır. Daha sonra Beytullah'a ulaşır ve umre yaparak ihramdan çıkar, arkasından bir sonraki sene de haccını kaza eder. Böylelikle bu kişi umre ile kaza olarak yaptığı hac arasında temettü' yapmış olur. Başkasının görüşüne göre muhsar olup temettü' yapan kişinin durumu şu şekildedir: Muhsar umre yapmaksızın ihramdan çıkar ve ertesi sene gelinceye kadar umreyi tehir eder. Hac aylarında umre yapar ve aynı yıl hac da yapar. İbn Abbâs ve bir grup ilim adamı der ki: Âyet-i kerîme muhsar kimselerle muhsar olmayıp yollan serbest olan kimseler hakkındadır. 3- Temettü', İfrad ve Kıran Hacları: İleride de genişçe açıklanacağı üzere temettü' haccının da ifrad haccının da kıran haccının da câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hepsini beğenmiş ve haccı esnasında ashabından herhangi bir kimsenin hac şeklini reddetmemiştir. Aksine yaptıkları haclarını câiz kabul etmiş ve bu yaptıkları işlerini beğenmiştir. Ancak ilim adamlarının farklı görüşlere sahip oldukları konu şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), haccı esnasında hangi hac niyetiyle ihrama girmiştir ve bunlardan hangisi daha faziletlidir? Bu konudaki görüş ayrılıklarının sebebi ise bu hususta varid olmuş rivâyetlerdir. Aralarında Mâlik'in de bulunduğu bazı kimseler şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ifrad haccı yapmış idi ve ifrad, kıran haccından daha faziletlidir. Yine Mâlik der ki: Kıran da temettü' haccından daha faziletlidir. Müslim'in Sahih'inde ise Hazret-i Âişe'den gelen rivâyete göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte (hac etmek üzere) yola çıktık. O şöyle buyurdu: "Sizden her kim bir hac ve bir umre için ihrama girmek isterse yapsın. Sizden her kim yalnızca hac için ihrama girmek isterse öyle yapsın ve sizden her kim sadece umre ile ihrama girmek isterse o da öyle yapsın." Hazret-i Âişe der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hac niyetiyle İhrama girdi, beraberinde bulunan birtakım kimseler de bu şekilde ihrama girdi. Kimisi umre ve hac ile birlikte ihrama girdi. Kimisi sadece umre niyetiyle ihrama girdi. Ben de yalnızca umre niyetiyle ihrama girenler arasında idim. Bu hadisi bir grup kimse Hişam b. Urve'den, o babasından o da Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir. Bazı raviler bu hadisin rivâyetinde şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben ise yalnızca hac niyetiyle ihrama giriyorum." Müslim, Hacc 114-116. İşte bu hadis anlaşmazlık konusu ile ilgili açık bir nastır. Ayrıca bu (Hazret-i Peygamberin) ifrad haccı yaptığını ve ifradın daha faziletli olduğunu kabul edenlerin de delilidir. Muhammed b. el-Hasen de Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'den birbirinden ayrı iki hadis gelir de bize de Ebû Bekir ve Ömer'in (Allah ikisinden de razı olsun) bu iki hadisten birisiyle amel edip ötekini terkettiklerine dair bir haber ulaşırsa, işte bu doğrunun onların amel ettikleri şekilde olduğuna delalet eder. Ebû Sevr de ifrad haccını müstehab kabul eder ve onun temettü' ve kırandan daha faziletli olduğunu söyler. Şafifden gelen iki görüşün meşhur olanı da budur. Başkaları ise umre ile faydalanıp haccetmeyi (temettü' yapmayı) müstehab kabul eder ve bu daha faziletlidir, derler. Bu Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. ez-Zübeyr'in görüşüdür. Ahmed b. Hanbel de bu görüşü benimsemiştir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî der ki: Şâfiî dedi ki: Ben ifradı tercih ederim, bununla birlikte temettü' da güzel birşeydir, onu mekruh görmeyiz. Temettü' haccının daha faziletli olduğunu kabul edenler Müslim'in İmrân b. Husayn yoluyla rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste İmrân (b. Husayn) der ki: Mut'a (temettü' haccı) ile ilgili âyet-i kerîme Allah'ın Kitabında nazil oldu ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu emretti. Bundan sonra temettü' haccıyla ilgili âyetini nesheden başka bir âyet-i kerîme de nazil olmadı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da vefat edinceye kadar bu haccı nehyetmedi. Arkasından da adamın birisi (Hazret-i Ömer'i kastediyor) kendi görüşüne dayanarak dilediği bir şeyi söyledi. Tirmizî rivâyet ediyor: Bize Kuteybe b. Said, Mâlik b. Enes'ten o İbn Şihab'dan o Muhammed b. Abdullah b. el-Haris b. Nevfel'den anlattığına göre Muhammed b. Abdullah, Sa'd b. Ebi Vakkas ile ed-Dahhak b. Kays'ı Hazret-i Muâviye b. Ebi Süfyan'ın hacca gittiği sene, umre ile haccederek temettu'da bulunmaktan söz ederlerken dinlemiş. ed-Dahhak b. Kays demişti ki: Böyle bir işi ancak yüce Allah'ın emrini bilmeyen bir kimse yapabilir. Sa'd da şöyle demiştir: Kardeşimin oğlu sen ne kötü söz söyledin. ed-Dâhhak da der ki: Ömer b. el-Hattâb bu işi yasakladı? Sa'd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yaptı. Biz de onunla birlikte bunu yaptık. (Tirmizî der ki): Bu sahih bir hadistir. Tirmizî, Hacc 12; Nesâî, Menâsik 50; Muvatta’', Hacc 60. İbn İshak da ez-Zührî'den, o Salim'den rivâyetle dedi ki: Mescidde İbn Ömer ile birlikte otururken Şam halkından bir adam ona gelip umre ile hacca kadar temettu'a dair soru sordu. İbn Ömer de: İyi ve güzeldir, dedi. Adam: Ama senin baban bu şekilde yapmayı yasaklıyordu, deyince şöyle dedi: Yazıklar olsun sana. Benim babam bunu yasakladı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bunu yapmış ve yapılmasını emretmiş iken; babamın sözünü mü alıp kabul edeyim yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini mi alıp kabul edeyim? Kalk git yanımdan! Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiş, Ebû Îsa et-Tirmizî de Salih b. Keysan'dan o İbn Şihab'dan o da Salim'den rivâyet etmiştir. Tirmizî, Hacc 12 Leys'ten, onun Tavus'tan onun İbn Abbâs yoluyla rivâyet edildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer ve Osman temettü' haccı yaptılar. Bunu ilk yasaklayan kişi Hazret-i Muâviye'dir. Bu hasen bir hadistir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Leys'ten gelen bu hadis münker bir hadistir. Buradaki Leys, Leys b. Ebi Suleym'dir ve zayıf bir ravidir. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan meşhur olan ise her ikisinin de temettü' haccını yasakladıkları şeklindedir. Hazret-i Ömer'in yasakladığı ve yapanları döverek cezalandırdığı temettu'un, umre yaparak haccı feshetmek olduğunu, "Umre yaparak haccı feshetmek (feshu'l-hacci fî’l-umra)"; şöyle olur: Kişi önce hacc niyetiyle ihrama girer, sonra da bundan vaz geçerek umre yapıp ihramdan çıkar ve hac vaktine kadar ihramsız kalır. Bu davanış bir bakıma ibadeti hafife almak anlamına geldiğinden iyi karşılanmaz. önce umre yapıp ondan sonra hacca kadar temettü' yapmayı (yani ihramdan çıkmayı) ise yasaklamadığını söyleyen bir grup ilim adamı olmakla birlikte, durum böyledir. Hazret-i Ömer'in temettu'u yasakladığını sahih kabul edenler de şu iddiayı ileri sürerler: Hazret-i Ömer'in temettu'u yasaklamasının sebebi, Beytullah'ın bir yılda iki veya daha fazla ziyaret edilmesi, böylelikle de hac mevsimi dışında ziyaretçilerin çokça olması sayesinde onun çokça imar edilmesidir. Diğer taraftan Hazret-i Ömer bununla giden gelenin çok olması sayesinde Harem halkının daha rahat ve refah içerisinde olmasını istemiş; böylelikle Hazret-i İbrahim'in: "Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir...." (İbrahim, 14/37) şeklindeki duasının da tahakkuk etmesini amaçlamıştır. Başkaları da şu açıklamayı yapmaktadır: Hazret-i Ömer'in temettü' haccını yasaklaması, insanların kolay ve hafif olması dolayısıyla temettu'a meylettiklerini görmesi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti olduğu halde ifrad ve kıran haclarının zayi olmasından korkmasıdır. Ahmed b. Hanbel, temettü' haccın tercih edilişine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Eğer geride bıraktığım işin aynısıyla gelecek (sene) de karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanlarını götürmem ve ben bunu sadece bir umre (niyetiyle) yapardım." âyetini delil gösterir. Bunu hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Hacc 81, Umre 6, Şerike 15, Temenni 3, İ'tisam 27; Müslim, Hacc 130, 141; Ebû Dâvûd, Menâsik 23; Nesâî, Hacc 188; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimi, Menâsik 34... Başkaları da kıran haccı daha faziletlidir demektedir ki, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî de bunlar arasındadır. el-Müzenî bu görüşü kabul eder ve şöyle der: Çünkü kişi böylelikle her iki farzı da eda etmiş olur. İshak'ın görüşü de budur. İshak der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıran haccı yapmış idi. Ali b. Ebî Tâlib'in görüşü de budur. Kıran haccını müstehab ve daha faziletli kabul edenler Buhârî'nin Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Hazret-i Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı (Medine'den dört mil uzaklıktaki) el-Akik denilen yerde şöyle derken dinledim: "Bu gece Rabbimden birisi gelerek bana: Şu mübarek vadide namaz kıl, dedi ve hac içinde bir umre (niyet ediyorum) de." Buhârî, Hacc 16, İ'tisam 16, Hars 16; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; İbn Mâce, Menâsik 40. Tirmizî'nin de rivâyetine göre Enes şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı: "Bir umre ve bir hac ile (niyet ediyor) ve lebbeyk (diyorum)." Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. Buhâri, Hacc 34; Müslim, Hacc 185, 215; Tirmizî, Hacc 11, Nesâî, Hacc 49. Ebû Ömer der ki: İnşaallah ifrad haccı daha faziletlidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ifrad haccı yapmıştı. O bakımdan biz de onun daha faziletli olduğunu söylüyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber'den ifrad haccı yaptığına dair rivâyetler daha sahihtir. Ayrıca ifrad amel itibariyle daha çoktur. Daha sonra ise umre ayrı bir amel olarak yerine getirilir. Bütün bunlar taattir. Taatlerin daha çok olanı ise daha faziletlidir. Ebû Cafer en-Nehhâs ise der ki: İfrad haccı yapan bir kimse temettü' haccı yapandan daha çok yorulur. Çünkü o ihramlı kalmaya devam eder. Bu ise sevabını daha da çok artırır. Konu ile ilgili hadislerin birlikte mütalaa edilmesi ve bunların arasının te'lif edilmesi şu şekilde olur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize hem temettu'u hem de kıranı emrettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hem temettü' yapmıştır, hem de kıran yapmıştır, bu mümkün ve câiz olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fir'avn kavmi arasında seslenip dedi ki.." Yani bu âyette Fir'avun'un hem seslendiği, hem dediği ifade edilmektedir. İlgili rivâyetlerde de Hazret-i Peygamber'in hem temettü', hem de ifrad yaptığı anlatılmaktadır. (ez-Zuhruf, 43/51) Ömer b. el-Hattâb'ın şu sözleri de buna benzemektedir: Biz de recmettik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da recmetti ve O recmi de emretti. Buhârî, Hudûd 30; Müslim, Hudûd 15; Ebû Dâvûd, Hudûd 23 vb. Derim ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haccında zahir olan kırandır ve onun haccı kıran yaptığıdır. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Enes'ten gelen sözü geçen iki Hadîs-i şerîf bunu ifade etmektedir. Müslim Sahih'inde ise Bekir'den o Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hac ve umre için birlikte telbiye getirdiğini işittim." Bekr dedi ki: Ben bunu İbn Ömer'e anlattım, o: Hayır yalnızca hac için telbiye getirdi, dedi. Daha sonra Enes ile karşılaştım. Ona İbn Ömer'in dediğini anlattım. Enes dedi ki: Siz bizi galiba çocuk belliyorsunuz. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Bir umre ve bir hac ile lebbeyk dediğini duydum." Müslim, Hacc 185, 186; Nesâî, Hacc 49; Dârimî, Menâsik 78, Müsned, III, 99 Yine Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) umre için telbiye getirdi, ashabı ise hac için telbiye getirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ashabından beraberinde kurban getirenler de ihramdan çıkmadı. Diğerleri ihramdan çıktılar. Buhârî, Hacc 23; Müslim, Hacc 196 Kimi ilim adamı şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aslında kıran haccı yapmış idi. Kıran haccı yaptığına göre o hem hac hem umre yapmış demektir. Böylelikle konu ile ilgili hadisler arasında ittifak hasıl olur. en-Nehhâs da şöyle der: Bu hususta söylenen en güzel sözlerden birisi de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) umre için ihrama girip telbiye getirdi. Onun bu durumunu görenler temettü' yaptı, dediler. Arkasından hac için ihrama girip telbiye getirdi, onun bu durumunu görenler de ifrad haccı yaptı, dedi. Daha sonra da Hazret-i Peygamber: "Bir hac ve bir umre yapmak üzere lebbeyk" dedi; onun bu sözlerini işitenler de kıran haccı yaptı, dediler. Böylelikle konu ile ilgili hadisler arasında ittifak hasıl olmaktadır. Bunun delili ise şudur: Hiçbir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: Ben sadece hac (ifrad) yaptım, temettü' yapmadım, dediğini rivâyet etmemiştir. Bununla birlikte onun Nesâî'nin rivâyet ettiği gibi "kıran yaptım" dediği sahih olarak sabit olmuştur. Nesâî'nin Hazret-i Ali'den rivâyetine göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına vardım bana: "Ne yaptın?" diye sorunca ben: Sen ne şekilde telbiye getirip ihrama girdiysen ben de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdim, dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ben beraberimde hediye kurbanı getirdim ve kıran (hac ile umreyi birlikte) yaptım." Yine (en-Nehhâs devamla) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şunu da ekledi: "Eğer geride bıraktığım işin benzeri ile gelecekte karşılaşacak olursam sizin yaptığınız gibi yaparım, fakat hediye kurbanlarımı getirmiş ve kıran yapmış bulunuyorum." Nesâî, Hacc 49 Hazret-i Hafsa'dan da şöyle dediği sabittir: Dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, insanlara ne oluyor ki umreleri için girdikleri ihramdan çıktılar. Sen ihramdan çıkmadın? O şöyle buyurdu: "Ben başımı keçeleştirdim Keçeleştirme (telbîd): İhramda uzun süre kalacak olanların kirlenmeye karşı saçlarını özel bir zamkla birbirine yapıştırmaları ve böylelikle saçlarını korumaları demektir. (İbnu’l-Esir, en-Nihaye, IV, 424) ve beraberimde hediye kurbanı getirdim. O bakımdan kurbanlarımı kesinceye kadar ihramdan çıkmam." Buhârî, Hacc 34, 107,126, Libâs 69; Müslim, Hacc 177,179; Nesâî, Menâsik 40, 67; İbn Mâce, Menâsik 72; MuvaU ı, Hacc 180; Müsned, VI, 283, 284, 285 İşte bunlar Hazret-i Peygamber'in kıran haccı yaptığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü eğer temettü' haccı ya da ifrad haccı yapmış olsaydı hediye kurbanlarını kesmekten imtina etmezdi. Derim ki: en-Nehhâs'ın "herhangi bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ben tek başına hacc (ifrad) yaptım" dediğini rivâyet etmemiştir" şeklindeki sözüne gelince; Hazret-i Âişe tarafından Hazret-i Peygamber'in: "Ben ise hac için ihrama giriyor ve telbiye getiriyorum" Bu başlığın baş taraflarında geçti. âyeti deha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu ise, ben tek başına hacc (ı ifrad) yapıyorum, demektir. Şu kadar var ki önce umre için ihrama girmiş olması sonra da hac için ihrama giriyorum demesi ihtimali de vardır. Bunu açıklayan hususlardan bir tanesi de Müslim'in İbn Ömer'den yaptığı rivâyettir ki orada şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için ihrama girdi, sonra da hac için ihrama girdi. Müslim, Hacc 174. Buna göre Hazret-i Peygamber'in: "Hac için ihrama giriyorum" demesinde ifrad yaptığına dair bir delil kalmamaktadır. Geriye Hazret-i Peygamber'in: "Ben kıran (yapmaya niyet) ettim." demesiyle onun hizmetçisi Hazret-i Enes'in Hazret-i Peygamber'in: "Hac ve umreyi birlikte yapmak üzere lebbeyk" dediğini işittiğini belirtmesi kalmaktadır. İşte bunlar Hazret-i Peygamber'in kıran yaptığına dair açık naslardır ve te'vil edilme ihtimalleri yoktur. Dârakutnî, Abdullah b. Ebi Katâde'den, o babasının şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hac ile umreyi bir arada yaptı. Çünkü o bundan sonra bir daha hac edemeyeceğini anlamıştı. Darakutnî. II. 288. İfrad, temettü' ve kıran ile bunların her birisinin icma ile câiz olduğuna dair açıklamalar yapılmış bulunmaktadır. İlim adamlarına göre umre yaptıktan sonra ihramdan çıkıp hacca kadar ihramda yasak olan şeylerden faydalanmak (temettü') dört şekilde olabilir. Bunların tek bir şekli üzerinde ittifak vardır, diğer üç şekli hakkında görüş ayrılığı vardır. İttifakla kabul edilen şekil, yüce Allah'ın: "Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetinde kastedilen temettü'dur. Bu da şöyle olur: Kişi -ileride açıklanacağı üzere- hac aylarında umre için ihrama girer. Bu kişinin afakî olması (yani Mekke halkından olmaması) ve Mekke'ye gelip umresini bitirdikten sonra aynı sene beldesine dönmeden önce ya da geldiği cihetin insanlarının mîkatından çıkmadan önce hac için ihrama girinceye kadar Mekke'de ihramsız olarak kalması şeklinde olur. Kişi böyle yaptığı takdirde temettü' yapan (mutemetti') kişi olur; Allahü teâlâ'nın temettü' yapana farz kıldığını yerine getirmelidir. Bu ise kolayına gelen hediye kurbanını kesmektir. Bu kurbanı keser ve Mina ya da Mekke'de yoksullara dağıtır. Kurban kesecek imkânı olmazsa üç gün orada oruç tutar, yedi gün de beldesine döndükten sonra oruç tutar. -İleride açıklanacağı üzere- Müslümanların icmaıyla kurban bayramı birinci günü (Nahr günü) oruç tutamaz. Şu kadar var ki teşrik günlerinde oruç tutmasında -ileride geleceği üzere- görüş ayrılığı vardır. İşte mut'a (temettü' haccı) ile ilgili eskisiyle yenisiyle ilim ehli kimselerin icmâ ile kabul ettikleri hususlar bunlardır. Bunun sekiz tane şartı vardır: 1- Hac ile umreyi bir arada yapacak 2- Her ikisi için bir yolculuk yapacak 3- Aynı yılda bunları yapacak 4- Hac aylarında bunları gerçekleştirecek 5- Önce umreyi yapacak 6- Onları birbirine karıştırmayarak, hac için ihrama umreyi bitirdikten sonra girecek 7- Umre ile hac tek bir kişi için yapılacak 8- Mekkeli olmayacak Temettü' haccı ile ilgili açıklamış olduğumuz hükümlerde, bu sekiz şartı dikkatle aradığınız takdirde göreceksiniz. Umre ile hacca kadar faydalanma (temettü') şekillerinden ikincisi kırandır. Bu ise kişinin tek bir ihramda hac ile umreyi bir arada yapmasıdır. Hac aylarında veya hac ayları dışında her ikisi için ihrama girer ve: "Lebbeyke bi-haccin ve umretin mean (bir arada hac ve umre yapmak üzere emrine itaat ediyorum)" der, Mekke'ye varır varmaz -bu görüşü kabul edenlere göre- haccı ve umresi için tek bir tavaf ve tek bir sa'y yapar. ' Bu görüşü kabul edenler Mâlik, Şâfiî, arkadaşları, İshak ve Ebû Sevr'dir. Aynı zamanda Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah, Atâ b. Ebi Rebah, Hasen, Mücâhid ve Tavus da bu görüştedir. Çünkü Hazret-i Âişe'den gelen hadiste o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Veda haccında çıktık. Umre için ihrama girip telbiye getirdik.. Sözü geçen hadiste şu ifadeler de vardır: Hac ile umreyi bir arada yapanlara gelince bunlar ise tek bir tavaf yaptılar. Hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 31. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Nefr günü (insanların Mina'dan indikleri gün) henüz Beyt'i tavaf etmeden ay hali olan Hazret-i Âişe'ye şöyle demişti: "Yapmış olduğun tavaf, haccın için de umren için de yeterlidir." Müslim, Hacc 132; Müsned, VI, 124. Bir rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Safa ile Merve arasında yapmış olduğun tavaf haccın için de umren için de yeter." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 133. Veya kıran haccı yapan kimse iki tavaf ve iki sa'y yapar ki bu görüşte Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî, Evzaî, el-Hasen b. Salih ve İbn Ebi Leyla tarafından kabul edilmiştir. Ayrıca bu Hazret-i Ali ile İbn Mes’ûd'dan da rivâyet edilmiştir. eş-Şabî ve Cabir b. Zeyd de bu görüştedir. Bunlar Hazret-i Ali'den gelen hac ile umreyi bir arada yapıp hac ve umre için iki tavaf ve iki sa'y yaptığına dair hadisleri delil gösterirler. Daha sonra Hazret-i Ali şöyle der: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde yaptığını gördüm. Bu iki hadisi de Dârakutnî rivâyet etmiş olup hepsinin zayıf olduğunu belirtmiş ve kıranı temettü' kabilinden değerlendirmiştir. Dârakutnî, II, 263. Çünkü kıran haccı yapan kimse umre için ayrı bir yolculuk hac için ayrı bir yolculuk, yapmak halinde sözkonusu olacak yolculuğu terketmekten faydalanır ve her ikisini bir arada yapmak ile temettü' eder (yararlanır). Her birisi için kendi beldesinin mikatında ihrama girmez ve böylelikle hac ile umreyi birbirine katmış olur. İşte bu kimse de yüce Allah'ın: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetinin kapsamına girer. Bu temettü' şeklinin câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Medineliler ise beraberinde hediye kurbanı götürmediği sürece umre ile haccı birleştirmeyi câiz kabul etmezler. Hediye kurbanı da onlara göre bir bedene (deve veya inek)dir, daha aşağısını câiz görmezler. Kıran'ın bir temettü' olduğunun delillerinden birisi de İbn Ömer'in sözüdür: Kıran haccı Mekke dışında oturanlar içindir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir" âyetini okudu. Mescid-i Haram'da ikametgâhı bulunmakla birlikte temettü' ya da kıran yapan kimsenin ne kıran ne de temettü' için kurban kesmesi gerekir. Mâlik der ki: Ben Mekkeli bir kimsenin kıran haccı yaptığını işitmedim. Şayet yapacak olursa onun için ne hediye kurbanı gerekir, ne de oruç. Bu hususta fukahanın Cumhûru da Mâlik'in görüşündedirler. Abdulmelik b. el-Macuşûn der ki: Mekkeli bir kimse hacc ile umreyi birlikte yaparsa (kıran) onun kıran haccı kurbanı kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah, Mekke halkından sadece temettü' haccında kurban kesme ve oruç tutma mükellefiyetini kaldırmıştır. Temettü' haccının üçüncü şekli: Bu Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın yapılmasını tehditle engellediği ve: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde iki tane müt'a vardı. Ben onları yasaklıyor ve bunlardan dolayı ceza veriyorum. Sözkonusu bu iki mut'a birisi kadınlarla mut'a (nikâhı) diğeri ise hac mut'asıdır, Nesâî. Menâsik 150. dediği şekildir. Bundan sonra ilim adamları bunun câiz olup olmadığı hususunda tâ günümüze kadar anlaşmazlık içerisinde olagelmişlerdir. Sözkonusu bu mut'a şöyle olur: Kişi hacc için ihrama girer. Fakat Mekke'ye girdi mi umre yaparak haccını fesheder, daha sonra ihramdan çıkar ve terviye günü (Arefe'den önceki Zülhiccenin sekizinci günü) hac için ihrama girinceye kadar ihramsız kalır. (Yani ihramda yasak olan şeylerden istifade eder). İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kendisine dair rivâyetlerin ardı arkasına geldiği şekil budur. Bunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haccettiği esnada ashab-ı kiramından beraberinde hediye kurbanları bulunmayan ve bu kurbanı getirmeyip hacc için ihrama girmiş olanlara bu haclarını umreye dönüştürmesi emrini vermiştir. İlim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta gelen rivâyetlerin sahih olduğunu icma ile kabul eder ve bunlardan herhangi birisini tenkid edip reddetmezlerdi. Şu kadar var ki onlar böyle bir uygulamayı uygun görüp gereğince amel etmek hususunda ihtilaf etmişlerdi. Bunun da bir takım sebepleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu böyle bir uygulamanın terkedilmesini kabul etmektedirler. Çünkü onlara göre bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı o Veda haccında ashabına özel olarak tanıdığı hususi bir ruhsattır. Ebû Zer der ki: Hac içinde temettü' yapmak bizim için özel bir durum idi. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 160-163; Nesâî, Menâsik 77; İbn Mâce, Menâsik 42; Müsned, III, 469. Yine ondan gelen bir rivâyette o şöyle demiştir: "İki mut'a ancak özel olarak bizim için uygundur. O bununla kadınlarla mut'ayı ve hac mut'asını kastetmektedir." Müslim, Hacc 162 Bunun ashaba has olmasının sebebi ile bunun faydası İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın söylediğine göre şöyledir: "Onlar (yani cahiliyye dönemi Arapları) hac aylarında umre yapmayı yeryüzündeki kötü işlerin en büyüğü kabul ediyorlar ve buna karşılık Muharrem ayını (ayları ertelemek demek olan nesî uygulaması ile) Safer kabul ediyor ve şöyle diyorlardı: "Yük taşımaktan dolayı devenin sırtında yüklerin yaraları iyileşir, aradan geçen zaman dolayısıyla izler silinir. Ve Safer ayı da sıyrılır çıkarsa umre yapmak isteyene umre yapmak helal olur." Fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabı (Zülhicce ayının) dördüncü sabahı hac için ihrama girmiş halde geldiler. Hazret-i Peygamber onlara bu haclarını umreye dönüştürmelerini emretti. Böyle bir davranış onlar gözünde oldukça büyüdü ve: Ey Allah'ın Rasûlü, biz nasıl ihramdan çıkacağız (yani ihram dolayısıyla yasak olan herşey bizim için helal olacak mı)? diye sorunca Hazret-i Peygamber: "İhram dolayısıyla yasak olan herşey helaldir" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 34, Menâkıbu'l-Ensâr 26; Müslim, Hacc 198; Nesâî, Hacc 77; Müsned, I, 252, 261; Ebû Dâvûd, Menâsik 79'da kısmen. Ebû Hâtim'in Sahih Müsned'inde de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Allah'a yemin ederim, Zülhicce ayında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Âişe'ye umre yaptırması ancak bununla müşriklerin uygulamasını kesmek içindir. Çünkü şu Kureyş kabilesi ile onların dinleri üzere yol tutanlar şöyle derlerdi: ": Develerin tüyleri bitip yük taşımaktan dolayı sırtlarındaki yaralar iyileşip Safer ayı da çıktımı umre yapmak isteyene umre yapmak helal olur." Böylelikle onlar Zülhicce ayı bitinceye kadar umre yapmayı haram kabul ediyorlardı. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Âişe'ye umre yaptırması ancak onların bu tür kanaatlerini red etmek maksadına mebnidir. İşte bu âyette Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın umre ile haccı feshetmesinin sebebi ancak onlara hacc aylarında umre yapmanın bir sakıncası olmadığını göstermektir. Bu ise sadece O'na ve O'nunla birlikte olanlara has idi. Çünkü yüce Allah mutlak bir emir ile; hacc ile umreye başlayan herkese bunları tamamlama emrini vermiş bulunmaktadır. Kitaptan olup neshedici veya beyan edici bir sünnet olduğunda herhangi bir kapalılık bulunmayan âyetler müstesna, Allah'ın Kitabının zahirine muhalefet etmek gerekmez. Bunu kabul edenler Ebû Zer'den naklettiğimiz hadis ile el-Haris b. Bilal'in babasından rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bilal dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Haccı feshetmek bizim için özel midir yoksa bütün insanlar için genel midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, bizim için özeldir" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Hacc 77; İbn Mâce, Menâsik 42; Dârimî, Menâsik 37; Müsned, III, 469. Hicaz, Irak ve Şam fakihleri bu görüştedir. Ancak İbn Abbâs, el-Hasen ve es-Süddî'den farklı bir rivâyet gelmektedir ki Ahmed b. Hanbel de bunu kabul etmektedir. Ahmed der ki: Ben haccın umre ile feshedilmesine dair sahih mütevatir olarak varid olmuş bu rivâyetleri Haris b. Bilal'in babasından yaptığı rivâyeti ile Ebû Zer'in kendi açıklamasıyla reddedemem. Ahmed b. Hanbel der ki: Ayrıca ilim adamları Ebû Zer'in görüşünü icma ile kabul etmiş değillerdir. Eğer icma etmiş olsalardı bu bir hüccet olurdu. İbn Abbâs Ebû Zer'e muhalefet etmiş ve bunu hususi bir durum olarak değerlendirmemiştir. İmâm Ahmed, sahih hadisi delil göstermiştir ki bu, Hazret-i Cabir'in hacca dair rivâyet ettiği uzunca hadistir. Orada şöyle de denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer ben geride bıraktığım işimin benzeriyle gelecekte karşılaşacak olursam, hediye kurbanlıklarını beraber götürmem ve bunu umre yapardım." Suraka b. Mâlik b. Cu'şum ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yalnız bizim bu yılımız için midir yoksa ebediyyete kadar böyle mi? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) parmaklarından birini diğerine sokarak -iki defa: "Umre haccın içine girmiştir, hayır bu ebediyyete kadar böyledir." Hadisin bu lâfzı Müslim'e aittir. Müslim, Hacc 203; Ebû Dâvûd, Menâsik 23, 24, 56; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimî, Menâsik 34, Müsned, III, 320. Allahu a'lem Buhârî de şu başlığı koyarken buna meyletmektedir: "Hacc için telbiye getirip ismen onu zikreden." Daha sonra Buhârî Cabir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadisi kaydeder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bizler hac için lebbeyk diyerek (telbiye getirdiğimiz halde) geldik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bize emretmesi üzerine biz de onu umreye dönüştürdük. Buhârî, Hacc 35. Bir kesim de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ihramdan çıkma emrini vermesi bir başka vecih ile olmuştur. Mücâhid bu vechi şöylece zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı önceleri hacca (niyetle kendilerine) farz kılmamışlardı. Hazret-i Peygamber onlara mutlak olarak telbiye getirip ihrama girmelerini emretmiş ve kendilerine neyin emrolunacağını beklemelerini söylemişti. Hazret-i Ali de Yemen'de iken bu şekilde ihrama girip telbiye getirmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihramı da bu şekilde idi. Buna Hazret-i Peygamber'in şu sözü delildir: "Eğer ben işimin geride bıraktığımın benzeriyle karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanları getirmez ve umre yapardım." Sanki Hazret-i Peygamber kendisine ne emrolunacağını gözetleyerek çıkmış idi. Ve ashabına da aldığı emrin aynısını verecekti. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu âyeti de delildir: "Bu mübarek vadide Rabbim nezdinden birisi bana geldi ve dedi ki: Umre içinde bir hac de, dedi." Buhârî, Hacc 16, İ'tisâm 16, Hars 16; Ebû Dâvûd, Menâsik 23, 24; İbn Mâce, Menâsik 40. Temettu'un dördüncü şekli: Bu, muhsarın ve Beyte ulaşmaktan alıkonulan kimsenin temettu'udur. Yakub b. Şeybe dedi ki: Bize Ebû Seleme et-Tebuzeki anlattı. Bize Vuheyb anlattı. Bize İshak b. Suveyb anlatarak dedi ki: Hutbe irad ederken Abdullah b. ez-Zübeyr'in şöyle dediğini dinledim: Ey insanlar! Allah'a yemin ederim hac zamanına kadar umre ile temettü' etmek (faydalanmak) sizin yaptığınız gibi değildir. Lakin temettü' kişinin haccetmek üzere yola çıkması düşmanın ya da kendisini mazur gösterecek herhangi bir işin onu hac günleri geçinceye kadar engellemesi, bunun akabinde Beyte gelip tavaf etmesi, Safa ile Merve arasında sa'y etmesi daha sonra ise ihramdan çıkarak gelecek seneye kadar temettü' yapması ve sonra da haccedip hediye kurbanını kesmesidir. Muhsarın hükmü ve ilim adamlarının bu konudaki açıklamaları ile ilgili bilgiler bundan önce geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. Önceden onun (İbn ez-Zübeyr'in) kabul ettiği görüş şu idi: Muhsar kimse ihramdan çıkmaz. Kurban bayramının birinci günü onun adına hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder, sonra traş olur ve Mekke'ye gelene kadar yine ihramlı kalmayı sürdürür, Mekke'de umre yaparak hacc ihramından çıkardı. Ancak İbn ez-Zübeyr'in zikrettiği husus yüce Allah'ın: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" âyetinden sonra yer alan: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyetinin umumuna muhaliftir. Ve burada görüldüğü gibi hac ile umre için ihsarın hükmü arasında etraflı ve farklı hükümler verilmemektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı da Hudeybiye'de alıkonulduklarında ihramdâ ve Hazret-i Peygamber ashaba da ihramdan çıkmaları emrini verdi. Darakutnî. II. 288. Temettü' Yapana "Mutemetti" Adının Veriliş Sebebi: İlim adamları temettü' yapana "mutemetti'" adının veriliş sebebinin ne olduğu hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. İbnu'l-Kasım der ki: Çünkü o umre vaktinde ihramdan çıkmak suretiyle hacca başlayacağı vakte kadar ihramlı için yapılması câiz olmayan herşeyden faydalanmış (temettü' etmiş) olur. Başkalan ise şöyle der: Temettü' haccı yapana mutemetti' denilmesinin sebebi iki ayrı yolculuktan birisini kaldırmakla faydalanmasıdır. Çünkü umrenin hakkı, özel bir yolculuk kastıyla yapılmasıdır. Haccın hakkı da budur. Fakat o her ikisinden birisini düşürmek suretiyle temettü' ettiğinden Allah onu bir kurban kesmekle mükellef tutmuştur. Tıpkı aynı yolculukta hac ile umreyi bir arada yapan kârin (kıran haccı yapan) kimse gibi. Ancak birinci açıklama şekli daha geneldir. Çünkü mutemetti' kimse ihramlı olmayan kimsenin yapması câiz olan herşeyi yapıp ondan istifade eder ve haccetmek için ayrıca evinden yolculuk yapma gereği üzerinden düştüğü gibi, haccı için ona ait olan mikattan itibaren ihrama girme yükümlülüğü de düşmüş olur. İşte Hazret-i Ömer ile İbn Mes’ûd'un mekruh gördükleri ve her ikisinin ya da onlardan birisinin buna dair şu sözü söyledikleri hac şekli de budur: Sizden herhangi bir kimse organından meni damladığı halde (oradan Arafat'a geçmek üzere) Mina'ya nasıl gelir? Hazret-i Ömer, temettü' haccı yapılmasını tavsiye etmeyiş sebebini bu manaya gelecek sözlerle şöylece açıklamıştır: "... Onların (Arafat'a yakın bir yer olan) Erâk'ta hanımlarıyla ilişki kurup başlarından su damladığı halde hacca gitmeleri hoşuma gitmedi..." (Müslim, Hacc 157; Nesâî, Menâsik 50; İbn Mâce, Menâsik 40; Müsned, I, 50). Ancak müslümanlar bunun câiz olduğu üzerinde icma etmişlerdir. İlim adamlarından bir grup da şöye demiştir: Hazret-i Ömer'in bunu mekruh görmesinin sebebi, onun Beytullah'ın aynı senede birisi hac için birisi umre için iki defa ziyaret edilmesini arzuladığından dolayıdır. Ve ona göre ifrad haccı daha faziletlidir. O bakımdan ifrad haccı yapmayı emrediyor, ona meylediyor ve onu müstehab gördüğü için diğer hac şekillerini yasaklıyor idi. İşte bundan dolayı: "Haccınızın ve umrenizin arasını ayırın, çünkü sizden herhangi bir kimsenin hac ayları dışında gelip umre yapması haccını da daha eksiksiz yapmasına, umresini de daha eksiksiz yapmasına sebeptir" demiştir. Muvatta’', Hacc 67. Hac aylarında umre yaptıktan sonra beldesine ve ikametgâhına geri dönüp sonra aynı sene gelip hacceden kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının Cumhûru şöyle der: Böyle bir kimse temettü' haccı yapmış olmaz. Onun hediye kurbanı kesmesi de oruç tutması da gerekmez. Hasan-ı Basrî ise şöyle der: Ailesinin ikametgâhına dönse dahi haccetse de etmese de yine temettü' yapmış gibi olur. Çünkü: Hac aylarında bir umre mut'adır, denilirdi. Bunu Huşeym Yûnus'tan o el-Hasen'den rivâyet etmiştir. Yine Yûnus'tan, onun da el-Hasen'den rivâyetine göre böyle bir kimsenin hediye kurbanı kesmesi gerekmez. Ancak sahih olan birinci görüştür. Ebû Ömer de ondan bu şekilde: "İster haccetsin ister etmesin" dediğini zikretmektedir. Fakat İbnu'l-Münzir bunu bu şekilde zikretmez. İbnu'l-Münzir der ki: el-Hasen'in bu konudaki delili yüce Allah'ın: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse" şeklinde Kitab-ı Kerîm'in zahirinden anlaşılandır. Burada ayrıca ailesine dönmesi ya da dönmemesi istisna edilmemiştir. Şanı yüce Allah'ın eğer bu konuda özel bir muradı olmuş olsaydı bunu ya kendisi Kitab-ı Kerîm'inde ya da Rasûlünün aracılığıyla elbette açıklardı. Said b. el-Müseyyeb'den de el-Hasen'in görüşüne benzer rivâyet vardır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Yine bu hususta el-Hasen'den ilim adamları tarafından arkasından gidilmeyen ve ilim ehlinden hiçbir kimsenin görüş olarak beyan etmediği bir söz daha rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: Her kim kurban bayramı birinci gününden sonra umre yaparsa bu da bir mut'a (temettü') olur. Tavus'tan iki görüş rivâyet edilmiştir ki, bunlar el-Hasen'den zikrettiğimiz görüşten daha da şaz ve istisnaîdir. Bunlardan birisine göre hac ayları dışında bir kimse umre yapsa sonra da hac vakti girene kadar (Mekke'de) ikamet etse, sonra aynı yıl haccını yapsa o kimse mütemettidir. Ancak ilim adamları arasında ondan başka bu görüşü belirten yoktur. Çeşitli bölge fakihlerinden bu kanaatte olan kimse de yoktur. Çünkü -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- hac aylarında umre yapmaktansa haccetmek daha uygundur. Çünkü umre senenin bütün aylarında caizdir. Haccın ise yapılacağı vakit, belli aylardır. Herhangi bir kimse hac aylarında bir umre yapacak olursa, o umreyi hac için daha evlâ olan bir yerde yapmış olur. Şu kadar var ki yüce Allah Kitab'ında ve Rasûlünün aracılığıyla temettü' haccı yapan ile kıran haccı yapan ve sadece umre yapmak isteyen kimseye umre yapma ruhsatını vermiştir. Bu onun tarafından bir rahmettir. Ve ayrıca yüce Allah, temettü' (ve kıran haccında) kolayına gelen kurban kesmesini de emretmiştir. Tavus'un bu tür istisnaî ikinci görüşü ise Mekkeli olup da Mekke dışından herhangi bir yerden temettü' haccı yapan bir kimsenin hediye kurbanı kesmek zorunda olduğu şeklindeki görüşüdür. Ancak böyle bir görüş benimsenemez. Çünkü yüce Allah'ın: "Bu, aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir" âyetinin zahirine uygun değildir. İlim adamları topluluğunca câiz kabul edilen temettü' haccı bizim önceden sözünü ettiğimiz şartlarla açıkladığımız şekilde yapılan hacdır. Başarımız Allah'tandır. 6- Mekke Dışından Umre İçin Gelip İkametten Sonra Hacceden Mutemetti' Olur mu? Mekke halkından olmayan bir kimse hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse ve orada ikamet kararında bulunsa, sonra aynı sene hacca başlayıp haccetse, bu kimsenin mutemetti' olacağı ve temettü' haccı yapanın mükellefiyetleri ile mükellef olduğu hususu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Yine Mekkeli olup da mikat sınırlan dışında umre niyetiyle ihrama girip gelen, sonra da aile halkı Mekke'de oldukları halde Mekke'den hacca başlasa ve başka bir yerde de meskeni yoksa bu kimsenin kurban kesmesinin gerekmeyeceğini de icma ile kabul etmişlerdir. Hem Mekke dışında bir yerde hem de Mekke'de ikametgâhı varsa Mekke'de de başka yerde de ailesi bulunuyor ise yine hüküm budur. Aile halkıyla birlikte Mekke'den taşınıp sonra hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse orada da aynı sene hac yapıncaya kadar ikamet etse temettü' yapmış olacağını da icma ile kabul etmişlerdir. 7- Temetu' Haccı Yapan Kimsenin Yapması Gereken Tavaf ve Sa'yler: Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî ve Ebû Sevr ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Temettü' haccı yapan bir kimse umre için Beyt'i tavaf eder, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Bundan sonra da haccı için bir tavaf yapması gerekir ve yine Safa ile Merve arasında da sa'y etmesi gerekir. Atâ ve Tavus'tan rivâyet edildiğine göre ise Safa ile Merve arasında tek bir sa'y yapması yeterlidir. Birincisi meşhur olandır. Cumhûrun kabul ettiği de budur. Kıran haccı yapanın tavafı ile ilgili açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hac ayları dışında umreye başlayıp da hac aylarında umre işlerini yerine getiren kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Bu kişinin umresi ihramdan çıktığı ay hangisi ise onda kabul edilir. Demek istiyor ki, o eğer hac ayları dışında umre ihramından çıkacak olursa temettü' haccı yapmış olmaz. Eğer hac ayları içerisinde umresini bitirip ihramdan çıkarsa bu kimse aynı sene haccettiği takdirde temettü' haccı yapmış olur. Şâfiî der ki: Haram aylarda umre için Beyt'i tavaf ettiği takdirde aynı sene haccederse temettü' haccı yapmış olur. Çünkü umre Beyt'i tavaf etmekle tamam olur ve burada onun tamam olmasına bakılır. Aynı zamanda bu, Hasan-ı Basrî'nin Hakem b. Uyeyne'nin, İbn Şubrume'nin ve Süfyan es-Sevrî'nin de görüşüdür. Katâde, Ahmed ve İshak da der ki: Hangi ayda ihrama girmiş ise umresini o ayda yapmış kabul edilir. Bu anlamda Cabir b. Abdullah'tan da bir rivâyet gelmiştir. Tavus der ki: Harem bölgesine hangi ayda girerse umresini o ayda yapmış kabul edilir. Re'y ashabı da der ki: Eğer umre için üç şavt Ramazanda, dört şavt da Şevval ayında yapıp da aynı sene haccını yaparsa temettü' haccı yapan kimse olur. Şayet tavafın dört şavtını Ramazan ayında geri kalan üç şavtını da Şevval ayında yaparsa mutemetti' olmaz. Ebû Sevr de der ki: Hac ayları dışında umre için ihrama girerse umre için ister Ramazanda tavaf etsin ister Şevvalde, bu umresi sebebiyle mutemetti' olmaz,. Ahmed ve İshak'ın: Hangi ayda umre için ihrama girdi ise o ayda umre yapmış kabul edilir, şeklindeki sözlerinin anlamı da budur. 9- Umre Niyetiyle Hac Aylarında İhrama Girdikten Sonra Tavaf Etmeden Hacca Başlarsa: Hac aylarında umre niyetiyle ihrama giren bir kimse, Beyt'i tavafa başlamadığı sürece eğer haccederse; böylelikle bu kişinin kıran haccı yapmış olacağını ve hac ve umreye birlikte niyet ederek kıran haccı yapanın yapması gerekenleri de yapmakla yükümlü olduğunu ilim adamları icma ile kabul etmişlerdir. Ancak tavafa başladıktan sonra umreyi bitirmeden hacca başlayan kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Bunun haccını tamamlaması gerekir ve tavafını bitirmediği sürece o kişi kıran haccını yapmış olur. Benzeri bir görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Ondan meşhur olan görüş ise şudur: Tavafa başlamadan önce bu câiz olmaz. Şöyle de denilmiştir: Böyle bir kimse tavaf için kılması gereken iki rek'at namazını kılmadığı sürece umre üzerine hacca başlama hakkına sahiptir. Bütün bunlar Mâlik'in ve arkadaşlarının da görüşleridir. Umre yapan bir kimse umresi için birtek şavt tavaf etse sonra hac için ihrama niyet etse o kimse kıran haccı yapmış olur; umrenin geri kalanı ondan sakıt olur ve kıran haccı için kurban kesmesi gerekir. Yine bir kimse tavafının birkaç (şavt)ında veya tavaf namazını kılmadan önce fakat tavafını bitirdikten sonra, hac için ihrama girse durum aynıdır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Böyle bir kimse Safa ile Merve arasındaki sa'yini tamamlamadığı sürece haccı umreye katabilir. (Kıran Haccı yapabilir). Ebû Ömer der ki: Bütün bunlar ilim adamlarınca istisnaî (şaz) görüşlerdir. Eşheb der ki: Bir kimse umre için tek bir şavt tavaf edecek olursa hac için ihrama giremez ve kıran haccı yapamaz. Böyle bir kimse umresini tamamlayıncaya kadar sürdürür, ondan sonra hac için ihrama girer. Bu Şâfiî ile Atâ'nın görüşüdür. Ebû Sevr de bu görüştedir. Âl-imler, hacca umrenin katılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Ebû Sevr ve İshak der ki: Umre hacca katılamaz. Her kim hacca umreyi katacak olursa onun yapacağı bu umre birşey ifade etmez. Mâlik bu görüştedir. Şâfiî'nin iki görüşünden biri de budur. Şâfiî'den Mısır'da meşhur olarak nakledilen görüş de budur. Ebû Hanîfe, arkadaşları ve kadim mezhebinde Şâfiî der ki: Böyle bir kimse kıran haccı yapmış olur ve haccı için tek bir şavt tavaf etmediği sürece kıran haccı yapanın neyi yapması gerekiyorsa o da onu yapar. Tek bir şavt tavaf'ettiği takdirde bunları yapması gerekmez. Çünkü artık o hac işlerine başlamış olur. İbnu'l-Münzir der ki: Ben bu mesele hakında Mâlik'in görüşünü kabul ediyorum. 11- Temettü'Haccı Yapanın Kurban Kesmesi: Mâlik der ki: Temettü' haccı yapan bir kimse umresi için bir kurban kesecek olursa bu ona yeterli gelmez. Temettü' haccı için bir başka kurban kesmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse umre ihramından çıktıktan sonra hacca başladığı takdirde temettü' haccı yapan bir kimse olur ve o vakit onun üzerine kurban kesmesi gerekir. Ebû Hanîfe, Ebû Sevr ve İshak der ki: Temettü' haccı yapan kurbanını ancak kurban günü kesebilir. Ahmed der ki: Eğer temettü' haccı yapan kimse (Zulhiccenin ilk) on gününde Mekke'ye gelir, tavaf ve sa'y yaparsa kurbanını kesebilir. On günün içinde gelirse ancak kurbanın birinci günü kurbanı keser. Atâ da bu görüştedir. Şâfiî der ki: Tavaf ve sa'y yaptığı takdirde umre ihramından çıkar. İster beraberinde hediye kurbanlarını getirmiş olsun, ister getirmesin. 12- Temettü' Haccı Yapanın Ölmesi: Temettü' haccı yapmak isteyen kimsenin ölmesi halinde (hükmün ne olacağı hususunda) Mâlik ve Şâfiî farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî der ki: Hac için ihrama girmiş ise eğer imkânı olmuşsa temettü' kurbanını kesmesi vaciptir. Bunu ez-Za'feranî Şâfiî'den nakletmiştir. İbn Vehb'in rivâyetine göre ise Mâlik'e: Hac için ihrama girdikten sonra Arafe'de veya başka bir yerde vefat eden temettü' haccı yapan kimse ile ilgili olarak böyle bir kimsenin hediye kurbanı kesmesi görüşünde misin? diye sorulmuş; o da şu cevabı vermiş: Bunlardan herhangi bir kimse Akabe Cemresine taş atmadan önce ölürse görüşüme göre hediye kurbanı kesmesi gerekmez. Cemreye taş attıktan sonra öldüğü takdirde ise kurban kesmesi gerekir. Ona: Peki bu bıraktığı ana maldan mı karşılanır yoksa üçte birinden mi diye sorulunca: Hayır ana maldan karşılanır, diye cevap vermiştir. Yüce Allah'ın: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 196. âyetin: "Şayet alıkonursanız... kurbanından (gönderin)" bölümü ile ilgili açıklamalar, onbirinci başlık. Âyetin: "Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah cezası cidden çetin olandır" bölümüne dair açıklamalarımızı da on başlık halinde sunacağız: 1- Kurban Kesme İmkânı Bulamayan Kimse: Yüce Allah'ın: "Fakat kim bulamazsa.." âyetinden kasıt, kurban bulamayandır. Ya parasını bulamadığından ya da kesecek hayvanı bulamadığından dolayı kurban bulamayan kimse hacda üç gün, beldesine döndüğünde de yedi gün oruç tutar.. Hac günlerinde tutulması gereken üç günün sonuncusu Arefe günüdür. Tavus'un görüşü budur. Bu görüş en-Nehaî, Atâ, Mücâhid, Hasan-ı Basrî, en-Nehaî, Saîd b. Cübeyr, Alkame, Amr b. Dinar ve re'y ashabından da rivâyet edilmiştir. Bunu İbnu'l-Münzir nakletmektedir. Ebû Sevr, Ebû Hanîfe'den bu üç günü umre için girmiş olduğu ihramı süresince tutması gerektiğini nakletmektedir. Çünkü umre ihramı temettü' haccı için girilen iki ihramdan birisidir. Dolayısıyla bu üç gün hac için girmiş olduğu ihramda tutabileceği gibi bu umre günlerinde de tutması câiz olur. Yine Ebû Hanîfe ve arkadaşları da şöyle der: Terviye gününden bir gün öncesini (Zülhiccenin yedinci günü), terviye gününü ve Arefe gününü oruçlu geçirir. İbn Abbâs ve Mâlik b. Enes der ki: Hac için ihrama girdiği andan itibaren kurban bayramı birinci gününe kadar olmak üzere bu üç günü tutabilir. Çünkü yüce Allah: "Hac günlerinde üç., gün oruç tutar" diye buyurmaktadır. Bu üç günü umre için girdiği ihram içerisinde tutacak olursa orucu vaktinden önce tutmuş olur ve bu onun için yeterli olmaz. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de şöyle der: O bu üç günü hac için ihrama girdiği vakit ile Arefe günü arasında tutar. Aynı zamanda bu İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'nin de görüşüdür. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de rivâyet edîlmîştîr. Muvatta’' adlı eserindeki sözlerinin gereği de budur. Böylelikle Arafe gününde oruçsuz olur. Bu şekilde oruç tutması sünnete uymak bakımından daha uygundur, ibadet yapması açısından da daha bir güç sahibi olmasına sebeptir. Buna dair açıklamalar da gelecektir. Yine Ahmed'den gelen rivâyete göre bu üç günü ihrama girmeden önce tutması caizdir. es-Sevrî ve el-Evzaî der ki: Bu üç günü on günün (Zülhiccenin on gününün) başından itibaren tutabilir. Atâ da bu görüştedir. Urve de der ki: Mina günlerinde Mekke'de olduğu sürece tutar. Aynı zamanda bu Mâlik'in ve Medine halkından da bir grubun görüşüdür. Mina günleri ise kurban bayramının birinci gününden sonra gelen üç teşrik günüdür. Mâlik'in Muvatta’''dakı rivâyetine göre mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe şöyle dermiş: "Hacca kadar umreden faydalanan kimsenin eğer kesecek kurban bulması mümkün olmazsa, hac için ihrama girdiği gün ile Arafe günü arasında (üç gün) oruç tutar.. Eğer bu günlerde oruç tutmazsa Mina günlerini oruçlu geçirir." Muvatta’', Hacc 255; Buhârî, Savm 68 (İbn Ömer'den) Bu ifade temettü' haccı yapan kimsenin ihrama girdiği vakitten Arafe gününe kadar oruç tutmasının sahih olmasını ve bunun başlangıç vaktinin bu olmasını gerektirmektedir. Ya bu günlerin bu üç günün eda vakti olmasından, ondan sonraki Mina günlerinin ise -Şâfiî'nin arkadaşlarının dediğine göre- kazanın yapılacağı vakit olmasından dolayıdır ya da kurban bayramının birinci günü (yevmu'n-nahr)den önce orucu tutmanın kişiyi borçtan kurtardığından dolayıdır; emrolunan da budur. Mezhepte daha zahir (güçlü) olan görüş, daha önce oruç tutmak daha faziletli olsa bile bu günlerde (Mina günlerinde) oruç tutmanın eda yoluyla olacağı şeklindedir. Tıpkı namazın eda edilmesi için genişçe bir vakti bulunan namaz vaktinin baş taraflarının sonrasından daha faziletli olduğu gibi. Sahih olan budur ve bu Mina günlerinde tutulan oruç kaza değil eda orucudur. Çünkü yüce Allah'ın: "Hac günlerinde" diye buyurması hem haccın yapıldığı yeri kastetmesi hem de hac günlerini kastetmesi ihtimal dahilindedir. Eğer kastedilen hac günleri ise bu görüş sahihtir. Çünkü haccın son günü nahr (kurbanın birinci günü)dür. Bununla birlikte haccın son günlerinin taş atma günleri olma ihtimali de vardır. Çünkü taş atma haccın rükünlerinden olmamakla birlikte katıksız olarak hac işlerindendir. Eğer "hac günleri"nden kasıt haccın yeri ise, Mina günlerinde Mekke'de kaldığı sürece bu orucu tutabilir. Urve'nin dediği gibi. Bu görüş oldukça da kuvvetlidir. Bazıları da şöyle demiştir: Böyle bir kimse ta baştan beri bu üç günün orucunu teşrik günlerine kadar te'hir edebilir. Çünkü onun oruç tutmasının vacip olması, ancak kurban bayramı birinci günü kesecek kurban bulamaması halinde sözkonusu olur. 2- Teşrik (veya Mina) Günlerinde Oruç Tutmak: Eğer: Medinelilerden bir grup, yeni görüşünde Şâfiî ve mezhebine mensup âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mina günlerinde oruç tutmayı yasakladığından dolayı teşrik günlerinde oruç tutmak câiz değildir; denilecek olursa; böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Eğer bu konuda bir yasak sabit ise bu umumi bir yasaktır. Bu yasaktan Buhârî'de sabit olan, Hazret-i Âişe'nin bu günlerde oruç tuttuğuna dair rivâyetiyle temettü' haccı yapan kimsenin oruç tutmasıyla tahsis edilir. İbn Ömer ile Hazret-i Âişe'den de şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Kesecek kurban bulamayan kimse dışında teşrik günlerinde oruç tutmak için ruhsat verilmez. Buhârî, Savm 68 Dârakutnî der ki: Bu hadisin isnadı sahihtir. Ayrıca bunu merfu olarak İbn Ömer'den, Hazret-i Âişe'den ve üç ayrı yoldan da rivâyet etmiş, bununla birlikte bunların zayıf olduklarını da belirtmiştir. Dârakutnî, II, 186. Bu günlerde oruç tutma ruhsatının verilmesi ise ancak oruç tutması gereken günler sayısınca hac günlerinden geriye kalmış olması dolayısıyladır. (O zamana kadar) kesilecek kurban bulunamadığından dolayı orucun tutulması vücubu da ancak bununla tahakkuk eder. İbnu'l-Münzir der ki: Biz Ali b. Ebî Tâlib'den şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Oruç tutamayacak olursa teşrik günlerinden sonra oruç tutar. Bunu el-Hasen ve Atâ da söylemiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Eğer (Zülhiccenin) ilk onunda oruç tutamayacak olursa kurban kesmekten başka bir çaresi yoktur. Bu, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Tavus ve Mücâhid'den rivâyet edilmiştir. Ayrıca Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) bunu Ebû Hanîfe'den ve arkadaşları da ondan nakletmiş bulunuyorlar. Bu konu üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. 3- Temettü' Haccı Yapan Kurban Bulduğu Takdirde Oruç Tutabilir mi? İlim adamları temettü' haccı yapan kimsenin kesecek kurban bulduğu takdirde oruç tutamayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Ancak önceleri kesecek kurban bulamadığından dolayı oruç tutsa daha sonra orucunu bitirmeden kurban bulduğu takdirde ne yapacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Vehb'in zikrettiğine göre Mâlik şöyle der: Oruca başlayıp daha sonra kesecek kurban bulsa kurban kesmeyi daha çok severim. Yapmadığı takdirde de oruç tutması onun için yeterlidir. Şâfiî der ki: Bu durumda kişi orucuna devam eder: Onun için de farz olan odur. Ebû Sevr de böyle demiştir. Hasen ve Katâde'nin de görüşü bu olup İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Ebû Hanîfe der ki: Orucunun üçüncü gününde kurban kesecek imkanı bulduğu takdirde orucu batıl olur ve kurban kesmesi vacip olur. Şayet hac günlerinde üç gün oruç tutuktan sonra kurban kesecek imkanı bulur ise, o takdirde geri kalan yedi günü tutup kurban kesme yoluna gitmeyebilir. es-Sevrî, İbn Ebî Necih ve Hammâd da bu görüştedir. Yüce Allah'ın: "Yedi gün" kelimesi Cumhûr tarafından "üç" kelimesi üzerine atıf ile iki esreli okunmuştur. Zeyd b. Ali ise "yedi gün daha oruç tutunuz" anlamına gelecek şekilde iki üstün ile okumuştur. 5- "Döndüğünüz Vakit" Âyetinden Maksat: Yüce Allah'ın: "Döndüğünüz vakit" âyeti ile kastedilen, dönüş yeri ülkeniz, beldelerinizdir. İbn Ömer, Katâde, er-Rabi, Mücâhid ve Atâ bu görüştedir. Mâlik de "Muhammed'in Kitabı"nda böyle demiştir. Şâfiî de bu görüştedir. Katâde ve er-Rabi' derler ki: Bu yüce Allah tarafından verilmiş bir ruhsattır. Kendi vatanına dönmedikçe hiçbir kimseye o yedi gün orucu tutmak -Ramazan ayında yolculukta oruç tutan kimsenin yaptığı gibi, işi oldukça sıkı tutan kişi olması müstesna- icabetmez. Ahmed ve İshak da der ki: Yolda oruç tutması da caizdir. Bu görüş Mücâhid ve Atâ'dan da rivâyet edilmiştir. Mücâhid der ki: Dilediği takdirde bu yedi günü yolda tutabilir. Bu bir ruhsattır. İkrime ve el-Hasen de böyle demiştir. Bazı dil bilginlerine göre ise ifadenin takdiri şöyledir: Hacdan döndüğünüz takdirde., yedi gün oruç tutunuz. Yani ihramdan önce ihramdan çıkıp eski halinize döndüğünüz takdirde (yedi gün oruç tutunuz), demektir. Mâlik "el-Kitab"da der ki: Mina'dan döndükten sonra orucunu tutmasında mahzur yoktur. İbnu'l-Arabî de der ki: "Eğer bu bir hafifletme ve bir ruhsat ise ruhsatların öne alınması ve bu konuda kolayı terkedip azimete yönelmek icma ile caizdir. Eğer bu âyetten kasıt (yedi günlük orucun tutulması için) bir vakit tayini ise, bu hususta haccedenlerin ülkelerinin kast edildiğini ortaya koyan açık bir nas da yoktur, zahir bir ifade de yoktur. Çoğunlukla kastedilen ve bu hususta daha zahir olan, hac olduğu şeklindedir." İbnu'l- Arabi'den iktibasın son cümlesi olan "çoğunlukla. . . şeklindedir" cümlesi, İbnu’l-Arabi'nin Ahkâm, 1,131 deki ifadesi esas alınarak tercüme edilmiştir. Âyetten maksat, hacının ülkesine dönüşü değil, Mina'dan dönüşüdür, demek istiyor. Yani bu yedi günü Minâ dönüşü sonrası ister hacda, ister ülkesinde tutabilir. Ancak Kurtubî bu kanaati paylaşmıyor. Derim ki: Hatta bu hususta âdeta nassa yaklaşan zahir bir ifade vardır. Bunu Müslim'in İbn Ömer'den şöyle dediğine dair rivâyeti beyan etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Veda haccında umreden hacca kadar (ihramdan çıkarak) temettü’ yaptı ve hediye kurbanı kesti. Zülhuleyfe'den beraberinde hediye kurbanlarını alıp götürdü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için telbiye getirip ihrama girdi, sonra da hac için telbiye getirip ihrama girdi. İnsanlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hacca kadar umreyle faydalandı (Temettü' etti). Ve insanlardan kimisi beraberinde kurban götürmüş ve kurbanlarını kesmişti, kimisi de kurban götürmemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gelince insanlara şöyle dedi: "Sizden hediye kurbanı getiren kimse varsa, bu kişi ihram dolayısıyla kendisine haram olan herhangi bir şeyi haccını bitirinceye kadar helal bilmesin. (İhramdan çıkmasın). Ve sizden her kim hediye kurbanı getirmediyse Beyt'i tavaf etsin, Safa ile Merve arasında sa'y etsin, saçlarını kısaltsın ve ihramdan çıksın. Daha sonra da hac için ihrama girip telbiye getirsin ve hediye kurbanını kessin. Kesecek kurban bulamayan kimse hacda üç gün ve aile halkının yanına döndüğü takdirde de yedi gün oruç tutsun." Müslim, Hacc 174. Bu hadis yedi gün orucu kişinin ancak aile halkına ve beldesine döndüğü vakit tutmasının câiz olacağı hususunda âdeta açık bir nas gibidir. Bununla birlikte doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Buhârîde de İbn Abbâs'tan gelen hadiste şöyle denilmektedir: "Sonra bize terviye günü akşamı hac için ihrama girmemiz emrolundu. Haccın menâsikini bitirdikten sonra gelip Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y ettik. Haccımız bitmiş ve üzerimize kurban kesmek vacip olmuş oldu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç -beldelerinize- döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar." Mealde yer alan "beldelerinize" kelimesi, İbn Abbâs'ın açıklamasıdır. İleride (yedinci başlıkta) de bu hadis gelecektir. en-Nehhâs der ki: Bu daha önceleri bir icma idi. Yüce Allah'ın: "Tam on gün oruç tutar" âyetindeki "tam on gün"ün anlamı hakkında ilim adamları farklı görüşler ileri sürmüştür. Çünkü bunların (üç ile yedinin) toplamının on olduğu bilinen bir husustur. Bununla ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle der: Herhangi bir kimsenin hacda üç gün veya onun yerine geçmek üzere döndüğü takdirde yedi günden birisini seçmekte muhayyer olduğunu zannedebilir. Çünkü burada "bir yedi gün daha" denilmediğinden dolayı böyle bir kanaate varılabilir. İşte Allah: Önce "on gün" sonra da "tam" diye buyurarak böyle bir yanlış anlama ihtimalini ortadan kaldırmıştır. el-Hasen der ki: "Tam" âyeti sevap itibariyle kurban kesen gibi olur, anlamındadır. "Tam"ın kurbandan bedel olduğuda söylenmiştir. Yani on günün tamamı kurban kesmekten bedeldir. Bir diğer görüşe göre "tam" sevap itibariyle temettü' yapmayan kimsenin sevabı gibidir, anlamındadır. Yine bir başka görüşe göre ise: Burada âyetin lâfzı haber vermek şeklinde ise de anlamı emirdir. Yani siz bu günleri (ona) tamamlayınız. İşte bunların farzı budur. el-Müberred der ki: "On" ifadesi sayının bununla sona ereceğine delalettir. Tâ ki herhangi bir kimse artık yedi günde zikredildikten sonra başka günlerin de sayılarının belirtilebileceğini sanmasın. Bunun te'kid için olduğu da söylenmiştir. Mesela: Elimle yazı yazdım, demek gibi. Şairin şu sözleri de bu kabildendir: "Üç ve iki daha, bunlar beştir Altıncıları ise burnuma yaklaşıyor." Burada "beş" ifadesi te'kiddir. Bir başka şairin şu beyitleri de bu kabildendir: "Sabahleyin üç tane bana bu kadarı yeter Altı tane ise akşamı ettiğim zaman İşte bir günde benim dokuz defa su içmem bunlardır Kişinin suya kandıktan sonra içmesi ise bir hastalıktır." Yüce Allah'ın: "Tam" âyeti bir diğer te'kiddir. Bu âyette bu on günün oruçlarının tutulması fazlasıyla tavsiye edilmekte ve daha aşağı sayıda tutulmaması istenmektedir. Bir kimseye önemli bir işi emr ederken: Bu konuda herhangi bir kusur yapmaktan Allah'tan kork! Allah'tan! demen gibi. 7- Aile İkametgâhı Mescid-i Haramda Olanlar ve Olmayanlar: Yüce Allah'ın: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Harram'da olmayanlar içindir" âyetinin anlamı şudur: Temettü' haccı kurbanı Mescid-i Haram'da hazır bulunmayan yabancılar için vaciptir. Buhârî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs'a haccına dair soru sorulmuş o da şöyle demiş: Muhacirler, Ensar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları Vedahaccındatelbiye getirip ihrama girdiler, biz de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdik. Mekke'ye geldiğimizde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hac için ihrama girip telbiye getirmenizi umre için değiştiriniz. Hediyelik kurbanlarına gerdanlık takanlar müstesna." Biz de Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y yaptık, kadınlarla birlikte olduk, dikişli elbiseler giydik. Hazret-i Peygamber şöyle de buyurdu: "Hediyelik kurbanlara gerdanlık takanlara gelince bunlar kurbanlık yerine ulaşıncaya kadar ihramdan çıkmasınlar." Daha sonra terviye günü akşamı hacc için telbiye getirip ihrama girmemizi emretti. Hac menâsikini bitirdikten sonra geldik, Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y ettik. Böylelikle haccımız tamamlanmış ve bu halde üzerimize bir kurban kesmek vacip olmuştu. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar." İbn Abbâs burada: "Vatanlarınıza döndüğünüz vakit" diye açıklamıştır. (Kurban olarak) bir koyun yeterli gelir. Böylelikle aynı yıl hac ve umre menâsikini bir arada yapmış oldular. Yüce Allah bunu Kitabında inzal buyurmuş, Peygamberinin Sünnetinde beyan etmiş ve Mekke halkı dışında kalan insanlar için bunu mubah kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir." Yüce Allah'ın sözünü ettiği hac ayları ise Şevval, Zülkade ve Zülhiccedir. Her kim bu aylar içerisinde temettü' (haccı) yaparsa onun ya bir kurban kesmesi veya oruç tutması gerekir. (Bir sonraki âyette geçen) rafes cima (kadınlara yaklaşmak)tır. Fusuk (kötü söz): Masiyetler, cidal (kavga) ise tartışmak demektir. Buhârî, Hacc 37. 8- Aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da Olmayanların Yükümlülüğü, Kurban Kesmeleri ve Oruç Tutmaları: Yüce Allah'ın: "Olmayanlar içindir" âyeti olmayanlar üzerindedir, anlamındadır. Yani Mekkeli olmayan kimseler üzerine kurban vaciptir. Hazret-i Peygamber'in: "Onlar için velâ şartını koş" Buhârî, Mükâteb 1, 3, Şurût 13, Buyû’ 73; Müslim, Itk 8; Muvatta’'', Itk 17. hadisinde de böyledir. (Onlara karşı velâ şartını koş, demektir). Yine yüce Allah'ın: "Ve şayet kötülük ederseniz kendinize" (el-İsra, 17/7) yani aleyhinizedir, âyeti de böyledir. Burada temettü' ve kıran haccının Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre yabancı kimse için sözkonusu olduğuna işaret vardır. Aynı şekilde Mescid-i Haram çevresinde bulunanlar için -onlara göre- temettü' ve kıran haccı yapmak sözkonusu değildir. Bununla birlikte Mekkelilerden bu şekilde hacceden olursa bir cinayet kurbanı keser ve ondan birşey yemez. Çünkü bu bir temettü' kurbanı değildir. Şâfiî ise der ki: Mekkeliler bu durumda temettü' ve kıran için kurban keserler. Bu âyette yer alan "bu..." işareti kurban ile oruca racidir. Onlar için kurban kesmek ve oruç tutmak sözkonusu değildir. Abdülmelik b. el-Macuşûn ise temettü' ile kıran haccı arasında fark gözeterek -önceden de ondan nakledildiği üzere- kıran haccı yapılması halinde kurban kesilmesini vacip görürken, temettü' haccında böyle bir yükümlülüğü düşürmektedir. 9- Aile İkametgâhının Mescid-i Haram'da Olmayışı Ne Demektir? Mescid-i Haram'da hazır bulunanlar hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Bununla birlikte -Mekkeliler ile oraya bitişik olanların Mekke'de hazır olanlar olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Taberî ise "Harem ehlinin bunlardan olduğu üzerinde icma vardır" derken, İbn Atiyye: "Durum onun dediği gibi değildir" demektedir. Kimi ilim adamı ise şöyle der: Cuma namazı kılması gereken orada hazır bulunandır. Bu mesafeden daha uzakta bulunan kimse ise hazır olmayan (bedevî) sayılır. Bu görüşü kabul edenler âyet-i kerimedeki "hazır olmak" kelimesini şehirlerde ikamet etmek veya çöllerde yaşamak anlamları ile almıştır. Mâlik ve arkadaşlan ise derler ki: Burada kasıt Mekke halkı ile sadece Mekke'ye bitişik olan beldelerin halkıdır. Ebû Hanîfe ve arkardaşlarına göre ise bunlar Mikat sınırlan içerisinde bulunanlar ile her bir taraftan Mikat'ın ötesinde bulunan kimselerdir. Mikat sınırlan içerisinde kalanlar veya bunların ötesinde kalanlardan olan herkes, Mescid-i Haram'da hazır bulunanlardandır. Şâfiî ve arkadaşlan ise şöyle der: Bunlar bulunduğu yerden Mekke'ye kadar gidecek olursa namazı kısaltması gerekmeyen kimselerdir. Bu gibi yerler ise mikat bölgelerinin (Mekke'ye) en yakın olanlarıdır. Bu âyet-i kerimenin bu âyeti ile ilgili te'vilde selefin kabul ettiği görüşler de bu doğrultudadır. Yani Allah'ın üzerinize farz kıldığı hususlarda "Allah'tan korkun.." Bir görüşe göre burada genel olarak takva emredilmekte ve Allah'ın cezasının çetin oluşundan sakınmaları istenmektedir. 197Hac bilinen aylardır. Her kim o aylarda haccı farz ederse artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Bir de azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır. Ve ey üstün akıl sahipleri! Benden korkun! Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık altında sunacağız: Yüce Allah'ın: "Hac bilinen aylardır" âyetine gelince; yüce Allah: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" âyetinde hac ve umreyi sözkonusu edince zaman itibariyle birbirlerinden farklı olduğunu da beyan etmektedir. Bütün yıl umre için ihrama girmek ve umre yapmak için uygun bir vakit ve zamandır. Hac ise senede yalnız bir defa olur ve hac, sözü geçen bu ayların dışında olmaz. "Hac bilinen aylardır" âyeti mübteda ve haberdir. Bu sözde bir hazf vardır ki takdiri şöyledir: Hac ayları bilinen aylardır. Veya hac zamanı bilinen aylardır. Veya hac yapma zamanı bilinen aylardır. Bunun: Hac bilinen aylardadır, takdirinde olduğu da söylenmiştir. Ancak o takdirde harf-i cerrin sakıt olması dolayısıyla "aylar" anlamına gelen: "el-eşhur" kelimesinin mansup olması gerekir ki, herhangi bir kimse bu kelimeyi mansub olarak okumuş değildir. Şu kadar var ki zarf olmak üzere günlük konuşmalarımızda mansub olması caizdir. el-Ferrâ' der ki: Burada geçen "el-eşhur" kelimesi merfudur. Çünkü bunun anlamı şöyledir: Hac zamanı bilinen aylardır. Yine Ferra der ki: Ben el-Kisaîyi şöyle derken dinledim: Yaz ancak iki aydır. Taylasan ise üç aydır. O bununla yaz zamanı ayları ile Taylasan giyme zamanının süresini belirtmek istemiş ve böylelikle sözlerinde hazf yapmıştır. 2- Bilinen Aylar Hangileridir? Bilinen aylar hakkında görüş ayrılığı vardır. İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Atâ, er-Rabi, Mücâhid ve ez-Zührî der ki: Hac ayları Şevval, Zülkade ve Zülhiccenin tamamıdır. İbn Abbâs, es-Süddî, eş-Şa'bi ve en-Nehaî der ki: Hac ayları Şevval, Zülkade ve Zülhicce'nin ilk on günüdür. Bu görüş İbn Mes'ûd'dan da rivâyet edilmiştir. İbn ez-Zübeyr de bu görüştedir. Her iki görüş de Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. Son görüşü İbn Habib, birincisini de İbnu'l-Münzir nakletmektedir. Bu konudaki görüş ayrılığının faydası kurban kesmek ile alakalıdır. Zülhicce tamamıyla hac aylarındandır, diyen kimse kurban bayramı birinci gününden sonraya bırakılan hac amelleri dolayısıyla kurban kesilmesini gerekli görmez. Çünkü bu işleri hac aylarında yapmış olmaktadır. Fakat son görüşe göre hac kurban bayramının birinci günü ile birlikte sona erer. Bundan sonraya bıraktığı işlerinden dolayı ise o hac amelini vaktinden sonraya bırakmış olacağından dolayı kurban kesmesi gerekir. 3- Hac Aylarının İsimlerinin Tesbiti: Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde hac aylarını ismen zikretmiş değildir. Çünkü bu aylar onlar tarafından bilinmekte idi. Aylar (el-eşhur) kelimesi iki ay ve üçüncü ayın bir kısmı hakkında (çoğul) olarak kullanılabilir. Çünkü bir ayın bir, kısmı onun tamamı gibidir. Nitekim: Ben seni filan yılında veya filan kişinin döneminde gördüm, denilmektedir. Halbuki o kişiyi o yılın kısa bir zamanında görmüştür. Zamanın bir kısmı bütünü karşılığında zikredilebilmektedir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Minâ günleri üç gündür" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Menâsik 68; Tirmizî, Hacc 57; Nesâî, Menâsik 211; İbn Mâce, Menâslk 57; Dârimî, Menâsik 54 Halbuki Mina günleri iki gün ile üçüncü günün cüz'î bir kısmıdır. Yine günlük konuşmada: Bugün seni gördüm, bu yıl sana geldim, denilir. Şöyle de açıklanmıştır: İki ve yukarısı (Arapça'da) çoğul olduğundan dolayı (aylar kelimesi de çoğul olarak:) "eşhur" diye kullanılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Hac Ayları Dışında Hac Niyetiyle İhrama Girmek: Hac ayları dışında hac niyetiyle ihrama girmenin hükmü hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre hac aylarında hac için ihrama girmek haccın sünetlerindendir. Atâ, Mücâhid, Tavus ve Evzaî der ki: Hac aylarından önce hac için ihrama giren kimsenin bu ihramı hac için geçerli olmaz, umre olur. Tıpkı vaktinden önce namaza giren kimsenin durumu gibi. Bu namaz onun için yeterli olmaz ve nafile olur. Şâfiî ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Yine el-Evzaî der ki: Böyle bir kimse umre yaparak ihramdan çıkar. Ahmed b. Hanbel der ki: Bu şekilde davranmak mekruhtur. Böyle bir görüş İmâm Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. Ondan meşhur olan görüş ise senenin tümünde hac için ihrama girmenin câiz olduğu şeklindedir. Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur. en-Nehaî der ki: Haccını tamamlayıncaya kadar ihramdan çıkamaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana hilaller hakkında soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (el-Bakara, 2/189) Buna dair açıklamalar ise daha önceden geçmiştir. Şâfiî'nin benimsediği görüş daha sahihtir. Çünkü orada işaret edilen âyet-i kerîme umumidir. Bu âyet-i kerîme ise hastır. Umumun kapsamına giren birtakım birimlerin, açık nas ile belirtilmesi kabilinden olma ihtimali de vardır. Çünkü bu ayların diğer aylara göre bir fazileti vardır. Buna göre İmâm Mâlik'in görüşü de sahih olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Her kim o aylarda haccı farz ederse.." içten niyet ederek, açık bir fiil olarak da ihram ile işitilen söz olarak telbiye ile başlamak suretiyle haccı yapma yükümlülüğünü üstlenirse, demektir. Bu açıklama İbn Habib'e aittir. Ebû Hanîfe de telbiye ile ilgili olarak böyle demiştir. Ancak Şâfiî'ye göre telbiye haccın rükünlerinden değildir. el-Hasen b. Hayy'ın görüşü de budur. Şâfiî der ki: Hac için ihrama girmekte niyet yeterlidir. Zahirîler ve başkaları telbiye getirmeyi vacip kabul ederler. Sözlükte "farzetme"nin asıl anlamı kesmek, koparmak şeklindedir. Ok atılan yayın kirişinin uç kısmında bağlandığı çukurlara, nehrin su içilen yerine, dağın yan taraflarındaki ve ortalarındaki çukurlara "harda" denilir. Yayın kirişinin bağlandığı çukur nasıl ondan ayrılmaz ise haccın farziyeti de hür kul için öylece ayrılmaz bir hükümdür. "Farzetti"nin açıkladı, beyan etti anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da kai'iyete rad bir anlam olur. Çünkü bir şeyi kat'eden (kesen) kimse onu diğerinden açık bir şekilde ayırdetmiş olur... Burada bazı edatların kullanımına dair birkaç satırlık bir açıklama, gerek görülmediğinden tercüme edilmedi. Yüce Allah'ın: "..artık hacda kadına yaklaşmak., yoktur." İbn Abbâs, İbn Cübeyr, es-Süddî, Katâde, el-Hasen, İkrime, ez-Zührî, Mücâhid ve Mâlik der ki: (Âyet-i kerimede geçen): Rafes: Cima demektir. Yani hacda cima olmaz. Çünkü cima haccı ifsad eder. İlim adamları Arafâta vakfeden önce cimanın haccı ifsad edeceğini ve böyle yapanın gelecek sene haccedip hediye kurbanı kesmekle yükümlü olacağını icma ile kabul etmişlerdir Abdullah b. Ömer, Tavus, Atâ ve başkaları da der ki: (Âyet-i kerimede geçen): Rafes, kadına açıktan açığa çirkin söz söylemek demektir. Bir kimsenin karısına ihramdan çıktığımız takdirde -kinayeli bir lâfız kullanmaksızın- açıkça şunu yapacağız demesi gibi. İbn Abbâs da bu görüştedir. İhramlı olduğu halde şöyle bir beyit okuduğu nakledilmektedir: "Ve o kadınlar bizimle yavaşça yürüyorlar Eğer kuşlar doğru söylerse yumuşak tenli kadını...." Arkadaşı Husayn b. Kays ona: İhramlı olduğun halde çirkin söz (radıyallahü anhfes) mi söylüyorsun, deyince İbn Abbâs şöyle der: Rafes kadınların yanında söylenen bu tür sözlerdir. Bazıları da şöyle demiştir: Rafes kadınları sözkonusu ederek yapılan çirkin konuşmalardır. Bu konuşma kadınların önünde yapılsın ya da yapılmasın farketmez. Erkeğin hanımından istediklerinin hepsini ifade eden kapsamlı bir kelime olduğu da söylenmiştir. Ebû Ubeyde: Rafes boş sözlerdir, deyip şu beyiti nakleder: "Ve nice hacı kafileleri vardır ki bunlar Boş işlerden ve boş (radıyallahü anhfes) sözlerden kendilerini alıkoyarlar." İbn Mes’ûd bu kelimeyi çoğul olarak; "rafesler yoktur" şeklinde okumuştur. İbnu'l-Arabî der ki: "Rafes yoktur" âyeti ile kastedilen bunun meşruluğunu nehyetmektir. Yoksa varlığını nefyetmek değildir. Çünkü bizler hac esnasında rafes yapıldığını biliyor ve şahit oluyoruz. Şanı yüce Allah'ın haber vermesinin ise haberine muhalif olarak ortaya çıkması câiz olamaz. Buradaki nefy, şer'an varlığı ile alakalıdır. Fiilî olarak varlığı ile alakalı değildir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç ay hali süresi beklerler" (el-Bakara, 2/228). Bunun anlamı fiilen nasıl olursa olsun onlar beklerler değil, şer'an beklemelidirler, demektir. Çünkü bizler bazı boşanmış kadınların bu süreyi beklemediklerini görebiliyoruz. O halde buradaki nefy, maddi olarak varlık ile alakalı değil, şer'î hüküm ile alakalı bir nefîydir. Bu, yüce Allah'ın şu âyetine da benzemektedir: "Ona ancak alabildiğine temizlenmiş kimseler dokunur." (el-Vâkıa, 56/79) Eğer bizler bu âyet insanlar hakkında variddir -ki sahih olanı da budur- diyecek olursak, bunun anlamı şudur: Onlardan temizlenmemiş bir kimse şer'an elini o Kitaba dokundurmaz. Eğer temizlenmemiş bir kimse tarafından ona el değdirilecek olursa bu şeriatin hükmüne muhalif olarak gerçekleşir. İşte bu inceliği ilim adamlarının çoğu kavrayamayarak şöyle demişlerdir: Haber nehiy manasına da olabilir. Halbuki böyle birşey asla görülmemiştir. Görülmesi de doğru olamaz. Çünkü ikisi hakikat itibariyle birbirlerinden farklı, nitelik itibariyle de birbirlerine zıttırlar. Yüce Allah'ın: "Günah işlemek.... yoktur" âyetindeki "fusûk" kelimesi bütün masiyetleri ifade eder. İbn Abbâs, Atâ ve el-Hasen bunu söylemişlerdir. İbn Ömer ve bir grup da böyle demişlerdir. Fusûk (fısk işlemek), aziz ve celil olan Allah'ın yasak kıldığı masiyetleri hac için ihramlı olduğu halde işlemektir. Av hayvanını öldürmek, tırnak kesmek, saç kesmek ve buna benzer işler. İbn Zeyd ve Mâlik de der ki: Fusûk putlar için kesmektir. Yüce Allah'ın: "Allah'tan başkasının adına boğazlanmış bir fısktan" (el-En'am, 6/145) âyeti de bu kabildendir. ed-Dahhak da der ki: Fusûk lakap takmaktır. Yüce Allah'ın: "Îmandan sonra fâsıklık ismi ne kötüdür." (el-Hucurat, 49/11) âyeti de bu kabildendir. Yine İbn Ömer der ki: Fusûk sövmektir. Hazret-i Peygamber'in: "Müslümana sövmek fusûk onunla Savaşmak küfürdür" Buhârî, Îman 36; Müslim, Îman 116; Tirmizî, Birr 52, Îman 15; Nesâî, Tanrım 27; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 4. Hadîs-i şerîfi bu kabildendir. Bununla birlikte birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bütün görüşleri kapsamaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Her kim hacceder ve haccında rafes yapmaz, fasıklık etmezse annesinden doğduğu günkü gibi (günahsız) döner." Buhârî, Hacc 4; Müslim, Hacc 438; Tirmizî, Hacc 2; Nesâî, Hacc 4; İbn Mâce, Menâsik 3 "Mebrûr haccın cennetten başka bir mükâfatı yoktur." Buhârî, Umre 1; Müslim, Hacc 437; Tirmizî, Hacc 2; Nesâî, Hacc 3, 5, 6; İbn Mâce, Menâsik 3. Bu hadisi Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin ederim. Gök ile yer arasında Allah yolunda cihad etmeden yahut refesi, fusûku ve cidali bulunmayan mebrur bir hacdan daha faziletli hiçbir amel yoktur." Nesâî, Zekât 49, Îman 1 (yakın ifadelerle) Fukaha der ki: Mebrur hac eda edildiği esnada yüce Allah'a asi olunmayan hacdır. el-Ferrâ' der ki: Daha sonrasında Allah'a isyan olunmayan hacdır. Bu iki görüşü de İbnu'l-Arabi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Derim ki: Mebrur hac eda edildiği esnada da sonrasında da Allah'a asi olunmayan hacdır. el-Hasen der ki: Mebrur hacc, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, âhirete rağbeti artmış olarak dönmesidir. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır ki ileride gelecektir. Yüce Allah'ın: "Kavga etmek yoktur" âyetinden önce yeralan: "Hacda raf es ve fasıklık yoktur" anlamına gelen âyetler şeklinde tenvinli ve ötreli olarak okunmuştur. Aynı zamanda tenvinsiz olarak ve üstün ile de okunmuştur. Bununla birlikte burada yer alan: ": Kavga etmek yoktur" âyetinin fethalı okunması üzerinde icma etmişlerdir. Bu ise bundan önceki kelimelerin de fethalı kıraatini pekiştirmektedir. Çünkü burdan kasıt her türlü rafes, fusûk ve cidali reddetmektir. Ayrıca bütün menfilerde aynı düzenliliğin sağlanması için de öncekilerin de mansub olması gerekir. Zaten kıraat İmâmlarının çoğunluğu mansub okumuşlardır. Bununla' birlikte her üç isim de ref mahallinde olup her birinin başında (nefy edatı olan): "Lâ" var demektir. "Hacda" âyeti ise hepsinin haberidir. Önceki iki ismin ötreli olarak okunuşunun açıklanması ise şöyle olur: Buradaki "lâ" edatı "leyse: değil, olmaz" anlamındadır. O bakımdan ondan sonra gelen isim -ismi olduğundan dolayı- merfu olmuştur. Haber ise mahzuf olup takdiri şöyledir: Hacda rafes de yoktur, fusuk da yoktur. Burada "hacda" kelimesine daha sonra açıkta gelen "hacda" kelimesi delalet etmektedir ki bu da: ": Cidal yoktur" âyetinin haberidir. Ebû Amr b. el-A'la der ki: Ref ile okumak şu anlama gelir: Sakın rafes ve fusûk olmasın, yani hacdan çıkartan herhangi birşey yapılmasın. Daha sonra da nefy ile cümleye başlanarak: Ve hacda cidal da yoktur, diye buyurulmuştur. Derim ki: "Kâne"nin Az önce "lâ"nın "leyse" anlamında olduğu söylenmişti. "Leyse" nakıs bir fiil olarak "kâne" grubundan olduğu için burada "kâne"yi söz konusu etmektedir. tam olması ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer darlık içinde olur (kâne) ise.." (el-Bakara, 2 280) Burada ayrıca bir habere ihtiyacı olmaz. Bunun az önce geçtiği gibi nakısa olması ve haberinin de mahzuf olması ihtimali de vardır. Diğer taraftan: "Rafes ve füsûk" kelimelerinin mübteda olarak merfu olmaları "lâ"nın ise nefy için olması ve haberinin hazfedilmiş olması da mümkündür. (Bu takdire göre anlamı da şöyle olur: Hacda rafes yoktur, fasıklık yoktur ve cidal da olmaz). Ebû Cafer b. el-Ka'kâ', her üçünü de merfu olarak ötreli okumuştur. Bu kıraat bazı yollarla Âsım'dan da rivâyet edilmiştir. Buna göre hacda kelimesi -nasb kıraatinde de söylediğimiz gibi- üçünün de haberi olur. Şu kadar var ki kıraatin farklı olmasıyla birlikte "hacda" kelimesinin hepsinin haberi olması pek güzel kaçmaz. Çünkü "leyse"nin haberi mansubdur. "Lâ"nın haberi ise merfu olur. Çünkü "lâ cidalun" âyeti artık birincisiyle alakalı değildir ve mübteda mahallinde merfu olur. Aynı isimde iki âmilin ameli ise sözkonusu değildir. Mahalline atfetmek suretiyle: "Felâ rafese velâ fusûkun" diye okunması da caizdir. Buna dair nahivciler şunu da delil gösterirler: "Bugün neseb de yoktur, dostluk da yoktur Delik yama yapanın aleyhine genişlemiştir." Günlük konuşmada lâfza atıf etmek suretiyle: "Fela rafese vela fusûkan vela cidalen filhacci" demek caizdir. el-Ferrâ' der ki: Bunun benzeri de şu beyitte sözkonusu edilmiştir: "Mervan ve oğlu gibi bir baba ve bir oğul yoktur. Çünkü o şanı şerefi giyinmiş ve kuşanmıştır." Ebû Recâ el-Utaridî der ki: "Felâ rafese velâ fusûka" şeklinde her iki yerde mansub okunur "velâ cidâlun" şeklinde de ötreli ve tenvinli olarak okunur. el-Ahfeş şu beyiti örnek göstermiştir: "Şanınıza yemin ederim ki küçüklüğün tâ kendisi işte budur Eğer bu böyle ise ben anasız, babasız kalayım." "Felâ rafese vela fusûka" âyetinin anlamının nehiy olduğu söylenmiştir. Yani hac esnasında rafes yapmayın, fasıklık etmeyin, demektir. "Velâ cidâle"nin anlamı ise nefydir. O bakımdan mana itibariyle aralarında fark olduğundan dolayı lâfız itibariyle de aralarında fark olmuştur. el-Kuşeyrî der ki: Ancak bu görüş su götürür. Çünkü: "Velâ cidale" de aynı şekilde nehiy ifade eder. Yani mücadele (kavga) etmeyiniz, demektir. Dolayısıyla neden bunlar arasında fark gözetsin? Âyet-i kerimede geçen "cidal (kavga): Mücadeleden "fiâl" veznindedir. Birşeyi bükmek anlamına gelen "el-cedl"den türemiştir. Bükülmüş yular demek olan: "Zimâmun mecdûl" tabiri de burdan gelmektedir. Arzın kendisi olan el-cedâle'den türetilmiş olduğu da söylenmiştir. Sanki her iki hasımdan biri ötekini mağlup edinceye kadar mukavemet gösterir ve âdeta onu yere (el-cedâleye) atmış kimse gibi olur. Şair der ki: "Bazan sıkıntı üstüne sıkıntıya girerim Aciz olanı da el-cedâle'de (yerde) bırakırını Toprağa bulanmış olarak ve onun için başka bir çare yok." 10- Âyetde Sözü Geçen Cidal (Kavga)dan Maksadın Ne Olduğu: İlim adamları burada bu kelimeyle neyin kastedildiği ile ilgili olarak altı farklı görüş ortaya atmışlardır: İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve Atâ der ki: Burada cidal, bir müslüman ile onu kızdırıncaya kadar tartışıp sonunda sövmeye kadar işin varmasıdır. İlmin karşılıklı müzakeresi ise yasaklanmış değildir. Katâde der ki: Cidal karşılıklı sövmektir. İbn Zeyd ve Mâlik b. Enes der ki: Cidal burada cahiliyye döneminde Kureyşliler, sair Arapların vakfe yaptığı yerden bir başka yerde vakfe yapıp daha sonra tartışmaya koyulması halinde olduğu gibi, insanların hangilerinin Hazret-i İbrahim'in vakfe yaptığı yere vakfesinin denk düştüğü hususunda anlaşmazlığa düşmeleridir. Bu açıklamaya göre bunun manası: Hac ile ilgili yerlerde tartışma, cidal olmaz, demektir. Bir başka grup şöyle demektedir: Cidal burada bir kesimin hac bugündür, bir diğer kesimin hac yarındır, demesidir. Mücâhid ve onunla birlikte bir kesim de şöyle demektedir: Cidal Arapların nesi' (hac aylarını erteleme) uygulamasında olduğu gibi aylar hakkında tartışma yapmaktır. Araplar bu uygulamalan ile kimi zaman haccı Zülhicce'den başka aya kaydırır, kimisi cem'de (Müzdelife'de) kimisi Arafe'de vakfe yapar ve bunların hangisinin doğru olduğu hususunda tartışırlardı. Derim ki: Bu iki açıklamaya göre haccın vaktinde ve hacc ile ilgili yerlerde tartışma yok demektir. Yüce Allah'ın: "Cidal yoktur" âyetinin açıklamasına dair söylenen en sıhhatli iki görüş bunlardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Artık zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönüp gelmiş bulunmaktadır...." Buhârî, Tefsir 9, sûre 8, Bed'u’l-Halk 2, Meğâzî 77, Tevhid 24; Müslim, Kasâme 29; Ebû Dâvûd, Menâsik 67; Müsned, V, 37, 73. Hadîs-i şerîf ileride Tevbe Sûresi'nde (9/36. âyette) gelecektir. Yani hac işi eskiden olduğu hale dönmüştür. Haccın yapıldığı esas gün ve zamanına avdet etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haccettiğinde de şöyle buyurmuştur: "Menâsikinizi benden öğreniniz." Müslim, Hacc 310; Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâî, Menâsik 220; Müsned, III, 318, 366. Böylelikle o, haccın vakfe yapılacak yerlerini ve sair yerlerini açıklamış olmaktadır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Cidal bir kesimin diğerine: Bizim haccımız sizin haccınızdan daha mebrurdur demesi, ötekinin de benzeri bir şekilde karşılık vermesidir. Cidalin atalarla övünme ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- Hiçbir Hayır Karşılıksız Kalmayacaktır: Yüce Allah'ın: "Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir" âyeti bir şart ve cevabından ibarettir. Yani Allahü teâlâ amellerinizin karşılığını verecektir. Çünkü karşılık vermek, ancak o şeyi bilen tarafından mümkün olabilir. Bu âyetin, çirkin söz söylemek yerine güzel söz söylemeye; ahlak açısından fasıklık ve cidal yerine iyilik ve takvaya bir teşvik olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre yüce Allah hayır işi yapmayı, hacıların kendi nefislerini dizginlemelerinden ve onlara yasak kılınan şeyleri yapmamalarından ibaret olarak tesbit etmiş bulunmaktadır. 12- Azık Edinmek Emri ve Bu Emrin Veriliş Sebebi: Yüce Allah'ın: "Bir de azık edinin" âyeti azık edinmeyi emretmektedir. İbn Ömer, İkrime, Katâde, Mücâhid ve İbn Zeyd der ki: Âyet-i kerîme hacca azık edinmeksizin gelen Araplardan bir kesim hakkında nazil olmuştur. Bunların kimisi şöyle dermiş: Biz nasıl olur da Allah'ın evini ziyaret ederiz de o da bizi yiyeceksiz bırakır? Böyle diyerek insanların sırtına yük oluyorlardı. Böyle davranmak onlara yasaklandı ve azık edinmeleri emredildi. Abdullah b. ez-Zübeyr der ki: Azık konusunda insanlar kimisi kimisine güvenirdi. Böylelikle hepsine azık edinmeleri emri verilmiş oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yoluculuğa çıktığı vakit üzerinde azığını yüklediği bir devesi de vardı. Müzeyne'den üçyüz kişi onun yanına geldi. Ayrılıp gitmek istediklerinde Hazret-i Peygamber: "Ey Ömer, sen bu gelenlere azık ver" diye buyurdu. Müsned, V, 445. Kimisi de: "Azık edinin" demek iyi arkadaşınız bulunsun demektir, der. İbn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama oldukça zayıf bir tahsistir. Âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak en uygunu şudur: Öldükten sonra gideceğiniz yer için salih amellerden azık hazırlayınız. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Hacc yolculuğunda azık edinmekten kasıt belirttiğimiz gibi gerçek anlamıyla yenecek şeyler edinmektir. Nitekim Buhârî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yemenliler haccediyor ve azık edinmiyor bu arada: Bizler mütevekkilleriz, diyorlardı. Mekke'ye vardıklarında insanlardan dilenmeye koyuluyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Bir de azık edinin, şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır" âyetini indirdi. Buhârî, Hacc 6; Ebû Dâvûd, Menâsik 4. İşte bu, açıkladığımız husus ile ilgili bir nas mahiyetindedir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. en-Nehaî der ki: Azık hurma ve sevîk (yağ ile kavrulmuş un)dur. İbn Cübeyr de der ki: Azık çörek ve seviktir. İbnu'l-Arabî der ki: "Yüce Allah, malı bulunan kimselere azık edinme emrini vermektedir. Malı olmayan kimseler ise eğer yolda iş yapabilecek türden bir meslek sahibi iseler veya dilenci iseler bunlara yönelik bir hitap yoktur. Yüce Allah burada mallarını yerlerinde bırakıp azık edinmeksizin yola koyulan ve: Bizler tevekkül eden kimseleriz, diyenlere hitap etmektedir. Tevekkülün ise birtakım şartları vardır. Bu şartları yerine getiren kimse azıksız olarak çıkar ve bu hitabın da kapsamına girmez. O bakımdan bu âyet, insanların çoğunluğuna yöneliktir. Bunlar ise tevekkülün hakikatlerinden gafil, tevekkül derecesinde kusurlu olan kimselerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Ebû'l-Ferec el-Cevzî de der ki: İblis tevekkül iddiasında bulunan bir topluluğa işi anlamalarına imkan vermeyecek şekilde karışık göstermiş, o bakımdan onlar da azıksız olarak yola çıkarak bu işin bir tevekkül olduğunu sanmışlardır. Oysa bu kanaatleriyle hatanın en ileri derecesindedirler. Adamın birisi Ahmed b. Hanbel'e şöyle sormuş: Ben Mekke'ye azıksız olarak tevekkül edip çıkıp gitmek istiyorum. Bunun üzerine Ahmed ona şu cevabı verir: O zaman sen hac kafilesinden ayrı olarak (yalnız başına) çık git. Adam: Hayır mutlaka onlarla birlikte çıkacağım, deyince bu sefer Ahmed b. Hanbel: O halde sen insanlarla beraber bulunan azık torbalarına tevekkül ederek çıkmak istiyorsun öyle mi? diye cevap verir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır" âyeti ile yasaklanan şeylerden sakınmanın azığın hayırlısı olduğunu yüce Allah bize haber vermekte ve azık edinmeye takvayı da katmalarını emretmektedir. Yüce Rabbimizin: "Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır" âyeti böylelikle bu manaya hamledilmiş olur. Çünkü: "Azık edininiz" âyeti şu demektir: Azık edinerek yola çıkmak suretiyle Allah'ın size vermiş olduğu emre uymak hususunda Allah'tan korkunuz. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali vardır: Azığın en hayırlısı yolcunun kendisiyle helâk olmaktan ya da el açıp dilenmek ihtiyacından kişiyi koruyandır. Bir diğer açıklamaya göre: Bu âyette bu dünya yurdunun karar yurdu olmadığına dikkat çekilmektedir. İşaret ehli kimseler de der ki: Yüce Allah onlara âhiret yolculuğunu hatırlatmakta ve takva azığı edinmeye teşvik etmektedir. Çünkü takva âhiretin azığıdır. el-A'şâ der ki: "Sen takvayı azık edinmeksizin yolculuğa çıktın mı Ölümden sonra da azık edinmiş kimselerle karşılaşırsan Onun gibi olmadığına pişman olacaksın Ve (hayır) biriktirdiği gibi biriktirmediğine." Bir başka şair de şöyle der: "Ölüm dalgaları azgın bir denizdir Orada yüzenin hüneri boşa çıkar Ey nefs, şefkatle öğüt veren bir kimseden Sana bir söz söylüyorum sen de ona kulak ver; Hiç bir insana kabrinde takva ile Salih amelden başka arkadaşlık eden bulunmaz" 14- Akıl Sahibi Kimse Allah'tan Korkar: Yüce Allah: "Ve ey üstün akıl sahipleri! Benden korkun." âyeti ile -emir her ne kadar herkesi kapsıyor ise de- özellikle üstün akıl sahiplerine hitab etmektedir. Çünkü Allah'ın hücceti onlara karşı kesinlikle ve açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır. Onlar da Allah'ın emirlerini kabul eden ve bu emirleri yerine getirmeye çalışan kimselerdir. el-elbab (özler): "lüb" kelimesinin çoğuludur. Herşeyin katıksız özüne "lüb" denilir. O bakımdan akla da "lüb" denilmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben Ebû İshak'ı şöyle derken dinledim: Ahmed b. Yahya Sa'leb bana dedi ki: Sen Arap dilinde muzaaf türü kelimelerden olup da "feule" vezninde herhangi bir kelime biliyor musun? Ben: Evet, dedim. Sîbeveyh Yûnus'tan naklen dedi ki: (Lübbün ikinci tekil şahsını ifade eden mazi ve muzari şekilleri olan:) Lebubte, telübbü kelimesidir. Oda' bunu güzel karşıladı ve: Buna benzer Arap dilinde bir kelime bilmiyorum, dedi. 198Rabbinizin lütfundan istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın. Muhakkak bundan önce sapıklardandınız. Yüce Allah'ın bu âyetinin: "Rabbinizin lütfundan istemenizde size bir günah yoktur" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Hac Mevsiminde Allah'ın Lütfünu Aramak: Yüce Allah, haccın kadına yaklaşmaktan, günah işlemekten, kavga etmekten tenzih edilmesini emrettikten sonra, ticarete ruhsat vermektedir. Anlamı şudur: Allah'ın lütfundan aramanızda sizin için bir vebal yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın lütfunu aramak ticaret anlamına kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın..." (el-Cuma'a, 62/10) Bunun sağlıklı bir açıklama olduğunun delili Buhârî'nin İbn Abbâs'tan şu rivâyetidir: Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz cahiliyye döneminde (hac mevsiminde kurulan panayırlar idi. Hac mevsimlerinde ticaret yapmanın günah olacağından çekinmeleri üzerine yüce Allah'ın: "(Hac mevsimlerinde) Rabbinizin lütfundan istemenizde size bir günah yoktur" âyeti nazil oldu. Buhârî, Tefsir 2. sûre 34. Bu husus sabit olduğuna göre bu âyet-i kerimede ibadeti eda etmekle birice hac zamanında hacının ticaret yapmasının câiz olduğuna dair delil s irdir. Ticaret kastı gütmenin de şirk olmayacağına ve mükellefin bu şekilce davranması halinde kendisi için farz kılınmış olan ihlâs çerçevesinin dışına çıkmayacağına da delil vardır. Bu fakirlere hilâfen böyledir. Ancak ticaret sözkonusu olmaksızın hacca gitmek daha faziletlidir. Çünkü böylelikle hac ibadeti dünya şaibelerinden uzak olur ve kalbin başka şeylere taalluk etmesi sözkonusu olmaz. Dârakutnî Sünen'inde Ebû Umame et-Teymî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Ömer'e dedim ki: Ben bu yolda (hayvanlarımı) kiraya veren kimseyim. Bazıları da: Senin haccın olmaz demektedir. İbn Ömer dedi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi ve senin bana sorduğun bu sorunun benzerini de ona sordu. Hazret-i Peygamber de şu: "Rabbinizin lütfundan aramanızda size bir günah yoktur" âyeti nazil oluncaya kadar sustu. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Senin haccın olur" diye buyurdu. Dârakutnî, II, 292; Ebû Dâvûd, Menâsik 6; Müsned, II, 155 Âyetin: "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın: Muhakkak bundan önce sapıklardandınız" âyetine dair açıklamalarımızı da on altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman" âyetinde kullanılan "ifâda" etrafından taşıp dökülünceye kadar dolup taşan kap hakkında kullanılır. Bol bol başkalarına bağışta bulunan kimseye de "feyyâd" denilir. Şair Züheyr der ki: "Bol bol veren el, âdeta kendisinden talepte bulunanlar üzerinde beyaz bulutu andırır ki, Onun bağışları kesintisiz ve süreklidir." (Aynı kökten gelen) müstefîd hadis, yaygınlık kazanmış hadis demektir. Yüce Allah'ın: "Arafat'tan" âyetindeki "Arafat" kelimesini Cumhûr iki esreli (tenvinli) okumuşlardır. Aynı şekilde bir kadına "müslimât" ismi verilecek olursa o da bu durumlarda bu şekilde söylenir. Çünkü burada tenvin munsarıf olan kelime ile olmayan kelime arasındaki farkı belirtmek için değildir ki, hazfedilmesi sözkonusu olsun. Buradaki tenvin: "Müslimin (müslümanlar)" kelimesinin sonundaki "nûn" harfinin konumundadır. en-Nehhâs der ki: Güzel olan budur. Sîbeveyh ise Araplardan "Arafat" sonundaki tenvinin hazfedildiğini nakletmekte ve: (Cümle içerisindeki durumuna göre) Arafâtu, arafâti şeklinde tenvinsiz olarak söylenir, demektedir. Çünkü Araplar bu kelimeyi marife, (özel isim) kabul ettiklerinden dolayı sonundaki tenvini hazfetmişlerdir. Ahfeş ve Kûfeliler "Fatıma ve Talha" kelimelerinin sonlarındaki (yuvarlak) "te"ye benzeterek sondaki "te" harfinin fethalı olarak okunduğunu da nakletmişler ve örnek olarak da şu beyiti göstermişlerdir: "(Şam taraflarındaki) Ezriât'tan ona baktı; -ki arabaları ta Yesrib'dedir- Ve onun en yakın evi(ni görmek) için bile çok yükseğe bakmak gerekir." Ancak birinci görüş ve sonundaki tenvinin müslimat'ın sonundaki tenvin gibi olduğu, esrenin "müslimin"deki "ye" yerine, tenvinin de "nun" karşılığında geldiği görüşü daha güzel bir görüştür. Arafat: Özel bir isim ölüp "Ezriât"de olduğu gibi çoğul şeklinde adlandırılmıştır. Çevresinde bulunan kuraklık bölgeler, geçitler gibi yerler dolayısıyla bu ismi aldığı söylendiği gibi, bu bölgeye "Arafat" adının veriliş sebebinin insanların orada birbirlerini tanımaları (teâruf) olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Âdem cennetten dünyaya indirilince Hind'e, Hazret-i Havva ise Cüdde (Cidde) topraklarına indirildi. Uzun bir süre birbirlerini aradıklarından sonra Arafe günü Arafat'ta bir araya geldiler ve bu şekilde birbirlerini tanıdılar. Bundan dolayı bu güne Arafe günü, oraya da Arafat ismi verilmiştir: Bu açıklama ed-Dahhak tarafından yapılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ve bize menâsikimizi göster" (el-Bakara, 2/128) âyetini açıklarken daha önceden işaret ettiğimiz görüşler de ileri sürülmüştür. İbn Atiyye der ki: Zahir olan odur ki, buraya Arafat adının verilmesi diğer yer ve bölge isimleri gibi mürteceldir (belli bir sebebe dayanılarak türerilmemiştir). Arafe aynı zamanda küçük ve ince erâk (misvak) parçalandır. Şair bunun hakkında şöyle demektedir: "Hind için Ne'mân'den ince erâk dallarım topladım; Fakat bunları Hind'e kim ulaştırabilir ki!" Bu kelimenin hoş koku anlamına gelen "el-arf"dan alınma olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onları kendilerine ta'rif ettiği cennete girdirecektir." (Muhammed, 47/6) Burada "tarif etti" âyeti güzel kokularla bezedi, demektir. Arafe, kanların ve hayvanların sakatatından çıkan pisliklerin bulunduğu Mina'nın hilafına hoş kokulu ve temizdir. İşte bundan dolayı buraya "Arafat" ismi verilmiştir. Vakfe gününe de Arafe günü denilir. Bazıları şöyle demiştir: Bu iki ismin aslı "sabır"dan gelmektedir. "Arif bir adam" tabiri sabreden ve huşu sahibi olan kimse hakkında kullanılır. Nitekim meselde şöyle denilmiştir: "Nefis arûf (çok sabırlı)dır. Sen ona neyi yüklersen o da katlanır." Şair de der ki: "Ve ben bunun için (nefsim) sabredici ve hür olarak katlandım." Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Mukadderatın hakkında çizmiş olduklarına son derece arûf (sabırlı)dır." Yani Allah'ın kazasına karşı oldukça sabırlıdır. (Bugüne) Arafe adının veriliş sebebi ise, hacıların itaatle ve zilletle boyun eğmeleri, dua ve türlü zorluklara karşı sabretmeleri, -bu ibadeti ifa edebilmek için- sıkıntılara katlanmaları, tahammül etmeleridir. 3- Arafe'de Zevalden Önce Vakfe Yapmak: İlim ehli Arafe günü zevalden önce Arafe'de vakfe yaptıktan sonra yine zevalden önce Arafe'den ayrılacak olursa zevalden önceki vakfesinin sayılmayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Aynı şekilde Arafe'de zevalden sonra vakfe yapıp da akşamdan önce gündüzün oradan ayrılan (ifada) kimsenin de haccının tamam olacağı üzerinde de icma etmişlerdir. Bundan tek istisna Mâlik b. Enes'tir. O şöyle der: Gecenin kısmen de olsa girmesi mutlaka gereklidir. Geceleyin Arafe'de vakfe yapana gelince; haccının tamam olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. (Mâlik b. Enes dışında kalan) Cumhûrun lehine olan delil yüce Allah'ın: "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman (ifada ettiğinizde)" âyetindeki mutlak ifadedir. Burada gece ya da gündüze dair bir tahsis yoktur. Aynı şekilde Urve b. Mudarris yoluyla gelen Hadîs-i şerîf de onların lehine olan delillerdendir. Urve der ki: Cem'de (Müzdelife'de) vakfe yerinde olduğu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittim. Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben sana Tay dağlarından geliyorum. Bineğimi oldukça yordum, kendimi de yordum. Allah'a yemin ederim üzerinde vakfe yapmadığım tek bir dağ ve tepe bırakmadım. Benim haccım oldu mu ey Allah'ın Rasûlü? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bizimle birlikte Cem'de (Müzdelife'de) sabah namazını kılan bundan önce ise gece ya da gündüz Arafat'a uğramış olan kimse haccında yapması gereken menâsiki ifa etmiş ve haccını tamamlamış olur." Dârakutnî, II, 239-240; Ebû Dâvûd, Menâsik 68; Tirmizî, Hacc 57; Nesâî, Hacc 211; İbn Mâce, Menâsik 57; Müsned, IV, 15. Bu hadisi hadis İmâmlarından birden çok kişi rivâyet etmiştir ki Ebû Dâvûd, Nesâî ve Dârakutnî bunlardandır. Lâfız Dârakutnî'ye aittir. Tirmizî de der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. Ebû Ömer der ki: Tay'lı Urve b. Mudarris'in rivâyet ettiği hadis sabit ve sahih bir hadistir. Bunu eş-Şa'bi'nin güvenilir arkadaşlarından bir topluluk eş-Şa'bi'den o Urve b. Mudarris yoluyla rivâyet etmiştir ki bu topluluk arasında İsmal b. Ebi Halid, Davud b. Ebi Hind, Zekeriyya b. Zaide, Abdullah b. Ebi Sefer ve Mutarrif de vardır. Bunların hepsi bunu eş-Şa'bi'den o Urve b. Mudarris b. Evs b. Harise b. Lâm'dan rivâyet etmektedirler. Mâlik b. Enes'in sabit sünnetten delili ise Müslim tarafından rivâyet edilen ve Cabir b. Abdullah yoluyla gelen uzunca hadistir. Bu hadiste şu ifadeler de vardır: Hazret-i Peygamber güneş batıp ondan sonraki sarılık (kızıllık) kısmen gidinceye, güneş kursu (güneş yuvarlağı) kayboluncaya kadar vakfesini devam ettirdi. Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56. Hazret-i Peygamber'in fiilleri ise vücub ifade eder. Bilhassa hacda böyledir. Çünkü bu konuda: "(Hac) menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuştur. Müslim, Hacc 310; Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâi, Menâsik 220; Müsned, III, 318, 366... 4- Güneşin Batışından Önce Arafat'tan Ayrılan Kimsenin Durumu: Haccı sahih olmakla birlikte, güneşin batışından önce Arafat'tan ayrılıp dönmeyen kişinin durumu hakkında Cumhûr farklı görüşlere sahiptir. Atâ, Süfyan es-Sevrî, Şâfiî, Ahmed, Ebû Sevr, re'y ashabı ve başkaları bir kurban kesmesi gerekir, derler. Hasan-ı Basrî bir hediye kurbanı gerekir; İbn Cüreyc bir bedene (deve veya inek) kesmesi gerekir, derler. Mâlik der ki: Gelecek sene hac etmesi gerekir. Bununla birlikte gelecek seneki haccında hediye kurbanı keser. Bu kişi tıpkı haccın vaktini geçiren kimse gibidir. Şayet güneş battıktan sonra oradan ayrılıncaya kadar tekrar Arafat'a dönecek olursa Şâfiî der ki: Birşey gerekmez. Ahmed, İshak ve Davud'un görüşü de budur, Taberî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe, arkadaşları ve es-Sevrî de der ki: Üzerinden kurban kesme yükümlülüğü düşmez. İsterse güneş battıktan sonra dönmüş olsun. Ebû Sevr de bu görüştedir. 5- Arafat'ta Binek Üzerinde Vakfe Yapmak: Gücü yeten kimse için Arafat'ta binek üzerinde vakfe yapmanın daha faziletli olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güneş battıktan sonra Arafat'tan ayrılıncaya kadar bu şekilde vakfe yapmıştır. Terkisine Usame b. Zeyd'i de almıştır. Bu Hazret-i Cabir'den gelen uzunca hadiste Hazret-i Ali yoluyla gelen hadiste ve yine İbn Abbâs yoluyla gelen hadiste bu husus, tesbit edilmiştir. Hazret-i Cabir der ki: "... Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vakfe yerine gelinceye kadar bineğine bindi. Devesi Kasvanın karnını (Cebelürrahme)deki kayalıklara doğru yönlendirdi, yaya kimselerin yürüdüğü yolu da önüne aldı, kıbleye doğru yöneldi. Güneş batıncaya, az bir miktar sarısı gidinceye ve güneş kursu (yuvarlağı) kayboluncaya kadar vakfesine devam etti. Arkasına da Usame b. Zeyd'i aldı... Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56. Şayet binek üzerinde vakfe yapamaz ise gücü yettiği sürece ayakları üzerinde dua ederek vakfe yapar. Bu şekilde vakfe yapmaya gücü yetmiyor ise oturmasında bir mahzur yoktur. Binek üzerinde vakfe yapmakta hac için parlak bir gösteriş ve bir tazim vardır. "İşte böyle, her kim Allah'ın sedirini (hac menâsikini) ta'zim ederse şüphesiz ki o kalplerin takvasından ötürüdür." (el-Hac, 22/32) İbn Vehb, Muvatta’'’ında der ki: Mâlik bana dedi ki: Arafe'de binekler ve develer üzerinde vakfe yapmak benim için ayakta vakfe yapıp durmaktan daha sevilen birşeydir. Ayakta vakfe yapan kimse için dinlenmekte de bir mahzur yoktur. 6- Arafat'tan Mina'ya Doğru Yol Alış: Müslim'in Sahih'inde ve diğerlerinde Usame b. Zeyd'den sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Arafat'tan Müzdelife'ye doğru ifâda ettiğinde devesini geniş adımlarla (el-anek denilen yürüyüş şekliyle) yürütürdü. Yolda herhangi bir çukur ile karşılaştığında bineğinin adımlarını daha da genişletmesini sağlardı (Nass). Hişam b. Urve der ki: Nass, anek yürüyüşünden daha hızlıdır. Müslim, Hacc 283-284. İşte hac emirlerinin ve onların komutaları altında olanların da böyle yapmaları gerekir. Çünkü Müzdelife'ye doğru çabukça yol almak orada çabukça namaz kılmak içindir. Bilindiği gibi akşam namazı o gece ancak Müzdelife'de yatsıyla birlikte kılınabilir ki sünneti budur. İleride yüce Allah'ın izniyle açıklaması gelecektir. 7- Arafe'de Vakfe Yapılacak Yer: Kur'ân-ı Kerîm'in ve sabit Sünnetin umum ifade eden âyetlerinin zahiri; Arafe'nih bütünüyle vakfe yeri olduğunu göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben burada vakfe yaptım, bununla birlikte Arafe bütünüyle vakfe yapılacak yerdir." Bunu Müslim ve başkaları Hazret-i Cabir'in rivâyet ettikleri uzunca hadisin bir parçası olarak nakletmişlerdir. Mâlik'in Muvatta’'’ındaki ifadelere göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğuna dair rivâyet ulaşmış bulunmaktadır: "Arafe'nin tümü vakfe yapılacak yerdir. Bununla birlikte Batn-ı Urane (Urane vadisinin iç tarafı)nın üst kısmında kalınız. Müzdelife tümüyle vakfe yapılacak yerdir. Bununla birlikte Batn-ı Muhassir (Muhassir vadisinin iç tarafın)dan yüksekçe durunuz." Muvatta’'', Hacc 166, 167. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu hadis Cabir b. Abdullah , İbn Abbâs ve Ali b. Ebî Tâlib yoluyla muttasıl bir rivâyettir. Rivâyetlerin bir çoğunda Arafe'den Urane'nin iç kısmının, Müzdelife'den de Muhassirin iç kısmının istisnası yoktur. Hadis ehlinden olup sağlam ve sika hadis hafızlan Cafer b. Muhammed'in, babasından onun da Hazret-i Cabir'den yaptığı rivâyeti böylece nakletmişlerdir. (Devamla) Ebû Ömer dedi ki: Fukaha, Arafe'nin Urane bölümünde vakfe yapan kimse hakkında ihtilaf etmişlerdir. İbnu'l-Münzir'in yaptığı rivâyette belirttiğine göre Mâlik şöyle demiştir: Böyle bir kimse bir kan akıtır (kurban keser) ve bununla birlikte haccı da tamamdır. Bu aynı zamanda Halid b. Nizar'ın Mâlik'ten naklettiği bir rivâyettir. Ebû'l-Mus'ab'ın belirttiğine göre böyle bir kimse hiç vakfe yapmamış gibidir ve haccını kaçırmış olur. Urane vadisinin iç tarafında vakfe yaptığı takdirde gelecek sene haccetmesi gerekir. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Urane'den ifada (vakfe) yapan kimsenin haccı olmaz. Aynı zamanda bu İbnu'l-Kasım ile Salim'in de görüşüdür. İbnu'l-Münzir bu görüşü Şâfiî'den de zikretmektedir. İbnu’l-Münzir der ki: Ben de bu görüşteyim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vakfe yapılmamasını emrettiği yerde vakfe yapması onun için yeterli olamaz. İbn Abdi’l-Berr (devamla) der ki: Urane vadisinin iç taraflarının Arafe'den istisna edilmesi -nakil yönünden olsun icma yönünden olsun- bağlayıcı niteliği olan bir delil değildir. Ebû'l-Mus'ab'ın görüşünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delil şudur: Arafe'de muayyen bir yerde vakfe, yapmak üzerinde icma olunmuş bir farzdır. O bakımdan bu farzın ancak yakin hasıl olacak şekilde eda edilmesi câiz olabilir. İhtilafın bulunduğu yerde ise yakin sözkonusu olamaz. Urane vadisinin iç tarafı ise (ki bu Urune şeklinde de söylenir) Arafe mescidinin batı tarafındadır. Hatta kimi ilim adamı şöyle demiştir: Arafe mescidinin batı duvarı düşecek olsa Urane'nin iç tarafına düşer, el-Baci'nin İbn Habib'den naklettiğine göre Arafe, Hil bölgesindedir, Urane ise Harem bölgesindedir. Ebû Ömer der ki: Muhassir (in iç tarafı)na gelince; Veki' bu konuda şunları kaydeder: Bize Süfyan anlattı, o Ebû Zübeyr'den o Cabir'den naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Muhassir'in iç taraflarında hızlıca yol aldı... 8- Arafe Günü Mescidlerde Toplanmak: Arafe günü Arafe'de vakfe yapanlara benzemek arzusuyla Arafe dışındaki mescidlerde toplanmakta (ta'rîf) bir mahzur yoktur. Şu'be, Katâde'den o el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bunu ilk yapan kişi Basra'da İbn Abbâs olmuştur. Yani insanlar Arafe günü Basra mescidinde bir araya gelip toplandılar. Mûsâ b. Ebi Âişe dedi ki: Ben Ömer b. Hureys'i Arafe günü insanlar etrafında toplanmış olarak hutbe irad ettiğini gördüm. el-Esrem de der ki: Ben Ahmed b. Hanbel'e şehirlerde bir araya toplanarak ta'rîf yapmanın hükmünü sordum. Şöyle dedi: Bunda bir sakınca olmayacağını ümid ederim. Birden çok kişi bu işi yapmış bulunmaktadır: el-Hasen, Bekir, Sabit ve Muhammed b. Vasi. Bunlar Arafe günü mescidlerde bulunurlardı. Arafe gününün fazileti muazzam, sevabı pek büyüktür. Allah o günde büyük günahları affeder, salih amelleri kat kat arttırır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Arafe günü oruç tutmak önceki senenin ve gelecek senenin günahlarına keffarettir." Müslim, Siyam 196- 197; Ebû Dâvûd, Savm 53. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Duanın en faziletlisi Arafe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediğimiz en faziletli sözümüz: Lâ ilâhe illâlahu vahdehu la şerike leh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur) sözüdür." Muvatta’'; Kur'ân 32, Hacc 246; Tirmizî, Deavât 122. Dârakutnî'nin Hazret-i Âişe'den rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'ın Arafe gününde cehennemden azat ettiği kişi sayısından daha çok kimseyi azad ettiği bir başka gün yoktur. Aziz ve celil olan Allah, o gün oldukça yaklaşır, sonra onlarla (Arafat'ta vakfe yapanlarla) meleklere karşı övünür ve bunlar ne dilekte bulundular diye sorar." Müslim, Hacc 436; Dârakutnî, II, 301. Muvatta’''da ise Ubeydullah b. Keriz'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şeytanın -Bedir günü gördükleri müstesna- Arafe günündekinden çok herhangi bir günde daha bir küçük, daha bir hakir, daha bir uzak ve daha bir kinli olduğu bir gün görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağnak sağnak indiğini, büyük günahları yüce Allah'ın bağışladığını görmesidir. Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca şöyle buyurdu: "O Cebrâîl'i, melekleri Savaş için saf saf düzene koyarken gördü." Muvatta’', Hacc 245. Ebû Ömer der ki: Bu hadisi Ebû Nadr İsmail b. İbrahim el-İclî Mâlik'ten o İbrahim b. Ebi Able'den, o Talha b. Ubeydullah b. Keriz'den o babasından rivâyet etmiştir. Ancak bu hadiste "babasından" şeklindeki kaydı ondan başka kimse zikretmez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Doğrusu Muvatta’''daki rivâyet şeklidir. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, I, 115. et-Tirmizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl'da. da şunu zikretmektedir: Bize Hatim b. Nuaym et-Temimî Ebû Ravh anlatarak dedi ki: Bize Hişam b. Abdülmelik Ebû'l Velid et-Tayalisî anlatarak dedi ki: Bize Abdülkahir b. es-Serrî es-Sülemî anlatarak dedi ki: Bana Kinane b. Abbas b. Mirdas'ın bir oğlu babasından o dedesi Abbas b. Mirdas'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Arafe günü akşamı ümmetine mağfiret ve rahmet dileğinde bulunarak dua etti. Pek çok duada bulundu, ona (radıyallahü anhbbi) şöylece cevap verdi: Ben bunu yerine getirdim. Ancak birbirlerine zulümleri müstesnadır. Benimle onlar arasındaki günahlarına gelince onları bağışladım. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbim, sen mazlum olan bu kimseye uğradığı haksızlıktan daha hayırlı bir ecir vermeye ve şu zalime de mağfiret etmeye kadirsin." O akşam Rabbi bu duasını kabul buyurmadı. Ertesi günü sabah yani Müzdelife'de bulundukları sabah ısrarla dua etti, rabbi ona şu şekilde cevap verdi: Ben onlara mağfiret buyurdum. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tebessüm etti, ona: Ey Allah'ın Rasûlü, daha önce tebessüm ettiğini görmediğimiz bir vakitte tebessüm ettin? dediler. Şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanı İblis'in hâlinden dolayı tebessüm ettim. Yüce Allah'ın benim, ümmetim hakkında yaptığım duanın kabul edildiğini öğrenince kendi aleyhine veyl ve subûr (helâk olmak ve ölmek) bedduasını etmeye ve başına toprak saçıp hızlıca uzaklaşmaya koyuldu." et-Tirmizî, el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, II, 39; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, 124-125. Ebû Abdülğanî el-Hasen b. Ali'nin zikrettiğine göre: Bize Abdürrezzak anlattı, bize Mâlik, Ebû Zinad'dan anlattı, o el-A'rec'den o Ebû Hüreyre'den naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Arafe günü olduğu vakit Allah ihlaslı olan hacıya mağfiret eder. Müzdelife gecesinde ise yüce Allah, ticaret yapanlara mağfiret eder. Mina günü olduğunda develeri ile hacı taşıyanlara mağfiret eder. Akabe gününe taş atılacağı günde ise Allah dilencilere mağfiret eder. Bu vakfe yerinde bulunup da lâ ilâhe illâlah deyip kendisine mağfiret olunmayan hiçbir kimse kalmaz." Ebû Ömer der ki: Bu, Mâlik yoluyla gelen garib bir hadistir. Ondan ancak bu yolla gelen şekli bilinmektedir. Ebû Abdülğani denilen raviyi ben tanımıyorum. İlim ehli hâlâ bu tür teşvik ve faziletlere dair rivâyetleri herkesten alıp nakletmekte, müsamahalı davranmaya devam etmektedirler. Onlar ahkâm ile ilgili hadislerde işleri sıkı tutuyorlardı. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, 127. İlim ehli kimseler, Arafat'ta bulunmayanlar için Arafe günü oruç tutmayı müstehab kabul etmişlerdir. -Lâfız Tirmizî'ye ait olmak üzere- hadis İmâmlarının İbn Abbâs'tan rivâyetlerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Arafe'de orucunu açmıştır. Umm el-Fadl ona süt göndermiş ve o da bu sütü içmiştir Tirmizî, bu hasen sahih bir hadistir, demektedir. İbn Ömer'den de şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte haccettim. O, o günü -yani Arafe günü- oruç tutmadı. Ebû Bekir ile birlikte de haccettim. O da o gün oruç tutmadı. Ömer ile birlikte de haccettim. O da o gün oruç tutmadı. İlim ehlinin çoğunluğuna göre uygulama buna göredir. Onlar kişinin dua etmesi ve daha bir güç sahibi olabilmesi için Arafe'de oruçsuz olmasını müstehab kabul ederler. Bununla birlikte bazı ilim ehli Arafe günü Arafe'de oruç tutmuştur. Yine İbn Ömer'den, birinci hadisin bir benzerini senediyle kaydetmiş ve sonlarında şunu da ilave etmiştir: Osman ile birlikte de haccettim. O da o gün oruç tutmadı. Ben de o gün oruç tutmadığım gibi o gün oruç tutmayı da emretmiyorum, yasaklamıyorum da. Bu hasen bir hadistir. Tirmizî, Savm 47; hadis ayrıca Müsned, I, 217, 278 de de geçmektedir. Bunu İbnu'l-Münzir de zikretmiştir. Atâ ise Arafe günü orucu hakkında şöyle demiştir: Kışın oruç tutarım, fakat yazın tutmam. Yahya el-Ensarî der ki: Arafe günü oruç açmak vaciptir. Osman b. Ebi'l-As, İbn ez-Zübeyr ve Hazret-i Âişe Arafe günü oruç tutarlardı. İbnu’l-Münzir der ki: Arafat'ta Arafe günü oruç açmak benim için daha sevilir bir iştir. Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyulmuş olur. Arafat dışında ise oruç tutmayı daha çok severim. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Arafe günü tutulan oruç ile ilgili olarak soru sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Geçen sene için ve gelecek sene için keffârettir." Dokuzuncu başlıkta geçti. Ayrıca biz Atâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Her kim dua etmek için daha bir güçlenmek üzere Arafe günü oruç açarsa o kimse oruç tutanın ecri gibi bir ecir alır. 11- Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı Anmak: Yüce Allah: "Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin..." yani Meş'ar-ı Haram'da dua ve telbiye getirmek suretiyle Allah'ı anın, demektir. Meş'ar-ı Haram'a "Cem'" ismi da verilir. Çünkü orada akşam ve yatsı namazları birlikte (cem' ile) kılınır. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Bir görüşe göre de Âdem, Havva ile birlikte orada bir araya geldiğinden dolayı (oraya: Cem') orada ona yaklaştığından (izdilâf dan) dolayı da Müzdelife ismini almıştır. Orada vakfe yapanların yaptıkları işler sebebiyle bu adın verildiğini söylemek de mümkündür. Çünkü onlar orada vakfe yapmak suretiyle yüce Allah'a yaklaşırlar Oraya alamet anlamına gelen şiâr'dan türeyen "Meş'ar" ismi da verilir. Çünkü orası hacc için, namaz için ve orada kalmak için bir alamettir. Ayrıca orada dua etmek haccın şeâirindendir. Orasının hürmeti (saygınlığı) haramlara riâyet etme gereği dolayısıyla da "haram"lıkla nitelendirilmiştir. 12- Meş'ar-i Haram'da Akşam ve Yatsı Namazının Birlikte Kılınması: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Müzdelife'de akşam ve yatsı namazlarını birlikte kıldığı sabittir. Aralarında herhangi bir ihtilaf olmaksızın ilim ehli, sünnetin, hacıların akşam ve yatsı namazlarını bir arada kılmaları olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki Cem'e (Müzdelife'ye) gelmeden önce akşamı kılan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: İmâm ile birlikte vakfe yapıp onun Arafat'tan ayrılmasıyla ayrılan kimse Müzdelife'ye kadar gelip her iki namazı orada bir aradakılıncayakadar namaz kılmaz. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Usame b. Zeyd'e söylediği: "Namaz ileride kılınacaktır" Buhâri, Hacc 95; Müslim, Hacc 266; Ebû Dâvûd, Menâsik 63; Nesâî, Menâsiku’l-Hacc 206; İbn Mâce, Menâsik 59. demesini delil göstermektedir. İbn Habib der ki: Müzdelife'ye gelmeden önce özürsüz olarak namaz kılan kimse durumu öğrendiği takdirde namazını iade eder. Bu kimsenin kıldığı namaz zevalden önce (öğle namazını) kılan gibidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz ileridedir" diye buyurmuştur. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Eşheb der ki: Bunu iade etmesi gerekmez. Ancak bu iki namazı (akşam ile yatsıyı) şafakın (güneşin batımı sonrası kızıllığın) kayboluşundan önce kılmış ise yalnızca yatsıyı iade eder. Şâfiî de bu görüştedir. Kadı Ebû'l-Hasen'in desteklediği görüş de budur. O bu görüşe şunu delil gösterir: Bu iki namazın bir arada cem' ile kılınması sünnettir. Bunların cem' ile kılınmaları sahih olmaları için bir şart değildir. Birlikte kılınmaları müstehablık anlamını ifade eder. Tıpkı Arafe'de öğle ve ikindi namazlarını bir arada kılmak gibi. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih eder ve Atâ b. Ebi Rebah, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Saîd b. Cübeyr, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Yakub'un görüşü olarak da nakleder. Şâfiî'den de şöyle dediğini nakletmektedir: Müzdelife'ye gelinceye kadar namaz kılmaz. Eğer Müzdelife'ye. varmadan önce gecenin yarısı olursa her iki namazı (Müzdelife'ye varmadan önce yolda) kılar. 13- Batıda Kızıllığın Batmasından Önce Müzdelife'ye Varanın Durumu: Acele edip de batıdaki şafağın kayboluşundan önce Müzdelife'ye gelen bir kimse hakkında İbn Habib şunları söyler: Elini çabuk tutarak şafağın kayboluşundan sonra Müzdelife'ye ulaşan bir kimse, ister İmâm olsun isterse başkası şafak kayboluncaya kadar namaz kılamaz. Çünkü Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz ileridedir" buyurmuş sonra da bu namaz(lar)ı şafağın kayboluşundan sonra kılmıştır. Diğer taraftan bu namazın vakti, şafağın kayboluşundan sonradır. O bakımdan bundan önce bu namazın kılınması câiz olamaz. Eğer şafağın kayboluşundan önce bu namazın kılınabileceği bir vakit olsaydı, bu vakitten sonraya bırakılmazdı. 14- İmâmın Arafe'den Ayrılmasından Sonra Arafe'ye Gelenin Durumu: İmâmın Arafeden ayrılmasından sonra Arafeye gelen ya da İmâm ile birlikte vakfe yapanlardan özür sahibi olan kimselerle ilgili olarak İbnu’l-Mevvaz der ki: Bir kimse İmâmdan sonra vakfeye durursa, her namazı kendisine ait olan vaktinde kılmalıdır. İmâm ile birlikte bulunmaktan kendisini alıkoyan bir mazereti bulunan kimse hakkında da Mâlik şöyle der: Şafak battığı takdirde her iki namazı cem ile kılar. İbnu'l-Kasım, İmâmdan sonra vakfe yapan kimse hakkında şöyle der: Şayet gecenin üçte birinde Müzdelife'ye varabileceğini umuyor ise Müzdelife'ye varıncaya kadar namazını te'hir eder. Değilse her namazı vaktinde kılar. Buna göre İbnu'l-Mevvaz (akşam) namazın(ın) Müzdelife'de kılınmak üzere ertelenmesini yalnızca İmâm ile birlikte vakfe yapanlar için kabul eder. Mâlik ise mekânı değil, zamanı göz önünde bulundurmuştur. İbnu'l-Kasım ise namaz için uygun görülen zaman ve mekânı göz önünde bulundurmuştur. Eğer tercih edilen vaktin geçmesinden korkacak olursa, bu sefer mekâna itibar sözkonusu olmaz, o taktirde namaz için tercih edilen vakte riâyet etmek daha uygun olur. 15- Müzdelife'de Namaz Kılma Şekli: İlim adamlarının Müzdelife'de namaz kılma şekli ile ilgili olarak iki farklı görüşü vardır: Birinci görüşe göre ezan ve ikamet sözkonusudur. İkincisine göre ise bu iki namaz aralarına amel ile fasıla sokmaksızın bitişik olarak mı bir arada kılınır yoksa aralarında herhangi bir iş yapmak, yükleri indirmek ve buna benzer şeylerle uğraşmak câiz midir? Ezan ve ikamete gelince; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Müzdelife'de akşam ile yatsı namazını tek bir ezan ve iki kamet ile kılmıştır. Bunu sahih kitaplar Hazret-i Cabir'den rivâyet edilen uzunca hadiste nakletmektedirler. Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr ve İbnu'l-Münzir de bu görüştedir. Mâlik der ki: Akşam ile yatsıyı iki ayrı ezan ve iki kamet getirerek kılar. Arafe'de öğle ve ikindi namazlarının durumu da böyledir. Şu kadar var ki bu iki namazın (öğle ile ikindi) öğle namazının vaktinde kılınacağı hususunda icma vardır. Ebû Ömer der ki: Mâlik'in görüşü ile ilgili Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a herhangi bir şekilde merfu olarak rivâyet edilen bir hadis bilmiyorum. Şu kadar var ki bu Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet edilmiştir. -İbnu'l-Münzir ayrıca İbn Mes’ûd'u da zikreder. -Bu hususta nazar (kıyas) açısından İmâm Mâlik'e delil olabilecek hususlardan biri şu olabilir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Müzdelife ve Arafe'de ayrı ayrı kılınan ikişer namaz için tek bir vaktin bulunduğunu sünnet ile tesbit etmiştir. Her ikisinin vakti bir olduğuna göre ve her bir namaz bizzat kendi vaktinde kılındığına göre; birisi için ezan ve kamet getirmek, ötekine göre daha tercih edilebilir bir uygulama olamaz. Çünkü bunlardan herhangi birisi kaza olarak kılınmamaktadır. Her birisi kendi vaktinde kılınan bir namazdır. Vaktinde kılınan her bir namaz için ise bir ezan okumak ve cemaat ile kılınmak üzere kamet getirilmesi bir sünnettir. Bu da apaçık bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Başkalan da şöyle der: İki namazdan önce olanı bir ezan ve bir kamet ile kılınır. İkincisi ise ezansız ve kametsiz olarak kılınır. Bunlar derler ki: Hazret-i Ömer'in ikincisi için ezan okunmasını emretmesi, insanların akşam yemeğini yemek üzere dağılmış olmalarından dolayıdır. Onları bir araya toplamak kastıyla ezan okutmuştur. Devamla derler ki: Akşam yemeğini yemek üzere veya başka bir maksat ile insanların dağılması halinde, biz de bu şekilde bir uygulamaya gidilmesini öngörüyoruz. İmâm, müezzinlere hacıları bir araya toplamak üzere ezan okumalarını emreder. Ezan okunduktan sonra da kamet getirilir. İşte Hazret-i Ömer'den gelen rivâyetin manası budur. Bu açıklamayı yapanlar ayrıca Abdurrahman b. Yezid'in naklettiği hadisi de zikrederler. Abdurrahman b. Yezid dedi ki: İbn Mes'ûd, Müzdelife'de iki namaz arasında akşam yemeğini yerdi. Bir diğer rivâyette ise her bir namazı ayrı bir ezan ve ayrı bir kamet ile kıldığı belirtilmektedir. Bunu Abdürrezzak zikretmektedir. Başkalan da şöyle demektedir: Her iki namaz (akşam ile yatsı) Müzdelife'de bir kamet getirilerek kılınır ve herhangi bir şekilde bunlar için ikinci bir kamet getirilmez. Bu görüş İbn Ömer'den rivâyet edilmiş olup es-Sevrî de buna uygun görüş beyan etmiştir. Abdürrezzak'ın ve Abdülmelik es-Sabbah'ın es-Sevrî'den onun Seleme b. Kuheyl'den, onun Saîd b. Cübeyr'den onun da İbn Ömer'den naklettiğine göre İbn Ömer şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) akşam ile yatsıyı Cem'de (Müzdelife'de) birlikte kıldı. Akşam namazını üç rek'at yatsı namazını da iki rek'at olmak üzere tek bir kamet ile kıldı. Buhâri, Taksîru's-Salât 6; Müslim, Hacc 286-288; Tirmizî, Hacc 56; Nesâî, Menâsik 207. Bazıları da şöyle demektedir: Her iki namaz bir arada, akşam ile yatsı beraber Cem'de tek bir ezan ve tek bir kamet ile kılınır. Onlar bu görüşlerinde Huşeym'in Yûnus b. Ubey'den, onun Saîd b. Cübeyr'den onun İbn Ömer'den yaptığı rivâyete uymaktadırlar. Bu rivâyete göre İbn Ömer akşam ile yatsıyı Cem'de bir arada tek bir ezan Ve tek bir kamet ile kılmış ve bunların arasında başka herhangi bir işle uğraşmamıştır. Bunun bir benzeri merfu olarak Huzeyme b. Sabit'ten de rivâyet edilmiştir. Şu kadar var ki pek kavi (rivâyet açısından güçlü) değildir. el-Cüzcânî'nin Muhammed b. el-Hasen'den onun Ebû Yûsuftan, onun Ebû Hanîfe'den naklettiğine göre bu iki namaz tek bir ezan ve iki kamet ile kılınır. Akşam için ezan okunur (ve kameti getirilir), yatsı için ise sadece kamet getirilir. Tahâvî de Hazret-i Cabir'in konu ile ilgili hadisi dolayısıyla bu kanaattedir. Bu görüş ilk görüşün aynıdır ve esas alınacak görüş de budur. Daha başkaları şöyle der: Bu namazlar herhangi birisi için ezan okunmaksızın iki ayrı kamet getirilerek kılınır. Bu görüşte olanlar arasında Şâfiî, arkadaşları, İshak ve iki görüşünden birisinde Ahmed b. Hanbel de vardır. Aynı zamanda bu Salim b. Abdullah ile el-Kasım b. Muhammed'in de görüşüdür. Buna delil olarak Abdürrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Şihab'dan, onun Salim'den, onun İbn Ömer'den zikrettiği şu rivâyeti delil gösterirler: Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Müzdelife'ye gelince akşam ile yatsıyı bir arada kıldı. Akşam namazını üç rek'at, yatsıyı da iki rek'at olarak kıldı. Her birisi için bir kamet getirdi ve ikisi arasında ayrıca bir namaz kılmadı. Müslim, Hacc 287. Ebû Ömer der ki: Bu görüşe dair İbn Ömer'den gelen rivâyetler bu konuda ondan gelen rivâyetlerin en sağlamlarındandır. Bununla birlikte te'vil edilebilme ihtimali de vardır. Hazret-i Cabir'den gelen hadiste ise ihtilaf yoktur. O bakımdan evla olan budur. Bu mes'elede ise nazarın (akıl yürütmenin) herhangi bir dahli sözkonusu olamaz. Burda sözkonusu olan (radıyallahü anhsûle) ittiba'dan başkası değildir. 16- Müzdelife'de Kılınan Akşam ile Yatsı Namazları Arasında Namaz Dışında Bir İşle Uğraşmak: İki namaz arasında namazın dışında herhangi bir işle uğraşmaya gelince; Usame b. Zeyd'den sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Müzdelife'ye gelince bineğinden indi, abdest aldı ve azalarını iyice yıkadı. Sonra namaz için kamet getirildi, akşam namazını kıldı. Daha sonra herkes konakladığı yerde devesini çöktürdü. Sonra namaz için kamet getirildi ve o namazı kıldı. Her ikisi arasında ayrıca bir namaz kılmadı. Buhârî, Hacc 95; Müslim, Hacc 266; Ebû Dâvûd, Menâsik 63; Nesâî, Menâsik 206?/6n Mâce, Menâsik 59 Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Yatsı için kamet getirilinceye kadar yüklerini çözmediler (veya konaklamak üzere inmediler). Daha sonra namaz kıldı, sonra yüklerini çözdüler (ya da konaklamak için gerekeni yaptılar). Ebû Dâvûd, Menâsik 63. Bundan az önce İbn Mes’ûd'un akşam yemeğini iki namaz arasında yediğini de kaydetmiş bulunuyoruz. İşte bu Müzdelife'de kılınan iki namaz arasında başka işlerle uğraşmanın câiz olduğunu ifade eder. Mâlik'e Müzdelife'ye gelen kimse hakkında şöyle bir soru sorulur: Bu kişi önce namaz kılmakla mı işe başlar yoksa bineğinden yüklerini indirinceye kadar namazı te'hir edebilir mi? Buna şöyle cevap verir: Hafif olan yüklerini namaz kılmaktan önce indirmesinde bir mahzur yoktur. Develer üzerindeki hevdeçlerle diğer ağır yüklerin indirilmesine gelince; bunların indirilmesinin sakıncasız olacağı görüşünde değilim. O bakımdan önce iki namazı kılsın, sonra da devesinin üzerindeki (ağır) yükleri indirsin. Eşheb, kitaplarında der ki: Namaz kılmadan önce yüklerini indirebilir. Bununla birlikte -bineğin üzerindeki yükün ağırlığı ya da bir başka mazeret dolayısıyla olması hali gibi- mecbur kalmadıkça akşam namazını kıldıktan sonra yüklerini indirmesini daha uygun görürüm. İki namaz arasında gidip gelme hakkında ise İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: Her iki namazı bir arada kılan kimsenin iki namaz arasında nafile kılmamasının sünnetten olduğu hususunda ilim adamlarının ihtilaf ettiklerini bilmiyorum. Çünkü Usame yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte: "Ve her iki namaz arasında herhangi bir namaz kılmadı" denilmektedir. Müzdelife'de geceyi geçirmek, Cumhûra göre haccın bir rüknü değildir. Ancak kurban bayramı gecesi Müzdelife'de gecelemeyip Cem'de (yani Müzdelife'de) vakfe yapmayan kimseye ne gerektiği hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik der ki: Müzdelife'de geceyi geçirmeyen kimsenin bir kurban kesmesi gerekir. Gecenin çoğunluğunu orada geçiren kimseye birşey düşmez. Çünkü kurban bayramı gecesini orada geçirmek, Mâlik ve arkadaşlarına göre müekked bir sünnettir, farz değildir. Atâ, ez-Zührî, Katâde, Süfyan es-Sevrî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve re'y ashabının da geceyi orada geçirmeyen hakkındaki görüşleri buna yakındır. Şâfiî ise der ki: Gecenin yarısından sonra oradan çıktığı taktirde ona birşey gerekmez. Yarısından önce Müzdelife'den çıkıp da tekrar oraya geri dönmezse bir fidye gerekir. Fidye ise bir koyundur. İkrime, eş-Şa'bi, en-Nehaî ve Hasan-ı Basrî ise der ki: Müzdelife'de vakfe yapmak farzdır. Cem'a yetişmeyip orada vakfe yapamayan kimse haccı da kaçırmış olur. Bu hac için girdiği ihramını umre ihramına dönüştürür. Bu görüş İbn ez-Zübeyr'den de rivâyet edilmiştir, Evzaî'nin de görüşü budur, es-Sevrî'den de buna benzer bir rivâyet nakledilmiştir. Ancak ondan sahih olarak gelen bir rivâyete göre Müzdelife'de vakfe müekked bir sünnnettir. Hammâd b. Ebi Süleyman der ki: Cem'den ifadayı kaçıran kimse haccı da kaçırmış olur. Umre yaparak ihramından çıksın, daha sonra ertesi sene hac etsin. Bunlar Kitap ve Sünnetteki beyanların zahirinden anlaşılanı delil göstermişlerdir. Kitap'tan delilleri yüce Allah'ın şu âyetidir: "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı zikredin." Sünnetten delilleri ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Her kim Cem'e yetişerek oradan ayrılıncaya kadar insanlarla birlikte vakfe yaparsa o kişi (haccı) idrak etmiş olur. Buna yetişemeyen kimsenin ise haccı yoktur." Nesâi, Menâsik 211 yakın ifadelerle Bu hadisi İbnu'l-Münzir zikretmektedir. Dârakutnî ise Urve b. Mudarris'den şunu rivâyet etmektedir: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cem'de bulunduğu sırada vardım ve ona şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasûlü, benim haccım oldu mu? Şöyle buyurdu: "Her kim bizimle birlikte bu namazı kılar, sonra bizimle beraber buradan ayrılıncaya kadar vakfe yaparsa bundan önce de gece ya da gündüz Arafat'tan ayrılmış (ifada etmiş) ise onun haccı tamam olmuş, menâsikini yerine getirmiş olur." eş-Şa'bi der ki: Cem'de vakfe yapmayan kimse umre yapar. Dârakutnî, II, 240. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 68; Tirmizî, Hacc 57; Nesâî, 211; İbn Mâce, Menâsik 57; Dârimî, Menâsik 54. Cumhûrun görüşü lehine delil gösterenler şu sözleriyle bunlara cevap vermektedirler: Âyet-i kerimede Müzdelife'de vakfe yapmanın da gecelemenin de vücubuna dair herhangi bir delil yoktur. Çünkü böyle bir hüküm âyette zikredilmemektedir. Orada sadece "Allah'ı zikretmek" sözkonusudur. Bütün ilim adamları şunu icma ile kabul etmişlerdir: Bir kimse Allah'ı zikretmeksizin Müzdelife'de vakfe yapacak olursa haccı tamam olur. Orada zikretmek, haccın esasından olan emirler arasında yer almadığına göre, orada bulunmanın böyle olmaması öncelikle sözkonusudur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Aynı şekilde ilim adamları icma ile şunu kabul ederler: Kurban bayramı birinci günü (yevmu'n-nahr) güneş doğduğu takdirde artık Cem'de vakfe yapma vakti geçmiş olur. Güneşin doğuşundan önce orada vakfeye yetişen kimse vakfeye yetişmiş olur. Bunun farz olduğunu kabul edenler de sünnet olduğunu kabul edenler de bu kanaattedirler. Urve b. Mudarris'in (sözü geçen) hadisine gelince; hadisin bazı rivâyet yollarında Arafe'de vakfe açıkça sözkonusu edilmekle birlikte Müzdelife'de geceyi geçirmekten söz edilmemektedir. Abdurrahman b. Ya'mer ed-Dîlî yoluyla gelen hadis de onun gibidir. Abdurrahman der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Arafede gördüm. Necid halkından bazı kimseler onun yanına gelip hacca dair sorular sordular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Hac Arafe (de vakfe etmek)dir. Her kim Cem' gecesi (yani Müzdelife gecesi) tan yeri ağarmadan önce bu vakfeye yetişirse onun haccı tamam olur." Bunu Nesâî rivâyet eder ve şöyle der: Bize İshak b. İbrahim haber verdi, dedi ki: Bize Vekî anlattı. Bize Süfyan (es-Sevri) Bükeyr b. Atâ'dan anlatarak dedi ki: (Bükeyr) Abdurrahman b. Ya'mer ed-Dîlî'den naklederek dedi ki., ve yukarıdaki hadisi zikretti." Nesâî, Menâsik 203. Ayrıca bunu İbn Uyeyne, Bükeyr'den o Abdurrahman b. Ya'mer ed-Dîlî'den de rivâyet etmiştir. Abdurrahman dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğuna şahit oldum. "Hac Arafat (da vakfe)dır. Her kim tan yeri ağarmadan önce Arafeye yetişirse (hacca) yetişmiş olur. Mina günleri de üç gündür; her kim acele edip iki günden önce ayrılırsa onun için vebal yoktur. Her kim daha sonraya da kalırsa onun için de vebal yoktur." Dârakutnî, II, 241. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 68; Hacc 211; İbn Mâce, Menâsik 57. Urve yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber: "Her kim bizim bu namazımızı kılarsa.." şeklindeki âyeti ile Müzdelife'de kılınan namazı sözkonusu etmektedir. İlim adamları icma ile şunu belirtirler: Bir kimse orada geceyi geçirse, vakfe yapsa ve uyuyup İmâm ile namazı -yetişemeyip- geçirecek olsa onun haccı tamamdır, eksiksizdir. İmâm ile birlikte namaza katılmak haccın esasından olmadığına göre; bu namazın kılınması gereken yerde vakfede bulunmanın da aynı hükmü taşıması öncelikle sözkonusudur. Bu görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları derler ki: O halde bu Hadîs-i şerîf ile sözü geçen farz, ancak Arafe (de vakfe) hakkında tahakkuk etmektedir. 18- Hidâyete Karşılık Allah'ı Zikretmek: Yüce Allah'ın: "O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi siz de O'nu anın" âyetinde zikir emri te'kid için tekrarlanmaktadır. Günlük konuşmalarımızda: "At at" dememiz gibi. Birincisinin Meş'ar-ı Haram'da zikretmeyi emrettiği, ikincisinin deihlaslıolarak Allah'ı zikretmeyi emrettiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre ikinci emirden kasıt, nimetin sayılıp dökülmesi ve bu nimete karşı şükretmek emridir. Daha sonra yüce Allah onlara verdiği nimetin büyüklüğü açıkça anlaşılsın diye sapıklık hallerini hatırlatarak: "Muhakkak bundan önce sapıklardandınız" diye buyurmaktadır. Bu âyette "gibi" nin anlamı şudur: O size nasıl güzel bir hidâyet verdiyse siz de güzelce O'nu anınız. Yine; size kendisini nasıl anacağınızı öğretti ise siz de öylece O'nu anınız ve bundan vazgeçmeyiniz. Sîbeveyh'e göre bu âyet-i kerimedeki "(........) muhakkak" anlamına gelen şeddelisinin, şeddesiz halidir. Buna haberin başında yer alan kelimesinin başına "lâm" harfinin gelmesi delalet etmektedir. el-Ferrâ' ise bunun nefy anlamına geldiğini "lâm"ın ise anlamına geldiğini söylemektedir. (Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Siz bundan önce ancak sapıklardan idiniz). Nitekim şair şöyle demektedir: "Annen seni kaybedesice! Sen ancak bir müslümanı öldürdün Artık Rahmân'ın cezası seni bulacaktır." Ya da buradaki: (Muhakkak anlamına gelen): anlamına da olabilir, yani: Siz şüphesiz böyle idiniz, demek olur. Böylelikle buna dair üç görüşün olduğu ortaya çıkmaktadır. "Bundan" zamiri hidâyete râcidir. Kur'ân'a raci olduğu da söylenmiştir. Yani siz Kur'ân'ın indirilişinden önce ancak sapıklar idiniz, demektir. Arzu edildiği takdirde bu zamir sözü edilmeyen hakkında kinaye yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait de kabul edilebilir, ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 199Sonra siz de insanların döndüğü (ifâda ettiği) yerden dönün ve Allah'tan mağfiret dileyin. Muhakkak Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Hac ve İnsanlar Arasında Eşitlik: Yüce Allah'ın: "Sonra siz de insanların döndüğü (ifâda ettiği) yerden dönün" âyetinde hitabın "el-Hums"a olduğu söylenmiştir. Bunlar Arafat'ta sair insanlarla birlikte vakfe yapmıyorlardı. Onun yerine harem bölgesi içerisinde kalan Müzdelife'de vakfe yapıyorlar ve şöyle diyorlardı: Bizler yüce Allah'ın Hareminin sakinleriyiz. O bakımdan Harem'i ta'zim etmemiz, harem dışı (Hil) olan herhangi bir yeri de tazim etmememiz, gerekir.. Onlar Arafe'nin İbrahim (aleyhisselâm)'ın vakfe yaptığı yer olduğunu bilmekle ve bunu kabul etmekle birlikte Harem sınırlarının dışına çıkmıyorlar ve Müzdelife'de vakfe yapıyor, oradan da geri dönüyorlardı. Sair insanlar ise Arafe'de vakfe yapıyorlardı. İşte burada onlara: Siz de herkesle birlikte vakfe yapıp oradan dönünüz, denilmektedir. Bu âyette yer alan "sonra" kelimesi bu âyet-i kerimede tertip (sıra) ifade etmek için değildir. Onunla ilişkisi olmayan bir cümleye atfetmek içindir. ed-Dahhâk da der ki: Âyet-i kerimenin muhatabı ümmetin tümüdür. "İnsanlar"dan kasıt ise, İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki insanlar kendilerine... dediler." (Âl-i İmrân, 3/173) Burada "insanlar" ile kastedilen bir tek kişidir. Buna göre bu âyette Arafeden ifada yapmakla (vakfeden dönmekle) emrolundukları ihtimal dahilindedir. Aynı şekilde bir başka ifadanın kastedilmiş olması ihtimali de vardır ki o da Müzdelife'den ifadadır. Bu ihtimale göre "sonra" kelimesi asıl anlamına uygun olarak kullanılmış olur. Taberî de bu ihtimali esas almıştır. Buna göre anlamı şöyle olur: "Sizler de İbrahim'in Müzdelife'den ifada yaptığı yerden ifada ediniz. Yani sonra Mina'ya doğru ifadada bulununuz. Çünkü Arafat'tan ifada Müzdelife'den yapılan ifadadan öncedir. Derim ki: Bu, Müzdelife'de vakfe yapmayı vacip kabul edenler için -oradan ifada emri dolayısıyla- bir delil olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şu kadar var ki bu âyet-i kerimenin te'vili ile ilgili iki görüşten sahih olanı birincisidir. Tirmizî'nin rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Kureyş ve onun dini üzere olanlar -ki bunlar el-Hums diye bilinirler- Müzdelife'de vakfe yapıyor ve: Bizler Allah'ın Hareminin sakinleriyiz, diyorlardı. Onların dışında kalanlar ise Arafe'de vakfe yaparlardı. Yüce Allah bunun üzerine: "Sonra siz de insanların döndüğü (ifada ettiği) yerden dönün" âyetini indirdi. Bu hasen sahih bir hadistir. Tirmizî, Hacc 53. Ayrıca Buhâri, Hacc 91, Tefsir 2. sûre 35; Müslim, Hacc 151; Ebû Dâvûd, Menâsik 57; Nesâî, Menâsik 202 Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre de Hazret-i Âişe şöyle demiştir: el-Hums, yüce Allah'ın haklarında: "Sonra siz de insanların döndüğü (ifada ettiği) yerden dönün" âyetini indirdiği kimselerdir. (Hazret-i Âişe) dedi ki: Sair insanlar Arafat'tan ifada yapıyorlardı. el-Hums ise Müzdelife'den ifada yapıyorlar ve: Bizler ancak Harem bölgesi içerisinde bulunan yerden ifada ederiz, diyorlardı. Yüce Allah'ın: "Sonra siz de insanların döndüğü (ifada ettiği) yerden dönün" âyeti nazil olunca Arafat'a (vakfe yapmak üzere) geri döndüler. Müslim, Hacc 152. İşte bu apaçık bir naştır, onun benzeri pek çok sahih rivâyet de vardır. O bakımdan bunun dışında kalan görüşlere herhangi bir şekilde itibar edilmez.. Yardım talep ettiğimiz yüce Allah'tır. Saîd b. Cübeyr "en-nâs" kelimesini "(unutan anlamına): "en-Nâsî" diye okumuştur. Bundan kasıt ise Âdem (aleyhisselâm) olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O unuttu, ancak onun (o günaha) bir azmini bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115) Bazılarına göre sondaki "ya" uzatma harfi hafifletilerek (uzatmasız): "Kadı ve hadi" gibi "en-nâsi" de denilebilir. İbn Atiyye der ki: Arapçada bu söyleyişin câiz olduğunu Sîbeveyh zikretmektedir. Kıraat olarak bunun câiz olduğuna dair ise kimseden birşey bellemiş değilim. Bu âyette yüce Allah (ifâda halinde) mağfiret dilemeyi emretmektedir. Çünkü bu yerler mağfiret istenecek ve bu isteğin kabul olunduğu kuvvetle muhtemel ve rahmetin sağnak sağnak yağdığı yerlerdir. Bir kesim ise şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Arafede değil de Müzdelife'nin Kuzah denilen yerinde vakfe etmek suretiyle İbrahim'in sünnetine aykırı olan uygulamanız dolayısıyla Allah'tan mağfiret isteyiniz. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Hazret-i Ali şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah olunca Kuzah üzerinde durdu ve şöyle dedi. "İşte bu Kuzah'tır, burası vakfe yapılan yerdir. Cem'in (Müzdelife'nin) her tarafı vakfe yeridir. Ve ben burada kurban kestim. Mina'nın her yeri de kurban kesilecek yerdir. Siz de konakladığınız yerlerde kurbanlarınızı kesiniz." Ebû Dâvûd, Menâsik, 64; Tirmizî, Hacc 54; Müsned, I, 75, 76, 81, 157 Hacılar Arafat'tan Müzdelife'ye doğru gittikleri takdirde Müzdelife'de geceyi geçirmeleri gerekir. Daha sonra İmâm, sabahın erken saatlerinde kalkar ve hep birlikte Meş'ar-ı Haram'da vakfe yaparlar. Kuzah, İmâmın (Müzdelife'de) üzerinde vakfe yapacağı tepenin adıdır. Orada güneşin doğuşuna yakın vakte kadar Allah'ı zikreder ve dua eder, dururlar. Daha sonra da güneş doğmadan önce -cahiliyye Araplarına muhalefet olmak üzere- (Mina'ya doğru) hareket ederler. Çünkü cahiliyye dönemi Arapları güneş doğduktan sonra Mina'ya gider ve: Haydi baskın yapalım, diye Sebir dağı Sebîr: Müzdelife'den Mina'ya doğru giderken solda kalan, Müzdelife'de büyükçe bir tepe üzerinde güneş doğsun. Yani ihramdan çıkmamız yaklaşsın ve talan etmek imkanını bulalım diye Sebir dağı üzerine güneş doğsun. Buhârî'nin rivâyetine göre Amr b. Meymun şöyle demiş: Ben Ömer'in Cem'de sabah namazını kıldıktan sonra vakfe yaptığına ve şöyle dediğine şahit oldum: Müşrikler güneş doğuncaya kadar ifada yapmazlardı. (Müzdelife'den Mina'ya dönmezlerdi) ve: Ey Sebir dağı, güneşin doğuşu ile aydınlan, derlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onlara muhalefet ederek güneş doğmadan önce Müzdelife'den Mina'ya doğru yürüdü. Buhârî, Hacc 100, Menakibu'l- Ensar 26; İbn Mâce, Menâsik 61. İbn Uyeyne de İbn Cüreyc'den o Muhammed b. Kays b. Mahreme'den o İbn Tavus'tan o babasından rivâyet ettiğine göre cahiliyye halkı insanları güneşin batışından önce Arafe'den, güneş doğduktan sonra da Müzdelife'den ayrılıyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birinci dönüşü sonraya bırakırken, ikinci dönüşü ise erkene aldı. Yani Arafe'den dönüşü geciktirdi, Müzdelife'den dönüşü erkene aldı ve böylelikle müşriklerin izledikleri yola muhalefet etti. 3- Müzdelife'den Mina'ya Dönüş Şekli: Güneşin doğuşundan önce Müzdelife'den Mina'ya gidişleri Arafe'den dönüş gibi olmalıdır. Bu ise İmâmın insanlarla birlikte el-anek denilen (hızlıca) yürüyüş ile yol almasıdır. Onlardan birisinin önüne bir açıklık görüldüğü takdirde bir parça anek yürüyüşünü daha da artırır. Anek denilen yürüyüş şekli, binek hayvanlarının bilinen bir yürüyüşüdür. Bilinmeyen birşey değildir. en-Nass denilen yürüyüş şekli ise anekten daha da hızlıdır. Ceneb veya bundan daha ileri olan yürüyüş gibi. Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Usame b. Zeyd (r. anhuma)'ya şöyle sorulmuş: Arafe'den döndüğü vakit Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl yol alırdı? Usame şöyle dedi: O anek denilen yürüyüş ile yürürdü. Bir boşluk bulduğunda nass yapardı. Hişam (hadisin senedindeki ravilerden birisi) dedi ki: Nass ise anekten daha hızlıcadır. Müslim, Hacc 283, 284. Buna dair açıklama önceden geçti. İmâmın, Muhassir vadisinin iç taraflarında bir taş atımlık kadar bineğini harekete getirmesi müstehaptır. Yapmayacak olursa bir mahzuru yoktur. Muhassir Mina'dandır. es-Sevrî ve başkaları, Ebû Zübeyr'den o Hazret-i Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sükun içerisinde (Müzdelife'den) döndü ve onlara": "Muhassir vadisinde (hayvanlarınızı) ağır ağır yürütünüz." Nesâî, Menâsik 204; İbn Mâce, Menâsik 61. Onlara ayrıca: "Hac menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurdu. Müslim, Hacc 310; İbn Mâce, Menâsik 61. Mina'ya geldiklerinde -ki bu da kurban kesme günü sabahıdır- orada yer alan Akabe cemresine kuşluk vakti -güç yetirmeleri halinde- binekli olarak taş atarlar. Diğer cemrelere binekli olarak taş atmak müstehab değildir. Buraya her birisi -ileride geleceği üzere- (nohut büyüklüğünde) bir çakıl taşı olmak üzere yedi küçük taş atarlar. Bu Akabe cemresine taş attıktan sonra, ihram dolayısıyla kendileri için haram olan dikişli elbise giymek ve diğer bütün yasaklar helal olur. İmâm Mâlik ve Ebû Dâvûd el-Haffaf in rivâyetine göre İshak'a göre ise, bundan kadınlar, hoş koku ve avlanmak müstesnadır. Ömer b. el-Hattâb ile İbn Ömer ise şöyle demişlerdir: Kadınlar ve hoş koku dışında herşey onun için helal olur. Mâlik; taş attıktan sonra ve ifadadan önce koku sürünen bir kimse için -bu konudaki rivâyetler dolayısıyla- fidye gerektiği görüşünde değildir. Akabe cemresine taş attıktan ve fakat ifadadan önce avlanan kimsenin ise, ona göre avın cezasını (karşılığını ve bedelini) vermesi gerekir. Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr ise şöyle demektedir: Kadın dışında herşey ona helal olur. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. 4- Telbiye Getirmenin Sona Ermesi: Akabe cemresine atacağı ilk taş ile birlikte hacı telbiye getirmeyi keser. Medine'de ve başka yerlerdeki ilim ehlinin çoğunluğu bu görüştedir. Mâlik'e göre ise bu câiz ve mubahtır. Ondan meşhur olan görüşe göre ise güneşin zevali ile birlikte telbiyeyi keser çünkü Ali (radıyallahü anh) yoluyla gelen Rivâyet-i Muvatta’' adlı eserinde kaydetmektedir. Buna göre Arafe günü güneşin zevali esnasında telbiye kesilir. Orada der ki: Bizce (uygun) görüş budur. Muvatta’', Hacc 44. Derim ki: Bu hususta sünnetten aslolan delil Müslim'in el-Fadl b. Abbas'tan yaptığı rivâyettir. el-Fadl o sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terkisine binmiş idi. Peygamber, Arafe akşamı ve Müzdelife sabahı döndükleri vakit insanlara: "Sükûneti elden bırakmayınız" diye buyurdu. (Mina'dan olan) Muhassir'e girinceye kadar devesini hızlıca güdüyordu. (Muhassir'de) buyurdu ki: "Cemreye atılacak ufak taşlan toplayınız." (el-Fadl) devamla dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Akabe cemresine taş atıncaya kadar telbiyeye devam etti. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir insanın şehadet parmağı ile baş parmağı arasında ufak taş atması gibi eliyle işaret ediyordu denilmektedir. Müslim, Hacc 268. Buhârîde Abdullah (b. Mes'ûd)'tan gelen rivâyete göre ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Büyük cemreye (Cemretu'l-Akabe'ye) varınca Beyt'i soluna Mina'yı da sağına aldı, yedi taş atarak şöyle dedi: İşte üzerine Bakara Sûresi'nin nazil olduğu zat (Hazret-i Peygamber) bu şekilde (cemreye) taş attı. Buhârî, Hacc 135, 137. Dârakutnî de Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "(Akabe'ye) taş atıp traş olduğunuz ve kurbanınızı kestiğiniz takdirde kadınlar dışında herşey sizin için helal olur. Elbise giymek de hoş koku sürünmek de sizin için helal olur." Dûrakutnî, II, 276. Buhârî’de de Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şu iki elimle ihrama girdiği sırada koku sürdüm. Tavaf etmeden önce ihramdan çıkması dolayısıyla da aynı şekilde bu ellerimle ona koku sürdüm (dedi) ve ellerini uzattı. Buhârî, Hacc 18, Libas 73. İşte bu ilim adamlarına göre "küçük tehallül" diye bilinir. "Büyük tehallül" ise ifada tavafından sonradır. Bununla kadınlar ve ihram dolayısıyla bütün yasaklar artık helal olur. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hac Sûresi'nde (22/29. âyet-i kerimede) sözkonusu edilecektir. 200Menâsikinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. İnsanlardan bazıları: "Ey Rabbimiz, bize dünyada ver" der. Ahirette ise onun bir payı yoktur. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Bitirilmesi Gereken Menâsik: Yüce Allah'ın: "Menâsikinizi bitirince" âyeti ile ilgili olarak Mücâhid şöyle demektedir: Menâsikten kasıt kesilecek kurbanlar ve kan akıtmaktır. Bunların hac şeâiri olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuştur. Âyetin anlamı şudur: Sizler hac menâsikinden herhangi birisini yaptığınız takdirde Allah'ı zikrediniz ve O'nun üzerinizdeki ni'metleri dolayısıyla O'na övgülerde bulununuz. Ebû Amr daki kefleri birbirine idğam etmektedir. Aynı şekilde: " Sizi... ne sürükledi?" (el-Müddessir, 74/42) âyetini da bu şekilde okumaktadır. Çünkü bu iki harf birbirinin mislidir. "Kazâ ettiğinizde" âyeti burada; eda edip bitirdiğinizde, anlamındadır. Yüce Allah bir başka yerde (aynı kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Artık o namaz kılındı mı..." (el-Cum'a, 62/10) Burada anlamı: Cum'a namazını eda edip bitirdiğinizde demektir. Bazan "kazâ" tabiri tayin edilmiş vaktin dışında yerine getirilen ibadetler hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın" âyeti şuna işarettir: Araplar haclarını eda ettiğinde Akabe cemresi yanında durup atalarıyla övünmeyi adet edinmişlerdi. Burada geçmiş atalarının kahramanlıklarını, cömertliklerini ve benzer şanlarını sözkonusu ederlerdi. Hatta onlardan kimisi şöyle derdi: Allah'ım, şüphesiz ki benim babamın cadın çok büyüktü, kazanı büyüktü, malı pek çoktu. O bakımdan ona verdiğin gibi bana da ver, der ve babasından başkasını anmazdı. Bu âyet-i kerîme, cahiliyye döneminde atalarını anmaya önem verdiklerinden daha fazla Allah'ın ismini zikretmek için kendilerini zorlamalarına işaret etmek üzere nazil olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğunun (Cumhûrunun) görüşü budur. İbn Abbâs, Atâ, ed-Dahhak ve er-Rabi' ise şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Çocukların babalarını ve annelerini anısı gibi siz de Allah'ı anınız. Yani O'na sığınınız, O'ndan yardım isteyiniz. Tıpkı küçükken babalarınızdan isterken yaptığınız gibi. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Âyetin anlamı şudur: Allah'ı anınız, O'nu tazim ediniz, O'nun yasaklarına hamiyetle bağlı kalınız. Din ve meşâirinde (ibadetlerinde) şirk koşmak isteyenleri alıkoyunuz. Tıpkı bir kimse onların şanını küçültmek istediği zaman atalarınızı hayır ile yadedip onları koruduğunuz, himaye ettiğiniz gibi yapınız. Ebû'l-Cevzâ, İbn Abbâs'a dedi ki: Bugün kimse babasını anmıyor. Buna göre âyetin anlamı ne olabilir? İbn Abbâs şöyle der: Durum anladığın gibi değildir. Bunun anlamı şudur: Allah'a isyan edildiği vakit, anne babanasövüldüğüzamanki kızgınlığından daha ileri derecede Allah için gazap etmendir. Yüce Allah'ın: "İnsanlardan bazıları: 'Ey Rabbimiz bize dünyada ver' der" âyeti mübtedâ olarak ref mahallindedir. Sıfat da yapılabilir. Buna göre: "O kimse: Ey Rabbimiz bize dünyada ver, der." Maksat ise müşriklerdir. Ebû Vail es-Süddî ve İbn Zeyd der ki: Cahiliyye dönemi Arapları sadece dünya menfaatleri için dua ederlerdi. Deve, koyun, düşmana karşı zafer elde etmeyi isterler, âhireti dilemezlerdi. Çünkü âhireti bilmiyor ve âhirete îman etmiyorlardı. Bu âyet ile yalnızca dünya ile ilgili dua etmeleri yasaklanmaktadır. Burada yasak (nehiy) onların geçmişteki hallerini haber vermek şeklinde ifade edilmiştir. Bu âyetin -aynı şekilde- dualarını dünyaya münhasır kıldığı takdirde mü’min kimseye tehdidi kapsaması da mümkündür. Buna göre: "Âhirette ise onun bir payı yoktur" âyeti, (yani âhirete dair bir talepte bulunmayan mü’minin payı) âhireti dileyenin payı gibi değildir, demek olur. Âyet-i kerimede geçen "el-halâk" pay, nasip anlamındadır. 201Onlardan bazıları da: "Rabbimiz, bize dünyada bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver; bizi ateş azabından koru" der. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Müslümanlar Dünya ile Birlikte Âhireti de Talep Ederler: Yüce Allah'ın: "Onlardan" âyeti ile kasıt insanlardan bazısı demektir. Bunlar ise hem dünyanın hem de âhiretin hayrını isteyen müslümanlardır. Burada sözü geçen iki ayrı "iyilîk"den ne kastedildiği ile ilgili olarak pek çok görüş ortaya atılmıştır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan dünyada iyilikten kastın güzel kadın âhirette de Huru’l-îyn olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. "Bizi ateş azabından koru" ise kötü kadından koru demektir. Derim ki: Böyle bir açıklama oldukça uzak bir ihtimaldir. Hazret-i Ali'den de bu rivâyet sahih olarak gelmiş değildir. Çünkü "ateş" hakikat anlamında yakan ateşi ifade eder. Ateş ile "kadın"ın kastedilmesi ise kelimenin anlam hudutlarını oldukça aşmak demektir. Katâde ise der ki: Dünyadaki iyilik sıhhat, afiyet ve yeteri kadar maldır. el-Hasen der ki: Dünyadaki iyilik, ilim ve ibadettir. Başka görüşler de ileri sürülmüştür. İlim adamlarının çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre ise her iki "iyilik" ile kastedilen dünya ve âhiret nimetleridir. Sahih olan da budur. Çünkü lâfız bütün bunları kapsamasını gerektirmektedir. Çünkü "iyilik (hasene)" dua sadedinde ve nekre (belirtisiz) olarak gelmiştir. O bakımdan bedel olmak üzere her türlü haseneyi (iyiliği) ifade etme ihtimali vardır. Âhiretin iyiliği (hasenesi)nin ise cennet olduğu icma ile kabul edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Burada "tek bir hasene (iyilik)" verilmesi istenmemektedir. Aksine; sen bize dünyada iyi bir bağış, güzel bir ihsan ver demektir. Burada isim (bağış) hazfedilmiştir. "Bizi ateş azabından koru!" âyetindeki ": Bizi koru" lâfzının aslı şeklindedir. Burada "vav" benzer kelimelerde olduğu gibi hazfedilmiştir. "yekî: korur", "yeşî: işaret eder" kelimelerinde olduğu gibi, "yâ" ile esre arasında kaldığından "vav" hazfedilmiştir. Basralıların görüşü budur. Kûfeliler ise şöyle der: Lâzım ile müteaddiyi birbirinden ayırd edilmesi için hazfedilmiştir. Muhammed b. Yezîd ise: "Bu hatadır" der. Çünkü Araplar bu gibi kelimelerde "ya" ile esre arasında kalan "vâv" harfini hazfederler. Bu âyet-i kerimeden kasıt, kişinin masiyetleri sebebiyle cehenneme girecek kişilerden ve daha sonra şefaat ile cehennemden çıkarılacak kişilerden olmamasını dua edip istemektir. Cennete girme talebini te'kid etmek üzere bir dua olma ihtimali de vardır. Böylelikle her iki yönden de kurtulma ve fevz (korktuğundan emin, umduğuna nail olmak) anlamını ifade eden bir arzuyu dile getirmiş olmaktadır. Nitekim ashab-ı kiramdan birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir: Ben dualarımda şöyle diyorum: Allah'ım, beni cennete koy ve ateşten yana da bana esenlik ver. Ancak seninde (dua ederken) neyi fısıldadığını Muaz'ın da neyi fısıldadığını bilemiyorum. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bizim de fısıltılarımız hep bunun etrafında dönüp dolaşmaktadır." Bu hadisi Sünen'inde Ebû Dâvûd ve İbn Mâce rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd Salât, 124; İbn Mâce, İkame 26, Duâ 4; Müsned, III, 474, V, 74. Bu âyet-i kerîme dünyayı da âhireti de kapsayan oldukça kapsamlı ve özlü dua âyetlerindendir. Enes'e: "Bizim için Allah'a dua et" denilince şöyle dedi: Allah'ım bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru. Bu talepte bulunanlar: Daha da bize dua et, deyince şöyle dedi: Ne istiyorsunuz ki? Dünyayı da âhireti de istemiş bulunuyorum. Buhârî ile Müslim'de Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın en çok yaptığı dua şu idi: "Allah'ım, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru." Buhârî, Deavât 55; Müslim, Zikir ve Duâ 26, 27. (Râvi) der ki: O bakımdan Enes, bir dua yapmak istediğinde bunları söyleyerek dua ederdi. Yine bir duada bulundu mu o duasında bunları da sözkonusu ederdi. Müslim, Zikir ve Duâ 26. Hazret-i Ömer'den gelen rivâyete göre o Beyt'i tavaf ederken şöyle dermiş: Rabbimiz bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru. Bunun dışında söylemeyi adet edindiği bir sözü yoktu. Bunu Ebû Ubeyd zikretmektedir. İbn Cüreyc de der ki: Bana ulaştığına göre Hazret-i Ömer, müslümanın vakfe yerinde en çok şu âyet-i kerîme ile dua etmesini isterdi: "Rabbimiz, bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru." İbn Abbâs der ki: Rüknün yanında Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri duran ve amin diyen bir melek vardır. O bakımdan sizler de: "Rabbimiz, bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru" deyiniz. Atâ b. Ebi Rebâh'a, Beytullah'ı tavaf ederken Rükn-i Yemanî hakkında soru soruldu. Atâ şu cevabı verdi: Bana Ebû Hüreyre'nin anlattığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Onun üzerinde yetmiş melek görevlendirilmiştir. Her kim Allah'ım, ben senden dünyada da âhirette de affolunmayı ve afiyeti dilerim. Rabbimiz, bize dünyada da bir iyilik ver, âhirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru diyecek olursa onlar da amin derler." Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Menâsik 32 İleride bütünüyle ve senedini de kaydederek, yüce Allah'ın izniyle Hac Sûresi'nde gelecektir. 202İşte onların kazandıklarından bir payı vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Kazandıklarından Pay Alanlar: Yüce Allah'ın: "İşte onların kazandıklarından bir payı vardır" âyeti ikinci kesim ile yani müslüman olan kesim ile alakalıdır. Yani bunlar haccın sevabını ya da duanın sevabını alanlardır. Çünkü mü’minin duası da bir ibadettir. Buradaki "onların" âyetinin her iki kesim hakkında olduğu da söylenmiştir. Mü’min için amelinin ve duasının sevabı vardır, kâfir için de şirkinin ve gözünü dünyaya dikip ondan ötesini görmemesinin cezası vardır. Buna göre bu âyet, yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Herkes için amellerine göre dereceleri vardır." (el-En'am, 6/132; el-Ahkâf, 46/49) 2- Allah Hesabı Pek Çabuk Görendir: Yüce Allah'ın: "Allah hesabı pek çabuk görendir" âyetindeki pek çabuk (seri') kelimesi, sür'atten gelmektedir. Çok hızlı ve çabuk olan hakkında: "seri'"-denilir. "el-Hisab" muhasebe gibi masdardır. Mahsuba (hesap edilene) da hesap denilebilir. Bu kelime saymak anlamındadır. İbnu'l-A'râbî şu mısraları örnek göstermektedir: "Ey Cuml, hesapsız olarak seni suvarsın Güzel bir şekilde terbiye eden bir hükümdarın suvarması gibi Sen beni naz ve işve ile güzel sözlerle öldürdün." Haseb: Kişinin övünülecek özellikleri arasında sayılan şeydir. Onun hasebi dinidir, denildiği gibi, hasep'ten kasıt maldır da denilmiştir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Hasep maldır, kerem ise takvadır" buradan gelmektedir. Bu hadisi Sumura b. Cündüb Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmiş ve İbn Mâce de Sünen'inde tahric etmiştir. İbn Mâce, Zühd 24; Tirmizî, Tefsir 49. sûre 6; Müsned, V, 10. Bu hadis eş-Şihab'da da yer almaktadır. Âyet-i kerimedeki anlam şöyledir: Şanı yüce Allah hesabı çabucak görür. O, bunun için tek tek saymaya da onar onar saymaya, hesap görenlerin akıllarını kullandıkları gibi düşünmeye de ihtiyaç duymaz. O bakımdan âyeti hakkın kendisi olan yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Hesap görenler olarak biz yeteriz." (el-Enbiya, 21/47) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Ey Kitab'ı indiren ve hesabı pek çabuk gören Allah'ım.." Buhârî, Meğâzî 29, Tevhid 34; Müslim, Cihâd 21; Tirmizî, Cihâd 8; İbn Mâce, Cihâd 15. Aziz ve celil olan Allah, kulların lehine olanı da aleyhine olanı da bilir. Onun hatırlamaya, düşünmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü o hesabı görülecek olanın lehine olanı da aleyhine olanı da bilmektedir. Zira hesap görmenin faydası bu işin gerçek mahiyetini öğrenmektir. Bunun: Kulların amellerinin karşılığını çabucak verendir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir durum ile meşgul olması başka bir işle meşgul olmasını engellemez; anlamında olduğu da söylenmiştir. O bakımdan O, hepsini tek bir halde hesaba çeker, hesaplarını görür. Âyeti hakkın kendisi olan yüce Allah nitekim şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız da öldükten sonra diriltilmeniz de yalnızca bir tek nefis gibidir." (Lukman, 31/28) el-Hasen der ki: O'nun hesap görmesi bir gözün değmesinden de daha hızlıdır. Haberde şöyle denilmektedir: "Allah bir koyun sağma süresi kadar bir sürede hesaba çeker." Şöyle de denilmiştir: O bir tek kişiyi hesaba çektiği vakit bütün insanları hesaba çekmiş olur. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'a: Allah bir günde bütün kulları nasıl hesaba çekecektir? diye sorulunca o: Hepsine bir günde rızık verdiği gibi, der. Hesaba çekmenin anlamı ise yüce Allah'ın kullarına, amellerine verilecek karşılığın miktarını bildirmesi, unuttuklarını onlara hatırlatmasıdır. Buna delil ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah hepsini dirilteceği o günde ne yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah onu tek tek saymış, onlarsa onu unutmuşlardır." (el-Mücadele, 58/6) Âyet-i kerimenin anlamının; hesap gününü çabucak getirendir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyetten kasıt Kıyâmet gününü hatırlatarak korkutup uyarmaktır. Derim ki: Bütün bu anlamlar ihtimal dahilindedir. O bakımdan kul, salih ameller işleyerek hesabının hafiflemesine gayret etmelidir. Ahirette hesap, dünyada kendisini hesaba çeken için hafif olacaktır. 3- Kazandıklarından Pay Sahibi Olanlar ve Nüzul Sebebi: İbn Abbaş, yüce Allah'ın: "İşte onların kazandıklarından bir payı vardır" âyeti ile ilgili olarak şunları söyler: Burada kasıt, başkası adına hac etmek üzere mal alan kimsedir. O kimse için de sevap vardır. Yine ondan bu âyet-i kerîme hakkında rivâyet edildiğine göre adamın birisi: Ey Allah'ın Rasûlü, babam haccetmeden öldü. Ben onun yerine haccedeyim mi diye sormuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Eğer senin babanın üzerinde bir borç olsaydı ve sen bu borcu ödeşen, bu yerini bulur muydu?" diye sorunca adam: Evet, der. Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir hakkaniyettir." Adam yine: Peki benim için bir ecir var mıdır, diye sorunca, yüce Allah: "İşte onların kazandıklarından bir payı vardır" âyetini indirdi. Kısmen buna benzer bir rivâyet için bk. Buhârî, Cezâu's-Sayd 22-24... Yani her kim ölen bir kimse adına hac yaparsa, bu ecir onun ile ölmüş kimse arasında paylaştırılır. Ebû Abdullah Muhammed b. Huveyzimendad "Ahkâm(u'l-Kur'ân)" adlı eserinde şöyle der: İbn Abbâs'ın bu sözü Mâlik'in görüşüne yakındır. Çünkü Maliki mezhebinden anlaşılan şudur: Kendisi adına hac yapılan kimse masrafın sevabını kazanır. Haccetmek ise hacceden kimseyedir. Sanki o da bedeninin ve amellerinin sevabını alır, adına hac yapılan kimseye ise malının ve harcamalarının sevabı verilir. Bundan dolayı şöyle denir: Bu hususta kendi adına İslâm haccını (farz-ı ayn olan haccı) yapan ile yapmamış olanın hükmü arasında fark yoktur. Çünkü vekâletin sözkonusu olduğu amellerde o amelde vekil tayin edilen kimsenin kendi adına onu eda etmiş olması ile etmemiş olması arasında -din ve dünya işleri bakımından- herhangi bir hüküm değişikliği olmaz. Nitekim, üzerinde zekât, keffaret ya da buna benzer bir borç bulunan kimse kendi adına bu borçlan eda etmese dahi, başkası adına bunları eda etmesinin câiz olduğu bilinen bir husustur. Yine dünyada kendi menfaatlerine riâyet etmeyen bir kimsenin benzeri bir hususta başkasına vekâlet yapması sahihtir. Ve bu menfaat -kendisi için gerçekleşmese dahi- (vekâleti sonucu) başkası için gerçekleşebilir. Kendisini evlendiremese dahi başkasını evlendirebilir. 203Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin. İki günde acele edene de günah yoktur, geriye kalana da günah yoktur; (bu) takvâlı davranan kimseler içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak O'nun huzurunda haşrolunursunuz. Bu âyetin: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin" bölümüne dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Kûfeliler der ki: "Ma'dûdât: Sayılı ...ler" sonundaki "elif" ile "te," çoğulun asgarî miktarı (üç) içindir. Basralılar ise az için de kullanılır, daha fazlası için de kullanılır, demişlerdir. Bunun delili yüce Allah'ın: "Ve onlar yüksek köşklerde emniyet içindedirler" (Sebe, 34/37) âyetidir. "Ğurufât (yüksek köşkler)" bilindiği gibi pek çoktur. Bu âyet-i kerimede sözü geçen "sayılı günler"in Minâ'da kalınan günler olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu günler aynı zamanda Teşrik günleri diye de bilinir. Bu üç isim (yani: Sayılı günler, Teşrik günleri ve Mina günleri) bu üç gün hakkında kullanılır. Aynı zamanda bunlar cemreleri taşlama günleridir. Bu günler hacının, kurban bayramı birinci gününden sonra iki gününde Mina'dan acele edip ayrıldığı üç gün hakkında kullanılır. Bunu bilmek gerekir. es-Sa'lebî der ki: İbrahim dedi ki: Sayılı günler (Zülhicce'nin) on günüdür. Belli günler; "eyyamun malumat" ise Nahr (kurban kesme) günleridir. Mekkî ve el-Mehdevî de böylece sayılı günlerin (Zülhicce'nin) on günü olduğunu nakletmişlerdir. Ancak Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr ve başkalarının nakletiği üzere sözünü ettiğimiz icma dolayısıyla bu, sahih değildir. İbn Atiyye de der ki: Bu ifade ya müstensihlerin tashifi (yanlış yazması) dolayısıyladır veya bununla kurban kesme gününden sonraki on günü kastetmiş olması mümkün olabilir; ancak bu da uzak bir ihtimaldir. 2- Sayılı Günler ile Ma'lûm Günler: Şanı yüce Allah, kullarına sayılı günlerde kendisini anmalarını emretmektedir. Bunlar Kurban bayramı birinci gününden sonraki üç gündür. Kurban bayramının birinci günü onlardan değildir. Çünkü insanlar nefr günü olan kurban bayramının ikinci gününde herhangi bir kimsenin nefredemeyeceği (Mina'dan ayrılamayacağı) üzerinde icma etmiştir. Eğer kurban bayramı birinci günü sayılı günlerden olsaydı, dileyen kişi nefr günü acele edip oradan ayrılabilmeli idi. Çünkü böylelikle sayılı günlerden iki gün almış olurdu. Dârakutnî, Tirmizî ve başkaları Abdurrahman b. Ya'mer ed-Deylî'den şunu rivâyet etmektedir: Necidlilerden bir grup Arafe'de bulunduğu sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek ona bazı hususlara dair sorular sordular. Onun da bir münadîye emretmesi üzerine şöyle nida etti: "Hac Arafe'ye (vakfesine) yetişmektir. Her kim tan yerinin ağarmasından önce cem' gecesi (Müzdelife'ye gidilen gece Arafe'ye) yetişirse (vaktinde hacca) yetişmiş olur. Minâ günleri üç gündür. Her kim iki günde acele ederse onun için günah yoktur. Her kim de geri kalırsa onun için de günah yoktur." Dârakutnî, II, 240-241; Tirmizî, Hacc 57; Ebû Dâvûd, Hacc 68; Nesâî, Menâsik 211; İbn Mâce, Menâsik 57; Dârimi, Menâsik 54. Yani hacılardan her kim Mina günlerinin ikisinde acele ederse kurban bayramı birinci günü ile birlikte Mina'da üç gün kalmış olur. Ve attığı taşların toplamı kırkdokuz olur. Üçüncü gününün taşlarını atmak da, ondan sakıt olur. Üçüncü günün sonundan önce Mina'dan ayrılmayan bir kimse ise, kurban bayramı birinci günü dolayısıyla (yani onunla birlikte) Mina'da dört gün kalmış olur ve ileride açıklanacağı üzere taş atma sayısı da tamam olur. Mina günlerinin üç gün olduğunun -az önce zikrettiklerimizle birlikte- bir diğer delili de el-Arcî'nin şu beyitidir: "Ancak Minâ'nın üç günü kavuşabiliriz Nihayet nefr (Mina'dan ayrılmak), bizi birbirimizden ayırır." Taş atma günleri sayılı günlerdir. Kurban kesme günleri ise ma'lum günlerdir. Nafi'in İbn Ömer'den rivâyetine göre Sayılı günler ile ma'lum günlerin toplamı dört gün eder. Bunlar kurban bayramının birinci günü ile (Yevmu'n-nahr) ondan sonraki üç gündür. Nahr günü sadece ma'lum gündür, sayılı günlerden değildir. Ondan sonraki iki gün ise hem ma'lum hem de sayılı (ma'dud) günlerdendir. Dördüncü gün ise ma'dud (sayılı) gündür, fakat ma'lum gün değildir. Mâlik ve başkalarının görüşü de budur. Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Birinci gün yüce Allah'ın: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin" âyetinde sözü geçen Mina'ya has günlerden değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Mina günleri üç gündür" âyetinde tayin ettiği günlerden de değildir. O halde bu birinci gün "Ma'lum" günlerden olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği davarlar üzerine Allah'ın ismini ma'lum günlerde ansınlar.." (el-Hacc, 22/28) Burada bundan Nahr gününün (kurban bayramı birinci gününün) kastedildiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kurban kesme, aynı zamanda edhâ günü diye de adlandırılan birinci, ikinci ve üçüncü günlerde gerçekleşiyordu. İlim adamlarının icmaı ile dördüncü günde kurban kesme Sözkonusu değildir. Buna göre yüce Allah'ın: "Malum günler" âyetinde dördüncü gün kastedilmemektedir. Çünkü o günde kurban kesilmez. Ancak bu gün taş atılan günlerdendir. Taş atılması dolayısıyla sayılı günlerden, fakat kurban kesilmediği için de ma'lum olmayan günlerden olur. İbnu'l-Arabî der ki: Bu konuda hakikat şudur: Nahr günü taş atma sebebiyle ma'dud (sayılı), kurban kesmek sebebiyle de "ma'lum" gündür. Ancak ilim adamlarımıza göre bu, yüce Allah'ın: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin" âyetinde kastedilmemektedir. Ebû Hanîfe ve Şâfiî der ki: Malum (belirli) günler Zülhiccenin birinci gününden itibaren ilk on günüdür. Sonuncusu Nahr (Kurban bayramının birinci) günüdür. Bu hususta onlardan farklı görüş nakledilmemiştir. Her ikisi de bu görüşü İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedirler. Tahâvî ise Ebû Yûsuf tan ma'lum günlerin Nahr (kurban kesme) günleri olduğunu rivâyet etmektedir. Ebû Yûsuf der ki: Bu, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir. Benim benimsediğim görüş de budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Belirli günlerde (ma'lum günlerde) Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği davarlar üzerinde Allah'ın ismini zikretsinler.." (el-Hacc, 22/28) diye buyurmaktadır. el-Kerhî'nin, Muhammed b. el-Hasen'den naklettiğine göre ma'lum günler kurban bayramının birinci günü ile ondan sonraki iki günüdür. el-Kiyâ et-Taberî de der ki: Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşüne göre ma'lum günler ile sayılı günler arasında fark yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de sözü geçen sayılı günler ihtilafsız olarak Teşrik günleridir. Sayılı günlerin (Zülhicce'nin) on gününü kapsamadığı hususunda da hiçbir kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İki günde acele edene de günah yoktur.." diye buyurmaktadır. On günde ise üçüncüsünü dışarıda bırakarak ilk iki güne taalluk eden herhangi bir hüküm sözkonusu değildir. İbn Abbâs'tan ise ma'lum günlerin Zülhicce'nin on günü olduğu, ma'dud günlerin ise Teşrik günleri olduğu rivâyet edilmiştir. Bu, Cumhûrun da görüşüdür. Derim ki: İbn Zeyd de şöyle demektedir: Ma'lum günler Zülhicce'nin ilk on günü ve Teşrik günleridir. Ancak bu -açıkladığımız sebepler dolayısıyla- uzak bir ihtimaldir. Âyetin zahiri de bu görüşe karşıdır. Yüce Allah'ın sayılı günler ile malum günlerde Allah'ın zikredilmesini emretmesi, onun bu görüşünün hilâfına delâlet etmektedir. O bakımdan onunla uğraşmanın bir anlamı yoktur. 3- Allah'ı Anma Emrinin Muhatabı: Burada Allah'ı anmak üzere muhatap alınanların hacılar olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Hacılara cemreleri taşlarken tekbir getirmeleri, ma'lum günlerde kendilerine rızık olarak verilen davarları keserken ve namazların sonlarında.-telbiyesiz olarak- zikirde bulunmaları için hitabedilmiştir. Acaba hacı olmayanlar bu hitabın kapsamına girer mi girmez mi? Çeşitli bölgelerdeki fukahânın ve ashab-ı kiram ile tabiinden meşhur olanların kabul ettikleri görüşe göre tekbir getirmek, herkesten istenmiştir. Özellikle de namaz vakitlerinde, her bir namaz sona erdiğinde ister tek başına namaz kılsın ister cemaatle namaz kılsın, bu konuda selefe uyarak bu günlerde açıktan tekbir getirir, el-Muhtasar'da. şöyle denilmektedir: Namazların sonunda kadınlar tekbir getirmezler. Ancak birinci görüş daha meşhurdur. Çünkü kadın da erkek gibi ihramın hükümlerini yerine getirmekle mükelleftir. Bunu (Mâlik) el-Müdevvene'de söylemiştir. 4- Namazın Akabinde Tekbir Getirmeyi Unutursa: Namazın akabinde tekbir getirmeyi unutan bir kimse eğer oraya yakın ise tekbir getirir, şayet uzaklaşmış ise birşey yapması gerekmez. Bu görüş İbnu'l-Hallâb'a aittir. el-Muhtasar'da ise Mâlik şöyle demektedir: Meclisinde kaldığı sürece tekbir getirir. Şayet meclisinden kalkıp giderse birşey yapması gerekmez. el-Müdevvene'de Mâlik'in görüşü olarak şöyle nakledilmektedir: İmâm tekbir getirmeyi unutacak olur ise eğer yakın ise oturur ve tekbir getirir. Şayet uzaklaşmış ise birşey yapması gerekmez. Kendisi tekbir getirmeksizin gittiği halde, cemaat oldukları yerde oturuyor iseler onlar tekbir getirirler. 5- Tekbir Getirmenin Başlangıcı ve Sona Ermesi: İlim adamları tekbirin başlama ve bitme süresi hakkında farklı görüşlere sahiptir. Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib ve İbn Abbâs der ki: Arafe günü sabah namazından itibaren tekbir getirmeye başlar, Teşrik günlerinin son günü ikindi namazına kadar devam eder. İbn Mes'ûd ve Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Arafe gününün sabahından itibaren tekbire başlar, Nahr günü (Kurban bayramının birinci günü) ikindi namazına kadar devam eder. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek birinci görüş olan Ömer, Ali ve İbn Abbâs (r. anhum)'ın görüşünü kabul etmişlerdir. Böylelikle Teşrikin başlama vaktinde ittifak edilmekle birlikte sona ereceği vakit hakkında görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Mâlik ise şöyle der: Kurban bayramı birinci günü öğle namazından Teşrik günlerinin sonuncusunun sabah namazına kadar devam eder. Şâfiî de bu görüştedir. Bu ise İbn Ömer'in ve yine İbn Abbâs'ın da görüşüdür. Zeyd b. Sabit ise şöyle demektedir: Kurban bayramı birinci gününün öğle namazından itibaren tekbir getirmeye başlar, Teşrik günlerinin sonuna kadar devam eder. İbnu'l-Arabî der ki: Arafe günü tekbire başlar ve Kurban bayramı birinci günü ikindi namazında tekbir getirmeyi keser, diyen kimse âyetin zahirinin dışına çıkmış olur. Çünkü yüce Allah: "Sayılı günlerde.." diye buyurmaktadır ki, bunlar üç gündür. Bu görüşü kabul edenler ise iki günde tekbir getirir, demektedirler. Böylelikle herhangi bir delil olmaksızın âyetin zahirini terketmiş oldular. Arafe günü ile Teşrik günleri tekbir getirir, diyenler hakkında da şöyle demektedir: Yüce Allah: "Arafat'tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman.." (el-Bakara, 2/198) diye buyurmaktadır. Buna göre "Arafat'ın sözkonusu edilmesi, "günler"den söz edilmesinin kapsamına girmektedir. Eğer: Arafe günü akşam namazından itibaren tekbir getirir, deselerdi bu görüş doğru olurdu. Çünkü İfada o vakitten itibaren yapılır. Bundan öncesinde tekbir getirmeye gelince; lâfzın zahiri bunu gerektirmemektedir. Ayrıca bu görüşü kabul eden kimselerin, bu tekbirin sekizinci günü Mina'ya gelip durduğu andan itibaren tekbir getirmesini de kabul etmeleri gerekirdi. 6- Tekbir Hangi Lâfızlarla Yapılır: Tekbir getirirken kullanılacak lâfızlar hakkında görüş ayrılıkları vardır. Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre her namazın akabinde üç tane tekbir getirilir. Bunu Ziyad b. Ziyad, Mâlik'ten rivâyet etmiştir. (Mâlikî) mezhebinde şöyle bir rivâyet de vardır: Üç tekbir getirdikten sonra şöyle denilir: "La ilahe illellah vellahu ekber ve lillahi'l hamd." el-Muhtasar'dz. Mâlik'ten şöyle dediği nakledilmektedir: "Allahu ekber, Allahu ekber lâ ilahe illellahu vellahu ekber, Allahu ekber ve lillahi'l hamd." Âyetin: "İki günde acele edene de günah yoktur, geriye kalana da günah yoktur" bölümüne dair açıklamalarımızı yirmibir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "İki günde acele edene de günah yoktur" âyetinde sözü geçen acele etmek her durumda, ancak gündüzün sonunda sözkonusu olabilir. Üçüncü gün de böyledir. Çünkü bu günlerde taş atmak sözkonusudur ve taş atmanın zamanı da zeval sonrasıdır. İlim adamları icma ile, kurban bayramı birinci günü Akabe cemresinden başkasına taş atılmayacağını kabul etmişlerdir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurban bayramı birinci günü diğer cemrelere taş atmış değildir. Buna taş atma zamanı ise güneşin doğuşundan itibaren başlar, zevale kadar devam eder. Cemrelerin taş atma zamanının Teşrik günlerinde zevalden sonrasından itibaren güneşin batışına kadar olduğunu da icma ile kabul ederler. Ancak tan yerinin ağrmasından önce ya da tan yerinin ağarmasından sonra fakat güneşin doğuşundan önce Akabe cemresine taş atan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, Ebû Hanîfe, Ahmed ve İshak, güneşin doğuşundan önce fakat tan yeri ağardıktan sonra Akabe cemresine taş atmak caizdir, demişlerdir. Mâlik der ki: Tan yeri ağarmadan önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın herhangi bir kimseye taş atmaya dair müsaade ettiğine dair bir rivâyet bize kadar ulaşmış değildir. Tan yeri ağarmadan önce oraya (Akabe cemresine) taş atmak câiz değildir. Tan yeri ağarmadan önce taş atarsa, bu taş atmasını iade eder. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu şekilde bu vakitte Akabe cemresine taş atmak câiz değildir, demişlerdir. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Bununla birlikte bir grup tan yeri ağarmadan önce taş atmaya müsaade etmişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma'nın geceleyin taş attığı ve şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Biz bu şekilde taş atmayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde yapıyor idik. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmektedir. Ebû Dâvûd, Menâsik 65; Buhârî, Hacc 98; Müslim, Hacc 297; Muvatta’', Hacc 172. Bu görüş ayrıca Atâ, İbn Ebi Muleyke ve İkrime b. Halid'den de rivâyet edilmiştir. Taş atma gece yarısından sonra olması şartıyla, Şâfiî de bu görüştedir. Bir grup ilim adamı da güneş doğmadıkça taş atmaz, demişlerdir. Bu görüş Mücâhid, Nehaî ve es-Sevrî'ye aittir. Ebû Sevr ise şöyle demektedir: Güneşin doğuşundan önce Akabe cemresine taş attığı taktirde, eğer güneşin doğup doğmadığı hususunda ihtilaf ederlerse bu yeterli olmaz. Hatta bu hususta icma etseler dahi olmaz. Şayet bu hususta bir sünnet varsa yeterli olur. Ebû Ömer der ki: es-Sevrî ve ona uyanların görüşünün delili Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın güneş doğduktan sonra cemreye taş atıp: "Menasikinizi benden öğreniniz'" diye buyurmasıdır. Müslim, Hacc 310; Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâî, Menâsik 220; Müsned, III, 318, 366. İbnu'l-Münzir de der ki: Sünnet, ancak güneş doğduktan sonra taş atmaktır. Tan yeri ağarmadan önce taş atmak ise yeterli değildir. Taş attığı takdirde iade eder. Çünkü böyle bir iş yapan kimse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti için tayin ettiğine muhalefet eder. Akabe cemresine tan yeri ağardıktan sonra fakat güneş doğmadan önce taş atana gelince; o kimsenin taş atmasını iade etmesi gerekmez. Çünkü bunun yeterli olmadığını söyleyen bir kimse olduğunu bilmiyorum. 2- Tan Yeri Ağarmadan Önce Cemreye Taş Atmak: Ma'mer rivâyetle dedi ki: Bana Hişam b. Urve babasından haber vererek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ummu Seleme'ye kurban bayramı birinci günü Mekke'de sabahı etmesini emretti. O gün Hazret-i Pegyamber'in yaninda kalacağı gündü. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu hadisin Hişam'dan farklı farklı rivâyetleri gelmiştir. Bir grup Hişam'dan, o da babasından Ma'mer'in rivâyet ettiği gibi mürsel olarak rivâyet ettiği halde, başkaları Hişam'dan o babasından o da Hazret-i Âişe (r. anha)'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Umm Seleme'ye böyle emir verdiğini belirterek hadisin senedinde bir kopukluk olmaksızın rivâyet etmişlerdir. Başka bir kesim de bunu Hişam'dan, o babasından, o Ebû Seleme'nin kızı Zeyneb'ten, Zeyneb de Umm Seleme'den yine senedinde kopukluk olmaksızın rivâyet etmiştir ki bu ravilerin hepsi sika ravilerdir. Bu Hadîs-i şerîf Umm Seleme'nin Mina'da cemreyi tan yerinin ağarmasından önce taşladığına delalet etmektedir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban bayramı birinci günü sabahını Mekke'de etmesini emretmiştir. Bu ise ancak onun tan yeri ağarmadan önce geceleyin Mina'da cemreyi taşlaması halinde olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XIII, 55 vd. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet ederek şöyle demektedir: Bize Harun b. Abdullah anlatarak dedi ki: Bize İbn Ebi Fudeyk, ed-Dahhak b. Osman'dan anlattı. Dahhak, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe (r. anha)'dan rivâyetle Hazret-i Âişe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban bayramı gecesi Umm Seleme'yi gönderdi. Tan yeri ağarmadan önce cemreye taş attı, sonra oradan gidip ifada tavafını yaptı. Bugün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Umm Seleme'nin yanında olacağı gün idi. Ebû Dâvûd, Menâsik 65. Bu hadis sabit olduğu takdirde geceleyin taş atmak bu işi yapan için caizdir. Ancak tercih edilen görüş güneşin doğuşundan itibaren zevale kadar olan vakittir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Akabe cemresine taş atmak hususunda tercih edilen vaktin güneşin doğduğundan itibaren zevale kadar olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Yine kurban bayramı birinci günü güneşin batışından önce Akabe cemresine taş atanın bu taş atmasının yeterli geleceği ve başka herhangi bir sorumluluğunun olmadığı üzerinde de icma etmişlerdir. Ancak Mâlik şöyle demektedir: Akşama kadar Akabe cemresine taş atmayı terkeden bir kimsenin Harem bölgesi dışından getirteceği bir kan akıtması (kurban kesmesini) müstehab görüyorum. Diğer taraftan güneş batana kadar Akabe cemresine taş atmayıp geceleyin ya da ertesi günü taş atanın durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Böyle birisinin bir kan akıtması (kurban kesmesi) gerekir. Buna da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Akabe cemresine taş atmak için bir vakit tesbit etmiş olduğunu delil gösterir ki, bu da kurban bayramının birinci günüdür. Güneş battıktan sonra Akabe cemresine taş atan kimse vakti çıktıktan sonra taş atmış olur. Hacda vaktinden sonra birşey yapan kimsenin ise bir kan akıtması (kurban kesmesi) gerekir. Şâfiî ise şöyle demektedir: Bir kan akıtması gerekmez. Bu aynı zamanda Ebû Yûsuf ile Muhammed'in görüşüdür. Ebû Sevr de bu görüştedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e birisi şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, akşamı ettikten sonra cemreye taş attım. Hazret-i Peygamber: "Bir vebal yoktur" diye cevap vermiştir. İbn Mâce, Menâsik 74. Mâlik der ki: Akşam oluncaya kadar cemrelere taş atmayı unutan bir kimse gece ya da gündüz ne zaman hatırlarsa o vakit taş atsın. Tıpkı hatırladığı vakit namaz kılmak durumunda olduğu gibi. Ancak yalnız vaktini geçirdiği taşlan atar. Eğer geçirdiği tek bir cemre ise ona taş atar. Sonra da ondan sonra atılma sırası olan cemrelere taş atar. Çünkü cemrelere taş atmakta sıraya uymak vaciptir. O bakımdan birinci cemrenin taşlarını tamamlamadan önce bir başka cemreye taş atmaya başlaması -tıpkı namazların rek'atlerinde olduğu gibi- câiz değildir. Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüş budur. Zayıf bir görüş olarak da şöyle denilmiştir: Cemrelere taş atmanın sıhhati için sıraya riâyet etmek vacip değildir. Aksine eğer bütün atmalar eda vaktinde gerçekleşmiş ise böylesi de yeterlidir. Taş atma günleri geçecek olursa, taş atma sözkonusu olmaz. Eğer Mekke'de iken fakat Sader tavafını yaptıktan sonra veya Mekke'den ayrıldıktan sonra hatırlayacak olursa, bir hediye kurbanı kesmesi gerekir. İster bütün cemreleri taşlamayı terketmiş olsun, ister tek bir cemreyi isterse de bir cemrenin bir taşı. Mina günleri çıkana kadar bu durumda devam ettiği takdirde bir kurban kesmesi gerekir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Şayet bütün cemreleri taşlamayı terkedecek olursa bir kurban kesmesi gerekir. Tek bir cemreyi terkettiği takdirde her bir cemreden terkettiği bir taş karşılığında bir yoksula yarım sa' yedirir. Tâ ki bu yedireceği miktarın bedeli bir kurban bedeline ulaşıncaya kadar. O takdirde dilediği kadarını (daha az olmamak şartıyla) yedirir. Bundan Akabe cemresi müstesnadır. O takdirde bir kurban kesmesi gerekir. el-Evzaî der ki: Bir tek taşı terkettiği takdirde sadaka verir. es-Sevrî ise der ki: Bir, iki ve üç taş yerine yemek yedirir. Dört ve daha fazlasını terkettiği takdirde bir kurban kesmesi gerekir. el-Leys der ki: Tek bir taşta dahi bir kurban kesmesi gerekir, ki Şâfiî'nin iki görüşünden birisi böyledir. Meşhur olan diğer görüş ise: Tek bir taş dolayısıyla bir mud buğday verir, iki taşta iki mud, üç taşta ise bir kurban keser. 4- Kurban Bayramı Dördüncü Günü Güneş Batana Dek Taş Atamayan: Teşrîk günlerinin sonuncusunda güneş batıncaya kadar cemrelere bazı taşlan atamayan bir kimsenin bunları atabilmesinin bütün fukahâya göre bir yolu yoktur. Sözkonusu bu gün ise kurban bayramının dördüncü, Teşrik günlerinin ise üçüncü günüdür. Ancak böyle bir kimse az önce açıkladığımız gibi ya kurban keser veya yoksullara yemek yedirir. 5- Teşrik Geceleri Minâ'dan Başka Bir Yerde Geceyi Geçirmek: Teşrik gecelerini Mekke veya bir başka yerde, Mina'nın dışında geçirmek câiz değildir. Bu, bütün fukahâya göre böyledir. Çobanlar ile Abbasoğullarından gelip hacılara su vermekle görevli olanlar müstesnadır. Mâlik der ki: Çobanların ve sikaye (hacıların su ihtiyacını karşılama) görevlilerinin dışında Mina gecelerinden herhangi bir geceyi Mina'nın dışında geçiren bir kimsenin kurban kesmesi gerekir. Buhârî'nin İbn Ömer'den rivâyetine göre Hazret-i Abbas Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sikaye ile görevli olması dolayısıyla Mina gecelerini Mekke'de geçirmek için izin istedi. Hazret-i Peygamber de bu izni ona verdi. Buhârî, Hacc 75,133; Müslim, Hacc 346; Ebû Dâvûd, Menâsik 74; İbn Mâce, Menâsik 80; Dârimî, Menâsik 91; Müsned, II, 19, 22, 28, 88. İbn Abdi’l-Ber der ki: Hazret-i Abbas, sikaye işlerine nezaret ediyor ve onun İşlerini ifa ediyordu. Hac günleri boyunca hacılara sikaye dolayısıyla su dağıtıyordu. İşte bundan dolayı Minâ'dan başka bir yerde geceyi geçirmesi için ona ruhsat verilmiştir. Tıpkı develeri otlatmak ve Minâ'dan uzak meralara doğru çıkmak zorunda kalan ve develeri otlatma ihtiyacı bulunan deve çobanlarına ruhsat verildiği gibi. Mina'ya bu ismin veriliş sebebi orada akıtılan kanlardan dolayıdır. İbn Abbâs der ki: Mina'ya bu ismin veriliş sebebi Hazret-i Cebrâîl'in Hazret-i Âdem'e: Temenni et, demesi üzerine Hazret-i Âdem'in: cenneti temenni ediyorum, demesidir. Bundan dolayı buraya "(temenni etmek anlamına): Mina' denilmiştir. Yine İbn Abbâs der ki: Oraya Cem' adının veriliş sebebi ise Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'nın orada bir araya gelmesi (içtima etmesi)dir. Cem' aynı zamanda Müzdelife demektir. Meş'ar-ı Haramda odur. Nitekim önceden buna dair açıklamalar (el-Bakara, 2/198. âyet 11. başlık) geçmiş bulunmaktadır. 6- Hacıların Geceyi Mina'da Geçirmeleri Haccın Şeâirindendir: Başka yerde gecelemeleri için kendilerine ruhsat verilenler dışında hacıların Mina gecelerinde Mina'da geceyi geçirmelerinin haccın şeâirinden ve menasikinden olduğu hususu üzerinde fukahâ icmâ etmişlerdir. Kıyas (nazar) menasikten herhangi birisini iskat eden herkes için bir kurban kesmesini gerektirir. Bu, haccın sair menasikine kıyasen böyledir. Muvatta’''da şöyle denilmektedir: Mâlik, Nafi'den, o İbn Ömer'den dedi ki: Ömer dedi ki: Mina gecelerinde herhangi bir hacı sakın Akabe'nin ötesinde geceyi geçirmesin. Muvatta’', Hacc 209. Hazret-i Ömer'in, herhangi bir kimsenin ötesinde geçirmeyi yasakladığı Akabe ise, insanların kurban bayramı birinci günü Mekke tarafında taşladıkları cemrenin kendisidir. İbn Nâfi' bunu Mâlik'ten el-Mebsut'ta rivâyet etmekte ve şöyle demektedir: Mâlik dedi ki: Mina geceleri Akabe'nin ötesinde geceyi geçirenin fidye ödemesi gerekir. Çünkü o Mina gecelerinde Mina'dan başka bir yerde geceyi geçirmiştir. Halbuki Mina gecelerinde geceyi Mina'da geçirmek hacda şeriatın öngördüğü bir ameldir. O bakımdan tıpkı Müzdelife'de geceyi geçirmekte olduğu gibi, terki dolayısıyla kurban gerekir. Burada Mâlik’e göre fidyenin anlamı ise, hediye kurbanıdır. Mâlik der ki: Bu, Harem'in dışından Harem bölgesine getirilen hediye kurbanıdır. 7- Mina Dışında Geceyi Geçirmeleri Hususunda İzin Verilenlerin Taş Atmaları: Mâlik, Abdullah b. Ebibekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'dan, o babasından rivâyet ettiğine göre Ebû'l-Beddah b. Âsım b. Adiyy'in (babasından rivâyetle) kendisine haber verdiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), deve çobanlarına Mina'dan başka yerde geceyi geçirip kurban bayramının birinci günü taş attıktan sonra, ertesi günü ve daha sonraki gün, iki günlük taş atmalarına ve daha sonra da Nefr günü taş atmalarına ruhsat vermiştir. Muvatta’', Hacc 218; Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Tirmizî, Hacc 108; Nesâî, Hacc 225; İbn Mâce, Menâsik 67. Diğer kaynaklar için bk. el-lstizkâf, XIII, 216, dipnot 1. Ebû Ömer der ki: Mâlik'in bu husustaki görüşü bu hadisin gereğine uygun değildir. O şöyle derdi: Bunlar kurban bayramı birinci günü taş atarlar -yani Akabe cemresine taş atarlar.- Daha sonraki gün yine taş atarlar. Teşrik günlerinin ikincisi olan ertesi günü acele etmek isteyen kimsenin ya da acele etmesi câiz olanın acele edip nefrettiği (Mina'dan ayrıldığı) günde, birisi o günün diğeri ise bir önceki günün olmak üzere iki günlük taş atarlar. Çünkü onlar üzerlerindeki taş atmanın kazasını yaparlar. Herhangi bir kimse ise birşey üzerine vacip olmadıkça onu kaza etmez. İşte Mâlik'in Muvatta’''ında bu hadise dair getirdiği yorumun manası budur. Başkası ise şöyle demektedir: Mâlik'in kaydettiği bu hadisteki ifadelere göre bunların herhangi birisinde bir mahzur yoktur. Çünkü bütün bu günler taş atmak günleridir. Ancak Mâlik'e göre çobanların taş atmayı öne almaları câiz değildir. Çünkü çoban olmayanların Teşrik günlerinde zevalden önce herhangi bir cemreye taş atmaları câiz değildir. Zevalden önce taş atan onu iade eder. Kimse bunları öne almak hakkına sahip değildir. Onlara (yani çobanlara) ikinci günü üçüncü güne bırakmak için ruhsat verilmiştir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu mes'ele hakkında Mâlik'in söylediği bu sözler İbn Cüreyc'in rivâyetinde bulunmaktadır. Orada şöyle der: Bana Muhammed b. Ebi Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, babasından haber verdiğine göre Ebû’l-Beddah b. Âsım b. Adiy ona haber verdi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çobanlara münavebe ile kurban bayramı birinci günü taş atıp daha sonra bir gün bir gece taş atmayı terkettikten sonra, bir sonraki gün taş atmaları için ruhsat vermiştir. Mezhebimize mensup ilim adamları derler ki: Acele eden kimse için üçüncü cemreye taş atmak da sakıt olur. İbn Ebi Zeminîn der ki: Acele etmek istediği vakit birinci Nefr günü (acele edenlerin Mina'dan ayrılabilecekleri gün) o cemreye taş atar. İbnu'l-Mevvâz der ki: İki günde acele eden bir kimse (günde) yirmibir taş atar. Her bir cemreye yedişer taş. Böylelikle onun atacağı taşların toplamı kırkdokuz tane olur. Çünkü kurban bayramının birinci günü Akabe cemresine de yedi taş atmış idi. İbnul-Münzir der ki: Üçüncü günü taş atması da sakıt olur. 8- Çobanlar Geceleyin Taş Atabilir mi? Mâlik'in Yahya b. Said'den, onun Atâ b. Ebi Rebah'tan rivâyet ettiğine göre Yahya, Atâ'nın çobanlara önceki zamanlarda geceleyin taş atmalarına ruhsat verildiğini sözkonusu ederken işitmiş. el-Bacî der ki: "Önceki zaman ifadesinin mutlak olarak kullanılması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemlerinde olmasını gerektirir. Çünkü bu şeriatın ilk zamanı odur. Buna göre bu rivâyet mürseldir. Ancak bununla Atâ'nın yetiştiği ilk dönemleri kastetmiş olması da muhtemeldir. O takdirde bu rivâyet mevkuf ve müsned bir rivâyet olur." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: bu Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o dedesinden o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla gelen bu hadis müsneddir. Hadisi bu şekilde Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Amr b. Şuayb'dan, o babasından o da dedesinden rivâyete göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çobanlara geceleyin de, gündüzün de istedikleri saatte cemrelere taş atmaları için izin vermiştir. (Dârakutnî, II, 276) Biz bunu "el-Mektebes fi Şerhi Muvata-i Maliki'bni Enes" isimli eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Çobanlara gece taş atmalarının mubah kılınmasının sebebi, onlar için daha münasip ve işleri olan deve otlatmaya daha ihtiyatlıca bir davranış olmasıdır. Çünkü gece develerin otlamadığı ve yayılmadığı bir zamandır. O bakımdan çobanlar da bu vakitte gelip taş atarlar. İlim adamları güneş batıncaya kadar taş atamayan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Atâ der ki: Deve çobanları dışındakiler için geceleyin taş atmak sözkonusu değildir. Ticaretle uğraşanlar geceleyin taş atamazlar. İbn Ömer'den ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Güneş batıncaya kadar taş atamayan kimse ertesi gün güneş doğuncaya kadar taş atmasın. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Mâlik der ki: Gündüzün taş atmayı terkettiği takdirde geceleyin taş atar. İbnu'l-Kasım yoluyla gelen rivâyete göre kurban kesmesi gerekir. Muvatta’''da ise kurban kesmesi gerektiğinden söz etmemektedir. Şâfiî, Ebû Sevr, Yakub (Ebû Yûsuf) ve Muhammed der ki: Akşam oluncaya kadar taş atmayı unutan bir kimse (hatırladığı vakit) taş atar ve kurban kesmesi de gerekmez. Hasan-ı Basrî, geceleyin taş atmaya ruhsat verirdi. Ebû Hanîfe de der ki: Geceleyin taş atar ve herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Şayet ertesi günü oluncaya kadar geceleyin de hatırına gelmeyecek olursa yine cemreye taş atması gerekir ve ayrıca bir kurban da kesmesi gerekir, es-Sevrî der ki: Unutarak veya kasten geceye kadar taş atmayı geciktirdiği takdirde bir kan akıtır. Derim ki: Deve çobanları ya da sikaye görevlilerinden geceleyin taş atan kimsenin ilgili hadis dolayısıyla kurban kesmesi gerekmez. Şayet onların dışındaki kimselerden ise, kıyasa göre kan akıtmaları (kurban kesmeleri) gerekir. Ancak bunun kasten yapılması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Binek Üzerinde Cemrelere Taş Atmak: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kurban bayramı birinci günü devesi üzerinde Akabe cemresine taş attığı sabittir. Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Tirmizî, Hacc 63; Nesâî, Hacc 220, İbn Mâce, Menâsik 66. Mâlik ve başkaları Akabe cemresine taş atanın binekli olmasını müstehap görmüşlerdir. İbn Ömer, İbn ez-Zübeyr ve Salih ise Akabe cemresine piyade olarak taş atarlardı. Her gün üç cemreye yirmibir taş atar. Attığı her bir taş ile birlikte tekbir getirir. Taş attığı vakit yüzü Ka'be'ye dönük olur. Cemreleri sıra ile ve aralarına fasıla koymaksızın taşlar. Onları ayrı ayrı taşlamaz ve sıralarını da altüst edip değiştirmez. Önce birinci cemreden başlar ve taşları eliyle koymaksızın yedi tane taş atar. Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y ashabı da böyle demiştir. Eğer bu taşları fırlatarak bırakırsa re'y ashabına göre câiz olur. İbnu'l-Kasım der ki: Her iki şekilde de bu olmaz. Sahih olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu taşlan atıyordu. Onlara göre bir defada iki veya daha fazla taş atamaz. Eğer bu şekilde yapacak olursa tek bir taş atmış sayılır. Birinci cemrenin taşlarını atıp bitirdikten sonra önüne doğru geçer ve kolayına gelen bir dua yapmak üzere uzunca, durur. Daha sonra ikinci yani orta cemreye taş atar; bu cemreden sellerin aktığı vadinin iç tarafında kuzeye doğru gider. Orada da dua için uzunca durur. Bundan sonra ise Akabe cemresinin yerinde yine yedi taş atar. Bu taşları alt taraftan atar ve burada durmaz. Üst tarafından taşları atacak olsa bu da yeterlidir. Bütün bu taş atma sıralarında attığı her bir taş ile birlikte tekbir getirir. Cemrelere taş atmak halinde sünnet olan zikir, sadece tekbir getirmektir. Başka herhangi bir zikri etmek sünnet değlidir. Bu cemreleri kurban bayramı birinci günü (Akabe) cemresinin hilafına piyade olarak taşlar. Bütün bunlar tevkifidir (Peygamber tarafından tesbit edilmiştir). Nesâî ve Dârakutnî'nin ez-Zührî yoluyla merfu olarak rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescid tarafından -Mina Mescidi- olan cemreye taş attığı vakit oraya yedi tane taş atardı. Bir taş attığı her seferinde tekbir getirirdi. Sonra önüne geçer, kıbleye doğru ellerini kaldırarak dua eder ve burada uzunca dururdu. Daha sonra ikinci cemreye gelir buraya da yedi tane taş atar. Taş attığı her seferinde tekbir getirirdi. Sonra vadi tarafında sola doğru bükülerek kıbleye doğru ellerini kaldırarak durur, sonra da dua ederdi. Sonra Akabe yanındaki cemreye gelir, buraya da yedi tane taş atardı. Taş attığı her seferinde tekbir getirir, sonra da burada durmaksızın ayrılıp giderdi. ez-Zührî der ki: Ben Salim b. Abdullah'ı bunu babasından o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den naklederken dinledim dedi ki: İbn Ömer de bunu yapardı. Lâfız Dârakutnî'nindir. Dârakutnî, II, 275; Nesâî, Hacc 230. 10- Atılacak Taşların Niteliği: Cemrelere atılacak taşların tahir olması, necis olmaması, daha önceden atılmış taşlardan olmaması gerekir. Eğer daha önceden atılmış taşları atarsa Mâlik'e göre bunlar câiz olmaz. İbnu'l-Kasım ondan rivâyetle şöyle demektedir: Eğer bu tek bir taşta sözkonusu olursa câiz olur. Bu olay İbnu'l-Kasım'ın başından geçmişti ve ona bu şekilde fetva vermişti. İlim adamları bu taşların Müzdelife'den alınmasını, Mescid çakıllarından alınmamasını müstehab görmüşlerdir. Eğer ihtiyacından fazla taş alır ve taş attıktan sonra fazlalıklar elinde kalırsa bunları rastgele atmaz, yerin altına gömer. Bunu Ahmed b. Hanbel ve başkaları söylemiştir. 12- Cemrelere Atılacak Taşları Yıkamaya Gerek Var mı? Tavus'a hilafen Cumhûra göre yıkanmaz. Rivâyet olunduğuna göre eğer necis olan taşları yıkamaz veya daha önce atılmış taşları atacak olursa kötü bir iş yapmış olmakla birlikte bu caizdir. İbnu'l-Münzir der ki: Daha önce atılmış taşları atması mekruhtur. Fakat atarsa da câiz olur. Çünkü ben böyle bir iş yapana taşları atmasını tekrarlamasını vâcib gören kimseyi bilmiyorum. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberlerin herhangi birisinde taşları yıkadığını ya da yıkanmalarını emrettiğini bilmiyoruz. Biz Tavus'tan onun bu taşları yıkadığını rivâyet ettik. 13- Cemrelere Atmak İçin Kullanılamayanlar: Yapışkan çamur ve taşın dışında herhangi bir şeyin cemrelere atılması yeterli olmaz. Bu Şâfiî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Re'y ashabı ise kuru çamur caizdir, derler. Aynı şekilde yerden olup attığı her bir şey de caizdir. es-Sevrî der ki: Testi kırığı ve çamur atan kimse taş atmayı iade etmez. İbnu'l-Münzir der ki: Küçük çakıl taşları dışında taş atmak câiz değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Küçük çakıl taşları atmaya bakınız." Müslim, Hacc 268. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de küçük çakıl taşlarını atmıştır. Taşların ne kadar olması gerektiği hususunda farklı görüşler vardır. Şâfiî der ki: Boyu ve eni itibariyle parmak uçlarından daha küçük olmalıdır. Ebû Sevr ve re'y ashabı der ki: (Baş parmak ile şehadet parmağı arasında) atılan küçük çakıl taşları gibi olmalıdır. İbn Ömer'den yaptığımız rivâyete göre o, cemreye koyun pisliği büyüklüğü kadar taşlar atardı. Mâlik'in: Bundan daha büyük olmasını daha çok severim, şeklindeki sözünün bir anlamı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) parmak uçları arasında atılan küçük çakıl taşlan gibi taşların atılmasını sünnet kılmıştır. Çakıl taşı denilebilecek taşlarla atmak caizdir. Bununla birlikte sünnete uymak daha efdaldir. Bu açıklamalar İbnu'l-Münzir'e aittir. Derim ki: Hidâyet bulan ve Peygamber'e uyan kimse için muhalefeti sahih olmayan görüş budur. Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Akabe (cemresine taş attığı) sabahı bineğinin üzerinde bana: Haydi, bana taş getir, dedi. Ben de ona parmak uçları arasında atılan küçük çakıl taşlan topladım. Onları eline bıraktığımda: "İşte bunlar gibi, dedi. Sakın dinde aşınya gitmeyiniz, sizden öncekileri dinde aşınlıktan başka birşey helâk etmemiştir." Nesâî, Hacc 217. Hazret-i Peygamber'in: "Sakın dinde aşırı gitmeyiniz" âyeti, büyük taşlar atmanın mekruh olduğuna ve bunun aşırılık olduğuna delalettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 15- Cemrelere Taş Attıktan Sonra Elinde Taş Artan Ne Yapar? Cemrelere taş attıktan sonra elinde bir taş artıp da hangisine ait olduğunu bilemeyen onu ilk cemreye atar, ondan sonra da orta ve son cemreye taş atar. Eğer aradan uzun zaman geçmiş ise hepsini yeniden atar. 16- Cemreler Aralıksız Olarak Taşlanmalıdır: Mâlik, Şâfiî, Abdülmelik, Ebû Sevr ve re'y ashabı, sonra taşlanması gereken cemreyi öne alan kişi hakkında: Sırasıyla arka arkaya taşlamadığı takdirde bu yeterli olmaz, demişlerdir. Hasan, Atâ ve kimiler de yeterli olur, derler. Bu kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kim herhangi bir hac ibadetini öbüründen öne alırsa bunda bir mahzur yoktur" Beyhakî, Sünen, V, 234, ayrıca bk. İbn Mâce, Menâsik 74; Dârimî, Menâsik, 65; Müsned, I, 216. hadisini delil gösterir ve şöyle derler: Bu üzerinde birtakım namazlar veya oruçlar bulunan ve kimisini ötekinden önce kaza eden bir kişiden daha ileri bir durumda görülemez. Ancak birinci görüş, ihtiyata daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 17- Hastanın Taş Atması ve Hasta Adına Taş Atmak: (İlim adamları), hastanın taş atması ve onun adına taş atmak hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Taş atamayan hasta ya da küçük çocuğun yerine taş atılır. Hasta kimse, adına taş atacakların taş atacakları vakti tesbit etmeye çalışır ve her bir cemre için yedi defa tekbir getirir. Bununla birlikte bir hediye kurbanı kesmesi de gerekir. Hasta olan kişi taş atma günlerinde sağlığına kavuştuğu takdirde kendi adına taş atar. Bununla birlikte yine Mâlik'e göre bir kan (kurban) kesmesi gerekir. el-Hasen, Şâfiî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı, hasta adına taş atılır derler ama hediye kurbanından söz etmezler. Taş atamayan küçüğün adına taş atılacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. İbn Ömer bunu yapıyordu. Dârakutnî'nin rivâyetine göre Ebû Said el-Hudrî şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Şu taş atılan cemreleri gördüğümüz her yıl (oradaki taşlarının) eksildiğini zannediyoruz. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Gerçek şu ki bunlardan kabul olunanlar kaldırılır. Böyle olmasaydı sen oradaki taşları dağlar gibi görürdün." Dârakutnî, II, 300. İbnu'l-Münzir der ki: İlim ehli icma ile şunu belirtirler: Hacılardan Mekke'de ikamet etmeksizin Harem'in dışına beldesine doğru gitmek üzere birinci nefir gününde (teşrik günlerinin ikincisinde) Mina'dan kim ayrılmak isterse, bu kimse eğer kurban bayramı birinci gününden sonraki günde taşlarını akşamdan önce atabilmiş ise güneşin zevalinden sonra çıkabilir. Çünkü şanı yüce Allah: "İki günde acele edene de günah yoktur, geriye kalana da günah yoktur" diye buyurmaktadır. Gündüz devam ettiği sürece ayrılmak isteyen ayrılabilir. Bizler Nehaî ile el-Hasen'den şöyle dediklerini rivâyet etmekteyiz: Teşrik günlerinin ikinci gününde Mina'da olduğu halde ikindi vaktine kadar kalan bir kimse ertesi günü olmadıkça Mina'dan ayrılamaz. İbnu'l-Münzir der ki: Bunu müstehab olarak söylemiş olmaları muhtemeldir. Bizim kabul ettiğimiz görüş ise Kitap ve Sünnet'in zahiri dolayısıyla birincisidir. 20- Mekke Halkından Olan Hacılar ile Diğerlerinin Birinci Nefirde Mina'dan Ayrılması: İlim adamları birinci nefirde Mekke halkı Mina'dan ayrılırlar mı, ayrılmazlar mı, hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Biz Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Bütün insanlardan birinci nefirde ayrılmak isteyenler (ayrılabilirler). Ancak Huzeymeoğulları müstesna, onlar ancak son nefirde ayrılabilirler. Ahmed b. Hanbel de şöyle derdi: Birinci nefirde Mina'dan ayrılan kimsenin Mekke'de ikamet etmesi hoşuma gitmez. Şöyle de demektedir: Mekke halkı (hakkında hüküm) ise daha hafiftir. Ahmed ve İshak, Ömer b. el-Hattâb'ın: "Ancak Huzeymeoğulları dışında" sözünü bunlar, Harem ehlidirler, diye değerlendirmişlerdir. İmâm Mâlik ise Mekkeliler hakkında şöyle dermiş: Mazereti bulunan bir kimsenin iki günde acele etmesi hakkıdır. Eğer hac işlerinde, içinde bulunduğu durumu kendisine daha bir hafifletmek kastını güderse o zaman bunu yapamaz. Buna göre o, beldesi uzak olan kimseler için acele etmenin mümkün olduğu görüşündedir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Âyet geneldir. Ruhsat da bütün insanlaradır. İster Mekkeli olsunlar ister başka yerlerden. Mina'dan ayrılan kimse Mekke'de ister ikamet etmek istesin, ister ülkesine doğru gitmek istesin farketmez. Atâ ise der ki: Bu bütün insanlar için umumîdir. İbnu'l-Münzir de der ki: Bu Şâfiî'nin görüşünü andırmaktadır. Bizim de kabul ettiğimiz görüş budur. İbn Abbâs, el-Hasen, İkrime, Mücâhid, Katâde ve en-Nehaî ise şöyle demektedirler: Her kim sayılı günlerin ikincisinde Mina'dan ayrılırsa bunda bir vebal yoktur. Üçüncü gününe kadar kalırsa bunda da bir vebal yoktur. Âyet, bunların hepsi de mubahtır, anlamındadır. Burada böyle bir ayırım gözetilerek açıklamanın yapılması, buna verilen ihtİmâm ve konuyu te'kid etmek dolayısıyladır. Çünkü Araplardan bazıları acele ile Mina'dan ayrılanları da aksini yapanları da yermekte idiler. Bu âyet-i kerîme bütün bu hallerde vebalin kaldırılmış olduğunu belirtmek üzere nazil olmuştur. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve İbrahim en-Nahaî derler ki: Yani acele edene de mağfiret olunmuştur. Geri kalan kimseye de mağfiret olunmuştur, demektir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini da delil gösterirler: "Her kim bu Beyti hacceder de orada kötü söz söylemez ve faşıklık etmezse, annesinin onu doğurduğu gün gibi günahlarından sıyrılır çıkar." Buhârî, Hacc 4, Muhsar 9, 10; Müslim, Hacc 438; Tirmizî, Hacc 2; Nesâî, Hacc 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Dârimi, Menâsik 7; Müsned, II, 229, 248, 410, 484, 494. Yüce Allah'ın: "Ona da günah yoktur" âyeti genel bir nefydir ve mutlak bir ibradır. Yine Mücâhid der ki: Âyetin anlamı şudur: Acele etsin veya geriye kalsın gelecek seneye kadar onun için vebal yoktur. Bu görüş hakkında bir eser (ashab ve tabiîne kadar varan bir rivâyet) de senediyle birlikte zikredilmiştir. Ebû'l-Âl-iyye ise âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ömrünün geri kalan kısmında takva sahibi olan kimse için günah yoktur. Hacının günahları kesinlikle mağfiret olunur. Yani onun kazandığı bütün günahlar, eğer ömrünün geri kalan kısmında Allah'tan korkusunu ve takvasını sürdürebilirse yok olur gider. Ebû Salih ve başkaları ise şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin anlamı av hayvanını öldürmekten sakınan ve hacda kaçınması gereken şeylerden kaçınan kimse için vebal yoktur, şeklindedir. Yine (Ebû Salih) der ki: Haccında Allah'tan korkan, onu eksiksiz olarak mebrur bir hac olacak bir şekilde yerine getiren kimse için vebal yoktur, demektir. 21- Takva Sahibi Olanlar ve Mağfiret: Yüce Allah'ın: "İki günde acele edene de" âyeti mübtedâ, "günah yoktur" âyeti ise haberidir. Kur'ân-ı Kerîm dışındaki sözlerde "onlara günah yoktur" denilmesi de caizdir. Çünkü; "...en kimse" çoğul anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlardan sana kulak veren(ler) de vardır." (Yûnus, 10/42) Yüce Allah'ın: "Geriye kalana da günah yoktur" âyeti de aynı şekildedir. "Takvalı davranan kimseler için" âyeti mağfirette mütealliktir. Mağfiret takvâlı hareket eden kimseler içindir, takdirindedir. Bu, İbn Mes'ûd ile Hazret-i Ali'nin tefsirine göredir. Katâde ise şöyle demektedir: Bize nakledildiğine göre İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Mağfiret hacdan döndükten sonra bütün masiyetlerden uzak bulunmak suretiyle takvâlı hareket eden kimseler için olmak üzere tesbit edilmiştir. el-Ahfeş der ki: İfadenin takdiri şudur: Bu, takva sahibi olan kimseler için böyledir. Kimisi de şöyle demiştir: Takvalı hareket eden kimse demek, ihramda ve Harem bölgesinde av hayvanını öldürmekten sakınan kimse demektir. Bu ifadenin takdirinin: Bu şekilde ayrılmanın mübahlığı takvâlı hareket eden kimse içindir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Ömer'den rivâyet edilmiştir. Esenlik, takvâlı hareket eden kimse içindir, şeklinde açıklandığı gibi; burada yüce Allah'ın: "Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin" âyeti ile alakalıdır. Yani zikir takvâlı hareket eden kimseler içindir demektir, diye de açıklanmıştır. Salim b. Abdullah "la"nın "Elifini hafif okuyarak aradaki hemzeyi de vaslederek: "(.............) şeklinde okumuştur. Arapların bu tür bir kullanımları vardır. Şair der ki: "Eğer Savaşmayacak olursam sizler bana bir peçe giydiriniz." Daha sonra yüce Allah, kendisinden korkmayı emretmekte, öldükten sonra dirilip O'nun huzurunda haşrolmayı, toplanmayı ve durmayı hatırlatmaktadır. 204Öyle insanlar vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o düşmanlığı en yaman olandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Sözleri Hoşa Giden Ama Gerçekte Düşman Olanlar ve Nüzul Sebebi: Şanı yüce Allah daha önce: "İnsanlardan bazıları: «Ey Rabbimiz, bize dünyada ver» der" âyetinde bütün çabaları dünyaya münhasır olanlar ile yüce Allah'tan her iki yurdu da dileyen mü’minleri sözkonusu ettikten sonra burada: "Öyle insanlar vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider" âyeti ile münafıkları sözkonusu etmektedir. Çünkü bunlar imanı açığa vururken küfrü gizlemektedirler. es-Süddî ve ondan başka müfessirler şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme el-Ahnes b. Şerik hakkında nazil olmuştur. Onun asıl ismi Ubey'dir. el-Ahnes ise ona verilen bir lakaptır. Çünkü o Bedir günü anlaşmalıları olan Zühreoğullarından üçyüz kişi ile birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaşmaktan saklanmış idi. (el-Ahnes de saklanan kimse demektir). Nitekim bu hususa dair açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde gelecektir. Bu, tatlı sözlü, güzel görünüşlü bir kimse idi. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip müslüman olduğunu açıkladı ve: Allah benim doğru söylediğimi bilir, dedi. Daha sonra da kaçıp gitti. Yolda müslümanlara ait ekin ve eşeklere rastgeldi, ekini yaktı eşekleri de kesti. el-Mehdevî der ki: İşte: "Çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye itaat etme. Ayıplayıp duran onun bunun sözünü taşıyan kimsenin" (el-Kalem, 68/10-11) buyrukları ile: "Arkadan çekiştiren, yüze karşı da alay eden her kişinin vay haline!" (el-Humeze, 104/1) buyrukları onun hakkında nazil olmuştur. İbn Atiyye der ki: el-Ahnes'in İslâm'a girdiği hiçbir şekilde sabit değildir. İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme er-Raci' Gazvesi'nde şehid edilen Âsım b. Sabit, Hubeyb ve diğerleri hakkında ileri geri konuşan birtakım münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu münafıklar şöyle demişlerdi: Şunlara yazıklar olsun. Ne evlerinde oturdular, ne de arkadaşlarının (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın) onlara verdiği görevi yerine getirdiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme münafıkların niteliklerini belirtmek üzere nazil oldu. Daha sonra İbn Abbâs, yüce Allah'ın: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar" (el-Bakara, 2/207) âyetini açıklarken, er-Raci' gazvesinde şehid düşenleri sözkonusu eder. Katâde, Mücâhid ve bir grup ilim adamı ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme içinde küfür, münafıklık, yalan veya zarar vermek kastını gizleyen, bununla birlikte diliyle bunun aksini izhar eden her kişi hakkında nazil olmuştur. Buna göre bu âyet-i kerimenin hükmü umumîdir. Bu âyet Tirmizî'de varid olan şu rivâyete de benzemektedir: "Yüce Allah'ın kitaplarından birisinde şöyle buyurulmaktadır: Allah'ın kullarından bir topluluk vardır ki bunların dilleri baldan daha tatlı, kalpleri ise sabir (azvay denen oldukça acı özlü bir ağaç)den daha acıdır. Bunlar yumuşaklıklarından insanlara karşı koyun postuna bürünürler, din karşılığında dünyayı satın alırlar. Yüce Allah da şöyle buyurur: Bunlar Beni mi aldatıyorlar? Bana karşı mı cür'et gösteriyorlar? Kendi adıma yemin ederim ki, onlar için öyle bir fitne hazırlayacağım ki bu fitne onlardan halim olan kimseyi dahi şaşkın bırakacaktır." Tirmizî, Zühd 60; ayrıca bk. Dârimî, Mukaddime 29. Yüce Allah'ın: "Kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar" âyetinin anlamı ise şudur: Allah benim doğru söylediğimi bilir der. İbn Muhaysın: Allah, kalbinde olana şahittir" (anlamına gelecek şekilde) "ya" ile "he" harflerini üstün "Allah" lâfzını da ötreli olarak okur. Anlamı da şöyle olur: Onun sözü senin hoşuna gitmekle birlikte Allah söylediğinin aksine kanaat taşıdığını bilmektedir. Bunun delili ise Yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah da şahitlik eder ki muhakkak münafıklar yalancıdırlar." (el-Münafikun, 63/1) İbn Abbâs'ın kıraati ise: ": Allah ise onun kalbinde olana şahitlik eder" şeklindedir. Ancak geri kalanların (cemaatin) kıraati ise öyle bir kimseyi yermek açısından daha beliğdir. Çünkü bu kimse kendi aleyhine güzel söz söylemeyi daha kuvvetli bir şekilde ifade etmiş, sonra da onun içinde tam bunun zıddı bir kanaate sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Ubeyy ve İbn Mes'ûd ise bunu: "; Ve kalbinde olana Allah'ı şahit tutar" şeklinde okumuşlardır ki, bu da cemaatin kıraati lehine bir delildir. 2- İnsanların Zahirine İtibar Etmek: İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerimede din ve dünya işleri ile, şahitlerin ve hakimlerin hallerinden iyice emin olmak ile ilgili hususlarda ihtiyata, hakimin insanların zahiren görülen îman ve salahlarına bakarak iç durumlarını araştırmadıkça amel etmeyeceğine dair delil vardır ve buna dikkat çekilmektedir. Çünkü yüce Allah insanların hallerini beyan etmekte ve onlardan kimisinin kötü bir niyet taşımakla birlikte güzel sözleri açığa vurduklarını ifade etmektedir. Bu Hazret-i Peygamber'in: "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum" Buhârî, Îman 17, Salât 28, Zekât 1; İ'tisâm 2, 28; Müslim, Îman 32-36; Ebû Dâvûd, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimi, Siyer 10; Müsned, IV, 8. hadisi ile yine Hazret-i Peygamber'in: "... ben de o kimseden işitiğime göre hüküm veririm.." Buhârî, Hiyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebû Dâvûd, Akdiye 7; Nesâî, Kudât 13, 33; İbn Mâce, Ahkâm 5; Muvatta’', Akdiye 1; Müsned, VI, 290, 307, 308, 320. hadisiyle çatışmaktadır, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Bu dediğiniz hususlar İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. O zamanlarda onların İslâm'a girmeleri onların selamete kavuşmaları demekti. Artık şimdi fesat her tarafı kuşatmış olduktan sonra onunla amel edilmez. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. Bense derim ki: Sahih olan bunun aksi ortaya çıkıncaya kadar zahire göre amel edileceğidir. Çünkü Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) Buhârî'nin Sahih'inde yer alan rivâyette şöyle demektedir: Ey insanlar, gerçek şu ki artık vahiy kesilmiş bulunuyor. Bizler şimdi sizleri amellerinizden bize zahir olanlar ile sorumlu tutacağız. Her kim bize hayır izhar ederse biz de ona eman veririz ve onu yakın tutarız. Onun içinde gizledikleri de bizi ilgilendirmez. Onun içinde gizlediklerinden dolayı Allah onu hesaba çekecektir. Her kim de bize kötü birşey izhar ederse asla ona eman vermeyiz, onu tasdik etmeyiz. İsterse içinin güzel olduğunu ifade etsin. Buhârî, Şehâdât 5. Yüce Allah'ın: "Halbuki o düşmanlığı en yaman olandır" âyetinde yer alan kelimesi, düşmanlığı oldukça çetin ve aşırı olan demektir. Bu kelime "fiili mücadele etmek" anlamına gelir. Boynun iki tarafı olan "elledî deyn"den türetilmiştir. Yani böyle bir kimse hangi taraftan düşmanlığını tutturursa o taraftan üstün ve baskın gelir. Şair der ki: "Bana karşı kin tutan aşırı düşman sanki Kalbindeki düşmanlık bir tencerede kaynıyormuş gibi." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Gerçek şu ki toprağın altında bir azim ve bir kararlılık vardır Ve bir de oldukça kızgın, katı ve yaman bir düşman." Âyet-i kerimede geçen "el-hisâm: düşmanlık," "hasame" kelimesinin masdarıdır. Bunu el-Halil söylemiştir. ez-Zeccâc: (Düşman anlamına gelen) "hasm"ın çoğulu olduğunu da söylemiştir. Manası ise düşmanlık yapan düşmanların en yaman olanıdır. Yani o tartışma kabiliyetine sahiptir. Seninle konuşup sana cevap verdiği vakit onun sözünün tatlı ve güzel olduğunu görürsün; halbuki içten içe ise batıldır. Bu ise zahir ve batını ile aynı olmayan şekiller ve maksatlarla tartışmanın câiz olmadığının delilidir. Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Âişe'den şöyle dediği kaydedilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın en çok buğzettiği kişi, düşmanlığı yaman olan kimsedir." Buhârî, Ahkâm 34, Tefsir 2. sûre 37; Mezâlim 15; Müslim, ilm 5; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 23; Nesâî, Kudât 34; Müsned, VI, 55, 63, 205. 205O dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise fesadı sevmez. Yüce Allah'ın: "O dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya., çalışır" âyetinde yer alan: ": Dönüp gitti ve çalışır" fiilleri efÂl-i kulûbdandır. "Tevellâ: Dönüp gitti": Kayboldu, gazab etti ve büyüklendi, gibi anlamlara gelir. "Sa'y etmek: Çalışmak" ise kendi güç ve iradesiyle İslâm'a ve müslümanlara karşı türlü musibetlerin gelmesi için çalışmak demektir. Bu açıklamalar İbn Cüreyc'den ve başkalarından nakledilmektedir. Bu iki fiilin kişinin yaptığı işi ifade ettiği de söylenmiştir. "Tevellâ," yani, ey Muhammed, senin yanından dönüp gitti; "Seâ" ise ayaklarıyla yürüyüp yol kesti ve orada fesat çıkardı, anlamına gelir. Bu şekilde açıklamalar da İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmektedir. Bu her iki çeşidiyle de sa'y, fesattır. Koşmak anlamında sa'y etmek kullanıldığı gibi, amel ve kazanç hakkında da kullanılır. Filan kişi ailesi için sa'yetmektedir, derken onların faydası için çalışmaktadır, denilmek istenir. "Yok etmeye" âyeti "fesat çıkarmaya" âyeti üzerine atfedilmiştir. Ubeyy'in kıraatinde (aynı manada olmak üzere): şeklindedir. el-Hasen ve Katâde ise bu kelimeyi son harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu okuyuşun açıklanması ile ilgili birkaç görüş vardır. Bir görüşe göre: "Hoşuna gider" fiiline atfedilmiştir. Ebû Hâtim de der ki: Bu kelime "fesat çıkarmaya (çalışır)" üzerine atfedilmiştir. Çünkü bunun anlamı: Fesat çıkarmaya.... yok etmeye çalışır" şeklindedir. Ebû İshak der ki: O helâk olur, anlamındadır. şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Aynı şekilde (ekin ve nesil anlamlarına gelen): kelimeleri de bu fiilin faili olmaları sebebiyle merfu okunmuşlardır. (Buna göre mana: Ve ekin ve nesil helâk olur, şeklinde olur.) Bu aynı zamanda el-Hasen'in, İbn Ebi İshak'ın, Ebû Hayve ile İbn Muhaysın'ın da kıraatleridir. Abdülvaris bunu Ebû'l Amr'dan da rivâyet etmiştir. Bazdan ise bu kelimeyi "ya" ve "lâm" harfleri üstün olarak Şeklinde ve ondan sonra gelen "ekin" anlamındaki kelimesini de ötreli olarak okumuşlardır ki bu fiil türünden bir söyleyiş ile kullanılır. Âyet-i kerimede kastedilen kişi ekinleri yakıp eşekleri kesmek suretiyle fesat çıkartan el-Ahnes'tir. Bunu et-Taberî söylemiştir. Başkaları da şöyle der: Fakat bu âyet-i kerîme bütün insanlar hakkında umumîdir. Kim onun davranışı gibi amel ederse bu şekilde bir lanete ve cezaya hak kazanır. Kimi ilim adamı şöyle der: Bir eşek öldüren yahut da bir harman yığınını yakan bir kimse kınanmayı hak eder, Kıyâmet gününe kadar uğursuzluk onun yakasını bırakmaz. Mücâhid der ki: Burada anlatılmak istenen şudur: Zalim kimse yeryüzünde fesat çıkartır. Allah da yağmur yağdırmaz, böylelikle ekin de nesil de helâk olur, gider. Bir görüşe göre ise ekinden kasıt kadınlar, nesilden kasıt da çocuklardır. Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Münafıklık, sözbirliğini ortadan kaldırır, parçalanmaya ve çarpışmaların ortaya çıkmasına sebep olur. Bu da insanların helâk olmasına nedendir. ez-Zeccâc bu manada açıklamada bulunmuştur. Yeryüzünde'sa'yetmek (koşmak; mealde; çalışmak) hızlıca yürümek demektir. Bu ise insanlar arasında fitneyi ve kavgayı çıkarmayı ifade eder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "İnsanlar zalimi görüp de onun ellerini yakalamazlarsa (yapmak istediği zulümden alıkoymazlarsa) aradan fazla bir zaman geçmeksizin Allah Teâlâ kendi katından bir ceza ile hepsini cezalandırır." Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 17; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, I, 2, 5,7 Buna dair açıklamalar ileride inşaallah gelecektir. Yüce Allah'ın: "Ekini ve nesli yok etmeye çalışır" âyetindeki ekin (el-nars): Sözlükte yarmak demektir. Kendisi ile yerin yarıldığı şeye mihras (karasaban ve benzeri aletler) de buradan gelmektedir. Hars aynı zamanda malı kazanmak ve toplamak da demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Ebediyyen yaşayacakmışsın gibi dünyan için hars yap (kazan)." İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, I, 359. Hars aynı zamanda ekin, hurrâs ise çiftçiler demektir. "Kur'ân'ı hars et" denildiği zaman onu etüd et, incele denmek istenir. "Dişi devenin harsedilmesi" ise güçsüz düşünceye kadar sırtında yol alınması demektir. "Ateşin harsedilmesi" ateşin karıştırılması demektir. Mihrâs da tandırın ateşinin kendisiyle karıştırıldığı şey demektir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Nesil ise her dişiden çıkan yavruya verilen addır. Bu kelime asıl anlamı itibariyle çıkmak ve düşmek demektir. O bakımdan saçın dökülmesine, kuşun tüyünün dökülmesine de denilir. Şu âyet-i kerimelerde de aynı kökten gelen fiiller kullanılmıştır: "Hemen Rablerinin huzuruna sür'atle gidiverirler" (Yâsîn, 36/51); "Ve onlar her yüksekçe yerden sür'atle gelirler." (el-Enbiya, 21/96) İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "O halde elbiselerimi elbiselerinden ayır, birbirlerinden ayrı kalsınlar" Derim ki: Âyet-i kerîme çiftçiliğe, yeri ekmeye ve ağaç dikmeye -bunu çiftçiliğe hamlettiğimiz takdirde- delalet etmektedir. Aynı şekilde nesle talip olmaya da delildir. Nesil ise hayvanın artmasıdır. İnsan hayatı da bununla ayakta durur. Bu, sebepleri terketmeyi teklif edenlerin görüşlerini reddetmektedir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. "Allah ise fesadı sevmez." el-Abbas b. el-Fadl der ki: Fesad demek harab olmak demektir. Said b. el-Müseyyeb der ki: Dirhemlerden kesmek, yeryüzünde fesat çıkarmak cümlesindendir. Atâ der ki: Atâ b. Münebbih adında bir adam bir cübbe giyerek ihrama girdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona ocübbeyiüzerinden çıkarmasını emretti. Buhârî, Hacc 17; Müslim, Hacc 6; Tirmizî, Hacc 20. Katâde dedi ki: Ben Atâ'ya şöyle sordum: Biz böyle bir kimsenin o cübbeyi yarması gerekir, diye işitirdik. Atâ dedi ki: Muhakkak Allah fesadı sevmez. Derim ki: Âyet-i kerîme genel ifadesiyle -arzda olsun, malda olsun, dinde olsun- her türlü fesadı kapsamına almaktadır. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de budur. Şöyle de denilmiştir: Allah'ın fesadı sevmemesinin anlamı, salah ehli olan kimselerin fesad yapmasını sevmez ya da dinen fesadı sevmez, demektir. Bunun, Allah fesadı emretmez, anlamına gelme ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 206Ona: "Allah'tan kork" denildiği zaman izzet kendisini günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem yeter. Gerçekten o ne fena bir döşektir! Böbürlenip kendisini beğenen, kâfir ve münafıkın niteliği budur. Mü’min için bunun bazı hallerine düşmek mekruh görülmüştür. Abdullah der ki: Kişiye kardeşinin kendisine: Allah'tan kork demesi halinde cevap olarak Sen kendine bak, senin gibi birisi mi bana böyle bir tavsiyede bulunacaktır? demesi günah olarak yeterlidir. İzzet: Güçlülük ve galibiyet demektir. Yüce Allah'ın: "Ve o hitapta beni mağlub etti (azzenî)" (Sâ'd, 38/23) (Burada azzenî: Beni mağlub etti, izzet ile aynı kökten gelmektedir). Burada izzet'in hamiyet anlamına geldiği de söylenmiştir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Cahilliğinden dolayı bir izzet (hamiyet) onu tuttu da Kızgınlıkla geri dönüp gitti ve sıkıntısını belirtti." Burada izzet'in himaye edebilmek, güçlü ve kuvvetli olmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani bu kişi kendisini güçlü kuvvetli gördü, bir kenara çekilip uzaklaştı, onun bu izzet duygusu da onu yakalayıp hakimiyeti altına alınca günaha sürükledi. Katâde de der ki: Yani, böyle bir kimseye: Yavaş ol, denildiği zaman masiyete daha da hızlıca gider. Bunun anlamı ise izzetin onu günah işlemeye itmesi demektir. İzzet onu günaha götürecek şekilde yakaladı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani o izzeti ve cahiliyyet hamiyeti dolayısıyla küfür işledi, demek olur. Şu âyet bu anlamı andırmaktadır: "Aksine o kâfirler izzet içinde (büyüklük taslamakta) ve muhalefet etmektedirler." (Sa'd, 38/2) Bir görüşe göre de ": Günah işlemeye..." kelimesinin başında yer alan "be" harfi "lâm" anlamınadır. Yani izzet ve hamiyetin onu öğüdü kabul etmekten alıkoymasının sebebi, kalbindeki günah yani münafıklıktır. Antere'ye ait ve dişi devenin terini anlatan şu beyitte de bu anlamda kullanılmıştır: "Sanki o, güğümün etrafında, Altında yakılan ateşten dolayı kaynayan zift ya da katılaşmış katran gibidir." Burada "be" harfinin "ile, birlikte" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani izzet, günah ile birlikte onu yakaladı, demektir. Buna göre "be" harfinin anlamı te'villere göre değişik olabilmektedir. Anlatıldığına göre; yahudinin birisinin Harun er-Reşid'in yanında görülecek bir ihtiyacı vardı. Bir sene boyunca kapısına gidip geldi, Harun onun ihtiyacını görmedi. Bir gün kapıda bekleyip durdu. Harun dışarı çıkınca önünde duruncaya kadar koştu ve şöyle dedi: Allah'tan kork ey mü’minlerin emiri, dedi. Bunun üzerine Harun bineğinden indi ve secdeye kapandı. Başını kaldırınca ihtiyacının karşılanmasını emretti ve ihtiyacı görüldü. Geri döndüğünde ona: Ey mü’minlerin emiri, bir yahudi dedi diye bineğinin üzerinden indin, denilince o: Hayır o dediği için inmedim, fakat ben yüce Allah'ın: "Ona: 'Allah'tan kork' denildiği zaman izzet kendisni günah işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem yeter. Gerçekten o ne fena bir döşektir" âyetini hatırladım. "Ona yeter" yani ceza ve ikab olarak cehennem onun için yeterlidir. Nitekim bir kimseye: Senin başına bu gelenler sana yeter, deyip de başına geleni hem kendin büyük bir iş olarak görmen ve hem de onun nazannda onun büyüklüğünü anlatman için bunu kullanmak da böyledir. Döşek (el-mihâd): "el-mehd" kelimesinin çoğulu olup uyumak için hazırlanan yerdir. Küçük çocuğun mehdi (beşiği) de buradan gelmektedir. Cehenneme "mihâd" denilmesinin sebebi kâfirlerin yerleşecekleri yer olmasından dolayıdır. Cehennem onlar için döşeğin yerini tutar. Bundan dolayı da bu ismi almıştır da denilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlara acıklı bir azâbı müjdele" (Âl-i İmrân, 3/21). Arap dilinde bunun bir benzeri de şu sözlerdir: "Aralarındaki selâm oldukça acıtan bir darbe (gibi)dir." 207İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar. Allah kullara çok merhametlidir. Yüce Allah münafıkların davranışlarını sözkonusu ettikten sonra mü’minlerin tutumlarını zikretmektedir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Suhayb er-Rumî hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına hicret etmek üzere yola koyulunca Kureyş'ten bir grup onu takip etti. Devesinden indi ve ok torbasında bulunan bütün okları çıkardı. Yayını aldı ve şöyle dedi: Yemin olsun ki aranızda en iyi ok atanın ben olduğumu biliyorsunuz. Allah'a yemin ederim, bu torbamdaki bütün okları tek tek atmadıkça yanıma ulaşamayacaksınız. Sonra da elimde kaldığı sürece kılıcımla çarpışıp duracağım. Ondan sonra da istediğinizi yapınız. Ona şöyle dediler: Sen bizim yanımıza bir sefil olarak gelmişken senin zengin olarak bizi bırakıp gitmene fırsat vermeyeceğiz. Bunun yerine Mekke'de malının bulunduğu yeri bize söyle, biz de senin arkandan gelmeyeceğiz dediler ve bu hususta ona söz verdiler. O da isteklerini yaptı. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelince yüce Allah'ın: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar" âyet-i kerimesi nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Yahya'nın babası, yaptığın alışveriş oldukça kârlıdır" dedi ve ona bu âyet-i kerimeyi okudu. Hâkim, el-Müstedrek, III, 398. Bunu Rezîn rivâyet etmiştir. Said b. el-Müseyyeb (r. anhuma) da böyle demiştir. Müfessirler de der ki: Müşrikler Suhayb'ı yakalayıp ona işkence ettiler. Suhayb onlara: Ben yaşı ilerlemiş bir kimseyim. Sizden veya sizden başkasından olmamın size bir zararı olmaz. Malımı alıp beni dinimle başbaşa bırakmaya ne dersiniz? dedi. Onlar da bunu kabul ettiler. Buna karşılık onlardan bir binek ve yol masrafını vermelerini de şart koşmuştu. Medine'ye çıkıp gitti, Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) ve bir grup müslüman onu karşıladı. Hazret-i Ebubekir ona: Yahya'nın babası ticaretin kârlı oldu deyince; Suhayb ona: Senin ticaretin de asla ziyan etmesin. Böyle demene sebep ne? diye sorunca Hazret-i Ebubekir ona: Senin hakkında işte Allah bunu indirdi, dedi ve âyet-i kerimeyi ona okudu. el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerimenin kimin hakkında nazil olduğunu biliyor musunuz? Bu âyet-i kerîme kâfir ile karşılaşıp da ona şöyle diyen müslüman hakkında nazil olmuştur: Lâ ilâhe illâlah, de. Bunu söylediğin takdirde malını ve canını korumuş olursun. Ancak bu kâfir böyle bir sözü söylemeyi kabul etmez. Müslüman ona: Allah'a yemin ederim ben Allah için canımı satacağım der, ileri atılır ve öldürülünceye kadar çarpışır. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme ma'rufu emredip münkerden nehyeden kimseler hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve İbn Abbâs (r. anhum) da bu şekilde bu âyeti te'vil etmişlerdir. Hazret-i Ali ile İbn Abbâs der ki: İki kişi çarpıştı. Münkeri değiştirmek isteyen fesat çıkartana: Allah'dan kork! deyince fesat çıkartan bunu kabul etmedi ve kendisini izzete kaptırdı. Münkeri değiştirmek isteyen kişi nefsini Allah'a sattı, onunla çarpıştı. Ebû'l-Halil dedi ki: Ömer b. el-Hattâb bu âyet-i kerimeyi okuyan birisini işitir. Hazret-i Ömer der ki: İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn. Bir adam (bu âyet dolayısıyla) kalktı, ma'rufu emretti, münkerden nehyetti ve öldürüldü. Yine şöyle denilmiştir: Hazret-i Ömer, İbn Abbâs'ı şöyle derken dinlemiş: İki kişi Kur'ân okuyan birisinin bu âyet-i kerimeyi okuduğunu işittikleri bir sırada kalkıp birbirleriyle çarpıştılar. Ona ne söylediğini sordu o da ona bu şekilde âyeti açıkladı. Hazret-i Ömer ona şöyle dedi: Allah senin ömrünü uzun etsin, ey İbn Abbâs. Bu âyet-i kerîme, çarpışmalarda ileri atılan kimseler hakkında nazil olmuştur da denilmiştir. Hişam b. Âmir, Konstantiniyye'de önündeki saffa hamle yaptı ve öldürülünceye kadar çarpıştı. Bunun üzerine Ebû Hüreyre: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah'ın rızasını arayarak kendi nefsini satar" âyet-i kerimesini okudu. Buna benzer bir rivâyet Ebû Eyyûb'dan da gelmiştir. Bu âyet-i kerîme, er-Raci' gazvesi şehitleri hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Katâde der ki: Burada sözkonusu edilenler Muhacirler ve Ensardır. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret etmek üzere mağaraya çıkıp gittiği gece, yatağında bıraktığı Hazret-i Ali hakkında nazil olmuştur. İleride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde gelecektir. Bu âyet-i kerimenin genel olduğu da söylenmiştir. Allah yolunda cihâd eden, onun uğrunda şehid düşen ya da bir münkeri değiştiren herkesi kapsar. Karşısındaki saffa hamle yapan kişinin hükmüne dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/195. âyet 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Münkeri değiştiren kimseye dair açıklamalar, bu kişide aranan şartlar ve hükümleri ile ilgili diğer bilgiler ise yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nde gelecektir. "Nefsini satar." Yüce Allah'ın: "Ve onu değersiz bir pahaya sattılar" (Yusuf, 12/20) âyeti kabilindendir. Satmanın (şira" aslı değiştirmek demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır." (et-Tevbe, 9/111) Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Eğer dehrin hilesi seni nimetler içerisinde bıraksa bile (Başkaları) bu dünyayı Allah'ın ebedi cennetleri karşılığında sattılar" Başka bir şair de şöyle demektedir: "Ve ben Burd'u sattım ve keşke Burd'u sattıktan sonra bir puhu kuşu olsaydım." Burada Burd, bir kölenin adıdır. Bir başkası da şöyle demiştir: "Ona karşılık bir bedel verir ve onu alıkoyar Onun sahibi ise: Hey bunu satın al, der." Burada "nefsin satılması" Allah'ın emirleri uğrunda feda edilmesidir, el-Kisaî burada yer alan kelimesi üzerinde vakfe yaptığı takdirde "te" harfini sakin okuyarak vakfe yapar, diğerleri ise "he" diye okuyup vakfe yapmışlardır. Ebû’l-Ali der ki: el-Kisaî'nin "te" ile vakfe yapması ya bu türdeki bir şiveye binaendir veya muzafun ileyh bu kelimenin muhtevası içerisinde olduğundan dolayıdır. O takdirde asıl kastedilenin muzafun ileyh olduğunun bilinmesi için vasıl halinde bu "te" açıkça okunduğu gibi, vakfedilmesi halinde de bu "te" izhar edilip okunur. Bazıları da buradaki "sattı"nın "satın aldı" anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Bu âyet-i kerimeyi Suhayb hakkında olmakla te'vil edenler böyle bir açıklamaya gerek görür. Çünkü o kendi nefsini kendi malıyla satın almıştır. Nefsini satmamıştır. Ancak şöyle denilse durum farklı olur: Suhayb'ın onlara karşı Savaşmaya çıkması kendi nefsini Allah'a satması demektir. Bu takdirde kelime "satmak" anlamı ile doğru bir şekilde açıklanıp anlaşılabilir. 208Ey îman edenler, hep birlikte silm'e girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Gerçekten o, sizin için apaçık bir düşmandır. Yüce Allah, insanların mü’min, kâfir ve münafık gibi kısımlara ayrıldıklarını beyan ettikten sonra, sizler hepiniz tek bir millet (tek bir din mensubu) olunuz, İslâm etrafında toplanınız ve onun üzerinde sebat gösteriniz, diye buyurmaktadır. Burada "silm" İslâm anlamındadır. Mücâhid bunu böyle açıklamıştır. Ebû Mâlik de bu açıklamayı İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Şair el-Kindî'nin şu beyiti de bu anlamdadır: "Ben aşiretimi silm'e (İslâm'a) davet ettim, Onların, arkalarını dönerek gittiklerini gördüğümde." Yani Kindeliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra Kindeli el-Eş'as b. Kays ile birlikte irtidat edince ben onları İslâm'a davet ettim, demektir. Diğer taraftan yani bunun İslâm'a girin anlamına olmasının bir diğer sebebi de, mü’minlere hiçbir zaman barış demek olan müsâlemeye (silm yapmaya) girmeleri emrolunmamıştır. Aksine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onlar barışa meylettikleri takdirde kendisinin de barışa meyletmesi söylenmiştir. Bizzat kendisinin barış işini başlatması ise sözkonusu değildir. Bu açıklamayı Taberî yapmıştır. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah burada dilleriyle îman ettiklerini ifade edenlere İslâm'a kalpleriyle de girmelerini emretmektedir. Tavus ve Mücâhid der ki: Dinin emirleri çerçevesine girin, demektir. Süfyan es-Sevrî de: "Birr'in (iyiliğin) bütün türlerine giriniz (yerine getiriniz) demektir" der. Bu kelime "sin" harfi esreli olarak: "es-silm" şeklinde okunmuştur. el-Kisaî der ki: Silm ile selm aynı anlamdadır. Basralıların çoğunluğu da bu şekilde kabul eder. Her iki kelime de hem İslâm hem de müsâleme (barış) hakkında kullanılır. Ebû Amr b. el-Alâ ise bunlar arasında fark gözeterek bu kelimeyi burada İslâm demek olan "es-silm" şeklinde okurken el-Enfal (8/61. âyette) ile Muhammed (47/35. âyette)ki kelimeleri "sin" harfini üstün olarak "es-selm" şeklinde okumuştur. Üstünlü olarak müsâleme (barışa yapmak) anlamındadır demektedir. Ancak el-Müberred böyle bir ayrımı kabul etmez. Âsım el-Cehderî de der ki: Silm İslâm demektir. Selm barış, selem ise teslimiyet ve teslim olmak demektir. Ancak Muhammed b. Yezid böyle bir ayrımı reddeder ve şöyle der: Dil bu şekilde öğrenilmez. Dil kıyas ile değil, sema' ile (o dili konuşanlardan işiterek) öğrenilir. Böyle bir ayrım gözetenler ise delil ile bunu açıklamalıdırlar. Basralılar ise, silm, selm ve selem kelimelerinin aynı anlama geldiğini nakletmişlerdir. el-Cevherî de der ki: Silm, barış demektir, üstün de okunur (selm şeklinde) esreli de okunur (silm şeklinde). Müzekkeri de müennesi de böyle gelir. Bunun aslı teslimiyet ve itaat etmektedir. Bu bakımdan barış yapmaya da silm ve selm denilir. Şair Züheyr der ki: "Ve ikiniz dediniz ki: Eğer biz mal ile ve ma'ruf işler ile Barışı yeterli görürsek, o zaman barış yaparız." Taberî ise bu kelimenin az önce geçen açıklamalar dolayısıyla İslâm anlamına yorumlanmasını tercih etmektedir. Huzeyfe b. el-Yemân bu âyet-i kerimeyle ilgili olarak şunları söyler: İslâm sekiz bölümdür. Namaz bir bölüm, zekât bir bölüm, oruç bir bölüm, hac bir bölüm, umre bir bölüm, cihâd bir bölüm, ma'rufu emretmek bir bölüm, münkerden alıkoymak ise bir bölümdür. İslâm'da (bunlardan) herhangi bir bölümü (payı) olmayan gerçekte ziyandadır. İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme kitap ehli hakkında nazil olmuştur. Anlamı da şudur: Ey Mûsa'ya ve Îsa'ya îman edenler! Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de îman etmek suretiyle bütünüyle İslâm'a giriniz. Müslim'in Sahih'inde ise Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhammed'in nefsi elinde bulunana yemin ederim ki, yahudi veya hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir sonra da benim ile gönderilene îman etmeksizin ölürse şüphesiz cehennemliklerden olur." Müslim, Îman 240. " Hep birlikte" kelimesi topluca anlamındadır. Bu kelime silm'den veya "îman edenler" kelimesindeki zamirden haldir. Bu kelime alıkoydum, engelledim anlamına gelen den türetilmiştir. Anlamı ise: Sizden herhangi bir kimse İslâm'a girmekten imtina etmesin, demektir. Çünkü men etmek anlamındadır. Elbiseyi yayılıp dağılmaktan alıkoyduğu için gömleğin alt kısımlarının katlanıp dikilmesine denilmesi burdandır. Tartılan şeyi bir arada toplayan ve dağılmasını önleyen terazinin kefesi (kiffe) de burdan gelmektedir. İnsanın faydalı ve zararlı şeylerini bir arada toplayan (avucuna) keff denilmesi de burdandır. Yuvarlak şekildeki herşeye de "kiffe," uzunca olan herşeye ise "küffe" denilmektedir. Gözleri görmeyene "mekfûP denilir. Kalabalığa "kaaffe" denilmesi ise dağılmaktan imtina etmelerinden dolayıdır. "Şeytanın adımlarına uymayın" âyeti bir nehiydir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/162. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Mukâtil der ki: Abdullah b. Selâm ve arkadaşları namazda Tevrat okumak ve Tevrat'ta bulunan bazı hükümlere göre amel etmek için izin istediler. Bunun üzerine: "Şeytanın adımlarına uymayın" âyeti nazil oldu. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra sünnete tabi olmak, şeytanın adımlarından evladır. Bunun, şeytanın sizleri çağırdığı yolu izlemeyiniz, anlamına geldiği de söylenmiştir. "Gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır." Düşmanlığı açıkça ortadadır. Buna dair açıklamalar da Önceden (el-Bakara, 2/162. âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 209Size bunca apaçık delil geldikten sonra ayrılırsanız bilin ki, şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir. "Size bunca apaçık delil..." Eğer hitap mü’minlere ise bunca mu'cize ve Kur'ân âyetleri; eğer hitap iki kitap ehline ise o takdirde apaçık deliller onların şeriatında varid olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geleceğinin haber verilmesi ve onun tanıtılması demektir. "Geldikten sonra ayrılırsanız" yani doğruluk yolundan uzaklaşmanız, "şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir." Âyet-i kerimede geçen zelel (ayrılmak), aslında ayak kayması hakkında kullanılır. Daha sonra inançlar, görüşler ve buna benzer hususlarla ilgili olarak da kullanılır. Zelle, yezillu, zelel ve zülul, ayağı kaydı, kayar demektir. Ebû Şimal el-Adevi "zeliltum" diye okumuştur ki, iki ayrı söyleyiştir. Kelimenin asıl anlamı ayağın kayması ile ilgili olmakla birlikte burdaki anlamı; saparsanız ve haktan ayrılıp eğri yola giderseniz, demektir. Bu âyet-i kerimede günahı bilen kimsenin cezasının, onu bilmeyenin cezasından daha büyük olduğuna, İslâm davetinin kendisine ulaşmadığı kimsenin şer'î hükümleri terketmek dolayısıyla kâfir olmayacağına bir delil vardır. en-Nekkâş'ın anlattığına göre Ka'b el-Ahbâr İslâm'a girdikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'i öğreniyor idi. Ona Kur'ân-ı Kerîm'i öğreten kişi burada; "bilin ki şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir" yerine: Gafûrdur, Rahîmdir diye öğretecek olmuş. Bunun üzerine Ka'b: Ben bunun böyle olmasını uygun görmüyorum, demiş. Bu sefer yanlarından bir adam geçmiş. Ka'b ona: Sen bu âyet-i kerimeyi nasıl okuyorsun, diye sorunca adam: "Bilin ki şüphesiz Allah Azizdir Hakimdir" diye okuyorum, deyince Ka'b: Böyle olması gerekir; diye cevap vermiş. "Azizdir" istediği birşey engellenemez; "Hakimdir" yaptıklarını sapasağlam ve hikmetli yapar. 210Onlar buluttan gölgelikler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işin bitirilivermesinden başka neyi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a döndürülür. "Onlar" yani silm'e girmeyi terkedenler "buluttan gölgelikler içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelivermesinden ve işin bitirilivermesinden başka neyi bekliyorlar?" Burada sorudan kasıt, red ve inkârdır. Yani onların başka bekledikleri birşey yoktur. Katâde, Ebû Cafer, Yezid b. el-Ka'ka ve ed-Dahhâk burada "gölgelikler diye meal verilen kelimesini “Gölgeler" şeklinde okumuşlardır. Ebû Ca'fer ise "melekler" kelimesini "bulutlar"a atfederek şeklinde okumuştur. İfadenin takdiri: Meleklerle birlikte.... şeklinde olur. Araplar: Emir, askerler arasında geldi, derken askerlerle birlikte geldi, demek isterler. "Zulel: Gölgelikler" kelimesi "zuüe"nin kırık (teksir) çoğuludur. "Zulmet: Karanlık" kelimesinin çoğulunun "zulem" gelmesi gibi. Salim çoğulu ise "zululât" ...diye gelir. Sîbeveyh şu beyiti zikretmektedir: "Öğlen sıcağından yorgun düşmüş yabani hayvanları; Gölgeliklerinden barındırınca o inler..." "Zullât" ile "zilâl" gölge demek olan "zıH"ın çokluk çoğulududr. Azlık çoğulu ise "ezlâl" ...diye gelir. "Zulle"nin çoğulunun "zilâl" olarak gelmesi de mümkündür. Nitekim şair (aynı vezinde "kulle"nin çoğulunu "kılar diye getirmiş ve) şöyle demiştir: "Ona testi suyundan katılmış..." el-Ahfeş Said der ki: "Melekler" kelimesinin esreli okunması, "melekler arasında" anlamına gelir. Bununla birlikte merfu olarak okumak daha güzeldir. Bu âyet yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Onlar meleklerin kendilerine gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden.... başkasını mı bekliyorlar?" (el-En'am, 6/158); "Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiğinde.." (el-Fecr, 89/22) el-Ferrâ' der ki: Abdullah (b. Mes'ûd)ın kıraati de şu şekildedir: "Onlar Allah'ın ve meleklerin buluttan gölgelikler içerisinde kendilerine gelivermesinden... başkasını mı bekliyorlar?" Katâde der ki: Burada meleklerin gelişinden kasıt, ruhlarını kabzetmek üzere gelmeleridir. Kıyâmet gününde gelmeleri şeklinde de açıklanmıştır. Daha zahir (kuvvetli) olan budur. Ebû'l-Âl-iyye ve er-Rabi' der ki: Melekler buluttan gölgelikler içerisinde kendilerine gelir, Allah da onlara dilediği gibi gelir, ez-Zeccâc der ki: Buluttan ve meleklerden gölgelikler arasında gelivermesinden., takdirindendir. Şöyle de denilmiştir. Şanı yüce Allah hakkında bu âyetler zahirinden anlaşılan şekliyle değildir. Bunun anlamı onlara Allah'ın emrinin ve hikmetinin' gelmesidir. Bir görüşe göre de şöyledir: Yani Allah onlara vadetmiş olduğu hesap ve azabını gölgelikler içerisinde getirir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi." (el-Haşr, 59/2) Yani Allah'ın onları yardımsız bırakması onların ummadıkları bir yerden geldi. Bu ez-Zeccâc'ın görüşüdür. Birincisi ise el-Ahfeş Said'in görüşüdür. Gelmenin cezaya ait olma ihtimali de vardır. Burada ceza "gelmek" diye ifade edilmiştir. Nitekim Nemrut kıssasında korkutmak ve azablandırmak da "gelmek" diye ifade edilmekte ve şöyle buyurulmaktadır. "Nihayet Allah onların binalarına temelden geldi (yani çöktürerek azâb etti) de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü.. " (en-Nahl, 16/26) Nadiroğulları kıssasında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi ve kalplerine korku düşürdü. "(el-Haşr, 59/2) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz." (el-Enbiya, 21/47) Gelmenin, getirmenin bu anlamlara gelme ihtimalinin sebebi, asıl anlamının dilcilere göre birşeyi kastetmek olmasından dolayıdır. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: Onlar yüce Allah'ın kendilerini cezalandırmak kastı ile yarattıklarından bir topluluk ile birlikte, fiillerinden bir fiilini izhar etmesinden ve onların hakkında dilediği işi hükmetmesinden başkasını mı bekliyorlar? Şanı yüce Allah bir fiil icad edip bunu "nüzul (inmek), istiva etmek" gibi isimlerle adlandırdığı gibi, aynı şekilde (gelecekte de) bir fiil icad eder ve buna "gelmek" ismini verir. O'nun fiilleri ise araçsız ve illetsizdir. O eksikliklerden münezzehtir. Ebû Salih yoluyla gelen rivâyette İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu tefsir edilemeyen gizli tutulmuş bilgilerdendir. Kimi müfessirler de bu âyet-i kerimeyi tefsir etmeye dair birşey söylemeyip susmuşlar, kimisi de belirttiğimiz şekilde te'vil etmişlerdir. Kimilerine göre buradaki anlam, Allahü teâlâ'nın gölgeliklerle onlara gelmesi şeklindedir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Allah onlara ... suretinde gelir" Merhum müfessirin işaret ettiği bu uzunca hadis için bk. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Îman 299; Dârimi, Rikaak 83. ifadesindeki anlam, Allah onlara imtihan olmak üzere bir suret gösterir, demektir. Bu ve buna benzer Kur'ân-ı Kerîm'de vesair haberlerde gelen ifadelerin intikal, hareket ve zeval gibi anlamlara çekilmesi câiz değlidir. Çünkü bu gibi şeyler yer kaplayan ve cisimlerin niteliklerindendir. Yüce ve büyük olan Allah, bundan münezzehtir. Cisimlere benzemekten oldukça yüce, celal ve ikram sahibidir. Âyet-i kerimede geçen "el-Ğamâm" beyaz ve ince buluttur. Ona bu adın veriliş sebebi daha önceden de geçtiği üzere (el-Bakara, 2/57. âyet 1. başlık) örtücü olmasındandır. Muâz b. Cebel, "işin bitirilmesini"; Yahya b. Ya'mer çoğul olarak "işlerin bitirilmesini" anlamına gelecek şekilde okumuşlardır. Cumhûr ise: "İşin bitirilmesini" (anlamına gelecek şekilde) okumuşlardır. Anlamı ise: Ceza gerçekleşmiş ve isyankârlar azâb edilmiş olacaktır, demektir. İbn Amir, Hamza ve Kisaî "işler döner" anlamına gelecek şekilde; diye okumuşlardır. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Bilin ki işler Alllah'a döner" (eş-Şûrâ, 42/53); "Dönüşünüz Allah'adır." (el-Maide, 5/48, 105) Diğerleri ise "döndürülür" anlamında: diye okumuşlardır. Bu da güzel bir okuyuştur. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Sonra döndürülürsünüz." (et-Tevbe, 9/94); "Sonra Allah'a döndürülürler." (el-En'am, 6/62); "Ve eğer Rabbime döndürülürsem yemin olsun .." (el-Kehf, 18/36) Her iki kıraat de güzeldir ve aynı anlama gelir. Asıl şekil ise birincisidir. Bunun meçhul fiil olarak kullanılması ise bir genişliktir ve fer'î bir husustur. İşler zaten önceden de sonradan da Allah'a döner. Özellikle Kıyâmet gününde bunun sözkonusu edilmesi, dünyadaki malik ve hükümdarların Kıyâmet gününde bütünüyle ortadan kalkacaklarına dikkat çekmek içindir. 211İsrailoğullarına sor: Biz onlara apaçık nice âyetler verdik, diye. Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır. "İsrailoğullarına sor" âyetinde yer alan ve "sor" anlamına gelen: kelimesi burada hemzesiz olarak gelmiştir. Denildiğine göre Arapların bu kelimede yer alan vasl elifinin burada yazılmaması buna karşılık kelimesinde yazılması ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre kimisinde yazılır, kimisinde yazılmaz. Kur'ân-ı Kerîm'de her iki şekilde de kullanılmıştır. Bu bakımdan hemzenin yazılıp yazılmaması hususunda mushaf hattına tabi olmak gerekir. İkinci açıklamaya göre ise bu kelimenin kullanıldığı söz dizisinin değişikliğine göre hemze yazılır veya yazılmaz. Başlangıç olan sözlerde hemze yazılmaz. Burada yer alan "İsrailoğullarına sor" âyetinde "buna hangileri kefildir? diye" (el-Kalem, 68/40) âyetinde hemze yazılmazken atfedilmesi halinde hemze yazılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve o kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); "Ve Allah'tan lütfundan isteyiniz." (en-Nisa, 4/32) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamaları Ali b. Îsa yapmıştır. Ebû Amr'ın İbn Abbâs'tan yaptığı bir rivâyete göre o bu kelimeyi (bu âyet-i kerimede) aslı üzere şeklinde okumuştur. Kimisi de harekeyi "sin"e nakledip vasıl "elifini olduğu gibi bırakmak suretiyle şeklinde okumuştur. Burada "nice" anlamına gelen "kem" edatına ve âyet-i kerimedeki bazı lâfızlar hakkında nahve dair açıklamalar ihtiva eden birkaç satırlık bir bölüm, gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir. "Biz onlara apaçık nice âyetler verdik diye" âyeti ile kastedilen şudur: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu ile ilgili onu tanıtıcı ve peygamberliğine delalet eden şekilde onlara gelen âyetler ne kadar da çoktur! Mücâhid el-Hasen ve başkalan der ki: Bununla kast edilen, Mûsa (aleyhisselâm)'ın getirmiş olduğu denizin yarılması, buluttan gölgeler, asa, el ve buna benzer mucizelerdir. Yüce Allah peygamberine onları azarlamak ve başlarına kakmak üzere onlara böyle bir soru sormasını emretmektedir. "Kim Allah'ın nimetini kendisine verdikten sonra değiştirirse..." Her ne kadar kendilerine işaret olunanlar İsrailoğulları ise de herkesi kapsayan genel bir lafızdır. İsrailoğullarına işaret olunmasının sebebi ise, kitaplarında bulunanları değiştirmeleri ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr etmeleridir. Bu bakımdan buradaki ifadeler yüce Allah'ın nimetini değiştiren herkes hakkında geçerlidir. Taberî der ki: Buradaki nimetten kasıt İslâm'dır. Bu da birinci açıklamaya yakın bir açıklamadır. İfadenin kapsamına Kureyş kâfirleri de girer. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak aralarından gönderilmesi onlara bir nimettir. Onlar bu nimeti kabul ve ona karşılık şükür edecekleri yerde, küfür ve inkârla değiştirdiler. "Şüphesiz Allah cezası pek şiddetli olandır." Bu, tehdit manasını ihtiva eden bir haberdir. İkab (ceza); ("topuk ve sol" gibi anlamlara gelen) el-akib"den gelmiştir. Sanki ceza veren kişi (muâkib) cezalandırdığı kimsenin topuğunun izleri ardından yürüyor gibi kabul edilerek bu kelime verilmiştir. Binicinin ukbesi (ata binmek üzere topuğunu dayadığı yer) ile tencerenin ukbesi (ariyeten tencere alan bir kimsenin yemek pişirdikten sonra tencerenin dibinde bir miktar yemek bırakıp sahiplerine geri vermesi) de buradan gelmektedir. İkaab ve ukubet (ceza) ise genelde günahın akabinde olurlar. Günahı dolayısıyla onu cezalandırdı, demektir. 212Dünya hayatı kâfirlere süslendi. Onlarsa îman edenlerle alay ediyorlar. Halbuki takva sahipleri Kıyâmet gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir. "Dünya hayatı kâfirlere süslendi" âyetinde kastedilen Kureyş'in ileri gelenleridir. Mücâhid ve Humeyd b. Kays, bu fiili ma'lum okumuştur. (O takdirde meali şöyle olur: "Dünya hayatını kâfirlere süsledi"). en-Nehhâs der ki: Böyle bir okuyuş şâz bir okuyuştur. Çünkü bunun faili (süsleyeni) kim olduğu daha önceden söz konusu edilmemektedir. İbn Ebi Able ise burada (süslenenin dünya hayatı olduğunun alameti olmak üzere): " süslendi" şeklinde okumuştur. Bu okuyuşun câiz oluşu buradaki müennesliğin hakiki olmayışından dolayıdır. Onu süsleyen ise onu da yaratıp icad eden, küfrü de yaratandır. Yine şeytan da vesvesesi ve aldatması ile onu süslüyor olabilir. Özellikle kâfirlerin sözkonusu edilmesi ise genel olarak böyle bir süslemeyi kabul edip dünyaya yönelmeleri ve buna yöneldiklerinden dolayı da âhirete yüzçevirmeleridir. Zaten şanı yüce Allah, insanların hangisinin ameli daha güzeldir diye sınamak üzere yeryüzünde bulunan herşeyi yeryüzü için bir süs olmak üzere yaratmıştır. Şeriatın gösterdiği yolu izleyen mü’minleri bu süs fitneye düşürmez, aldatmaz. Kâfirlere ise bu hayat süsü egemen olur. Çünkü onlar başka bir hayata inanmamaktadırlar. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh) kendisine (devlet hazinesine konulmak üzere) mallar getirilip önüne bırakılınca şöyle demiş: Allah'ım, bizler bizim için süslü gösterdiğin şey ile sevinmekten başka birşey yapamıyoruz. Yüce Allah'ın: "Onlarsa îman edenlerle alay ediyorlar" âyeti de Kureyş kâfirlerine işarettir. Çünkü Kureyş kâfirleri dünyadaki durumlarını büyük görüyor ve dünya ile âdeta imrenilecek durumda olduklarını kabul ediyorlardı. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olanlarla da alay ediyor, onları küçümsüyorlardı. İbn Cüreyc der ki: Ona tabi olanları âhireti talep ettikleri için küçümsüyarlardl: Bir görüşe göre ise fakir olmaları, servetlerinin az olması dolayısıyla onları küçümsüyorlardı. Bilal, Suheyb, İbn Mes'ûd ve başkaları (Allah onlardan razı olsun) gibi. İşte şanı yüce Allah işlerinin çirkin olması sebebiyle konum ve mevkilerinin düşüklüğüne dikkat çekmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Halbuki takva sahipleri Kıyâmet gününde onların üstündedirler." Hazret-i Ali'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim fakirliği ya da elinin darlığı sebebiyle mü’min bir erkek yahut mü’min bir kadını küçük düşürse ya da ona hakaret etse, Allah da o kimseyi Kıyâmet gününde teşhir eder, sonra da onu rezil eder. Her kim mü’min bir erkek veya kadına iftirada bulunur ya da onda olmadık birşeyi onun hakkında söylerse, yüce Allah onu -günahının cezasını çekinceye kadar- Kıyâmet gününde ateşten bir tepe üzerinde durdurur. Şüphesiz ki mü’minin büyüklüğü Allah katında mukarreb bir meleğin büyüklüğünden daha fazladır ve mü’min daha keremlidir. Allah'ın tevbe eden mü’min bir erkek veya mü’min bir kadından daha çok sevdiği birşey yoktur. Mü’min kişi, tıpkı bir kimsenin ailesini ve çocuğunu tanıması gibi semada tanınır." Hadisin benzeri için bk. Müsned, III, 487. Şöyle de denilmiştir: "Halbuki takva sahipleri Kıyâmet gününde onların üstündedirler." Bundan kasıt derece itibariyle onlardan üstün olacaklandır. Çünkü mü’minler cennette, kâfirler ise cehennemde olacaklardır. Burada "üstünde" olmakla mekân itibariyle yukarıda olmanın kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Çünkü cennet semada cehennem ise aşağıların aşağısındadır. Bu üstünde olmanın, mü’minlerin, kâfirlerin kendi kanaatlerinin ihtiva ettiği mananın daha da üstüne çıkarılması anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü kâfirler derler ki: Şayet öldükten sonra diriliş var ise biz o takdirde sizin için olandan daha fazla bir paya sahip olacağız. Habbab b. el-Eret'in el-Âs b. Vail ile başından geçen olayını anlatan hadis de bu kabildendir. Habbab dedi ki: Benim el-Âs b. Vail'den bir alacağım vardı. Ona alacağımı ödemesini istemek üzere gittim. Bana şöyle dedi: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)lı inkâr edip kâfir olmadıkça asla senin borcunu ödemeyeceğim. Bunun üzerine ben ona şöyle dedim: Sen ölünceye ve sonra da diriltilinceye kadar onu inkâr edecek değilim. Bana şu cevabı verdi: Ben ölümden sonra diriltilecek miymişim? O vakit tekrar bana mal ve çocuk verildiği takdirde sana ben de borcunu öderim... Buhârî, Husûmât 10, Buyû’ 29, İcâre 15, Tefsir 19. sûre 3, 4, 6; Müslim, Münafıkta 35; Tirmizî, Tefsir 19. sûre 7; Müsned, V, 110, 111. Bu hadis tamamıyla yüce Allah'ın izniyle ileride (Meryem, 19/77. âyetin tefsirinde) gelecektir. Alay etmek anlamına gelen: fiili "min" ve "be" harfi çerleri ile kullanılır. Tıpkı "dahike ve hezie" fiillerinde olduğu gibi. Bunu el-Ahfeş nakletmektedir. Alay etmek'ten isim: şekillerinde gelir. Yüce Allah'ın şu buyrukları (son) iki şeklide de okunmuştur: "Tâ ki bazısı bazısını işte kullansın." (ez-Zuhruf, 43/32); "Siz onları alaya aldınız." (el-Mu'minun, 23/110) (Bu âyetlerin ilkinde geçen ve: İşte kullanmak anlamına gelen ile sonraki âyet-i kerimede: alay konusu anlamına gelen) kelimesi: sin harfi hem ötreli olarak hem de esreli olarak okunmuştur. Suhra kendisiyle alay edilen kişi, suhera başkalarıyla alay eden kişi demektir. Yine "suhra" işte kullanılan kişi anlamındadır. "Suhra olarak kendisine hizmet etmesini istedi" ise ona ücretsiz olarak iş teklifinde bulundu, demektir. "Allah dilediğine hesapsız rızık verir." ed-Dahhâk der ki: Yani âhirette herhangi bir çalışıp çabalama olmaksızın (böylece rızıklandırır) demektir. Bir görüşe göre de bu, sözü geçen mustaz'aflara işarettir. Yani Allah onlara yüksek makam ve mevkiyi rızık olarak verecektir. Buna göre âyet-i kerîme onların üzerindeki nimetin büyüklüğüne dikkat çekmektedir. Onların rızıklarını daimî ve sonsuz olacak şekilde, hesapsızca rızıklandırmıştır. Onların nail olacakları rızık sayılamaz. Bir diğer açıklamaya göre "hesapsız" âyeti yüce Allah'ın rızkının bir sıfatıdır. Onun bu rızkı nasıl harcanıp tüketilebilir ki? Çünkü o kudreti yüce Rabbimizin ihsanı saymakla tüketilemez. O'nun bütün lütfü hesapsızdır. Hesaplı olan şey ise kulun önceden işlemiş olduğu amel karşılığında verilendir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinden amellerine uygun bir karşılık olmak üzere." (en-Nebe, 78/36) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun anlamının, rızık verilenler tarafından umulmayacak bir şekilde rızıklanmak, şeklinde olma ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın: "Ve onu ummadığı bir yerden rızıklandırır." (et-Talâk, 65/3) âyetinde olduğu gibi. 213İnsanlar tek bir ümmetti. Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde ihtilaf ettikleri şeyler hakkında insanlar arasında hükmetmek için hak ile Kitabı indirdi. Halbuki onun hakkında ihtilafa düşenler kendilerine kitap verilenlerden başkası değildir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerine karşı olan zulümlerinden dolayı (ihtilâfa düştüler). İşte Allah, izniyle îman edenleri hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir. "İnsanlar tek bir ümmetti." Aynı din üzere idiler. Ubey b. Ka'b ile İbn Zeyd dedi ki: Burada "insanlar" ile kastedilen, Allahü teâlâ Âdem'in belinden onları zürriyetler halinde çıkartıp da Allah'ın vahdaniyetini ikrar ettikleri vakitte Âdemoğullarıdır. Mücâhid dedi ki: Burada "insanlar"dan kasıt yalnızca Âdem'dir. Tek bir kişiye hepsinin adının veriliş sebebi, neslin aslının o olmasından dolayıdır. Bir diğer görüşe göre ise Âdem ile Havva'dır. İbn Abbâs ve Katâde der ki: Burada insanlardan kasıt Âdem ile Nûh arasındaki nesillerdir. Bunlar on nesil idiler ki, ihtilafa düşünceye kadar hak üzere idiler. Daha sonra Allah onun ardından Hazret-i Nûh'u gönderdi. İbn Ebi Hayseme der ki: Allah, Âdem (aleyhisselâm)'ı yarattığında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderdiği zamana kadar beşbinsekizyüz yıl geçmiştir. Bundan daha fazla bir süre de söylenmiştir. Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nûh arasında ise binikiyüz sene geçmiştir. Hazret-i Âdem dokuzyüzaltmış yıl yaşamıştır. İnsanlar onun zamanında tek bir din mensubu olup aynı dine bağlı idiler. Melekler onlarla tokalaşır idi. Onlar bu halleriyle İdris (aleyhisselâm) kaldırılıncaya kadar devam ettiler, ondan sonra da aralarında anlaşmazlık başgösterdi. Ancak bu, su götürür bir açıklamadır. Çünkü sahih kabul edilen görüşe göre Hazret-i İdris, Hazret-i Nûh'tan sonradır. Aralarında el-Kelbî ve el-Vakidî'nin de bulunduğu bir grup da şöyle demiştir: Burda kastedilen Hazret-i Nûh ile gemide bulunanlardır. Bunlar müslüman idiler. Hazret-i Nûh'un vefatından sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunlar küfür üzere tek bir ümmet idiler. Kastı ise yüce Allah'ın Hazret-i Nûh'u gönderdiği sûredir. Yine ondan gelen bir rivâyete göre insanlar İbrahim (aleyhisselâm) döneminde tek bir ümmet idiler hepsi kâfir idiler ve İbrahim bir cahiliyye döneminde dünyaya geldi. Yüce Allah Hazret-i İbrahim'i ve onun dışında peygamberler gönderdi. Bu görüşlere göre (idi, kelimesi asıl şekliyle (yani yardımcı fiil değil, asıl anlamıyla tam fiil) geçmişte olup bitmiş olanı ifade etmektedir. Âyet-i kerimede insanların "mü’min" olduklarını takdiri olarak kabul eden herkes, bu ifadelerde; aynı zamanda ihtilafa düştüler, bunun üzerine Allah peygamberleri gönderdi, takdirini yapmaktadır. Böyle bir hazfin bulunduğunun delili ise: "Halbuki onun hakkında ihtilafa düşenler kendilerine kitap verilenlerden başkası değildir" âyetidir. Yani insanlar hak din üzere idiler, ihtilafa düştüler, bunun üzerine de yüce Allah peygamberleri itaat edenleri müjdelemek, isyan edenleri de uyarmak üzere gönderdi. Onların önceden kâfir olduklarını kabul eden kimseler ise, peygamberlerin onlara (ihtilaf halinde iken) gönderildiğini takdir ediyor demektir. "İdi" kelimesinin sübut ifade etmek ihtimali de vardır. Bununla birlikte bundan kasıt, cinsin tümünü ifade eden insanların durumunu haber vermektir ki, eğer Allah lütuf ve insanıyla onlara peygamberleri göndermemiş olsaydı, şeriatlerden uzak ve hakikatleri bilmemek bakımından onlar tek bir ümmet olacaklardı. Buna göre "idi" anlamına gelen sadece geçmiş zamanı ifade etmeye has bir ifade olmuyor, aksine: "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" âyetinde yer alan nın anlamına gelir. "Ümmet" kelimesi bir şeyi kastetmek anlamına gelen den alınmadır. Buna göre "ümmet"in anlamı maksatları aynı ve tek olan demektir. Tek bir kişiye de "ümmet" denilir. O kimsenin maksadı insanların maksadından başka türlüdür, demek olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kuss b. Saide hakkında: "Kıyâmet gününde o tek başına bir ümmet olarak haşrolunacaktır" Hadîs-i şerîfi bu kabildendir. Aynı şekilde Zeyd b. Amr b. Nufeyl hakkında da böyle demiştir. Bk. Müsned, I, 189. (Hemzenin esreli okunuşuyla) immet ise, nimet gibidir. Çünkü insanlar o nimeti maksat olarak gözetirler. Bunun İmâm anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü insanlar, onun yapmayı kastettiğini kastederler. Bu açıklamaları en-Nehhâs yapmıştır. Ubey. b. Ka'b ise "beşer tek bir ümmet idiler" şeklinde İbn Mes'ûd da: "İnsanlar tek bir ümmetti. Onlar ihtilafa düştüler, Allah da ... peygamberleri gönderdi." anlamına gelecek şekilde okumuştur. "Allah peygamberleri gönderdi." Hepsi yüzyirmidört bin peygamberdir. Aralarından rasûl olanların sayısı ise üçyüzonüçtür. Kur'ân-ı Kerîm'de özel isimleriyle zikredilenler onsekizdir. İsmi geçen peygamberlerden (nebilerden) değil, resullerden söz edildiğini hatırlayalım. Rasûllerin ilki Ebû Zer hadisinde Bk. Müsned, V, 178, 179, 266. belirtildiği üzere Hazret-i Âdem'dir. Bu hadisi el-Â'currî ve Ebû Hâtim el-Bustî kitaplarında rivâyet etmişlerdir. İlk rasûlün, şefaat ile ilgili hadise Bk. Buhârî, Tevhid 19; Müslim, İmâm 322-327. dayanılarak Hazret-i Nûh olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanlar ona: Sen ilk rasûlsün, diyeceklerdir. İdris olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf Sûresi'nde (7/59. âyette) gelecektir. "Müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere" ifadesi hal olarak nasbedilmiştir. "Beraberlerinde... Kitabı indirdi." Burada Kitab'tan kasıt "kitaplar" anlamında kitapların türüdür. Taberî de'r ki: "el-Kitab"ın başındaki elif lâm ahd içindir. Bundan kasıt ise Tevrat'tır. "İhtilaf ettikleri şeyler hakkında insanlar arasında hükmetmek için hak İle Kitabı indirdi" âyetindeki "hükmetmek" işi Cumhûrun görüşüne göre Kitaba isnad edilmiştir. Bu âyet yüce Allah'ın: "Bu size karşı hakkı söyleyen kitabımızdır" (el-Casiye, 45/29) âyetindeki gibi bir mecazdır. Bir diğer görüşe göre ise, bu her bir peygamber kendisine indirilen kitap ile hükmetsin diye indirilmiştir, anlamına gelir. Her peygamber kitap ile hüküm verince âdeta hükmeden kitabın kendisidir. Âsım el-Cahderî: "İnsanlar arasında hükmolunsun diye" şeklinde meçhul olarak okumuştur ki bu şâz bir kıraattir. Çünkü bundan önce zaten "kitap"tan söz edilmektedir. Bir görüşe göre de bunun anlamı, Allah insanlar arasında hükmetsin diye, şeklindedir. "Onun hakkında" âyetindeki zamirin "Kitab"a ait olma ihtimali vardır. Yani Kitap hakkında ancak kendilerine o kitabın verildiği kimseler... ihtilaf ettiler. "Kendilerine verilenler"den kasıt bir görüşe göre Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilene aittir. Bu açıklama ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ihtilafa düşenler ancak kendilerine ona dair bilgi verilmiş olan kimselerdir. "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerine karşı olan zulümlerinden dolayı (ihtilafa düştüler)." Yani onların ihtilafa düşmelerinin tek sebebi vardır. O da zulümdür, haksızlıktır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/90. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Bu ifadeler, onların yaptıkları işlerdeki beyinsizliğe ve içine düştükleri çirkinliğe dikkat çekilmektedir. "İşte Allah... hakka ulaştırdı." Burada doğruya iletti, irşad etti, demektir. Yani yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetini onlara kendilerinden öncekilerin hakkında ihtilafa düştükleri şeyleri açıklamak suretiyle hakka iletti, hidâyet etti, demektir. Bir kesim de şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Önceki ümmetlerin kimi öbürünün kitabını yalan saydı. Yüce Allah ise Muhammed ümetine bütün kitapları tasdik etme yolunu gösterdi. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Yüce Allah her iki kitap ehlinin, İbrahim yahudi yahut hıristiyan idi, şeklinde hakkında ihtilafa düştükleri hususta mü’minleri hakka hidâyet etmiş, irşad etmiştir. İbn Zeyd ile Zeyd b. Eslem ise, kıble hususundaki ihtilaflarında mü’minleri hakka irşad etmiştir, demektedirler. Çünkü yahudiler Beyt-i Makdis'e doğru, hıristiyanlar ise doğuya doğru yöneliyorlardı. Cuma günü ile ilgili olarak da bu ümmet doğruya irşad edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, hakkında ihtilafa düştükleri gündür. Allah bu güne bizi hidâyet etmiştir. Yahudiler için yarındır, hıristiyanlar için ise yarından sonraki gündür." Buhârî, Cumua 1,12, Enbiyâ 54; Müslim, Cumua 20; Nesâî, Cumua 1; Müsned, II, 236, 243, 249... Oruç da bunlardan birisidir. Kısaca hakkında ihtilafa düştükleri bütün hususlar bu kabildendir. İbn Zeyd şunları da söyler: Kitap ehli ayrıca Îsa (aleyhisselâm) hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir. Yahudiler ona iftirada bulundular, hıristiyanlar ise onu rab kabul ettiler. Allah ise mü’minleri onu Allah'ın kulu kabul etmelerini sağlayarak doğruya iletmiştir. el-Ferrâ' der ki: Bu maklub bir ifadedir. Yani başı sona bırakılmış, sonu başa alınmış bir ifadedir. Taberî de bunu tercih etmiştir. el-Ferrâ' der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: Allah mü’minleri -onların hakkında ihtilaf ettikleri şeyler hususunda- hakka irşad etmiş, hidâyet etmiştir. İbn Atiyye der ki: el-Ferrâ''yı böyle bir takdirde bulunmaya iten lâfzın onların hak hususunda ihtilafa düşmüş olduklarını ve Allahü teâlâ'nın mü’minleri onların hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin bazısında hidâyet eylediğini ifade edebilmesi korkusudur. Ancak böyle bir açıklama özü itibariyle doğru değildir. Taberî de el-Ferrâ''dan bunu naklederek buna meyletmiştir. Yüce Allah'ın Kitabında bunu gerektiren bir zaruret olmaksızın kalp olduğunu iddia etmek acizliktir ve iyi tetkik etmemekten kaynaklanır. Çünkü buradaki ifade uygun şekliyle ve niteliğine göre açıklanabilir, anlaşılabilir. Çünkü yüce Allah'ın: "Hakka ulaştırdı (hidâyet etti)" âyeti onların hakkı isabet ettirdiklerini gerektirmektedir. Ve ayrıca burada ifade "hakkında" kelimesinden sonra "hak" ile açıklanmakta ve böylelikle hakkında ihtilaf edilen şeyin türü beyan edilmektedir. el-Mehdevî der ki: "İhtilaf" lâfzının "hak" lâfzından öne alınması, ihtİmâm dolayısıyladır. Çünkü burada asıl ihtİmâm gösterilen, üzerinde durulan şey "ihtilafın sözkonusu edilmesidir. İbn Atiyye der ki: Bana göre ise bu pek güçlü bir açıklama değildir. Abdullah b. Mes'ûd: "Haktan ona dair ihtilâfa düştükleri şeye" yani İslâm'a dair ihtilâfa düştükleri şeye, diye okumuştur. Âyet-i kerimede geçen "izniyle" âyetini ez-Zeccâc, bunun anlamı ilmiyle demektir diye açıklamıştır. en-Nehhâs der ki: Bu yanlıştır, bunun anlamı; emriyle demektir. Sen birşeye izin verdiğin takdirde onu emretmiş olursun. Yani Allah, îman edenleri yapmaları gerekeni emretmek suretiyle hidâyete ulaştırmıştır. "Allah dilediğini doğru yola iletir" âyeti ise; "Kul kendi hidâyetini kendisi tayin ve tesbit eder," şeklindeki Mu'tezile'nin görüşünü reddetmektedir. 214Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve sarsıldılar ki hatta Peygamber kendisine îman edenlerle birlikte: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bilin ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır. "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Öyle mi zannettiniz? Katâde, Süddî ve müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyet-i kerîme müslümanlara oldukça zorluk, sıkıntı, sıcak, soğuk, geçim darlığı ve türlü sıkıntılar gelip çattığı ve durumun yüce Allah'ın: "Ve kalpler gırtlaklara kadar varmıştı" (el-Ahzab, 33/10) âyetinde belirttiği duruma gelindiği zaman, Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bunun Uhud Savaşı hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Bu âyetin bir benzeri de Âl-i İmrân Sûresi'ndedir: "Yoksa siz, Allah içinizden cihâd edenlerle, sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmrân, 3/142) Bir kesim de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme yurtlarını ve mallarını müşriklerin ellerinde bırakan, Allah'ın rızasını tercih edip hicret eden, -diğer taraftan yahudiler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlıklarını açıkça ortaya koyup bazı zenginler de münafıklığı içten içe gizlemeleri üzerine- muhacirlere teselli olmak üzere nazil olmuştur. İşte yüce Allah onların kalplerini hoş tutmak üzere: "Yoksa siz... sandınız?" âyetini inzal buyurdu. Burada âyetin anlamı şudur: Yani sizler sizden öncekilerin mihnete düştükleri gibi imtihan olunmadan ve onlar sabrettikleri gibi siz de sabretmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Anlamın şöyle olması da mümkündür: Sizlere de sizden öncekilere isabet eden belânın, musibetlerin bir benzeri gelip çatmadan önce cennete girivereceğinizi mi sandınız? Vehb b. Münebbih dedi ki: Mekke ile Taif arasında yetmiş tane ölü peygamber bulundu. Bunların ölümlerinin sebebi açlık ve benzeri idi. Bu âyet-i kerimenin bir diğer benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar îman ettik demeleriyle ve imtihan olunmadan bırakılıverileceklerini mi sandılar? Yemin olsun onlardan önce geçenleri Biz imtihan etmişizdir." (el-Ankebut, 29/1-3) Nitekim ileride de gelecektir. Bu buyruklarla yüce Allah onları sabretmeye çağırdı ve bu sabra karşılık da onlara zafer vadinde bulunarak: "Bilin ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır" diye buyurdu. Zelzele (sarsıntı): Aşın derecede sarsmak demektir. Şahıslarda ve durumlarda sözkonusu olur. Mesela, Allah yeri sarstı, denildiği gibi yer de hareket edip sallandığı zaman: Yer sarsıldı (tezelzelet), denilir. Âyet-i kerimede geçen: "Sarsıldılar" âyetinin anlamı korkutuldular ve yerlerinden oynatıldılar, demektir. Zelzâl, (zelzele)den isimdir, zelazil ise çoğul olarak zorluk ve sıkıntılar demektir. ez-Zeccâc der ki: Zelzele aslında birşeyin yerinden kayması anlamına gelen "zelle"den türemektedir. Buna göre "onu zelzeleye uğrattım" dediğin zaman onu, yerinden kaydırmayı tekrarladım, anlamına gelir. Sîbeveyh'in görüşüne göre ise "zelzele" fiili asıl itibariyle "dahrece (yuvarladı)" fiili gibi rubai (yani asıldan dört harfli) bir fiildir. Nâfi' Hatta... derlerdi" âyetini "Lâm" harfini ötreli olarak diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır. Sîbeveyh'in: kelimesiyle ilgili görüşüne göre; ondan sonra gelen (muzari) fiilin mansub olması iki açıdan, merfu olması da iki açıdandır. Eğer yürüme ve girmenin her ikisi de bitmiş ise; " Şehre girinceye kadar yürüdüm," denilir. Yani oraya girene kadar yürüdüm ve yürümenin son noktası orasıdır. Bu âyet-i kerimeyi bu şekilde mansub olarak okuyanın kıraati buna göredir. Âyetin dışındaki konuşma ve ifadelerde nasbin diğer şeklinde ise "oraya girmek üzere girdim" anlamında aynı ifade kullanılır. Merfu olarak okunmasına dair iki şekle gelince " yani yürüdüm ve ardından oraya girdim" demek olup her ikisi de olup bitmiş bir hali ifade eder. Yani ben önceden yürümüştüm, ardından da oraya girdim, demek olur. Burada fiili harfini takdir ederek amel etmez, çünkü ondan sonra gelen ifade bir cümledir. el-Ferazdak'ın dediği gibi: "Hayret edilecek birşeydir bu. Küleyb dahi bana sövüyor." en-Nehhâs der ki: Buna göre âyet-i kerimenin (ilgili kelimelerinin) merfu olarak okunması, mana bakımından daha açık ve daha sahihtir. Yani, öyle sarsıntıya uğratıldılar ki Rasûl dahi diyordu ki...: Yani onun dahi durumu bu idi. Çünkü anlatılanlar sarsıntıya uğratılmakla alakalı olup onunla ilişkisiz şeyler değildir. Ancak nihaî durumu ifade etmek üzere ilgili kelimeleri nasbetmekte böyle bir anlam yoktur. Bu âyet-i kerimede sözü geçen "peygamberden kasıt Mukâtil 'in görüşüne göre Şa'yâ (İşaya) peygamberdir ki bunun diğer ismi Elyesa'dır. el-Kelbî de der ki: Bu ümmetine peygamber olarak gönderilmiş ve bu konuda oldukça sıkıntılar çekmiş her rasûl hakkında sözkonusu olmuştur. O rasûlün kendisi dahi: Allah'ın yardımı ne zaman diyecek hale gelmişti. ed-Dahhâk'tan rivâyet edildiğine göre şöyle demiş: Bundan kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisidir. Âyet-i kerimenin nüzulü de buna delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Âyetin dışında ile ilgili ikinci şekilde ise: Yürüdüm, şimdi de giriyorum, anlamında olup yürümek buna göre olup bitmiştir, girme işi de şu anda olmaktadır. Sibevyeh'in naklettiğine göre: " Hastalandı, o kadar ki onun iyileşeceğini ummuyorlar." Yani şu anda o kendisinden umut kesilmiş durumdadır. Yürüdüm, nihayet engellenmeksizin oraya giriyorum, ifadesi de buna benzemektedir. Mücâhid, el-A'rec, İbn Muhaysın ve Şeybe ref ile, el-Hasen, Ebû Ca'fer, İbn Ebi İshak, Şibl ve başkaları da nasb ile okumuştur. Mekkî der ki: Tercih edilen de budur. Çünkü kurra topluluğu bu şekilde okumaktadırlar. el-A'meş ise: " Ve sarsıldılar ve peygamber de diyordu ki..." şeklinde yerine "vav" harfini okumaktadır. İbn Mes'ûd'un mushafında ise şöyledir: " Ve onlar sarsıldılar sonra yine sarsıldılar ve.... diyordu ki." Müfessirlerin çoğunluğu âyetin sonuna kadar olan bölümün peygamberin ve mü’minlerin söyledikleri sözdür. Yani onlar o noktaya kadar geldiler ki, sonunda Allah'ın yardımının geciktiği zehabına kapıldılar. Yüce Allah da onlara: "Bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" diye buyurdu. Bu, Peygamberin, şüphe ve tereddüt kastıyla değil de; Allah'tan yardımın daha çabuk gelmesini istemek üzere söylediği sözler cümlesinden olabilir. er-Rasûl, bir cins isimdir. Bazdan da ifadede takdim ve te'hir vardır, demektedir. İfadenin takdiri şöyledir: Hatta îman edenler: Allah'ın yardımı ne zaman dediler, rasûl de: Bilin ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır, diye cevap verdi. Yüksek mevkii dolayısıyla rasûl, rütbe itibariyle takdim edildi, ardından ise mü’minlerin sözü takdim edildi. Buna sebep ise onların söyledikleri sözün zaman itibariyle önceden olmasıdır. İbn Atiyye der ki: Bu bir tehakkümdür, sözü haklı herhangi bir gerekçe olmaksızın anlamından başka bir şekilde yorumlamaktır. "Bilin ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır" âyetinin yüce Allah tarafından onların söyledikleri sözün tamamlanıp bitmesinden sonra yeni bir cümle olarak verilen bir haber olma ihtimali de vardır. "Allah'ın yardımı ne zaman?" âyeti, Sîbeveyh'in görüşüne göre mübteda olduğu için merfudur. Ebû'l-Abbas'ın görüşüne göre ise bir fiil ile merfu olmuştur. Yani Allah'ın yardımı ne zaman vukua gelecektir? demektir. "Karib: Yakın" kelimesi, "inne: Muhakkak" edatının haberidir. en-Nehhâs der ki: Kur'ân'ın dışında (yakın kelimesi) mansub gelebilir. "Yakın: Karib" kelimesini bu anlamıyla Araplar çoğul da yapmazlar, tesniyesini de yapmazlar, dişisini de söylemezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah'ın rahmeti ihsan edenlere pek yakındır." (el-A'raf, 7/56) Şair de şöyle demektedir: "Akşamı etti mi vay onun haline! Ne Haşim'in annesi yakındır ne de Yeşkür kızı Besbâse." "Filan kişi bana yakındır (karib)" anlamındaki ifadelerde ise tesniyesi de çoğulu da yapılabilir ve o vakit çoğul şekli "karîbûne, akribâu ve kurabâu" gelebilir. 215Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki "Hayır türünden neyi infak ederseniz; o anne ve babanın, akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır. Şüphesiz her ne hayır işlerseniz Allah onu çok iyi bilendir." Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Sana... soruyorlar" âyetini hafifletmek istersek o takdirde hemzeyi atar, onun harekesini "sin" harfine verip üstün okur, hemzeyi de hazfederek: diye okuruz. Bu âyet-i kerîme Amr b. el-Cemuh hakkında nazil olmuştur. Oldukça yaşlı bir ihtiyar idi. Ey Allah'ın Rasûlü, dedi, benim malım pek çoktur. Ben o malın nesini tasadduk ediyim ve kime infak edeyim? diye sordu. Bunun üzerine: "Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar" âyeti nazil oldu. el-Vâhidi, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 69 Altı satırlık bir yer tutan bu başlık, tamamıyla nahiv ile ilgili açıklamaları ihtiva ettiğinden, gerekli görülmeyip tercüme edilmemiştir. Bu soruyu soranların mü’minler olduğu söylenmiştir. Anlamı şudur: Mallarını infak etmeleri gereken yollar nelerdir? Harcanması, infak edilmesi gerekeni nereye harcamahdırlar? es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme zekâtın farz olmasından önce nazil olmuştur. Daha sonra farz olan zekât bunu neshetmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu hususta el-Mehdevî, es-Süddî'ye görüş izafe etmekte yanılarak şu sözleri es-Süddî'ye nisbet etmiştir: Bu âyet-i kerîme farz olan zekât hakkındadır, daha sonra "anne ve babaya dair hüküm" bu âyet-i kerimeden neshedilmiştir. Halbuki İbn Cüreyc ve başkalan da şöyle demiştir: Bu mendubluk ifade eder. Zekât ise burada sözü geçen infaktan başka birşeydir. Buna göre âyet-i kerimede nesh söz konusu değildir, âyet-i kerîme nafile sadakanın harcama yerlerini beyan etmektedir. Varlıklı olan bir adamın, ihtiyaç sahibi olan anne ve babaya, onların kendisine göre olan nisbetle yiyecek, giyim ve buna benzer hususlarda durumlarını ıslah edecek kadarı ile, infakta bulunması vaciptir. Mâlik der ki: Oğlun babasını evlendirme yükümlülüğü yoktur. Fakat babasının hanımına infak etmekle görevlidir. Bu ister onun öz annesi olsun, ister üvey. İmâm Mâlik'in: Oğul babasını evlendirmekle yükümlü değildir, demesinin sebebi, onun görüşüne göre çoğunlukla babanın evlenmek ihtiyacını duymayacağından dolayıdır. Şayet babasının evlenmeye mübrem bir ihtiyacı olursa onu evlendirmesi de vacip olur. Eğer bu böyle olmayacak olsaydı, anne babasına gereken infakı yapmasını oğlu için vacip kabul etmezdi. İbadetler ile alakalı malî harcamalara gelince, oğlun babasına hac masrafını veya Savaşa gitmek için gerekli masrafları vermek yükümlülüğü yoktur. Ancak onun fıtır sadakasını vermek mükellefiyeti vardır. Çünkü fıtır sadakası nafaka ve müslüman olmak sebebiyle kazanılan (yerine getirilmesi gereken) bir haktır. 4- Ne Harcanırsa Allah Onu Bilir: "De ki: Neyi infak ederseniz" âyeti bir şarttır; "o anne ve babanın ...dır" âyeti cevaptır. Aynı şekilde "her ne hayır işlerseniz" şart, "Allah onu çok iyi bilendir" âyeti de onun cevabıdır. Yetim, miskin ve yolcuya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/83. âyet 5. başlık vd.) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Akrabaya, yoksullara, yolculara haklarını ver..." (er-Rum, 30/38) Hazret-i Ali ise bunu ... işlerlerse" diye gaib olarak okumuştur. Âyetin zahiri haber manasını ihtiva etmektedir ve yapılan amellerin karşılığını vermek va'dini kapsamaktadır. 216Hoşunuza gitmediği halde Savaş üzerinize yazıldı. Halbuki hoşlanmadığınız birşey, sizin için hayırlı olabilir. Sevdiğiniz şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Hoşunuza gitmediği halde Savaş üzerinize yazıldı" âyetinin anlamı farz kılındı, demektir. Bunun benzeri ifadeler daha önceden (el-Bakara, 2/178. âyet 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Bazıları da " Üzerinize öldürmek yazıldı" şeklinde okumuşlardır. Şair de der ki: "Üzerimize öldürmek ve Savaşmak yazıldı; Güzel ve (güzelliği dolayısıyla süse) muhtaç olmayan zengin kadınlara ise eteklerini toplamak yazıldı." Bu, cihâdın farz olduğunu ifade eder. Yüce Allah bunun kendisi ile sınandıkları şeylerden olduğunu, cennete ulaşmanın onun ile gerçekleşeceğini beyan etmektedir. Savaştan kasıt, kâfir düşmanlarla Savaşmaktır. Bu onlar tarafından durumun karineleri ile bilinen bir husustu. Şu kadar var ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'de ikamet ettiği süre boyunca Savaşa izin verilmemişti. Peygamber hicret edince müşriklerden ona karşı Savaşanlarla Savaşması için izin verilerek yüce Allah şöyle buyurdu: "Kendileri ile Savaşılanlara -zulmolundukları için-(Savaşmak üzere) izin verildi." (el-Hacc, 22/39) Daha sonra genel olarak bütün müşriklerle Savaşmasına izin verildi. Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda ise tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Bundan kastın, özellikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı olduğu söylenmiştir. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Savaşmak, onlar için farz-ı ayn idi. Şeriat karar bulup iyice yerleşince, artık bu farz-ı kifaye oldu. Bu görüş Atâ ve Evzaî'ye aittir. İbn Cüreyc der ki: Ben Atâ'ya sordum. Bu âyet-i kerimeye göre insanlara Savaş farz mıdır? O: Hayır dedi. Bu onlara (ashaba) farz kılınmış idi. Ümmetin Cumhûru ise şöyle demektedir: Cihâd önceleri tayin sözkonusu olmaksızın kifaye olmak üzere farz kılmış idi. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan Savaşa çıkmalarını istediği vakit ona itaat etmenin vacip oluşu sebebiyle, onun bu Savaş isteğine olumlu karşılık vermek, onlar için farz-ı ayn oluyor idi. Said b. el-Müseyyeb der ki: Cihâd her müslüman üzerine muayyen olarak ebediyyen farzdır. Bunu el-Maverdî nakletmiştir. İbn Atiyye de der ki: Üzerinde icma olunagelen husus şu ki, cihâd Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin tümü üzerinde farz-ı kifayedir. Onu bu işi yapan müslümanlar ifa ettikleri takdirde diğerlerinden sakıt olur. Ancak düşman İslâm topraklarına girerse o vakit farz-ı ayn olur. Bu hususa dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde (5. âyet ve devamında) gelecektir. el-Mehdevî ve başkası es-Sevrî'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Cihâd bir tatavvudur (nafile ibadettir). İbn Atiyye der ki: Bu ifade bana göre; cihâd fiilen yerine getirilmiş olduğu halde ona soru sorulması üzerine verdiği bir cevaptır. O: Bu durumda cihâd bir tatavvudur, diye cevap vermiş olmalıdır. Yüce Allah'ın: "Hoşunuza gitmediği halde" âyeti bir mübtedâ ve haberdir (yani; Halbuki o sizin için hoş değildir, anlamında). Savaş insan tabiatı itibariyle sevilmeyen birşeydir. İbn Arafe der ki (âyet-i kerimede geçen) kurh, zorluk demektir. Kerh ise, zorlanılarak mecbur edildiğin şey demektir. Tercih edilen görüş budur. "Kurh" kelimesiyle "kerh" kelimesinin aynı anlamda iki ayrı söyleyiş olma ihtimali de vardır. İkrah ise, bir şeye zorlamak demektir. Cihâdın hoşlanılmayan birşey olması; cihâd dolayısıyla mal harcamak, ülkeden ayrılmak, aileden ayrılmak, insanın bedenini, kafasından ve sair yerlerinden yarılmaya, yaralanmaya maruz bırakmak, azaların kesilmesi ve nihayet ölümün sözkonusu olması dolayısıyladır. İşte bundan dolayı cihâddan hoşlanmıyorlardı. Yoksa onlar yüce Allah'ın farz kılmasından hoşlanmıyor değillerdi. İkrime bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Onlar önceleri cihâddan hoşlanmadılar, daha sonra onu sevmeye ve: "Dinledik ve itaat ettik" demeye başladılar. Çünkü verilen emri yerine getirmek bir zorluğu da ihtiva eder. Fakat ona karşı verilecek olan sevap bilindiği takdirde, o sevaba karşılık sıkıntı ve zorluklara katlanmanın ehemmiyeti kalmaz, insan nazarında bunun değeri küçülür. Derim ki: İnsana acı veren ve tehlikesinden korkulan bir organı kesmek,. bir dişi çekmek, kan aldırmak, hacamat yaptırmak gibi işleri hastalıktan iyileşmek ve sıhhatin devamı arzusuyla yapmak gibi işler, bunun dünya hayatındaki birer örneğidir. Ancak ebedîlik ve ikram yurdunda, sıdk makamında, daimî ve ebedî bir hayattan daha faziletli bir nimet olamaz. 3- Nefsin Hoş Görmesi Ya da Görmemesi: "Halbuki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olabilir" âyetinde yer alan kelimesi el-A'sam'a göre burada anlamındadır. (Yani: "Halbuki hoşlanmadığınız birşey sizin için (gerkeçte) hayırlıdır" anlamındadır). Bir görüşe göre ise bu kelime vücub ifade eder. Yani Allah tarafından verilecek şeyler hakkında kullanıldığı takdirde Kur'ân-ı Kerîm'in tümünde Allah'ın o şeyleri vermesinin vacib olduğunu ifade eder. Bundan tek istisna yüce Allah'ın şu âyetidir: "Eğer o sizi boşarsa umulur ki (şüphesiz) Rabbi sizden daha hayırlı... zevceler verir." (et-Tahrim, 66/6) Ebû Ubeyde der ki: Bu kelime Allah tarafından va'dolunanı vermenin vücubunu ifade eder. Bu âyette anlamı da şudur: Sizler cihâddaki sıkıntıları, zorlukları hoş görmeyebilirsiniz. Halbuki o sizin için daha hayırlıdır. Çünkü cihâd ile galip gelirseniz zafer kazanırsınız, ganimet elde edersiniz ve size ecir verilir. Ölen de şehid olarak ölür. Halbuki sizler rahatı ve Savaşı terketmeyi seviyor olabilirsiniz. Ama o sizin için daha kötüdür. Çünkü sizler mağlub edilir, zelil edilir elinizdeki imkânlarınız yok olur, gider. Derim ki: Bu doğrudur. Bunun şüphe edilecek en ufak bir tarafı yoktur. Nitekim Endülüs ülkesinde böyle olmuştur. Oradakiler cihâdı terkettiler. Savaşmaktan korktular ve Savaştan çokça kaçıp durdular. Düşman da o güzelim ülkeyi istila etti. Birtakım kimseleri esir aldı, kimisini öldürdü, kadın ve çocukları da esir alıp köle yaptı. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn. Bu bizim ellerimizin işledikleri ve kazandıkları dolayısıyladır. Âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak el-Hasen der ki: Meydana gelen sıkıntı ve musibetlerden hoşlanmamazlık etmeyiniz. Çünkü hoşlanmadığın nice iş vardır ki, senin kurtuluşun oradadır. Ve sevdiğin nice iş vardır ki, o işten dolayı sen atıl kalır, kötürüm olursun. Ebû Saîd ed-Darîr şu beyitleri söylemiştir: "Sakındığın nice iş vardır ki; hoşuna gidecek ve beğeneceğin işi sürükleyip getirir. O işte sevilen şey gizli kalır ve ondan hoşlanılmayan şey ortaya çıkar." 217Sana haram aya, onda Savaşmaya dair soru soruyorlar. De ki: "Onda Savaşmak büyük bir iştir. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, Mescidi Haram'dan alıkoymak ve ahalisini oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir iştir. Fitne öldürmeden daha büyüktür. Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle Savaşmalarını sürdürürler. Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse işte onların dünyada da âhirette de amelleri boşa çıkar. Onlar ateşliktirler, onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sana... soruyorlar" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/215. âyet 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Cerir b. Abdulhamid ve Muhammed b. Fudayl, Atâ b. es-Said'den, o Saîd b. Cübeyr'den o da İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Ben Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar hepsi de Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan onüç tane mesele dışında ona soru sormadılar. (Bunlar): "Sana ay hali hakkında soru soruyorlar.." (el-Bakara, 2/222); "Sana haram aya... dair soru soruyorlar" (el-Bakara, 2/217); "Sanayetimler hakkında soru soruyorlar" (el-Bakara, 2/220) Onlar ancak kendilerine faydalı olan şeylere dair soru soruyorlardı. Dârimî, Mukaddime 18. İbn Abdi’l-Berr der ki: Hadîs-i şerîfte on üç meseleden ancak üç mesele yer almaktadır. Ebû'l-Yesar Cündüb b. Abdillah'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dokuz on kişilik bir grup gönderdi, başlarına da Ebû Ubeyde b. el-Haris veya Ubeyde b. el-Haris'i komutan tayin etti. Ayrılmak isteyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ayrılacağı için ağlamaya başladı. Bunun üzerine Abdullah b. Cahş'ı (komutan olarak) gönderdi. Ona bir mektup yazdı ve: Şu şu yere ulaşıncaya kadar mektubu okumamasını emretti ve şöyle dedi: "Arkadaşlarından seninle gelmek üzere kimseyi zorlama. Belirttiği yere ulaşınca mektubu okudu ve istircâda bulunarak: "Allah'ın ve Rasûlünün âyetini dinleyip itaat ediyorum" dedi. Onlardan iki kişi geri döndü, diğerleri kaldılar. Bunlar İbnu’l-Hadramî ile karşılaştılar, onu öldürdüler. O günün Receb'ten olduğunu bilmiyorlardı. Müşrikler: Siz haram ayda insan öldürdünüz, dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Sana haram aya .... dair soru soruyorlar" âyetini indirdi. Beyhakî, Sünen, IX, 20-21. Bir diğer rivâyete göre ise bu âyetin nüzul sebebi şudur: Kilaboğullarından iki adam Amr b. Umeyye ed-Damrî ile karşılaştılar. O bunların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından geldiklerini bilmiyordu. Amr b. Umeyye bu iki kişiyi de öldürünce Kureyşliler şöyle dediler: O, bunları haram ayda öldürdü. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu âyetin Abdullah b. Cahş seriyesi hakkında nazil olduğuna dair görüşler daha çok ve daha yaygındır. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu dokuz veya sekiz kişiyle birlikte Bedir Savaşından iki ay önce Cumadelahir ayında, bir diğer görüşe göre Receb ayında göndermişti. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) "ed-Durer" adlı eserinde- der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kürz b. Cabir'i takipten -ki bu birinci Bedir çıkışı diye bilinir- dönünce Cumadelahire ayının geri kalan günlerini ve Recep ayı süresince Medine'de kaldı. Recep ayı süresince Abdullah b. Cahş b. Riâb el-Esedî'yi, beraberinde muhacirlerden sekiz kişiyle birlikte gönderdi. Bu kişiler Ebû Huzeyfe b. Utbe, Ukkâşe b. Mihsan, Utbe b. Ğazvan, Fihrli Süheyl b. Beyda, Sa'd b. Ebi Vakkas, Âmir b. Rabia, Temimli Vâkıd b. Abdullah, Leysli Halid b. Bukeyr idiler. Abdullah b. Cahş'a bir mektup yazdı ve ona: İki gün süre ile yol almadıkça o mektubu açıp bakmamasını emretti. İki gün yol aldıktan sonra o mektubu açıp okuyacak ve o mektupta kendisine emredileni yapmak üzere yoluna gidecekti. Beraberindeki arkadaşlarından kimseyi de beraber gelmek üzere zorlamayacaktı. Abdullah onların komutanı idi. Abdullah b. Cahş (radıyallahü anh) emrolunduğu şeyi yaptı. Mektubu açıp okuyunca onda şu ifadelerin yer aldığını gördü: "Benim bu mektubumu görür görmez sen hemen Mekke ile Taif arasında Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar yola koyul. Orada Kureyş'i gözetle ve onların haberlerine dair bize bilgi topla!" Abdullah mektubu okuyunca: Dinledim ve itaat ettim, dedi ve daha sonra arkadaşlarına durumu bildirdi. Onlardan kimseyi zorlamayacağını ve kendisine itaat edenlerle birlikte belirtilen istikamete gideceğini, hiçbir kimse itaat etmeyecek olursa tek başına yoluna devam edeceğini belirtti. "O bakımdan kim şehadeti arzuluyor ise haydi benimle gelsin. Kim de ölümden hoşlanmıyor ise geri dönsün," dedi. Beraberindekiler şu cevabı verdiler: "Senin sevip arzuladığını hepimiz sever ve arzularız. Aramızdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetine dinleyip itaat etmeyecek hiçbir kimse yoktur" deyip onunla birlikte yola koyuldular, o da Hicaz yoluna koyuldu. Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Ğazvan'ın sıra ile bindikleri bir develeri kaçmıştı. Onu aramak üzere geri kaldılar. Abdullah b. Cahş ise diğer arkadaşları ile birlikte Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar gösterilen istikamete doğru yol aldılar. O sırada yanlarından kuru üzüm ve ticaret malları taşıyan Kureyş'e ait bir kervan geçti. Bu kervan ile birlikte Amr b. el-Hadramî -Hadramî'nin ismi Abdullah b. Abbad olup Sadeflidir. Sadef ise Hadremevt'lilerden bir koldur- ile Osman b. Abdullah b. el-Muğire ile onun kardeşi Nevfel b. Abdullah b. el-Muğire -ikisi de Mahzumludur- ile Muğireoğullarının azadlısı el-Hakem b. Keysan da vardı. Müslümanlar kendi aralarında danışarak şöyle dediler: Bizler Haram aylardan Receb ayının son günündeyiz. Onlarla Savaşacak olursak Haram ayın saygınlığını çiğnemiş oluruz. Eğer bu gece onları bırakacak, ilişmeyecek olursak bu sefer Harem bölgesine girerler. Daha sonra onlarla çarpışmak üzere görüş birliğine vardılar. Temimli Vakid b. Abdullah, Amr b. el-Hadramî'ye bir ok attı ve onu öldürdü. Osman b. Abdullah ile el-Hakem b. Keysan'ı da esir aldılar, Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Daha sonra iki esir ve kervan ile birlikte (Medine'ye) geldiler. Abdullah b. Cahş onlara: Aldığınız ganimetin beşte birini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ayırınız dedi, onlar da bunu yaptılar. Bu, İslâm tarihindeki ilk beştebirdir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri şüphesiz Allah'ın ve Rasûlü'nün...dür." (el-Enfal, 8/41) âyeti nazil oldu. Böylece Allah ve Rasûlü, Abdullah b. Cahş'ın bu uygulamasını benimsedi, onu beğendi, Kıyâmet gününe kadar ümmet tarafından uygulanacak bir hüküm olarak tesbit etti. İslâm tarihinde alınan ilk ganimet odur. İlk kumandan da Abdullah b. Cahş'tır. Amr b. el-Hadramî de ilk Savaş maktulüdür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) haram ayda İbnu'l-Hadramînin öldürülmesini tepkiyle karşılamıştı. Bu durum ise ötekilerini oldukça üzmüş ve etkilemişti. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Sana haram aya, onda Savaşmaya dair soru soruyorlar" âyetini sonuna kadar indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) esir alınan iki kişiyi fidye karşılığında salıvermeyi kabul etti. Osman b. Abdullah ise Mekke'de kâfir olarak öldü. el-Hakem b. Keysan ise İslâm'a girdi ve Bi'r-i Maûne'de şehid düşünceye kadar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kaldı. (Develeri kaçmış bulunan) Sa'd ve Utbe ise Medine'ye salimen geri döndüler. Bir diğer görüşe göre Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe'nin develerini aramak üzere koyulmaları Abdullah b. Cahş'tan alınan bir izin üzere olmuş idi. Amr b. el-Hadramî ve arkadaşları ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabını görünce ondan korktular. Abdullah b. Cahş: Bunlar sizden korktular, haydi herhangi birinizin başını traş edin ve bu kişi onların karşısına çıksın, dedi. Onu başı traş olmuş olarak gördüklerinde güvenlik duyarlar ve bunlar umre yapan kimselerdir, onlardan size zarar gelmez, derler. Diğer taraftan da onlarla Savaşmak konusunda kendi aralarında danıştılar... Yahudiler Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in aleyhine olayı yorumlayarak kendi isimlerini de hayra yorumlayarak şöyle dediler: Vâkid (ateş yakan demektir)'in anlamı Savaş ateşinin tutuşacağı, Amr Savaşın uzun süre devam edeceği, el-Hadramî ise Savaşın hazır (yakın) olacağı anlamına gelir. Mekkeliler de esirlerini kurtarmak amacıyla fidye gönderdi iseler de (Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem-) şöyle buyurdu: "Sa'd ve Utbe geri dönünceye kadar onları fidye karşılığında bırakmayız. Şayet geri dönmeyecek olurlarsa bu iki esiri onlara karşılık öldüreceğiz." Sa'd ile Utbe geri dönünce Hazret-i Peygamber onların fidyesini kabul etti. el-Hakem İslâm'a girdi ve Bi'r-i Maûne'de şehid olarak öldürülünceye kadar Medine'de kaldı. Osman ise Mekke'ye geri döndü ve orada kâfir olarak öldü. Nevfel ise Ahzab günü müslümanların yanına Hendeği aşıp geçmek üzere atının karnını topuklayarak aşmak istemiş, ancak atı ile birlikte hendeğin içine düşmüş, birlikte parçalanmışlardı. Allah onu kahretsin. Müşrikler para mukabili onun leşini almak istediler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Alınız onu, onun leşi de pis ve murdardır, buna karşılık alınacak diyeti de pis ve murdardır." İşte yüce Allah'ın: "Sana haram aya, onda Savaşmaya dair soru soruyorlar" âyetinin nüzul sebebi budur. İbn İshak ise Amr b. el-Hadramî'nin öldürülüşünün -az önce geçtiği üzere- Receb'in son günü olduğunu zikretmektedir. Taberî'nin es-Süddî ve başkalarından yaptığı rivâyete göre bu Cumadelahire'nin son günü olduğunu zikretmektedir. Ancak birincisi daha meşhurdur. İbn Abbâs'tan bu olayın Receb'in ilk gecesi olduğuna dair rivâyet de varid olmuştur. Bu rivâyete göre müslümanlar henüz o geceyi Cumadelahire'den kabul ediyorlarmış. İbn Atiyye der ki: es-Sahib b. Abbad, el-Esediye diye bilinen risalesinde belirttiğine göre Abdullah b. Cahş, mü’minlerden bir topluluğa emir olarak tayin edildiğinden dolayı, o zaman dahi "mü’minlerin emin" diye adlandırılmış idi. 2- Âyet-i Kerîme Neshedilmiş midir? İlim adamları bu âyet-i kerimenin neshedilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptir. Cumhûr nesholunduğunu ve Haram aylarda müşriklerle Savaşın mubah olduğunu belirtmektedirler. Ancak bunu hangi âyetin neshettiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. ez-Zührî der ki: Bu âyet-i kerimeyi: "Müşriklerle topluca Savaşınız" (et-Tevbe, 9/36) âyeti neshetmiştir. Bir görüşe göre ise; bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Haram ayda Sakiflilere gaza yapması ve Ebû Âmir'i Ebû Mûsâ el-Eş'arînin amcasıdır. Bk. İbnu’l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, V, 186 vd. yine haram ayda Evtaslılar üzerine gazaya göndermesi olayı neshetmiştir. Bir başka görüşe göre ise bunu nesneden Zülkade ayında Savaşmak üzere yapılan Rıdvan bey'atidir. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Osman'ın Mekke'de öldürüldüğü ve onların Hazret-i Peygamber'le Savaşmakta kararlı oldukları haberini alınca, müslümanlar ile müşriklere karşı savunma yapmak üzere bey'atte bulundu, yoksa onlara karşı kendisi Savaşmak, üzere bey'ati almadı. Beyhakî el-Hadramî'nin kıssasının akabinde Muhammed b. İshak'tan bir başka yoldan gelen rivâyette Urve b. ez-Zübeyr'den şunu zikretmektedir: Şanı yüce Allah: "Sana haram aya, onda Savaşmaya dair soru soruyorlar" âyetini indirdi. Devamla der ki: Böylece yüce Allah, Kitabında Haram ayda Savaşın önceden olduğu gibi haram olduğunu haber vermektedir. Bununla birlikte onların mü’minlere yapmayı helal gördükleri işler bu işten daha büyüktür. Onlar mü’minleri hapsedip işkencelere uğratıp onları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına hicret etmekten engelleyip alıkoymak suretiyle Allah'ın yolundan alıkoymaları, Allah'ı inkâr etmeleri, müslümanları hac ve umrede Mescid-i Haram'dan ve orada namaz kılmaktan alıkoyup engellemeleri, Mescid-i Haram halkını -ki onlar orada sakin olan müslümanlardır- oradan çıkartmaları, müslümanları dinlerinden çevirmek için fitneye maruz bırakmalan, bu Haram ayda Savaşmaktan daha büyüktür. Bize ulaştığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn el-Hadramî'nin diyetini mirasçılarına vermiş ve Haram ayı önceden nasıl saygılı biliyor ise öylece hürmetine riâyet etmiştir. Ve bu, yüce Allah: "Allah ve Rasûlü tarafından kesin bir uzaklaşma.." (et-Tevbe, 9/1) âyetini indirinceye kadar böylece sürmüştür. Beyhâkî, Sünen, IX, 9, 21 (özetle). Atâ: Âyet-i kerîme muhkemdir. Yine Haram aylarda Savaşmak câiz değildir, der ve buna dair yemin edermiş. Çünkü ondan sonra varid olan âyet-i kerimeler, bütün zamanlar hakkında umumîdir. Bu ise özel (has)tır. Umumî olan ise has olanı ittifakla neshetmez. Ebû Zübeyr'in rivâyetine göre ise Hazret-i Cabir şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine karşı Savaşılmadıkça Haram ayda asla Savaşmazdı. Yüce Allah'ın "Onda Savaşmaya dair" âyeti Sîbeveyh'e göre bedel-i istimaldir. Çünkü sorulan soru hem aya, hem de Savaşa dairdir. Yani kâfirler ayın saygınlığını çiğneyip geçmek dolayısıyla hayretle sana soru soruyorlar. Onların Haram aya dair soru sormaları o aydaki Savaş dolayısıyladır. ez-Zeccâc der ki: Anlamı şudur: Onlar haram ayda Savaşmaya dair sana soru soruyorlar. el-Kutebî de der ki: Onlar sana haram ayda Savaşa dair soru soruyorlar, o câiz midir diye? Burada "Savaş," "ay"dan bedel yapılmıştır. Sîbeveyh (görüşünü açıklamak üzere) şu beyiti kaydeder: "Kays'ın ölümü tek bir kişinin ölümü değildi, Fakat o bir kavmin yapısı idi, yıkıldı." İkrime âyet-i kerimede geçen kelimelerini (iki yerde de) Elif siz olarak Öldürme" şeklinde okumuştur. Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir. Sana hem Haram aya dair hem de o ayda Savaşmaya dair soru soruyorlar. İbn Mes'ûd da böyle okumuştur. O takdirde "kital" kelimesinin iki esreli gelmesi "an" cer harfinin (hükmen) iki defa tekrarlanması dolayısıyla olur. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. el-Ferrâ' ise der ki: Burada "Kıtal" kelimesinin iki esre ile okunması "an" harfi cerrinin menvi (söylenmeyip söylenmiş gibi kabul edilmesi) dolayısıyladır. Ebû Ubeyde de der ki: Bu civar (esreli bir kelimeye yakın olması) dolayısıyla mecrurdur. en-Nehhâs der ki: Ne yüce Allah'ın Kitabında ne de herhangi bir konuşmada civara dayanılarak herhangi bir kelimenin i'rab edilmesi câiz değildir. Civar bir yanlışlıktır. Civar oldukça istisnaî bir ifadede kullanılmıştır ki, bu da Arapların: " Bu bir kertenkelenin yıkık yuvasıdır," şeklindeki ifadelerinde görülür. (Fakat bu doğru manayı gözönünde bulundurmaksızın i'rabına göre tercüme edilecek olursa: Bu yıkık bir kertenkelenin yuvasıdır, şeklinde anlamsız bir ifade çıkar). Civarın yanlış olduğunun delili Arapların tesniye olarak: Bunlar bir kertenkelenin yıkık iki yuvasıdır" demeleridir. Bu (cerr-i civar) olsa olsa "ikvâ" İkvâ: Meselâ bir beyitin kafiye harfi merfû' iken, diğerinin mecrûr olması demektir, ikvâ bulunmayan kaside pek azdır. (Firuzâbâdî, Kâmûs) ayarında olur. Allah'ın Kitabından herhangi bir bölümü de bu şekilde açıklayıp yorumlamak câiz olamaz. Çünkü Kur'ân ancak en fasih ve en sahih bir dildedir. İbn Atiyye der ki: Ebû Ubeyde der ki: Burada "Kital" kelimesinin iki esre ile gelmesi civar dolayısıyladır. Ancak onun bu sözü hatadır. en-Nehhâs der ki: Burada "an"ı gizli kabul etmek câiz değildir. Burada doğru görüş "kital" kelimesinin bedel olduğudur. el-A'rec burayı "kıtal" kelimesini iki ötreli olarak okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu Arapça'da pek açık bir okuyuş olamaz. Bundaki anlam ise şöyle olur: Sana haram aya dair soru soruyorlar. Onda Savaşmak câiz midir diye. Buna göre: "Sana., soru soruyorlar" ifadesi istifhama delalet etmektedir. Nitekim İmru’l-Kays şöyle demektedir: "Ey arkadaşım, sen bir şimşek görüyor (mu)sun? Ben de sana onun parıltısını göstereyim; Şimşek ile parlamış yüksekteki bulutta, iki elin parlaması (evrilip çevrilmesi) gibi." Burada "görüyorsun" ifadesi istifham edatı olmaksızın elif hazfedilerek gelmiştir. Anlamı "sen bir şimşek görüyor musun?" şeklindedir. Çünkü "ey arkadaşım" anlamına gelen kelimesinin başındaki hemze nida harfi olsa dahi, soru edatına delalet etmektedir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Sen kabilenin kaldığı yerden erken mi gideceksin, yoksa akşam mı?" Burada "yoksa" anlamına gelen in soru edatına delâleti dolayısıyla soru edatı olan "hemze" hazfedilmiştir. 4- Haram Ayda Savaş Büyük Bir îştir: Yüce Allah'ın: "De ki: Onda Savaş yapmak büyük bir iştir" âyeti mübteda ve haberdir. Bu, reddedilen, kabul edilmemesi gereken bir iştir demektir. Çünkü Haram ayda Savaşmanın haram kılınması, müslümanlar tarafından Savaşın başlatıldığı o dönemde sabit bir hüküm idi. Âyet-i kerimede yer alan "eş-Şehr: Ay" kelimesi cins isimdir. Yüce Allah, Haram ayı Araplar için bellerini doğrulttukları bir dönem kılmıştır. Bu aylarda kan dökmezlerdi. Yine Haram aylarda baskın ve talan da yapmazlardı. Sözkonusu bu aylar ise Recep, Zülkade, Zülhicce ve Muharrem aylarıydı. Bu ayların (son) üçü ardı ardına geliyordu, bir tanesi (Receb) ise tek idi. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (2. âyet 3-başlıkta; ayrıca Tevbe Sûresi 5. âyet 1. başlıkta da) gelecektir. 5- Haram Aylarda Savaştan Daha Büyük Olan Suçlar: "Allah yolundan alıkoymak" mübteda, "O'nu inkâr etmek" ona atıftır; "Mescid-i Haram'dan alıkoymak" âyeti de "Allah yolundan alıkoyma"ya atıftır, "Ve ahalisini oradan çıkarmak" âyeti de böyledir. Mübtedanın haberi ise "Allah katında daha büyük bir iştir" âyetidir. Yani haram ayda Savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Bu açıklamayı el-Müberred ve başkaları yapmıştır. Doğru olan açıklama da budur. Çünkü uzun bir süre insanları Kabe'de tavaf etmekten alıkoymuşlardır. "O'nu inkâr etmek" Allah'ı inkâr edip kâfir olmak demektir. Bir diğer görüşe göre "O'nu inkâr etmek"ten kasıt hacca ve Mescid-i Haram'a kâfir olmak demektir. "Ve ahalisini oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir iştir." Yani Allah katında cezası Haram ayında Savaşmaktan daha büyüktür. el-Ferrâ' der ki: "Alıkoymak"; "büyük bir iştir" kelimesine "Mescid" kelimesi ise "onu" kelimesindeki "he (o)" zamirine atfedilmiştir. O takdirde ifade muttasıl ve kesintisiz bir ifade olur. İbn Atiyye der ki: Ancak bu hatadır. Çünkü mana, yüce Allah'ın: "Onu inkâr etmek" âyeti Allah'ı inkâr etmek demek olup aynı zamanda bu, "büyük bir iştir" âyetine atfedilmesini gerektirir. Bu ise şu anlama gelir: Mescid-i Haram'ın ahalisini oradan çıkarmak, Allah katında küfürden daha büyük bir iştir. Bunun tutarsızlığı ise gayet açıktır. Cumhûrun görüşüne göre ise âyet-i kerimenin anlamı şöyledir: Sizler ey Kureyş kâfirleri, bizim Haram ayında Savaşmamızı çok büyük bir iş olarak görüyorsunuz. Halbuki sizin işlemiş olduğunuz İslâm'a girmek isteyen kimseleri Allah'ın yolundan alıkoymanız, Allah'ı inkâr edip kâfir olmanız, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına yaptığınız gibi Mescid-i Haram ahalisini oradan çıkarmanız Allah katında suç ve günah itibariyle daha büyüktür. Abdullah b. Cahş (radıyallahü anh) ise şöyle demiştir: "Sizler haram ayda öldürmeyi büyük bir iş sayıyorsunuz -Doğru yolda olan kimse doğruyu görecek olsa eğer- ondan daha büyük olanı: Sizin Muhammed'in dediğinden (insanları) alıkoymanızdır. Ve onu inkâr etmenizdir -ki Allah görüyor ve buna tanıktır- Allah'ın Mescidi'nden oranın ahalisini çıkartmanız; O Beyt'te Allah'a secde eden bir kimse görülmesin diye. Şüphesiz bizler siz bizi, onu öldürdük diye ayıplasanız dahi haddi aşan ve kıskanan İslâm aleyhinde yalan sözler söylese bile Mızraklarımızın ucunu İbnu'l-Hadramî'nin kanı ile suladık Nahle denilen yerde Savaş ateşini (attığı okla Vâkıd) kızıştırdığında Ve Abdullah oğlu Osman aramızda (esir)dir. Boynuna atılmış inatçı uzunca bir zincir onu çekiştirmektedir." ez-Zührî, Mücâhid ve başkaları der ki: Yüce Allah'ın: "De ki: onda Savaş yapmak büyük bir iştir" âyeti, yüce Allah'ın: "Müşriklerle topluca Savaşınız" (et-Tevbe, 9/36) ve "o müşrikleri... öldürün" (et-Tevbe, 9/5) buyruklarıyla neshedilmiştir. Daha önceden de geçtiği gibi, Atâ ise nesh olunmamıştır ve Haram aylarda Savaşmamalıdır, demiştir. 6- Öldürmeden Büyük Olan Fitne: Yüce Allah'ın: "Fitne öldürmeden daha büyüktür" âyeti ile ilgili olarak Mücâhid ve başkaları burada "fitne" küfür demektir, demişlerdir. Yani sizin küfür ve inkârınız bizim onları öldürmemizden daha büyük bir suçtur. Cumhûr der ki: Burada "fitne"nin anlamı onların müslümanları ölünceye kadar dinlerinden çevirmek için fitneye (işkenceye) maruz bırakmalarıdır. Yani sizin yaptığınız bu iş, sizi Haram aylarda öldürmekten daha büyük bir suçtur, demektir. "Eğer güç yetirseler.. Savaşmalarını sürdürürler" âyeti mübteda ve yüce Allah tarafından verilen bir haberdir. Aynı zamanda mü’minleri kâfirlerin şerrinden sakındırmaktadır. Mücâhid der ki: Burada kastedilen Kureyş kâfirleridir. "Döndürülünceye..." anlamındaki fiil, "kadar" anlamındaki edat ile nasb edilmiştir. Çünkü bu mücerret bir gayeyi ifade etmektedir. Yüce Allah'ın: "Artık içinizden her kim dininden irtidad eder ve küfre girer" de kâfir olarak ölürse "işte onların dünyada da ahirette de amelleri boşa çıkar." Batıl olur bozulur. "el-Habet" fazlaca ot yemelerinden dolayı davarların karınlarını şişiren bir rahatsızlığın adıdır. Kimi zaman bundan dolayı öldükleri de olur. Bu âyet-i kerîme İslâm dini üzere sebat etmeleri için müslümanlara yönelik bir tehdittir. 9- Mürtedden Tevbe Etmesi İstenir mi? İlim adamları mürtedden tevbe etmesi istenip istenmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Acaba onun ameli bizzat irtidat dolayısıyla mı boşa çıkar yoksa amelinin boşa çıkması için kâfir olarak ölmesi mi gerekir? Mürtedin mirasının durumu ne olur? Bunlar mürtedin durumu ile ilgili üç ayrı husustur. Birinci husus (yani mürtedin tevbe etmesinin istenmesi) ile ilgili olarak bir kesim tevbe etmesi istenir. Eğer tevbe ederse mesele yok, aksi takdirde öldürülür, demişlerdir. Bazısı tek bir saat (kısa bir süre) başkaları bir ay süre ile tevbe etmesi istenir derken, daha başkaları Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan gelen rivâyetlere dayanarak üç gün süreyle tevbe etmesi istenir, demişlerdir. Bu aynı zamanda İbnu'l-Kasım'ın kendisinden yaptığı rivâyete göre İmâm Mâlik'in görüşüdür. el-Hasen der ki: Yüz defa tevbe etmesi istenir. Yine ondan tevbe etmesi istenmeksizin öldürüleceğine dair rivâyet de gelmiştir. İki görüşünden birisinde Şâfiî de böyle demiştir. Aynı zamanda bu, Tavus'un da iki görüşünden birisi ve Ubeyd b. Umer'in de görüşüdür. Suhnun'un zikrettiğine göre Abdulaziz b. Ebi Seleme el-Macuşûn şöyle derdi: Mürted öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Buna delil olarak da Muaz ile Ebû Mûsa'nın hadisini gösterir. Bu hadiste şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Mûsa'yı Yemen'e gönderince arkasından Muaz b. Cebel'i de gönderdi. Muaz onun yanına varınca ona: İn, der ve ona bir yastık uzatır. Yanında bağlı bir adam görür. Bu nedir diye sorunca; bu kişi önce yahudi idi sonra İslâm'a girdi daha sona o kötü din olan eski dinine dönüp tekrar yahudi oldu, diye cevap verdi. Muaz: Öldürülmedikçe oturmam. Allah'ın ve Rasûlünün hükmü budur, der. Ebû Mûsa ona: Otur dediyse de o: Evet (dediğim gibi) öldürülmedikçe oturmam. Allah'ın ve Rasûlünün hükmü budur, der ve bunu üç defa tekrarlayınca verilen emir üzerine öldürüldü. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Murteddîn 2; Müslim, İmâre 15; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Müsned, IV, 409. Ebû Yûsuf’un Ebû Hanîfe'den naklettiğine göre mürtede tekrar İslâm'a girmesi teklif edilir. İslâm'a girerse mesele yok, aksi takdirde olduğu yerde öldürülür. Ancak kendisine süre verilmesini istemesi halinde öldürülmez. Böyle bir süre isteyecek olursa, ona üç gün mühlet verilir. Ebû Hanîfe ile onun arkadaşlarından meşhur olarak nakledilen görüş ise mürtedin tevbe etmesi istenmedikçe öldürülmeyeceği şeklindedir. Zındık ile mürted onlara göre aynıdır. Mâlik ise der ki: Zındıklar tevbe etmeleri istenmeksizin öldürülürler. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Küfür olan bir dinden çıkıp yine küfür olan bir başka dine giren kimse hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve fukahanın Cumhûru şöyle der: Böyle bir kimseye taarruz edilmez. Çünkü o kişi eğer tâ baştan beri üzerinde bulunmuş olsaydı ona ilişilmeksizin bırakılacağı bir dine intikal etmiştir. İbn Abdilhakem ise Şâfiî'den öldürüleceğini nakletmektedir. Çünkü Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz" Buhârî, Cihâd 149, İ'tisâm 28, Murteddîn 2; Ebû Dâvûd, Hudûd 1, Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Müsned, I, 282, V, 231 diye buyurmakta ve bu konuda müslüman ile kâfir arasında herhangi bir ayrım gözetmemektedir. Mâlik ise der ki: Bu hadisin anlamı, İslâm'dan çıkıp küfre gireni öldürünüz, şeklindedir. Küfür olan bir dinden çıkıp yine küfür olan bir dine giren kimse bu hadis ile kastedilmiş değildir. Bu fukahadan bir topluluğun da görüşüdür. Şâfiî'den meşhur olan görüş ise el-Müzenî ve er-Rabi'in zikrettiği şekilde zimmet ehlinden olup dinini değiştiren kimseyi İmâmın (İslâm devlet başkanının) dar-ı harbe göndereceği, beldesinden onu çıkartacağı, eğer o dar, İslâm'ın eline geçecek olur ise harbilerin malları ile birlikte onun malını da helal olarak (ganimet) alacağı şeklindedir. Çünkü onunla zimmet akdi, akdin yapıldığı esnada sahip olduğu din esasına göre yapılmıştır. İrtidat eden kadın hakkında ise farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, Evzaî, Şâfiî, Leys b. Sa'd, mürted erkeğin öldürüldüğü gibi mürted kadın da öldürülür, derler. Bu konudaki delilleri: "Dinini değiştireni öldürünüz" Hadîs-i şerîfidir. Çünkü bu hadiste yer alan (ve kim, kimse anlamına gelen): edatı erkek için de dişi için de kullanılabilir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve ardadaşlan ise mürted olan kadın öldürülmez, derler. İbn Şubrume'nin görüşü de budur, İbn Uleyye'de bu kanaattedir. Aynı zamanda bu Atâ ve el-Hasen'in de görüşüdür. Delil olarak da İbn Abbâs'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Dinini değiştireni öldürünüz" dedikten sonra İbn Abbâs'ın mürted olan kadını öldürmemiş olduğunu gösterirler. Bir hadis rivâyet eden (bir sahabi) o hadisin te'vilini en iyi bilen kimsedir. Hazret-i Ali'den de ona benzer bir rivâyet nakl edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ayrıca kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bu husustaki rivâyetler ve sıhhat durumları için bk. ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 456-461 Birinci kesim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Müslüman bir kimsenin ancak üç şeyden birisi ile kanı helal olur. Îmandan sonra küfre girmek...." Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizî, Diyât 10; Nesâî Tahrimu'd-dem 5, Kasâme 5, 6; İbn Mâce, Hudûd 1, Dârimî, Hudûd 2; Müsned, I, 61, 63 hadisini delil gösterir ve buradaki ifade, imanından sonra küfre giren herkesi kapsamaktadır derler. Daha sahih olan görüş de budur. 10- İrtidat Edenin Ameli Hangi Şartlarda Boşa Çıkar? Şâfiî der ki: İrtidat edip sonra tekrar İslâm'a geri dönenin ameli ve yapıp bitirdiği haccı boşa gitmez. Aksine mürted olarak öldüğü takdirde o vakit amelleri boşa çıkar. Mâlik der ki: Bizzat irtidat ile amelleri boşa çıkar. Bu görüş ayrılığının etkisi hac ettikten sonra irtidat eden sonra tekrar İslâm'a giren müslümanın durumu hakkında ortaya çıkar. Mâlik der ki: Bir daha haccetmesi gerekir, çünkü birincisi irtidat sebebiyle boşa çıkmıştır. Şâfiî de der ki: Haccını iade etmesi gerekmez, çünkü ameli olduğu gibi durmaktadır. Bizim ilim adamlarımız yüce Allah'ın şu âyetini delil gösterirler: "Yemin olsun... eğer şirk koşarsan mutlaka senin amelin boşa çıkacaktır." (ez-Zumer, 39/65) Derler ki: Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Çünkü o yüce peygamberin irtidat etmesi şer'an imkânsızdır. Şâfiî Mezhebi ilim adamları der ki: Hayır bu, ümmet için durumun ne kadar ağır ve vahim olduğunu beyan etmek üzere peygambere yapılan bir hitaptır. Makamının yüceliğine ve şerefine rağmen peygamber eğer şirk koşacak olursa onun ameli boşa çıkacağına göre ya sizin durumunuz ne olur? Fakat o mertebesinin fazilet ve yüksekliği dolayısıyla asla şirk koşmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey peygamber zevceleri, sizden kim apaçık bir hayasızlık işlerse onun azâbı iki kat artırılır." (el-Ahzab, 33/30) Böyle olması hanımlarının konumlarının şerefi dolayısıyladır. Yoksa onlardan herhangi bir kimsenin, o fa'zime lâyık ve şerefli kocalarını korumaları dolayısıyla onların böyle bir şey yapmaları asla tasallallahü aleyhi ve sellemvur olunamaz. Bu açıklamalar İbnu'l-Arabî tarafından yapılmıştır. Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah, burada (mürted olarak) vefat etmeyi bir şart olarak zikretmiştir. Çünkü ceza olarak cehennemde ebedî kalmayı ona bağlı kılmıştır. Kâfir olarak ölen bir kimseyi, bu âyet gereği Allah cehennemde ebedî bırakacaktır. Diğer âyet-i kerimede ise şirk koşanın amelinin boşa çıkacağını belirtmektedir. O halde bunlar birbirinden farklı iki ayrı manayı ve ayrı hükümleri açıklayan iki âyet-i kerimedir. Hazret-i Peygamber'e yapılan hitap, o hitabın ona has olduğunu isbat edecek bir delil ortada olmadıkça ümmetine de hitaptır. Onun zevceleri hakkında varid olana gelince; onlara dair söylenen bu âyetler eğer böyle birşey tasallallahü aleyhi ve sellemvur olunacak olsaydı birisi dinin hürmetine, diğeri de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saygınlığına ait olmak üzere iki büyük hukukun çiğneneceğini açıklamak ve her bir hürmetin çiğnenmesi için ayrı bir ceza olduğunu beyan etmek içindir. Bu da haram ayda yahut haram beldede ya da Mescid-i Haram'da Allah'a isyan edenin durumuna benzer. Çiğnediği hürmetler sayısınca da onun azâbı katlanır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mürtedin mirası hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ali b. Ebî Tâlib, el-Hasen, Şa'bî, el-Hakem, el-Leys, Ebû Hanîfe ve İshak b. Raheveyh der ki: Mürtedin mirası müslüman mirasçılarınındır. Mâlik, Rabia, İbn Ebi Leyla, Şâfiî ve Ebû Sevr de der ki: Mürtedin mirası Beytülmal'e konulur. İbn Şubrume, Ebû Yûsuf, Muhammed ve iki rivâyetten birisinde el-Evzaî şöyle demektedirler: Mürtedin irtidat ettikten sonra kazandıkları müslüman mirasçılarına aittir. Ebû Hanîfe ise der ki: Mürtedin irtidat halinde kazandıkları bir fey'dir, müslüman iken kazanmış olduklarını ise irtidat ettikten sonra müslüman mirasçıları miras alırlar. İbn Şubrume, Ebû Yûsuf ve Muhammed ise her iki durum arasında fark gözetmezler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "İki ayrı din mensubu arasında mirasçılık yoktur" Ebû Dâvûd, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Dârimî, Ferâiz 29; Müsned, II, 187-195. âyetinin mutlak olması onların görüşlerinin batıl oluşuna delildir. İlim adamları mürtedin kâfir mirasçılarının ondan miras almayacakları hususunda icma etmişlerdir. Ancak Ömer b. Abdülaziz, kâfir mirasçıları ondan miras alırlar, demiştir. 218Şüphesiz îman edenler, hicret edip Allah yolunda cihâd edenler, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar, Allah Gafûrdur, Rahîmdir. 12- Îman Edenler ve Hicret Edenler: "Şüphesiz îman edenler hicret edip Allah yolunda cinâd edenler" âyetiyle ilgili olarak, Cundub b. Abdullah, Urve b. Zübeyr ve başkaları şöyle derler: Vakıd b. Abdullah et-Temimî, haram ayda Amr b. el-Hadramî'yi öldürünce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Cahş'ın kendisine ayırmış olduğu beşte biri almak ve iki esir hakkında yapacağı uygulama hususunda bir karar vermedi. Bunun üzerine müslümanlar Abdullah b. Cahş'ı ve arkadaşlarını azarladılar. O kadar ki bu onlara ağır bile gelmeye başladı. Aziz ve celil olan Allah, haram ay ile ilgili bu âyet-i kerîme ile onların durumlarını telafi etti ve sıkıntılarını giderdi. Hicret eden ve gazada bulunan müslümanların sevabına sahip olduklarını bildirdi. İşte: "Şüphesiz îman edenler.." âyetinde onlara işaret edilmektedir. Diğer taraftan bu âyet-i kerîme, aziz ve celil olan Allah'ın sözünü ettiği işleri yapan herkes hakkında hükmü bakî bir âyettir. Bu sefer onlar hakkında şöyle de denilmeye başlandı: Bunlar (bu haram ayda) adam öldürmekle günah kazanmamış olsalar dahi onlar için bir ecir yoktur. Bunun üzerine yüce Allah: "şüphesiz îman edenler, hicret edip Allah yolunca cihâd edenler.." âyetini sonuna kadar inzal buyurdu. Burada müfessir bunu müstakil bir başlık olarak zikretmediğinden ayrıca numara verilmemiştir. Hicret; bir yerden bir yere taşınmak ve ikincisini tercih ederek birincisini terketmek maksadını gütmek demektir. Hecr, ilişkiyi koparmak anlamındadır. Hicret de isimdir. Bir yerden bir yere, birincisini terkedip ikincisini tercih etmek ise muhaceret (hicret etmek)tir. Tehacur ise karşılıklı olarak ilişkileri koparmak demektir. Muhaceret, çölden şehire intikal etmektir, diyen kimse bu açıklamasında yanılmıştır. Çünkü bu çoğunlukla Araplarda görülen bir durumdur. Hem bu açıklamayı yapanın görüşüne göre Mekkeliler, muhacir olmazlar. "Câhede" çabasını bütünüyle ortaya koymak anlamında "cehede"den gelen bir fiildir. (Olanca gücüyle cihâd etmek demektir. Mücahede ve cihâd buradan gelmektedir.) İctihâd ve tecahüd ise bütün güç ve imkânı ortaya koymak demektir. Cehad, sert arazi demektir. Âyet-i kerimede geçen "umarlar" âyetinin anlamı tamah ederler ve bunun gerçekleşmesinin uzak olmayacağını kabul ederler, demektir. Yüce Allah burada "umarlar" diye buyurmakta ve onları övmektedir. Çünkü dünyada hiçbir kimse cennete (mutlaka) gideceğini bilemez. Allah'a itaat hususunda istediği dereceye varmış olsun. Bu iki sebepten dolayıdır: Bir defa hiçbir kimse sonunun ne şekilde olacağını bilemez, ikinci olarak kimse ameline güvenerek ameli terketmemelidir. Ummak (recâ) genel olmakla birlikte, her zaman için recâ ile birlikte korkmanın (havf'ın) da bulunması kaçınılmazdır. Nitekim korku ile birlikte recâ da vardır. Recâ, uzayıp giden bir emel dolayısıyla sözkonusu olur. Günlük konuşma esnasında: "Ben sana ancak hayır umarak geldim" denir. Tereccî ve irtica, hepsi de ummak anlamındadır. Bişr kızına hitaben şöyle der: "Hayır um ve benim geriye dönüşümü bekle Anizeoğullarından selem ağacı toplamaya giden (ama asla dönmemiş olan) kişi döndüğü vakit." "Filandan bir recâ yoktur," ondan hiçbir şey ummuyorum, demektir. Recâ bazan korkmak anlamına da gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor ki Allah için bir vakar (recâ) etmiyorsunuz (ummuyorsunuz)?" (Nûh, 71/13); yani Allah'ın azametinden korkmuyorsunuz, demektir. Ebû Züeyb der ki: "Arılar onu soktuğunda onların sokmasını ummuyor Onlar çalışmak üzere çiçeklere gidince arkalarından yuvalarına gidiyor." Burada "ummamak"tan kasıt, onların sokmalarından korkmaması ve buna aldırış etmemesi demektir. Recâ aynı zamanda kuyu kenarı ve iki kıyısı anlamına da gelir. Her bir kıyısına "recâ" denilir. Recâ, kelimesini kasr ile (yani "eliften sonra hemzesiz) söyleyen avamın bu telaffuzu yanlıştır. 219Sana içki ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Arta kalanı." Allah, âyetlerini size böyle açıklar. İyice düşünürsünüz diye." Bu âyetin: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından büyüktür" bölümüne dair açıklamaları dokuz başlık halinde sunacağız: 1- "îçki" Hakkında Soru Soranlar: Yüce Allah'ın: "Sana.... sorarlar" âyetinde soru soranlar önceden de belirtildiği gibi mü’minlerdir. İçki (el-hamr) örtmek anlamına gelir. Bu bakımdan kadının örtüsüne "himar" denilir. Birşeyi örten her bir şeye "hamr" denilir. "Kaplarınızı hamrlayınız (örtünüz)" Buhârî, Eşribe 22, Bed'u'l-halk 11, 16, İsti'zân 49; Müslim, Eşribe 96; Ebû Dâvûd, Eşribe 22; Tirmizî, Et'ime 15, Edeb 74; Dârimi, Eşribe 26 (yakın lâfızlarla); Muvatta’', Sıfatu'n-Nebiyy 21; Müsned, II, 363, III, 301, 319... hadisindeki ifade de buradan gelmektedir. Hamr (şarap, içki), aklı tahmir eder, yani örter ve üstünü kapatır. Dalları birbirine girip sarılmış ağaca da "el-hamer" denilmesi bundan dolayıdır. Bu tür ağaçlar altında olanı örter, kapatır. Bu şekilde ağacı pek çok olan yer hakkında Yerin sık ağaçlıkları altını örttü, denilir. Şair der ki: "Ey Zeyd ve Dahhâk, yol alınız Çünkü sizler yolun hamerini aştınız." Yani yol göstericiler olarak yol alınız; çünkü sizler kurdun ve diğer hayvanların içinde saklanıp üstlerinin örtüldüğü çukurca yerleri geçmiş bulunuyorsunuz. el-Accâc da saklanmaksızın, pek çok sancak ve askerle yol alan bir orduyu nitelendirirken şöyle demektedir: "Sancakların parıltısı arasında ve ağaçları altında saklanmaksızın yürür Yeri dahi yönlendirir (yani herşeyi gittiği yere götürür) ve (o kadar kalabalık bir ordudur ki ağaçları dahi önüne katıp sürükler.)" Gizli ve görünmeyen mekâna da "hamâr ve humar" denilir. İşte hamr (şarap, içki) aklı örtüp üstünü kapattığından dolayı bu ismi almıştır. Ona bu ismin veriliş sebebinin mayalanıncaya kadar terkedilmesi olduğu da söylenmiştir. Mesela, hamur mayalandığı zaman (hamr ile aynı kökten olmak üzere) ihtimar kullanılır. Ne yapmak gerektiği açıkça tesbit edilinceye kadar kararın ertelenmesine de "humire erra'yu" denilir. Ona bu ismin veriliş sebebinin, akıl ile karışması (aklı karıştırması) olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama karışmak anlamına gelen "muhâmere"den alınmış olur. İnsanların humarına girdim, denilirken onlarla karıştım, iç içe oldum, demek olur. Bu üç mana da birbirine yakındır. Buna göre hamr, olgunlaşıncaya (mayalanıncaya, hamr oluncaya) kadar bırakıldıktan sonra akıl ile karışır ve nihayet aklı örter. Bunun asıl anlamı örtmek ile alakalıdır. Hamr, kaynatılan veya pişirilen üzüm suyu demektir. Onun dışında aklı örten (hamera) herşey de onun hükmündedir. Çünkü ilim adamları kumarın her türlüsünün haram olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Kumar şekilleri arasında sadece "el-meysir" sözkonusu edilmiştir. Böylelikle kumarın bütün çeşitleri meysir'e kıyas edilmiştir. Meysir özellikle develer üzerinde oynanan bir kumar şekli idi. İşte hamr gibi olan herşey de hamr durumunda ve hükmündedir. 2- Çoğu Sarhoşluk Veren Şeyin Azı da Haramdır: Ümmetin Cumhûru üzüm şarabı dışında kalan içkilerin çok miktarı eğer sarhoşluk veriyor ise azının da çoğunun da haram olduğunu ve bundan dolayı had uygulanması gerektiğini kabul etmiştir. Ebû Hanîfe, es-Sevrî, İbn Ebi Leyla, İbn Şubrume ve Küfe fakihlerinden bir grup ise şöyle demektedir: Üzüm şarabı dışında çoğunluğu sarhoşluk veren şey, helaldir. Ancak sarhoş olmak noktasına ulaşma kastını gütmeksizin bir kimse ondan dolayı sarhoş olursa, ona had vurulmaz. Ancak bu hem akıl ve kıyasın, hem de haberlerin reddettiği oldukça zayıf bir görüştür. Nitekim (buna dair açıklamalar) ileride yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi' (5/90-92. âyetlerin tefsirinde) ile Nahl Sûresi'nde (16/66. âyet 2. başlıkta) gelecektir. 3- Şer’i Hükümlerin Tedriciliğinde İlahi Lütuf: Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: Yüce Allah bu ümmete vermedik herhangi bir lütuf ve iyiliği bırakmamıştır. Bu lütuf ve iyiliklerinden bir tanesi de şer'î hükümleri onlara toptan, bir defada farz kılmayıp arka arkaya birkaç defada bunu gerçekleştirmiş olmasıdır. îçkiyi haram kılması da böyledir. Bu âyet-i kerîme içki hakkında nazil olan ilk âyet-i kerimedir. Bundan sonra: "Sarhoşken... namaza yaklaşmayınız" (en-Nisa, 4/45) âyeti, daha sonra: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Maide, 5/91) âyeti; daha sonra ise: "Ey îman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık ondan kaçınınız" (el-Maide, 5/90) âyeti inmiştir. Nitekim Maide Sûresi'nde (belirtilen âyetlerde) bu husus açıklanacaktır. el-Meysir, Arapların fal oklarıyla oynadıkları kumardır. İbn Abbâs der ki: Cahiliyye döneminde bir kimse bir başkası ile, ailesi ve malı üzerinde kumar oynardı. Onlardan hangisi karşısındakini yenerse malını ve ailesini alır giderdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Mücâhid, Muhammed b. Şirin, el-Hasen, İbn el-Müseyyeb, Atâ, Katâde, Hazret-i Muâviye, İbn Salih, Tavus, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ve yine İbn Abbâs şöyle der: Zar olsun satranç olsun kendisinde kumar olan herşey (âyet-i kerimede sözü geçen) el-meysir'dir. Hatta küçük çocukların ceviz ve zarlarla oynamalarına varıncaya kadar. Bundan ancak istisna edilen (kumarsız) at yarışları ve hakları birbirinden ayırdedmek için kur'a gibi mubah şeyler müstesnadır. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Mâlik der ki: Meysir iki türlüdür. Birisi lehv (oyun ve eğlence) meysiri, diğeri kumar meysiridir. Lehv meysiri zar, satranç ve bütün oyunlardır. Kumar meysiri ise insanların karşılıklı olarak tehlikeye atıldıkları (şanslarını ortaya koydukları) oyunlardır. Ali b. Ebî Tâlib der ki: Satranç Acemlerin (Arap olmayanların) meysiridir. Kendisi ile kumar oynanan her bir şey Mâlik'e göre de onun dışında kalan ilim adamlarına göre de meysirdir. İleride Yûnus Sûresi'nde (10/32. âyet 5. başlıkta) bu hususa dair yüce Allah'ın izniyle daha fazla açıklamalar gelecektir. "el-Meysir" kelimesi el-yeser'den alınmıştır. Bu ise birşeyin sahibi adına gerekmesi demektir. Bir kimseye herhangi birşeyin verilmesi gerektiğinde bu tabir kullanılır. Mazisinde ikinci harfi üstün, muzari'sinde ise esre gelir. Yâsir ise fal oklarıyla oyun oynayan kimse demektir. Bu anlamda da mazi ve muzarii aynı şekilde gelir. Şair der ki: "Onlara yardımcı ol ve onlar lehine vacip olanı onlara ver Ve onlar dar bir yere konaklayacak olurlarsa sen de konakla!" el-Ezherî der ki: Meysir üzerinde kumar oynadıkları devedir. Ona meysir denilmesinin sebebi parçalara bölünmesidir. Âdeta parçalara bölünenler olduğu için bu ismi almış gibidir. Parça parça ayrılan herşey hakkında bu kökten fiil kullanılır. Yâsir ise câzir (deve kesen) demektir. Çünkü develerin etini parçalara ayıran odur. el-Ezherî der ki: İşte yâsir kelimesinde asıl anlam budur, daha sonra oklarla oynayan ve develer üzerinde kumar oynayan kimselere "yasinin (yâsirler, kumarcılar)" denilmiştir. Çünkü bunlar develeri kesip parçalayan kimseler olurlar. Zira bunun sebebi onlardır. es-Sıhhah'ta. da şöyle denilmektedir: Bir topluluk deveyi yesrettiklerinde, deveyi kestiler ve aralarında paylaştırdılar, demektir. Suhaym b. Vesîl el-Yerbûî der ki: "Ben onlara oklar ile (kimin payına düşeceğim diye) benim için kur'a çektiklerinde şöyle diyordum: Sizler benim Zehdem adlı atın süvarisinin oğlu olduğumu bilmiyor musunuz?" Bu Suhaym esir düşmüş ve kimin payına düşeceğinin tesbit edilmesi için ok çekilişi yapılmıştı. Bir topluluk kumar oynadıklarında "yesera el-kavmu" denilir. Yeser ve yâsir aynı anlama gelir, çoğulu eysâr gelir. Nabiğa der ki: "Ben yesârlanmı tamamlıyor ve onlara bağışlıyorum Bağışlarımı tekrar ediyor ve büyük kazanlara yemekler koyduruyorum." Tarafe de der ki: "Ve onlar bir deve (lükman?) üzerinde kumar oynayan kimselerdir, Kışın develerin güzel paylarının fiyatı pahalılandığında." İyilik olsun diye deve kesip dağıtan kimse Araplarca övülen bir kimseydi. Şair der ki: "Ve ben samimi bir topluluğa deve kestim Bununla birlikte devenin payları için kumar (kur'a çekelim)! diye seslenmedim." 5- Meysir Kapsamına Sokulan Bazı Alışveriş Türleri: Mâlik'in Muvatta’''da yer alan. Davud b. el-Husayn'dan rivâyetine göre Davud, Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinlemiş: Cahiliyye ehli meysir kumarlarından birisi de eti bir ve iki koyun karşılığında satmak idi. Muvatta’', Buyû' ': 65. Bu Mâlik'e ve onun arkadaşlarının çoğunluğuna göre aynı cins hayvanın kendi cinsinden olan et ile değiştirilmesi ile ilgilidir. Böyle bir değiştirme ona göre müzabene Mûzâbene: Dalındaki taze hurma ve üzümü dalından koparılmış kuru hurma ya da kuru üzüme mukabil tahminî olarak satmaya denir. (Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-îslâmt, IV, 439, 504) ve ğarar Garar: Akid taraflarından birisine gelebilecek bir zarar ihtiva eden alışveriş demektir. (Bk. Dr. ez-Zuhaylî, a.g.e., IV «7. vd.) ile kumar kabilindendir. Çünkü verdiği o hayvanda karşılığında alacağı et kadar et var mıdır, daha fazla mıdır, daha mı azdır bilinmemektedir. Etin ete karşılık satılması ise fazlalıktı olarak câiz değildir. Buna göre hayvanın et karşılığında satılması -aynı cinsten olması halinde- derisi içinde saklı bulunan etin satılması gibidir. Ona göre deve, inek, koyun, ceylan, dağ keçisi ve sair yabanî hayvanlar ile eti yenen dört ayaklı bütün hayvanlar aynı cinstendir. Bu türden olan hayvanlardan herhangi birisini (veya bir miktarını) ve cinsin türünü tek birşeyin eti karşılığında herhangi bir şekilde satmak câiz değildir. Çünkü bütün bunlar ona göre müzabene kabilindendir. Kuru üzümün yaş üzüme, zeytinin zeytinyağına, susam yağının, susama karşılık satılması ve benzeri satışlar gibidir. Yine İmâm Mâlik'e göre bütün kuşlar tek bir cinstir. Balık ve sair deniz hayvanları da tek bir cinstendir. Ondan rivâyet edildiğine göre çekirge tek başına bir sınıftır. Şâfiî, arkadaşları ve Leys b. Sa'd der ki: Etin hayvan karşılığında herhangi bir şekilde aynı cinsten olsun iki ayrı cinsten olsun satılması -hadisin genel ifadesine uygun olarak- câiz değildir. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Ebubekr es-Sıddîk döneminde bir deve kesildi, on parçaya bölündü, adamın birisi: Bunun bir bölümünü bana bir koyun karşılığında veriniz, dedi. Hazret-i Ebubekir: Bu uygun olmaz, diye cevap verdi. Şâfiî de der ki: Bu hususta ashab-ı kiramdan Hazret-i Ebubekir'e muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyorum. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İbn Abbâs'tan onun koyunun ete karşılık satılmasını câiz kabul ettiği rivâyeti gelmiştir. Fakat pek kuvvetli bir rivâyet değildir. Abdürrezzak, es-Sevrî'den, o Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den canlı bir hayvanın ölü karşılığında satılmasını mekruh gördüğü rivâyet etmektedir. Yani kesilmiş olan bir koyunun canlı bir koyun karşılığında satılmasını mekruh görmüştür. Süfyan der ki: Biz ise bunda bir mahzur görmüyoruz. el-Müzenî der ki: Eğer canlı hayvanın et karşılığında satılmasına dair olan hadis sahih değil ise, kıyasa göre bu caizdir. Eğer hadis sahih ise kıyas batıl olur ve bu konudaki rivâyete tabi olunur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Kûfelilerin, etin hayvana karşılık satılmasının câiz olduğunu gösteren kıyas ve mantık açısından pek çok delilleri vardır. Şu kadar var ki konu ile ilgili sahih bir rivâyet bulunduğu takdirde kıyas ve akl yürütme batıl olur. Mâlik de Zeyd b. Eslem'den, o Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayvanın et karşılığında satılmasını yasaklamıştır. Muvatta’', Buyû’ 64. Ebû Ömer der ki: Ben bu rivâyetin sabit bir yolla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan muttasıl bir senetle geldiğini bilmiyorum. Bunun en güzel senedi Said b. el-Müseyyeb'den Mâlik'in Muvatta’''ında belirttiğine göre mürsel olmasıdır. Şâfiî de bu kanaattedir. Ancak Şâfiî'nin usulüne göre o mürselleri kabul etmez. Şu kadar var ki onun iddiasına göre o Said b. el-Müseyyeb'in rivâyet ettiği mürselleri tetkik etmiş ve onların tümünün veya pek çoğunun sahih olduğunu tesbit etmiştir. Bunun sonucunda hayvan türlerinin et türleriyle satılmasını hadisin zahirine ve genel ifadesine dayanarak mekruh görmüştür. Çünkü bu konuda onu tahsis eden herhangi bir rivâyet veya bir icma gelmiş değildir. Yine ona göre kıyas ile nassın tahsis edilmesi câiz değildir. Şâfiî'ye göre (hayvan), cinsleri birbirinden farklı olsa dahi karada ve denizde yaşayan her bir varlığın adıdır. Nitekim "taam (yemek)" da yenen yahut içilen herşeyin adıdır. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkar, XX, 104-111. Bu hususun bilinmesi yerinde olur. 6- İçki ve Kumarın Büyük Günahı: "De ki: 'İkisinde de" yani içki ve kumarda "hem büyük bir günah., vardır." İçkinin günahı içenden sadır olan düşmanca sözler, sövüp saymalar, çirkin ve yalan sözlerdir. Kendisi vasıtasıyla yaratana karşı görevlerini bildiği aklın zail olması, namazların iptal edilmesi, Allah'ın zikrinden alıkonmak ve buna benzer diğer hususlardır. Nesâî, Osman (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkiden uzak durunuz; çünkü o kötülüklerin anasıdır. Sizden önceki kavimler arasından ibadet edip duran bir adam vardı. Ona fahişe bir kadın aşık oldu. Yanındaki cariyeyi ona gönderip: Biz seni şahitlikte bulunmak üzere çağırıyoruz, dedi. Adam kadının cariyesi ile birlikte yola koyuldu. Her bir kapıdan girdikçe o kapıyı üzerine kapattı. Nihayet yanında bir köle ve bir küp şarap bulunan güzel bir kadının yanına vardı. Kadın ona: Allah'a yemin ederim ben seni şahitlik yapmak üzere çağırmadım. Fakat seni ya benimle birlikte olmaya yahut şu şaraptan bir kase içmeye veya bu köleyi öldürmeye çağırdım. Adam: O halde sen bana bu şaraptan bir kase ver, dedi. O da ondan bir kase içti. Arkasından bir daha, dedi ve nihayet aradan fazla zaman geçmeden kadınla birlikte yattı ve o canı da öldürdü. O bakımdan şaraptan uzak durunuz. Allah'a yemin ederim, îman ile şarap içiciliği bir arada olmaz. Mutlaka birisi ötekini dışarı çıkartır. Nesâî, Eşribe 44. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) bunu el-İstiâb'da da zikreder. Rivâyet edildiğine göre el-A'şâ, müslüman olmak üzere Medine'ye doğru yola koyulduğunda yolda bazı müşriklerle karşılaştı. O'na nereye gidiyorsun diye sordular. Onlara: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitmek istediğini haber verdi. Ona: Sen onun yanına gitme, çünkü o sana namaz kılmayı emrediyor, dediler. el-A'şa: Rabbe hizmet vaciptir, dedi. Ona: O sana malını fakirlere vermeyi emrediyor, dediler. el-A'şa: Ma'ruf işlemek vaciptir, dedi. Ona: O zinayı yasaklıyor, denilince şöyle dedi: Bu bir hayasızlıktır, aklen de çirkin bir iştir. Zaten ben yaşlanmış bir adamım, böyle birşeye ihtiyacım da yoktur. Ona: O içki içmeyi yasaklıyor denilince bu sefer: Buna gelince ben bunu içmeden duramam, dedi ve geri döndü. Daha sonra: Bir sene şarap içeyim sonra ona dönerim, dedi. Fakat evine varmadan önce deveden düştü ve boynu kırıldı, öldü. Kays b. Âsım el-Minkarî, cahiliyye dömeminde çokça içen birisi idi. Daha sonra içki içmeyi kendisine yasakladı. Buna sebep ise sarhoş iken kızını çimdiklemesi, anne babasına sövmesi, ayı görüp kötü bir söz söylemesi ve meyhaneciye oldukça fazla mal vermesi idi. Ayılıp kendisine gelince yapakları ona bildirildi, o da içki içmeyi kendisine yasakladı. İşte bu hususta şunları söylemektedir: "Ben şarabı iyi gördüm, halbuki onda Ağır başlı bir adamı ifsad eden özellikler vardır Hayır, Allah'a yemin ederim ben onu sıhhatli oldukça içmeyeceğim Ve hasta olduğum vakit de onda asla şifa aramayacağım Hayatım boyunca ona bir kuruş vermeyeceğim Hiçbir zaman içki içmek üzere bir arkadaş çağırmayacağım Şüphesiz şarap, içenlerini rezil eder Ve onlara çok büyük işler yaptırır." Ebû Ömer der ki: İbnu'l-A'râbî, el-Mufaddal ed-Dabbî'den bu beyitlerin Sakifli Ebû Mihcen'e ait olduğunu rivâyet etmektedir. Ebû Mihcen, bu beyitleri içki içmeyi terketmesi hakkında söylemiştir. Şu sözleri söyleyen de odur: "Öldüğüm vakit beni bir üzüm asmasının yanında defnet O asmanın kökleri ölümümden sonra kemiklerimin susuzluğunu gidersin Sakın beni boş bir düzlükte gömmeyesin, çünkü ben Öldüğüm vakit bir daha onu tatmayacağım diye korkarım." Hazret-i Ömer, Ebû Mihcen'e içki içtiğinden dolayı defalarca had uygulamış ve denizdeki bir adaya sürgün etmişti. O da Sa'd (b. Ebi Vakkas)ın yanına gitmişti. Hz Ömer ona Ebû Mihcen'i hapsetmesini emretmişti, o da onu hapsetmişti. Sözü edilen bu Ebû Mihcen başedilemez bir kahraman idi. Kadisiyye Savaşında o bilinen durumu ortaya çıkınca, onun zincirlerini çözmüş ve: Biz de şarap dolayısıyla ebediyyen sana sopa vurmayacağız, demişti. Ebû Mihcen de buna karşılık olarak: Ben de Allah'a yemin ederim, bir daha onu içmeyeceğim, diye cevap vermiş ve bundan sonra bir daha şarap içmemişti. Bir rivâyette ise şöyle demiş: Bana had uygulandığı vakit onu içiyordum ve "had ile ondan (günahımdan) temizleniyordum. Ama madem ki sen beni had uygulanmamak suretiyle heder olacak bir duruma getirdin, Allah'a yemin ederim, ben de onu ebediyyen içmeyeceğim. el-Heysem b. Adiy'in zikrettiğine göre; kendisine Azarbeycan'da ya da Cürcan yakınlarında Ebû Mihcen'in kabrini görenlerden biri şunu nakletmiş: Ebû Mihcen'in kabri üstünde üç tane asma kökü bitip yeşermiş, uzamış ve meyve vermişti. Bu üç asma kökü kabir üzerinde yayılmış ve kabir üzerinde: "Bu, Ebû Mihcen'in kabridir" diye yazılı imiş. Bu adam der ki: Bu işten hayret ettim ve onun: "Öldüğüm vakit beni bir asma ağacının yanına defnet" sözünü hatırladım. Diğer taraftan içki içen kişi, aklı başında olanlara maskara olur, sidiğiyle, pisliğiyle oynar, kimi zaman bunları yüzüne alıp sürer. Hatta içkicilerden birisinin sidiğini yüzüne sürüp: Allah'ım beni tevbe edenlerden kıl, temizlenenlerden kıl, dediği görülmüş. Yine içki içen sarhoşlardan birisinin yüzünü köpek sarhoşun. Allah sana ikramda bulunsun, dediği nakledilmiştir. Kumara gelince o da düşmanlığın ve kin duymanın sebebidir. Çünkü başkasının malını batıl yollarla yemektir. Yüce Allah: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de İnsanlar için bazı faydalar vardır" diye buyurmaktadır. İçkinin faydası sağladığı ticarî kârdır. Araplar Şam tarafından ucuz fiyatla içki getiriyor, bunu Hicaz'da kâr ederek satıyorlardı. İçki alım satımında pazarlığı kabul etmiyor, içki almak isteyen bir kimse yüksek fiyatlarla alıyordu. İçkinin menfaati ile ilgili söylenen görüşlerin en sahihi budur. İçkinin menfaati hakkında şunlar da söylenmiştir: (Güya) o yemeği hazmettirir, güçlendirir, cinsel gücü artırır, cimriyi cömert yapar, korkağa cesaret verir, parlak bir renk kazandırır ve buna benzer içki ile alınan başka lezzetler de sözkonusu edilir. Hassan b. Sabit (radıyallahü anh) şöyle demiş: "Onu içeriz, o da bizi krallar ve düşmanla karşılaşmanın Engellemediği arslanlar yapar." Ve buna benzer birtakım ferahlıkları vardır. Bir başka şair de şöyle der: "İçki içtim mi ben el-Havernek sarayının ve (Yemen'deki) Sedirtn sahibi olurum Ayılıp kendime gelince de Bir koyuncağızın ve devenin sahibi olduğumu (anlarım)." Kumarın menfaati ise herhangi bir çalışma ve yorulma olmadan kumar yoluyla bırşeyin insanın eline geçmesidir. Araplar, deve satın alır ve fal oklarını çekerdi. Kimin payı çıkarsa etten payı alınır ve herhangi bir bedel ödemezdi. Oku en sona kalan kimse ise devenin bütün bedelini öder ve etten birşey alamazdı. Kumarın, ihtiyaç sahiplerinin durumlarına bir genişlik sağlaması şeklinde bir faydası olduğu da söylenmiştir. Çünkü Araplardan kumar oynayan kişi, deveden birşey yemez ve bunu ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Kumarda kullanılan (meysir) oklar onbir tane idi. Bunlardan yedi tanesinin çizgileri ve çizgi sayısınca da payları vardı. Bu yedi tanenin ismi şöyle idi, "el-fez": Bunda tek bir çizgi vardı. Bu ok bir payı ifade ederdi. Kaybedildiği takdirde de onu kaybeden bir pay öderdi. İkincisinin ismi "et-tev'em" idi ve bunun üzerinde iki işaret vardı. Sahibinin leh ve aleyhine olmasına göre iki payı ifade ederdi. Üçüncüsünün ismi "er-rakib" idi. Bunda üç çizgi vardı. Bu da belirttiğimiz gibiydi. Dördüncüsünün ismi "el-hils" olup bunun da alameti dört çizgi idi. Beşincisinin ismi "en-nâfiz" veya "en-nâfis" idi, beş pay ifade ederdi. Altıncısı "el-müsbil" adında idi ve bu altı pay ifade ederdi. Yedincisi "el-mualla" olup yedi payı ifade ederdi. Bu şekilde toplam yirmisekiz pay oluyordu. Deve de bu şekilde yirmisekiz paya ayrılırdı. el-Esmaî'nin görüşü böyledir. Geriye dört tane ok kalırdı. Bunların ise herhangi bir payları yoktu. Bunların da ismi: "el-musaddar, el-mudaaf, el-menih ve es-sefih" idi. Son üçünün adının "es-sefih, el-menih ve el-veğd" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu üç ok, torbadan okların çekilişini yapan kimsenin torbada karşılaşacağı okların sayısını artırmak içindir. Böylelikle herhangi bir kimseye taraftarlık yapma imkânı da olmazdı. Bu şekilde çekilişi yapan kimseye "el-müfid, ed-dârîb" ve "ed-dârib" denilirdi ki çoğulu "ed-durabâ" şeklinde gelir. Denildiğine göre çekilişi yapan kimsenin arkasında kimseye iltimas göstermemesi için bir gözetleyici bulunurdu. Daha sonra bu çekilişi yapan (ed-darib) dizleri üstüne çöker, bir elbiseye bürünür, başını çıkartır, elini torbaya sokar ve okları çıkartırdı. Kışın vaktin darlığında ve fakirler aleyhine soğuğun oldukça arttığı zamanlarda bu şekilde deve payları üzerinde çekilişler yapmak, Arapların adeti idi. Bunun için deve satın alınır ve çekilişe katılanlar, devenin parasını üstlenir, bu çekilişe katılanlar da kendisine çıkan paya razı olurdu. Bu işlerle iftihar eder ve aralarından böyle bir çekilişe katılmayanları da yeriyorlardı. Cimriliği dolayısıyla bu çekilişe katılmayan kimseye "el-beram" ismini veriyorlardı. Mütemmim b. Nuveyre der ki: "Ve deriden çadırlar, gürültülü kış soğuğundan dolayı sallandığında Gerdeğine kadınların geldiği beram (cimri kişi) değildir." Bundan sonra develer kesilir ve on paya ayrılırdı. İbn Atiyye der ki: el-Esmaî, develerin pay edilmesi ile ilgili söylediklerinde hataya düşmüştür. O develerin oklardaki yirmisekiz paya göre pay edildiklerini sözkonusu etmektedir ki durum böyle değildir. Bu paylara ayrılmadan sonra o on pay için ok çekilişi yapılır. Torbadan önce kimin payı çıkarsa o et paylarını alır ve bunları fakirlere dağıtırdı. Bir çeşit torba olup bu kumar oklarının toplandığı torbaya "er-ribâbe" denilirdi. Bütün oklara "ribâbe" ismini verdikleri de olurdu. Ebû Züeyb eşek ve sıpalarını anlatırken şöyle der: "Sanki sıpaları bir ribâbe (fal okları) ve sanki o Okların üzerine atılıp ok çeken bir yeser (çekilişe katılan) kimse gibidir." Ribâbe, aynı şekilde ahid ve misak anlamına da gelir. Şair der ki: "Ve ben bir adam idim ki, nihayet benim abid ve misakım (ribâbetî) sonunda sana geldi Senden önce ise birtakım rabler (efendiler, sahipler) bana rablik etti de zayi olmuştum." Kimi zaman da kendileri için kumar oynar, sonra da payı çıkamayan kimse parayı öderdi. Nitekim az önce buna dair açıklama geçmişti. Bu şekilde çevrenin fakirleri de yaşayıp giderdi. İşte el-A'şâ'run şu beyiti bu kabildendir: "Kışa erdiklerinde misafire yemek yediren Ve bu yemek yedirme işini yâsire (kumarda kazanana) yükleyenler." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ellerinde işaretli oklar ve pay kazandırıcı oklar var İyilik yapılmasını isteyenler (menih)in rızıkları bunlarla sağlanır." Bu beyitte geçen "el-menih" kendisine menfaat ve bağış yapılması istenen kimsedir. Çünkü Araplar çekilişte çokça pay sağlayan okları ariyet olarak alırlardı, işte bu övülen (el-menih)tir. Hiçbir payı ifade etmeyen boş "el-menih" ise "el-ker" diye nitelendirilirdi. İşte el-Ahtal şu beyitiyle bunu kastetmiştir: "Fezareliler üzerine bir defa meylettiler el-Menih'in tekrar çıkması gibi ve bir yerde dönüp dolaştılar." es-Sıhhâh'da şöyle denilmektedir: "el-Menih, payı bulunmayan, fal oklarından bir okun adıdır. Ancak bu okun çıktığı kimseye karşılıksız birşey verilmesi (ki buna minha denilir) hali müstesna." Lebid'in şu sözleri de meysir (kumar) türlerinden bir türü dile getirmektedir. "Onlar kumar oynadıklarında kumar aralarında Yazın ağıt yakılarak sözü edilecek kötülüklerin çıkmasına sebep olmaz." İşte bütün bunlar kumarın faydalandır. Şu kadar var ki o, batıl yollarla malı yemektir. 8- İçki ile Kumarın Günahı Faydalarından Büyüktür: "Fakat günahları faydalarından daha büyüktür" âyeti ile aziz ve celil olan Allah bizlere bunların günahlarının faydalarından daha büyük, ahiretteki zararlarının daha çok olduğunu bildirmektedir. Büyük günahların haram kılınmalarından sonra, faydalar ise haram kılmaktan önce sözkonusudur. Hamza ve el-Kisaî (daha büyüktür yerine)": Daha çoktur" diye okumuşlardır. Delilleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içkiyi ve içki ile birlikte on kişiyi lanetlemiş olmasıdır: (Bunlar) satıcısı, satın alanı, kendisi için satın alınanı, onu sıkanı, kendisi için sıkılanı, sunucusunu, içeni, taşıyanı, kendisi için taşınılanı ve onun parasını yiyeni(dir). Ebû Dâvûd, Eşribe 2; İbn Mâce, Eşribe 6; Müsned, I, 316, II, 97; Beyhaki, Sünen, V, 534. Aynı şekilde "faydalar" kelimesinin çoğul getirilmesi "günahlar" kelimesiyle birlikte çoğul yapılması güzeldir. İşte "çoktur" ifadesi de bunu vermektedir. Diğer kurra ve insanların büyük çoğunluğu ise "(büyüktür anlamına diye okumuşlardır. Delilleri ise kumar ve içki içmenin günahı kebâirden (büyük günahlardan olduğudur). Dolayısıyla bunların günahlarının kebir (büyük) olmakla nitelendirilmesi daha uygundur. Aynı şekilde bunların : Daha büyüktür" okuyuşu üzerinde ittifak etmeleri büyüktür: kebir"in okuyuşu lehinde bir delildir. Ancak icma ile "daha çoktur" anlamına gelen şeklindeki okuyuş reddedilmiştir. Bundan tek istisna Abdullah b. Mes'ûd'un Mushaf'ıdır. Onda: ": De ki: İkisinde çok günah vardır" ile: ": Fakat günahları .... daha çoktur" şeklindedir. Kıyasçıların bir kısmı: İçki bu âyet ile haram kılınmıştır, demektedirler. Çünkü yüce Allah: "De ki: Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını da gizli olanını da günahı da... haram kılmıştır" (el-A'raf, 7/33) diye buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimede ise içkide günah olduğunu haber vermektedir. O halde o haramdır. İbn Atiyye der ki: Ancak böyle bir kıyas pek iyi bir kıyas değildir. Çünkü ondaki günah, haram oluşu dolayısıyladır. Yoksa bu kıyasın gerektirdiğine göre o aynı ile (maddi varlığı ile) haram olduğundan dolayı değildir. Derim ki: Kimisi de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede içkinin haram oluşuna delil vardır. Çünkü ona "günah" ismini vermektedir. Bir diğer âyet-i kerimede de Allahü teâlâ günahı haram kılmıştır. Bu da yüce Allah'ın şu âyetidir: "De ki: Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını ve bununla birlikte günahı da... haram kılmıştır." Kimisi de şöyle demiştir: "Günah" ile içkiyi kastetmiştir. Buna delil ise şairin şu sözleridir: "Ben günahı aklımı kaybedinceye kadar içtim, İşte günah bu şekilde akılları alıp götürür." Derim ki: Bu da pek iyi bir kıyas değildir. Çünkü yüce Allah bu âyet-i kerimede içkiyi (günah) diye adlandırmamaktadır. Bunun yerine O: "Deki: İkisinde de hem büyük bir günah vardır" diye buyurmuştur. Fakat: Onların ikisi de- büyük bir günahtır, dememiştir. el-A'raf Sûresi'ndeki âyet-i kerimeye ve şiirden alınan beyite gelince, bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken yüce Allah'ın izniyle bunlara dair açıklamalar orada gelecektir. Katâde şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede içki yerilmektedir. İçkinin haram kılınması ise bir başka âyet-i kerimeden öğrendiğimiz bir husustur ki bu da Maide Sûresi'ndeki âyet-i kerîme iledir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Âyetin diğer bölümü olan: "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: «Arta kalanı.» Allah, âyetlerini size böyle açıklar. İyice düşünürsünüz diye; dünya ve âhiret hakkında" âyetine gelince; buna dair açıklamalarımızı üç başlık altında sunacağız: Yüce Allah'ın: "De ki: Arta kalanı" âyetini Cumhûr nasb ile okumuştur. Yalnızca Ebû Amr ref ile okumuştur. İbn Kesîr'den farklı rivâyetler gelmiştir. el-Hasen, Katâde, İbn Ebi İshak'ın kıraati de ref iledir, en-Nehhâs ve başkaları der ki: Eğer anlamında kabul edersek, tercih edilen görüş ref ile okunması olup şu anlama gelir: Onların infak edecekleri şey, arta kalandır. Bununla birlikte nasb ile okunması da câiz olur. Şayet ile itek bir edat kabul edersek o takdirde mansub okunması tercih edilir ve anlamı şöyle olur: De ki: Arta kalanı infak etsinler. Bununla birlikte ref ile okumak da caizdir. Nahivciler: Ne öğrendin, nahiv mi şiir mi, anlamına gelen: ibaresinin hem nasb ile hem de ref ile okunabileceğini ve her ikisinin de güzel görüldüğünü nakletmişlerdir. Şu kadar var ki âyet-i kerimedeki açıklama ve tefsir "nasb" okuyuşu üzeredir. 2- Âyet-i Kerîmenin Önceki Âyetlerle İlişkisi ve Nüzul Sebebi: İlim adamları der ki: Daha önce geçen âyet-i kerimede: "Onlar sana neyi infak edeceklerini soruyorlar" (el-Bakara, 2/215) âyetinde nafakanın kimlere harcanacağı ile ilgili bir soru idi. Nitekim bunu orada açıklamıştık. Buna verilen cevap da bunun ne olacağını göstermişti. Bu âyet-i kerimede sorulan soru ise infakın miktarı ile ilgilidir. Bu, önceden de geçtiği üzere Amr b. el-Cemuh ile ilgilidir. Yüce Allah'ın: "De ki: Hayır türünden neyi infak ederseniz o anne ve babanın.... dır." (el-Bakara, 2/215) âyeti nazil olunca bu sefer: Ne kadar infak edeyim diye sormuş, bunun üzerine de: "De ki: Arta kalanı" âyeti nazil olmuştur. Arta kalan (el-afv): Kolay gelen, artan, çıkartılıp verilmesi insana ağır gelmeyen demektir. Şairin şu sözleri bu kabildendir: "Bende arta kalanı al ki sana olan sevgim devam etsin Ve ben kızıp köpürdüğüm esnada sen konuşma!" Âyetin anlamı şudur: İhtiyaçlarınızdan arta kalanı ve bu hususta kendinize eziyet vermeyip sizi fakir bırakmayacak şekilde infak ediniz. Âyet-i kerimenin te'vili ile ilgili olarak söylenen en uygun açıklama şekli budur. el-Hasan'ın, Katâde, Atâ, es-Süddî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, İbn Ebi Leyla ve başkalarının açıklamalarının ifade ettiği mana budur. Onlar derler ki: Afv, geçindirmekle yükümlü olduğu aile halkının ihtiyacından arta kalandır. Buna yakın bir açıklama da İbn Abbâs'tan gelmiştir. Mücâhid de der ki: Afv demek, zenginlik üzere (yani muhtaç olmamak halinde) sadaka vermektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sadakanın en hayırlısı zengin olarak verilendir." Bir başka hadiste ise: "Sadakanın en hayırlısı zenginlik zahir iken verilendir." Buhârî, Zekât 18, Nafakat 2; Müslim, Zekât 95; Ebû Dâvûd, Zekât 39; Dârimî. Zekât 21. 22: Müsned. II. 245. 278, 402..., III, 330, 346, 402, 434. Kays b. Sa'd der ki: Bu, farz olan zekâttır. İlim adamlarının çoğunluğu ise, hayır bunlar nafile harcamalardır, demişlerdir. Bunun mensuh olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme nazil olduktan sonra kişinin eğer altın gümüş, ekin veya davar kabilinden bir malı varsa bir yıllık süre ile kendisine ve ailesine yetecek olan miktarı tesbit eder ve onu alıkoyar, geri kalanını da tasadduk ederdi. Şayet emeği ile çalışan bir kimse ise bir gün kendisine ve aile halkına yetecek olan kadarını tutar, geri kalanını tasadduk ederdi. Bu durum farz olan zekâtı tesbit eden âyet-i kerîme nazil oluncaya kadar böylece devam etti. Zekâtı emreden âyet-i kerîme daha önce vermekle emrolundukları her türlü sadakanın (farziyetini) neshetti. Kimisi de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme muhkemdir ve malda zekâtın dışında da bir hak vardır. Ancak âyetin zahiri birinci görüşün lehine delildir. 3- Allah'ın Âyetleri Işığında Düşünmek: Yüce Allah'ın: "Allah, âyetlerini size böyle açıklar" âyeti hakkında el-Mufaddal b. Seleme der ki: Nafaka ve infak ile ilgili âyetlerini böyle açıklar "iyice düşünürsünüz diye, dünya ve âhiret hakkında." Böylelikle mallarınızdan dünyanın mÂişeti için halinizi düzeltecek kadarını alıkoyar ve âhirette faydanıza olacak yollarda geri kalanını infak edersiniz diye. Şöyle de denilmiştir. Bu ifadede takdim ve te'hir vardır. Yani Allah dünya ve âhiret işine dair âyetleri size böylece açıklamaktadır ki, siz de dünya hakkında onun zail olduğu, fani olduğu hakkında düşünüp ona rağbet etmeyesiniz, âhiretin geleceği ve bekası üzerinde de düşünüp ona yönelip arzu duyasınız diye. 220Dünya ve âhiret hakkında. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onların lehine bir ıslah hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada olursanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, fesad yapanı da bilir, ıslah edeni de. Eğer Allah dileseydi elbette sizi zahmete sokardı. Muhakkak Allah Azizdir, Hakimdir." Yüce Allah'ın: "Bir de sana yetimleri sorarlar... Hakimdir." âyetine dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Şanı yüce Allah: "Bir de yetimin malına reşid oluncaya kadar en güzel olandan başka bir suretle yaklaşmayın" (el-En'am, 6/152) âyeti ile: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." (en-Nisa, 4/10) âyetlerini indirince, yanlarında yetim bulunan kimseler gidip yetimin yediğini yediklerinden, içtiğini içtiklerinden ayırdılar. Bu sefer onun yemeğinden artan onun için saklanır oldu. Sonunda yetim ya o artanı yerdi veya bozulurdu. Bu onlara ağır gelmeye başladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumdan söz etmeleri üzerine yüce Allah: "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: Onlar lehine bir ıslah hayırlıdır" âyeti nazil oldu. Bu sefer yediklerini ve içtiklerini yetimin yeyip içtikleriyle karıştırdılar. Bu lâfız Ebû Dâvûd'a aittir. Ebû Dâvûd, Vesâyâ 7; Nesâî, Vesâyâ 11. Âyet-i kerîme önceki âyetler ile ilişkilidir. Çünkü mallar sözkonusu edilmek ile birlikte yetimlerin mallarının da muhafaza edilmesi emri verilmiştir. Denildiğine göre bu soruyu soran Abdullah b. Revaha'dır. Yine denildiğine göre Araplar yemeklerine yetimlerin mallarının karışmasını uğursuzluk kabul ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Yüce Allah'ın yetimlere bakmak, hallerini ıslah etmek, durumlarını düzeltmek kastıyla yetimlerle birlikte bulunmaya izin vermesi, yetimin malında tasarrufta bulunmanın câiz oluşuna delil olduğundan, vasi olan satış, paylaştırma ve başka hususlarda yetimin malında tasarruf edebilir. Çünkü bu âyet-i kerimedeki ifade mutlaktır. Buna göre kişi yetimi himayesine alıp yanında barındırır ve yetim onun nezaretinde olursa, böyle tasarrufta bulunabilir. İsterse onun üzerindeki bir yönetici bu yetimi ona takdim etmemiş olsun. Çünkü âyet-i kerîme mutlaktır ve kefalet bir âmme velayetidir. Halifelerden herhangi birisinden bir kimseyi bir yetime vasi olarak tayin ettiğine dair bir rivâyet gelmemiştir. Halbuki onların dönemlerinde de yetim vardı. Onlar bu hususta yetimlerin, bakıcılarının yanında olmaları ile yetinirlerdi. 3- Yetimin Malını Ortağa Vermek, Malında Ticaret Yapmak: Yetimin malının mudarebe yapılmak üzere verilebileceği ve o malda ticarette bulunabileceğine, yetimin malını bakıcısının malına karıştırmanın câiz olduğuna dair rivâyetler tevatür derecesindedir. Bütün bunlar yetimin malında eğer yetimin salâhına (iyiliğine) uygun ise, yetimin malında alışveriş ile tasarrufta bulunmanın ve yetimin malını başka birisine mudarebe yapmak üzere (ticarî kâr ortaklığı için) vermenin ve ileride açıklayarak belirteceğimiz üzere, diğer yollarla tasarruf etmenin câiz olduğunun delilidir. Bizzat velinin kendisinin, yetimin malını mudarebe ortağı olarak kullanması hususunda görüş ayrılığı vardır. Eşheb bunu kabul etmez ve bunu da yetime kendi malını satmanın ve ondan birşey almanın yasaklandığına kıyas etmiştir. Başkası ise şöyle demektedir: Eğer yetimin malını başkasının verdiği oranda bir kâr vermek üzere kiraz (Mâlikîlerce mudarebe akdine verilen isim) için alırsa bu akid kabul edilir. Nitekim yetimin adına gereken araştırmayı yaptıktan sonra birşey satın alması da böyledir. Bu yetim için daha iyi olur. Muhammed b. Abdulhakem der ki: Yetim adına uygun gördüğü takdirde veresiye satabilir. İbn Kinane der ki: Yetimin düğününde yemek yapmak ve koku almak gibi uygun birtakım harcamaları yapabilir. Yetimin maslahatı ise durumuna göre ve kendisini evlendireceği kişinin durumuna, malının çokluk miktarına göre değişir. İbn Kinane der ki: Yetimi sünnet ettirmesinde de durum böyledir. Şayet itham altında kalmaktan korkarsa bu işi sultana (sorumlu yöneticiye) götürür ve o da ona iktisatlı (orta yolda) hareket etmesini emreder. Yetime, gereken incelemeyi yaparak yaptığı tasarruflar caizdir. Kayırma ve kötü tedbir ve idare yoluyla yaptıkları ise câiz değildir. Âyetin zahiri yetimin velisinin yetime dünya ve âhiret umurunu öğreteceğini, onun lehine başkasını ücretle çalıştırabileceğini, ona meslek öğretecek kimselerin yanında ücretle çalıştıracağını göstermektedir. Yetime herhangi birşey hibe edilecek olursa vasi bunu yetimin lehine ıslah olması sebebiyle onu kabz edebilir. Buna dair daha fazla açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/6.) âyet 1. başlık ve devamında gelecektir. 4- Vasi veya Kefilin Yetimin Malından Harcamaları: Vasi ve kefilin yetimin malından yapacakları harcamaların iki durumu sözkonusudur: Birisinde şahit tutması mümkün olan durumlarda beyyine ile olmadıkça sözü kabul edilmez. Bir diğer durumda ise şahit tutması mümkün olmaz. Bu durumda ise beyyineye gerek olmaksızın sözü kabul edilir. Herhangi bir akar satın alsa ve yine belgelendirilmesi adet haline gelen birşey satın aldığı takdirde, beyyinesiz sözü kabul edilmez. İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayı bizim arkadaşlarımız (Mâlikî mezhebi âlimleri) yetimin vasinin evinde olması ile annesinin ya da bakıcısının yanında olması arasında fark gözetmişlerdir. Şayet yetim vasinin evinde bulunup vasi ona infakta bulunuyor ise, onun için yaptığı nafaka ve giyim harcamaları için şahit tutması istenmez. Çünkü her zaman için yediği ve giydiklerine şahit tutmak onun için pek zordur. Fakat: Ben bir senelik masraf harcadım, diyecek olursa onun bu söylediği kabul edilir. Yetim annesinin ya da bakıcısının yanında bulunuyor ve vasi de ona harcamalarda bulunduğunu ya da anneye yahut bakıcısına nafaka ve giyim masrafını verdiğini iddia ediyorsa, onun anne yahut bakıcısı hakkındaki bu sözleri, annenin ya da bakıcının bunu aylık ya da yıllık kabzettiğine dair beyyine olmadıkça sözü kabul edilmez. 5- Yanındaki Yetim Kızı Nikâhlayan: İlim adamları bakmakta olduğu yetim kızı kendisine nikâhlayan kimse ile yetimin malından kendisi adına birşey satın almak hakkı olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Kefalet ve hadane (baklalık) dolayısıyla nikâh velayetine sahip olmak, akrabalık yoluyla sahip olmaktan daha güçlüdür. Hatta açlık günlerinde çocuklarını teslim eden bedevî Araplar hakkında şöyle demiştir: Onları teslim alanlar o çocukları tıpkı yakınlarını nikâhladıkları gibi nikâhlamak velayetine sahiptirler. Yetime bakan ve çocuğu büyütenin onu kendisine nikâhlamasına gelince, buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde gelecektir. Yetimden birşey satın almaya gelince, Mâlik der ki: Bu konudaki sözlerin meşhur olanına göre satın alabilir. Ebû Hanîfe de böyle demiştir: Yetimin vasisi yetim çocuğun malını kendisine semen-i misilden daha fazlasına satın alabilir. Çünkü bu, yetim lehine bir ıslahtır ve Kur'ân'ın zahir hükmü buna delildir. Şâfiî der ki: Bu nikâh hususunda da satış hususunda da câiz değildir. Çünkü âyet-i kerimede tasarruftan söz edilmemektedir. Aksine yüce Allah orada: "Onlar lehine bir ıslâh hayırlıdır" diye buyurmakta ve burada yetime nezaret eden kimseden söz edilmemektedir. Ebû Hanîfe ise der ki: Yetim için ıslah, bir hayır olduğuna göre onu evlendirmek de onunla evlenmek de caizdir. Şâfiî ise ihtiyacın defi dışında evlilikte bir ıslah olduğu görüşünde değildir. Baliğ olmadan önce ise böyle bir ihtiyaç sözkonusu olmaz. Ahmed b. Hanbel, vasinin evlendirmesini câiz kabul eder. Çünkü bu bir ıslahtır. Şâfiî ise vasi ile birlikte dedenin de evlendirebileceğini kabul eder. Babanın annesi vefat etmiş olan oğlu hakkında böyle bir yetkisi vardır; ancak bu yetki bu âyetin hükmü gereğince değildir. Ebû Hanîfe, hakimin Kur'ân-ı Kerîm'in zahir hükmü gereğince yetimi evlendirmesini kabul eder. Bütün bu farklı görüşler bu âyet-i kerimeden çıkmaktadır. Eğer evlendirmenin ıslah olduğu sabit olursa, o takdirde âyetin zahiri bunun câiz olmasını gerektirmektedir. Yüce Allah'ın: "Bir de sana yetimleri sorarlar" âyetinin anlamının şöyle olması da mümkündür: Yetimlerin kayyumlan veya onların vasileri sana yetimler hakkında soru sorarlar. Bu âyet, mücmeldir. Bundan yetime bakanın ve onun kayyumunun kim olduğu muayyen olarak bilinmediği gibi, onda şart koşulan niteliklerin ne olduğu da bilinememektedir. Denilse ki: Mâlik'in, vasinin eli altındaki yetiminden malını satın almasını câiz kabul etmesi, itham altında kalmak ile ilgili kabul ettiği aslî ilkesini terketmesini gerektirdiği gibi, Seddü'z-Zeraî de bunu gerektirmektedir. Buna şöyle cevap verilir: Hayır, böyle birşey gerekmez. Çünkü bu, nass ile mahzur (yasak) oldukları belirtilmiş mahzur birtakım fiillere götüren yol olması halinde sözkonusudur. Burada ise şanı yüce Allah, yetimlerle birlikte olmaya izin vermiş ve bu konuda şu âyeti ile işi yetimlere bakanların emin oluşlarına bırakmıştır: "Allah fesad yapanı da bilir, ıslah edeni de." Korkulan ve kedisinden çekinilen ve Allah'ın mükellefin güvenilirliğine işi havale ettiği her bir husus hakkında: Bu, yasak kılınan bir işe götürebilir denilerek ondan alıkonulamaz. Nitekim Allah kadınları namus ve iffetleri konusunda güvenilir kılmıştır. Bununla birlikte bu konuda onların söyleyecekleri sözlere bağlı olarak sözkonusu olacak olan hükümler pek büyüktür. Buna dair helallik, haramlık ve nesebler bağı ortaya çıkar. Yalan söylemeleri mümkün olmakla birlikte bu, böyle tesbit edilmiştir. Tavus'a yetimler ile ilgili herhangi bir husus sorulduğunda o da: "Allah fesad yapanı da bilir ıslah edeni de" âyetini okurdu. İbn Sirin'in, yetimin malı hususunda en sevdiği şey, yetimin iyiliğini isteyen kimselerin bir araya gelerek onun için hayırlı olanın kim olduğunu tesbit etmeleri idi. Bunu Buhârî zikretmektedir. Buhârî, Vesâyâ 24. İşte bu, az önce de belirttiğimiz gibi yetimin malından kendi adına birşeyler satın almanın câiz olduğuna delildir. Bu husustaki diğer bir görüş ise, velinin velayeti altında bulunandan herhangi birşey satın almaması şeklindedir. Çünkü bu hususta töhmet altında kalabilir. Ancak bu satışın insanların huzurunda sultan (yetkili organ) tarafından yapılması hali bundan müstesnadır. Muhammed b. el-Hakem der ki: Terikeden birşey satın alamaz. Bununla birlikte kendisi tarafından gönderildiği bilinmeyecek olur ise, terikeden kendisi adına birşeyler satın alacak bir kimseyi görevlendirmesinde bir mahzur yoktur. 6- Yetimlerle Bir Arada Kalmak: Yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada olursanız, onlar sizin kardeşlerinizdir" âyetinde sözü geçen bir arada karışık olmak, hurmanın hurmaya karıştırılması gibi misli misle karıştırılması kabilindendir. Ebû Ubeyd der ki: Yetimlerle bir arada olmak (muhalata), herhangi birisinin bir malının bulunması ve onu kefaleti altında bulunduranın da kendisinden yemeğini ayırmasının zor olması ve kendi baktığı kimselerle onu birlikte karışık bulundurmasının kaçınılmaz olduğunu görmesi üzerine, yetimin malından gerekli araştırmayı yaparak, ona yeteceğine kanaat getirdiği bir miktarı alıp bunu da çoluk çocuğuna yaptığı masrafa katması demektir. Böyle bir işte kimi zaman fazlalık, kimi zaman eksiklik sözkonusu olabilir. İşte bu neshedici âyet, bu hususa dair ruhsatı getirmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Bence bu âyet, yol arkadaşlarının yaptıklarına aslî bir delil teşkil eder. Onlar aralarında masrafları eşit bir şekilde bölüşürler. Halbuki kimi zaman az ve çok yemek açısından aralarında fark bulunabilir. Bununla birlikte daha az yiyen herkes, arkadaşının fazladan birşeyler yemesini gönül hoşluğuyla kabul etmeyebilir. Bu durum, yetimlerin mallarında kabul edilebilir olduğuna göre, başkaları arasında kabul edilebilir olması öncelikle sözkonusudur. Şayet böyle bir hüküm olmasaydı bu konuda işin insanlar aleyhine daraltılabileceğinden korkardım. 7- Allah Fesat Yapanı da Islah Edeni de Bilir: Yüce Allah'ın: "Sizin kardeşlerinizdir" âyeti mahzuf bir mübtedânın haberidir. Yani onlar sizin kardeşlerinizdir, demektir. Yüce Allah'ın: "Allah, fesad yapanı da bilir ıslah edeni de" âyeti bir sakındırmadır. Yani yetimlerin mallarını kimin ifsad edip bozduğunu da bilir, onları kimin ıslah ettiğini de bilir. O bakımdan herkese ıslah yapmasının da fesat yapmasının da karşılığını verir. 8- Allah Dileseydi Sizi Zahmete Sokabilirdi: Yüce Allah'ın: "Eğer Allah dileseydi elbette sizi zahmete sokardı" âyeti ile ilgili olarak el-Hakem, Miksem'den, o İbn Abbâs'tan: "Eğer Allah dileseydi elbette sizi zahmete sokardı" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şayet o dileseydi yetimlerin mallarından size geçeni, helâk edici bir sebep kılardı. "Zahmete sokardı" âyetinin ez-Zeccâc ve Ebû Ubeyde'den helâk ederdi, anlamına geldiği de nakledilmiştir. el-Kutebî de der ki: Sizin için işi daraltır ve sıkı tutardı. Fakat O, sadece size kolaylaştırmayı dilemiştir. Anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Yani O size edası yerine getirilmesi sizin için oldukça zor ve sıkıntılı olan şeylerle sizi mükellef tutar, onlarla birlikte olmak dolayısıyla sizi günah ile karşı karşıya bırakırdı. Tıpkı sizden öncekilere yaptığı gibi. Fakat O, sizin yükünüzü hafifletmiştir. el-Anet (zahmet): Meşakkat demektir. Bağlanmış bir kemiğe birşey isabet edip onu kırdığı zaman da bu kökten gelen "a'nete" fiili kullanılır. Bağlandıktan sonra ayaklarında kırılma görülen ve bu haliyle yürümesi mümkün olmayan hayvan hakkında da bu tabir kullanılır. Tırmanılması oldukça zor olan tepecik hakkında da (aynı kökten olmak üzere): "Anut" sıfatı kullanılır. İbnu'l-Enbarî der ki: Bu kelimenin asıl manası işi zorlaştırmak demektir. Araplar bu kelimeyi kullandıklarında karşı tarafa işi zorlaştırıp ağırlaştırmak ve yerine getirilmesi zor olan işleri yerine getirmek zorunda bırakmak halini kastederler. Daha sonra bu kelime helâk anlamına nakledilmiştir. Asıl anlamı bizim yaptığımız açıklamadadır. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah Azizdir" âyeti, hiçbir şey O'nun iradesine karşı duramaz; "Hakimdir," O mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunur, hiç kimse O'na engel olamaz, demektir. O aziz ve celil olandır, yücedir ve pek büyüktür. 221Müşrik kadınları îman edinceye kadar nikâhlamayın. Mü’min bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de îman edinceye kadar nikâhlamayın. Mü’min bir köle, hoşunuza gitse bile elbette müşrik bir erkekden daha hayırlıdır. Onlar ateşe davet ederler. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet eder ve âyetlerini insanlara öğüt alsınlar diye apaçık bildirir. Bu âyet-i kerimenin: "Müşrik kadınları îman edinceye kadar nikâhlamayın. Mü’min bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından elbette daha hayırlıdır" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Müşrik Kadını Nikâh Altına Almak: Yüce Allah'ın: "Nikâhlamayın" âyetini Cumhûr "te" harfini üstün olarak okumuştur. Şâz bir kıraatte ötreli olarak okunmuştur. Sanki bundan: Âdeta onunla evlenecek olan erkek, o kadının nikâhı altına girecek, gibi bir mana çıkar. "Nikâh" kelimesinin asıl anlamı cimâdır. Kelimenin evlilik hakkında kullanılması, anlama verilen bir genişlik dolayısıyladır. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir. Şanı yüce Allah yetimlerle birlikte yaşamaya ve nikâh dolayısıyla bir arada olmaya izin verdiğini beyan ettikten sonra, müşriklerle nikâhlanmanın, evlenmenin sahih olmayacağını beyan etmektedir. Mukâtil der ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Mersed el-Ğanevî hakkında nazil olmuştur. Bunun adının Mersed b. Ebi Mersed olduğu da söylenmiştir. Asıl ismi ise Kennâz b. Husayn el-Ğanevî'dir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu Mekke'ye, ashabından bir adamı çıkartıp getirmek üzere gizlice göndermişti. Mekke'de cahiliyye döneminde iken sevdiği Anak adında bir kadını vardı. Bu kadın ona geldi. Kadına: İslâm cahiliyye döneminde olanı haram kılmıştır, deyince kadın: O halde benimle evlen, dedi. Bu sefer: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin almadıkça yapamam dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Ondan izin istedi. Hazret-i Peygamber onunla evlenmeyi yasakladı. Çünkü kendisi müslüman, o kadın ise müşrik idi. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 74; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 614. Rivâyet, görüldüğü gibi mürseldir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Nûr Sûresi'nde (24/3. âyet 2. başlıkta) gelecektir. 3- Bu Âyet-i Kerîmenin Anlaşılması ile İlgili Görüşler: İlim adamları bu âyet-i kerimenin te'vili hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim şöyle demektedir: Yüce Allah, Bakara Sûresi'nde müşrik kadınları nikâhlamayı haram kıldıktan sonra, bunların genelinden kitap ehlinin kadınlarını neshetti ve Maide Sûresi'nde (5/5. âyette) onlarla nikâhlanmayı helal kıldı. Bu görüş İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Mâlik b. Enes, Süfyan b. Said es-Sevrî, Abdurrahman b. Amr el-Evzaî de bu görüşü beyan etmişlerdir. Katâde ve Saîd b. Cübeyr ise şöyle derler: Bu âyet-i kerimenin lâfzı, her kâfir kadın hakkında geneldir. Ancak bununla kastedilen, özellikle kitap ehli kadınlarıdır. Ancak Maide Sûresi'ndeki âyet-ı kerîme bu hususî hükmü beyan etmiş olup buradaki umum ifade hiçbir şekilde kitap ehli kadınlarını kapsamamaktadır. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin iki görüşünden biridir. Birinci görüşe göre umum onları kapsar; daha sonra Maide Sûresi bu umumun bir kısmını neshetmiştir. Mâlik'in görüşü de budur. Bunu İbn Habib zikretmiş ve şöyle demiştir: Yahudi ve hıristiyan kadın ile nikâhlanmayı her ne kadar yüce Allah helal kılmış ise de, bu istiskal edilen ve yerilen birşeydir. İshak b. İbrahim el-Harbî der ki: Bazıları Bakara Sûresi'ndeki bu âyet-i kerimeyi neshedici, Maide Sûresi'ndeki âyeti de mensuh olarak kabul etmişler ve böylelikle Kitap ehli olsun veya olmasın, müşrik olan her kadın ile nikâhlanmayı haram kabul etmişlerdir. en-Nehhâs der ki: Bu görüşü ileri sürenlerin lehine delil olarak gösterilebileceklerden birisi de sahih sened ile naklettiğimiz Muhammed b. Reyyân'ın bize anlattığıdır. O dedi ki: Bize Muhammed b. Rumh anlattı dedi ki: Bize el-Leys, Nafı'den anlattı. Buna göre Abdullah b. Ömer'e bir erkeğin hıristiyan yahut yahudi bir kadın ile nikâhlanmasına dair soru sorulduğunda şöyle dermiş: Allah, müşrik kadınları mü’minlere haram kılmıştır ve ben bir kadının rabbinin Îsa olduğunu yahut Allah'ın kullarından bir kulun onun rabbi olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum. en-Nehhâs der ki: Ancak bu, sözleri delil kabul edilen cemaatin ileri sürdüğü görüşün dışında kalan bir görüştür. Çünkü sahabe ve tabiinden bir topluluk, kitap ehli kadınlarını nikâhlamanın helal olduğunu belirtmiştir ki, Osman, Talha, İbn Abbâs, Cabir ve Huzeyfe (r. anhum) bu ashab arasındadır. Tabiinden de Said b. el-Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, el-Hasen, Mücâhid, Tavus, İkrime, eş-Şâ'bî ve ed-Dahhâk da vardır. Değişik bölgelerdeki fukaha da bu görüştedir. Aynı şekilde Bakara Sûresi'nden olan bu âyet-i kerimenin, Maide Sûresi'nde yer alan âyeti neshedici olması imkansızdır. Çünkü Bakara Süresi Medine'de ilk olarak nazil olan sûrelerden, Maide ise son nazil olan sûrelerdendir ve ancak sonra gelen önce geleni neshedebilir. İbn Ömer'in sözüne gelince; bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü İbn Ömer (radıyallahü anh) naslara bağlı (mütevakkif) bir kimse idi. Âyetlerden birisinde helal kılındığını öbüründe haram kılma hükmünü işitince ve bu konuda ona neshe dair bir haber ulaşmayınca tevakkuf etti (naslara bağlılığından dolayı durdu, görüş beyan etmedi.) Neshe dair ondan bir görüş nakledilmiş değildir. Onun adına başkaları tarafından tevilde bulunulmuştur. Nasih ve mensuh ile ilgili açıklamalar ise te'vil ile alınıp öğrenilmez. İbn Atiyye de şunu zikreder: İbn Abbâs, ondan nakledilen kimi rivâyetlerde şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme putperest, mecûsi ve kitap ehli olan kadınlar hakkında geneldir. Aynı şekilde İslâm dininden başka bir din üzere olanların hepsi haramdır. Bu görüşe göre bu âyet-i kerîme Maide Sûresi'ndeki âyet-i kerimeyi neshedicidir. Bunun bir benzeri de Muvatta’''da yer alan İbn Ömer'e ait şu sözdür: Bir kadının rabbinin Îsa olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum. İbn Abdi’l-Berr, Muvatta’''ya yazdığı şerhi el-İstizkar (XVI, 270)te bunu zikretmektedir. Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre o, Talha b. Ubeydullah ile Huzeyfe b. el-Yeman'ın evlendikleri kitap ehli kadınları birbirinden ayırmış ve bunun üzerine onlar: Ey mü’minlerin emiri, gerekirse onları boşarız, sen kızma! demeleri üzerine o, şöyle demiştir: Onları boşamak câiz olsa nikâhlamak da câiz olur. Fakat ben bir küçüklük ve bir zillet olduğundan dolayı birbirinizden ayırıyorum. İbn Atiyye der ki: Ancak bunun pek iyi bir senedi yoktur. Senedi bundan daha iyi bir rivâyet şudur: Hazret-i Ömer bunları birbirinden ayırmak istemiş, Huzeyfe ona: Onun bana haram olduğunu mu söylüyorsun? O takdirde ey mü’minlerin emiri, ben onu bırakırım, yoluna gitsin. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: Hayır ben onun haram olduğunu söylemiyorum, fakat bunların mazbut olmayanları ile evlenebileceğinizden korkuyorum, demişti. İbn Abbâs'tan da buna yakın bir rivâyet gelmiştir. İbnu'l-Münzir ise kitap ehli kadınları nikâhlamanın câiz olduğunu, Ömer b. el-Hattâb'dan ve en-Nehhâs'ın ashab-ı kiram ile tabiinden sözünü ettiği kimselerden, câiz olduğunu nakletmektedir. Bu konuya dair açıklamaların sonunda da şunları söyler: Öncekilerden herhangi bir kimsenin bunu haram kıldığına dair sahih hiçbir rivâyet yoktur. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Bu iki âyet-i kerîme arasında herhangi bir tearuz (zıtlık ve çatışma) yoktur. Çünkü lâfzın zahiri olan şirk kitap ehlini kapsamaz. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ehl-i kitaptan olsun, müşrikler olsun bütün kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler." (el-Bakara, 2/105) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler kendilerine apaçık delil gelinceye kadar ayrılmayacaklardır." (el-Beyyine, 98/1) Bu âyetinde yüce Allah lâfız itibariyle onlar arasında ayırım gözetmektedir. Atfın zahirî anlamı ise, kendisine atfeden ile atfedilenin birbirinden ayrı olmasını gerektirir. Aynı şekilde "şirk" ismi umumi bir lafızdır, nas değildir. Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden namuslu ve iffetli (muhsana) kadınlar" (el-Maide, 5/5) âyetinin: "Mü’minlerden namuslu ve iffetli olan kadınlar" âyetinden sonra gelmesi bir nastır. Dolayısıyla muhtemel bir mana ifade eden âyet ile muhtemel mana ifade etmeyen âyet arasında tearuz sözkonusu değildir. Şayet: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu ve iffetli kadınlar" (el-Maide, 5/5) âyeti ile sizden önce kendilerine kitap verilip de İslâm'a girenler kastedilmektedir. Tıpkı: "Muhakkak ki kitap ehlinden Allah'a.. îman edenler vardır." (Âl-i İmrân, 3/199) âyeti ile: "Kitap ehlinden öyle bir topluluk vardır ki onlar ayakta dururlar.." (Âl-i İmrân, 3/113) âyetlerini andırmaktadır; denilecek olursa şöyle denilir: Bu, yüce Allah'ın: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu ve iffetli olanlar" âyetindeki nassa ve Cumhûrun söylediklerine muhaliftir. Çünkü İslâm'a girip de müslümanlardan bir fert olanlar ile evlenmenin câiz olduğu, herhangi bir kimse için içinden çıkılamaz bir mesele değildir. Şayet: Yüce Allah (bu âyette): "Onlar ateşe davet ederler" diye buyurmakta ve böylelikle onların nikâhlanmalarının haram kılınış illetini ateşe davet etmeleri olarak tesbit etmektedir, denilirse bunun cevabı da şudur: Bu, yüce Allah'ın: "Mü’min bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından elbette ki daha hayırlıdır" âyetinin illetidir. Çünkü müşrik cehenneme davet eder. Ayrıca bu, bütün kâfirler hakkında geçerli bir illettir. Müslüman kayıtsız ve şartsız olarak kâfirden daha hayırlıdır ve bu, apaçıktır. 4- Harbî Olan Kitap Ehli Kadınlarla Evlenmek: Harbî oldukları takdirde kitap ehli kadınlarla evlenmek, helal değildir. İbn Abbâs'a bu hususta soru sorulmuş, o da helal olmaz demiş ve yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen... lerle Savaşınız.." (et-Tevbe, 9/29) âyetini sonuna kadar okumuştur. Bu hadisi nakleden muhaddis der ki: Ben bunu İbrahim en-Nehaî'ye naklettim, o da bunu oldukça beğendi. Benzer rivâyeti el-Hakem b. Utbe, İbrahim'den nakletmektedir: el-İstizkâr, XVI, 271-272 Mâlik, harbî kadınlarla evlenmeyi mekruh görmüştür. Buna sebebse çocuğun dar-ı harb'te terkedilmesi, kadının domuzda tasarrufta bulunmasıdır. 5- Mü’min Bir Cariye Müşrik Bir Kadından Daha Hayırlıdır: Yüce Allah'ın: "Mü’min bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından elbette daha hayırlıdır" âyeti başkasının mülkiyeti altındaki mü’min bir cariyenin, makam ve servet sahibi olsa dahi müşrik bir kadından daha hayırlı olduğunu haber vermektedir. İsterse müşrik kadın güzellik ve diğer hususlar itibariyle hoşlanılan bir durumda olsun. Taberî ve başkalarının görüşü budur. Bu âyet, Huzeyfe b. el-Yeman'a ait Hansa adında siyah bir cariye hakkında nazil olmuştur. Huzeyfe ona: Ey Hansa, sen siyahlığın ve çirkinliğin ile birlikte mele-i ala'da anıldın ve yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde senden söz etti, dedi ve onu azad ettikten sonra da onunla evlendi. es-Süddî de dedi ki: Bu âyet Abdullah b. Revâha hakkında nazil olmuştur. Onun siyah bir cariyesi vardı. Kızdığı bir sırada ona tokat attı, daha sonra da pişman oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi ve durumu ona bildirdi. Hazret-i Peygamber ona: "Ey Abdullah, bu cariye nasıl birşeydir?" diye sorunca şöyle cevap verdi: Oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzelce abdest alıyor ve iki şehadeti getiriyor. Bunun üzerine Resûlüllah: "Bu mü’min bir cariyedir" deyince İbn Revaha: Yemin olsun onu azad edeceğim ve onunla evleneceğim, dedi ve dediğini yaptı. Müslüman bazı kimseler bundan dolayı onu tenkid etmeye koyuldular ve: Bir cariye ile evlendi, dediler. Halbuki onlar müşriklere kız nikâhlamayı uygun görüyorlar ve soylarına rağbet dolayısıyla onlara kız verdikleri oluyordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Vâhidî, Eabâbu'n-Nûzûl, s. 75; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 615. 6- Kitap Ehli Cariyelerinin Nikâhlanması: İlim adamları, kitap ehli cariyelerle evlenme hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Kitap ehli bir cariye ile evlenmek câiz değildir. Eşheb ise Muhammed'in Kitab'ında İslâm'a girip de nikâhı altında kitap ehlinden bir cariye bulunan kimse hakkında şöyle demiştir: Bunlar birbirlerinden ayrılmazlar. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise kitap ehli cariyelerinin nikâhlanması caizdir, demiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe'nin mezhebine mensub ilim adamları, kitap ehli olan cariyenin nikâhlanmasının câiz olduğuna yüce Allah'ın: "Mü’min bir cariye hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından daha hayırlıdır" âyetini delil gösterirler. Âyet-i kerimenin delil olma yönü şöyledir: Şanı yüce Allah, mü’min bir cariye ile müşrikenin nikâhlanması arasında hangisinin hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Şayet müşrik bir cariyenin nikâhlanması câiz olmasaydı yüce Allah bunlar arasında hayır bakımından bir mukayese yapmazdı. Çünkü böyle bir mukayese câiz olan iki şey arasında sözkonusu olur. Câiz ve câiz olmayan arasında ve birbirine zıt iki şey arasında olmaz. Cevap şudur: Zıt iki şey arasında hayır bakımından bir mukayese, hem dilde hem de Kur'ân-ı Kerîm'de caizdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde cennet ehlinin karar kılacakları yer de daha hayırlı, gün ortası istirahatleri de daha güzeldir." (el-Furkan, 25/24) Hazret-i Ömer de Ebû Mûsa'ya yazdığı mektubunda şöyle demiştir: "Hakka dönmek, batılda kalmaktan daha hayırlıdır." Bir diğer cevap: Yüce Allah'ın: "Bir cariye" âyeti ile mülkiyet altındaki kölelik kastedilmemektedir. Bundan kasıt insanlık yönüdür. Bütün Âdemoğulları ve Âdemkızları hep birlikte Allah'ın köleleri ve cariyeleridir. Bunu Basra kadısı Ebû'l Abbas el-Cürcanî söylemiştir. 7- Mecûsi Kadınlarla Evlenmek: Mecûsi (ateşe tapan) kadınlarla evlenme hakkında rukahanın farklı görüşleri, vardır. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, Evzaî ve İshak bunun yasak olduğunu belirtmişlerdir. İbn Hanbel de: Böyle birşey hoşuma gitmez, demiştir. Huzeyfe b. el-Yeman'ın mecûsi bir kadınla evlendiği ve Hazret-i Ömer'in ona: O'nu boşa, dediği de rivâyet edilmektedir. İbnu'l-Kassar der ki: Mezhebimize mensub kimi ilim adamları şöyle demiştir: İki görüşten birisine göre onların kitabı vardır. Dolayısıyla onlarla nikâhlanmak câiz olmalıdır. İbn Vehb ise Mâlik'ten şunu rivâyet etmektedir: Mecûsi cariyeyle ona malik olmak dolayısıyla ilişki kurmak câiz değildir. Aynı şekilde putperest ve diğer kâfir cariyelerin durumu da budur. İlim adamları cemaati bu görüştedir. Ancak Yahya b. Eyyub'un İbn Cüreyc'den, onun Atâ ve Amr b. Dinar'dan şu rivâyeti müstesnadır. Buna göre Atâ ve Amr b. Dinar'a mecûsi cariyelerin nikâhlanması hakkında soru sorulmuş, bunlar da: Bunda bir mahzur yoktur demiş ve yüce Allah'ın şu: "Müşrik kadınları... nikâhlamayın" âyetini böylece te'vil etmişlerdir. Bu, onlara göre nikâh akdi hakkındadır. Mülk edinmek üzere satın alınan cariye hakkında değildir. Ayrıca Evtaslılardan alınan esirleri de buna delil gösterirler. Ashab-ı kiram onlara malik oldukları için onların cariyeleri ile birlikte olmuşlardı. en-Nehhâs der ki: Bu şaz bir görüştür. Evtaslıların esirlerine gelince bu cariyelerin İslâm'a girmiş olmaları mümkündür. Böylelikle onların nikâhlanmaları da câiz olmuştur. Yüce Allah'ın: "Müşrik kadınları îman edinceye kadar nikâhlamayın" âyetini delil göstermek ise yanlıştır. Çünkü onlar burada "nikâh" kelimesini bildiğimiz akit anlamında anlamışlardır. Sözlükte "nikâh" kelimesi hem bilinen nikâh akdi hakkında, hem de cinsî ilişki anlamında kullanılır. Yüce Allah: "Müşrik kadınları., nikâhlamayın" demek suretiyle, ister nikâh olsun, ister ilişki kabilinden olsun, müşrik kadınlar için sözkonusu olan nikâhın her türlüsünü haram kılmış oluyor. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr de der ki: el-Evzaî dedi ki: Ben ez-Zührî'ye, mecûsi bir cariyeyi satın alan bir kişinin onunla ilişki kurup kuramayacağını sordum. O da şöyle dedi: Allah'tan başka bir ilâh olmadığına şahitlik ederse onunla ilişki kurabilir. Yûnus'tan gelen rivâyete göre o İbn Şihab'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Müslüman olmadıkça onunla ilişki kurması ona helal olmaz. Ebû Ömer der ki: İbn Şihab'ın İslâm'a girmedikçe onunla ilişki kurması ona helal olmaz, şeklindeki sözü -ki o Meğazî ve Siyer'i insanlar arasında en iyi bilendir- Evtaslılardan alınan cariyelerle İslâm'a girmeksizin ilişki kurulduğunu ileri sürenlerin görüşlerinin tutarsızlığına bir delildir. Bu, aralarında Atâ ve Amr b. Dinar'ın da bulunduğu bir kesimden rivâyet edilmiştir. Onlar mecûsi cariye ile ilişki kurmakta mahzur yoktur, demişlerdir. Ancak böyle bir görüşe İslâm aleminin çeşitli bölgelerinde bulunan fukahâdan herhangi bir kimse iltifat etmiş değildir. Hasan-ı Basrî'den -ki kendisinin de bölgesinde yaşayanların da gazaları hep Parslara onların ötesinde bulunan Horasanlılara karşıdır ve bunların hiçbirisi kitap ehli değildir- esir alındıkları takdirde mecûsi kadınlar hakkında ne şekilde uygulama yapıldığını açıklayan rivâyetler gelmiş bulunmaktadır. İşte bu konuda Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Bize Abdullah b. Muhammed b. Esed anlattı, dedi ki: Bize İbrahim b. Ahmed b. Firâs anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Abdülaziz anlattı dedi ki: Bize Ebû Ubeyd anlattı dedi ki: Bize Hişam, Yûnus'tan, o el-Hasen'den anlatarak dedi ki: Bir adam ona (Hasan-ı Basrîye): Ey Ebû Said, o kadınları esir aldığınız vakit onlara nasıl bir uygulama yapıyordunuz? diye sordu, şu cevabı verdi: Onu kıbleye döndürür, İslâm'a girmesini, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmesini emrederdik, sonra gusletmesini emrederdik. Sahibi onunla ilişki kurmak istediği takdirde de onu istibrâ etmedikçe onunla ilişki kurmazdı. Buna göre ilim adamları, topluluğunun yüce Allah'ın: "Müşrik kadınları îman edinceye kadar nikâhlamayın" âyetini putperest ve mecûsi kadınlar diye anlamış olmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, kitap ehli olan kadınları: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar..." âyeti ile helal kılınmış bulunmaktadır. Burada sözü geçen "muhsan kadınlar"dan kasıt iffetli, namuslu kadınlar ve zina ettikleri bilinmeyen müslüman kadınlardır. Fukahâ arasında mecûsi olan cariyenin nikâhlanmasını ve ona malik olmak sebebiyle onunla ilişki kurmayı, tevbe etmedikçe mekruh görenler vardır. Çünkü böyle yapıldığı takdirde nesebin ifsad edilmesi sözkonusudur. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 268-269 Âyetin: "Müşrik erkeklere de îman edinceye kadar nikâhlamayın. Mü’min bir köle hoşunuza gitse bile elbette müşrik bir erkekten daha hayırlıdır" bölümüne dair açıklamalarımızı da onbir başlık halinde sunacağız: 1- Müslüman Kadın Müşrikle Evlendirilemez: Yüce Allah'ın: "Nikâhlamayın" âyeti, müslüman kadını müşrikle evlendirmeyin, demektir. Ümmet, müşrik bir kimsenin herhangi bir şekilde mü’min bir kadınla ilişki kuramayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Çünkü bu, İslâm aleyhine küçüklük ifade eder. Kurrâ "Nikâhlamayın" âyetindeki "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu âyet-i kerimede veli olmadıkça nikâh olmayacağına nas ile delil vardır. -Muhammed b. Ali b. el-Huseyn der ki: Veli ile nikâh Allah'ın Kitabındadır. Böyle dedikten sonra da: "Müşrik erkeklere de .. nikâhlamayın" âyetini okumuştur. İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Velisiz nikâh olmaz." Buhârî, Nikâh 36'da bab başlığı olarak kaydederek, buna delil âyet ve hadisleri zikretmektedir.' Bu lafızla hadisin yer aldığı kaynaklar: Ebû Dâvûd, Nikâh 18,19; Tirmizî, Nikâh 14; İbn Mûee, Nikâh 15; Dûrakutnl, III, 219-221, 225, 226, 229; el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, IV, 286-287; Beyhakî, ea-Sünenul-Kübrâ, VII, 90,172-174, 176,177,180, 201-204, 224, X, 250... İlim ehli velisiz nikâh hakkında farklı görüşlere sahiptir. İlim ehlinin pek çoğu velisiz nikâh olmaz, demişlerdir. Bu hadis Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Ebû Hüreyre (radıyallahü anhüm)dan rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdülaziz, Cabir b. Zeyd, Süfyan es-Sevrî, İbn Ebi Leyla, İbn Şubrume, İbnu'l-Mübarek, Şâfiî, Ubeydullah b. el-Hasen, Ahmed, İshak ve Ebû Ubeyd de hep bu görüştedir. Derim ki: Bu aynı zamanda Mâlik'in de görüşüdür. Allah, onların hepsinden razı olsun. Ebû Sevr ve Taberî de bu görüştedir. Ebû Ömer der ki: Velisiz nikâh olmaz, diyenlerin delili şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Velisiz nikâh olmaz" dediği sabit olmuştur. Bu Hadîs-i şerîfi Şu'be ve es-Sevrî, Ebû İshak'tan o Ebû Burde'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. Mürsel hadisleri kabul edenlerin bu hadisi de kabul etmeleri gerekir. Mürsel hadisi kabul etmeyenlerin de bu hadisi kabul etmeleri gerekir. Çünkü bu hadisi muttasıl senedle rivâyet edenler, hadis hafızı ve sika olan kimselerdir. Bu hadisi mevsul olarak rivâyet edenler arasında İsrail ve Ebû Avane de vardır. Her ikisi bunu Ebû İshak'tan o Ebû Burde'den, o Ebû Mûsa'dan o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmişlerdir. İsrail ve ona tabi olan diğer raviler hafız ravilerdir. Hafızın yaptığı fazlalık ise kabul edilir. Ayrıca bu fazlalığı pek çok asıl da desteklemektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Artık kocalarına varmalarına engel olmayınız..."(el-Bakara, 2/232) Bu âyet-i kerîme kızkardeşini kocasına geri dönmekten engellemek isteyen Makil b. Yesar hakkında nazil olmuştur. Buhârî'de böyle demiştir. Buhârî, Tefsir 2. sûre 40. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Nikâh 19-20; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 28; Dûrakutnî, III, 224, Beyhakî, es-Sünen, VII, 167. Şayet velinin nikâhlamakta bir hakkı olmasaydı ona böyle bir engellemeye kalkışması yasaklanmazdı. Derim ki: Yüce Allah'ın Kitabında yine buna delil olan âyetlerden birisi de şudur: "O halde onları yakınlarının izniyle nikâhlayın" (en-Nisa, 4/25); "Sizden evli olmayanları nikâhlayın." (en-Nûr, 24/32) Burada yüce Allah nikâhlamak hususunda erkeklerden başkalarına hitap etmemektedir. Eğer kadınların bu konuda bir yetkileri olsaydı mutlaka onları sözkonusu ederdi. Buna dair açıklamalar Nûr Sûresi'nde (24/32. âyette) gelecektir. Şanı yüce Allah Hazret-i Şuayb'den naklederek: "İsterim ki bu iki kızımdan birini sana nikâhlayayım" (el-Kasas, 28/27) diye buyurmaktadır. Nitekim buna dair açıklamalar Kasas Sûresi'nde (işaret edilen âyette) gelecektir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler." (en-Nisa, 4/34) Böylelikle hem Kitapda hem Sünnetde velisiz nikâh olmayacağına dair birbirini destekleyici âyetler yer almaktadır: Taberî der ki: Hazret-i Hafsa'nın dul kalması üzerine Hazret-i Ömer'in onu nikâhlayıp bizzat kendisinin bu nikâhı yapmamasında; "baliğ ve hür kadın kendisini evlendirebilir ve velisi olmaksızın nikâhını akdedebilir" diyenlerin görüşünü iptal eden bir nokta vardır. Eğer bu Hazret-i Hafsa'ya ait bir yetki olsaydı, babasından daha çok yetkisini elinde bulundurabilseydi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hafsa'ya bizzat kendisine talip olmayı bırakmaz ve onu evlendirmek ve onun adına akid yapmak yetkisini elinde bulundurmayan birisinden (yani babasından) ona talip olmazdı. Ayrıca bu, Hazret-i Peygamber'in: "Dul kadın, velisinden daha çok kendisi üzerinde hak sahibidir" Müslim, Nikâh 66; Ebû Dâvûd, Nikâh 24, 25; Tirmizî, Nikâh 18; Nesâî, Nikâh 31; İbn Mûee, Nikâh 11. hadisini de beyan etmektedir. Bunun anlamı şudur: Dul kadın, kendisi üzerinde onun rızası olmaksızın nikâh akdi yapılamayacağını ifade eder, yoksa velisi olmaksızın kendisini nikâh akdi ile bağlamak hususunda kendisi üzerinde daha çok hak sahibidir, anlamında değildir. Dârakutnî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadın kadını evlendirmez, kadın kendisini evlendirmez. Çünkü kendi kendisini evlendiren zaniyedir." (Dârakutnî) dedi ki: Bu sahih bir hadistir. Dârakutnî, III, 227-228. Ebû Dâvûd da Süfyan'dan, o ez-Zührî'den, o Urve'den o da Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Velisinin izni olmaksızın nikâhlanan herhangi bir kadının nikâhı batıldır. -(Bu sözü) üç defa tekrarladı.- Şayet onunla zifafa girerse ondan elde ettiği karşılığında onun için mehir vardır. Eğer aralarında anlaşmazlık çıkarsa sultan (yönetici) velisi olmayanın velisidir." Bu hadis sahihtir. Ebû Dâvûd, Nikâh 18, 19; Tirmizî, Nikâh, 14; İbn Mâce, Nikâh 15. İbn Uleyye'nin İbn Cüreyc'den naklettiği şu sözüne itibar edilmez: Ben bunu ez-Zührîye sordum, o bunu bilmediğini belirtti. Ancak böyle bir sözü İbn Uleyye dışında İbn Cüreyc'den nakletmiş kimse yoktur. Bunu (bu hadisi) ez-Zühri'den bir grup rivâyet ettiği halde böyle birşeyden söz etmezler. ez-Zührî'den böyle bir söz söylediği sabit olsa bile bu, delil olmaz. Çünkü bu hadisi ondan sika kimseler rivâyet etmişlerdir ki Süleyman b. Mûsa bunlar arasındadır. Süleyman b. Mûsa ise sika ve İmâm bir kimsedir. Ca'fer b. Rabia da ondan rivâyet etmiştir. Eğer ez-Zührî bunu unutmuş ise onun unutması da buna zarar vermez. Çünkü Âdemoğlu unutmaktan yana korunmuş değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdem unuttu, bunun için onun zürriyetide unutur." Tirmizî, Tefsir 7. sûre 3; İbn Sa'd, Tabakat, I, 28. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da unuturdu. Onun dışındakilerin unutması daha da sözkonusudur. Hıfzeden de unutana karşı bir delildir. Bir haberi güvenilir (sika) bir ravi rivâyet ederse, onu unutanların unutmasının o habere zararı olmaz. Bununla birlikte eğer İbn Uleyye'nin İbn Cüreyc'den naklettiği sahih olsa idi, peki nasıl ilim ehli olan kimseler bunu reddetmiş ve ona herhangi bir şekilde iltifat etmemişlerdir? Bu nasıl izah edilebilir? Derim ki: Bu hadisi Ebû Hâtim Muhammed b. Hibban et-Temimî el-Büstî "et-Tekasim ve'l-Enva" üzerine topladığı sahih Müsnedinde senedinde herhangi bir kopukluk ve onu nakledenler hakkında herhangi bir cerhin sübutu olmaksızın Hafs b. Ğıyas'tan, o İbn Cüreyc'den, o Süleyman b. Mûsa'dan, o ez-Zührî'den, o Urve'den, o Hazret-i Âişe'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Veli ve adaletli iki şahit olmaksızın nikâh olmaz. Bundan başka türlü olan herhangi bir nikâh batıldır. Eğer bunlar aralarında anlaşmazlık çıkarsa sultan velisi olmayanın velisidir." Ebû Hâtim dedi ki: İbn Cüreyc'in Süleyman b. Mûsa'dan onun ez-Zühri'den naklettiği haberinde: "Adaletli iki şahit" ifadesini yalnız şu üç kişi söylemiştir Suveyd b. Yahya el-Umevî, Hafs b. Ğıyas'tan; ikincisi Abdullah b. Abdurrahman el-Cumahî; Halid b. el-Haris'ten; üçüncüsü ise Abdurrahman b. Yûnus er-Rakkî; Îsa b. Yûnus'tan yoluyla rivâyet edilmiştir. İki şahit ile ilgili olarak bu haberin dışında sahih başka bir haber yoktur. Bu haber "sabit olduğu takdirde, artık Kitap ve Sünnet velisiz nikâhın olmayacağını açıkça ifade ediyor demektir. Dolayısıyla bunlara mu/ıa/ıT olanların herhangi bir anlamı ez-Zührî ve en-Nehaî şöyle dermiş: Kadın kendisini denk (küfüv) birisiyle iki şahitle evlendirdiği takdirde bu câiz bir nikâh olur. Ebû Hanîfe de böyle diyordu: Kadın kendisini iki şahit huzurunda denk birisiyle evlendirdiği takdirde bu câiz bir nikâhtır. Bu aynı zamanda Züfer'in de görüşdür. Şayet kendisini denk olmayan birisiyle evlendirecek olursa nikâh câiz olmakla birlikte, velilerin onları birbirlerinden ayırdetme yetkileri vardır. İbnu'l-Münzir der ki: en-Numan'ın (Ebû Hanîfe'nin) söylediği sünnete muhaliftir. İlim ehlinin çoğunluğunun sözlerinin dışındadır. Bizler ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberin gereği ne ise onu kabul ediyoruz. Ebû Yûsuf da der ki: Veli olmadıkça nikâh câiz olmaz. Şayet veli teslim ederse (yani kadının kendisini velisiz nikâhlamasını kabul ederse) câiz olur. Teslim etmeyecek olursa ve koca da onun dengi ise hakim bunu câiz kabul eder. Onun bu görüşüne göre nikâh hakimin onu câiz kılması ile tamam. olur. Bu aynı zamanda Muhammed b. el-Hasan'ın da görüşüdür. Muhammed b. el-Hasan şöyle derdi: Hakim veliye nikâhı câiz kabul etmesini emreder. Bunu kabul etmezse kendisi yeni bir akid yapar. Velisi kadına izin verip de o da bizzat kendisini nikâh akdiyle evlendirirse bunun câiz olacağı hususunda Ebû Hanîfe ile arkadaşları arasında görüş ayrılığı yoktur. el-Evzaî der ki: Kadın kendisini evlendirme yetkisini bir erkeğe verse, o da onu denk birisiyle evlendirse bu nikâh caizdir. Velinin onları birbirinden ayırma yetkisi yoktur. Ancak kadın Arap olup da mevalîden birisiyle evlenmesi hali müstesna. Bu da ileride geleceği üzere Mâlik'in mezhebine yakındır. Zührî, Ebû Hanîfe ve en-Nehaî'hin görüşünü kabul edenler, Hazret-i Peygamber'in: "Velisiz nikâh olmaz" hadisini vücuba değil, kemale yorumlamışlardır. Peygamber efendimizin: "Mescide komşu olanın mescidin dışında namazı olmaz." Dârakutnî, Sünen, I, 420. "Namazı terkeden kimsenin İslâm'da bir payı yoktur" Hazret-i Ömer'in, şehadeti halinde yarası kanarken söylediği sözdür: Muvatta’', Tahâre 51; Beyhakî, Sünen I, 525. Onlar buna yüce Allah'ın şu âyetlerini da delil gösterirler: "Artık kocalarına varmalarına engel olmayın." (el-Bakara, 2/232) "Artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur." (el-Bakara, 2/234) Ayrıca Dârakutnî'nin Simak b. Harb'den yaptığı rivâyeti de delil gösterirler. Simak dedi ki: Bir adam Ali (radıyallahü anh)'ın yanına gelip şöyle dedi: Velisi olduğum bir kadın benim iznim olmaksızın evlendi. Hz Ali şöyle dedi: Onun ne yaptığına bakılır. Eğer denk birisiyle evlendi ise biz onun için bunu kabul ederiz. Şayet kendisiyle denk olmayan birisiyle evlendi ise o zaman bunun hakkında hüküm vermeyi sana bırakırız. Dârakutnî, III, 237. Muvatta’''daki rivâyete göre Âişe (radıyallahü anha) kardeşi Abdurrahman'ın kızını (kardeşi) hazır olmadığı halde evlendirmiştir. Muvatta’', Talâk 14, 15; Tahâvî, Şerku Meâni'l-Âsâr, III, 8. Bunu İbn Cüreyc, Abdurrahman b. Kasım b. Muhammed b. Ebibekr'den, o babasından o Hazret-i Âişe'den şöyle rivâyet etmiştir: Hazret-i Âişe el-Münzir b. ez-Zübeyr adındaki adama kardeşinin çocuklarından birisinin kızını nikâhlamıştır. Aralarına bir perde germişti. Sonra konuştu; nihayet geriye akdin yapılmasından başka birşey kalmayınca bir erkeğe emir verdi; o da nikâhı kıydı. Daha sonra şöyle dedi: Kadınların nikâhlama yetkileri yoktur. Buna göre Mâlik'in naklettiği bu hadisin açıklaması şöyle olur: Hazret-i Âişe mehri ve nikâhın diğer durumlarını tesbit edip kararlaştırdı, nikâhlama işini onun asabelerinden birisi üstlendi. Nikâhın Hazret-i Âişe'ye nisbet edilmesi ise bunun geçerliliğini kabul etme yetkisi ona ait olduğundan dolayıdır. İbn Huveyzimendad'ın belirttiğine göre velilerin kim olduklarına dair İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde: Kadını güzel bir makamda tutan herkes onun velisidir. İster asabeden olsun, ister zevilerhamdan olsun, ister yabancı bir kimse olsun, ister İmâm, İsterse de vasi olsun, demiştir. Bir seferinde de şöyle demiştir: Veliler asabeden olur. Asabe arasından kim onu güzel bir konumda tutarsa o velidir. Ebû Ömer ise der ki: Mâlik, İbnu'l-Kasım'ın ondan naklettiğine göre şöyle demiştir: Kadını velisi olmayan bir kimse izniyle evlendirdiği takdirde, eğer şerefli insanlar arasında belli bir yeri varsa onun velisi nikâhı feshedip etmemekte muhayyerdir. Eğer azad edilmiş, köle, ahlâksız veya sonradan müslüman olmuş gibi aşağı bir konumda ve belli bir durumu olmayanlardan ise, nikâhı câiz olur, velisinin bu konuda bir muhayyerliği yoktur. Çünkü bu durumda herkes ona denk olur. Yine Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre şerefli olsun olmasın, kadını ancak velisi veya sultan evlendirebilir. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. O şöyle der: Mâlik'in yoksul bir kimse ile belli bir mevkii olan kimse arasında fark gözetmesi câiz değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürme ve daha aşağı cinayetlerde müslümanlar arasındaki hükümlerde eşitlik olduğunu belirtmiş ve: "Müslümanların kanları birbirlerine denktir." Ebû Dâvûd, Cihâd 147, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 10, 14; İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 211, 215 buyurmuştur. Kanları birbirine eşit olduğuna göre bunun dışındaki hususlarda da onlar aynı şeydirler. İsmail b. İshak da şöyle der: Şanı yüce Allah, nikâhı emredince mü’minlerin birbirlerinin velisi olduğunu tesbit edip şöyle buyurmaktadır: "Mü’min erkekler de mü’min kadınlar da birbirlerinin velisidirler." (et-Tevbe, 9/71) Mü’minler genel olarak böyledir, biri ötekine mirasçı olur. Bir erkek ölse ve onun mirasçısı bulunmasa mirası müslüman cemaate ait olur. Eğer bir cinayet işleyecek olursa müslümanlar onun adına diyete katılırlar. Diğer taraftan bir velilik bir diğer velilikten daha yakın, bir akrabalık ötekinden daha yakın olabilir. Eğer kadın sultanı bulunmayan (İslâm adına devlet yetkilisi olmayan) bir yerde bulunursa velisi de yoksa, o takdirde o kadın işini komşularından güvenilen bir kimseye havale eder, o da onu evlendirir ve bu durumda o kişi o kadının velisi olur. Çünkü insanlar için evlilik kaçınılmaz bir iştir. Bu konuda da mümkün olan en güzel ne ise ona göre amel ederler. İşte Mâlik de durumu zayıf olan kadın hakkında buna göre şöyle demiştir: Böyle bir kadını kadının işini kendisine havale edeceği kişi evlendirebilir. Çünkü kadın kendisine hakim olmak açısından zayıftır, o bakımdan yakınında sultan bulunmayan kimseye benzer. Böylelikle genelde kadın, bütün müslümanların onun velisi olduğu konumdadır. Eğer kadın işini bir erkeğe havale eder ve velilerini terkedecek olursa, o takdirde o uygun olmayan bir iş yapmış; hakimin de müslümanların da tepkiyle karşılayıp reddedecekleri bir davranışta bulunmuş olur. O bakımdan hakikatinin haram olup olmadığı bilinmeksizin, yaptığı bu nikâh fesholunur. Buna sebep ise bizim belirttiğimiz şekilde mü’minlerin birbirlerinin velisi oluşu ve bu konudaki ihtilaftır. Ancak bu nikâhının feshedilmesi sadece işin uygun olmayan bir yolla olduğundan ve böylesi iffetleri, namusları korumak için daha ihtiyatlı ve daha sağlam bir yol olduğundan dolayıdır. Şayet gerdeğe girilmiş, aradaki zaman uzayıp gitmiş ve çocuklar doğmuş, yapılan bu iş de doğru ise artık fesih câiz olmaz. Çünkü yapılan işler üzerinden uzun bir süre geçtiği takdirde, bunlardan ancak hakkında şüphe bulunmayan haramlar reddolunur. Ve bu, üzerinden zaman geçen hakimin hükmüne benzer. Eğer hakim bir hüküm verecek olursa hatalı olduğunda şüphe bulunmayanlar dışında o hüküm fesholunmaz. Şâfiî ve mezhebine mensup âlimlere göre; velisiz nikâh duhulden önce de sonra da feshedilir. Onlardan birisi öldüğü takdirde birbirlerinden miras almazlar. Onlara göre veli nikâhın farzlarındandır. Çünkü onlara göre bu konuda Kitap ve Sünnette delil vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden evli olmayanları nikâhlayın." (en-Nûr, 24/32) Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onları yakınlarının izniyle nikâhlayın." (en-Nûr, 24/25) Velilere hitaben de şöyle buyurmaktadır: "Kocalarına varmalarına engel olmayınız." (el-Bakara, 2/232) Hazret-i Peygamber de: "Velisiz nikâh olmaz" diye buyurmuştur. Şâfiîler bu konuda şerefli olan ile daha alt tabakada olan arasında bir fark gözetmezler. Çünkü ilim adamları kanlar hususunda aralarında fark bulunmadığında icma etmişlerdir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Müslümanların kanları birbirine denktir" diye buyurmaktadır. Üst konumlarda bulunan kimse ile daha aşağı konumlarda olanlar arasında Kitapta da Sünnette de herhangi bir fark yoktur. 4- Velisiz Yapılan Nikâhı Velinin Sonradan Uygun Görmesi: Velisiz yapılıp daha sonra gerdeğe girilmeden önce velinin uygun gördüğü nikâh hakkında fukahânın farklı görüşleri vardır. Mâlik ve -Abdülmelik dışında kalan- arkadaşları der ki: Böyle bir nikâh eğer velinin onu uygun görmesi yakın bir zamanda gerçekleşmiş ise caizdir. Bu, nikâhı veliden başkasının akdetmesi ve kadının bizzat akdetmemesi halinde böyledir. Şayet müslümanlardan uzak ya da yakın bir veli olmaksızın kadın kendisini evlendirir nikâhı bizzat akdedecek olursa, böyle bir nikâh hiçbir şekilde kabul edilmez. İsterse aradan uzun bir zaman geçmiş olsun ve çocuk doğurmuş olsun. Şu kadar var ki gerdeğe girildiği takdirde çocuğun nesebi babasına ilhak edilir ve had sakıt olur; durum ne olursa olsun böyle bir nikâhın feshedilmesi kaçınılmaz olur. İbn Nâfi' ise Mâlik'ten naklen şöyle demektedir: Böyle bir durumda nikâh, talâk sözkonusu olmaksızın feshedilir. İlim adamları velilerin dereceleri ve sıralanışları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik şöyle dermiş: Onların başında gelenler aşağı doğru inseler dahi oğullardır. Sonra babalar gelir, sonra baba anne bir kardeşler, sonra baba bir kardeşler. Daha sonra baba anne bir kardeş çocuklan, sonra baba bir kardeş çocukları, daha sonra baba tarafından ne kadar yukarı giderlerse gitsinler dedeler, sonra kardeşlik sıralamasına uygun olarak amcalar, sonra kardeş çocukları sırasına uygun olarak ne kadar aşağı inerlerse insinler onların oğulları, ondan sonra mevla (onu azad eden efendisi) sonra sultan (İslâm devlet başkanı) veya onun tayin ettiği hakim. Vasi kimse yetimleri nikâhlamakta velilerden önce gelir. Vasi babanın halifesi ve vekilidir. O bakımdan onun durumu hayatta iken babanınkine benzer. Şâfiî de der ki: Baba ile birlikte velayet sözkonusu değildir. Baba öldüğü takdirde dede, sonra dedenin babasının babası gelir. Çünkü hepsi babadırlar. Dededen sonra velilik kardeşlere, sonra daha yakın olana geçer. el-Müzenî der ki: (Şâfiî) cedid görüşünde şöyle demektedir: Her kim annesiyle tek başına kalırsa, mirasta olduğu gibi onu evlendirmeye daha evladır. Kadim görüşünde ise aralarında fark yoktur, der. Derim ki: Medineliler Şâfiî'nin sözüne benzer bir rivâyeti ve babanın oğuldan önce geldiğini rivâyet etmişlerdir. Bu Ebû Hanîfe'nin iki görüşünden de birisidir. Bunu el-Bâcî nakletmektedir. el-Muğire'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Dede kardeşlerden önce gelir. Ancak Mâlikî mezhebinde meşhur olan daha önce naklettiğimizdir. Ahmed der ki: Kadını evlendirme hakkına en çok sahip olan kişi onun babasıdır. Sonra onun oğlu, sonra kardeşi sonra kardeşinin oğlu sonra da amcadır. İshak der ki: Oğul babadan önce gelir. Mâlik'in dediği gibi. Bunu İbnu'l-Münzir de tercih etmiştir. Çünkü Umm Seleme'nin oğlu Ömer, annesi Umm Seleme'yi annesinin izniyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile evlendirmiştir. Derim ki: Nesâî bunu Umm Seleme'den rivâyet etmiş ve bu hadisin başına: "Oğlun Annesini Evlendirmesi" başlığını koymuştur. Nesâî, Nikâh 28. Hadis ayrıca Müsned, VI, 320, 321'de geçmektedir. Derim ki: İlim adamlarımız bunu çokça delil gösterirler; ama bu birşey ifade etmez. Bunun delili ise sahih kaynaklarda da sabit olan Ebû Seleme'nin oğlu Ömer'in şu sözüdür: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın himayesinde küçük bir çocuk idim. Elim yemek kabında gelişigüzel dolaşırdı. Bana: "Ey oğul, Allah'ın ismini an, sağ elinle ye ve önünden ye" dedi. Buhârî, Efime 2; Müslim, Eşribe 108; İbn Mâce, Et'ime 8; Müsned, IV, 26. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) de el-İstiab adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Seleme'nin oğlu Ömer'in künyesi Ebû Hafs'tır. Hicretin ikinci yılında Habeşistan'da dünyaya gelmiştir. Denildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün daha dokuz yaşında idi. Derim ki: Yaşı bu olan bir kimsenin veli olması uygun düşemez. Fakat Ebû Ömer'in zikretiğine göre Ebû Seleme'nin Umm Seleme'den Seleme adında bir başka oğlu daha varmış. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a annesi Umm Seleme'yi nikâhlayan budur. Seleme kardeşi Ebû Seleme'nin oğlu Ömer'den daha büyük idi. Onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş herhangi bir rivâyetini bilmiyorum. Fakat onun kardeşi olan Ömer, ondan (Hazret-i Peygamber'den) rivâyette bulunmuştur. 6- Sıra İtibariyle Daha Uzak Olan Velinin Kadını Evlendirmesi: Velilerden daha uzak olan bir erkeğin kadını evlendirmesi hakkında (fukahanın) farklı görüşleri vardır. -İbare bu şekildedir ancak daha uygun bir ifade şöyle demektir: Daha yakın veli hazır bulunuyor iken daha uzak velinin evlendirdiği kadının durumu hakkında farklı görüşler vardır.- Tireler arası ibare, tercümeye esas aldığımız baskıda da metinde de derc edilmiştir. Bu bakımdan yapılan diğer baskılar da bunu böylece almışlardır. Bu ibareyi müstensihin eklemiş olduğu anlaşılmaktadır. Şâfiî, böyle bir nikâh batıldır, der. Mâlik ise bu nikâh caizdir, der. İbn Abdi’l-Berr ise der ki: Eğer daha yakın olan veli birşeye tepki göstermez ve bunu reddetmezse o nikâh geçerli olur. Şayet bunu reddeder ve evlendirilen kadın da dul veya bakire olmakla birlikte baliğa ve yetim ise vasisi de yoksa Maliki ilim adamlarının ve Medinelilerden bir grup ilim adamının konu ile ilgili farklı görüşleri vardır. Onlardan kimisi şöyle der: Böyle birşey geri çevrilmez ve geçerli olur. Çünkü bu aşiretten ve boydan bir velinin izniyle akdolmuş bir nikâhtır. Onlardan böyle bir nikâh geçerli olmaz, diyenler şöyle der: Veliler ile ilgili sıralanış daha faziletli ve daha evla olana göre yapılmıştır. Bu ise müstehabtır, vacip değildir. Maliki mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğuna göre hülasası budur. İsmail b. İshak ve ona uyanlar da bunu tercih etmişlerdir. Şöyle de denilmiştir: Bu hususa sultan (devlet yetkilisi) bakar ve daha yakın olan veliye neyi reddettiğini sorar. Ondan sonra kendisi geçerli görmeyi uygun görürse geçerli kabul eder, reddetmeyi uygun görürse reddeder. Bir diğer görüşe göre ise daha yakın olan durum ne olursa olsun o nikâhı reddedebilir. Çünkü bu onun için bir haktır. 'Şöyle de denilmiştir: Aradan uzun zaman geçmeyip çocukları olmadığı sürece o nikâhı red de edebilir kabul de edebilir. Evet, bütün bunlar Medinelilerin konu ile ilgili görüşleridir. 7- Daha Yakın Olan Veli Velayetinin Gereğini Yapamıyor ise: Şayet daha yakın olan veli hapiste veya bunak (sefih) ise sıra itibariyle ondan sonra gelen veli kadını evlendirir ve öbür veliler arasında ölmüş gibi kabul edilir. Aynı şekilde velileri arasından daha yakın olan kişi uzakça bir yerde veya çabucak dönmesi umulmayan bir şekilde gaib olursa, sıra itibariyle ondan sonra gelen velisi onu evlendirir. Şöyle de denilmiştir: Yakın olan velisi gaib olduğu takdirde, ondan sonra gelen velisi onu evlendiremez, hakim onu evlendirir. Ancak birincisi Mâlik'in görüşüdür. 8- Yakınlıkta Birbirine Eşit Olan Velilerden Birisi Hazır Olmazsa: İki veli, büyük dededen yakınlık itibariyle eşit olurlarsa, bunlardan birisi gaib bulunursa, kadın da nikâh akdini onlardan hazır olanına havale ederse, gaib olan geldiği takdirde bunu reddedemez. Her ikisi de hazır bulundukları halde nikâhlama yetkisini onlardan birisine havale edecek olursa, diğerinin de izni olmadıkça o kadını evlendiremez. Aralarında ayrılık çıkarsa mes'eleye hakim bakar ve onun için daha iyi olanını, onun hakkında câiz (geçerli) kabul eder. Bunu İbn Vehb, Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Mâlik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre nikâhta şahit bulundurmak rükün değildir. Bunun yayılması ve ilan edilmesi yeterlidir. Böylelikle bu nikâh gizli bir nikâh (fuhuş) olmaktan çıkmış olur. İbnu'l-Kasım İmâm Mâlik'ten naklen der ki: Bir beyyine (şahitler huzurunda) ile evlense ve kendilerine bunu gizlemelerini emretse bu nikâh câiz olmaz, çünkü bu gizli nikâhtır. Beyyinesiz olarak fakat gizlemeksizin evlendiği takdirde ise bu caizdir. Daha sonra ise nikâhlarına şahit tutarlar. İbn Vehb, İmâm Mâlik'ten iki erkeğin şahitliğiyle bir kadın ile evlenip de o şahitlerden durumlarını gizlemelerini isteyen kimse hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir talâk ile birbirlerinden ayrılırlar ve nikâh câiz olmaz. Eğer onunla zifafa girmiş ise mehrini almaya hak kazanır, fakat iki şahit de cezalandırılmaz. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları derler ki: İki şahit ile kadınla evlenir ve şahitlere bunu gizlemelerini söylese, nikâh caizdir. Ebû Ömer der ki: Bu, bizim arkadaşımız Endülüslü Yahya b. Yahya el-Leysî'nin de görüşüdür. O der ki: İki erkeğin şahitlik ettiği bütün nikâhlar artık gizli olma sınırının dışına çıkmıştır. Zannederim o bunu Leys b. Sa'd'dan nakletmiştir. Şâfiî ve Kûfelilerle onlara tabi olanlara göre gizli nikâh, iki ve daha fazla erkeğin şahitlik etmediği bütün nikâhlardır, durum ne olursa olsun (bu tür nikâhlar) feshedilir. Derim ki: Zikrettiğimiz Hadîs-i şerîf dolayısıyla Şâfiî'nin görüşü daha sahihtir. Ayrıca İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Adaletli iki şahit ve reşid bir veli olmadıkça nikâh olmaz. Bildiğim kadarıyla ashab-ı kiramdan bu konuda ona muhalefet eden yoktur. Mâlik de mezhebinin lehine şunu delil göstermiştir: Akid esnasında haklarında şahit bulundurmanın yüce Allah'ın sözkonusu ettiği satışlar ile ilgili delalet, bunun satışın farzlarından olmadığını ortaya koymaktadır. Şanı yüce Allah'ın kendisine dair şahit tutmayı sözkonusu etmediği nikâhta, şahit tutmanın nikâhın şartlarından ve farzlarından olmaması öncelikle sözkonusudur. Nikâhtan maksat, neseblerin muhafaza edilmesi için ilandır ve açıklıktır. Şahit tutmak ise, gerektiğinde nikâhın tarafları arasında yapılan akid ile ilgili olarak anlaşmazlıklara dair ve karşılıklı davalar için akidden sonra da yapılabilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "Nikâhı ilan ediniz" Tirmizî, Nikâh 6; İbn Mâce, Nikâh 20. Ayrıca bk. el-Bennâ, Fethu'r-Rabbani, XVI, 212; el-Hâkim. el-Müstedrek, II, 200. buyurduğu rivâyet edilmiştir. Mâlik'in bu görüşü aynı zamanda İbn Şihab'ın ve Medinelilerin çoğunun da görüşüdür. 10- Mü’min Bir Köle Hoşa Giden Müşrikten Hayırlıdır: "Mü’min bir köle" mevki ve malı itibariyle "hoşunuza gitse bile elbette" yüksek mevkili "müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." Az Önce geçtiği gibi. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Burada mü’min köleden kasıt, mü’min erkektir. Nitekim mü’min cariyeden kasıt da mü’min kadındır. Önceden de açıklamıştık. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bütün erkekleriniz Allah'ın kullandır, bütün kadınlarınız da Allah'ın cariyeleridir." Müslim, Elfâz 13; Müsned, II, 463 ve 484'te: "... Hepiniz Allah'ın kullarısınız, bütün kadınlarınız Allah'ın cariyeleridir..." anlamında. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'ın cariyelerini Allah'ın mescidlerine gitmekten alıkoymayınız." Buhârî, Cumua 13; Müslim, Salât 137; Ebû Dâvûd, Salât 52; Muvatta’', Kıble 12; Müsned, II, 16, 151. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "O ne iyi kuldu! Çünkü o (radıyallahü anhbbine) dönücü idi." (Sâd, 38/30 ve 44) Bu, bu âyet-i kerîme ile ilgili yapılmış en güzel açıklamadır. Bu açıklamaya göre anlaşmazlıklar ortadan kalkar, ayrılıklar son bulur. Başarıya ulaştıran Allah'tır. 11- Müşriklerin Daveti ve Allah'ın Daveti: Yüce Allah'ın: "Onlar" âyeti müşrik erkeklerle müşrik kadınlara işarettir. "Ateşe davet ederler." Yani onlar ateşi gerektirici işleri işlemeye çağırırlar. Onlarla arkadaşlık yapmak, onlarla oturup kalkmak, pek çok noktada onların hevalan seviyesine düşmeyi gerektirir, üstelik onlar yetişecek olan nesli de terbiye etmiş olacaklar. "Allah ise izniyle" ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre emriyle "cennete" yani cennet ehlinin ameliyle amel etmeye "davet eder. Ve âyetlerini insanlara öğüt alsınlar diye apaçık bildirir." 222Sana ay halinden sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Ay halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Gerçekten Allah, çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever." Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sana ay halinden sorarlar" âyeti ile ilgili olarak Taberî es-Süddî'den soranın Sabit b. ed-Dahdah olduğunu zikretmektedir. Soranın Huseyd b. Hudayf ile Abbas b. Bişr olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun kabul ettiği görüş de budur. Katâde ve başkalarının belirttiklerine göre bu sorunun sebebi şudur: Araplar Medine ve civarında ay hali olan kadınla birlikte yemek yemekten, onunla aynı meskende bulunmaktan uzak durmak hususunda İsrailoğullarının yolunu izliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Mücâhid de der ki: Ay halinde kadınlardan uzak duruyor fakat ay hali süresinde de kadınlara arka yoldan yaklaşıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Müslim'in Sahih'inde Enes'ten gelen rivâyete göre yahudiler aralarında bir kadın ay hali oldu mu onunla birlikte yemek yemez ve evlerde onunla bir arada bulunmazlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Hazret-i Peygamber'e bu durumu sordular. Bunun üzerine yüce Allah: "Sana ay halinden sorarlar. De ki: O bir ezadır, ay halinde kadınlardan uzak durun" âyetini sonuna kadar inzal buyurdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine: "Nikâh (cima) dışında herşeyi yapabilirsiniz." Durum yahudilere ulaşınca: Bu adam bize kendisinde muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmak istemiyor, dediler. Useyd b. Hudayr ile Abbad b. Bişr gelip şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, yahudiler böyle böyle diyor. Biz onlarla cima etmeyelim mi? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzü değişti. Onlara kızdığını zannettik. Onlar dışarı çıkınca karşılarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hediye olarak süt getirildiğini gördüler. Hazret-i Peygamber arkalarından haberci gönderdi; onlara o sütten içirdi. Biz de onun onlara kızmadığını öğrenmiş olduk. Müslim, Hayz 16. İlim adamlarımız şöyle demiştir: Yahudilerle mecusiler ay hali olan kadınlardan uzak duruyorlardı. Hıristiyanlar ise ay hali olan kadınlarla cima ediyorlardı. Yüce Allah, bu ikisi arasında mu'tedil olanı emretti. 2- "Ay Hali: Hayd" Kelimesi ile İlgili Sözlük Açıklamaları: Yüce Allah'ın: "Sana ay halinden sorarlar" âyetinde yer alan el-mahîd kelimesi: Ay hali demektir ve masdardır. Ay hali olan kadına hâid ve hâida denilir. el-Ferrâ' bu açıklamayı yaptıktan sonra şu mısrayı da delil göstermiştir: "Temiz olmaksızın kendisiyle zina edilen hâida (ay hali kadın) gibi." Çoğulu: Huyyad ve havâid gelir. Hayda: Bir defa ay hali olmak demektir. Hîda isimdir. Çoğulu hiyad gelir. Hîda aynı zamanda kadının ay hali iken tutunduğu bez demektir. Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: Keşke bir kenara fırlatılıp atılmış bir hida (ay halinde tutunulan bez) olsaydım. Mahîda da o demektir. Çoğulu mehâid gelir. (Âyet-i kerimede kullanılan şekliyle): el-mahîd kelimesinin zaman ve mekân ifade ettiği de söylenmiştir. Aynı zamanda hayd (ay halinin) kendisi hakkında da kullanılır. Ancak bu şekliyle aslında zaman ve mekân hakkında kullanılır, ay hali (hayd) hakkında kullanılması ise mecazidir. Taberî der ki: Mahîd, haydin (ay halinin) adıdır. Ru'be'nin (yaşamak ve geçimlik anlamına gelen ve vezin itibariyle onun gibi olan) el-Ayş kelimesini (maîş şeklinde) kullandığı bu beyiti de bu açıdan bu kelimeye benzemektedir: "Maîşin (geçimin) sıkıntılarını sana şikâyet ediyorum. Yıllar geçti ki o yıllar benim tüyümü yolmuştur." Kelimenin asıl anlamı akmak ve kaynamak ile ilgilidir. Sel taştığı zaman "hâda ve fada" tabirleri kullanılır. Ağaç hakkında bu fiil kullanıldığı takdirde, içindeki rutubeti, nemi aktı demek olur. Havuz anlamına gelen "el-hayd" da burdan gelmektedir. Çünkü su ona hayd eder (akar). Araplar kimi zaman "ya" yerine "vav," "vav" yerine de "ya"yı kullanır. Çünkü her ikisinin de (çıkış yeri mahreçleri) aynı yerdendir. İbn Arefe der ki: Mahîd ve hayd, kanın o yere gelip toplanmasıdır. İçinde su toplandığından dolayı da havuza bu isim verilmiştir. Kadından belli vakitlerde kan aktığı zaman onun bu halini ifade etmek üzere: Hâdat, dereset, areket, tamisat filleri kullanılır. Şayet belli olmayan günlerde ve ay hali kanının geldiği damardan başka yerlerden kan akarsa, o takdirde; istihaza oldu denilir. Bu durumda olan kadına da mustahâda denilir. Bu açıklamaları İbnu'l-Arabî yapmıştır. Ay hali olan kadın hakkında sekiz isim kullanılmıştır: Hâid, ârik, fârik, tâmis, dâris, kabir, dâhik ve (sonu peltek se ile): tâmis. Mücâhid, yüce Allah'ın: "Fe dahiket (ay hali olan kadının isimlerinden birisi olan dâhik ile aynı köktendir): Güldü" (Hud, 11/71) kelimesi "ay hali oldu" demektir, diye açıklamada bulunmuştur. Yüce Allah'ın: "Onu gördüklerinde onu büyük bir varlık (ay hali olan kadının isimlerinden olan kabir ile aynı kökten) gördüler." (Yusuf, 12/31) anlamının; ay hali oldular, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar ileride yeri gelince (belirtilen yerde) gelecektir. 3- Kadından Gelen Kanlar, Hükümleri ve Ay Hali: Kadının, fercinden dışarıya çıkıp akan kanı görmesi halinde (kanın durumuna göre) üç ayrı hükmü olduğunu ilim adamları icma ile kabul etmişlerdir. Bunlardan birincisi, bilinen hayız, yani ay halidir ki, bunun kanı siyah, kırmızıya çalan bulanık bir kandır. Bundan dolayı kadın namazı ve orucu terkeder. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kan kimi zaman kesintisiz akar, kimi zaman kesilebilir. Eğer kesintisiz akarsa bunun hakkındaki hüküm değişmez, kesilecek olursa; mesela bir gün kan görür bir gün temiz olursa veya iki yahut bir gün kan görür iki yahut bir gün temiz olursa, kan gördüğü günlerde namazını terkeder, kesilmesi halinde gusledip namaz kılar. Sonra da kan gördüğü günleri birbirine ekler, aradaki temizlik günlerini de yok sayar. İddet beklediğinde olsun, istibrâ halinde olsun bunları temizlik olarak saymaz. Hayız (ay hali), kadınlarda yaratılıştandır. Onların bilinen ve mutad bir özellikleridir. Tabiatları gereğidir. Buhârî, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kurban bayramı veya Ramazan bayramı günü namazgaha çıktı. Kadınların yanından geçince şöyle buyurdu: "Ey kadınlar topluluğu, sadaka veriniz! Çünkü sizler bana cehennem ehlinin çoğunluğu olarak gösterildiniz." Kadınlar: Bu nedendir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizler çokça lanet okur, kocalarınızın iyiliklerini inkâr ediverirsiniz. Ben akıl ve din itibariyle eksik olmakla birlikte, sizden herhangi birinizden daha çok kararlı bir adamın aklını baştan çıkartan bir kimse görmedim." Kadınlar: Aklımızın ve dinimizin noksanlığı ne demektir, ey Allah'ın Rasûlü? diye sordular, Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Kadının şahitliği erkeğin şehadetinin yarısı gibi değil midir?" Evet, dediler. Hazret-i Peygamber: "İşte bu, aklının noksanlığındandır. Peki ay hali olduğu zaman namazı terkediyor, oruç tutmuyor değil mi?" diye sordu. Onlar: Öyledir ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "İşte bu da dininin noksanlığındandır" diye buyurdu. Buhârî, Hayz 6, Zekât 44 (akıl ve dinin noksanlık sebebini izah eden bölüm yok); Müslim, Îman 132 ve İbn Mâce, Fiten 19; (Abdullah b. Ömer'den az farkla); ayrıca bk. Tirmizî, Îman 6; Dûrimi, Vudû' 104, Salât 224; Müsned, I, 307, 425, III, 318. İlim adamları ay hali olan kadının orucu kaza edeceğini ancak namazı kaza etmesinin gerekmediğini icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü Muâze yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir. Muâze dedi ki: Âişe'ye şöyle sordum: Ay hali olan kadına ne oluyor ki orucu kaza ettiği halde namazı kaza etmiyor? Hazret-i Âişe şöyle dedi: Sen Haruralı mısın? Harûrî; Küfe yakınlarında Harûrâ'ya nisbet edilen kimse demektir. Harûriyye, Harûrâ'ya mensub, Harûrâ’lı kadın, demektir. Hâricîler, Hâricîlere mensub ve ay hali hususunda işi oldukça sıkı tutan ve birçok meselede işi yokuşa süren bir fırkadır. Nesâî, Hayd 17'ye dair haşiye'den. Ben: Hayır Haruralı değilim, fakat soruyorum, dedim. Şöyle dedi: Biz bu durumla karşı karşıya kalırdık da bize orucu kaza etmemiz emrolunur, namazı kaza etmemiz emrolunmazdı. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Hayd 20; Müslim, Hayd 67, 69; Ebû Dâvûd, Tahâre 104; Tirmizî, Tahâre 97; Nesâî, Hayd 17, Siyam 64; İbn Mâce, Tahâre 133; Dârimî, Vudû 10 Ay hali kanı kesildi mi kadının bundan temizlenmesi -ileride de geleceği üzere- gusül ile olur. İlim adamları ay hali süresi konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Medine fukahası der ki: Ay hali onbeş günden daha fazla olmaz. Onbeş ve daha aşağı olabilir. Onbeş günden fazla gelen kan, ay hali kanı değil, istihaza kanıdır. Mâlik'in ve arkadaşlarının mezhebi budur. İmâm Mâlik'ten şu da rivâyet edilmiştir: Ay halinin en aşağısı için de en fazlası için de belli bir süre yoktur. Bunun süresi kadınlarda görülen durumdan başkası olamaz. Sanki o, bununla birinci görüşünü terketmiş ve bu konuda kadınların adetlerine başvurmayı esas kabul etmiş gibidir. Muhammed b. Mesleme der ki: Temizlik halinin asgarisi onbeş gündür. Bu, Mâlikî âlimlerinden olup Bağdatlı olanların çoğunluğunun tercih ettiği görüştür. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin, Ebû Hanîfe ve her ikisinin arkadaşları ile es-Sevrî'nin de görüşüdür. Bu konuda sahih olan budur. Çünkü yüce Allah ay hali gören kadınların iddetini üç ay hali olarak ve küçüklük ya da yaşlılık sebebiyle ay hali olmayanın iddetini üç ay olarak tesbit etmiştir. Buna göre her bir kar' (temizlik hali) bir aydan bedel kabul edilmiş olur. Bir ay ise hem temizliği hem de ay halini bir arada ifade eder. Ay hali azaldığı takdirde temizlik süresi çoğalır. Ay hali arttığı takdirde bu sefer temizlik süresi azalır. Ay halinin azami süresi onbeş gün olduğuna göre bunun kaşılığında temizliğin asgarî süresinin de onbeş gün olması gerekir ki; bir ayda hem ay hali hem de temizlik hali tam olsun. Kadınların hilkat ve yaratılışlarında çoğunlukla görülebilen ve bununla birlikte Kur'ân ve Sünnetteki delaletlerden anlaşılan da budur. Şâfiî der ki: Ay halinin asgari süresi bir gün ve bir gece azami süresi ise onbeş gündür. Şâfiî'den İmâm Mâlik'in görüşüne benzer bir rivâyet de nakledilmiştir. Bu görüşe göre iş bu konuda kadınların kendi örflerine (her kadının kendi adetine) havale edilir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da der ki: Ay halinin asgari süresi üç gün, azamisi on gündür. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu görüşü kabul edenlere göre üç günden aşağı sürede görülen kan istihaza kanıdır. İlk görülmesi hali dışında namaza mani değildir. Çünkü o vakit bunun ne kadar süreyle devam edeceği bilinmez. Bundan sonra kadın o vakitlerin namazını kaza eder. Aynı şekilde Kûfelilere göre on günden fazla gelen kanın durumu, Hicazlılara göre de onbeş günden fazla gelen kanın durumu böyledir, o istihaza kanıdır. Şâfiî'ye göre ise bir gün ve bir geceden daha kısa süre gelen kan istihaza kanıdır. Evzâî ve Taberî'nin görüşü de budur. Ay halinin asgari süresi bir gün bir gece, azamisi onbeş gündür; diyenler arasında Atâ b. Ebi Rebah, Ebû Sevr ve Ahmed b. Hanbel de vardır. Evzaî der ki: Bizde sabahleyin ay hali olan, akşamleyin temiz olan bir kadın vardır. Bu konuda ilim adamlarının ay halinin azami süresi, asgari süresi, temizliğin asgari süresi, ve istizhâr ile ilgili destekleyici deliller ve hüccetlere dair ilim adamlarının açıklamalarını "el-Muktebes fi Şerh-i Muvatta’'ı Mâlik İbni Enes" isimli eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Şayet ay hali olan, bakire ve ay hali yeni başlayan birisi ise, Şâfiî'nin görüşüne göre kanı ilk gördüğünden itibaren on beş gün bekler. Sonra gusleder ve ondört günün namazını iade eder. Mâlik ise şöyle der: Namazı kaza etmez, fakat kocası ondan uzak durur. Ali b. Ziyad ondan şöyle der: Bu durumda yaşıtları kadar o da bekler. Bu, Atâ, es-Sevrî ve başkalarının da görüşüdür. Ahmed b. Hanbel der ki: Bir gün ve bir gece bekler. Sonra gusledip namaz kılar, kocası ise ona yaklaşmaz. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf der ki: On gün süreyle namazı bırakır, sonra gusleder ve yirmi gün süreyle namaz kılar. Yirmi günden sonra yine on gün namazı bırakır. Kanı kesilinceye kadar bu şekilde durumu devam eder. Bilinen günleri (adeti) bulunan kadın ise; bilinen günlerinden ayrı olarak ihtiyaten üç gün daha ekler (istizhâr). Mâlik'ten: Onbeş günü aşmadığı sürece bunu yapar; diye rivâyet edilmiştir. Şâfiî ise: İhtiyatta bulunmaksızın günleri bittiği takdirde gusleder, demektedir. Kadınlardan gelen ikinci tür kan doğum esnasındaki nifas (lohusalık) kanıdır. Bunun da ilim adamlarına göre belli bir sınırı vardır. Ancak bu hususta farklı görüşleri vardır. Bunun iki ay olduğu söylenmiştir ki bu, Mâlik'in görüşüdür. Kırk gün olduğu da söylenmiştir. Bu da Şâfiî'nin görüşüdür. Başka süreler de belirtilmiştir. Kadının temizlenmesi ise bu kanın kesilmesi ile olur. Bundan dolayı yıkanmak cünüblük dolayısıyla yıkanmak gibidir. Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab der ki: Ay hali ve nifas kanları onbir şeye engeldir: Bunlar, namazın vücubu ve sıhhati, orucun vücubu olmaksızın yalnızca sıhhati -aradaki farkın faydası şudur: Orucun kazası gerektiği halde, namazda kaza gerekmez-; fercde ve onun dışında cima, iddet, talâk, tavaf, mushafa dokunmak, mescide girmek, mescidde itikâfta bulunmak. Kur'ân okumak hakkında ise iki rivâyet vardır. Kadınlardan gelen üçüncü tür kan, adet kanı olmayan, kadınların tabiatı ve hilkati gereği gelmeyen kandır. Bu kan kopan bir damardan dolayı gelir. Bundan gelen kan kırmızı bir kandır, iyileşmedikçe bunun kesilmesi olmaz. Böyle bir kanın hükmü şudur: Bu kandan dolayı kadın tahirdir. Namazına, orucuna -ilim adamlarının icmaı ile- engel değildir. Bu konuda merfu olarak gelen rivâyetler de ittifakla bunu belirtmektedir. Şu şartla ki, bu kanın bir damar kanı olduğu ve ay hali kanı olmadığı bilinmelidir. Mâlik, Hişam b. Urve'den o babasından o Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ebû Hubeyş kızı Fatıma dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben bir türlü temizlenemiyorum. Namazı terkedeyim mi? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu bir damardır. Ay hali değildir. Ay hali zamanın geldiği vakit namazı terket. Adet miktarın gitti mi üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl." Buhârî, Vudû' 63, Hayz 8; Müslim, Hayz 62; Ebû Dâvûd, Tahâre 107-109; Tirmizî, Tahâre 93; iVesdî, Tahâre 135; İbn Mâce, Tahâre 115; Muvatta’', Tahâre 104; Müsned, VI, 194, 464. Sahih olan bu Hadîs-i şerîf, lâfızlarının kısalığına rağmen, ay hali ve istihaza kam gören kadına dair hükümleri açıklamaktadır. Bu konuda gelen en sahih rivâyet budur. Bu, ayrıca Ukbe b. Amir ile Mekhul'den rivâyet edilen ay hali olan kadın, her namaz vaktinde gusleder, abdest alır, kıbleye yönelir ve oturarak yüce Allah'ı zikreder şeklindeki rivâyeti reddetmektedir. Yine bu hadiste ay hali olan kadının namaz kılmayacağı da belirtilmektedir. Aynı zamanda bu, ay hali olan kadının namaz kılmakla mükellef olduğunu kabul eden Haricilerden birtakımı dışında bütün ilim adamlarının icma ile kabil ettiği bir husustur. Bu hadis istihaza olan kadının ay hali dolayısıyla yaptığı gusülden başka bir gusülle yükümlü olmadığını göstermektedir. Eğer öyle bir yükümlülüğü olsaydı ona bunu emrederdi. Bu hadiste her bir namaz için yıkanması gerektiği görüşünde olanların görüşleri de reddedilmektedir, gündüzün iki namazını bir gusül alıp cem' edeceğini, akşamın iki namazını (akşam ile yatsıyı) da bir gusül alıp cem' edeceğini, sabah için de bir gusül alacağını kabul edenlerin görüşünü de reddetmektedir. Yine bu hadis, temizlik halinde bir daha temizlik haline kadar gusleder diyenlerin görüşünü de reddetmektedir. Said b. el-Müseyyeb'in de bir temizlikten bir temizliğe kadar şeklindeki görüşünü de reddetmektedir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bunların herhangi birisini emretmiş değildir. İstihzarı (ihtiyaten üç gün daha eklemeyi) kabul edenlerin görüşü de bu hadisle reddedilmektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ay halinin geldiğini ve bittiğini bildiği takdirde (bittikten sonra) gusledip namaz kılmasını ona emretmekte; ay hali gelip gelmeyecek mi diye beklemek üzere üç gün süre ile daha namazı terketmesini emretmemektedir. İhtiyat ise namazı kılmakta olur, namazı terketmekte olmaz. 5- Ay Hali Bir Rahatsızlıktır: Yüce Allah: "De ki: O bir ezadır" diye buyurmaktadır. Yani hem kadının hem de başkalarının ondan dolayı rahatsız olduğu birşeydir. Yani ay hali kanının kokusu rahatsızlık vericidir. Eza; genel olarak pis olan şeyi kinayeli olarak ifade eder. Hoşlanılmayan söz hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyeti bu kabildendir: "Sadakalarınızı eziyet ve minnet etmekle boşa çıkarmayın." (el-Bakara, 2/264) Yani hoşlanılmayan şeyleri işittirmek suretiyle boşa çıkarmayın. Yüce Allah'ın: "Ve onların eziyetlerini terket." (el-Ahzab, 33/48) Yani münafıkların verdikleri eziyeti bir kenara bırak; haklarında sana bir emir verilmedikçe onları cezalandırma! demektir. Hadîs-i şerîfte de: "Ve üzerinden ezayı izale ediniz" Buhârî, Akîka 2. diye buyurulmaktadır. Burda ezadan kasıt, doğumu esnasında çocuğun başında bulunan saçlardır. Yedinci günü bu saçları kesilir. İşte akika budur. Îmanın derecelerini belirten Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Ve onun en alt derecesi ise yoldaki ezayı gidermektir." Müslim, Îman 58, Tirmizî, Îman 6; Nesâî, Îman 16; İbn Mâce, Mukaddime 9; Müsned, II, 379, 445. Yani yolda bulunan diken, taş ve buna benzer gidip gelene eziyet veren, rahatsızlık veren şeyleri bir kenara itmektir. Yüce Allah'ın: "Eğer size yağmurdan bir eziyet isabet ederse., üzerinize bir vebal yoktur.." (en-Nisa, 4/102) âyetinde de bu kelime kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar ileride (4/102. âyet 11. başlıkta) gelecektir. 6- İstihûza Kanı Gören Kadın ile Cima Etmek: İstihâza kanı gören kadın ile cimayı yasak kabul edenler itihaza kanının akmakta olduğunu delil gösterip şöyle derler: Her kan bir ezadır. Elbiseden, bedenden yıkanması gerekir. Bu bakımdan ay hali kanı ile istihâza kanının tene değmesi arasında bir fark yoktur. Çünkü hepsi pisliktir. Namaza gelince; sünnette hakkında ruhsat varid olmuştur. Sidiğini tutamayanın namaz kılması gibi. Bu İh/ahim en-Nehaî'nin; Süleyman b. Yesar'ın, el-Hakem b. Uyeyne'nin, Âmir eş-Şâ'bi'nin, İbn Sîrîn ve ez-Zührî'nin de görüşüdür. el-Hasen'den bu konuda farklı rivâyet gelmiştir. Hazret-i Âişe'nin de görüşü budur. Hazret-i Âişe, kocası ona yaklaşmaz, der. İbn Uleyye, el-Muğire b. Abdurrahman da bu görüştedir. Muğire b. Abdurrahman, İmâm Mâlik'in ashabının en üstünlerinden idi. Ebû Mus'ab da bu görüşte idi ve buna göre fetva verirdi. Buna karşılık ilim adamlarının Cumhûru şöyle demiştir: İstihâza kanı gören kadın oruç tutar, namaz kılar, Ka'be'yi tavaf eder, Kur'ân okur ve kocası da pna yaklaşır. Mâlik de der ki: Fıkıh ve ilim ehlinin kabul ettiği budur. Kanı çok olsa dahi böyledir. Bunu Mâlik'ten İbn Vehb rivâyet etmiştir. Ahmed b. Hanbel de şöyle derdi: Bu durumunun uzaması hali müstesna, kocasının ona yaklaşmamasını daha çok severim. İstihâza kanı gören kadın hakkında İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kan topukları üzerine aksa dahi kocasının ona yaklaşmasında bir mahzur yoktur. Mâlik de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu bir damardır ve ay hali değildir." Az önce, dördüncü başlıkta geçti. Bu ay hali olmadığına göre ve kadın namaz kıldığına,göre kocasını ona yaklaşmaktan alıkoyan ne olabilir ki? İbn Abdi’l-Berr der ki: Aziz ve celil olan Allah, istihâza kanı hakkında namazı engellemediği şeklinde hüküm verdiğine ve bu durumda ay hali olan kadının ibadetinden farklı bir şekilde ibadet etmesini emrettiğine göre; fukahanın icma ettikleri diğer kanlar gibi, o kanın da yıkanması hususu dışında ay hali ile ilgili hükümlerden herhangi bir hükmü bunun hakkında vermemek icabeder. 7- Ay Halinde Kadından Uzak Durmak: Yüce Allah'ın.- "Ay halinde kadınlardan uzak durun" âyetinden kasıt eğer "el-mahid" kelimesi masdar olarak kabul edilirse, ay hali süresinde; eğer isim olarak kabul edilirse ay hali mahallinden uzak durun, demek olur. Bu nehiyden maksat, cimaı terketmektir. Ay hali olan kadının tenine değmek (mübaşeret) ve ondan neyin mubah olduğu hususlarında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs ve Abîde es-Selmanî'den rivâyet edildiğine göre o, ay hali olduğu vakit hanımının yatağından erkeğin ayrı kalmasını daha güzel görürdü. Ancak bu, ilim adamlarının konu ile ilgili görüşleri dışında kalan şâz bir görüştür. Her ne kadar âyetin genel oluşu bunu gerektiriyor ise de bu konuda sabit olmuş sünnet, bunun hilafınadır. İbn Abbâs'ın bu durumuna teyzesi Meymune vakıf olmuş ve ona: Sen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun? diye çıkışmıştır. Mâlik, Şâfiî, Evzaî, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve oldukça büyük bir ilim adamı topluluğu der ki: İzar (bel ile dizkapağı arasını örten peştemal)ın üstündeki yerlerden istifade edebilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: Ay hali olduğu vakit hanımımdan bana helal olan nedir? diye sorana şöyle cevap vermiştir: "Üzerine izarını bağlasın, ondan sonra sen daha yukarısından istifade edebilirsin." Muvatta’', Tahâre 93; Ebû Dâvûd, Tahâre 82. Hazret-i Peygamber'in ay hali olduğu sırada Hazret-i Âişe'ye: "Üzerine izannı bağla sonra yatağına dön" Muvatta’', Tahâre 94; Umm Seleme'den rivâyetle: Buhârî, Hayz 4; Müslim, Hayz 5 (yakın lâfızlarla). şeklindeki sözü de buna delildir. es-Sevrî, Muhammed b. el-Hasan, Şâfiî Mezhebi'nin bazı âlimleri kanın geldiği yerden uzak durur, demişlerdir. Çünkü Peygamber efendimizin: "Nikâh (cima) dışında herşeyi yapabilirsiniz" Ebû Dâvûd, Nikâh 45; İbn Mâce, Tahâre 125. hadisi bunu ifade etmektedir. Bu hadis daha önceden geçmiştir. Aynı zamanda bu Davud'un da görüşüdür. Şâfiî'nin sahih olan görüşü de budur. Ebû Maşer, İbrahim'den o Mesrûk'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Âişe'ye hanımımdan ay hali iken bana helal olan nedir diye sordum o: Fercin dışında herşey, dedi. İlim adamları der ki: İzannı bağlamış halde ay hali olan kadına mübaşeret etmek, ihtiyat ve zeriayı (harama giden yolu) kesmek içindir. Diğer taraftan kocaya bacakları mubah kılınacak olsa, bu icma ile haram kılınmış bulunan kanın geldiği yere ulaştıran bir yol olabilir. O bakımdan ihtiyaten uzak durması emrolunmuştur. Bizatihi haram kılınan ise kanın geldiği yerdir. Bu açıklama ile konu ile ilgili rivâyetlerin ifade ettiği manalar uyum göstermekte ve aralarında bir çelişki kalmamaktadır. Başarı Allah'tandır. 8- Ay Hali İken Hanımı ile Cima Edenin Hükmü: Ay hali iken hanımına yaklaşan kimsenin cezasının ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Mâlik, Şâfiî ve Ebû Hanîfe, Allah'tan mağfiret diler, ayrıca ona birşey düşmez, derler. Aynı zamanda bu Rabia ile Yahya b. Said'in de görüşüdür. Dâvûd (ez-Zahirî) de böyle demiştir. Muhammed b. el-Hasen'den yarım dinar tasadduk eder, dediği rivâyet edilmiştir. Ahmed der ki: Abdulhamid'in Miksam'den, onun İbn Abbâs'tan onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği şu hadis ne güzeldir: "Bir dinar yahut yarım dinar tasadduk eder. "Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiş ve sahih rivâyet böyledir demiştir. Müfyed, I, 272, 325; Ebû Dâvûd, Tahâre 105; Nesâî, Tahâre 172; İbn Mâce, Tahâre 123. O dedi ki: Ya bir dinar ya yarım dinar tasadduk eder. Taberî de bunu müstehab görmüştür. Şayet bu sadakayı vermeyecek olursa birşey düşmez. Bağdat'ta iken Şâfiî'nin görüşü de bu idi. Hadis ehlinden bir kesim şöyle demektedir: Eğer kan geliyorken cima ederse bir dinar vermesi gerekir, kanın kesilmesi esnasında cima ederse yarım dinar ödemesi gerekir. el-Evzaî der ki: Ay hali iken hanımına yaklaşan kimse bir dinarın beşte ikisini tasadduk eder. Bu hadislerin bütün rivâyet yolları Ebû Dâvûd'un ve Darakutnî'nin Sünen'leri ile başka kaynaklarda yer almaktadır. Ebû Dâvûd, Tahâre 105. Tirmizî'nin kitabında İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Gelen kan kırmızı bir kan ise bir dinar, sarı bir kan ise yarım dinar (tasadduk eder)." Tirmizî, Tahâre 103. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İstiğfar ve tevbe dışında bu kişinin keffarette bulunmasını vacip görmeyenlerin delili İbn Abbâs'tan gelen bu hadisin muzdarip olmasından dolayıdır. Böyle bir hadis de delil olamaz. Ve aslolan zimmetin (yükümlülükten, borçtan) beri olmasıdır. Fakirin lehine olsun başkası lehine olsun onu bertaraf etmeyi gerektirecek ve hakkında ta'nın (ilmî tenkidin) bulunmadığı bir delil ile olmadıkça herhangi bir şeyin sabit olmaması gerekir. Böyle bir delil ise bu meselede bulunmamaktadır. Bk. el-İstizkâr, III, 186-188. 9- Temizleninceye Kadar Kadınlara Yaklaşmamak: Yüce Allah'ın: "Ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" âyeti ile ilgili olarak İbn el-Arabî şöyle demektedir: Ben eş-Şaşi'yi nazar meclisinde şöyle derken dinledim: Eğer -radıyallahü anh harfi üstün olarak-: "La takrab: yaklaşma" denilecek olursa bunun anlamı bu fiili işleme demektir. Eğer radıyallahü anh harfi ötreli olarak (letakrub şeklinde) söylenirse bunun anlamı, ona yaklaşma olur. Nafi', Ebû Amr, İbn Kesîr, İbn Amir ve Hafs'ın ondan yaptığı rivâyetinde Âsım: " Temizleninceye kadar" diye ("ti" harfini sakin "he" harfini ötreli olarak) okumuşlardır. Hamza, Kisaî, Ebû Bekr ve el-Mufaddal'ın rivâyetinde Âsım, "ti" ve "he" harflerini şeddeli ve ikisini de üstün olarak şeklinde okumuşlardır. Ubeyy ve Abdullah'ın mushafında: şeklindedir. Enes b. Mâlik'in mushafında: Kadınlara ay hali olduklarında yaklaşmayınız ve onlar temizleninceye kadar onlardan uzak durunuz" şeklindedir. Taberî, "ti" harfinin şeddeli okuyuşunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu kıraat onlar gusledinceye kadar, anlamına gelir. Çünkü herkes kanın kesilmesinden sonra kadın temizleninceye kadar erkeğin, hanımına yaklaşmasının haram olduğunu kabul etmişlerdir. Taberî der ki: Görüş ayrılığı temizlenmenin (tuhr) mahiyeti ile ilgilidir. Kimisi su ile gusletmektir, kimisi namaz abdesti gibi abdest almaktır, kimisi ferci yıkamaktır, demiştir. İşte bu temizlik hanımın kocasına helal olmasını sağlar. Velevki ay halinden dolayı gusletmesin. Ebû Ali el-Farisî ise "ti" harfinin şeddesiz okuyuşunu tercih etmiştir. Çünkü bu (ay hali anlamına gelen) tamisa fiilinin zıddıdır ve bu fiil de sülâsidir (üç harflidir). Yüce Allah'ın: "İyice temizlendiler mi" su ile temizliklerini yaptılar mı, demektir. Mâlik ve ilim adamlarının Cumhûru bu görüştedir. Kanı kesilen ay hali kadına yaklaşmayı helal kılan temizliğin, cünub olanın temizlenmesi gibi su ile temizlenmek olduğunu kabul etmişlerdir. Teyemmüm veya başkası bu hususta yeterli değildir. Mâlik, Şâfiî, Taberî, Muhammed b. Mesleme, Medineliler ve başkaları böyle demiştir. Yahya b. Bukeyr ve Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Ay hali olan kadın temizlenip ve su olmayan bir yerde teyemmüm edecek olursa gusletmese dahi kocasına helal olur. Mücâhid, İkrime ve Tavus der ki: Kanın kesilmesi ile o kadın kocasına helal olur, fakat abdest almak suretiyle. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed der ki: On gün geçtikten sonra kanı kesilirse gusletmeden önce karısına yaklaşması câiz olur. Eğer on günden önce kanı kesilmiş ise gusletmedikçe veya üzerine bir namaz vakti girmedikçe câiz olmaz. Ancak bu açıklanması mümkün olmayan bir tahakkümdür. Hanefilerin konu ile ilgili ibareleri şöyledir:"... Şayet namaz kılmak için yeterli vakit bulduğu halde gusletmeyerek ve namaz vaktini geçirecek olursa, onunla ilişki kurmak câiz olur. Çünkü bu durumda o namazı kaza etmesi üzerine bir borç olur. Bu da onun hükmen tâhir olduğunu gösterir." (el-İhtiyar, I, 28) Halbuki ay hali olan kadın hakkında kanının kesilmesinden sonra, iddette beklemesi gerektiği hükmünü vermiş ve kocası ile ilgili olarak üçüncü ay halinden yıkanmadığı sürece kocası ona ric'at yapabilir, demişlerdir. Onların bu sözlerine kıyas yapılacak olursa; Medinelilere uygun olarak; gusletmedikçe ona yaklaşılmaması gerekir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın bu konuda hükmü iki şarta bağlamış olmasıdır. Birincisi kanın kesilmesidir. Bu da yüce Allah'ın: "Temizleninceye kadar" âyetidir. İkincisi ise su ile gusletmeleridir. Bu da yüce Allah'ın: "İyice temizlendiler mi" âyetidir. Yani su ile guslettiler mi demektir. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Yetimleri nikâh çağına erdikleri zamana kadar deneyin..." (en-Nisa, 4/6) Burada hüküm -ki bu da malın yetimlere teslim edilmesinin câiz oluşudur- iki şarta bağlanmıştır. Birisi mükellef olanın nikâhlanacak çağa ulaşması, ikincisi onlardan reşid olduklarının tesbit edilmesi. Aynı şekilde yüce Allah boşanmış kadın hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ondan sonra o kocasından başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ona (ilk kocasına) helal olmaz." (el-Bakara, 2/230) Daha sonra sünnette ise "useyle" (yani kadın ile cimadan kinaye) şartı koşulmuştur. Buna göre kadının ilk kocasına helal olması, aynı anda her iki şarta bağlıdır. Bu ise hem nikâh akdinin yapılması hem de kadın ile ilişkide bulunulmasıdır. Ebû Hanîfe görüşüne delil olmak üzere şöyle der: Âyetin manası koşulan şarttaki nihaî vaktin gelmesidir. Bu da bundan önceki nihaî maksat (gaye)a söz edilmiştir. Buna göre yüce Allah'ın: "Temizleninceye kadar" âyeti ("ta" ve "he" harfleri şeddesiz olarak) okunur ve bu da yüce Allah'ın şeddeli olarak okunan bundan sonraki: "İyice temizlendiler mi" âyetinin anlamının aynısına gelir. Şu kadar var ki, her iki söyleyiş bir âyet-i kerimede bir arada kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Orada tertemiz olmayı arzu etmekte olan erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever." (et-Tevbe, 9/108) el-Kümeyt de şöyle demektedir: "Ensar orada zelil değildiler Ve insanlar orada gaib ve saklı iken onlar, gaib ve saklı değillerdi." Aynı şekilde her iki kıraat de diğer iki âyet gibidir, o bakımdan onlarla amel etmek gerekir. Bizler (Mâlikîler) ise bu kıraatin her birisini ayrı bir manaya hamlediyoruz. Şeddesiz olanı en azından kanının kesilmesi haline hamlederiz. O bakımdan gusletmedikçe kocasının onunla ilişki kurmasını câiz kabul etmeyiz. Çünkü kanın geri dönmeyeceğinden emin olunmaz. Diğer okuyuşu ise azamî süre dolayısıyla kanın kesilmesine hamlederiz. O takdirde gusletmese dahi kocasının onunla ilişki kurması câiz olur. İbnu'l-Arabî der ki: Bu onların (Hanefîlerin) lehlerine olan en güçlü delildir. Birincisine cevap şudur: Bu fasihlerin söyleyecekleri söz türünden, beliğlerin üsluplarından değildir. Çünkü böyle bir anlayış aynı anlamdaki kelimelerin tekrarını gerektirir. Eğer bir kelimeyi mücerred bir manaya hamletmek mümkün ise insanların kullandıktan ifadelerde bile bunu tekrara hamletmeyiz. Nasıl herşeyi bilen ve hikmeti sonsuz olanın kelamında bunu yaparız? İkincisine cevap ise; bu âyetlerin her birisi ötekinden farklı bir anlama göre açıklanır. O bakımdan kanın kesilmesi esnasında ric'î talakta gusletmeden önceki ay halinin hükmü ne ise, onun hakkında başka bir hükmün verilmemesi gerekir. Halbuki onlar önceden de açıkladığımız gibi böyle demiyorlar. O halde bu kadın madem ki ay halidir, ittifakla da ay hali olan kadına yaklaşmak câiz değildir. Diğer taraftan onların bu söyledikleri, kanın azami süre sebebiyle kesilmesi esnasında ilişkinin mubah olmasını gerektirir. Bizim söylediğimiz ise mahzurlu olmasını gerektirir. Mahzurlu olmak ile mubah olmayı gerektiren, bir biriyle zıtlaştığı takdirde, onların sebepleri arasında hangisinin ağır bastığı tesbit edilmeye çalışılır ve mahzurlu olmaya iten sebebe ağırlık verilir. Nitekim Ali ve Osman (r. anhuma) cariye olarak iki kızkardeşi bir arada tutma hakkında böyle demişlerdir. Bir âyet bunu helal kılarken, diğer âyet bunu haram kılmaktadır. Haram kılmak ise evladır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- Kitap Ehli Kadın Gusletmeye Mecbur Edilir mi? İlim adamlarımız (Mâlikî mezhebi âlimleri) kitap ehli kadının gusletmeye mecbur edilip edilmeyeceği konusunda farklı görüşlere sahiptir. İbnu'l-Kasım yoluyla gelen rivâyetinde İmâm Mâlik, evet kocasının onunla ilişki kurmasının helal olması için gusletmelidir, der. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın sizlere emrettiği yerden onlara yaklaşın" diye buyurmakta ve su ile temizlenmelerini emretmektedir. Ayrıca müslüman kadın hakkında, diğerlerinden farklı gözle bir hüküm sözkonusu etmemektedir. Diğer taraftan Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetine göre; ay halinden dolayı gusletmek üzere mecbur edilmez. Çünkü buna inanmamaktadır. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve ahiret gününe îman etmişlerse, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir." (el-Bakara, 2/228) Burada Allah'ın rahimlerinde yarattığı ise, ay hali ve hamileliktir. Yüce Allah burada görüldüğü gibi mü’min hanımlara hitap etmekte ve ayrıca: "Dinde zorlama yoktur." (el-Bakara, 2/256) diye buyurmaktadır. Mahmud b. Abdülhakem de bu şekilde görüş belirtirdi. 12- Ay Halinden Yıkanma Şekli: Ay hali sona eren kadının gusletme keyfiyeti cünüplükten gusletmenin aynısıdır. Bunun, için başının örüklerini çözmesine gerek yoktur. Çünkü Müslim'de Umm Seleme (radıyallahü anha)'dan şu rivâyet yer almaktadır: Dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ben başımın örüklerini bağlıyorum. Cünüblükten yıkanmak için onları çözeyim mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, başına üç defa su dökmen yeterlidir. Sonra da bedenine su dökersin temizlenirsin." Müslim, Hayz 58; Ebû Dâvûd, Tahâre 99; Tirmizî, Tahâre 77. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: Ay hali ve cünüblük dolayısıyla örüklerimi çözeyim mi? Hazret-i Peygamber: "Hayır" demiştir. Müslim, aynı yer. Ebû Dâvûd ise şunu rivâyet eder: "Başına bir avuç su döktüğün her seferinde örüklerini de sık." Ebû Dâvûd, Tahâre 99 13- Temizlendikten Sonra Emredilen Yerden Kadınlara Yaklaşmak: Yüce Allah'ın: "İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın" yani onlarla cima edin. Bu emir mübahlık ifade eder. Burada "yaklaşmak" cimadan kinaye olarak kullanılmıştır. Bu bizim daha önce sözünü ettiğimiz temizlenmekten kasıt; su ile gusletmektir görüşümüzü pekiştirmektedir. Çünkü yüce Allah tarafından verilen emir sigası, ancak en mükemmel olan şekli hakkında olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyette ...den; ...de anlamındadır. Yani yüce Allah'ın emrettiği yerde onlara yaklaşın, ki bu da ön taraftır. Buna benzer bir ifade yüce Allah'ın şu âyetidir: "Yerden neyi yarattılar bana gösterin." Yani yerden neyi yarattıklarını bana gösterin, demektir. Yine yüce Allah'ın: "Cuma gününden namaz için çağrıldığında."(el-Cumu'a, 62/30) Yani Cum'a gününde demektir. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı size yaklaşmak için izin verilen yönde onlara yaklaşın. Yani oruçlu olmamak, ihramlı ve i'tikafta olmamak halinde demektir. Bu görüş el-Hasan'ın açıklamasıdır. İbn Abbâs ve Ebû Rezin ise der ki: Onlara temiz iken yaklaşın, ay hali iken yaklaşmayın. ed-Dahhâk da böyle demiştir. Muhammed İbnu'l-Hanefiyye de der ki: Bunun anlamı helal olarak onlara yaklaşın, zina yoluyla yaklaşmayın, demektir. 14- Allah Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri Sever: Yüce Allah'ın: "Gerçekten Allah, çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever" âyeti hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır: Tevbe edenlerden kasıt, günahlardan ve şirklerden tevbe edenler, temizlenenlerden kasıt ise cünüblük ve hadeslerden su ile temizlenenlerdir, diye Atâ ve başkaları tarafından açıklanmıştır. Mücâhid ise günahtan tevbe edip temizlenenler; yine ondan gelen bir rivâyete göre, kadınlara arka yoldan yaklaşmaktan tevbe edenler; demiştir. İbn Atiyye der ki: Sanki Mücâhid bu açıklamasını yaparken yüce Allah'ın, Lut kavmi hakkında bizlere naklettiği şu âyetini göz önünde bulundurmuş gibidir: "Onları ülkenizden çıkartın. Çünkü onlar fazla temizlenen insanlardır."(el-A'raf, 7/82) Çokça temizlenenlerden kasıt günah işlemeyenler olduğu da söylenmiştir. Şayet: Günah işleyen neden hiç günah işlemeyenden önce sözkonusu edilmiştir? diye sorulursa şöyle cevap verilir: Tevbe eden kimse rahmetten ümit kesmesin ve çokça temizlenen kişi de kendisini beğenmesin diye öne almıştır. Nitekim bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi orta yolda mu'tedildir, kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir." (Fatır, 35/32) Nitekim yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair açıklamalar (aynı âyet 2. başlık) gelecektir. 223Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için önden gönderin. Allah'tan da korkun. Bilin ki herhalde siz O'na kavuşacaksınız. Mü’minlere müjdele! Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır" âyeti ile ilgili olarak lâfız Müslim'e ait olmak üzere hadis İmâmları tarafından Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Yahudiler; erkek, hanımına arka tarafından önden yaklaşırsa; çocuk şaşı olur, derlerdi. Bunun üzerine: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır, o halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyet-i kerimesi nazil oldu. Müslim, Nikâh 117-118; Buhârî, Tefsir 2. sûre 39; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 25; Ummu Seleme yoluyla: Dârimi, Vudû 113; Müsned, VI, 305, 310, 318, 319. ez-Zührîden gelen rivâyette şu fazlalık da vardır: "Dilerse başını önüne eğmiş, (yüzükoyun) dilerse eğmemiş olarak şu kadar var ki hep aynı yolda olmalıdır." Müslim, Nikâh 119 Bu kelime (sad harfi ile sİmâm kelimesi) sin harfi ile: (Ve iğne deliği anlamına gelen): Sİmâm şeklinde de rivâyet edilmektedir. Bu açıklamayı Tirmizî yapmıştır. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 26. Buhârî de Nafi'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Ömer Kur'ân-ı Kerîm okudu mu okumasını bitirmedikçe konuşmazdı. Bir gün elimdeki Kur'ân-ı Kerîm'den onun okumasını takip ediyordum. Bakara Sûresi'ni okudu. Nihayet bir yere kadar geldi ve şöyle dedi: Bunun ne hakkında nazil olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır dedim. O: Bu şu hususa dair nazil olmuştur, dedi. Sonra okumasına devam etti. Abdüssamed'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bana babam anlattı, bana Eyyub Nafi'den o İbn Ömer'den naklederek dedi ki: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyetiyle ilgili olarak dedi ki hanımına... den varır. el-Humedî dedi ki burada (söylemediği şey ile) ferci kastediyor. Buhârî, Tefsir 2. sûre 39. Ebû Dâvûd da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Ömer -Allah ona mağfiret buyursun- yanılmıştır. Ensardan şu putperest insanlar şu yahudilerle birlikte idiler. Ve onlar da kitap ehli idi. O bakımdan Ensar yahudilerin ilim itibariyle kendilerinden üstün oldukları görüşünde idiler. Bu nedenle işlerinden pek çoğunda onlara uyuyorlardı. Bu kitap ehlinin yaptıkları işlerden birisi de kadınlarına ancak yanları üzere yatarken yaklaşmaları idi. Bu şekilde kadın en az açılıp saçılırdı. Ensardan olan bu kimseler ise bunu onlardan alıp uygulamışlardı. Şu Kureyşlilerden olanlar ise görülmedik bir şekilde kadınları yatırıyorlar, yüzyüze, arkalarını dönmüş olarak, sırtları üstünde yatırarak onlardan zevk alıyorlardı. Muhacirler Medine'ye gelince onlardan birisi Ensardan bir kadın ile evlendi. Aynı şeyleri ona yapmak isteyince bu konuda ona tepki gösterdi ve bize yanımız üzere yatarak geliniyordu. Sen de ya böyle yaparsın veya benden uzak dur, dedi. Nihayet aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durum ulaşınca yüce Allah: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyetini indirdi. Yani yüzyüze, arkalarını dönmüş olarak ve sırt üstü yatmış olarak. Bununla da çocuğun geldiği yeri kastediyordu. Davûd. Nikâh 44. Tirmizî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hazret-i Ömer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü helâk oldum. Hazret-i Peygamber ona: "Seni helâk eden nedir?" diye sorunca Hazret-i Ömer: Bu gece yolumu değiştirdim, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona herhangi bir cevap vermedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bunun üzerine şu âyet-i kerîme vahyolundu: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın." (Hazret-i Peygamber devamla buyurdu ki): "İster yüzyüze, ister arkadan gel. Fakat arka yoldan ve ay hali vaktinde uzak dur." Tirmizî dedi ki: Bu hasen sahih bir hadistir. Tîrmizi, Tefsir 2. sûre 27. Nesâi’nin Ebû'n-Nadr'dan rivâyetine göre Ebû'n-Nadr, İbn Ömer'in azadlısı Nafî'e şöyle demiş: Senin aleyhine pek çok şey söylenir olmuş. Güya sen İbn Ömer'den onun kadınlara arka yoldan yaklaşılacağına dair fetva verdiğini söylüyormuşsun. Nafi' dedi ki: Ândolsun bana yalan söylüyorlar. Fakat ben sana durumun nasıl olduğunu haber vereceğim. Onun yanında olduğum bir gün İbn Ömer bana mushafı verdi ve bana okumaya başladı. Nihayet: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır" âyetine ulaştı. Nafi' dedi ki: (İbn Ömer dedi ki:) Bu âyetin durumunun ne olduğunu biliyor musun? Biz Kureyşliler kadınların başlarını eğdirirdik. Medine'ye girip de Ensar hanımlarıyla evlenince kendi kadınlarımızdan istediğimizi onlardan da istedik. Baktık ki onlar bu işten hoşlanmıyor ve bunu büyük bir iş görüyorlar. Ensar, kadınlarına yanları üzerine yatarak yaklaşıyorlardı. Bunun üzerinme yüce Allah: "Kadınlar sizin için bir tarladır, o halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyetini inzal buyurdu. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 635. 2- Arka Yoldan Yaklaşmak Haramdır: Bu Hadîs-i şerîfler, ilişkinin ekin yerinde olması şartıyla bütün şekil ve hallerin mubah olduğu hususunda açık nastırlar. Yani ister arkadan, ister önden, ister çömelerek, ister sırt üstü yatırarak ister yanı üzere yatırarak nasıl isterseniz yaklaşabilirsiniz. Ancak yaklaşılması gereken yerden başkasından varmak mubah değildir, asla olmaz da. Âyet-i kerimede "el-hars: Tarla"nın sözkonusu edilmesi varılması gereken yerin başka yoldan varmanın haram kılındığının delilidir. "Hars" bir benzetmedir. Çünkü kadınlar, zürriyetin ekildiği yerdir. "Hars" lâfzı özel olarak fercden başka bir yerden yaklaşmanın mubah olmadığı anlamını vermektedir. Çünkü tohumun ekildiği yer orasıdır. Sa'leb şu beyitleri nakletmiştir: "Şüphesiz ki rahimler arazilerdir, bizim için ekilen Orada ekin ekmek bize; orayı yeşertmek ise Allah'a aittir." Kadının ferci yer gibidir. Nutfe tohum gibidir. Çocuk da yetişen bitki gibidir. O bakımdan burada hars (ekin, tarla) ekin ekilen yer demektir. Bunun âyet-i kerimede tekil olarak zikredilmesi masdar oluşundandır. Tıpkı; bir adam oruçludur, bir topluluk oruçludur, derken her ikisinde de Savm kelimesinin (masdar ve) tekil olarak kullanılması gibi. 3- Tarlaya Dilediği Gibi Varmanın Gerçek ve Doğru Anlamı: Yüce Allah'ın: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyetinin anlamı ashabın, tabiinin ve fetva İmâmlarının Cumhûruna göre şudur: Az önce açıkladığımız gibi hangi şekilde olursa olsun, ister yüzyüze, ister arkasını dönmüş olarak... Âyet-i kerimedeki edatı, hem soru için hem de birden fazla yönü olan durumu haber vermek için gelir. Bu kelime sözlükte " Nasıl, nerede, ne zaman" edatlarından daha genel kapsamlıdır. İşte Arapçada bu edatın kullanılışı böyledir. İnsanlar bu âyet-i kerimedeki edatını bu lâfızlarla tefsir etmişlerdir. Sîbeveyh bunu "nasıl ve nereden" edatlarıyla bir arada tefsir etmiştir. Bunu "nerede" diye açıklayanlardan bir kesim, arka yoldan ilişki kurmanın mubah olduğu kanaatine ulaşmıştır. Bu sözlerin kendisine nisbet edildiği kimseler arasında Said b. el-Müseyyeb, Nafi', İbn Ömer, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî, Abdülmelik b. el-Macuşûn da vardır. Bu, Mâlik'ten de (güya) kendisine ait olan "Kitabü's-Sır" adındaki bir kitapta da nakledilmektedir. Ancak Mâlik'in ileri gelen arkadaşları ile onların hocaları böyle bir kitabın varlığını kabul etmezler. Mâlik "bir sır kitabı" sahibi olmaktan daha yüce ve değerli bir insandır. Bu görüş el-Utbiye'de nakledilmektedir. İbnu'l-Arabî'nin zikrettiğine göre ise İbn Şaban böyle bir sözün ashaptan ve tabiinden büyükçe bir kalabalığa ve Mâlik'e ait olmasının câiz olduğunu kaydetmektedir. Buna dair birçok rivâyeti "Cimau'n-Nisvan ve Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde kaydetmektedir. Ancak el-Kiyâ et-Taberî de şöyle demektedir: Muhammed b. Ka'b el-Kurazîden onun bu şekilde bir sakınca görmediği rivâyet edilmektedir. O bu konuda yüce Allah'ın: "Âlemlerden erkeklere varırsınız ha?! Halbuki Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi de terkedersiniz." (eş-Şuara, 26/165-166) âyetini yorumlayarak şöyle derdi: Bu ifadenin takdiri şöyledir: Siz böyle bir işin benzerini zevcelerinize yapmıyorsunuz. Eğer bu işin benzerini zevcelere yapmak mubah olmasaydı, böyle bir ifade sahih bir ifade olmazdı. Çünkü mubah kılınan öbür taraf, onun bir misli değildir ki siz bu işi yapıyorsunuz ve onun misli olan mubah işi terkediyorsunuz denilebilsin. el-Kiya der ki: Ancak böyle bir açıklama tartışılır. Zira bunun anlamı şudur: Sizler Rabbinizin sizin için yaratmış olduğu zevcelerinizdeki şehvet ve arzunuzu teskin edecek şeyleri bırakıyorsunuz, halbuki ilişkinin lezzeti her ikisinde de gerçekleşmektedir. Bu anlamda alındığı takdirde sözü geçen âyetin azar için olması sözkonusu olur. Yüce Allah'ın: "İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın." (el-Bakara, 2/222) ile birlikte: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" âyetini beraber mütalaa ettiğimiz takdirde, kadınlara yaklaşılacak yerin özel bir yer olduğunun delilini ve bunun yalnızca çocuğun geldiği yere münhasır olduğunu görürüz. el-Kiyâ et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 142. Derim ki: İşte bu mes'elede hak ve doğru olan budur. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr'in zikrettiğine göre ilim adamları kendisi ile (fercinin elverişli olmadığından dolayı) ilişki kurulamayan ve er-retkâ denilen kadınların bu durumlarının bir kusur teşkil ettiğini ve bundan dolayı (böyle bir cariyenin) geri çevrileceği hususunda ihtilaf etmediklerini zikretmektedir. Ancak bu konuda tek bir istisna, Ömer b. Abdülaziz'den pek kuvvetli bir yolla gelmeyen retkâ olsun, başkası olsun geri çevrilemeyeceğine dair bir rivâyet vardır. Ancak fukahanın tümü buna muhalif kanaattedir. Çünkü nikâhtan maksat, yaklaşmaktır. Bu husus üzere ilim adamlarnın icma etmeleri, duburun (arka yolun) ilişki kurulacak yer olmadığının delilidir. Eğer orası ilişki kurmak için bir yer olsaydı, fercinden ilişki kurulamayanın geri çevrilmemesi gerekirdi. Yine doğurmayan kısır kadının geri çevrilemeyeceği hususunda da icma etmişlerdir. Bu mes'elede sahih olan görüş bizim açıkladığımız şekildir. İmâm Mâlik ve arkadaşlarına buna dair nisbet edilen kanaatler batıldır, onlar böyle şeylerden beri ve uzaktırlar. Çünkü kadına yaklaşmanın mubah olduğu yer, ekin yeri olarak tahsis edilmiştir. Zira yüce Allah: "O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın" diye buyurmuştur. Diğer tarftan eşlerin yaratılışındaki hikmet, neslin çoğalmasıdır. Neslin geldiği yerden başkası nikâh ile mubah olmuyor. İşte hak olan budur. Ebû Hanîfe'nin arkadaşları da şöyle demiştir: Böyle bir kimse (karısına arka yoldan yaklaşan kimse) ile erkekle lutilik yapan hüküm itibariyle bize göre aynıdır. Çünkü pislik çıkan yerdeki pislik ve rahatsızlık verici şeyler, ay hali kanından daha fazladır. O bakımdan orası daha da çirkin ve kötüdür. İbnü'l-Arabî de "el-Kabes" adlı eserinde şöyle der: Şeyh, İmâm Fahru'l İslâm Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. el-Husayn -ki zamanının fakihi ve İmâmıdır- dedi ki: Ferc otuzbeş (radıyallahü anhkamına) çok benzer, dedi ve elini çıkartıp bu sayıyı gösterdi. Ve dedi ki: Küçük abdestin bozulduğu yer otuzun altında kalan yerdir. Zekerin girdiği yer ile ferc beşi andıran yerdir. Yüce Allah arızî necaset dolayısıyla ay halinde ferci haram kılmıştır. O bakımdan her zaman orada bulunan necaset dolayısıyla arka yolu haram kılması, öncelikle sözkonusudur. İbn Vehb ve Ali b. Ziyad, İmâm Mâlik'e Mısır'da birtakım kimselerin böyle birşeyi câiz kabul ettiğini naklettiklerini bildirince bu işi nefretle reddetti ve bunu nakledeni hemen orada yalanlayarak: Hakkımda söyledikleri yalandır, hakkımda söyledikleri yalandır, hakkımda söyledikleri yalandır, dedikten sonra: Siz Arap değil misiniz? Yüce Allah: "Kadınlarınız sizin için bir tarladır" diye buyurmuyor mu? Hiç ekin, bitkinin bittiği yerden başka bir yerde ekilir mi? Muhalif kanaati savunan kimselerin yüce Allah'ın: "Dilediğiniz gibi" âyetinin genel ifade olması dolayısıyla bütün yollan kapsadığını delil diye göstermesine gelince; bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu ifadenin genelliği zikrettiğimiz şeyler ile tahsis edilmiştir. Ayrıca bu konuda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sahih, hasen ve meşhur değişik metinlerle on iki tane sahabînin rivâyet ettiği hadislerle tahsis edilmiştir. Bu hadislerin hepsi kadınlara arkalarından yaklaşmanın haram olduğunu ifade etmektedir. Ahmed b. Hanbel bunları Müsnedinde, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî ve başkaları da eserlerinde zikretmiştir. Ebul Ferec İbnu'l-Cevzî bu hadisleri bütün rivâyet yollarıyla "Tahrimu'l-Mahalli'l-Mekruh" adlı bir cüzde toplamıştır. Hocamız Ebû'l-Abbas'ın da yine bu hususta "îzhar-u îdbari men Ecaze'l-Vat'a fi'l-Edbâr" ismini verdiği bir cüz'ü vardır. Derim ki: İşte bu mes'elede kendisine uyulması gereken hak ve sahip olan budur. Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kimsenin bu hususta, ondan sahih olarak nakledilmiş olsa dahi bir alimin yanılmasını (delil diye) sözkonusu etmemesi gerekir. Çünkü bizler alimin yanılması üzerinde durmaktan sakındırılmış bulunuyoruz. İbn Ömer'den buna muhalif (yani arkadan yaklaşmaya cevaz verdiğine muhalif) ve bu işi yapanı tekfir ettiğine dair rivâyet gelmiştir. Ona yakışan da budur. Allah ondan razı olsun. Aynı şekilde Nafi' de ondan böyle bir rivâyeti yalanlamıştır. Nitekim az önce kaydettiğimiz Nesâi’nin de zikrettiği rivâyette bunu gördük. Mâlik de böyle bir cevazı terketmiş ve bunu büyük bir iş görmüştür. Kendisine bunu câiz gördüğüne dair rivâyeti nisbet edenlerin yalancı olduğunu söylemiştir. Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde Ebû'l-Hubab Said b. Yesar'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Ömer'e dedim ki: Benim cariyelere başka yoldan yaklaşmam hakkında ne dersin? O: Başka yoldan yaklaşmak ne demek? diye sorunca ona arka yolu sözkonusu ettim. Şöyle dedi: Müslümanlardan herhangi bir kimse böyle birşey yapıyor mu? Dârimi, Vudû' 114. Huzeyme b. Sabit'ten senedini de kaydederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ey insanlar, muhakkak Allah haktan haya etmez. Sakın kadınlara arka yoldan yaklaşmayınız." Dârimi, Vudû' 114. Bunun bir benzeri Ali b. Talk'tan da gelmiştir. Dârimi, Vudû' 114. Ayrıca Ebû Hüreyre'den senedini kaydederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Her kim bir kadına arka yoldan yaklaşırsa kıyâmet gününde yüce Allah ona bakmaz." Dârimi, Vudû' 114. Ebû Dâvûd et-Tayalîsi de Müsned'inde Katâde'den o Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o Abdullah b. Amr yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "İşte bu küçük lutîliktir." Bununla kadına arka yoldan yaklaşmayı kastediyor. el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd, I, 313; Müsned, II, 182, 210. Tavus'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Lut kavminin işi önceleri kadınlara arkalarından yaklaşmak şeklinde başlamıştı. İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan birşey sabit olduğu takdirde ise onun dışında kalan hiçbir şeye ihtiyaç duyulmaz. Yüce Allah'ın: "Ve kendiniz için önden gönderin" âyetinin anlamı yarın size faydalı olacak şeyleri önden gönderin şeklindedir. Mef ul (yarın), hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde ise mef'ûl açıkça ifade edilmiştir: "Kendiniz için önceden ne hayır gönderirseniz Allah nezdinde onu bulacaksınız." (el-Bakara, 2/110) Buna göre anlamı: Kendiniz için önden itaat ve salih amel gönderiniz, demek olur. Çocuk ve nesil arayarak bunu yapınız, diye de açıklanmıştır. Çünkü çocuk dünya ve âhiretin hayrıdır. Şefaatçi ve cehenneme karşı bir kalkan olabilir. Bundan kastın iffetli kadınlarla evlenmek olduğu da söylenmiştir. Böylelikle çocuk salih ve temiz olur. Burada kastın henüz baliğ olmamış çocukların önceden ölmesi olduğu da söylenmiştir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kimin önünden henüz baliğ olmamış üç çocuk giderse, bu konudaki kasemin gereğinin yerine getirme hali dışında ateş ona dokunmayacaktır." Buhârî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim, Birr 150; Tirmizî, Cendiz 64; Nesâi, Cenâiz 25; Müsned, II, 276, 473, 479. Buradaki kasemin yerine getirilmesi ile ilgili açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nde (19/71. âyet 1. başlıkta) gelecektir. İbn Abbâs ve Atâ ise der ki: Cima esnasında önceden Allah'ı zikrediniz demektir. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi: "Sizden herhangi bir kimse hanımına yaklaşırken " Allah'ın adıyla, Allah'ım, şeytanı bizden uzak tut ve yine şeytanı bize verdiğin rızıktan da uzak tut, diyecek olursa, eğer onlardan bir çocuk doğması takdir edilirse şeytan ebediyyen ona zarar veremez." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Bed'u’l-Halk 11, Vudû" 8, Nikâh 66, Deavât 54, Tevhîd 13; Müslim, Nikâh 116; Ebû Dâvûd, Nikâh 44, 45; İbn Mâce, Nikâh 27; Dârimî, Nikâh 29; Müsned, I, 217, 243, 283, 286. 5- Allah'ın Huzuruna Çıkmaktan Korkmak: "Allah'tan da korkun." Bu bir sakındırma ve bir uyarmadır "ve bilin ki siz O'na kavuşacaksınız." Bu, sakındırma hususunda mübalağayı gerektiren bir haberdir. Yani o iyiliğinizin de kötülüğünüzün de karşılığını verecektir. İbn Uyeyne, Amr b. Dinar'dan rivâyetle dedi ki: Ben Saîd b. Cübeyr'i İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet ederken dinledim: (İbn Abbâs) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hutbe irad ederken şöyle buyurduğunu dinledim: "Şüphesiz yüce Allah'ın huzuruna çıplak ayaklı, elbisesiz yürüyerek ve sünnet edilmeksizin çıkacaksınız." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'tan da korkun ve bilin ki herhalde siz O'na kavuşacaksınız" âyetini okudu. Bu hadisi bu manada Müslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Rikaak 45; Müslim, Cennet 57; Nesâi, Cenâiz 118. Yüce Allah'ın: "Mü’minlere müjdele" âyeti iyilik işleyen, hidâyet sünnetlerini araştırıp yapan kimseye ünsiyet kazandıran, ünsiyet veren bir buyruktur. 224Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semi'dir, Alimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Önceki Buyruklarla İlişkisi: İlim adamları der ki: Yüce Allah infak etmeyi, yetimlerle, kadınlarla güzel bir şekilde geçinmeyi emrettikten sonra, biz bu işi yapmamak üzere yemin ettik diye bahane ileri sürerek güzel herhangi birşeyden uzak durmayınız, diye buyurdu. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan, Nehaî, Mücâhid, Rabi' ve başkalarından gelmiştir. Saîd b. Cübeyr der ki: Burada iyilik yapmamak, akrabalık bağını gözetmemek, insanlar atasını düzeltmemek üzere yemin eden kimse kastedilmektedir. Böyle bir kişiye; iyilik yap denilir, o: Yemin ettim diye cevap verir. Kimi müfessirler de şöyle demektedir: Bunun anlamı sizler eğer iyilik, takva ve ıslah yapmak istiyor iseniz, yalan söyleyerek Allah adına yemin etmeyiniz. O taktirde burada edatını (ot) takdir etmeye gerek yoktur. Şöyle de denilmiştir: Allah adına çokça yemin etmeyiniz. Çünkü bu kalplere daha çok heybet verir. Bundan dolayı yüce Allah: "Yeminlerinizi koruyun" (el-Maide, 5/89) diye buyurmuştur. Çokça yemin edeni de yererek şöyle buyurmaktadır: "Çokça yemin eden aşağılık ve değersiz hiçbir kişiye de itaat etme!" (el-Kalem, 68/10) Araplar az yemin etmeyi övülme sebebi kabul ederler, öyle ki şairlerden birisi şöyle demiştir: "Yeminleri az ve yeminini korur Ondan bir yemin sadır olursa gereğini yerine getirir." Buna göre: "İyilik yapmanıza" âyetinin anlamı şu olur: Az yemin ediniz, çünkü bunda İyilik ve takva sözkonusudur. Çokça yemin etmek ile birlikte yeminlerin bozulması halinde, yüce Allah'ın hakkına az riâyet sözkonusu olur. Bu, güzel bir İÇtfcfoma Şe&tdf. Mâlik b. Enes der ki: Bana ulaştığına göre bu, her hususta Allah adına yemin etmektir. Bir görüşe göre bunun anlamı sizler yemini hak batıl herşey hakkında gelişigüzel kullanmayın. ez-Zeccâc ve başkaları da der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Bir kimseden hayır bir iş yapması istenince o Allah'ı bahane ederek, benim bu konuda yeminim vardır, der. Halbuki hiç de yemin etmiş değildir. el-Kutebî der ki: Anlamı şudur: Sizler akrabalık bağlarınızı gözetmemek, sadaka vermemek, ıslah etmemek üzere ve buna benzer çeşitli iyiliklere dair yemin ettiğiniz takdirde o yeminlerinizin keffaretini ödeyiniz (yeminleriniz iyilik yapmanıza engel olmasın). Derim ki: Bu bizim de yaptığımız açıklama dolayısıyla güzel bir tefsirdir. Bundan sonraki başlıkta açıklayacağımız üzere nüzul sebebi de buna delalet etmektedir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında nazil olmuştur. O, Hazret-i Âişe hakkında ileri geri konuşan Mistah'a herhangi birinfaktabulunmamak üzere yemin etmişti. Nitekim İfk hadisinde bu geçmektedir. İleride buna dair açıklamalar Nûr Sûresi'nde (24/22. âyet-i kerimede) gelecektir. Bu açıklama da İbn Cüreyc'den nakledilmiştir. Bir görüşe göre bu âyet-i kerîme yine Ebû Bekr es-Sıddîk hakkında misafirlerle birlikte yememek üzere yemin etmesi üzerine nazil olmuştur. Bk. Buhârî, Mevâkît 41, Edeb 87, 88; Müslim, Eşribe 176, 177; Müsned, I, 198. Bir başka görüşe göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Revaha hakkında Beşir b. en-Nu'man ile konuşmamak üzere yemin etmesi üzerine nazil olmuştur. Beşir b. en-Numan ise Abdullah'ın kızkardeşinin kocası ve eniştesi idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- "Allah'ı Yeminlerinize... Engel Yapmayın." el-Cevherî'den nakledildiğine göre dikili hedef (gibi) yapmayın, demektir. Âyet-i kerimede geçen "urda" birşey ile birlikte olmak, birşeye karşı güçlü olmak anlamına gelir. Yine 'urda himmet anlamına ,da gelir. Şair der ki: "Onlar öyle yardımcılardır ki, bütün himmetleri ('urda) düşman ile karşılaşmaktır." Filan kişi insanlar için 'urdadır, denilirken sürekli olarak onun hakkında ileri geri konuşmaz demektir. Filanı şu işe 'urda yaptım, denilirken onun için hedef olarak diktim demektir. Bu kelimenin şiddet ve güç anlamını ifade ettiği de söylenmiştir. Kadın hakkında nikâha 'urdadır, denildiği zaman evlenebilecek durumda olması kastedilir. Filanın 'urdası vardır, denildiğinde yolculuk yapmaya, Savaşa gücü yeter, demektir. Ka'b b. Züheyr der ki: "(Hızlıca yol aldığından) kulaklarının dibindeki çukurlardan ter boşanınca; Onun bütün himmeti, gücü hiçbir alameti bulunmayan ve bilinmeyen yolda maharetle yol almaktır." Abdullah b. ez-Zübeyr de der ki: "İşte bu Savaş günleri içindir, bu da benim oyalanmam için Bu ise bizim yolculuğumuz için bir güç ve kuvvettir (hırda)." Yani bir araçtır, hazırlıktır. Bir başka şair şöyle demektedir: "Beni levmedenlere bir 'urda (dikili hedef) sakın kılma!" Evs b. Hacer de der ki: "Erkek deve gibi bir kırat bir gün onun 'urdası (hazırlanması) Yola koyulmam içindir ve onun bir sarsılışı ve hızlıca bir koşusu vardır." Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Allah adına yemin etmeyi iyilikten uzak durmak için kendiniz için bir güç, bir araç kılmayınız. 4- Yeminler İyiliğe ve Takvaya Engel Edilmemelidir: Yüce Allah'ın: "İyilik etmenize, sakınmanıza..." âyeti mübteda olup onun haberi hazfedilmiştir. Yani; iyilik, takva ve insanlar arasını düzeltmek daha uygundur, daha güzeldir. Yüce Allah'ın: "İtaat ve güzel söz" (Muhammed, 47/21) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamalar ez-Zeccâc ve en-Nehhâs'tan nakledilmiştir. Bu âyetin nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani aziz ve celil olan Allah hakkında yemin etmeniz, sizleri bir (iyilik), takva ve ıslah yapmaktan alıkoymasın. Yine bu açıklamalar ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu, mef'ûlün lehtir. (Yani Allah adına yemin iyilik yapmanız, takva ve ıslah için bir engel olmasın). Bir görüşe göre de bunun anlamı, iyilik yapmamanız için şeklindedir. Burada (olumsuzluk edatı olan): "lâ" hazfedilmişir. Yüce Allah'ın: "Allah saparsınız diye size açıklar" (en-Nisa, 4/176) âyetinde olduğu gibi. Anlamı ise, sapmayasınız diye açıklar, şeklindedir. Bunu Taberî ve en-Nehhâs söylemiştir. Bu âyetin mansub oluşunun dördüncü açıklama şekli de: İyilik yapmaktan hoşlanmadığınız için., şeklinde olup, daha sonra bu (anlamı ifade eden: Kerih görmek anlamındaki kelime) hazfedilmiştir. Bunu da en-Nehhâs ile el-Mehdevî zikretmiştir. Bir diğer görüş olan el-Halil ve el-Kisaî’nin görüşüne göre bu cer mahallindedir. Takdiri ise iyilik yapmak hususunda (anlamına gelecek şekilde): şeklindedir. Burada cer harfi zikredilmeyip ondan dolayı da mecrur olmuştur. "Allah" kulların sözlerini işiten "Semi'dir" onların niyetlerini bilen "Alim’dir." 225Allah sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar. Allah Gafûrdur, Halimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Lağiv konuşmada gerek olmayan yahut kendisinde hayır bulunmayan veya günahı, iyilikleri boşa çıkartan bir söz söylemek anlamındadır olan mastardır. Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Cuma gününde İmâm hutbe okur iken arkadaşına: Dinle, dediğin vakit sen de lağv etmiş olursun (Leğavte)." Buhârî, Cumua 36; Müslim, Cumua 12; Ebû Dâvûd, Salât 229; Tirmizî, Cumua 16; Nesâî, Cumua 22, îydeyn 21; İbn Mâce, İkame 86: Muvatta’', Cumua 6; Dârimî, Salât 195; Müsned, II, 244, 272. Ebû Hüreyre'nin söyleyişinde ise bu "leğayte" şeklindedir. Şair der ki: "Nice hacı kafilesi vardır ki lağvetmekten ve Çirkin söz söylemekten uzaktır, konuşmuyor." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Söylediğin boş bir söz (lağiv) dolayısıyla muaheze olunmazsın Eğer sen kararlı bir şekilde bağlanmayı kastetmezsen." 2- İlim Adamlarının Lağiv Yemini ile İlgili Görüşleri: İlim adamları hangi yeminin lağiv yemini olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbâs der ki: Bu, kişinin söz arasında ve konuşurken, acele ederken yemin kastı olmaksızın: "Hayır vallahi, evet vallahi" demesidir. el-Mervezî der ki: İlim adamlarının ittifakla lağiv diye kabul ettikleri lağiv yemini kişinin: "Hayır vallahi, evet vallahi" sözlerini yemin kastı gütmeksizin, yemin etmek istemeksizin söz ve konuşması sırasında bunları söylemesidir. İbn Vehb, Yûnus'tan o İbn Şihab'tan rivâyet ettiğine göre Urve, İbn Şihab'a şunu anlatmış: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevcesi Hazret-i Âişe dedi ki: Lağiv yeminleri tartışırken, ciddi olmayıp şakalaşırken ve kalpten kasıt güdülmeksizin söz söylerken yapılan yeminlerdir. Buhârî'de de Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz" âyeti kişinin: "Hayır vallahi, evet vallahi" demesi hakkında nazil olmuştur. Buhârî, Eymân 14. Bir görüşe göre ise lağiv, kişinin zanna dayanarak yemin etmesi ve durumun onun hilafına olmasıdır. Bunu Mâlik söylemiştir. İbnu'l-Kasım bu görüşü Mâlik'ten nakleder. Seleften bir grup da bu şekilde açıklamıştır. Ebû Hüreyre der ki: Kişi ancak öyle zannettiği birşeye dair yemin eder de o şey zannettiği gibi değilse işte bu yemini lağiv yemini olup bundakeffaretyoktur. Buna yakın bir açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Rivâyet edildiğine göre; bir topluluk Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda karşılıklı olarak birbirlerine söz söylüyor ve ok atışı yapıyorlardı. Onlardan birisi: Yemin olsun ben isabet ettim ve sen ey filan sen hedefi tutturamadın diye yemin etti. Ancak durumun böyle olmadığı ortaya çıktı. Bu sefer (diğer) adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, bu yalan yere yemin etmiş oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Atıcıların yeminleri lağivdir, onların yeminlerinde bozma olmaz, keffaret de sözkonusu değildir." Muvatta’''da Mâlik şöyle demektedir: Bu hususta işittiğim en güzel açıklama şudur: Lağiv; kişinin böyle olduğundan emin olduğu daha sonra bunun hilafına olduğunun anlaşılması ile ilgili yaptığı yemindir, bunda keffaret yoktur. Bir kimse birşey hakkında yemin edip de o yemininden kendisinin günahkâr olduğunu, yalancı olduğunu biliyor ve bu yemini herhangi bir kimseyi razı etmek yahut bir mahluka karşı özür beyan etmek veya herhangi bir malı haksızca almak için yapıyor ise bu, keffaretin sözkonusu olamayacağı kadar büyük bir yemindir. Muvatta’', Nüzûr 9. Keffaret ancak kişi için yapılması mubah olan birşeyi yapmamaya dair yemin eden, sonra da o işi yapan kimseye veya yapmaya dair yemin edip de sonradan yapmayan kimseye düşer. Mesela, elbisesini on dirheme satmamak üzere yemin etse sonra da böyle bir pahaya satsa veya kölesini döveceğine dair yemin edip sonra da onu dövmemesi gibi. İbn Abbâs'tan -ondan eğer sahih olarak gelmişse- şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Lağiv yemini kızgın iken yemin etmendir. Tavus da böyle demiştir. İbn Abbâs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Gazap halinde yemin yoktur" dediğini rivâyet etmiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 186'da: Taberânî, el-Evsat'ta rivâyet ettiğini zikretmektedir. Saîd b. Cübeyr der ki: Lağiv yemini haramı helal kılmaktır. Mesela kişi: Eğer ben bu işi yaparsam malım bana haram olsun. Helal birşey de bana haram olsun, demesi gibi. Mekhul ed-Dımeşkî de Mâlik de böyle demiştir. Zevce hakkında böyle birşey söylenirse o takdirde kadının ona haram olması sözkonusudur, ancak kalbiyle onu istisna etmesi hali bundan müstesnadır. Lağiv yemini masiyet yeminidir, de denilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, Ebubekir b. Abdurrahman ile ez-Zübeyr'in oğulları Urve ve Abdullah da böyle demiştir. Mesela bir kimse şarap içeceğine yahut akrabalık bağını keseceğine dair yemin etse, bu yeminini yerine getirmesi, yapmayı yemin ettiği masiyeti işlememesidir. Onun için keffaret de yoktur. Bu konudaki delilleri ise Amr b. Şuayb'ın babasından, onun da dedesinden naklettiği şu Hadîs-i şerîftir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim birşeye dair yemin etse, daha sonra ondan başkasının ondan hayırlı olduğunu görse onu terketsin. Onu terketmesi o yeminin keffaretidir." Bu hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Nesâî, Eyınan 16; İbn Mâce, Keffârât 7; Aynı manada ve yakın lâfızlarla: Müslim, Eymân 15-18. Yine Maide Sûresi'nde (5/89. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir. Zeyd b. Eslem dedi ki: Lağiv yemini, kişinin kendi hakkındaki bedduasıdır: Allah gözümü kör etsin, Allah malımı yok etsin, yahudi olayım, müşrik olayım, demesi gibi. Böyle birşey söyleyen kimsenin bu yemini lağivdir. Mücâhid der ki: Burdaki yemin, alışveriş yapan iki kişiden birisinin: Allah'a yemin ederim bu fiyata sana satmıyorum, deyip öbürünün de: Allah'a yemin ederim ben de bu fiyata satın almıyorum demesi gibidir. en-Nehaî der ki: Bir kişi birşeyi yapmamak üzere yemin etse sonra da unutarak yapsa (bu yemini lağiv yeminidir). Yine İbn Abbâs ve ed-Dahhâk der ki: Lağiv yemini keffaret olunan yemindir. Yani yeminin keffareti yerine getirildiği takdirde o yemin düşer ve artık o boş olur (leğv). Allah onun keffaretini yapıp da daha hayırlı olana dönüşü dolayısıyla sorumlu tutmaz. İbn Abdi’l-Berr lağvin mukreh (zorlanan, ikrah altında bulunan) kimsenin yaptığı yemindir diye bir görüş nakletmektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Unutkanlıkla yemin etmenin lağiv olduğunda bir şüphe yoktur. Çünkü bu yemin kişinin maksadı hilafına gelmiştir. O bakımdan bu yemin katıksız lağv (boş) yemindir. Derim ki: Mukrehin yemini de bunun mesabesindedir. İleride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (İ6/106 âyet 14. başlıkta) gelecektir. İbnu'l-Arabî der ki: Lağiv yemini masiyet yeminidir, diyenlerin sözü batıldır. Çünkü masiyeti terketmek üzere yemin eden kimsenin yemini, ibadet olarak akdolur. Masiyet işlemek üzere yemin eden kimsenin yemini ise masiyet olarak akdolur. Ve böyle bir kimseye: Bu yapmayı yemin ettiğin şeyi yapma ve keffarette bulun, denilir. Şayet o fiili yapmaya kalkışacak olursa, bunun için ve yeminini yerine getirdiği için günahkâr olur. İnsanın kendi aleyhine beddua etmesidir. Eğer böyle olmazsa başına bu gelsin diyenin yeminidir, diyenlerin görüşüne gelince, keffaret hususunda bu, boş bir sözdür. Fakat maksat olarak yapılırsa akdolur, mekruhtur. Belki de bundan dolayı sorumlu tutulmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kimse kendi aleyhine beddua etmesin. Olur ki o anda Allah kendisinden kim birşey isterse mutlaka o şeyi kendisine vereceği bir ana tesadüf eder." Benzer ifadelerle: Müslim, Zühd 74 no'lu uzunca hadisin bir bölümü. Lağiv yemini kızgınlık halinde yapılan yemindir, diyenin sözüne gelince, bunu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızgın iken Eş'arîleri taşıyacak binek vermeyeceğine dair yemin etmesi, sonra da onları taşıyacak binekler verip yemininin keffaretini ödemesi reddeder. İleride bu husus Tevbe Sûresi'nde (9/92. âyet 4. başlıkta) gelecektir. İbnu'l-Arabî der ki: Bu, keffareti ödenmesi gereken yemindir, diyenlerin görüşüne gelince; bunun nakledilegelen bir dayanağı yoktur. İbn Atiyye de bu açıklamayı zayıf görmüş ve şöyle demiştir: Yüce Allah lağiv yemininden sorumluluğu mutlak olarak kaldırmıştır. O halde bu yeminin gerçek mahiyeti, onda herhangi bir günah ve keffaret bulunmadığıdır. Yeminlerde sorumluluk ise ğamûs ve masbûra Ğamûs Yemini: Yemin çeşitlerinden biri olup, kişinin kasdî olarak yalan yere Allah adına yemin etmesidir. Masbûre yemini: Kişinin gereğini yerine getirmekle yükümlü tutulduğu yemindir. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 8) yemini ile keffaret gerekir ve keffarette bulunmayı terkettiği yeminler dolayısıyla âhiretteki ceza ve sorumluluk sözkonusu olur. Dünyada da keffarette bulunmaya mecbur etmekle cezalandırılması sözkonusudur. O bakımdan keffareti gerektiren yemin olduğunu söylemek, zayıf bir görüştür. Çünkü böyle bir yeminde sorumluluk gerçekleşmektedir. Bu sorumluluğun yalnızca âhirette olacağını ve bunu âhirete tahsis etmek ise bir tahakkümdür. Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizde" âyetindeki (yeminler anlamına gelen) "eyman": Yeminin çoğuludur. Arapçada aynı anlamda bir diğer kelime de "halfdir. Aslı şudur: Araplar yeminleştiklerinde yahut akidleştiklerinde bunlardan herhangi birisi sağ elini öbürünün sağ eline (sağ elin ismi da: yemindir) verir idi. Daha sonra bu uygulama arttı nihayet hilf ve ahdin kendisine de yemin denilir oldu. Bunun bereket anlamına gelen "yumn" kelimesinden fail veznine getirilmiş (yemin haline sokulmuş) bir kelime olduğu da söylenmiştir. Şanı yüce Allah ona bu ismi hakları koruduğundan dolayı vermiştir. Yemin kelimesinin müzekker ve müennesi bu şekildedir. Çoğulu ise: eyman ve eymun şeklinde gelir. Züheyr der ki: "Bizden ve sizden yeminler (eymun) bir araya getirilir." 4- Sorumluluğu Gerektiren Yeminler: Yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar" âyeti bir başka âyette yer alan şu âyete benzemektedir: "Fakat bağlanmış olduğunuz yeminleriniz yüzünden sizi sorumlu tutar." (el-Maide, 5/89) Orada buna dair yeterince açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Zeyd b. Eslem der ki: Yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar" âyetinde kastedilen, kişinin: Ben bunu yaparsam müşrik olayım, demesidir. Yani burada bu yemin lağiv yeminidir, ancak kalbiyle ve ameliyle şirk koşmayı kararlaştırmış olması hali müstesnadır. "Gafûrdur, Halimdir" sıfatları daha önce sözü geçen sorumluluğu kaldırmaya uygun düşmektedir. Çünkü bu, yumuşak davranma ve genişletmeyi gerektiren bir konumdur. 226Hanımları hakkında yemin edenler (îlâ yapanlar) için dört ay beklemek vardır. Şayet dönerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Hanımları hakkında yemin edenler (îlâ yapanlar) için.." âyetinde geçen "Ha yapanların anlamı yemin edenlerdir. Bu kelimenin masdari: "îlâ, eliyya, elve ve ilve" ...diye gelir. Ubey ile İbn Abbâs (aynı anlamda olmak üzere): diye okurlar. Bilindiği gibi bu kelime "îlâ yapanlar"ın tefsiridir. Yine aynı anlamda olmak üzere: şeklinde de okunmuştur. Bu kökten: "Âlâ, yu'lî, ilâen ve teellâ, teelliyen, i'telâ, i'tilâen" denilir. Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve bolluk sahibi kimseler yakınlara... yemin etmesinler (ye'telî)" (en-Nûr, 24/22) âyetindeki "ye'telî" de bu köktendir. Şair de şöyle demiştir: Temin ettim mutlaka bir kaside terennüm edeceğim, Sen ve o, bu kaside (sebebi) ile benden sonra bir örnek olacaksınız." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Yeminleri az ve yeminini korur Eğer yemin edecek olsa dahi onu yerine getirir." İbn Dureyd de şöyle demektedir: "O gayretli ve çalışkan develere dair bir yemin (ettim); Onlar (o develer) ile geniş çöllerin ortasına dalınır." Abdullah b. Abbas der ki: Cahiliyye döneminde îlâ bir sene, iki sene ve bundan fazla olurdu. Onlar ki kötülük yapmak istediklerinde bu yolla kadına eziyet etmeye çalışıyorlardı. Onların bu şekildeki Hâlan dört aya indirildi, bundan daha aşağı süre kim yemin ederse o hükmî bir îlâ değildir. Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de îlâ yapmış ve boşamıştır. îlâ yapmasının sebebi ise hanımlarının ondan karşılayamayacağı kadar masraf istemeleridir. Müslim'in Sahih'inde de böyledir. Müslim, Talâk 30 vd. Hazret-i Peygamber'in ilâsına dair rivâyetlerin kaydedildiği bazı yerler: Buhârî, Savm 11, Mezâlim 25, Nikâh 91, Talâk 21, Eymân 20; Müslim, Siyam 22-25; Tirmizî, Talâk 21; Nesâî, Siyam 14, Talâk 32; İbn Mâce, Talâk 24; Müsned, I, 34, 235, II, 56, 298, III, 200, 329, 334, 341, VI, 33, 105, 315; el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd, I, 315-316; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 7 vd... Bunun sebebinin Hazret-i Zeyneb'in, Hazret-i Peygamber'in hediyesini geri çevirmesi ve buna kızarak onlara îlâ yapması olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Mâce zikretmektedir. İbn Mâce, Talâk 24. 2- îlâ Kimin îçin Bağlayıcıdır? Talakın bağlayıcı olduğu herkes için îlâ da bağlayıcıdır. Hür, köle ve sarhoş için îlâ bağlayıcıdır. Aynı şekilde sefih ve velayet altında bulunan kişi de baliğ ve deli olmadığı takdirde böyledir. Hayalan burulmuş kimsenin -eğer zekeri kesilmemiş ise- durumu da böyledir. Yaşlı bir kimsenin de -bir hayat belirtisi ve güç kalmış ise- durumu da böyledir. Mecbub (zekeri kesilmiş) olanın îlâ yapması hakkında Şâfiî'nin farklı görüşleri vardır. Bir görüşe göre böyle bir kimsenin îlâ hakkı yoktur. Bir diğer görüşe göre îlâ yapması sahihtir. Birinci görüş daha sahihtir, Kitap ve Sünnete daha yakındır. Geriye dönmek yemini kaldırır. Söz ile geri dönmek ise îlâyı kaldırmaz. Yeminde yasaklanan şeyi yerine getirmeyi engelleyen yemin kaldığı sürece ilânın hükmü de kalır. Dilsizin îlâsı kendisinden anlaşılacak anlaşılır bir yazı veya işaret ile olursa onun için bağlayıcıdır. Arapça konuşamayan kimsenin de kadınlarından îlâ yapması aynı şeydir. 3- îlâ Hangi Yeminler ile Gerçekleşir? İlim adamları îlânın hangi yeminlerle gerçekleşeceği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimileri îlâ yalnızca Allah'ın İsmi ile yemin edilmesi halinde gerçekleşir, demişlerdir. Çünkü Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin ya da sussun." Buhârî, Şehâdât 26, Edeb 74, Eymân 4; Müslim, Eyınân 3; Muvatta’', Nüzûr 14; Dârimî, Nüzûr 6; Müsned, II, 7, 11. Şâfiî de yeni (cedid) görüşünde böyle demiştir. İbn Abbâs da der ki: Karısıyla cima etmeyi engelleyen her yemin îlâdır. Şa'bi, Nehaî, Mâlik, Hicazlılar, Süfyan-ı Sevrî, Iraklılar, bir diğer kavlinde Şâfiî, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, İbnu'l-Münzir, Kadı Ebubekr b. el-Arabî hep bu görüştedir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Kendisi sebebiyle yeminini bozmadıkça karısıyla cima yapamayacağı her bir yemini yapan kişi bu yemin ile îlâ yapmış olur. Şu şartla ki yaptığı bu yemin dört ay süreden fazla olmalıdır. Kim Allah adına yahut O'nun sıfatlarından bir sıfata veya Allah adına kasem ederim yahut Allah'ı şahit tutarım veya Allah'ın ahdi, keffareti, misakı, zimmeti üzerime olsun diyecek olursa, o kimse îlâ yapmış olur, îlânın hükmüne bağlı kalmalıdır. Şayet Allah'ın ismini anmaksızın, kasem ederim veya azmederim diyecek olursa bir görüşe göre; yüce Allah'ın ismini murad etmiş veya niyet etmiş olması hali dışında o kimse hakkında îlâ sözkonusu olmaz denilmiştir. Bunu yemin kabul eden kimselerin görüşüne göre böyle demek îlâ olur. İleride buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın inziyle Maide Sûresi'nde (5/89. âyet 8. başlık) gelecektir. Eğer oruç adına hanımı ile ilişki kurmamak üzere yemin etse ve: Seninle ilişki kursam bir ay yahut bir sene oruç tutmak borcum olsun, diyecek olsa bu kimse de îlâ yapmış olur. Aynı şekilde hac, talâk, köle azad etmek, namaz veya sadaka türünden yerine getirmesi lazım gelen herşey de böyledir. Bütün bunlarda aslolan yüce Allah'ın: "Hanımlarına yemin edenler..." âyeti olup arada herhangi bir fark sözkonusu etmemesidir. Sadaka veya muayyen bir köleyi azad etmek ya da muayyen olmayan bir köleyi azad etmek ile îlâ yapan bir kimsenin bu üâsı da onun için bağlayıcı (lazım)dır. 4- İnşaallah Diyerek îlâ Yaparsa: Allah İsmi ile ilişkide bulunmamak üzere yemin etse ve istisnada bulunup inşaallah diyecek olsa, o kimse îlâ yapmış olur. Eğer hanımı ile ilişkide bulunacak olursa İbnu'l-Kasım'ın Mâlik'ten rivâyetine göre ona keffaret düşmez. İbnu'l-Macuşûn el-Mebsut'ta. ise böyle bir kimse îlâ yapmış değildir, der. Bu daha sahihtir. Çünkü istisna yemini çözer ve yemin eden kimseyi âdeta yemin etmemiş duruma getirir. Çeşitli bölgelerdeki fukahanın görüşü de budur. Çünkü o, o fiili yapmakta kararlı olmadığını istisnada bulunarak beyan etmiştir. İbnu'l-Kasım'ın yaptığı rivâyetin açıklaması ise istisnanın yemini çözmediği esasına dayanır. Fakat istisna keffaretin sakıt olmasında etkili olur. Nitekim ileride Maide Sûresi'nde (yukarıda belirtilen yerlerde) gelecektir. Onun yemini baki ve akdolmuş olduğuna göre; ilânın hükmünü yerine getirmek de onun için lazım olur. Ona keffaret düşmese dahi. 5- Karısıyla İlişki Kurmamak Üzere Peygamber, Melekler veya Ka'be Adına Yemin Ederse: Şayet karısıyla ilişki kurmamak üzere Peygamber, melekler veya Ka'be adına yemin etse veya onunla ilişki kurarsam yahudi olayım, hıristiyan olayım ya da zinakâr olayım derse, bu kimse îlâ yapmış olmaz. Bunu Mâlik ve başkaları söylemiştir. el-Baci ise der ki: Bence bunun anlamı şudur: O kimse bunu kasem (yemin) olmayan bir şekilde irad etmiştir. Eğer bunu bu söyledikleriyle birlikte îlâ yapmak üzere veya başka sözlerle îlâ yapmak üzere irad etmesine gelince; el-Mebsut'taki ifadeye göre İbnu'l-Kasım'a şöyle sorulmuştur: Karısına: Sana merhaba olmasın, deyip bununla îlâ yapmayı kastederse îlâ yapmış olur mu? İbnu'l-Kasım şu cevabı vermiştir: Mâlik dedi ki: Talaka niyet ettiği her bir söz bir talaktır. Bunun ile talâk arasında ise hiçbir fark yoktur. 6- Kur'ân-ı Kerîm'de Sözü Edilen îlânın Mahiyeti: İlim adamları Kur'ân-ı Kerîm'de sözü geçen îlânın mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs der ki: Ebediyyen ona dokunmamak üzere yemin etmedikçe îlâ yapmış olmaz. Bir kesim ise şöyle demektedir: Bir gün, bir günden az veya daha fazla hanımına yaklaşmamaya yemin etse sonra da dört ay süreyle onunla ilişki kurmasa îlâ ile karısı ondan bain olmuş olur. Bu görüş İbn Mes'ûd'dan, Nehaî'den İbn Ebi Leyla, el-Hakem, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Katâde'den rivâyet edilmiştir. İshak da bu görüştedir. İbnu'l-Münzir der ki: Pek çok ilim adamı bu görüşü reddetmiştir. Cumhûr der ki: îlâ karısıyla dört aydan fazla ilişki kurmamak üzere yemin etmesidir. Eğer dört ay ve daha aşağısına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Onlara göre bu katıksız bir yemin olur. Bu süre zarfında hanımıyla ilişki kurarsa ona birşey düşmez. (Ancak) sair yeminlerde olduğu gibi (keffârette bulunur). Bu, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr'in görüşüdür. es-Sevrî ve Kûfeliler ise şöyle derler: îlâ dört ay ve daha fazlasına yemin etmektir. Aynı zamanda bu Atâ'nın da görüşüdür. Kûfeliler der ki: Allah, îlâda beklemeyi dört ay süreyle tayin etmiştir. Nitekim vefat dolayısıyla iddet beklemeyi de dört ay on gün kılmıştır. Normal iddette ise üç kar' (ki Hanefilere göre ay hali olmak demektir) beklenir. Bundan sonra bekleme sözkonusu olmaz. Devamla derler ki: O halde bu süreden sonra îlânın sakıt olması icabeder. îlânın sakıt olması ise ancak dönüş (fey) ile gerçekleşir ki, bu da müddet içerisinde cimadır. Dört ayın bitiminden sonra ise (dört ay içerisinde dönüş olmadığı takdirde) boşanma sözkonusu olur. Mâlik ve Şâfiî, görüşlerine şöyle delil getirirler: Allah, îlâ yapan kimselere dört ay mühlet vermiştir. O bu süreyi eksiksiz olarak kullanabilir. Bu süre zarfında hanımının ona itiraz yetkisi yoktur. Tıpkı vadesi belli borçta olduğu gibi. O borcun alacaklısı bu vade tamamlanmadan önce alacağını istemek hakkına sahip değildir. İshak'ın -az sürede dahi yemin eden kişi ilişki kurmadığı takdirde îlâ yapmış olur- şeklindeki görüşünün açıklaması ise; dört aydan fazla yemin edenin îlâ yapmış olmasına kıyasendir. Çünkü bundan kasıt yemin ile zarar vermektir. Bu mana ise kısa sürede de vardır. 7- Dört Aylık Süre Geçtikten Sonra Hanımının Talebi Bulunmazsa: Hanımı ile dört aydan fazla süre ilişki kurmamak üzere yemin edip de dört ay bitmekle birlikte hanımı kendisinden istekte bulunmazsa ve durumu onu durdurmak kastıyla sultana (yetkili devlet organına) götürmezse o kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik'e, arkadaşlarına ve Medinelilerin çoğunluğuna göre birşey gerekmez. Kimi ilim adamımız ise şöyle der: Dört ayın sona ermesiyle birlikte o bir ric'î talâk yapmış olur. Onların dışında kalanlardan kimisi de, şöyle der: Dört ayın bitmesiyle birlikte bir bain talâk sözkonusu olur. Sahih olan ise Mâlik ve arkadaşlarının görüşüdür. Çünkü îlâ yapan bir kimsenin boşamayı kullanabilmesi için şunlar gerekir: Evvela hakim karısının talebi üzerine ona dönmesini söyleyip (îlâsını) durduracak, o da ya ilişki kurmak suretiyle hanımına dönecek ve yemininin keffaretini ödeyecek ya da bosayacak. Hakim onu hanımına dönmedikçe veya boşamadıkça bırakmaz. Dönmekten (fey’) kasıt ise, kendisiyle cima yapılması mümkün olan kadın hakkında cima etmektir. Süleyman b. Yesar der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından dokuz kişi îlâda durdurma yaparlardı. Mâlik der ki: Bizim de kabul ettiğimiz görüş budur. Leys, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. 8- İlâ Süresi Ne Zamandan Başlar? İlâ yapanın süresi, yemin ettiği günden başlar. Hanımının onunla davalaşıp durumunu hakime ilettiği günde değil. Şayet hanımı onun hakkında dava açar ve ilişki kurmayı kabul etmemesine razı olmazsa, hakim onun için yemin ettiği günden itibaren dört aylık bir süre tesbit eder. Bu süre zarfında hanımıyla ilişki kurarsa zevcesinin hakkına dönmüş olur ve yemininin keffaretini öder. Eğer dönmezse onun adına bir ric'i talâk yapar. Mâlik der ki: Eğer ric'at yaparsa iddet süresi içerisinde karısıyla ilişkide bulunmadıkça bu ric'ati sahih olmaz. el-Ebherî der ki: Çünkü bu boşama esasen (kadına) gelecek zararı defetmek için vaki olmuştur. Erkek ric'at yaptığı halde ilişki kurmayacak olursa, zarar yine kalmaya devam eder. O bakımdan ilişki kurmaktan kendisini engelleyecek bir özrü olması hali dışında ric'atin bir anlamı olmaz. Eğer bir özrü varsa (ilişkisiz olarak) ric'ati sahih olur. Çünkü zarar ortadan kalkmış olur. İlişki kurmaktan uzak durması ise hanımına zarar vermek istediğinden dolayı değil, özrü sebebiyledir. 9- Kızgınlık Hali Dışında Hanın Hükmü: İlim adamları kızgınlık hali dışında ilânın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs der ki: Kızgınlık ile yapılmadıkça îlâ olmaz. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan gelen meşhur rivâyette de böyle denilmektedir. Leys, Şa'bî, Hasan ve Atâ da böyle demiştir. Hepsi der ki: îlâ ancak kızgınlık, aralarında çıkan bir kötülük, bir zorluk ve tartışma esnasında, ona zarar vermek kastıyla cima etmemek üzere yemin şeklinde olur. Bunun kapsamı içerisinde bir çocuğun durumunu düzeltmek ister bulunsun ister bulunmasın. Eğer kızgınlıktan dolayı yapılmamış ise bu îlâ olmaz. İbn Sîrîn ise: Yeminin kızgınlık halinde olması ile olmaması farketmez, o ilâdır. İbn Mes'ûd, Sevrî, Mâlik, Iraklılar, Şâfiî, mezhebine mensup ilim adamları ve Ahmed de bu görüştedirler. Ancak Mâlik şöyle der: Bir çocuğu ıslah etmeyi istemedikçe... İbnu'l-Münzir der ki: Daha sahih olan budur. Çünkü ilim adamları zihar, talâk ve sair yeminlerin kızgınlık ve razılık hallerinde farkları bulunmadığı hususunda icma ettikleri gibi, îlâ da böyledir. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'in genel ifadesi de buna delalet etmektedir. Kızgınlık halini tahsis edebilmek için bir delile gerek vardır. Böyle bir delil ise, kabul edilmeyi gerektirecek bir yolla gelmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- Yemin Etmeden Hanımına Zarar Vermek Kastıyla Hanımına Yaklaşmayanın Durumu: İlim adamlarımız der ki: Yaptığı bir yemin olmaksızın hanımına zarar vermek kastıyla hanımıyla ilişki kurmaktan uzak durana hanımıyla ilişki kurması emredilir. Eğer kabul etmez ve ona zarar vermek üzere ilişki kurmamayı sürdürürse, bu sefer belli bir süre tayin edilmeksizin karısı ile arası ayrılır. Şöyle de denilmiştir: Ona ilânın süresi tayin edilir. Bir diğer görüşe göre ise erkeğin hanımından uzak durması sebebiyle onun hakkında îlâ sözkonusu olmaz. İsterse yıllarca ona yaklaşmaksızın dursa bile. Fakat onu hanımına zarar vermek kastıyla (nikâhı altında) tutmaması hususunda öğüt verilir, Allah'tan korkması emredilir. 11- Çocuğunu Sütten Kesinceye Kadar Karısına Yaklaşmamak Üzere Yemin Edenin Hükmü: Fukaha, çocuğu bozulmuş süt emmesin diye çocuğunu sütten kesmedikçe karısıyla ilişki kurmamak üzere yemin eden ve bununla ona zarar vermek maksadını gütmeyen kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik'e göre süt emzirme süresi sona erinceye kadar karısının talepte bulunma hakkı yoktur. Çünkü burda kasıt çocuğun durumunu ıslah etmektir. Mâlik der ki: Ali b. Ebî Tâlib'e bu hususun sorulduğuna ve bunu îlâ olarak görmediğine dair rivâyet bana kadar ulaşmış bulunuyor. Şâfiî de iki görüşünden birisinde böyle demiştir. İkinci görüşünde ise îlâ yapmış olur, çocuğun süt emmesine itibar edilmez, der. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. 12- Muayyen Bir Yerde Hanımına Yaklaşmamak Üzere Yemin Eden: Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, mezheplerine mensup ilim adamları, Evzaî, Ahmed b. Hanbel, bir kimse hanımı ile bu evde yahut bu odada ilişki kurmamak üzere yemin etse îlâ yapmış olmaz, derler. Çünkü bu mekandan bir başka yerde onunla ilişki kurma imkânını bulabilir. İbn Ebi Leyla ve İshak ise der ki: Eğer dört ay süreyle onu terkederse îlâ sebebi ile ondan bain olur. Çünkü dört ay oldu mu îlâsının durdurulduğunu dikkate almak gerekir. Eğer bulunduğu şehirde veya beldesinde onunla ilişki kurmamak üzere yemin ederse Mâlik'e göre îlâ yapmış olur. Böyle birşey ise ancak masraf ve külfeti gerektiren bir yolculukta olur. Bahçesinde veya yakındaki tarlasında olmaz. 13- İlâ Kadınlar Hakkında Yapılır: Yüce Allah'ın: "Hanımlarına" âyetinin kapsamına hür, zımmî ve evlendikleri takdirde cariyeler de girer. Kölenin zevcesine îlâ yapması da köle için bağlayıcıdır. Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr de der ki: Kölenin îlâsı da hür kimsenin îlâsı gibidir. Bu konudaki delilleri ise yüce Allah'ın: "Hanımlarına yemin edenler.." âyetidir. Bu âyet bütün hanımlar hakkında sözkonusudur. İbnu'l-Münzir der ki: Ben de bu görüşü benimsiyorum. Mâlik, ez-Zührî, Atâ b. Ebi Rebah ve İshak ise şöyle demektedir: Kölenin îlâ süresi iki aydır. el-Hasen ve Nehaî ise der ki: Kölenin cariye olan eşine îlâ yapması iki ay, hür olan eşine îlâ yapması dört aydır. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şa'bi der ki: Cariyenin îlâ süresi hür kadının îlâ süresinin yarısıdır. 14- Zifafa Girilmiş Olması ve Olmaması: Mâlik, mezhebine mensup ilim adamları, Ebû Hanîfe ve arkadaştan, Evzaî, Nehaî ve başkaları der ki: Kendisiyle gerdeğe girilmiş ile girilmemiş kadının hakkında îlânın bağlayıcılığı açısında bir fark yoktur. ez-Zührî, Atâ ve es-Sevrî ise der ki: Duhul (zifaf) olmadıkça îlâ olmaz. Mâlik de der ki: Bulûğa ermemiş küçük kıza îlâ olmaz. Ona îlâ yapar ve baliğ olursa baliğ olduğu günden itibaren îlâ lazım olur. 15- Zımmî Erkeğin îlâ Yapması: Zımmî erkeğin îlâsı sahih değildir. Nitekim onun zihan ve talakı da sahih değildir. Çünkü müşriklerin nikâhı bize göre sahih bir nikâh değildir. Onlar hakkında sadece hanımlarını ellerinde bulundurma şüphesi sözkonusudur. Diğer taraftan onlar şer'î hükümlerle mükellef değildirler ki, yeminlerin keffaretlerinin onlar için bağlayıcılığı sözkonusu olsun. îlâ hükmü ile ilgili olarak mahkemelerimize gelecek olurlarsa, bizim mahkemelerimizin hakimlerinin aralarında hüküm vermeleri gerekmez, bu konuda kendi hakimlerine giderler. Eğer bu, aralarında haksızlıkta bulunmak seviyesinde görülüyor ise, o zaman İslâm'ın hükmü ile aralarında hükmedilir. Tıpkı müslüman bir kimsenin yemin olmaksızın hanımına zarar vermek kastıyla ilişkide bulunmayı terketmesi halinde olduğu gibi. Yüce Allah'ın: "Dört ay beklemek vardır" âyetinde geçen (ve beklemek anlamına gelen:) Terabbus kelimesi teenni, geri kalmak anlamlarına gelir. (Tahammül ve katlanmak anlamına gelen) tesabbür kelimesinin maklûb (yani baştaki "te" harfinin yeri değiştirilmeksizin tersinden okunan) şeklidir. Şair der ki: "Zamanın başına getireceği işleri bekle (terabbea); olur ki Bir gün ona talâk verilir veya helâli (kocası) ölür." Dört ay süre tesbitinin faydasına gelince; İbn Abbâs'ın az önce geçtiği üzere cahiliyye halkı ile ilgili söz ettiği durumu önlemektir. Yüce Allah, bunu engelledi ve uzak durmak suretiyle karısını te'dib etmek hususunda kocaya dört aylık bir süre tanıdı. Çünkü yüce Allah: "Serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince... kendilerini yataklarda yalnız bırakın" (en-Nisâ, 4/34) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da te'dib etmek üzere hanımlarına bir ay süreyle îlâ yapmıştır. Şöyle de denilmiştir: Burada sözü geçen dört ay, bir kadının kocasız daha fazla tahammül edemeyeceği bir süredir. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre; bir gece Medine'de dolaşırken bir kadının aşağıdaki beyitleri okuduğunu işitir: "Ah! Bu gece uzayıp gidiyor; her taraf karardı Oynaşacağım bir sevgili yok, diye gözüme uyku girmiyor. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah olmasaydı; Allah'a yemin ederim; Bu karyolanın dört bir yanı sarsılırdı; Rabbimden korku ve haya beni alıkoyuyor; Bir de kocamın şerefine leke sürülmesini istemeyişim." Ertesi gün Hazret-i Ömer o kadını çağırtır ve: Kocan nerededir? diye sorar. Kadın: Onu İrak'a gönderdin, der. Bunun üzerine Hazret-i Ömer birtakım kadınlar çağırır ve onlara bir kadının kocasız ne kadar süreyle kalabileceğini sorar. Şu cevabı verirler: İki ay sabreder, üç ayda sabrı azalır, dört ayda ise sabrı tükenir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer bir erkeğin gazaya gidiş süresini dört ay ile tahdid etti. Dört ay geçti mi o gazilerin geri gelmesini ister, başkalarını gönderirdi. Bu, -Allahu a'lem- îlâ süresinin dört ay ile tahsis edilmesini kuvvetlendiren bir durumdur. Yüce Allah'ın: "Şayet dönerlerse" (fey' ederlerse) yani îlâyı bırakırlarsa demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı kelime (fey') kullanılmıştır: "Allah'ın emrine dönünceye kadar..." (el-Hucurat, 49/9) Zevalden sonraki gölgeye fey' denilmesi de bu kökten gelmektedir. Çünkü gölge artık batı tarafından doğu tarafına dönüş yapmış olur. "Fey' etmesi hızlı kişi" hızlı dönüş yapan kişi, demektir. Şair der ki: "Geri döndü ve kendisi için geldiği işi görmedi insanın kimi ihtiyacı vardır ki, onu göremez." İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen herkes, ilâdan dönüşün, mazareti olmayan kimse hakkında cima ile gerçekleşeceği hususunda icma etmiştir. Şayet hastalık, hapis veya buna benzer bir mazereti varsa, o takdirde onun (başka yolla) yapacağı ric'at yani dönüş sahihtir ve o kadın onun hanımıdır. Eğer yolculuğundan gelmesi yahut hastalığından iyileşmesi veya hapisten çıkması gibi bir yolla özrü ortadan kalkar ve bu sefer karısı ile cima yapmayı kabul etmezse; şayet dört aylık süre bitmiş ise birbirlerinden ayrılırlar. Bunu Mâlik el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta. belirtmiştir. Abdülmelik de der ki: Sürenin bittiği günü kadın ondan bain olur. Eğer geri dönüşü mümkün olması halinde dönmek suretiyle mazeretli olduğunu tasdik ederse geçmiş dönemde de onun doğruluğuna hükmedilir. Şayet gücü yetmesi halinde uzak durmak suretiyle (mazeretinden ötürü) dönüş yapmadığı iddiasını yalanlayacak olursa, o takdirde onun bu durumunun yalan ve husumet olduğuna yorumlanır. Bunun üzerine de o vakitte uygulanması gereken hükümler ne ise, aynen uygulamaya konulur. Bir kesim de şöyle demiştir: Özürlü olduğu durumda dönüş yaptığına dair herhangi bir beyyinenin tanıklığı bulunursa, bu onun için yeterlidir. Bu görüşü el-Hasen, İkrime ve en-Nehaî belirtmiş, el-Evzaî de bu doğrultuda görüş beyan etmiştir. Yine en-Nehaî der ki: Yalnızca söz ve şahit tutmak ile fey (dönüş) sahihtir ve ilânın hükmü böylece de düşer. Ya ilişki kurmak için organı sertleşmezse böyle bir kimse hakkında ne denir? İbn Atiyye der ki: Bu sözün yine ifade ettiği anlam şudur: Eğer hanımıyla cima etmezse bu ona zarar vermek kabilinden olur. İbn Atiyye'nin bu ifadeleri muhtemelen şu anlama gelir: Yani mazeretli görülebildiği halde özrü kabul edilir. Sözle ya da kalbî niyetle dönüş yapmış kabul edilir. Mazereti yoksa, cimadan başka yolla dönüş yaptığı kabul edilmez. Ahmed b. Hanbel der ki: Eğer istenen anlamda dönüş yapmak hususunda mazareti var ise, kalbiyle dönüş yapar. Ebû Kilabe de bu görüştedir. Ebû Hanîfe der ki: Eğer cimaya gücü yetmiyor ise; ben ona döndüm, der. el-Kiya et-Taberî der ki: Ebû Hanîfe hasta iken îlâ yapıp da koca ile hanım arasında da dört aylık bir süre yol varsa, bu kadının da durumu cimaya engel ise veya kocanın organı kesik ise böyle bir kimse dili ile karısına dönüş yapıp müddet geçmekle birlikte mazeret hâlâ devam ediyor ise bu dönüşü sahih bir dönüş olur. Şâfiî ise bu konudaki iki görüşünden birisinde ona muhalefet eder. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Mazeret halinde de dışında da dönüş ancak cima ile olur, başka türlü olmaz. Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir. Saîd b. Cübeyr devamla der ki: Yolculukta veya hapiste ise de yine durum böyledir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, mezheplerine bağlı ilim adamları vesair ilim adamlarının Cumhûru, îlâ yapan kimse hanımıyla cima etmek suretiyle dönüş yaptığı takdirde keffareti vacip görmüşlerdir. el-Hasen ise ona keffaret düşmez, der. Nehaî de bu görüştedir. Nehaî der ki: Dönüş yaptığı takdirde ona keffaret düşmez, diyorlardı. İshak der ki: Kimi tefsir âlimleri yüce Allah'ın: "Şayet dönerlerse" âyetinde kastın, bozdukları yemine dönüş yaparlarsa demek olduğunu söylemişlerdir. Bu bir iyilik; bir takva veya hayır türünden herhangi bir işi yapmamak üzere yemin eden bir kimse hakkında; tabiinden bazılarının bu tür yeminler ile ilgili olarak; o yapmamayı yemin ettiği şeyi yapar ve ona keffaret düşmez, şeklindeki görüşlerinin de ifadesidir. Bu görüşe delil yüce Allah'ın: "Şayet dönerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir" âyetidir. Burada herhangi bir keffaretten söz edilmemektedir. Aynı şekilde bu şuna da dayanmaktadır: Lağiv yemini masiyet üzere yapılan yemindir. Eşi ile cimaı terketmek ise bir masiyettir. Derim ki: Bu görüşün lehine sünnet-i seniyyeden Amr b. Şuayb'ın babasından onun da dedesinden rivâyet ettiği, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de delil gösterilebilir: "Her kim bir şey hakkında yemin ederse ondan başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse yeminini terketsin. Onu terketmek o yeminin keffaretidir." Bu hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmektedir. Nesâî, Eymân 16; İbn Mâce, Keffârat 7; aynı manada ve yakın lâfızlarla: Müslim, Eymân 15-18 hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeminlere dair âyet-i kerimede (el-Maide, 5/89. âyette) gelecektir. Bu Cumhûrun bu konudaki delili ise Hazret-i Peygamberin: "Her kim birşeye dair yemin ederse ondan başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse hayırlı olanı yapsın ve yemininin keffaretini ödesin" Müslim, Eyman 13; Tirmizî, Eymân 6; Nesâi, Eymân 15,16; İbn Mâce, Keffârât 7; Dârimî, Nüzûr 9; Muvatta’', Nüzûr 11; Müsned, II, 361, IV, 256, 378. Hadîs-i şerîfidir. 20- Yemin Keffareti îlâyı Kaldırır: Yemininin keffaretini yerine getirdiği takdirde îlâ da kalkar. Bunu mezhebimize mensup ilim adamları söylemiştir. Bu, mezhebimizdeki keffaretin yemini bozmadan önce yerine getirileceğine dair görüşe delil de vardır. Bu ise îlâ meselesinde icmadır. Ayrıca yeminler hususunda Ebû Hanîfe aleyhine de bir delildir. Çünkü Ebû Hanîfe keffaretin yeminin bozulmasından önce yerine getirilmesini de câiz kabul etmez. Bu açıklamaları İbnu'l-Arabî yapmıştır. 21- Muhammed b. el-Hasan'a Göre Yeminin Keffareti: Derim ki: Muhammed b. el-Hasan bu âyet-i kerimeyi keffaretin yemini bozmaktan önce yapılmasının câiz olmadığına delil gösterir ve şöyle der: Yüce Allah, îlâ yapan kimsenin hakkında dönüş veya talakı kararlaştırmak hükümlerinden birisi ile hükmetmektedir. Eğer yemini bozmadan önce keffareti yapmak câiz olsaydı, dönüş olmaksızın ya da talakı kararlaştırmaksızın îlânın batıl olması gerekirdi. Çünkü yeminini bozduğu takdirde bu bozması sebebiyle ona birşey gerekmez. Yeminini bozmak dolayısıyla bozan kimseye birşey lazım olmadığı takdirde o kimse de îlâ yapmış olmaz. Keffaretin öne alınmasının câiz kabul edilmesi halinde, yüce Allah'ın zikrettiğinden başkası ile îlâ hükmünün düşürülmesi sözkonusudur. Böyle birşey ise Kitaba muhaliftir. 227Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semi'dir, Alimdir. 22- "Kararlaştırma (azm)"nın ve Talâk'ın Anlamı: Yüce Allah: "Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semi'dir, Alimdir" âyetinde geçen (ve kararlaştırmak anlamına gelen) Azimet: Bir şeye verilen kat'î kararı tamamlamak demektir. Sana mutlaka bu işi yapmanı azmediyorum, denildiği zaman; sana yemin veriyorum, demektir. Şemir der ki: Azimet ve azim mutlaka yapacağına dair içinde birşeye dair karar vermen demektir. Talâk ise boşama demektir. Boşanan kadına talik ve talika denilir. Şair el-A'şâ der ki: "Ey komşu (hanımını kastediyor), benden uzak dur; çünkü sen boşsun." Talâk, nikâh düğümünün çözülmesi demektir. Bunun ash (bir yerden ayrılıp gitmek anlamına gelen): intilâk'dır. Bırakılmış kadınlara mutallakat denilir. Talâk aynı zamanda boşaltmak, tahliye etmek anlamına da gelir. Merada serbest bırakılmış, bağlanmamış, başında çobanı bulunmayan koyun ve develer hakkında da talûk tabiri kullanılır. Bağlı olmayan deveye de "tuluk" denilir. Çoğulu: "atlâk" ...diye gelir. Hapiste zincire vurulmaksızın tutuklanan kimseye de yine "tuluk" denilir. Çobanın tek başına serbest bıraktığı ve su kenarında sütünü sağmadığı develere de "talik" ismi verilir. İşte bundan dolayı serbest bırakılan kadına; yine serbest bırakılan koyun yahut dişi devenin ismi (talk) verilmiştir. Bunun atın engelsiz bir şekilde bir tur atması anlamına gelen "talâk"dan alınmış olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı serbest bırakılan kadına "talik" denilir. Çünkü (nikâh dolayısıyla) başkasına yasak iken artık nikâh ile yasak olması kalkmış olur. 23- İlâdan Sonra Boşama Kararı: Yüce Allah'ın: "Eğer boşamaya karar verirlerse" âyetinde dört aylık sürenin geçmesi ile bu süreden sonra boşama ifadesi kullanılmadıkça kadının boş olmayacağına delil vardır. Nitekim İmâm Mâlik böyle demiştir. Yine o şöyle der: "Semi'dir" yani müddetin geçtiğinden sonra Allah tarafında işitilecek birşeyin söylenmesini gerektirir. Ebû Hanîfe ise şöyle der: Allah onun yaptığı îlâyı işiten "Semi'dir" dört aylık sürenin delalet ettiği kararını bilen "Alimdir." Süheyl b. Ebi Salih babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından oniki kişiye hanımına îlâ yapan adam hakkında soru sordum, hepsi şöyle dediler: Dört aylık süre üzerinden geçmedikçe hiçbir şey ona düşmez. O süre geçtikten sonra durdurulur. Şayet hanımına dönüş yaparsa mesele yoktur, değilse boşar. Kadı İbnu'l-Arabî der ki: Mesele ile ilgili tahkikin sonucu şudur: Bize göre âyet-i kerimenin takdiri şöyledir: "Hanımları hakkında yemin edenler (îlâ yapanlar) için dört ay beklemek vardır. Eğer" bu dört ayın bitişinden sonra "dönerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Eğer boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semi'dir, Alimdir." Öbür görüşü kabul edenlere göre ise âyetin takdiri şöyledir: "Hanımları hakkında yemin edenler (îlâ yapanlar) için dört ay beklemek vardır. Şayet" bu süre içerisinde "dönerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Eğer" bu süre zarfında -yani bekleme süresi içerisinde- dönüşü terketmek suretiyle "boşamaya karar verirlerse şüphesiz Allah Semi'dir, Alimdir." İbnu'l-Arabî der ki: Bu iki anlama ihtimali de birbirine eşittir. Bu eşitliği dolayısıyla da sahabe bu hususta herhangi bir tarafı tercih etmemiştir. Derim ki: Eğer ihtimaller eşit ise, aylarla ve karlarla (ay hali olmakla) iddet bekleyenin durumuna kıyasen Kûfelilerin görüşü daha kuvvetli olur. Çünkü bunların hepsi de Allah tarafından tayin edilen sürelerdir. Bu sürenin sona ermesiyle nikâh da sona ermiş ve ihtilafsız olarak kadın kocasından bain olmuş olur. Onun izniyle olmadıkça kocasının onun aleyhine herhangi bir yolu olmaz. îlâ da böyle olmalıdır. Hatta karısına dönüş yapmayı unutacak ve böylelikle süre de bitecek olursa yine talâk vaki olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Eğer boşamaya karar verirlerse" âyeti mülkiyet yoluyla elde bulunan cariye hakkında îlâ yapılamayacağının delilidir. Çünkü cariye hakkında talâk olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 228Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar' müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl değildir. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya daha çok hak sahibidirler. Üzerlerindeki hak gibi maruf şekilde onların da hakkı vardır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri vardır. Allah Azizdir, Hakimdir. Bu âyetin: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar' müddeti beklerler" bölümüne dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Âyetler Arası İlişki ve Nüzul Sebebi: Yüce Allah, îlânın ve îlâ ile boşamanın meydana geleceğini sözkonusu ettikten sonra "boşanan kadınlar" âyeti ile boşamadan sonra kadının hükmünü beyan etmektedir. Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin kitaplarında İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar' müddeti beklerler" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: Erkek karısını boşadı mı onu geri almaya herkesten daha çok hak sahibi idi. İsterse onu üç defa boşamış olsun. Yüce Allah bunu neshetti ve: "Talâk iki defadır" (el-Bakara, 2/229) diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Talâk 10; Nesâî, Talâk 75. (Boşanan kadınlar anlamına gelen:) el-Mutallakat geneli kapsayan bir lafızdır. Ancak bundan kasıt ise özellikle kendileriyle gerdeğe girilmiş özel durumdakilerdir. Kendisiyle gerdeğe girilmeden önce boşanan kadınlar, Ahzab Sûresi'nde yer alan: "Sizin için onlar aleyhine sayacağınız bir müddet yoktur" (el-Ahzab, 33/49) âyet-i kerimesiyle -ileride de görüleceği gibi- dışarıda kalmaktadır. Aynı şekilde: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmaları zamanıdır." (et-Talâk, 65/4) âyeti de hamile olanları dışarıda bırakmaktadır. Kar'lardan maksat istibradır (radıyallahü anhhimde çocuk olmadığının ortaya çıkmasıdır). Ancak vefat iddeti bunun hîlâfınadır; o bir ibadettir. Yüce Allah ay hali görmeyen küçük kız ile ay halinden kesilmiş yaşlı kadının iddetlerini ileride geleceği üzere aylar ile tesbit etmiştir. Kimisi de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme bütün boşanmış kadınlar hakkında umumîdir. Bunların hepsini kapsar. Daha sonra neshedilenler edilmiştir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Bu âyet-i kerîme sadece ay hali görenler hakkındadır, onlara hastır. Kadınlarda bilinen (örf) durum, ay hali olmaktır; onların büyük çoğunluğu da ay hali olurlar. 2- Boşanan Kadınların Beklemesi: Âyet-i kerimede geçen ": Beklerler" fiilinin masdarı olan "terabbus" önceden de açıkladığımız gibi beklemek, intizar etmek demektir. Bu âyet haber olmakla birlikte ondan maksat emirdir. Yüce Allah'ın: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233) âyeti gibi. Günlük konuşmada da bir dirhem ile yetin anlamına sana bir dirhem yeter, dememiz de böyledir. İbnu'ş-Şecerînin naklettiğine göre bu aralarında herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın dilcilerin de görüşüdür. İbnu'l-Arabî ise der ki: Bu batıl bir iddiadır. Buradaki ifade şeriatın hükmünü haber vermektir. Eğer beklemeyen boşanmış bir kadın görüyor isen, bu şeriatten değildir. Ayrıca bu, yüce Allah'ın haberinin, hakkında haber verilene muhalif olmasını gerektirmez. Bir görüşe göre de bu, kadınlar beklesinler anlamında şeklindedir ve bundan "lâm" harfi hazfedilmiştir. İnsanların Cumhûru, son harfi hemze olmak üzere ve "fuûl" vezninde "kuru'" şeklinde okumuşlardır. Nafi'den sonu hemzesiz ve "vav" harfini esreli ve şeddeli olarak: şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Hasen de "kaf" harfini üstün, "radıyallahü anh" harfini sakin ve sonunda tenvinli bir hemze ile: şeklinde okumuştur. Kuru' kelimesi ekru' ve ekrâ' kelimeleri, tekilleri olan "kur" kelimesinin çoğuludur. Bu açıklamaları el-Esmaî yapmıştır. Ebû Zeyd ise şöyle demektedir: Bunun tekili kar' şeklindedir. Her ikisi der ki: Kadın ay hali olduğu vakit onun hakkında bu kökten gelen fiil kullanılır. Bu şekilde ay hali olan kadına da (ism-i fail olarak): mukri' deni)ir. Temizlendiği zaman da aynı fiil kullanılır. el-Ahfeş der ki: Kadın ay hali olmaya başladı mı "akraet" denilir, ay hali oldu mu da "karaet" denilir. Kar' ise ay halinin kesilmesi demektir. Bazıları iki ay hali arasındaki süredir, demektedir. "Akraat hâcetuke" ifadesi, senin ihtiyaç duyma zamanın geldi, demektir. Bu açıklamalar el-Cevherî tarafından yapılmıştır. Ebû Amr b. el-Ala der ki: Araplardan kimisi ay haline kur' kimisi de temizlik haline kur' der. Kimisi her ikisine bir arada yani ay hali ile birlikte temizliğe kar' demektedir. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. İlim adamları "ekrâ': kuru'" hakkında farklı görüşlere sahiptir. Kûfeliler der ki: Bunlar ay halleri demektir. Ömer, Ali, İbn Mes’ûd, Ebû Mûsa (radıyallahü anhüm), Mücâhid, Katâde, Dahhak, İkrime ve Süddî'nin de görüşü budur. Hicazlılar ise, bunlar temizlik süreleridir, derler. Bu Hazret-i Âişe, İbn Ömer, Zeyd b. Sabit, (r. anhum)ın Zührî, Eban b. Osman ve Şâfiî'nin görüşüdür. Bu kelimeyi ay haline isim olarak kabul edenler ay halini böyle adlandırırlar. Çünkü kan rahimde toplanır. Temizliğe isim kabul edenler, kanın bedenin tümünde toplanmasından dolayı bu ismi kullanırlar. Kar' kelimesinin asıl anlamının bu olduğunu ortaya koyan husus, hakikatte vakit anlamını da ihtiva etmesidir. Rüzgar vaktinde esti, demek için kar' ve kâri' kelimeleri kullanılır. Şair der ki: "Ben Şeliloğullarının Aknndan (özel bir yer ismi) hoşlanmadım Rüzgarlar vakitlerinde (kâri') estiği zaman." Bu bakımdan hayz'a da vakt, temizliğe de vakt denilmiştir. Çünkü her ikisi de belli bir süre ile alakalıdır. el-A'şâ temizlik süreleri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Her yıl sen bir gazaya mı çıkıyorsun? O gazan için bütün azim ve sabrın ile hazırlanıyorsun Bu gaza sana izzet kazandırıyor, kabilen arasında da yükseklik Kadınlarının karlarında (temizlik hallerinde) seni beklerken kaybettiklerine karşılık olarak." Bir başkası da ay hali anlamında şöyle demektedir: "Bana karşı büyük bir kin sahibi olan nice kimselerin, Kurû'u vardır; ay hali olan kadının kurû'u gibi." Yani o kişi, kendisine kin duyup tâ'netmiş olan o şahsa indirdiği darbe sonucunda ay hali kadını gibi kanını akıtmış. Bazıları da şöyle demiştir: Bu kelime suyun havuzda toplanmasını ifade etmek üzere kullanılan "kar'"dan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm de manaların toplanması demek olduğundan dolayı "Kur'ân" ismini almıştır. Harflerinin bir araya toplanması dolayısıyla bu ismi aldığı da söylenmiştir. Dişi devenin gebe kalmadığını ifade etmek üzere: Dişi devenin karnında asla (yavru ile) yavrunun içinde bulunduğu eş bir araya gelip toplanmadı" denilir. Amr b. Külsûm da der ki: "Güzel, uzun boyunlu, beyaz renkli ve bakire Rengi apak ve hiç döl tutmamış Ay halinde kan rahimde toplandığı temizlik vaktinde de vücutta bulunduğu için bu kelime kullanılmış gibidir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Kar' kelimesi suyu havuzda topladım (karaytu), şeklindeki sözden alındığını söyleyenlerin bu sözü pek birşey ifade etmez. Çünkü "kar" hemzelidir, bu ise hemzeli değildir. Derim ki: Bu Cevheri ve diğer dilcilerin yaptıkları nakle göre sahih bir açıklamadır. Bu şekilde toplanan suyun ismi "kiran" ...diye gelir. Kar'ın ya temizlikten ay haline veya ay halinden temizliğe geçiş olduğu da söylenmiştir. İşte buna binaen Şâfiî bir görüşünde şöyle demiştir: Kar' temizlikten ay haline geçmektir. Ay halinden temizliğe geçişi ise kar’ olarak görmemektedir. Ancak kelimenin iştikakı (türeyişi) gereğince bunun da kar' olması icabader. Ve yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kan müddeti beklerler" âyeti yani üç devre yahut üç geçiş süresi beklerler, demek olur. Boşanan kadın ise yalnızca iki hal ile nitelenir. Kimi zaman temizlikten ay haline geçiş yapar, kimi zaman da ay halinden temizliğe geçiş yapar. Böylelikle ifadede de bir tutarlılık olduğu ortaya çıkar. Bu kelimenin hem temizliğe hem de ay haline delalet etmesi dolayısıyla müşterek (farklı manalar hakkında ortak kullanılan) bir isim haline gelir. Şöyle de denilir: Kar'ın intikal anlamına geldiği sabit olduğuna göre boşanan kadının temizlikten ay haline intikal etmesi âyet-i kerîme tarafından kesinlikle kastedilen bir durum değildir. Bu bakımdan ay halinde yapılan talâk emrolunmuş sünnî bir talâk değildir. Sünnî talâk iddet beklemek için yapılan talaktır. İddet için talâk ise temizlik halinde yapılır. Bu da "kar'" kelimesinin intikal, geçiş anlamından alınmış olduğunu göstermektedir. Temizlik halinde talâk sünnî (sünnete uygun) talâk olduğuna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Onların iddetleri üç geçiş yapmaktır: Birincisi talakın kendisinde vuku bulduğu temizlikten geçiştir, bu aynı zamanda kar' olarak sayılmayan ay halinden temizliğe geçiştir. Çünkü dil buna delalet etmemektedir. Fakat bizler bir başka delil ile yüce Allah'ın ay halinden temizliğe intikali murad etmediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu ikisinden birisinin murad edilmediği ortaya çıktığına göre, geriye öteki kalır. O da temizlikten ay haline geçişin murad edildiğidir. Buna göre, boşanan kadının iddeti üç tane intikaldir. Birincisi temizliktir. Buna göre talâk temizlik halinde verildiği takdirde tam üç kar'ın tamamlanması mümkün olur. Ve bu herhangi bir şekilde mecaza hamletmek de olmaz. el-Kiya et-Taberî der ki: Bu Şâfiî mezhebindeki yönelişin maksadını oldukça hassas bir şekilde tesbit etmektir. Şeriatın ince hikmetlerinden anlaşılması pek uzak olmayan bir sırrı bu hususta zikretmemiz mümkün olmaktadır. O da şudur: Temizlikten ay haline intikal, rahmin temizliğine (hamilelik olmadığına) delaleti dolayısıyla bir kar' kabul edilmiştir. Çünkü hamile kadın çoğunlukla ay hali olmaz. Ay hali olmasıyla rahminin temiz olduğu da anlaşılmış olur. Ay halinden temizliğe intikal ise bunun hilafınadır. Çünkü ay hali olan kadının ay halinin akabinde hamile kalması mümkündür. Eğer hamilelik süresi uzayıp gidecek olursa, çocuk güçlenir ve kanı da kesilir. Bu bakımdan Araplar temizlik halinde kadınlarının hamile kalmasını övünülecek birşey kabul ederler. Nitekim Hazret-i Âişe, Rasulûllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şairin şu sözleriyle övmüştür: "Ay hali bulanıklığının her türlüsünden uzaktır Süt emzirenin fesadından ve hamile kadının hastalıklı sütünden." Burada şair annesinin ona ay halinin son günlerinde hamile kalmadığını anlatıyor. İlim adamlarının ve dil bilginlerinin "kur'" kelimesinin açıklamasına dair sözleri bunlardır. Ayrıca bunlar derler ki: Kadın ay hali olduğu zamanı veya temizlendiği zamanı anlatmak için "kar"dan türeyen fiiller kullanıldığı gibi, hamile kaldığı zaman, anlatmak için de aynı fiili kullanırlar ve ittifakla "kar'ın" vakit anlamına geldiğini kabul ederler. Buna göre boşanmış kadınlar kendiliklerinden üç süre, vakit beklerler denildiği takdirde âyet-i kerîme de sayı hususunda açıklayıcı (müfessir), sayılan şey hakkında da muhtemel olur. O bakımdan sayılanın beyanını başka bir delilde aramak icab eder. Bu konuda bizim delilimiz yüce Allah'ın şu âyetidir: "Kadınları boşadığınız zaman iddetlerı vaktinde boşaym." (et-Talâk, 65/1) Hanımını boşayacak olana temizlik halinde boşama yapmasının emrolunduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. O bakımdan iddette muteber olması gereken de budur. Çünkü yüce Allah: "Kadınları boşayın" derken kadının iddete başlayacağı bir vakti kastetmektedir. Bundan sonra da yüce Rabbimiz: "Ve iddetlerini sayın" (et-Talâk, 65/1) diye buyurmaktadır. Bununla da boşanan kadının kendisiyle iddette bulunacağı vakit kastedilmektedir ki, bu da içinde iken boşanacağı temizlik halidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Hazret-i Ömer'e şöyle buyurmuştur: "Ona (oğluna) emret, hanımına dönsün, sonra temizleninceye kadar nikâhında tutsun, sonra ay hali olsun, sonra temizlensin. İşte yüce Allah'ın kendisi sebebiyle (olduğu vakit) kadınların boşanmasını emrettiği müddet budur." Bu hadisi Müslim ve başkalan rivâyet etmiştir. Buhârî, Talâk 1; Müslim, Talâk 1; Ebû Dâvûd, Talâk 4; Nenât, Talâk 76; İbn Mâce, Talâk 2; Muvatta’', Talâk 53; Müsned, II, 63. Bu, temizlik zamanının "iddet" diye adlandırılan zaman olduğu hususunda da bir nastır ve kadınların içinde boşanması gereken zaman da odur. Ay hali iken hanımını boşayanın, bu ay halini iddetinden saymayacağı hususunda da görüç ayrılığı yoktur. Temizlik halinde hanımını boşayanın ise Cumhûra göre bu temizliği iddetinden sayar. O bakımdan bunu kabul etmek daha uygun düşmektedir. Ebû Bekr b. Abdurrahman der ki: Biz fukahamızdan Her kime yetiştiysek mutlaka Âişe'nin; kar'lar temizlikler demektir, görüşünü kabul ediyordu. Erkek ilişkide bulunmadığı bir temizlik halinde hanımını boşadı mı bir an dahi olsa daha kısa bir süre dahi olsa o temizlikten bir süre kalmışsa bile o, iddetinden sayılır. Daha sonra ay halinden sonra ikinci bir temizlik sonra ikinci bir ay halinden sonra üçüncü bir temizlik bekler. Artık üçüncü ay halinin kanını gördü mü erkeklere (nikâhlanması) helal olur ve iddetinden çıkmış olur. Herhangi bir kimse ilişkide bulunduğu bir temizlik halinde karısını boşarsa bu talâk lazım olur, fakat kötü bir iş işlemiş olur. Kadın da o temizlik halinden geri kalanı ile birlikte iddetini sayar. ez-Zührî, temizliğinin bir bölümünde boşanmış bir kadın hakkında şöyle demiştir: O kadın o temizliğinin geri kalanı dışında üç temizlik hali ile iddet bekler. Ebû Ömer der ki: Kar'lar temizliktir, deyip de İbn Şihab ez-Zühri’den başka bu şekilde görüş belirten bir kimseyi bilmiyorum. Çünkü ez-Zührî der ki: İçinde boşanmış olduğu o temizlik halini yok sayar, ondan sonra üç temizlik hali sayar. Çünkü yüce Allah: "Üç kar'" diye buyurmuştur. Derim ki: ez-Zührî'nin bu görüşüne göre boşanan kadın dördüncü ay haline girmedikçe evlenmesi helal olmaz. İbnu'l-Kasım, Mâlik, mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu, Şâfiî ve Medine âlimlerinin görüşü ise şöyledir: Boşanan bir kadın üçüncü ay halinden ilk kan damlasını gördü mü, artık eski kocasının nikâhının dışına çıkmış olur. Bu, aynı zamanda Zeyd b. Sabit, Âişe ve İbn Ömer'in de görüşüdür. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Dâvûd b. Ali ve arkadaşları da bu kanaattedir. Zührî'nin görüşüne karşı delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cima olmaksızın temiz olan kadının boşamasına izin vermesi ve bu konuda temizliğin başı veya sonu diye birşeyden söz etmemesidir. Eşheb de der ki: Gördüğü kanın ay hali kanı olduğu tahakkuk etmedikçe aralarındaki nikâh bağı ve miras kesilmiş olmaz. Böylelikle bu görülen kanın ay hali dışında bir kan akıntısı olma ihtimali önlenmiş olur. Kûfeliler ise Hazret-i Peygambere gördüğü (istihaza) kanından dolayı şikâyet" te bulunan Fatıma bint Ebi Hubeyş'e söylediği şu sözlerini delil gösterirler: "Senin o gördüğün kan bir damardır. Bekle. Ay hali (kar') vaktin geldi mi namaz kılma. Ay hali vaktin (kar’) gitti mi guslet, sonra da ay hali vaktinden öbür ay hali vaktine kadar süre boyunca namaz kıl!" Buhâri, Hayz 8; Müslim, Hayz 62; Ebû Dâvûd, Tahâre 107; Tirmizî, Tahâre 93; Nesâî, Tahâre 134... Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Hanımlarınız arasından ay halinden kesilmiş olanların eğer iddetlerinde şüphe ederseniz onların iddetleri üç aydır." (et-Talâk, 65/4) Burada yüce Allah kesilen şeyi "ay hali" olarak zikretmektedir. O halde, iddetin bu olduğuna delalettir. O olmadığı takdirde buna bedel ise ayları tesbit etmiştir. Hazret-i Ömer de ashab-ı kiramın huzurunda şöyle demiştir: Cariyenin iddeti iki defa ay hali görmesidir. Yani hür kadının iddetinin yarısı. Eğer ben bir buçuk ay hali yapabilecek olsaydım onu da yapardım. Hazret-i Ömer'in bu sözüne kimse tepki göstermemiştir. Bu da onlar tarafından bu konuda icma olduğunun delilidir. Bu aralarında dört halifenin de bulunduğu ashab-ı kiramdan on kişinin görüşüdür. Onların söyledikleri sözler ise yeterli görülmelidir. Ayrıca yüce Allah'ın: "Boşanan kendiliklerinden üç kar' müdeti beklerler" âyeti de buna delalet etmektedir. Çünkü bunun anlamı eksiksiz üç kar' beklerler, şeklindedir. Bunun ise karların bizim görüşe göre ancak ay hali olarak açıklanması halinde mümkün olur. Çünkü, bu temizlik halidir, diyenler kadının iki temizlik hali ile üçüncüsünün bir kısmını iddet olarak beklemesini câiz kabul ederler. Zira temizlik halinde karısını boşayacak olursa, öbür görüşü kabul edenlere göre temizliğinden geri kalan süre bir kar' olarak sayılmış olur. Bize göre ise ismin, durumu hakkında kullanılabilmesi için, ay halinin başından itibaren iddete başlaması gerekir. Koca hanımını ilişkide bulunmadığı bir temizlik halinde boşayacak olursa, bir ay hali olmayı bekler, sonra bir ay hali daha sonra bir ay hali daha. Üçüncü ay halinden gusletti mi artık iddetten çıkar. Derim ki: Ancak yüce Allah'ın: "O rüzgârı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı." (el-Hâkka, 69/7) âyeti bunu reddetmektedir. Burada "sekiz gün" anlamına gelen de "yevm" kelimesi müzekker olduğu için "yuvarlak te" harfini kullanmıştır. "Kar" kelimesinde de (üç anlamına gelen "selaseh" kelimesinin sonunda da) böyledir. İşte bu, maksadın o olduğunun delilidir. Ebû Hanîfe de ay hali iken boşandığı takdirde boşandığı o ay hali ile ondan sonraki temizlik halini iddetten saymayacağı hususunda bize uygun kanaat belirtmektedir. Ona göre ancak temizlikten sonraki ay halinden itibaren iddeti başlar. Bize göre ise daha önceden de açıkladığımız gibi, temizlik ile iddeti başlar. Dil bilginleri birşeyin bir bölümünü, tümü hakkında kullanılan isimle kullanmayı câiz (uygun) görmüşlerdir. Nitekim yüce Allah: "Hac bilinen aylardır." (el-Bakara, 2/197) diye buyurmaktadır. Bundan kasıt ise iki ay ve üçüncü ayın bir kısmıdır. İşte "üç kar'" âyeti de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun ay hali olduğunu söyleyenlerden kimisi şöyle demektedir: Üçüncü ay halinden temizlendiği takdirde guslettikten sonra iddet bitmiş ve erkeğin ric'ati (iddet içerisinde dönüş hakkı) batıl olmuş olur. Bu görüşü Saîd b. Cübeyr, Tavus, İbn Şubrume ve el-Evzaî belirtmiştir. Şerik der ki: Kadın gusul etmekte yirmi yıl süre ile kusurlu davranacak (gusletmeyecek) olsa bile gusletmediği sürece kocasının ona ric'atte bulunma hakkı vardır. İshak b. Raheveyh'ten de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kadın üçüncü ay haline başladı mı artık kocasından bain olur ve kocasının ric'at yapma hakkı sona ermiş olur. Şu kadar var ki o ay halinden gusletmediği sürece evlenmesi o kadın için helal olmaz. Buna benzer bir görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiş ise de zayıf bir görüştür. Bunun zayıf olduğunun delili ise ileride de geleceği üzere yüce Allah'ın şu âyetidir: "Sürelerini bitirdikleri takdirde artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur." (el-Bakara, 2/234) Şâfiî'nin sözkonusu ettiği temizlikten ay haline geçişe de "kar’" denilmesinin faydası kadının iddetini kısaltmaktır. Şöyle ki; koca hanımını temizliğinin son anında boşadığı takdirde ve bunun akabinde ay haline girse artık bunu bir kar' olarak sayar. Üçüncü temizlikten (ay haline) geçmek suretiyle de artık nikâh engeli ortadan kalkar ve başkalarıyla evlenmesi helal olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İlim adamlarının Cumhûru, kocasının boşamasından dolayı ay hali olan cariye iddetinin iki ay hali olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Sirin'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Benim görüşüme göre cariyenin iddeti hür kadının iddeti gibidir. Başka türlü olamaz. Ancak eğer bu konuda bir sünnet varsa ayrı. Çünkü sünnet uyulmaya daha lâyıktır. el-Hasan b. Abdurrahman b. Keysan ile Dâvûd b. Ali ve Zahirîlerden bir topluluk şöyle derler: Boşama ve vefat iddetleri hakkındaki âyetler aylar ve kar'larla hem cariye hem de hür kadın hakkında umumidir. Hür kadın ile cariyenin iddeti aynıdır. Cumhûr ise Hazret-i Peygamber'in şu âyetini delil gösterirler: "Cariyenin boşama sayısı iki boşamadır, iddeti de iki ay halidir." Ebû Dâvûd, Talâk 6; Tirmizî, Talâk 7; İbn Mâce, Talâk 30; Dârimî, Talâk 17. Bunu İbn Cüreyc Atâ'dan o Müzahir b. Eslem'den, o babasından o el-Kasım b. Muhammed'den, o Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir. Hazret-i Âişe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cariyenin boşama sayısı iki, boşama kar'ları da iki ay halidir." Bir önceki notta gösterilen yerler. Ayrıca bk. Nasbu'r-Râye, III, 226. Burada Hazret-i Peygamber boşamayı da iddeti de hep birlikte ona izafe etmiştir. Şu kadar var ki Müzahir b. Eşlem bu hadisi tek başına rivâyet etmiştir ve o zayıf bir ravidir. İbn Ömer'den ise erkek olsun kadın olsun bunların hangisi köle olursa onun boşaması eksilir, görüşü rivâyet edilmiştir. İlim adamlarından bir kesim bu görüştedir. Âyetin: "Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir" bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1- Kadınlar, Allah'ın Rahîmlerinde Yarattığını Gizlememelidir: Yüce Allah'ın: "Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir" yani ay halini gizlemeleri helal değildir. Bu açıklamayı İkrime, Zührî ve Nehaî yapmıştır. Bunun gebelik olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de Hazret-i Ömer ile İbn Abbâs belirtmiştir. Mücâhid der ki: Hem ay halini hem de hamileliği gizlememelidirler. Bu ise hamile olan kadının ay hali olabileceğini kabul etme halinde sözkonusu olur. Âyet-i kerimede anlatılmak istenen şudur: İddet, ay hali ve temizlenme ile ilgili olduğuna göre, bunlara muttali olmak da ancak kadınlar tarafından sözkonusu olduğundan, bu hususta iddetinin bittiğini veya bitmediğini iddia etmekte onun sözü muteber kabul edilmiş ve bu hususta kadınlar güvenilir kimseler olarak değerlendirilmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir" âyetinin muktezası budur. Süleyman b. Yesar der ki: Bizler kadınları açıp onların ferclerine bakmakla emrolunmadık. Ancak eğer mü’min iseler bu iş onlara havale edilmiştir. Durumu gizlemelerinin yasaklanmasının anlamı ise, kocaya zarar vermeyi ve onun hakkını zayi etmeyi yasaklamaktır. Boşanmış olan kadın ay hali olmadığı halde, ay hali oldum, diyecek olursa kocanın ric'at hakkını kaldırmış olur. Eğer; ay hali olmadım, dediği halde ay hali olmuş ise bu sefer kocayı mükellef olmadığı nafakayı ödemekle mükellef tutmuş olur; bu da ona zarar verir. Ya da ay hali olmadığını yalan yere söylemekle iddet bitinceye kadar kendisine ric'at yapılmasın ve böylelikle şeriat onun ric'at hakkını kessin, maksadında da olabilir. Hamile olan kadının da hamileliğini gizlemesi böyledir. Bunu gizlediği takdirde, kocasının dönüş hakkını kaldırmış olur. Katâde der ki: Cahiliyye döneminde çocuklarını yeni kocaya ilhak etmek kastıyla hamileliklerini gizlemek, kadınların adeti idi. İşte âyet-i kerîme buna dair nazil olmuştur. Rivâyet edildiğine göre Eşca'lılardan bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek: Ey Allah'ın Rasulü, demiş ben hamile olduğu halde karımı boşadım. Bununla birlikte onun evlenmeyeceğinden ve böylelikle çocuğumun başkasına gitmeyeceğinden emin değilim. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu ve böylelikle o Eşca'lının hanımını kocasına geri döndürmüş oldu. 2- Kadının Beyanının Doğru Kabul Edilme ve Edilmeme Halleri: İbnu'l-Münzir der ki: İlim ehlinden kendisinden ilim bellediğim herkes dedi ki: Kadın on gün zarfında ben üç defa ay hali oldum ve benim iddetim bitti, diyecek olursa bu sözü tasdik edilmez ve kabul edilmez. Ancak ben hilkati belirmiş bir düşük yaptım diyecek olursa kabul edilir. Şu kadar var ki kadının sözünün doğru kabul edileceği süre hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Eğer kadın: Benim iddetim bitti, dese ve bu süre kadar bir zaman zarfında onun sözünden önce iddet bitebilirse (kabul edilir); şayet iddetin nadiren tamamlanabileceği bir süre zarfında bittiğini haber verirse, bu konuda iki görüş vardır. el-Müdevvene'de şöyle denilmiştir: Bir ay zarfında üç defa: Ay hali oldum, diyecek olursa eğer sair kadınlar sözünün doğru olduğunu kabul ederlerse tasdik edilir. Şureyh de bu görüşü kabul etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib de ona: Kalun yani isabet ettin ve güzel söyledin diye tasdik etmiştir. Muhammed'in Kitabında ise Mâlik şöyle der: Bir buçuk aydan aşağı bir süre zarfında söylediği kabul edilmez. Ebû Sevr de buna yakın bir görüş beyan etmiştir. Ebû Sevr der ki: Bu hususta asgarî süre kırkyedi gündür. Şöyle ki: Temizliğin asgarî süresi onbeş gündür, ay halinin asgari süresi de bir gündür. en-Numan (b. Sabit) yani Ebû Hanîfe ise der ki: Altmış günden aşağısında sözü kabul edilemez. Şâfiî de bu görüştedir. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a ve âhiret gönüne Îman ediyorlarsa," âyeti gizlemenin haram kılındığını pekiştirmek için, büyük ve ağır bir tehdittir. Rahîmlerinde bulunanın gerçek mahiyetini haber vermek hususunda emanetlerini gereği gibi yerine getirmelerini farz kılmaktadır. Yani mü’min kadınların izlemeleri gereken yol, hakkı gizlememektir. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa" âyeti, îman edenler için bu helal olmadığından dolayı, îman etmeyen kimseler için gizlemeleri mubahtır anlamına gelmez. Bu, günlük konuşmalarda şöyle demeye benzer: Eğer sen benim kardeşim isen bana zulmetme. Yani senin imanının bana zulmetmekten seni alıkoyması gerekir. Çünkü böyle bir iş îman ehlinin yapacağı bir iş değildir. Âyetin: "Kocaları bu sûre içinde barışmak isterlerse onları geri almaya daha çok hak sahibidirler" bölümüne dair açıklamalarımızı da onbir başlık halinde sunacağız: 1- Koca Anlamına Gelen: "Bal" Kelimesi: Yüce Allah'ın: "Kocaları" âyetindeki: "Bu'ûl: Kocalar" kelimesi: "Ba'l: Koca" kelimesinin çoğuludur. Eş demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi kadına koca olmak hasebiyle sahip olduğu zevceye üstünlüğünden dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Siz Ba'le dua eder.... misiniz?" (es-Saffat, 37/125) âyeti; "siz Ba'li rab mı edinirsiniz?" demektir. Ona bu adın verilişi rububiyetteki yüksekliğinin kabulünden dolayıdır. "Zeker" kelimesinin çoğulu "zükûre," fahl kelimesinin çoğulu "fuhûle" geldiği gibi, ba'l kelimesinin çoğulu da bu'ûle şeklinde gelir. Sondaki bu he (yuvarlak te) çoğulun müennesliğini te'kid etmek için fazladan gelmiştir. Bu şazdır ve buna kıyas yapılmaz. Bu konuda sema (Araptan işitme) mu'teberdir. Bu bakımdan (aynı vezinde olan) la'b'ın çoğulu olarak lu'ûbe denilmez. Bir görüşe göre sondaki bu he "fu'ûl" veznindeki kelimelerde kullanılan te'nis hâ'sıdır. Bu'ûle aynı zamanda ba'l'in de masdandır. Baale fiil olarak ba'l oldu (yani koca oldu) demektir. Mubaale ve bial ise cima demektir. Hazret-i Peygamber'in teşrik günleri hakkında: "O günler yemek içmek ve bi'âl günleridir" Dârakutnî, II, 212 âyetindeki bu "biâl" kelimesi de bu manayadır. Nitekim önceden geçmiştir. Buna göre erkek kadının ba'li kadın da erkeğin bâ'lesidir. Erkeğin kadına mübaşeret etmesini ifade etmek üzere "bâale" denilir. Masdarı da mübaale gelir. Filan bunun ba'lidir, demek onun maliki ve rabbidir (sahibidir) demektir. Bu kelimenin daha pek çok anlamı vardır. İleride (en-Nûr, 24/31. âyet 2. başlıkta) gelecektir. 2- Kocalarının Onları Geri Alması: "Kocaları onları geri almaya" yani onlara ric'at yapıp dönmeye "daha çok hak sahibidirler." Geri dönüş (ric'at yapmak) iki türlüdür. Birisi İbn Ömer hadisi el-Bakara, 2/228. âyetin birinci bölümünün tefsiri 4. başlıkta geçti. gereğince öngörülen iddet süresi içerisinde ric'at yapmak, diğeri ise Ma'kil yoluyla gelen Hadîs-i şerîfe Buhâri, Tefsir 2. sûre 40, Talâk 44 göre iddet sonrası ric'at yapmak. Eğer maksat bu olursa o takdirde bu âyette âyetin umum ifadesi ile ismen zikredilen kapsamının tahsis edildiğine delil vardır. Çünkü yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar' müddeti beklerler" âyeti üç defa boşanmış kadınlar hakkında umumîdir. Bundan daha aşağı sayıda boşananlar hakkında da sözkonusu olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Daha sonra gelen: "Kocaları... onları geri almaya daha çok hak sahibidirler" âyeti ise boşama sayısı üçten daha aşağı olan kadınlar hakkında özel bir hüküm olur. İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir. Hür bir kimse hür olan zevcesini boşadığı takdirde eğer onunla gerdeğe girmiş ve bu boşaması bir veya iki boşama ise, iddeti bitmediği sürece kadın hoş görmese dahi kocası onu geri almaya daha çok hak sahibidir. Eğer boşayan kişi iddeti bitinceye kadar ona dönüş yapmayacak olursa kadın kendi nefsinde dilediği gibi tasarrufta bulunmaya daha çok hak sahibidir ve kocası ona yabancı olur. Ona bir daha helal olması ancak veli ve şahid getirmek suretiyle yeni bir hitbe (talib olma) ve nikâh ile helal olabilir. Yoksa ona dönüş yapmakla ona helal olmaz. İlim adamlarının icmaı böyledir. el-Mühelleb der ki: İddet süresi içerisinde ric'at yapan herkese ric'at yaptığına dair şahit tutma dışında nikâh hükümlerinden herhangi bir şeyi yerine getirmesi gerekmez. Bu da ilim adamlarının icma ettikleri husustur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna geldiklerinde ya maruf ile onları tutun ya maruf ile onlardan ayrılın. Aranızda adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun." (et-Talâk, 65/2) Yüce Allah burada ric'at yapmakta şahit tutmaktan söz ettiği halde, nikâhta olsun boşama halinde olsun şahit tutmaktan söz etmemektedir. İbnu'l-Münzir der ki: İlim ehlinin icmaı ile birliktev Allah'ın Kitabından zikrettiğimiz âyetler bu konuda geçmişlerden gelen rivâyetleri zikretmeye gerek bırakmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- İddet Süresi İçerisinde Koca Hangi Şekilde Ric'at Yapmış Sayılır? İddet süresi içerisinde erkeğin hangi şekilde ric'at yapmış olacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Ric'at yapmak isteği ile iddet içerisinde hanımı ile ilişki kursa ve şahit tutması gerektiğini bilmiyor ise onun bu davranışı ric'at sayılır. Kadın, şahit tutmadıkça kocasının kendisi ile ilişki kurmasına engel olması gerekir. İshak da bu görüştedir. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetler iledir. Her kişi için niyet ettiği ne ise o vardır." Buhârî, BedVl-Vahy 1, Îman 41, Nikâh 5, Talâk 11, Itk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16; Nesâî, Tahâre 59, Talâk 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd, 26; Müsned, I, 25, 43. Şayet ric'atı niyet etmeksizin iddet içerisinde ilişkide bulunursa Mâlik der ki: İddet içerisinde ric'at yapar ve kendisini o fasid suyundan istibra etmedikçe onunla ilişki kurmaz. İbnu'l-Kasım der ki: İddeti bittiği takdirde istibra süresinin geri kalan kısmında kendisi de başkası da onu nikâhlamaz. Nikâhlayacak olursa yapacağı bu nikâh fesholur. Şu kadar var ki ebediyyen ona haram olmaz; çünkü su ona aittir. Bir diğer kesim şöyle demektedir: Onunla cima etti mi ric'at yapmış olur. Said b. el-Müseyyeb, Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn, ez-Zührî, Atâ, Tavus ve es-Sevrî de böyle demiştir. es-Sevrî; şahit tutar da demiştir. Re'y ashabı, Evzaî ve İbn Ebî Leylâ da bu görüştedir. Hanefilere göre ric'atte şahit tutmak müstehaptır. (el-İhtiyar, III, 148) Bunu İbnu'l-Münzir nakletmektedir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) ise şöyle demektedir: Şöyle de denilmiştir: İlişki kurması durum ne olursa olsun bir ric'attır. Ric'ati ister niyet etsin ister etmesin. Bu görüş Mâlik'in bazı arkadaşlarından da rivâyet edilmektedir. el-Leys (b. Sa'd) da bu görüştedir. İlim adamları muhayyerlikle birlikte cariyesini satan bir kimsenin muhayyerlik süresi içerisinde onunla ilişki kurabileceği ve böylelikle o cariyeyi mülkiyetine geri döndürmüş ve bu davranışı ile de satışı bozmayı tercih etmiş olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Ric'i talakla boşanmış olan kadın için de hüküm bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Ric'at Sayılabilen Diğer Davranışlar: Her kim ric'at niyetiyle öpse veya mübaşerette bulunsa bu bir ric'at olur. Öpme ve mübaşeret ile ric'ati niyet etmezse günahkâr olur ve ric'at yapmış olmaz. Sünnet ise onunla ilişki kurmadan yahut öpmeden ya da mübaşerette bulunmadan önce şahit tutmasıdır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Onunla ilişki kursa yahut şehvetle ona dokunsa yahut şehvetle mahrem yerine baksa bu bir ric'attir. Aynı zamanda bu es-Sevrî'nin görüşüdür, şahit tutması da gerekir. Mâlik, Şâfiî, İshak, Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr'in görüşüne göre ise bu bir ric'at olmaz. Bunu İbnu'l-Münzir söylemiştir. el-Münteka'da şöyle demektedir: Söz ile ric'atın sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Cima ve öpmek gibi fiilen ric'at hakkında ise kadı Ebû Muhammed şöyle demektedir: Bununla ve lezzet almak kastıyla sair faydalanmalarla ric'at sahih olur. İbnu'l-Mevvâz der ki: Lezzet almak kastıyla eliyle yoklamak yahut mahrem yerine bakmak veya da ric'atte bulunmak kasdıyla buna benzer güzel taraflarına bakması bunun gibidir. Bu hususta ise ric'at, ancak sözlü olarak sahih olur, diyen Şâfiî'nin görüşüne muhalefet vardır. Bunu İbnu’l-Münzir Ebû Sevr, Cabir b. Zeyd ve Ebû Kilabe'den de nakletmektedir. Şâfiî der ki: Ric'at niyetiyle onunla cima etse veya bunu niyet etmese bu ric'at olmaz. Ve (her iki durumda da) kadına mehr-i mislini ödemesi gerekir. Mâlik der ki: Birşey alma hakkı yoktur. Çünkü ona ric'at yapacak olsaydı ona mehir ödemesi gerekmezdi. O bakımdan ric'at mehri gerektirmezken bu durumda ilişki kurmanın mehri gerektirmesi sözkonusu olamaz. Ebû Ömer der ki: Şâfiî dışında kocasının mehr-i misil ödemesini gerekli gören başka bir kimse bilmiyorum. Ancak onun bu sözü pek kuvvetli değildir. Çünkü böyle bir kadın sair zevcelerin hükmündedir. Hem o kocasına mirasçı olur, hem kocası ona mirasçı olur. Hükümlerinin çoğunluğu itibariyle zevcenin hükmü gibi olan bir kadın ile ilişki kurmak dolayısıyla mehr-i misil nasıl gerekli olabilir? Şu kadar var ki Şâfiî'nin bu görüşündeki dayanağı oldukça kuvvetlidir. Çünkü ona ric'at yapmak hali dışında o kadın kendisine haramdır. Fukaha da şüphe ile kendisiyle ilişki kurulan kadına mehr-i misil ödemenin gereği üzerine icma etmişlerdir. Açıklama olarak bu kadar yeterlidir. 6- Ric'atten önce Onunla Yolculuğa Çıkmak: Karısına ric'at yapmadan önce onunla yolculuk yapıp yapmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik ve Şâfiî ona ric'atte bulunmadıkça onunla yolculuğa çıkamaz, derler. Ebû Hanîfe ve Züfer dışında arkadaşları da böyle demişlerdir. el-Hasen b. Ziyad'ın Züfer'den rivâyet ettiğine göre ric'atte bulunmadan önce onunla yolculuğa çıkabilir. Amr b. Halid'in Züfer'den rivâyetine göre ise ona ric'atte bulunmadıkça onunla yolculuğa çıkamaz. 7- Ric'at Dümeninde Karı ile Kocanın Karşılıklı Davranışları: Kocası onun yanına girip de güzelliklerinden birşey görebilir mi onun için süslenebilir mi ve ona bakabilir mi hususlarında fukahanın farklı görüşleri vardır. Mâlik: Onunla başbaşa halvette bulunmaz, iznini almadıkça onun yanına girmez. Elbiseleri üzerinde olmadıkça ona bakamaz, saçına bakamaz, der. Bununla birlikte ona göre beraberlerinde başka bir şahıs olduğu takdirde onunla birlikte yemek yemesinde mahzur yoktur. Aynı evde onunla geceyi geçiremez. Bir başka eve intikal eder. İbnu'l-Kasım der ki: Mâlik bu görüşünden dönmüş ve şöyle demiştir: Onun yanına giremez ve saçını göremez. Ebû Hanîfe ve arkadaşları arasında kocasına süsleneceği, koku sürüneceği, zinet eşyasını takınabileceği ve ona bakabileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Said b. el-Müseyyeb'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Koca hanımını bir defa boşayacak olursa yanına girmek için ondan izin alır. O da dilediği elbiseyi giyer ve dilediği gibi zinet eşyası takınır. Şayet tek evden (odadan) başka evleri yoksa aralarında bir perde gersinler. Girdiği vakit selam verir. Benzer bir görüş Katâde'den de nakledilmiştir. İçeri girdiği vakit balgam söktürür gibi yapmak suretiyle durumu hissettirir. Şâfiî der ki: Bir defa boşanmış olan ve kocasının ric'at yapabileceği kadın, kendisini boşayana, tıpkı üç defa boşanmış bir kadın gibi kocası kendisine ric'at yapıncaya kadar haramdır. Az önce geçtiği üzere. 8- Ric'at Hususunda Karı ile Koca Arasındaki Anlaşmazlıklar: İlim adamları icma ile şunu belirtirler: İddetin bitiminden sonra koca: Ben iddet süresi içerisinde sana ric'at yapmış idim, dediği halde kadın bunu reddederse, yeminiyle birlikte kadının sözü kabul edilir ve erkeğin ona ric'at etmesine imkân kalmaz. Şu kadar var ki en-Numan (b. Sabit yani Ebû Hanîfe) nikâhta olsun ric'atte olsun yemin edileceği görüşünde değildir. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) bu konuda ona muhalefet ederek sair ilim ehli gibi görüş belirtmişlerdir. Aynı şekilde şayet zevce cariye olup da efendi ile cariye arasında anlaşmazlık çıkıp koca iddetin bitmesinden sonra iddet süresi içerisinde ric'atta bulunduğu iddiasında bulunsa cariye de bunu red ve inkâr etse efendisi onu yalanlasa dahi cariye olan zevcenin sözü kabul edilir. Şâfiî, Ebû Sevr ve Numan'ın görüşü budur. Yakub (Ebû Yûsuf) ve Muhammed ise efendinin sözü kabul edilir ve koca onu almaya daha çok hak sahibidir, der. 9- "Geri Alma" Lâfzının Muktezası: Âyet-i kerimede geçen "red: Geri alma" lâfzı nikâhın zail olmasını gerektirmektedir (iktiza). Ancak ilim adamlarımız (Mâlikî mezhebi âlimleri) şöyle demişlerdir: Ric'i talâk ile boşanmış kadın ile ilişki kurmak haramdır. O bakımdan burdaki "dönüş" helal olan şeye ait demektir. el-Leys b. Sa'd, Ebû Hanîfe ve: Boşamanın ifade ettiği anlam, boşanma için özel olarak tayin edilmiş boşanma sayısını eksiltmektir. Bununla birlikte evlilik hükümleri olduğu gibi bakidir, onlardan herhangi birşey çözülmemiştir, şeklindeki görüşlerini kabul edenler derler ki: Evlilik hükümleri her ne kadar baki ise de kadın iddet süresi içerisinde kaldıkça, iddetin sona ermesiyle bu hükümlerin son bulması yolundadır. Ric'at, kadının koyulmuş olduğu bu yoldan bir dönüştür. Bu ise mecazî bir geri alıştır. Bizim hakkında hüküm verdiğimiz dönüş ise, gerçek anlamıyla geri dönüş, geri alıştır. Ortada derhal bir zail oluş vardır ki bu da ilişki kurmanın haram oluşudur. (O da ric'at ile ortadan kalkar). İşte böylelikle gerçek manada ondan geri dönüş gerçekleşmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- "Daha Çok Hak Sahibi Olmak" Lâfzının Kullanılışı: "Ehak: Daha çok hak sahibi" lâfzı iki hakkın çatışması halinde kullanılır ve bunlardan birisi ağırlık kazanır. Buradaki anlam iddet bekleme süresi içerisinde kocanın hakkı daha üstün bir haktır. Çünkü kadın ancak iddetin bitmesinden sonra evlenmek hakkına malik olur. Peygamber efendimizin: "Dul kadın velisinden daha çok kendi üzerinde bir hak sahibidir" Hadîs-i şerîfi de buna benzemektedir. Müslim, Nikâh 66; Ebû Dâvûd, Nikâh 25; Tirmizî, Nikâh 18; Nesâî, Nikâh 31; İbn Mâce, Nikâh 11; Dârimî, Nikâh 13; Muvatta’', Nikâh 4; Müsned, I, 219, 242. Bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 11- İddet İçerisinde Kocanın Dönüş Yapması Menduptur Kocaya ric'atte bulunması teşvik edilmiştir (mendup). Fakat onunla ilişkilerini düzeltmek ve aralarındaki soğukluğu ortadan kaldırmak kastını gütmesi şartı da vardır. Şayet ona zarar vermeyi, iddetini uzatmayı ve nikâh bağından kurtulma imkânını ortadan kaldırmayı kastederse bu haram olur. Çünkü yüce Allah: "Ancak onlara zulmedebilmeniz için zararlarına tutmayın" (el-Bakara, 2/23) âyeti bunu gerektirmektedir. Bununla birlikte bunu yapan bir kimsenin ric'ati -haram işlemiş nefsine zulmetmiş olmasına rağmen- sahih kabul edilir. Eğer biz onun böyle bir maksada sahip olduğunu bilirsek, ona rağmen karısının ondan boş olduğuna hükmederiz. Bu âyetin: "Üzerlerindeki hak gibi maruf şekilde onların da hakkı vardır" bölümüne dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: 1- Karı ve Kocanın Karşılıklı Hakları: Yüce Allah'ın: "Üzerlerindeki hak gibi.." âyetinin anlamı şudur: O kadınların erkekler üzerindeki evlilik haklan, erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarının mislidir. Bundan dolayı İbn Abbâs şöyle demiştir: Karım benim için süslendiği gibi ben de karım için süslenirim. Ben onun üzerindeki bütün haklarımı tüketip de bu sefer onun benim üzerimdeki haklarını almasının gerekmesi hoşuma gitmez. Çünkü yüce Allah: "Üzerlerindeki hak gibi maruf şekilde onların da hakkı vardır" yani günah sözkonusu olmaksızın süslenmek hakkı vardır, buyurmuştur. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Yani onların da kocaları üzerinde ma'ruf bir şekilde güzel bir arkadaşlık ve geçim hakları vardır. Tıpkı erkeklerin onlar üzerindeki ve Allah'ın o kadınlar üzerine kocalarının lehine farz kıldığı itaat hakkı gibi. Şöyle de denilmiştir: Nasıl ki onlar kocalarına zarar vermemekle yükümlü iseler kocalarının da onlara zarar vermekten uzak durmaları onlar için bir haktır. Bunu Taberi söylemiştir. İbn Zeyd de der ki: Nasıl ki onlar sizin hakkınızda Allah'tan korkmakla yükümlü iseler siz de onlar hakkında Allah'tan korkmakla yükümlüsünüz. Bu iki görüşün anlamı birbirine yakındır. Âyet-i kerîme ise evlilik haklarının bütününü kapsamaktadır. 2- Erkeğin Süslenmesinin Mahiyeti: İbn Abbâs'ın: "Ben hanımım için süsleniyorum" sözü ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demektedir: Erkeklerin süslenmeleri durumlarına göre değişik değişiktir. Onlar bu işi maharetle ve uygun bir şekilde yapmalıdırlar. Belli bir zamanda yakışan bir zinet, bir başka zamanda yakışmayabilir. Gençlere yakışan bir zinet olduğu gibi; yaşlılara da yakışan fakat gençlere yakışmayan bir başka zinet türü bulunabilir. Nitekim yaşlı ve olgun kimseler eğer bıyıklarını kazıyacak olurlarsa bu onlara yakışır ve güzellik verir. Genç bir kimse aynı şeyi yaptığı takdirde ise çirkinleşir ve bundan dolayı yerilir. Çünkü henüz sakalı yeteri kadar gelmemiştir. Sakalının ilk bittiği sıralarda bıyıklarını kazıdığı takdirde çirkinleşir. Fakat sakalı gürleştikten sonra bıyıklarını kazırsa bu ona güzellik verir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Rabbim bana sakalımı uzatmayı, bıyıklarımı da kesmeyi emretti." Sakalı bırakıp bıyıkları kısaltmayı öngören hadisler için bk. Buhârî, Libas 63-65; Müslim, Tahâre 52-54; Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 18; Naat, Tahâre 14, Zîne 2, 56; Muvatta’', Şear 1; Müsned, II, 16. Giyim hususunda da durum böyledir. Bütün bunlarda haklara riâyet aranır. Ve bu işler maharet ve uygunluk esasına riâyet edilerek yerine getirilir ki, hanımının nazarında hoşuna gidecek ve onun dışındaki diğer erkeklerde gözünün kalmasını önleyip iffetini sağlayacak bir zinet üzre olsun. Aynı şekilde sürme de böyledir. Kimi erkeklere yakışır, kimi erkeklere de yakışmaz. Hoş koku, misvak, kürdan kullanmak, pisliklerden temizlenip fazla saçları atmak, temizlenmek, tırnakları kesmek ise açıkça görüldüğü gibi herkese uygundur. Yaşlılar için kına yakmak, uygundur, yüzük ise genç yaşlı herkes için bir zinettir. Aynı zamanda ileride Nahl Sûresi'nde (16/14. âyet 5. başlık) açıklanacağı üzere bu, erkeğin süsüdür. Diğer taraftan erkeğin karısının erkeğe ne zamanlarda ihtiyaç duyduğunu araştırıp öğrenmesi böylelikle onun iffetini koruması ve başkasına bakmasına ihtiyaç bırakmaması da vazifesidir. Eğer erkek kendisinde yatakta karısının hakkını vermekten yana bir acizlik görecek olursa, gücünü arttıracak ve şehvetini güçlendirecek ilaçlar alır ki, onun iffetini koruyabilsin. 3- Erkeklerin Bir Derece Üstünlüğü: Yüce Allah'ın: "Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri" yani bir konumları "vardır." (Aynı kökten gelen) "medrecetü't-tarik" tabiri yolun ortası demektir. Bu kelimenin asıl anlamı katlamaktır. Ömrü katlamak anlamına kullanıldığı gibi üstüne basılıp yükseğe çıkılan derece (basamak) da buradan gelmektedir. (Erkek anlamına gelen): Racul ise kuvvet anlamına gelen "er-rucle"den gelmektedir. "Ercelu'r-raculeyni" iki kişiden en güçlü olanı demektir. Güçlü ata "recil" denildiği gibi, yürümekteki gücü dolayısıyla ayağa da "er-rid" denilmesi buradan gelmektedir. Buna göre erkeğin üstünlük derecesi aklıyla, infaka olan gücü, diyet miras ve cihad iledir. Humeyd der ki: Buradaki derece sakaldır. Bu görüş nakil itibariyle ondan sahih olsa bile zayıftır. Âyet-i kerimenin lâfzı da anlamı da bunu gerektirmez (iktiza etmez). İbnu'l-Arabî der ki: Bilmediği hususta söz söylemeyen kula ne mutlu. Özellikle yüce Allah'ın Kitabı hakkında. Erkeklerin kadınlara üstünlüğü akıllı bir kimse için gizli bir durum değildir. Eğer hiçbir şey olmasa dahi kadının erkekten yaratılmış olması bu konuda yeterlidir. Erkek kadının aslıdır. Ayrıca erkeğin, izni ile olmadıkça kadını tasarruftan alıkoyma yetkisi vardır. Onun izni olmadıkça (nafile) oruç tutamaz, ancak onunla birlikte hac edebilir. Buradaki derecenin mehir vermek olduğu da söylenmiştir. Bunu en-Nehaî söylemiştir. Bir görüşe göre derece, erkeğin eğitilebilme (çeşitli meslek ve sanatları öğrenebilme) durumudur. Özetle "derece" kelimesi üstün olmayı gerektirir ve erkeğin kadın üzerindeki hakkının kadının erkek üzerindeki hakkından daha ağır olduğu izlenimini vermektedir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben şayet bir kimseye Allah'tan başkasına secde etmeyi emredecek olsaydım, kadına kocasına secde etmesini emrederdim." Ebû Dâvûd, Nikâh 40; Tirmizî, Radâ' 10; İbn Mâce, Nikâh 4; Dârimî, Salât 159; Müsned, IV, 381, V, 227-228, VI, 76. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Burada "derece" erkekleri kadınlarla güzel geçinmeye teşvik için bir işarettir. Mal ve huy itibariyle kadınlara karşı geniş olmaya bir işarettir. Yani daha faziletli olanın kendisini daha çok tutması, zaptetmesi gerekir. İbn Atiyye der ki: Bu gerçekten güzel ve son derece harika bir görüştür. el-Maverdî der ki: Bu derecenin nikâh haklarında olması ihtimali de vardır. O, kadın olmadan da akdi sona erdirebilir, diğer taraftan yatakta kadının erkeğin isteğine cevap vermesi yükümlülüğü olmakla birlikte; erkeğin onun isteğine cevap verme yükümlülüğü yoktur. Derim ki: Hazret-i Peygamber'in şu âyeti de bu kabildendir: "Herhangi bir kadını kocası yatağına davet eder ve o da bu isteğini kabul etmezse sabahı edinceye kadar melekler ona lanet okurlar." Buhârî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120; Ebû Dâvûd, Nikâh 40; Dârimî, Nikâh 38. "Allah Azizdir" yani egemenliğine kimse saldırıda bulunamaz, kimse O'na itiraz edemez; "Hakimdir" herşeyi bilendir, yaptığında isabetli olandır. 229Boşama iki defadır. Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır. Onlara verdiklerinizden birşey almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki ikisi Allah'ın sınırlarına riâyet edememekten korksunlar. Eğer siz onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız o halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur. İşte bunlar Allah'ın şuurlarıdır, onları aşmayınız. Kim Allah'ın şuurlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Âyetin: "Boşama iki defadır, ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Cahiliyye Döneminde Boşama ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır" âyeti ile ilgili olarak sabit olduğuna göre cahiliyye dönemi insanlarının boşama için kabul ettikleri belli bir sayıları yoktu. Bununla birlikte iddet onlarca belli idi ve süresi tesbit edilmişti. Aynı durum İslâm'ın ilk dömemlerinde de bir süre böyle devam etti. Erkek karısını dilediği kadar boşayabiliyordu. Boşamasından kurtulup başkalarıyla evlenmesi helâl olması yaklaştı mı, dilediği kadar da ona ric'at yapabiliyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir erkek karısına: Seni barındırmam ve senin helâl olmana da imkân vermem, dedi. Kadın: Bu nasıl olur? deyince şu cevabı verdi: Seni boşarım. İddetinin bitmesi yaklaştı mı sana dönerim. Kadın bunu Hazret-i Âişe'ye şikâyet etti. Hazret-i Âişe de durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a zikretti. Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi erkeğin yeni bir mehir ve veliye ihtiyaç olmaksızın ric'at yapabileceği talâk sayılarını beyan etmek üzere indirdi ve onların önceki durumlarını neshetti. Tirmizî, Talâk 16; Muvatta’', Talâk 29. Urve b. ez-Zübeyr, Katâde, İbn Zeyd ve başkaları bu manada nüzul sebebini açıklamışlardır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Mücâhid ve başkaları ise şöyle demektedir: Âyet-i kerimeden kasıt, talâk sünnetini öğretmektir. Yani kim iki defa hanımını boşarsa üçüncüsünde Allah'tan korksun. Ya ona hakkından herhangi bir şeyi eksik vermek suretiyle zulmetmeyecek ya da onunla güzel bir şekilde geçinmek üzere yanında tutacak. Âyet-i kerîme işte bu iki manayı ihtiva etmektedir. 2- Boşamanın Mahiyeti ve Hükmü: Talâk, eşler arasında akdolmuş bulunan nikâh bağını özel lâfızlarla çözmektir. Talâk bu ve bundan başka âyet-i kerimeler gereğince mubahtır. Hazret-i Peygamber'in İbn Ömer ile ilgili hadisindeki şu sözleriyle de mubahtır: "Artık bundan sonra dilerse (nikâhı altında) tutar, dilerse boşar." el-Bakara, 2/228. âyetin birinci bölümünün tefsirinde 4. başlıkta bu hadis geçmiş bulunmaktadır. Kaynakları orada gösterilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da önce Hazret-i Hafsa'yı boşamış, sonra ona dönmüş idi. Bunu da İbn Mâce rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Talâk 1. İlim adamları icma ile şunu belirtmişlerdir: Hanımını kendisi ile temas kurmadığı bir temizlik halinde temiz olarak boşayan kimse sünnete uygun olarak ve yüce Allah'ın emretmiş olduğu iddete uygun bir şekilde boşamış olur. Eğer onunla gerdeğe girmiş ise, iddeti bitmeden önce ona ric'at yapabileceği ve iddeti bittikten sonra diğer talipliler gibi bir talip olacağı hususu üzerinde de icma etmişlerdir. Buna göre Kitap, Sünnet ve ümmetin icmaı talâkın mahzur (yasak) değil mubah olduğuna delildir. İbnu'l-Münzir derki: Talâkı yasaklamaya dair herhangi bir haber sabit olmamıştır. 3- Allah'ın Sevmediği Helâl ve Boşamada İstisna: Dârakutnî rivâyet ediyor: "Bana Ebû'l-Abbas Muhammed b. Mûsa el-Ali ed-Dûlabî ile Yakub b. İbrahim anlattı; dediler ki: Bize el-Hasen b. Arefe anlattı: Bize İsmail b. Uyyaş b. Humeyd b. Mâlik el-Lahmî, Mekhul'den anlattı, o Muaz b. Cebel'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: "Ey Muaz! Allah, yeryüzünde köle azad etmekten daha çok sevdiği şeyi yaratmış değildir. Yine yüce Allah, yeryüzünde boşamaktan daha çok buğzettiği birşeyi yaratmış değildir. Adam kölesine: Sen inşaallah hürsün, diyecek olsa o köle hür olur ve onun için istisna yoktur (inşaallah demesinin hükmü olmaz.) Yine adam karısına: Sen inşaallah boşsun, diyecek olursa onun için istisna sözkonusudur ve hakkında talâk olmaz." Bize Muhammed b. Mûsa b. Ali anlattı, bize Humeyd b. er-Rabi anlattı, bize Yezid b. el-Harun anlattı. Bize İsmail b. Ayyaş isnadını da belirterek ona yakın bir şekilde haber verdi. Humeyd dedi ki: Bana Yezid b. Harun şöyle dedi: Eğer Humeyd b. Mâlik el-Lahmî bilinen bir kimse olsaydı hadis diye buna denirdi. Ben: O benim dedemdir, dedim. Bu sefer Yezid dedi ki: Şimdi beni sevindirdin. İşte bu şimdi hadis oldu." Dârakutnî, IV, 35. İbnu'l-Münzir der ki: Talâkta istisnanın olduğu görüşünü kabul edenler arasında Tavus, Hammâd , Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y ashabı da vardır. Ancak Mâlik'in ve Evzaî'nin görüşüne göre talâkta istisna câiz olmaz. el-Hasen ve Katâde'nin özel olarak talâk hakkındaki görüşleri de budur. (İbnü'l-Münzir) devamla dedi ki: Ben ise birinci görüşü kabul ediyorum. 4- Boşadıktan Sonra Nikâhında Tutmak İsterse: Yüce Allah'ın: "Ya iyilikle tutmak" âyeti mübtedadır. Haberi ise; (iyilikle tutmak) daha uygun ya da daha güzeldir, takdirindedir. Hazfedilmiş mübtedanın haberi olarak merfu olması da uygundur. Yani size düşen maruf ile tutmaktır veya sizin için vacip olan, hak olduğu bilinen bir şekilde nikâhınız altında tutmaktır. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında masdar olarak "tutmak" anlamına gelen kelimenin mansub okunması da câiz olur. "İyilikle" âyetinin anlamı ona herhangi bir şekilde haksızlık etmeyip zulmetmemesi, haksızca bir söz söylememesi demektir. "Tutmak" ise (talâk ile aynı kökten) ıtlâk'ın (boş bırakmanın) zıddıdır. "Salmak" ise birşeyi serbest bırakmaktır. Saç tellerinin birbirinden kurtarılması için saçın taranmasını anlatmak için (burada kullanılan): "teşrih" denilmesi bundan dolayıdır. Davarların serbest bırakılması için de aynı tabir kullanılır. Burada geçen "salma"nın iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi ikinci defa boşadıktan sonra beklemesi gereken iddetini tamamlayıncaya kadar terketmesi ve böylelikle kadının kendisi hakkında tasarruf sahibi olmasıdır. Bu es-Süddî ve ed-Dahhak'ın görüşüdür. Diğer anlamı ise onu üçüncü defa boşadıktan sonra serbestçe bırakıp salmasıdır. Bu da Mücâhid, Atâ ve diğerlerinin görüşüdür. Aşağıdaki şu üç sebep dolayısıyla bu ikinci görüş daha sahihtir: a) Dârakutnî'nin Enes'ten rivâyet ettiğine göre adamın birisi şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, yüce Allah: "Boşama iki defadır" diye buyurmaktadır, bu neden üçe çıktı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır." -Bir rivâyete göre- "işte üçüncüsü odur" denilmektedir. Dârakutnî, IV, 3-4. Bu hadisi İbnu'l-Münzir (de) zikretmektedir. b) Salmak (teşrih) talâk lâfızlarındandır. Nitekim: "Eğer boşamaya karar verirlerse" (el-Bakara, 2/227) âyetindeki (boşama anlamına gelen): "Talâk" lâfzının yerine, bir kıraatte: "es-Serah" lâfzının kullanıldığını görüyoruz. c) Bu kelimenin kipi (tef’il) ikinci boşamadan ayrı tekrarlanan bir fiilin de meydana geldiği anlamını vermektedir. Halbuki terketmek anlamım ifade etmek için bu kipin kullanıldığı görülmez: Ebû Ömer der ki: İlim adamları yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinde kastedilenin, iki boşamadan sonra üçüncü boşama olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa ondan sonra ondan başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/230) âyetinde kastedilen de bu olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine ilim adamlarının icmaına göre hanımını bir veya iki defa boşayan bir kimsenin hanımına ric'at yapma (dönme) hakkı vardır. Üçüncü defa onu boşadığı takdirde ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça birincisine helâl olmaz. Bu ise te'vilinde ihtilaf olmayan Kur'ân-ı Kerîm'in muhkem hükümleri arasındadır. Adaletli kimselerin haberleri arasında buna benzer rivâyetler de gelmiştir. (Mesela): Bize Said b. Nasr anlattı, dedi ki: Bize Kasım b. Esbağ anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Vaddah anlattı dedi ki: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe anlattı dedi ki: Bize Ebû Hazret-i Muâviye İsmail b. Sumey'den o Ebû Ruzeyn'den anlatarak dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına bir adam gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır, ya iyilikle tutmak ya güzellikle salmaktır" âyeti hakkındaki görüşünüz nedir? Üçüncü boşama nerede? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır." Dârakutni lV, 4'te: Enes (radıyallahü anh)den es-Sevrî ve başkalan da İsmail b. Sumey'den o Ebû Ruzeyn'den bunun gibi rivâyet etmişlerdir. Derim ki: el-Kiya et-Taberî bu haberi zikreder ve şöyle der: Bu haber nakil cihetiyle sabit değildir. Böyle dedikten sonrada ed-Dahhak ve es-Süddînin görüşünü tercih eder ve üçüncü boşamanın yüce Allah'ın şu âyetindeki hitapta sözkonusu edildiğini belirtir: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz." (el-Bakara, 2/230) Buna göre üçüncü boşama bu hitabın özünde sözkonusu edilmekte ve bir defa daha evlenmesi dışında eski kocasının onunla evlenmesini haram kılmayı ifade eden bain talâkı dile getirmektedir. Buna göre yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinin yeni bir manaya yorumlanması icabeder. Bu da iddetin sona ermesi ile birlikte ikinci boşama ile beynunetin meydana gelmesidir. Ayrıca âyet-i kerimeden gözetilen maksad, eski kocasıyla evlenmesinin haram olmasını gerektiren boşama sayısını beyan etmek ve belli bir sayı sözkonusu olmaksızın boşamanın câiz olmasını neshetmektir. Şayet yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyeti üçüncü boşamayı ifade etseydi, bu üç boşama ile (eski kocasına) haram kılmanın gerçekleşmesindeki maksadı açığa çıkarmazdı. Çünkü bu kadarı ile yetinilmiş olsaydı, ikinci bir koca ile evlenmesi hali dışında, ilk kocasının onunla evlenmesini haram kılan bain talâkın vaki olduğuna delalet etmezdi. Böyle bir haramlık yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa ondan sonra başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/230) âyetinden anlaşılmaktadır. Buna göre yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinin üçüncü boşama anlamına gelmemesi icabeder. Eğer yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyeti üçüncü boşamayı ifade etseydi bunun akabinde: "Eğer onu boşarsa" âyetinin dördüncü boşamayı ifade etmesi gerekirdi. Çünkü bunun başında yer alan "fa" takib içindir. Bu ise bundan önce sözü geçen ve gelecekteki bir boşamanın anlaşılmasını gerektirmektedir. Bununla yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinin onu iddeti sona erinceye kadar terketmek anlamına geldiği sabit olmaktadır. el-Kiyâ et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 173-174. 5- Bir Defada Üç Talâkı Vermek: Buhârî bu âyet-i kerimeden önce şöyle bir başlık kaydetmektedir: Yüce Allah'ın: "Boşama iki defatır, ya iyilikle tutmak ya güzellikle salmaktır, âyetine dayanarak üç defa boşamayı câiz kabul edenler:" Buhârî, Talâk 4. İşte bu, Buhârî tarafından böyle bir sayı zikretmenin boşayacaklar için bir genişlik olduğuna ve kendi aleyhine işi daraltanın bu daraltmanın hükmüne bağlı kalması gerektiğine bir işarettir. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Fetva veren İmâmlar bir defada verilen üç talâkın vuku bulacağında ittifak etmişlerdir. Selefin Cumhûrunun görüşü de budur. Tavus ve Zahirî mezhebine mensup bazı kimseler bir defada söylenen üç talâkın tek bir boşama olacağını -istisna olarak- belirtirler. Aynı zamanda bu Muhammed b. İshak ve el-Haccac Ertaa'den de rivâyet edilmektedir. Yine onlardan nakledildiğine göre kocanın böyle bir ifade kullanması birşeyi gerektirmez. Aynı zamanda bu Mukâtil 'in de görüşüdür. Dâvûd'dan da bu şekilde bir boşamanın vaki olamayacağı nakledilmektedir. Halbuki el-Haccac b. Ertaa ile Selefin Cumhûrundan ve İmâmlardan meşhur olan görüş, bunun bağlayıcı ve üç boşama olacağı şeklindedir. Tek bir sözde bir arada üç boşamayı zikretmesiyle birkaç defada bunları ayrı ayrı zikretmesi arasında bir fark yoktur. Bunların herhangi birşey gerektirmediği görüşünde olanlar yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar’ süresi beklerler." (el-Bakara, 2/228) âyetini delil gösterirler. Bu ise bunun dışında, olduğu özellikle belirtilenler dışında bütün boşanmış kadınları kapsamına alır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Ayrıca bu görüşün sahipleri derler ki: Yüce Allah: "Boşama iki defadır" diye buyurmaktadır. Üçüncüsü ise: "Ya iyilikle tutmak ya güzellikle salmaktır." Tek sözde üç defa boşama yapanın bu boşaması bağlayıcı değildir. Çünkü bu tür boşama şekli Kur'ân-ı Kerîm'de sözkonusu edilmemiştir. Bunun (yani tek sözde üç defa boşamanın) bir talâk olarak vaki olduğunu kabul edenler ise üç hadisi delil gösterirler: Bunların birincisi Tavus ve Ebû's-Sahba ve İkrime yoluyla gelen İbn Abbâs hadisidir. Biraz sonra el-Bâcîden yapılacak iktibas sırasında gelecektir. İkincisi ise İbn Ömer'in hanımını üç defa boşadığına Hazret-i Peygamber'in de hanımına dönmesine dair emir verdiğine ve bunun bir boşama olarak sayıldığına dair gelen rivâyettir. İkinci başlıkta geçti. Hadisin kaynakları el-Bakara, 2/228. âyetin birinci bölümünün tefsirinde 4. başlıkta gösterilmiştir. Üçüncü delilleri de şudur: Rükâne hanımını üç defa boşamış, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise hanımına dönmesini emretmiş idi. Dönmesini emretmesi ise tek bir boşamanın vaki olmasını gerektirmektedir. Ebû Dâvûd, Talâk 14; Dârakutnî, IV, 34-35 Bu hadislere dair verilecek cevap Tahâvînin sözkonusu ettiği şekliyle şöyledir: Saîd b. Cübeyr, Mücâhid, Atâ, Amr b. Dinar, Mâlik b. el-Huveyris, Muhammed b. İyas el-Bukeyr, en-Numan b. Ebi Ayyaş, İbn Abbâs'tan hanımını üç defa boşayan kimse hakkında rivâyet ettiklerine göre bu kimse Allah'a isyan etmiş ve karısı da ondan bain talâk ile boşanmış olur. İşte bu, büyük İmâmların İbn Abbâs'tan yaptıkları ve cemaatın görüşüne uygun olan rivâyet de Tavus ve başkalarının rivâyetlerinin zayıf olduğuna delil vardır. İbn Abbâs gibi bir kimse ise kendi kişisel görüşüne meyledip ashab-ı kirama muhalefet etmezdi. İbn Abdi’l-Berr der ki: Tavus'un rivâyeti bir vehm ve bir yanlışlıktır ki Hicaz'da, Şam'da, Irak'ta, Meşrik ve Mağribde bulunan fukahadan herhangi bir kimse buna iltifat etmemiştir. Denildiğine göre İbn Abbâs'ın azadlıları arasında Ebû's-Sahba diye bir kişi bilinmemektedir. Kadı Ebû'l-Velid el-Baci der ki: "Bana göre İbn Abbâs'tan buna dair gelen rivâyet sahihtir. Çünkü ondan Ma'mer, İbn Cüreyc ve diğer İmâmlar ile İbn Tavus gibi bir İmâm rivâyette bulunmuşlardır. Bu rivâyetlerinde işaret ettikleri Hadîs-i şerîf ise İbn Tavus'un babasından onun da İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair yaptıkları rivâyettir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dönemi ile Ebû Bekir döneminde ve Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın halifeliğinin ilk iki yılında üç defa boşama bir tek boşama idi. Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Lehlerine ağırca hareket etmeleri mümkün olan bir hususta insanlar işi aceleye getirdiler. Biz de onların aleyhlerine olarak bu aceleyi geçerli kılsak (nasıl olur?) demiş ve bunu aleyhlerine geçerli kılmıştır. Müslim, Talâk 15 vd.; Dârakutnî, IV, 44-45 Bu hadisin anlamı şudur: İnsanlar, şu anda yapılan üç boşama yerine tek bir boşamada bulunuyorlardı. Böyle bir açıklamanın doğruluğuna Hazret-i Ömer'in şu sözleri delildir: İnsanlar ağırca hareket etmeleri mümkün olan bir işte acele ettiler, diyerek ağırca hareket etmek imkanına sahip oldukları bir hususta acele davranıp boşamayı ihdas ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde, İslâm'ın ilk yıllarında eğer onlar bu durumda olsalardı, Hazret-i Ömer böyle demez ve ağırca hareket etme imkanına sahip oldukları bir işte acele etmelerinden dolayı onları ayıplamazdı. Yine böyle bir açıklamanın doğruluğunun delili İbn Abbâs'tan birkaç yoldan gelen ve bir arada talâk veren kimsenin bu sözleriyle üç boşamanın sözkonusu olacağına dair verdiği fetvadır. Eğer İbn Tavus'un rivâyet ettiği hadisin anlamı bu ise bizim de zaten söylediğimiz budur. Şayet İbn Abbâs'ın hadisi sözüne ehemmiyet verilmeyen kimselerin yaptıkları te'vile göre açıklanacak olur ise, İbn Abbâs çoğunluğun (cemaatin) görüşünü kabul etmiş ve böylelikle bu hususta icma gerçekleşmiş demektedir. Kıyas bakımından bizim delilimiz ise şudur: Bu böyle bir imkâna sahip olan kimsenin yaptığı bir talâktır. O bakımdan bu talâkın o kimse için bağlayıcı olması gerekir. Bu kıyasın asıl delili ise o boşamayı tek olarak yaptığı takdirde vaki olacağıdır. (Üç talâkı birlikte yapması da bunun gibi olur)." Derim ki: el-Baci'nin getirdiği bu açıklama aynı zamanda el-Kiya et-Taberînin hadis âlimlerinden naklettiği anlamı ifade eder. Yani onlar, şimdi üç defa yapılan boşamayı bir defa olarak yapıyorlardı. Yani her bir kar'da bir defa talâk veriyorlardı. Onlar bütün iddet boyunca kadın bain olup iddeti bitinceye kadar birer defa talâk veriyorlardı. Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab der ki: Yani insanlar o dönemde tek bir talâk vermekle yetiniyorlardı. Daha sonra Hazret-i Ömer döneminde çokça üç talâk vermeye başladılar. Kadı (Ebû Muhammed) dedi ki: İşte ravinin: İnsanlar Ömer döneminde üç defa talâk vermekte işi aceleye getirdiler, o da onların aleyhlerine bu aceleyi gerçekleştirdi, sözüne en uygun açıklama budur. Yani bu üç defa boşamanın hükmünü onlar için geçerli kıldı. İbn Ömer'in hadisine gelince Dârakutnînin Ahmed b. Sabih'ten, onun Tarîf b. Nâsıh'ten onun Hazret-i Muâviye b. Ammar ed-Duhnîden onun Ebû Zübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben İbn Ömer'e ay hali iken hanımını üç defa boşayan bir adam hakkında soru sordum. Bana şöyle dedi: İbn Ömer'in kim olduğunu biliyor musun? Ben: Evet dedim. O da şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde ay hali iken hanımımı üç defa boşadım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim üç boşamamı sünnete uygun hale getirdi. Dârakutnî der ki: Bunların hepsi Şia'dandır. Hadisin hıfzedilen şekline göre ise İbn Ömer, ay hali iken hanımını bir defa boşamıştır. Dârakutnî, IV, 7. Ubeydullah dedi ki: İbn Ömer hanımını ay hali iken bir defa boşamıştır. Ancak o sünnete aykırı hareket etmiştir. Salih b. Keysan, Mûsa b. Ukbe, İsmail b. Umeyye, Leys b. Sa'd İbn Ebi Zi'b, İbn Cüreyc, Cabir ve İsmail b. İbrahim b. Ukbe de Nafi'den naklettiklerine göre İbn Ömer hanımını bir defa boşamış idi. ez-Zühri de Salim'den o babasından, o Yûnus b. Cübeyr'den, eş-Şa'bi ve el-Hasen'den böylece nakletmiştir. Rükâne'nin naklettiği hadise gelince, denildiğine göre bu muzdarıp ve munkatı' bir hadistir. Delil olabilecek bir şekilde muttasıl bir senetle nakledilmiş değildir. Bunu Ebû Dâvûd, İbn Cüreyc'den o Ebû Râfi'in oğullarından birisinden nakletmiştir ki, bunlar arasında rivâyetiyle delil gösterilecek kimse yoktur ve bunlar İkrime'den ve o da İbn Abbâs'tan yoluyla nakletmişlerdir. Ebû Dâvûd bu hadis hakkında şöyle demiştir: Rükane b. Amr Yezid hanımını üç defa boşamıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Hanımına dön" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Talâk 14. Yine bunu değişik yollardan Nafl b. Uceyr'den rivâyet ettiğine göre Rükane b. Abd Yezid hanımını "Elbette (kesin olarak, üç)" diye boşamış, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bununla neyi kastettiğini yemin vererek sormuş, o da bir defadan başka boşamayı kastetmediğine dair yemin etmiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber de hanımını ona geri vermiştir. Ebû Dâvûd, Talâk 14; Dârakutnî, IV, 33. İşte bu hem isimde hem de yapılan işde bir ızdırabın olduğunu ifade eder. Buna benzer birşey delil diye gösterilemez. Derim ki: Bu hadisi değişik yollardan Dârakutnî de Sünen'inde rivâyet etmiştir. Bu yollardan birisinde şöyle demektedir: "Bize Muhammed b. Yahya b. Mirdas anlattı, bize Ebû Dâvûd es-Sicistanî anlattı, bize Ahmed b. Amr b. es-Serh ile Ebû Sevr b. İbrahim b. Halid el-Kelbî ve daha başkaları anlatarak dediler ki: Bize Muhammed b. İdris eş-Şâfiî anlattı, bana amcam Muhammed b. Ali b. Safi' anlattı. Amcam Abdullah b. Ali b. es-Saib'den o Nafi b. Uceyr b. Abd Yezid (b. Rükane)dan dedi ki: Rükane b. Abd b. Yezid hanımı Müzeyneli Süheyme'yi, elbette talâkı ile boşadı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu haber verdi ve Allah'a yemin ederim yalnızca bir defa boşamayı kastettim dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Vallahi yalnızca bir defa boşamayı mı kastettin?" diye sorunca Rükane tekrar: Vallahi ben o sözümle yalnızca bir defa boşamayı kastettim, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımını ona geri verdi. Hanımını ikinci defa Hazret-i Ömer b. el-Hattâb döneminde üçüncüsünü de Hazret-i Osman zamanında boşadı. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu sahih bir hadistir." Ebû Dâvûd ve Dârakutnî, aynı yerler; Tirmizî, Talâk 2; İbn Mâce, Talâk 19. Buna göre Rükane ile ilgili hadislerden sahih olanın ifadesine göre o hanımını elbette talâkı ile boşamış, üç defa boşamamıştır. "Elbette" talâkı Cumhûr'un görüşüne göre niyete göredir; Hanefilere göre bâin bir talâktır. Elbette talâkı hakkında ise ileride açılanacağı üzere ihtilâf edilmiştir. O bakımdan yine bu hadisin delil gösterilmesi sözkonusu olmaz. Allahu Teala'ya hamdolsun. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Rükane hadisinin Şâfiî'nin amcasından yaptığı rivâyeti daha eksiksizdir. Asıl delillerin reddetmediği bir fazlalığı da ihtiva etmektedir. Dolayısıyla o fazlalığı nakledenlerin, sika raviler olmaları sebebiyle kabul edilmesi icabeder. Şâfiî, amcası ve dedesi Rükâne'nin ailesine mensupturlar. Bunların hepsi de Abdülmuttalib b. Abdimenaf oğullarındandırlar. Onlar, karşı karşıya kaldıkları olayı en iyi bilenlerdir. Talâkın Çeşitleri ve Üç Talâkı Bir Defada Vermek: Ahmed b. Muhammed b. Muğis et-Tulaytulî bu mes'eleyi Vesâik'inde zikrederek der ki: Boşama iki türlüdür: Sünnet üzere boşama ve bid'at üzere boşamaleyhisselâmünnet üzere boşama şeriatın mendup olarak gösterdiği şekle uygun olarak yapılandır. Bid'at olan boşama ise bunun zıddıdır. Bu ise mesela, hanımım ay hali iken, lohusa iken boşaması veya bir sözde üç defa boşamasıdır. Bunları yaptığı takdirde boşama gerçekleşir. İlim ehli, hanımını bu şekilde bid'at üzere boşayanın hanımını boşamış olacağını icma ile kabul etmekle birlikte, kaç defa boşamış olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ali b. Ebî Tâlib ve İbn Mes'ûd bir defa boşamış olacağını söylerler. İbn Abbâs da böyle demiştir. Ayrıca der ki: Onun "üç" demesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü üç defa boşamada bulunmuş değildir. Ancak geçmişi haber verdiği takdirde üç defa boşama hakkında söyleyeceği söz kabul edilir ve: Üç defa boşadım, derse bu daha önce üç ayrı vakitte kendisinin işlemiş olduğu üç ayrı fiili haber vermiş olur. Böyle bir kimsenin durumu: Dün şu sureyi üç defa okudum, demesine benzer, işte bu sahihtir. Şayet bir defa okumuş olsaydı ve yine de: Ben onu üç defa okudum, deseydi yalan söylemiş olurdu. Yine üç defa Allah adına yemin ederek yeminini tekrarlayacak olursa, bu üç tane yemin olur. Bir defa yemin edip üç defa Allah adına yemin ediyorum, diyecek olsa bu kimse yalnızca bir defa yemin etmiş olur. Talâk da onun gibidir. ez-Zübeyr b. el-Avvam ve Abdurrahman b. Avf da böyle demişlerdir. Biz de bütün bunları İbn Vaddah'tan da rivâyet ettik. Kurtubalı ilim adamlarından İbn Zinbâ' Şeyh Huda, Muhammed b. Taki b. Mahled, Muhammed b. Abdusselam el-Hasenî ile çağının biricik ilim adamı asrının fakihi Esbağ b. el-Hubab ve onların dışında bir grup da bu görüşü ifade etmişlerdir. İbn Abbâs'ın delillerinden birisi de şudur: Şanı yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde "talâk" lâfzını ayrı ayrı zikretmiştir. İsmi aziz olan Rabbimiz: "Boşama iki defadır" diye buyurmuştur. O bununla kendisinden sonra iyilikle tutmanın sözkonusu olduğu talâkın azamî sayısını kastetmektedir ki, iyilikle tutmak, iddet içerisinde dönüş yapmaktır. Yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinin anlamı ise iddeti bitinceye kadar dönüş (ric'at) yapmaksızın hanımı öylece terketmektir. Bunda da eğer aralarında pişmanlık vaki olur ise o kadına bir ihsan, bir iyilik vardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bilmezsin, belki Allah, onun arkasından bir iş (sevgi) çıkarır. " (et-Talâk, 65/1) Bununla ayrı kalmaya pişmanlık ve dönüş yapmaya arzuyu ifade etmek istemektedir. Üç talâkın verilmesi güzel değildir. Çünkü bu şekilde talâk vermekle şanı yüce Allah'ın genişlik verdiği ve kendisine dikkat çektiği bir ruhsatı terketmek sözkonusudur. Şanı yüce Allah'ın "talâk"ı ayrı ayrı sözkonusu etmesi, birarada sözkonusu edilmesi halinde bunun tek bir lâfız olduğunun da delilidir. Müdevvene'den buna delalet edebilecek şeyler, birden çok mes'eleye kıyas edilerek tahriç edilebilir. Buna bir örnek olmak üzere şunu zikredebiliriz: Bir kimse; benim malım yoksullar arasında sadaka olsun, dese üçte biri bunun için yeterli olur. İbnu'l-Münzir'in el-lşrafında da şöyle kaydedilmektedir: Saîd b. Cübeyr, Tavus, Ebû'ş-Şa'sa, Atâ ve Amr b. Dinar şöyle derlerdi: Bakire bir kızı üç talâk ile boşayan bir kimsenin bu boşaması bir talâk olur. Derim ki: Bu kanaatte olanlar şunu da delil gösterebilir ve şöyle diyebilirler: Kendisiyle gerdeğe girilmemiş kızın iddeti olmaz. Eğer kocası: Sen üç defa boşsun diyecek olursa, "sen boşsun" sözünü bitirmekle birlikte karısı ondan bain olur. Buna göre "üç defa" sözü o kadın hakkında bain iken varid olmuş olur ki, bunun herhangi bir etkisi olmaz. Çünkü "sen boşsun" sözü kendi başına ve bağımsız bir sözdür. O bakımdan kendisiyle duhûl olmamış hakkında beynûnetin daha sonra söylenecek söze bağlı olarak ortaya çıkmaması icabeder. Çünkü beynûnetin aslı "sen boşsun" demekle gerçekleşir. "Sen üç defa boşsun" ifadenin Arapçasında "üç defa" anlamındaki: "selâsen" lâfzı, "sen boşsun" lâfzından sonra zikredilir. Açıklamalarda bu husus dikkate alınmalıdır. 6- Lâfızları Bakımından Talâk (Sarih ve Kinâye): İmâm Şâfiî, yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetiyle: "Ve güzel bir şekilde salıverin" (el-Ahzâb, 33/49) âyetlerini delil göstererek salıvermenin (tesrîh) boşamanın sarih lâfızlarından birisi olduğunu söylemiştir. Bu hususta ise ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kadı Ebû Muhammed, sarih lâfızların herhangi bir şekilde talâk lâfzını ihtiva eden lâfız olduğunu söyler. Mesela; sen boşsun (talikun) yahut sen boşanmışsın (mutallakatun) yahut seni boşadım (tallaktuki) veya "talâk" lâfzını kullanırsa artık o boşama onun için geçerli olur (bağlayıcıdır). Bunun dışında kalan ve boşama hakkında kullanılan diğer lâfızlar ise kinaye lâfızlarıdır. Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Kadı Ebû'l-Hasen ise şöyle demiştir: Talâkın sarih lâfızları pek çoktur. Kimi lâfızlar kimisine göre daha açıktır: Talâk, serah (salıvermek); firak (ayrılmak), haram, haliyye (serbest bırakılmak) ve beriyye (salınmış, kendiliğinden uzaklaşılmış) gibi. Şâfiî de der ki: Sarih lâfızlar üç tanedir. Bunlar ise Kur'ân-ı Kerîm'de varid olan talâk, serah ve firak lâfızlarıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... yahut ma'ruf ile onlardan ayrılın." (tâlikûhunne)" (et-Talâk, 65/2); "Veya güzellikle salmaktır (teşrih)" Bir başka yerde de: "Kadınları boşadığınız zaman iddetleri vaktinde boşayın (talâk)" (et-Talâk, 65/1) diye buyurmaktadır. Derim ki; Bu durum bu şekilde anlaşıldığına göre talâk sarih ve kinaye olmak üzere iki türlüdür. Sarih sözünü ettiğimiz şekildedir. Kinaye ise bunun dışında kalan boşama şeklidir. Aralarındaki fark şudur: Sarih sözün ayrıca niyyete ihtiyacı yoktur. Mücerred lâfız ile talâk meydana gelir. Kinaye lâfzın ise niyete ihtiyacı vardır. "Haram, haliyye ve beriyye" lâfızlarının talâkın sarih sözlerinden olduğunu söyleyenlerin delili, bu kelimelerin artık talâk lâfzı diye bilinecek kadar boşama hakkında çokça kullanılmalarıdır. O bakımdan bu kelimeler, talâkın meydana gelmesi hususunda apaçık ve net lâfızlar haline gelmişlerdir. Tıpkı yerin alçak olan tarafları hakkında ilk olarak söylenen "el-ğâit" lâfzı gibidir. Daha sonra bu lâfız mecaz yoluyla def-i hacete gitmek için kullanılmıştır. O bakımdan bu anlamı ile bu kelime ilk olarak kullanıldığından daha açık, net ve daha ünlü bir anlam olmuştur. İşte bizim bu meselemiz de bunun gibidir. Diğer taraftan Ömer b. Abdülaziz. şöyle demiştir: "Eğer talâk bin tane olsa bile "elbette" lâfzı ondan geriye hiçbir şey bırakmazdı. Buna göre kim elbette diye boşayacak olursa o en ileri noktayı ifade etmiş olur." Bunu da Mâlik rivâyet etmiştir. Muvatta’', Talâk 3. Dârakutnî de Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Haliyye, beriyye, elbette, bain ve haram" lâfızları üç talâktır. Ondan başka bir koca nikâhlamadıkça bir daha ona helâl olmaz. Dârakutnî, IV, 32. Ta'lik'inde belirtildiğine göre ravilerden el-Hasen, Hazret-i Ali'den rivâyet almadığından munkatı'dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da nisbeten leyyin olan bir yolla elbettenin üç talâk olduğu rivâyeti nakledilmiştir ki bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, IV, 20. İleride yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerini oyuncak edinmeyin" (el-Bakara, 2/231) âyetini açıklarken bu hadis inşaallah gelecektir. 7- Açık ve Kapalı (Kinaye) "Talâk (Boşama)" Lâfızları ile İlgili Görüşler: Kansına: "Seni boşadım (tallaktuki)" diyen kimsenin bu sözünün ister kendisiyle gerdeğe girilmiş, ister girilmemiş hanımı hakkında sarih boşama olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Her kim hanımına: "Sen boşsun (talikun)" diyecek olur ise bu bir defa boşamadır, daha fazlasını niyet etmesi müstesna. Eğer iki ya da üç defa boşamayı niyet ederse niyeti onun için bağlayıcıdır. Hiçbir niyeti yoksa geri dönme (ric'at) imkânı olan tek bir boşama olur. Şayet; sen boşsun (talikun) demekle birlikte, ben onun bağından boş olmasını kastettim, diyecek olursa onun bu açıklaması kabul edilmez ve boşama onun için bağlayıcı olur. Ancak ortada doğru söylediğine delalet edebilecek birşey bulunması müstesna. Bir kimse bir defa; "sen boşsun" deyip: "Sana dönüşüm (ric'atim) de yoktur" ibaresini eklerse daha sonra söylediği: "Sana ric'atim yoktur" sözü batıldır. Tek bir defa söylediğinden dolayı da ric'at hakkı vardır. Çünkü bir defa boşamak üç talâk olmaz. Şayet: "Benim sana ric'atim yoktur" sözü ile üç defa boşamayı niyet ederse Mâlik'e göre bu üç defa talâk olur. Karısına: Senden ayrıldım (firak) yahut seni salıverdim (serah) yahut seni başıboş bırakıyorum (haliyye) yahut salıveriyorum (beriyye) yahut benden bainsin veya ipin omuzunda olsun veya sen bana haramsın yahut ailenin yanına git veya seni ailene bağışladım veya seni serbest bıraktım yahut benim senin aleyhine bir yolum yoktur; diyen kimse hakkında fukaha farklı görüşlere sahiptir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf der ki: Bu bain bir talâktır. Bu görüş İbn Mes'ûd'dan da rivâyet edilmiştir. Onun şöyle dediği de rivâyet edilmektedir: Kişi karısına: Sen işinde müstakilsin veya işin senin elindedir yahut ailene git, diyecek olursa bunu bain tek bir talâk olarak kabul etmişlerdir. İmâm Mâlik'ten de karısına: Ben senden ayrıldım yahut seni salıverdim diyecek olursa bunun sarih boşama olduğu rivâyet edilmiştir. Tıpkı: Sen boşsun (talikun) demesi gibidir. Yine ondan bu lâfzın kinaye olduğu ve söyleyenin niyetine başvurulacağı, kaç boşama kastettiğinin sorulacağı da rivâyet edilmiştir. Kadın ile zifafa ister girilmiş olsun ister girilmemiş olsun. İbnu'l-Mevvaz der ki: Kendisiyle zifafa girilmemiş kadın hususunda iki görüşünden daha sahih olanı daha fazla niyyet etmedikçe, bunun tek bir boşama olacağıdır. İbn Kasım ve İbn Abdilhakem de böyle demiştir. Ebû Yûsuf ise der ki: Böyle bir boşama üç talâktır. Seni hal' ettim (bıraktım) veya benim senin üzerinde malik olduğum birşeyim yoktur sözü de böyledir. Sair kinaye lâfızları ise, kendisiyle gerdeğe girilmiş bütün kadınlar hakkında Mâlik'e göre üç talâktır. Bu sözü söyleyenin niyetine başvurulmaz. Ancak kendisiyle gerdeğe girilmemiş kadın hakkında niyetine başvurulur. Şayet bu konuda yemin eder ve: Ben yalnızca bir boşamayı kastettim diyecek olursa o takdirde o da o kadına talip olabilecek kimselerden bir talip olabilir. Çünkü kocasının kendisiyle duhulü olduğu bir kadın üç talâktan başkası ile bain olmaz ve ondan beri kalmaz. Kendisiyle duhul olmamış bir kadını ise tek bir boşama serbest bırakır, bain kılar ve ondan boşatır. Mâlik'ten ve onun arkadaşlarından bazılarından rivâyet edildiğine göre -ki bu aynı zamanda Medine halkından bir topluluğun da görüşüdür- bütün bu lâfızlarda onun niyetine başvurulur ve talâktan neyi niyet ettiyse o niyet onun için bağlayıcı olur. İmâm Mâlik'ten sair kinaye lâfızları arasından özel olarak "elbette" lâfzı hakkında şu rivâyet edilmiştir: İster kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister girilmemiş olsun bu konuda kocanın niyetine başvurulmaz. es-Sevrî Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedir: Bütün bu hususlarda onun niyeti ne ise odur. Eğer üç talâk niyet etmişse üç talâktır, bir talâk niyet etmişse bir bain talâktır ve kadın kendisi hakkında tasarrufta bulunma hakkına daha çok sahiptir. Şayet iki talâkı niyet etmişse tek bir talâk olur. Zufer ise der ki: Eğer iki talâk niyet etmiş ise iki talâktır. Şâfiî der ki: O bütün bu hallerde; ben ağzımdan sözün çıkmasıyla birlikte talâk olmasını istemiştim, demedikçe karısını boşamış olmaz. Böyle diyecek olsa o vakit niyet ettiği ne ise o olur. Şayet üçten aşağısını niyet etmişse bu ric'î bir talâk olur. Eğer bir bâin talâk ile boşamış ise yine ric'i bir talâk olur. İshak da der ki: Boşamaya (talâka) benzeyen her bir söz, niyet ettiği boşamaya göredir. Ebû Sevr ise der ki: Bu gibi sözler ric'i bir boşamadır ve niyeti hakkında ona soru sorulmaz. İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre o, hul' yahut îlâ dışında herhangi bir boşamanın bain bir talâk olduğu görüşünde değildi. Ondan bellenen rivâyet bu şekildedir. Bunu Ebû Ubeyd söylemiştir. Buhârî ise şöyle bir başlık kullanır: "Senden ayrıldım yahut seni salıverdim veya sen serbestsin yahut başıboşsun veya talâk kast edilen bir söz söylediği takdirde bu, onun niyetine göredir." Buhârî, Talâk 6. Onun: "Veya talâk kastedilen bir söz söylediği taktirde" şeklindeki ifadesi Kûfelilerin, Şâfiî ve İshak'ın görüşlerine bir işaretidir. Bu husustaki delil de şudur: Talâk olma veya olmama ihtimali bulunan her bir sözün, o sözü söyleyen kimse bununla talâkı kastettiğini söylemedikçe onun için talâk olarak kabul edilmesi câiz olmaz. Eğer bu konuda ikrarda bulunursa o vakit ikrarı ile boşaması sözkonusu olur. Aksi takdirde nikâhı iptal etmek câiz olmaz. Çünkü yakin ile nikâhın sıhhati üzerine icma vardır. Ebû Ömer der ki: Kişinin hanımına: İddet bekle yahut ben seni serbest bıraktım yahut ipini omuzuna al sözünün anlamı hakkında Mâlik'ten farklı görüşler gelmiştir. Bir seferinde; niyetine başvurulmaz ve üç defa boşamadır, derken bir seferinde de bütün bunlarda onun niyetine başvurulur. İster kadın ile zifafa girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, der. Ben de bu görüşteyim. Derim ki: Cumhûrun kabul ettiği ve Mâlik'ten de bu lâfızlarda niyetine başvurulur ve ona göre onun hakkında hüküm verilir, şeklindeki rivâyet sahih olan görüştür. Çünkü zikrettiğimiz delil ile Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Dârakutnî ve başkalarının rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîf bunu gerektirmektedir. Bu muhaddislerin, Yezid b. Rukâne'den rivâyetlerine göre Rükane b. Abd Yezid hanımı Süheyme'yi elbette ile boşamıştı. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verince Hazret-i Peygamber ona: "Yalnızca bir defa boşamayı kastettiğine dair Allah adına yemin eder misin?" diye sormuş Rükane de: Allah'a yemin ederim yalnızca bir defa boşamayı kastettim, deyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımını ona geri vermiş idi. Ebû Dâvûd, Talâk 14; Tirmizî, Talâk 2; İbn Mâce, Talâk 19; Dârakutnî, IV, 33 İbn Mâce der ki: Ebû'l-Hasen et-Tanafisî'yi şöyle derken dinledim: Bu hadis ne kadar da şereflidir. İbn Mâce, Talâk 19 Mâlik de karısına: Sen benim için meyte, kan ve domuz eti gibisin, diyen adamın bu sözleri hakkında şöyle demiştir: Görüşüme göre bu "elbette" gibidir. Bu konuda niyeti olmasa dahi. Bir başka koca ile evlenmedikçe ona helâl olmaz. Şâfiî'nin görüşüne göre ise, eğer o bu sözleriyle talâkı kastetmiş ise kastetiği talâk sayısı kadar bir talâktır. Şayet talâk kastetmemiş ise yemin ettikten sonra herhangi birşey sayılmaz. Ebû Ömer der ki: Talâka dair bütün kinaye sözlerde bu konudaki asıl delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisiyle evlenip de: "Senden Allah'a sığınıyorum" diyen kadına: "Sen himayeye alan birisine sığındın, haydi ailene git" şeklindeki sözleridir. Buhârî, Talâk 3; İbn Mâce, Talâk 11; Müsned, III, 498. İşte bu bir talâk idi. Diğer taraftan Ka'b b. Mâlik de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine hanımından ayrılmasını emredince hanımına: Ailenin yanına git, demiş bu ise talâk olmamıştı. İşte bu böyle bir sözün niyete ihtiyacı olduğunun ve ancak bu sözü söyleyenin niyetine göre onun hakkında hüküm verileceğinin delilidir. İşte. ayrılmaya da diğer manaya da gelme ihtimalleri bulunan sair kinaye lâfızlarının durumu da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Talâk lâfızlarından olmayıp ayrılmayı kinaye yoluyla ifade etmek için de kullanılmayan sözlere gelince; ilim adamlarının çoğunluğuna göre bu sözlerden herhangi birisini söyleyen kişi boşamayı kastetse dahi, talâkın vaki olduğunu kabul etmezler. İmâm Mâlik ise şöyle der: Lâfız her ne olursa olsun söylediği sözle boşamayı kasteden herkes boşamış olur. Hatta; ye, iç, otur, kalk sözlerini söylese bile. Şu kadar var ki; mezhebine mensup ilim adamları dışında bu konuda İmâm Mâlik'e uyan kimse yoktur. Bu âyetin: "Onlara verdiklerinizden birşey almanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki ikisi Allah'ın sınırlarına riâyet edememekten korksunlar. Eğer onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız o halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır, onları aşmayınız. Kim Allah'ın aşarsa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir" bölümüne dair açıklamalarımızı da onbeş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Onlara verdiklerinizden birşey almanız sizin için helâl olmaz" âyetinde kocalara hitap edilmektedir. Kocalara zarar vermek suretiyle eşlerinden birşeyler almaları yasaklanmaktadır. İşte ancak tek başına kocanın zarar görmemesi halinde sahih olabilen hul' budur. Özellikle de erkeklerin hanımlarından verdiklerinden söz edilmesi insanlar arasındaki örfün ayrılık ve işlerin bozulması esnasında, kocanın hanımına verdiği elinden çıkan mehir ve çeyizleri geri istemesidir. İşte bundan dolayı özellikle ondan söz edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlara verdiklerinizden... helâl olmaz" âyetin yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır" âyeti ile; "Eğer onu boşarsa.." (el-Bakara, 2/230) buyrukları arasında yer almış ve ayrı bir hususu dile getiren bir ara cümlesidir. 2- Boşama Karşılığında Fidye Almanın Hükmü: Cumhûr boşama karşılığında fidye almanın câiz olduğu görüşündedir. İtaatsizliğin ve geçimsizliğin kadın tarafından olması hali dışında, kadının malını almanın haram olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İbnu'l-Münzir'in naklettiğine göre ise en-Numan (b. Sabit yani Ebû Hanîfe) şöyle demiştir: Eğer zulüm ve serkeşlik erkek tarafından olduğu halde yine de kadın onunla hul' yaparsa (kendisini boşaması karşılığında kocasına bir bedel ödemeyi kabul ederse) bu câiz ve geçerlidir, fakat koca günahkârdır. Onun yaptığı bu iş ona helâl olmaz. Bununla birlikte aldıklarını geri vermesi için de mecbur edilmez. İbnu'l-Münzir der ki: Bu onun Allah'ın Kitabının zahirine muhalif bir sözüdür. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sabit olmuş habere de muhaliftir. Bu konuda ilim ehlinin genel olarak icmaına da muhaliftir. Bir kimseye Hata olanı talep etmekte azamî bir gayret göster, denilecek olsa Kitap da bir şeyin haram olduğunu açıkça ifade etmişken bir kişinin kalkıp' nassa muhalif olarak ve ona karşı ifade kullanıp: Hayır bu câiz olur ve aldığını geri ödemesi için mecbur edilmez, demesinden daha büyük bir iş ile karşılaşılabileceğini de zannetmiyorum. Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: İbnu'l-Kasım da Mâlik'ten bunun benzeri bir görüşü rivâyet etmiştir ve bu yüce Allah'ın Kitabının zahirine de -ileride gelecek olan- Sabit'in hanımı ile ilgili hadise de muhaliftir. 3- Erkeğin Fidye Alması ve Devlet'in Hul' Yetkisi: Yüce Allah: "Meğer ki ikisi Allah'ın sınırlarına riâyet edememekten korksunlar" âyeti ile her ikisinin de Allah'ın sınırlarını yerine getirememekten korkmaları sözkonusu olmadıkça, erkeğin, hanımından birşeyler almasını haram kılmaktadır. Haddi aşan kimseleri tehdit etmek suretiyle de bu haramlığı pekiştirmektedir. Âyetin anlamı şudur: Onlardan her birisi kendisi hakkında kanaatince, içindeki bir tiksinti dolayısıyla, eşine karşı yerine getirmesi gereken nikâhın yükümlülüklerini yerine getirememekten dolayı her birisi korkacak olursa, kadının fidye vermesinde de bir vebal yoktur, kocanın bunu almasında da bir vebal yoktur. Burada hitap eşlerin her ikisinedir. "Korksunlar" âyetindeki zamir her ikisine aittir. "Riâyet edememekten" âyeti de ikisinden söz etmektedir. Şöyle de denilmiştir: Buradaki "korkmak" bilmek anlamındadır. Yani her ikisi de Allah'ın sınırlarına riâyet edemeyeceklerini bilmeleri halinde; demektir ki, gerçek anlamda korku işte budur. Bu ise hoş olmayan birşeye düşmek korkusu ve endişesidir. Bu da zann anlamına yakın bir mana ifade eder. Diğer taraftan "meğer ki ikisi., korksunlar" âyeti munkatı' bir istisnadır. Yani, eğer o kadınlardan bir serkeşlik görürseniz, siz erkeklerin fidye almanızda bir vebal yoktur. Hamza burada yeralan: Meğerki... korksunlar" âyetini "ya" harfini ötreli meçhul bir fiil olarak okumuştur. (Anlamı: Meğer ki., korkutulsunlar, şeklinde olur.) Bunun naib-i faili hazfedilmiştir ki bunlar ise yöneticiler ve hakimlerdir. Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. O der ki: Çünkü yüce Allah -bundan sonra- ".. korkarsanız" diye buyurmaktadır. Böylelikle burada "korkma"nın karı-kocadan başkasına ait olduğu ifade edilmektedir. Eğer burada yüce Allah karıkocayı kastetmiş olsaydı "korkarlarsa" derdi. İşte bunda hul' yapma yetkisi sultana (devlete) aittir, diyenlerin lehine bir delil vardır. Derim ki: Bu Saîd b. Cübeyr, el-Hasen ve İbn Sirin'in görüşüdür. Şu'be der ki: Katâde'ye dedim ki: el-Hasen hul'un devlet yetkisinde olduğu görüşünü kimden aldı? O: Ziyad'dan dedi. Ziyad Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali'nin valisi idi. en-Nehhâs der ki: Ziyad'ın bu görüşte olduğu bilinmektedir. Ancak bu görüşün bir anlamı yoktur. Çünkü koca hanımı ile karşılıklı olarak razı olacakları esasa göre hul' yapar. Sultan (devletin yetkili organları) ise bu konuda kocayı mecbur etmez. Yine bu sultanın yetkisindedir, demenin de anlamı yoktur. Ayrıca o Ebû Ubeyd'in bu kıraati tercih ettiğini de kabul etmemekte ve reddetmektedir. Ben onun böyle bir okuyuşu seçme ihtimalinden daha uzak birşey de bilmiyorum, demiştir. Çünkü böyle bir okuyuşu ne i'rab ne lâfız ne de bir mana gerektirmektedir. İ'rabın bunu gerektirmediğini şöyle açıklayabiliriz. Abdullah b. Mes'ûd "meğerki... korksunlar" âyetini "meğerki korkasınız" diye okumuştur. Bu ise Arap dilinde eğer meçhul bir fiile döndürülecek olursa Meğer ki... korkutsun" denilir. Lâfız yönünden uygun olmadığına gelince, eğer meçhul okuyuş "korksunlar" kelimesi için sözkonusu olursa "eğer korkulursa" denilmesi gerekirdi. Şayet "eğer korkarsanız" âyeti hakkında sözkonusu olursa: "Meğer ki... korkutulursunuz" demek icab ederdi. Anlam açısından bunun uzak oluşuna gelince; gerçek şu ki onlara vermiş olduklarınızdan birşey almanız sizden başkasının korkması hali dışında helâl olmaz; denilmesi gerekirdi ki, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah burada; erkek adına o kadından bir fidye almanızda sizin için bir vebal yoktur, diye buyurmamaktadır ki; hul' yapma sultanın (devletin yetkili organlarının) yetkisinde olsun. Tahâvî der ki: Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve İbn Ömer'den sultan olmaksızın da hul'un câiz olduğu sahih olarak sabit olmuştur. Nasıl ki talâk ve nikâh sultanın yetkisine bağlı olmayarak câiz oluyorsa hul' de böylece câiz olur. İlim adamlarının Cumhûrunun görüşü de budur. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'ın sınırlarına" güzel bir şekilde arkadaşlık ve güzel bir şekilde geçim hususunda her ikisine de vacip olan şeyleri "koruyamayacaklarından korkarsanız..." âyetinde hitap yöneticilere ve böyle bir işe hakim olmasa dahi aracılık eden kimselere yöneliktir. Allah'ın sınırlarını koruyamamaktan korkmak kadının kocasının hakkını hafife alması, ona iyi bir şekilde itaat etmemesidir. Bunu İbn Abbâs, Mâlik b. Enes ve fukahanın Cumhûru söylemiştir. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ve onunla birlikte bir topluluk ise şöyle demektedir: Şayet kadın kocasına: Hiçbir emrine itaat etmem, senin için cünüblükten dolayı gusletmem, senin hiçbir yeminine bağlı kalmam, diyecek olursa hul' yapmak helâl olur. eş-Şa'bi der ki: "Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız" âyetinin anlamı, Allah'a itaat etmeyeceklerinden korkarsanız, şeklindedir. Çünkü karşılıklı kin ve nefret, itaati terke götürür. Atâ b. Ebi Rebah der ki: Kadının kocasına: Ben senden tiksiniyorum, seni sevmiyorum, demesi hul' yapmayı ve ondan fidye almayı helâl kılar. Yüce Allah'ın: "O halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur" âyeti de işte bu kabildendir. Buhârî, Eyyub'dan, o İkrime'den o İbn Abbâs yoluyla şu hadisi rivâyet etmektedir: Sabit b. Kays'ın hanımı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, ben Sabit b. Kays'ın ahlakı hakkında da dini hakkında da birşey diyemem, fakat ona tahammül edemiyorum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Peki sana verdiği bahçesini ona geri verir misin?" Kadın: Evet dedi. Buhârî, Talâk 12. Hul'a dair diğer hadislere müfessirimiz tarafından yeri geldikçe temas edilecektir. Biz de bu hususa dair diğer hadislerin yerlerini sırası geldikçe göstereceğiz. Bu hadisi İbn Mâce de Katâde'den o İkrime'den o İbn Abbâs yoluyla şöylece rivâyet etmektedir: Selul Kızı Cemile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek dedi ki: Allah'a yemin olsun ki ben Sabit'i dini hususunda da ahlâkı hususunda da ayıplamıyorum. Fakat İslâm'da küfre girmekten hoşlanmıyorum. Ona olan nefretimden dolayı ona katlanamıyorum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Peki, bahçesini ona geri verir misin?" Kadın: Evet deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (Sâbit'e) ondan bahçesini geri almasını ve daha fazla birşey istememesini emretti. İbn Mâce, Talâk 22 Denildiğine göre o kadın Sabit'e son derece buğzediyor buna karşılık o da onu aşırı derecede seviyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da hul' yoluyla onları birbirinden ayırdı. İşte bu, İslâm tarihindeki ilk hul'dur. İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiş: İslâm tarihinde hul' yapan ilk kadın Abdullah b. Ubeyy'in kızkardeşidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, ebediyyen benim başımla onun başı bir araya gelmez. Ben çadırın bir tarafını kaldırdığımda birkaç kişiyle geldiğini gördüm. Baktım ki aralarında en siyah, boyları en kısa, suratı en çirkin olanlarıdır. Hazret-i Peygamber ona: "Bahçesini ona geri verir misin?" deyince kadın: Evet isterse daha fazlasını da veririm, dedi. Hazret-i Peygamber de onları birbirinden ayırdı. Taberî, II, 461; İbn Kesîr, I, 403; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 671. İşte bu Hadîs-i şerîf hul' hakkında asıl delili teşkil etmektedir. Fukahanın Cumhûru da bu görüştedir. Mâlik der ki: Ben ilim ehlinden bunun böyle olduğunu işitip durdum. Bizce üzerinde icma olunan husus da budur. Şöyle ki, erkek eğer kadına herhangi bir zarar vermiyor, ona kötü davranmıyor ve kadına erkek tarafından herhangi bir kötülük yapmıyor ise; diğer taraftan kadın ondan ayrılmayı isterse, o takdirde erkeğin kadından fidye olarak vermiş olduğu herşeyi alması helâl olur. Tıpkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Sabit b. Kays'ın hanımına yaptığı gibi. Şayet serkeşlik erkek tarafından kadını zor durumda bırakması ve ona zarar vermesi şeklinde oluyor ise, kadından neyi almış ise onu kadına geri verir. Ukbe b. Ebi's-Sahbâ da dedi ki: Ben Bekr b. Abdullah el-Müzeni'ye karısı kendisinden hul' yoluyla ayrılmak isteyen erkeğin durumu hakkında soru sordum da o: O kadından herhangi birşey alması ona helâl olmaz, dedi. Ben ona: Peki yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîm'inde: "Eğer onların Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız o halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur" âyetini ne yapacaksın? diye sordum o: Bu âyet nesholundu, cevabını verdi. Ben: Peki bu nesheden âyet nerededir diye sordum o: Nisa Sûresi'ndeki şu âyet-i kerimedir diyerek âyeti okudu: "Eğer bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz boşadığınıza yüklerle mehir vermiş olsanız bile ondan birşey almayın. Onu bir iftira veya apaçık bir günah olarak mı alırsınız?" (en-Nisâ, 4/20) en-Nehhâs der ki: Bu şâz bir görüştür. Şâz olduğu için de icmaın dışında kalmıştır. Bu iki âyetten biri ötekini reddetmiyor ki ortada nesh sözkonusu olsun. Çünkü: "Eğer korkarsanız" âyeti Nisa Sûresi'ndeki âyeti izale etmiyor. Çünkü karfve koca bundan korkarlarsa, yüce Allah'ın: "Eğer bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz" âyetinin kapsamına girmezler. Çünkü bu ikinci âyet özel olarak yalnızca erkekler hakkındadır. Taberî der ki: Âyet-i kerîme muhkemdir. Şayet kadın kocasına fidye vermek isterse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit'e hanımından daha önce verdiğini geri almasını -önceden de geçtiği üzere- câiz kılmıştı. (Başkası için câiz olmaz, şeklindeki sözün bir anlamı yoktur). 5- Hul'de Aranan Diğer Şartlar: Hul'un geçimsizlik ve zarar haline has olduğu ve bunun hul’ için şart olduğu görüşünde olanlar bu âyet-i kerimeyi delil olarak gösterirler. Bu görüşün sahipleri Ebû Dâvûd'un Hazret-i Âişe'den yaptığı şu rivâyet ile de görüşlerini desteklerler: Sehl kızı Habibe, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın yanında idi. (Kays) ona vurdu ve köprücük kemiğini kırdı. Bunun üzerine sabah namazından sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi ve şikâyetini bildirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit'i çağırdı ve: "Onun malının bir kısmını al ve ondan ayrıl" dedi. Sabit: Bu uygun düşer mi ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Sabit şöyle dedi: Ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim ve bu iki bahçe de halen onun elinde bulunuyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "O iki bahçeyi de ondan al ve ondan ayrıl" diye buyurması üzerine bahçelerini ondan aldı ve ayrıldı. Ebû Dâvûd, Talâk 17-18 ve Nesâî, Talâk 53 (yakın ifadelerle) Fukahanın Cumhûrunun kabul ettiği görüşe göre Buhârîdeki ve başka yerlerdeki hadisin Bk. Buhârî, Talâk 12; Ebû Dâvûd, Talâk 17-18; Tirmizî, Talâk 10; Nesâî, Talâk 34; İbn Mâce, Talâk 22; Dârimî, Talâk 7; Muvatta’', Talâk 31; Dârakutnî, III, 234 vd.; Müsned, IV, 2, VI, 433-434. delalet ettiği gibi herhangi bir zarardan dolayı şikâyet sözkonusu olmadan da hul' caizdir. Âyet-i kerimede (zararı şart görenler için) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü yüce Allah burada bunu şart olmak üzere zikretmiş değildir. Bunu zikretmesinin sebebi hul' hallerinden çoğunlukla görülenin bu olduğundan dolayıdır. O bakımdan burada çoğunlukla görülen halden söz edilmektedir. Bu konuda mazareti ortadan kaldıran ve bizim kesin bilgi sahibi olmamızı gerektiren ise yüce Allah'ın şu âyetidir: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size (mehirlerinden) birşey bağışlarlarsa onu da içinize sine sine afiyetle yiyin." (en-Nisâ, 4/4) 6- Mehirden Fazlası Hul' Bedeli Olarak Alınabilir mi? Yüce Allah'ın: "O halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur" âyeti, erkeğin hanıma verdiği mehirden daha fazlasını hul' bedeli olarak almasının câiz olduğunu göstermektedir. Ancak ilim adamları bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bu İmâmların arkadaşları ile Ebû Sevr der ki: Üzerinde karşılıklı olarak razı oldukları şeyleri ona fidye vermesi caizdir. Bu miktar ister kocanın ona verdiği mehirden az olsun ister ondan çok olsun, fark etmez. Bu görüş Osman b. Affan, İbn Ömer, Kabisa ve en-Nehaî'den de rivâyet edilmiştir. Kabisa yüce Allah'ın: "O halde fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur" âyetini delil göstermiştir. Mâlik ise der ki: Fakat (fazlasını almak) güzel bir ahlaktan sayılmaz. Bununla birlikte ilim ehlinden herhangi bir kimsenin bunu mekruh gördüğünü de görmedim. Dârakutnî de Ebû Said el-Hudrf den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Benim kızkardeşim ensardan birisinin nikâhı altında idi. Ona mehir olarak bir bahçe vermişti. Kendi aralarında ileri geri konuştular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna davalaşmaya gittiler. Hazret-i Peygamber: "Sen ona bahçesini geri versen, o da seni boşasa olur mu?" dedi. Kızkardeşim: Olur fazlasını da veririm, deyince Hazret-i Peygamber: "O halde ona bahçesini de ver fazlasını da ona ver" diye buyurdu. Dârakutni, III, 254 İbn Abbâs yoluyla gelen hadiste ise: "Dilerse fazlasını da ona veririm" dedi ve (Sabit) bunu reddetmedi, denilmektedir. Bk. 4. başlık 1 ve 2 no'lu notlar Bir kesim de şöyle demektedir: Mehir olarak verdiğinden fazlasını ondan alamaz. Tavus, Atâ ve el-Evzaî de böyle demiştir. el-Evzaî der ki: Hakimler mehir olarak ona verdiğinden fazlasını almasını câiz kabul etmiyorlardı. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Bunlar İbn Cüreyc'in şu rivâyetini delil gösterirler. Bana Ebû'z-Zübeyr'in haber verdiğine göre Abdullah b. Selul'un kızı Zeyneb, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın nikâhı altında idi. Sabit, Zeyneb'e mehir olarak bir bahçe vermiş idi. Zeyneb ondan hoşlanmadı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Fazlasına gelince o olmaz fakat bahçesini (ona ver yeter)." Bunun üzerine kadın: Olur dedi. O bahçeyi Kays adına aldı ve hanımını serbest bıraktı. Bu durum Sabit b. Kays'a ulaşınca şöyle dedi: Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükmü kabul ettim. Bu hadisi Ebû'z-Zübeyr birden çok kişiden işitmiş ve bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutni, III, 255. Yine Atâ'dan mürsel olarak rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hul’ yapan kadından (kocası) ona verdiğinden fazlasını alamaz." Dârakutnî, III, 255; Ebû Dâvûd, el-Merasil, Beyrut, 1408/1988, s. 201. 7- Hangi Tür Mallar Üzerine Hul' Yapılabilir? Mâlik (radıyallahü anh)'a göre henüz olgunlaştığı belirginleşmemiş meyve, ürküp kaçmış deve, kaçak köle, annesinin karnındaki bir cenin veya buna benzer gararlı şeyler üzerinde hul' yapmak -satış ve nikâha hilafen- caizdir. Erkek bütün bunların karşılığını talep edebilir. Eğer bu gararlı mallar salimen ele geçerse onun olur. Şayet salimen eline geçiremezse birşey hak etmez; onun bu hükmüne göre boşama da geçerlidir. Şâfiî ise der ki: Bu durumda hul' caizdir ve hanımının mehr-i mislini alma hakkı vardır. Bunu İbn Huveyzimendad da Mâlik'ten nakletmekte ve şöyle demektedir: Çünkü karşılıklı ivazlı akidler fasit bir bedel ihtiva ettiği ve bu bedel ele geçirilemediği takdirde onların mislinde, ödenmesi gereken bedele başvurulur. Ebû Sevr de der ki: Bu durumda hul' batıldır. Re'y sahipleri ise hul' caizdir, derler. Cariyenin karnındaki cenini alır. Eğer cariyenin karnında bir çocuk yoksa alacak birşeyi de olmaz. el-Mebsut'ta İbnu'l-Kasım'dan şöyle denilmektedir: O sene hurma ağaçlarının vereceği meyve karşılığında, o sene koyunlarının doğuracakları yavrular karşılığında hul' yapmak Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye hilafen caizdir. Mâlik ve İbnu'l-Kasım'ın kabul ettiği (bu) görüşün delili yüce Allah'ın: "O halde kadının fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur" âyetindeki genel ifadedir. Kıyas açısından ise o ( malum ve ele geçirilme ihtimali yüksek fasid ivaz yani bedel) hibe ve vasiyet ile mülk edinilebilen şeyler arasındadır. Dolayısıyla bu fasid ivazın hul'de de tıpkı malum olan bir mal gibi ivaz olması câiz olur. Ayrıca hul' bir boşamadır. Boşama ise hiçbir ivaz olmaksızın da câiz olur. Herhangi birşey olmadan sahih olduğuna göre, fasid bir ivaz karşılığında sahih olması ise öncelikle sözkonusudur. Çünkü bağışlanan malın en kötü hali hiç sözkonusu edilmemişin hali gibidir. Haram olan birşeyi helâl kılma akdi olan nikâhı, fasid ivaz bozmadığına göre; bir telef etme ve bir akdi çözme olan talâkı ifsad etmemesi ise öncelikle sözkonusudur. 8- Süt Emzirme ve Çocuk Bakımı Karşılığında Hul' Yapmak: Kadın kocasından olma oğlunu iki yıl emzirmek şartıyla kocasından hul' yapacak olursa bu caizdir. İki yıldan sonra belli bir süre çocuğun nafakasını karşılamak üzere hul' hakkında ise iki görüş vardır. Birisine göre caizdir. Bu el-Mahzumî'nin görüşü olup Suhnun da bunu tercih etmiştir. İkincisine göre ise câiz değildir. Bunu da İbnu'l-Kasım, Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Şayet koca böyle bir şart koşarsa bu şart batıldır, kadın hakkında böyle bir şart sözkonusu olmaz. Ebû Ömer der ki: Ürküp kaçmış deve, kaçkın köle ve buna benzergararlışeyler karşılığında hul' yapmayı câiz kabul edenin bunu da câiz kabul etmesi gerekir. Kuraviyûn'dan olan bazı ilim adamları ise şöyle demektedirler: Mâlik iki yıldan fazlasının nafakası karşılığında hul'u engellerken, garardan dolayı engellemiş değildir. O bunu durum ne olursa olsun babaya has bir hak olduğundan dolayı engel kabul eder. Baba bu hakkını başkasına intikal ettiremez. Bunun ile iki yıllık sürenin nafakası arasındaki fark ise şudur: İki yıllık nafaka olan süt emzirmek, evlilik halinde ve boşamadan sonra babanın elinin dar olması sebebiyle kadın hakkında vacip olabilir. O bakımdan böyle bir nafakanın anneye intikal etmesi caizdir. Çünkü anne (bazı durumlarda) bu nafakayı karşılamak durumunda kalabilir. Mâlik, el-Mebsut'ta. buna yüce Allah'ın: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir" (el-Bakara, 2/233) âyetini delil göstermektedir. 9- Hul' Bedeli Olarak Emzirilmesi Şart Koşulmuş Çocuk İki Yıldan Önce Ölürse: Şayet hul', oğlun nafakasını karşılamak üzere mubah bir şekilde yapılacak olursa, çocuk da sürenin bitiminden önce, ölürse acaba koca nafakanın geri kalan kısmını rücu' yoluyla karısından alabilir mi? İbnu'l-Mevvaz'ın Mâlik’ten rivâyetine göre karısından herhangi birşey isteyemez. Ebû'l-Ferec'in ondan yaptığı rivâyete göre ise ondan kalanı ister. Çünkü bu hul' yoluyla hanımının zimmetiride koca lehine sabit olmuş bir haktır. Çocuğun ölümüyle bu hak sakıt olmaz. Tıpkı kadının zimmetinde olan bir mal ile hul' yapması halinde olduğu gibi. Birinci görüşün açıklaması şöyledir: Koca bu durumda kendisi adına mal edineceği herhangi bir şeyi şart koşmuş değildir. O sadece oğlunun ihtiyacının karşılanmasını şart koşmuştur. Çocuk öldüğü takdirde artık rücu' yoluyla karısından birşey alamaz. Nitekim bir kimse bir küçük çocuğa bir sene süreyle infakta (tatavvuan) bulunmayı tekeffül etse, çocuk da bir sene dolmadan ölürse rücu' edilerek o kişiden birşey alınmaz. Çünkü o böyle bir tatavvuda bulunmakla onun ihtiyacını yüklenmeyi kastetmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik der ki: Ben böyle bir durumda kadından kalanın talep edildiğini söyleyen kimseyi görmedim. Eğer kalanın talep edileceğini söyleyen olsaydı bu konuda onun bu görüşünün bir dayanağının bulunması gerekirdi. Eğer kadın süreden önce ölürse çocuğun nafakasının kadının malından karşılanacağı üzerinde ilim adamları ittifak etmişlerdir. Çünkü bu, kadının ölümünden önce kadının malında sabit olmuş bir haktır. Kadının ölümüyle bu hak sakıt olmaz. 10- Hul'Bedeli Olarak Hamile Olan Karısının Masrafını Şart Koşmak: Hul' yaparken hamile olan karısına, hamileliği süresince masrafı kendisinin yapmasını şart koşmakla birlikte, kadının kendisinden harcamada bulunacağı bir malı yoksa nafakayı karşılamak kocaya ait olur. Daha sonra bunu karşılama imkânı olursa, kendisinin yaptığı nafakayı ondan ister ve alır. Mâlik der ki: Eğer kadının çocuğuna harcama yapacak bir malı bulunmuyor ise, koca çocuğun annesine nafakasını karşılamayı şart koşmuş olsa dahi, erkeğin çocuğunun nafakasını karşılamakla mükellef tutulması bir haktır. 11- Hul' Bir Talâk mıdır Yoksa Bir Fesih mi? İlim adamları hul'un bir talâk mı yoksa bir fesih mi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Osman, Ali, İbn Mes'ûd ve tabiine mensup bir topluluktan rivâyet edildiğine göre bu bir talâktır. Mâlik, Sevrî, Evzaî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve iki görüşünden birisinde de Şâfiî bu görüştedir. Hul' ile iki veya üç talâkı niyet eden bir kimsenin bu niyeti Mâlik'e göre bağlayıcıdır. Re'y ashabına göre ise; koca eğer üç talâk niyet etmişse üç talâk olur. İki talâk niyet etmişse bain tek bir talâktır. Çünkü bu söylenen tek bir sözdür. İki görüşünden birisinde Şâfiî de şöyle demektedir: Şayet hul' ile talâkı niyet eder ve bunu belirtirse bu bir talâk olur. Talâkı niyet etmez ve belirtmezse ayrılık olmaz. Bu onun kadim görüşüdür. Birinci görüşü ise bence daha güzeldir. el-Müzenî der ki: Onlar tarafından daha sahih kabul edilen bu görüştür. Ebû Sevr de der ki: Şayet talâkı belirtmez ise hul' bir ayrılıktır. Talâk değildir. Eğer bir boşama diye belirtirse bu bir talâk olur. Koca, iddet içerisinde kalındığı sürece ric'at yapma imkanına herkesten çok sahiptir. Hul'un bir fesh olduğunu, niyet etmedikçe talâk olmadığını söyleyenler arasında İbn Abbâs, Tavus, İkrime, İshak ve Ahmed de vardır. Bunlar şu Hadîs-i şerîfi delil gösterirler: İbn Uyeyne, Amr'dan o Tavus'tan o İbn Abbâs'tan naklettiğine göre İbrahim b. Sad b. Ebi Vakkas kendisine şöyle sormuş: Karısını iki defa boşayıp sonra kocasından hul' yapan bir kadın ile kocası evlenebilir mi? İbn Abbâs: Evet onu nikâhlasın, çünkü hul' bir talâk değildir, der. Zira yüce Allah âyetin başında ve sonunda talâkı zikretmiş hul'u ise ikisi arasında sözkonusu etmiştir. Hul' birşey değildir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boşama iki defadır, ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır." Daha sonra şu âyeti okudu: "Eğer onu boşarsa ondan sonra ondan başka bir erkeğe «nirahia«ımarf<irya kendisine helâl olmaz." Beyhakî, Sünen, VII, 517; İbn Kesîr, I, 405; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 673. Ayrıca bunlar derler ki: Diğer taraftan hul' eğer talâk olsaydı iki boşamadan sonra üçüncü bir boşamadan söz edilmiş olur ve yüce Allah'ın bundan sonraki: "Eğer onu boşarsa" âyeti dördüncü talâka delalet etmiş olurdu. Buna göre kadının (eski kocasına tekrar nikâhlanmasının) haram kılınması, dört defa boşanmasına bağlı olması gerekirdi. Yine bu görüşün sahipleri Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Dârakutnînin İbn Abbâs'tan yaptıkları şu rivâyeti delil gösterirler: Sabit b. Kays'ın hanımı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde kocasından hul' yaptı. Resûlüllah ona bir ay hali ile iddet beklemesini emretti. Tirmizî der ki: Bu hasen garib bir hadistir. Tirmizî, Talâk 10; Ebû Dâvûd, Talâk 18; Nesâî, Talâk 34; Dârakutnî, III, 256, IV, 46 Muavviz b. Afra kızı er-Rubeyyi'den de nakledildiğine göre er-Rubeyyi' Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde hul' yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bir ay hali ile iddet beklemesini emretti -veya ona böyle emir verildi.- Tirmizî der ki: er-Rubeyyi'in sahih hadisi ona bir ay hali beklemek suretiyle iddet beklemesinin emredildiği şeklindedir. Tirmizî, Talâk 10; Nesâî, Talâk 53; İbn Mâce, Talâk 23. Bu görüşün sahipleri derler ki: İşte bu hul'un talâk değil, bir fesih olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan yüce Allah: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar’ beklerler" (el-Bakara, 2/228) diye buyurmuştur. Eğer bu durumdaki kadın, talâk verilmiş bir kadın olsaydı herhangi bir şekilde onun, tek bir kar' (ay hali) bekleyerek iddet beklemesini söylemezdi. Derim ki: Buna göre hanımını iki talâk ile boşayıp sonra hanımından hul' yapan bir kimse tekrar o hanımı ile evlenmek isterse -İbn Abbâs'ın da dediği gibi- o kadın isterse bir başka koca ile nikâhlanmamış olsun, o hanımı ile evlenebilir. Çünkü o hanımına sadece iki talâk vermiştir. Hul' ise talâk sayılmaz. Hul'u talâk kabul eden kimseler ise şöyle demektedirler: Ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça tekrar eski karısına dönmesi câiz olmaz. Çünkü hul' ile üç talâk tamam olmuş olur. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de budur. Kadı İsmail b. İshak der ki: Bir kadın kocasına: Bir mal karşılığında bana talâk ver, deyip kocası da ona talâk verdiği halde bunun bir talâk olmayacağını söylemek nasıl câiz olabilir? Halbuki herhangi birşey karşılığı olmaksızın işi kendisinin elinde bıraksa ve kadın da kendi kendisini boşasa bu bir talâk kabul edilir. Devamla der ki: Yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa ondan sonra ondan başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/230) âyeti yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır" âyetine atfedilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Veya güzellikle salmaktır" âyetinden kasıt "veya talâk vermektir" şeklindedir. Eğer hul' her iki boşamaya atfedilmiş olsaydı hul'un hiçbir şekilde iki defa boşamadıkça câiz olmaması gerekirdi. Böyle bir şeyi ise kimse söylememektedir. Ondan başkaları da şöyle demektedir: Âyet-i kerimede (karşı görüşü savunanların) yaptıkları te'vil yanlıştır. Çünkü yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır" âyeti hul' yolu ile olmadan vereceği iki talâkın hükmünü ifade etmekte ve bu şekildeki iki talâk ile birlikte: "Ya İyilikle tutmak" âyeti ile ric'atin sözkonusu olacağını tesbit etmekte, daha sonra ise hul' yolu ile olması halinde iki talâkın hükmünü zikretmektedir. Buna göre hul', önceden sözü gecen iki talâka ait olmaktadır. Zira bundan kasıt, talâk verenin talâkı ile bir ivaz karşılığında talâkın durumunu açıklamaktır. Üçüncü talâk ise ister bir ivaz (bedel) karşılığı olsun, ister bir ivaz karşılığı olmasın artık kadın bir başka koca ile evlenmedikçe ilk kocasına helâl olmasını ortadan kaldırır. Derim ki: Bu, karşı görüşün ileri sürdükleri şekliyle âyeti delil göstermelerine verilen cevaptır. Hadise gelince Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'ın bir ay hali süreyle iddet bekleyeceğini sözkonusu ettikten sonra şöyle demektedir: Bu hadisi Abdurrezzak Ma'mer'den o Amr b. Müslim'den o İkrime'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. Bize el-Ka'nebi ise Mâlik'ten o Nafi'den o İbn Ömer'den şöyle dediğini anlatmıştır: Hul' yapan kadın iddeti talâk verilen kadının iddetiyle aynıdır. Ebû Dâvûd dedi ki: Bize göre de amel buna göredir. Ebû Dâvûd, Talâk 18. Ancak elinizdeki matbu nüshada İbn Ömer'in sözü: "Hul' yapan kadının iddeti bir ay halidir" şeklinde olup; "Ebû Dâvûd dedi ki..." bölümü yoktur. Derim ki: Bu Mâlik'in, Şâfiî'nin, Ahmed, İshak, es-Sevrî ve Kûfelilerin de görüşüdür. Tirmizî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve onlardan olmayanlardan ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur. Tirmizî, Talâk 10. Tirmizî'nin bu husustaki açıklamalarının tamamı şu şekildedir: "Hul' yapan kadının iddeti hususunda ilim ehlinin farklı görüşleri vardır. Gerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashabından gerek başkalarından ilim ehlinin çoğunluğu der ki: Hul' yapan kadının iddeti, tıpkı talâkı verilmiş kadının iddeti gibi üç ay halidir. Bu, Süfyan es-Sevrînin ve Kûfelilerin de görüşüdür. Ahmed ve İshâk da bu görüştedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından ve diğerlerinden bazı ilim adamları da: Hul' yapan kadının iddeti bir ay halidir, derler. İshâk der ki: Bir kimse bu görüşü kabul edecek olursa, bilinmeli ki, bu da kuvvetli bir görüştür." Derim ki: İbn Abbâs yoluyla gelen (hul' yapan kadının) bir ay hali süreyle iddet bekleyeceğine dair hadisi Tirmizî'nin belirttiği gibi garib olmakla Ebû Dâvûd'un da belirttiği gibi mürsel olmakla birlikte hakkında şunlar da söylenmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir kadının iddetini bir buçuk ay hali olarak tesbit etmiştir. Bunu Dârakutnî Ma'mer'den o Amr b. Müslim'den o İkrime'den o İbn Abbâs yoluyla şöylece rivâyet etmiştir: Sabit b. Kays'ın hanımı kocasından hul' yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun iddetini bir buçuk ay olarak tesbit etti. Dârakutnî, III, 255. Burada "bir buçuk ay hali" diye Ma'merden rivâyette bulunan kişi yine ondan "tek bir ay hali" diye rivâyette bulunan aynı kişidir ki bu Hişam b. Yusuf Ebû Abdurrahman es-San'anî el-Yemanî'dir. Bundan sadece Buhârî hadis rivâyet etmiştir. O halde hadis hem isnad ve hem de metin bakımından muzdariptir. Buna göre hul'un fesholduğuna ve bu şekilde boşanan kadının iddetinin bir ay hali olduğuna dair bu hadisi delil göstermek sözkonusu olamaz. Geriye ise yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar’ müddeti beklerler" (el-Bakara, 2/228) âyeti kendisi ile zifafa girilmiş, boşanmış her bir kadın hakkında -daha önceden de geçtiği üzere bunlardan tahsis edilenler dışında- bir nas olarak kalmaktadır. Tirmizî der ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından kimisi şöyle demiştir: Hul' yapan kadının iddeti bir ay halidir. İshak ise şöyle demektedir: Eğer bir kimse bu görüşü kabul edecek olursa bu gerçekten kuvvetli bir görüştür." Tirmizî, Talâk 10. İbnu'l-Münzir ise şöyle demektedir: Osman b. Affan ile İbn Ömer der ki: Hul' yapan kadının iddet süresi bir ay halidir. Eban b. Osman ve İshak da bu görüştedir. Ali b. Ebî Tâlib ise der ki: Böyle bir kadının iddet süresi boşanmış kadının iddet süresiyle aynıdır. Ben (İbnü'l-Münzir) de Osman ve İbn Ömer'in görüşünü benimsiyorum. Ali'den gelen hadis ise sabit değildir. Ben derim ki: İbn Ömer'in hul' yapan bir kadının iddeti talâk verilmiş bir kadının iddeti ile aynıdır, dediğini daha önceden zikretmiştik ve bu sahihtir. Bir ivaz (bedel) olmaksızın hul' yapma kastını güden kimse hakkında İmâm Mâlik'ten farklı görüşler gelmiştir. Abdulvehhab der ki: Bu Mâlik'e göre bir hul'dur ve bâin bir talâk olur. Yine ondan nakledildiğine göre ivaz ile olmadıkça bu talâk bain olmaz. Bunu da Eşheb ve Şâfiî söylemiştir. Çünkü bu, ivazdan ve sayı tesbitinden uzak bir talâktır. O bakımdan tıpkı talâk lâfzı ile olması halinde olduğu gibi ric'i bir talâk olur. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bana göre Mâlik'in iki görüşünden daha sahih olanı budur. İlim ehlince de nazar cihetiyle de (kıyasa göre) bu, daha sahihtir. Birincisinin açıklaması ise şöyledir: Hul'de ivazın hasıl olmaması hul'un gereğini ortadan kaldırmaz. Bunun asıl delili ise şarap veya domuz karşılığında hul' yapması halindeki hükümdür. 13- Hul' Yapan, Fidye Veren ve İbra Olan Kadın Arasındaki Farklar: Hul' yapan, sahib olduğu herşeyi veren demektir. Fidye veren ise bir kısmını veren bir kısmını da alan demektir. İbra yapan (mübârie) ise kocası kendisi ile gerdeğe girmeden önce beri olan (ondan uzak duran) demektir. Böyle bir kadın: Ben senden beri oldum sen de benden beri ol der. Mâlik'in görüşü budur. Îsa b. Dinar'ın Mâlik'ten rivâyetine göre ise beri olan, hiçbir şey almayan ve hiçbir şey vermeyen, hul' yapan ise kocasının verdiğini geri veren ve kendi malından ona birşeyler ekleyen, fidye veren ise kocasının kendisine verdiğinin bir kısmını geri veren bir kısmını da yanında alıkoyandır. Bütün bunlar ise gerdeğe girmeden önce de olur girdikten sonra da olur. Eğer gerdeğe girmeden önce olursa iddet sözkonusu değildir. Sulh yapan kadın, ibra yapan kadın gibidir. Kadı Ebû Muhammed ve başkaları der ki: Bu dört lâfız, vuku bulmaları bakımından nitelikleri farklı olsalar dahi, mana itibariyle aralarında fark yoktur. Bunun ismini ister söylesin, ister söylemesin bunlar bâin birer talâktır. İddet süresi içerisinde dönüş hakkı yoktur. İddet süresi içerisinde ve daha sonra ise kadının rızası ile mehir vermekle, gerek bir başka koca ile evlenmeden önce ve gerekse evlendikten sonra -Ebû Sevr'e hilafen- onunla nikâhlanma hakkına sahiptir. Çünkü kadın kendisine malik olmak üzere kocasına bir ivaz vermiştir. Eğer hul' yoluyla yapılan talâk ric'ı olsaydı kadın kendisine malik olamaz; o bakımdan koca aynı anda, hem ivaza hem karşılığında ivaz verilene bir anda sahip olmuş olurdu. 14- Koca Ric'atta Bulunma Şartını Koşarak Hul'u Kabul ederse: Akdin mutlak olarak yapılması ile birlikte bu hususlar geçerlidir. Ama kadın kocasına bedel vermekle birlikte koca da ric'at yapma şartını koşarsa, bu konuda iki rivâyet vardır. Bunların her ikisini de İbn Vehb, Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Birinci rivâyete göre ric'at sabit olur. Suhnûn da böyle demiştir. İkincisine göre ise ric'at sahih olmaz. Suhnûn der ki: Birinci rivâyetin açıklaması şöyledir: Her ikisi de verilen ivazın, boşama hakkı olan sayıdan düşürdüğü mukabilinde olması üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu ise caizdir. İkinci rivâyetin açıklaması ise şöyledir: Koca akidde, akidden gözetilen maksadı engelleyen bir şart koşmuştur. O bakımdan böyle bir şart sabit olmaz. Nikâh akdinde: Ben o kadın ile ilişki kurmayacağım, şartını koşması halinde olduğu gibi. 15- Allah'ın Sınırlarını Zâlimler Aşar: Şanı yüce Allah: "İşte bunlar Allah'ın şuurlarıdır; onları aşmayınız" diye buyurmaktadır. Yüce Allah nikâh ve ayrılık hükümlerini beyan ettikten sonra bu hükümlere uymayı emredip: "İşte bunlar Allah'ın şuurlarıdır" diye buyurmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede de orucun haram ve yasaklarını beyan ettikten sonra: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın onlara yaklaşmayın." (el-Bakara, 2/187) diye buyurmakta ve böylelikle Allah'ın sınırlarını iki kısma ayırmaktadır. Bu sınırların bir kısmına uyulması emredilmektedir; bir kısmından da uzak durulması istenmektedir. Daha sonra yüce Allah: "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir" diye buyurmakta ve bu sınırlan aşanların halini bildirmektedir. 230Eğer onu boşarsa daha sonra ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz. Şayet o da onu boşarsa kendileri Allah'ın şuurlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onları bilen bir kavme açıklar. Bu âyetin: "Eğer onu boşarsa daha sonra ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz" bölümüne dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- Hul' Yapmış Kadının Talâkı Sözkonusu mudur? Hanefî mezhebine mensup Horasanlı kimi ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi hul' yapmış bir kadına talâk verilebileceğine delil gösterir ve şöyle derler: Şanı yüce Allah talâk karşılığında fidye vermeyi sözkonusu ettikten sonra açık bir şekilde talâktan söz etmektedir. Çünkü bu âyetin baş tarafında yer alan "fâ" harfi takib içindir. Dolayısıyla bunun yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır" âyetine raci olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü araya giren açıklamalar yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa" âyetinin: "Boşama iki defadır" âyetine bina edilmesine engeldir. Aksine bundan daha yakın ihtimal, bunun istisnada olduğu gibi, hemen kendisinin yanı başında yer alana ait olması ve bundan daha önceki âyetlere -bir delâlet olması hali dışında- ait olmamasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olma himayenizde bulunan üvey kızlarınız da size haram kılındı." (en-Nisâ, 4/23) Görüldüğü gibi burada da bu nitelik yalnızca kendisine bitişik olan âyete münhasır olmakta ve kendisinden öncekilere ait olmamaktadır. Tâ ki kendileriyle nikâh kıyılmış hanımların annelerinin haram kılınması için, kadınlarla gerdeğe girme şartı sözkonusu olmasın. İlim adamları iddet içerisinde hul'den sonra talâk hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup şöyle demektedir: Erkek hanımına hul' yaptıktan sonra henüz iddet içerisinde iken onu boşasa, bu talâk iddeti içerisinde olduğu sürece yerini bulur. Said b. el-Müseyyeb, Şureyh, Tavus, en-Nehaî, ez-Zührî, el-Hakem, Hammâd , es-Sevrî ve re'y ashabı böyle demiştir. Bu konuda ikinci bir görüş daha vardır ki buna göre; talâk o kadın için sözkonusu olmaz. Bu ise İbn Abbâs, İbn ez-Zübbeyr, İkrime, el-Hasen, Cabir b. Zeyd, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr'in görüşüdür. Mâlik'in görüşü de budur. Şu kadar var ki Mâlik şöyle demektedir: Eğer kadın kocasına kendisini boşadığı takdirde, arka arkaya ve kesintisiz üç defa boşamak şartıyla fidye vermiş ise bu, kocanın aleyhine sabit olur. Şayet arada susmak sözkonusu olur ise, sustuktan sonra verdiği boşama birşeyi ifade etmez. Bunun böyle oluşunun sebebi şudur: Arka arkaya kesintisiz olarak söz söylemek, o sözün tek bir hüküm taşımasını gerektirir. Allah adına yemin ederek araya istisna (inşallah diyerek) bitişirse de yine durum böyledir. Bu da etkisini gösterir ve istisna hükmü sabit olur. Şayet bu istisna ayrı yapılırsa daha önce söylenmiş olan sözlerle bir ilişkisi olmaz. 2- Üç Kez Talâk Verilmiş Kadın, Eski Kocasına Nasıl Helâl Olabilir? Yüce Allah'ın: "Eğer onu boşarsa" âyeti ile kasıt, üçüncü defa boşamasıdır. İşte o vakit: "Daha sonra ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkca kendisine helâl olmaz." Bu üzerinde icma olunmuş bir husustur; bunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Fakat ilim adamları bu konuda yeterli olan nikâhın ne olduğu, kadının eski kocasına helâl olmasının ne şekilde mümkün olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Said b. el-Müseyyeb ve ona uygun kanaat belirtenler derler ki: Mücerred akit yeterlidir. el-Hasen b. Ebi'l Hasen de der ki: İnzal olmadıkça, sadece ilişki kurmak dahi yeterli olmaz. İlim adamlarının Cumhûru ve fukahanın tümü ise bu hususta ilişki kurmanın yeterli "olduğu görüşündedirler. İlişki kurmak ise (zina halinde) haddi ve guslu gerektiren, orucu, haccı ifsad eden, karı-kocanın muhsan olmalarına sebep teşkil eden ve kadına tam mehir vermeyi gerektiren sünnet yerlerinin kavuşmasıdır. İbnu'l-Arabi der ki: Fıkıhta bundan daha zor bir mes'ele ile karşılaşmış değilim. Şöyle ki, usul-u fıkıhta hüküm isimlerin ilk halleri ile mi taalluk eder, son halleri ile mi alakalıdır meselesi vardır. Eğer bizler: Hüküm ismin hakkında kullanıldığı şeyin ilk hallerine taalluk eder, diyecek olursak Said b. el-Müseyyeb'in görüşünü kabul etmemiz gerekir. Şayet hüküm ismin ifade ettiği halin son durumuna taalluk eder diyecek olursak haşefenin yerinde kaybolması ile birlikte inzali de şart koşmamız gerekir. Çünkü el-Hasen'in de ifade ettiği üzere "balcağız"ın tadına bakmanın son hali budur. İbnu'l-Münzir der ki: "Balcağızın tadına bakma"nın anlamı ilişki kurmaktır. Said b. el-Müseyyeb dışında bütün ilim adamları bu görüştedir. O der ki: İnsanlar birinci kocasına ikincisi o kadınla cima etmedikçe helâl olmaz, derler. Ben de derim ki: Eğer sahih bir şekilde o kadın ile evlenir ve bununla da eski kocasına helâl olma kastını gütmemiş ise, birincisinin onunla evlenmesinde bir mahzur yoktur. Bu ise Hâricîlerden bir taife dışında kendisine muvafakat eden herhangi bir kimsenin varlığını bilmediğimiz bir görüştür. Sünnet ise başkalarına ihtiyaç bırakmaz. Derim ki: Saîd b. Cübeyr de Said b. el-Müseyyeb'in görüşündedir. Bunu en-Nehhâs "Meânil Kur'ân" adlı eserinde zikretmekte ve şöyle demektedir: İlim ehli burada nikâh'ın cima anlamına geldiğini söylemişlerdir. Çünkü burada "ondan başka bir koca tarafından" diye buyurmaktadır. Burada öncelikle "zevç: Koca" kelimesi zikredildiğinden dolayı "nikâh'dan kasıt cima olur. Ancak Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Burada nikâh, eğer kadının ilk kocasına helâl olması kastını gütmemiş ise sahih bir evliliktir. Derim ki: Zannederim onlara "useyle (balçağız)" hadisi ulaşmamış veya onlarca bu hadis sahih değildir. O bakımdan onlar da Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinden anlaşılanı kabul etmişlerdir ki; bu da yüce Allah'ın: "Ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça" âyetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Lâfzı Dârakutnî'nin olmak üzere hadis İmâmları Âişe (r. anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Erkek hanımını üç defa boşadığı takdirde bir başka koca onu nikâhlamadıkça ve her birisi ötekinin balcağızından tatmadıkça ilk kocasına bir daha helâl olmaz." Dârakutnî, IV, 33. Bu manada diğer bazı hadisler için bk. Buhâri, Talâk 4, Edeb 68; Müslim, Nikâh 111; Ebû Dâvûd, Talâk 49; Tirmizî, Nikâh 27; Nesâi, Nikâh 43, Talâk 9, 10, 12; İbn Mâce, Nikâh 32; Dârimî, Talâk 4; Muvatta’', Nikâh 17, 18. Kimi Hanefî ilim adamları şöyle der: Said b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre akid yapan bir kimse olursa, hakimin o akdi feshetme hakkı vardır. Bu konuda muhalif bir görüşe itibar etmez. Çünkü bu görüş ilim adamlarının icmaı dışındadır. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız da der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Onların her birisi ötekinin balcağızından tatmadıkça" âyetinden, cimaın lezzetini tatmaktaki eşitlikleri anlaşılmaktadır. Bu ise bizim mezhebimizdeki iki görüşten birisinin lehine delildir. Bu görüşe göre erkek uyuyan yahut baygın olan böyle bir kadın ile ilişki kuracak olur ise onu ilk defa boşayana helâl olmaz. Çünkü bu durumda kadın lezzeti idrak edemeyeceğinden dolayı "balcağızın tadı"nı almamış olur. Nesâî, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), dövme yapana, kendisine yaptırana, saç ekleyene, saç ekletene, faiz yiyene, yedirene, muhallile ve kendisi için helâl kılınana lanet etmiştir. Nesâî, Talâk 13. Tirmizî de Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) muhallile ve kendisi için hülle yapılana lanet etmiştir." Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. Bu hadis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den başka yollarla da rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olan ilim ehlince amel buna göredir. Bunlar arasında Ömer b. el-Hattâb, Osman b. Affan, Abdullah b. Ömer ve başkaları da vardır. Tabiinden fukahanın görüşü de budur. Süfyan es-Sevri, İbnu'l-Mübarek, Şâfiî, Mâlik, Ahmed ve İshak da bu görüştedir. el-Carud'un Veki'den naklen Veki'in de bu görüşte olduğunu zikrettiğini işittim. Dedi ki: Rey sahiplerinin bu husustaki görüşlerinin bir kenara atılması gerekir. Süfyan der ki: Erkek ilk kocasına helâl olsun diye bir kadın ile evlenecek, sonra da onu nikâhı altında tutmayı uygun görecek olursa, yeni bir nikâh ile o kadın ile evlenmedikçe o kadın da ona helâl olmaz. Tirmizî, Nikâh 28 Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları hülle yapanın nikâhı hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Hülle yapan kimse yeni bir nikâh yapıncaya kadar ilk nikâhı üzerinde bırakılmaz. Şayet (yeni bir nikâh yapmadan) kadın ile ilişki kurarsa ona mehr-i misil gerekir. Bu şekilde kadına yaklaşması da onu ilk kocasına helâl kılmaz. O kadın ile ilk kadın helâl olsun diye evlendiği takdirde bunu ister bilsinler ister bilmesinler farketmez. O bu şekildeki nikâhı üzerine bırakılmaz ve bu nikâhı feshedilir. es-Sevrî ve el-Evzaî de böyle demiştir. Bu konuda hiyâr (muhayyerlik) ile muhallilin nikâhı hususunda es-Sevrî'den gelen ikinci bir görüş daha vardır ki, buna göre nikâh câiz, şart batıldır. Aynı zamanda bu İbn Ebi Leyla'nın hem bu husustaki, hem de mut'a nikâhındaki görüşü de böyledir. el-Evzaî'den muhallilin nikâhı hakkında: O ne kötü bir iş yapmıştır! Bununla birlikte nikâhı caizdir, dediği rivâyet edilmektedir. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed der ki: Kadın ile zifafa girerse nikâh caizdir. Dilediği takdirde ise onu nikâhı altında tutmak hakkına sahiptir. Ebû Hanîfe de bir seferinde kendisi ve arkadaşlan şöyle der: Birinci kocasına helâl olsun diye onunla evlenecek olursa birincisine helâl olmaz. Bir seferinde de şöyle demişlerdir: O kadın ile cima yapar ve boşayacak olursa, bu nikâh (sebebi) ile ilk kocasına helâl olur. Bununla birlikte bu ikinci kocanın nikâhının sahih olduğu ve o nikâhı devam ettirme hakkına sahip olduğu hususunda ihtilafları yoktur. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır. Şâfiî der ki Ben seni ilk kocana helâl kılmak üzere seninle evleniyorum. Bundan sonra ise aramızda nikâh diye birşey olmayacaktır, derse bu bir çeşit mut'a nikâhıdır. Ve bu fasiddir, bu nikâh üzere bırakılmaz nikâhı feshedilir. Eğer bu esas üzere o kadın ile ilişki kurarsa bu (o kadını ilk kocasına) helâl kılma olmaz. Eğer bir şart koşmaksızın mutlak olarak onunla evlenirse ve ona helâl kılma şartım da koşmazsa, bu hususta Şâfiî'nin kadim kitabında iki görüşü vardır. Birincisi Mâlik'in görüşü gibidir. Diğeri ise Ebû Hanîfe'nin görüşü gibidir. Şu kadar var ki Mısır'daki cedid görüşünde; eğer şart koşmayacak olursa nikâh sahihtir, şeklinde tek bir görüş gelmiştir. Aynı zamanda bu Davud'un da görüşüdür. Derim ki: el-Maverdî, Şâfiî'den şunu nakletmektedir: Şayet akidden önce helâl kılma şartı koşulacak olursa nikâh sahihtir ve birincisine o kadını nikâhlamayı helâl kılmış olur. Şayet her iki taraf da akidde helâl kılmayı şart koşarlarsa nikâh batıl olur ve birincisine de helâl olmaz. Maverdî der ki: Bu Şâfiî'nin görüşüdür. el-Hasen ve İbrahim ise şöyle demektedir: Üç kişiden (kadın, eski ve yeni kocadan) birisi eğer helâl kılma kastını içinden geçirirse nikâh fasid olur. Ancak bu, işi bir zorlaştırmadır. Salim ve el-Kasım da der ki: Eğer eski karı-koca bilmiyor ise ilk kocasına helâl kılma kastıyla onunla evlenecek olursa bir mahzuru yoktur ve böyle yapan (muhallil) ecir alır. Rabia ve Yahya b. Said de böyle demiştir. Ayrıca Dâvûd b. Ali de; eğer akid esnasında şart koşmasında bu husus ortaya çıkmışsa bu böyledir, demiştir. 4- Hüllede Önemli Taraf Kimdir? Bizim ilim adamlarımıza göre hülle nikâhının cevazı, nikâhlayan koca ile ilgilidir. Bunu ister şart koşsun ister niyet etsin durum değişmez. Böyle birşey olduğu takdirde nikâhı fasid olur ve bu nikâhı üzere bırakılmaz. Onun o kadın ile ilişki kurması da kadını ilk kocasına helâl kılmaz. Boşayan kocanın bunu bilmesiyle bilmemesi de farketmez. Şöyle de denilmiştir: Eğer o kadını nikâhlayanın bu maksat ile onunla evlendiğini bilecek olursa, tekrar o kadına dönmekten uzak durması gerekir. İmâm Mâlik'e göre ilk kocasına helâl olabilmesi için ancak ona duyduğu bir ihtiyaç sebebiyle ve isteyerek onu nikâhlaması, bu nikâhıyla onun ilk kocasına dönme kastını gütmemesi ve o kadın ile mubah bir yolla ilişki kurması gerekir. Kadın oruçlu, ihramlı veya ay halinde bulunmamalıdır. Kocası da müslüman ve baliğ olmalıdır. Şâfiî de der ki: Şayet sahih bir nikâh ile o kadına yaklaşır ve haşefesi fercinde kaybolursa, her ikisi de balcağızın tadını almış olurlar. Nikâhın (cima gücünün) güçlü veya zayıf olması bu hususta farketmez. Organını kendi eliyle yahut kadının onu kendi eliyle sokması da birşey değiştirmez. Bu ister çocuk, ister murahik (buluğa yaklaşmış); ister organı kesilmiş ve husyeleri alınmış olan kimsenin dışındakilerin soktukları gibi sokacak birşeyi kalmış olsun durum değişmez. Erkek karısına ister ihramlı ister oruçlu yaklaşmış olsun yine farketmez. Şâfiî'nin açıkladığı şekliyle bütün bunlar Ebû Hanîfe'nin arkadaşlarının, es-Sevrî, el-Evzaî, Hasen b. Salih'in ve Mâlik'in kimi arkadaşlarının da görüşüdür. 5- Ecir Beklemek Kastıyla Hülle Yapmak: İbn Habib der ki: Kadın ile evlenip eğer hoşuna giderse, nikâhında tutar, gitmezse de onu helâl kıldığı için ecir umar niyetiyle evlenirse câiz olmaz. Çünkü onun nikâhıyla birlikte ilk kocasına helâl kılma niyeti karışmıştır. Bununla da birinci kocasına helâl olmaz. Kocası tarafından elbette ile boşanmış olan cariye ile efendisinin ilişki kurması onu kocasına helâl kılmaz. Çünkü efendi koca değildir. Bu Ali b. Ebî Tâlib'ten rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ubeyde, Mesrûk, eş-Şa'bi, İbrahim, Cabir b. Zeyd, Süleyman b. Yesar, Hammâd b: Ebi Süleyman ve Ebû Ziyad'ın da görüşüdür. Değişik bölgelerdeki fukaha topluluğu da bu görüştedir. Osman, Zeyd b. Sabit ve ez-Zübeyr'den bunun zıddı bir görüş rivâyet edilmekte ve efendisinin, aldatmak veya helâl kılmak kastı olmaksızın cariyesiyle ilişki kurmasının ilk kocasına onu helâl kılacağını ve yeni bir talep ve mehir ile eski kocasına dönebileceğini söylemişlerdir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah: "Ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça" diye buyurmaktadır. Efendinin ise cariyeye malik olduğundan dolayı cariyesine yaklaşmış olduğu gayet açıktır. 7- Elbette ile Cariye Olan Karısını Boşayan Köle: Mâlik'in Muvatta’''ında kaydedildiğine göre Said b. el-Müseyyeb ile Süleyman b. Yesar'a şöyle sorulmuş: Bir adam kölesini cariyesiyle evlendirse, köle o cariyeyi elbette (kesin dönüşsüz olarak) diye boşasa daha sonra efendi bu cariyeyi köleye hibe etse acaba bu cariye o köleye cariyesi olarak (milk-i yemin ile) helâl olur mu? Said ile Süleyman: Ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz, dediler. Muvatta’', Nikâh 31. 8- Elbette ile Boşanmış Cariyenin Helâl Olması: Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre İbn Şihab'a şöyle sorulmuş: Bir adamın nikâhı altında başkasının mülkiyetinde olan bir cariye bulunup daha önce bir talâk ile boşamış olduğu bu cariyeyi satın alsa İbn Şihab dedi ki: Ona elbette ile talâk vermemiş olduğu sürece cariyesi olarak (mülk-i yemin ile) helâl olur. Şayet kesinlikle (elbette) ona talâk vermiş ise ondan başka bir koca ile nikâhlanmadığı sürece cariyesi olarak helâl olmaz. Muvatta’', Nikâh 32. Ebû Ömer der ki: İlim adamları topluluğu ve fetva İmâmları bu görüştedir: Mâlik, Sevrî, Evzaî, Şâfiî, Ebû Hanîfe, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr. İbn Abbâs, Atâ, Tavus ve el-Hasen ise şöyle derlerdi: Ona elbette talâkı vermiş olan kişi, eğer o cariyeyi satın almış ise cariyesi olarak (milk-i yemin ile) ona helâl olur. Çünkü yüce Allah'ın: "Yahut sahibi olduğunuz cariyeler.." (en-Nisa, 4/3) âyetinin genel ifadesi bunu göstermektedir. Ancak Ebû Ömer der ki: Bu hatalı bir sözdür. Çünkü yüce Allah'ın: "Yahut malik olduğunuz cariyeler" ifadesi anneleri ve kızkardeşleri mubah kılmaz. Diğer haram kılınan kadınların durumu da böyledir. 9- Müslüman Bir Kimse Zımmî Olan Hanımına Üç Talâk Verirse... Müslüman bir kimse zımmî olan hanımını üç talâk ile boşasa bir zımmî de onunla nikâhlansa ve gerdeğe girdikten sonra onu boşasa bir kesime göre bu zımmî o kadın için kocadır ve kadın bu durumda ilk kocasına dönebilir, derler. el-Hasen, ez-Zührî, Süfyan es-Sevrî, Şâfiî, Ebû Ubeyd ve re'y ashabı böyle demişlerdir. İbnu'l-Münzir derki: Biz de böyle diyoruz. Çünkü yüce Allah: "Ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça" diye buyurmaktadır. Hıristiyan bir erkek de kocadır. Mâlik ve Rabia der ki: Hıristiyan koca onu ilk kocasına helâl kılmaz. 10- Fasid Bir Nikâh Kadını İlk Kocasına Helâl Kılar mı? Cumhûrun görüşüne göre fasid bir nikâh, üç talâk ile boşanmış bir kadını (ilk kocasına) helâl kılmaz. Sözü geçen Cumhûr Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî, el-Evzaî, re'y ashabı, Ahmed, İshak ve Ebû Ubeyd'dir. Hepsi derler ki: Sahih bir nikâh ile olmadıkça birinci kocaya helâl olmaz. el-Hakem ise bu şekilde bir nikâh ile nikâhlayan da kocadır, dermiş. İbnu'l-Münzir de der ki: Hayır, böylesi koca değildir. Çünkü zihar, ila ve Han gibi eşler hakkında sabit olan hükümler bu fasid nikâh ile onlar hakkında sabit olmaz. Kendisinden ilim bellenen bütün ilim ehli icma ile şunu belirtirler: Kadın birinci kocasına: Ben evlendim ve kocam benimle zifafa girdi, dese kocası da onu tasdik etse, birinci kocasına helâl olur. Şâfiî der ki: Eğer birinci koca, kadının kendisine yalan söylediğine dair içinde bir kanaat doğarsa, onunla evlenmemesi takvaya daha uygundur, demektedir. 11- Hülle Yapanlara Karşı Hazret-i Ömer'in Tavrı: Ömer b. el-Hattâb'dan bu konuda oldukça ağır bir tutum takındığı rivâyet edilmektedir ki; o bu konuda şöyle demektedir: Bana hülle yapan ve kendisi için hülle yapılan bir kişi getirilirse muhakkak her ikisini de recmederim. İbn Ömer der ki: Hülle yapmak bir zinadır. Yirmi yıl süreyle kalsalar dahi onlar zina ederler. Ebû Ömer der ki: Hazret-i Ömer'in bu sözlerinin, cezayı ağırlaştırmaktan başka bir mana ifade etme ihtimali yoktur. Çünkü ondan sahih olarak rivâyet edildiğine göre o haram olduğunu bilmeden kendisine haram olan bir kişiyle ilişki kurana haddi uygulamamış ve bilgisizliği sebebiyle onu mazur görmüştür. O bakımdan bu şekilde bir yorum daha uygundur. Bu şekilde hülle yapan bir kimse için recmin sözkonusu olmadığında da görüş ayrılığı yoktur. Âyetin: "Şayet o da onu boşarsa kendileri Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar dönmelerinde her ikisi için de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; onları bilen bir kavme açıklar" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Şayet o da onu boşarsa" âyeti ile ikinci kocayı kastetmektedir. "... her ikisi için de vebal yoktur" âyeti ile de kastedilenler, kadın ve birinci kocadır. Bunu İbn Abbâs söylemiştir. Bu konuda bir görüş ayrılığı da yoktur. İbnu'l-Münzir der ki: İlim adamları icmâ' ile şunu belirtirler: Hür bir kimse hanımını üç defa boşadıktan sonra iddeti bitse ve bir başka koca ile evlense o da onunla gerdeğe girse sonra da ondan ayrılsa kadının da o ikinci kocadan beklemesi gereken iddet sona erse sonra birinci kocası ile bir daha nikâhlansa bu kadın, birinci kocasının yanında yeniden üç talâk hakkına sahip olur. Ancak, hanımını bir veya iki talâk ile boşadıktan sonra hanım bir başkası ile evlense sonra birinci kocasına tekrar dönecek olsa kaç talâk hakkına sahip olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kısım geriye talâk sayısından kalanı ile nikâhı altına girer, derler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının büyükleri böyle demişlerdir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Ubey b. Ka'b, İmrân b. Husayn ve Ebû Hüreyre gibi. Aynı zamanda bu Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel, Abdullah b. Amr b. el-As'tan da rivâyet edilmektedir. Abîde es-Selmanî, Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Mâlik, Süfyan es-Sevrî, İbn Ebî Leyla, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr, Muhammed b. el-Hasan ve İbn Nasr da bu görüşü benimsemiştir. Bu hususta başka bir görüş daha vardır ki, buna göre nikâh da yenidir, boşama hakları da yenidir (yani üçtür). Bu da İbn Ömer ve İbn Abbâs'ın görüşüdür. Atâ, Nehaî, Şureyh, en-Numan (Ebû Hanîfe) ve Yakub (Ebû Yûsuf) da böyle demiştir. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe şunu zikreder: Bize Ebû Hazret-i Muâviye ve Veki' el-A'meş'ten o İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Abdullah'ın arkadaşları şöyle derlerdi: İkinci koca üç talâkı ortadan kaldırıyor da bir ve iki talâkı nasıl olur da ortadan kaldırmaz? Ebû Bekr der ki: Bize Hafs da Haccac'dan o Talha'dan o İbrahim'den anlattığına göre Abdullah'ın arkadaşları şöyle derlerdi: (Yeni) koca üç talâkı ortadan kaldırdığı gibi; bir ve iki talâkı da ortadan kaldırır. Şu kadar var ki Abîde şöyle der: Hayır, bu durumda bu kadın talâkından geri kalan ne ise o şekilde onunla nikâhlanır. Bunu Ebû Ömer nakletmektedir. İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü kabul ediyorum. Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki o da şudur: Şayet son koca onunla gerdeğe girmiş ise boşama hakkı da yeni olur, nikâh da yeni olur. Eğer onunla zifafa girmemiş ise geri kalan talâk sayısı ne ise o kadardır. Bu ise İbrahim en-Nehaînin görüşüdür. 2- Allah'ın Sınırları Ne Demektir? Yüce Allah'ın: "Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse..." âyeti bir şarttır. Tavus der ki: Eğer onların her birisi karşısındakiyle güzelce geçineceğini zannediyorsa... demektir. "Allah'ın sınırları"nın O'nun farzları olduğu da söylenmiştir. Yani her ikisi de ikinci nikâh ile aralarında iyi geçim olacağını bilirlerse demektir. Koca hanımının nafakasını karşılayamayacağını yahut ona mehir veremeyeceğini veya kendisi için yerine getirmesi gereken haklarından herhangi bir şeyi ifa edemeyeceğini bildiği takdirde; bu durumunu açıklamadıkça bununla evlenmesi helâl olmaz. Veya kendisinin kadının haklarım yerine getirebileceğini bilmesi halinde helâl olabilir. Aynı şekilde eğer kadından faydalanmasını engelleyecek bir kusuru var ise, bunu açıklaması gerekir ki, kadın onun hakkında aldanmasın. Yine iddia edip uyduracağı bir neseb yahut sahip olduğunu iddia ettiği bir mal veya bir sanat ile -bu hususta yalan söyleyerek- kadını aldatması da câiz olmaz. Aynı şekilde kadının da kocasının haklarını yerine getirmekten acze düşeceğini bilmesi veya delilik, cüzzam, baraş, fercinde bir hastalık gibi kendisinden yararlanmayı engelleyecek bir hastalığı varsa, o kocayı aldatması câiz değildir. Onda bulunan bu rahatsızlığını da beyan etmekle görevlidir. Tıpkı bir mal satan kimsenin malındaki kusurları açıklaması icabettiği gibi. Eşlerden herhangi birisi ötekinde böyle bir kusur bulduğu takdirde onu geri çevirebilir. Şayet kusur erkekte ise eğer onunla gerdeğe girmiş ise, kadın mehiri hak eder. Onunla gerdeğe girmemiş ise mehrin yarısını hak eder. Şayet kusur kadında ise koca onu geri gönderir ve daha önce ona vermiş olduğu mehri geri alır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Beyadaoğullarından bir kadın ile evlendiği göğsünde baraş görmesi üzerine onu geri çevirip: "Siz bizden kusuru gizlediniz" dediği rivâyet edilmiştir. Beyhaki, es-Sünen, VII, 348, 418-419. İlişki kurmaya gücü yetmeyenin hanımı, kendisini teslim edip de daha sonra bu sebepten dolayı birbirlerinden (hakim kararıyla) ayrıldıkları takdirde hükmün ne olacağı ile ilgili olarak İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde mehrin tamamını alır, derken bir diğer seferinde mehrin yarısını alır, demiştir. Bu görüş ayrılığının esası ise: Kadın kendisini teslim etmekle mi yoksa zifafa girmekle mi mehre hak kazanır, hususu ile ilgili iki ayrı görüşüne dayanır. 3- Kadın Ev İşlerini Yapmaktan Sorumlu mudur? İbn Huveyzimendad der ki: Bizim arkadaşlarımız (Maliki mezhebi âlimleri), kadın hizmet etmekle yükümlü müdür değil midir hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimi arkadaşlarımız şöyle der: Kadının hizmet etmek (ev işi yapmak) görevi yoktur. Çünkü (nikâh) akdi faydalanmayı ihtiva eder, hizmeti kapsamaz. Dikkat edilecek olursa nikâh akdi bir icare akdi de değildir, mülk edinme hakkı da değildir. Bu faydalanmak üzere bir akiddir. Akid ile kazanılan hak sadece faydalanmaktır, başkası değildir. Dolayısıyla kadından bundan fazlası istenemez. Yüce Allah'ın: "Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine bir yol aramayın" (en-Nisa, 4/34) âyetinden da zaten bu anlaşılmıyor mu? Kimi ilim adamlarımız ise şöyle demektedir: Kadın kendi durumundaki sair kadınlar nasıl hizmet ediyorsa öylece hizmet etmekle yükümlüdür. Eğer baba tarafından zenginliği veya müreffeh olması sebebiyle şerefli bir konumda bulunuyor ise, evin işlerini yönetmekle ve hizmet edenlere gereken emirleri vermekle yükümlüdür. Şayet orta halli ise yatak sermek ve benzeri işleri yapmalıdır. Eğer bundan da daha aşağı durumda ise, evi süpürmesi, yemek pişirmesi, çamaşır yıkaması görevidir. Şayet Kürt, Deylem ve dağlı kadınlardan olup onların beldelerinde bulunuyor ise, onların kadınlarına ne tür işler yükleniyor ise ona da o işler yüklenir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzerlerindeki hak gibi ma'ruf şekilde onların da hakkı vardır." (el-Bakara, 2/228) Eskiden beri de şimdiki dönemlerde de müslümanların yaşadıkları bölgelerdeki örfleri dediğimiz şekilde cereyan edegelmiştir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının hanımlarının un öğüttükleri, ekmek pişirdikleri, yemek pişirdikleri, yatak serdikleri, sofra hazırladıkları ve benzeri işler yaptıklarına dikkat edilmiyor mu? Herhangi bir kadının bunları yapmak istemediğine dair birşey de bilmiyoruz. Böyle birşeyi yapmak istememek de onun için uygun düşmez. Hatta onlar bu hususta kusurlu davrandıkları takdirde kadınlarını dövüyorlar ve hizmette kusurlan dolayısıyla sorguluyorlardı. Eğer bu hizmetleri yapmak kadının üzerindeki bir hak olmasaydı, elbette onlardan bu işleri yapmalarını istemezlerdi. 4- Allah Bilenlere Sınırlarını Açıklar: Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın şuurlarıdır, onları bilen bir kavme açıklar" âyetinde sözü geçen "Allah'ın sınırları"ndan kasıt, Allah'ın koyduğu yasaklardır. Sınır ahlâksızlıkları işleme cesaretini engelleyen bir engeldir. Kadın süslenmek istemediği vakit "sınır koymak" anlamına gelen "ihdad" tabiri kullanılır. Mahdut (sınırlı adam) ise hayırdan alıkonulmuş kimse demektir. Mani ve engel anlamına kapıcıya da haddad denilmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/287. âyet 35. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada yüce Allah'ın: "Bilen bir kavme" diye buyurması şundan dolayıdır: Çünkü cahile pek çok emir ve yasak verildiği takdirde o bunları iyice belleyemez ve bunlara gereken dikkat ve riâyeti gösteremez. Bilen kimse ise onları gereken şekilde korur ve gereken sorumluluğu yüklenir. İşte bu incelik dolayısıyla bilmeyenlere hitap etmeyip bilenlere hitapta bulunmuştur. 231Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Ancak zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak edinmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini ve kendisiyle size öğüt vermek üzere indirdiği Kitabı ve hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Boşanan Kadınlar İddetlerini Bitirirse: Yüce Allah'ın: "Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi" âyetinde yer alan: "Bitirdiler mi" âyetinin anlamı, ilim adamlarının icmaı ile "buna yaklaştılar mı" şeklindedir. Çünkü âyetin manası böyle anlamayı zorunlu kılmaktadır. Zira iddetin bitirilmesinden sonra, artık kadını tutmakta bir muhayyerlik sözkonusu değildir. Bu âyet, bundan sonraki âyet-i kerimede ise "sona ermek" anlamındadır. Çünkü mana bunu gerektirmektedir. Buna göre bu âyet, ikincisinde hakikat, birincisinde ise mecazî anlamındadır. 2- İddetin Sona Ermesi Halinde Yapılması Gereken Nedir? Yüce Allah'ın: "Artık onları ya iyilikle tutun" âyetinde geçen "iyilikle tutmak"tan kasıt, kadının kocası tarafından yerine getirilmesi gereken haklarının ifa edilmesidir. Bu bakımdan bir grup ilim adamı şöyle demiştir. Şayet koca hanımının nafakasını karşılayacak imkâna sahip değil ise, hanımını boşaması onu iyilikle (ma'ruf ile) tutmak cümlesindendir. Şayet böyle birşeyi yapmayacak olursa kadını iyilikle tutmanın sınırına çıkmış olur. O bakımdan kadına nafaka verme gücü yetmeyen bir kocanın yanında kalmaktan dolayı görebileceği zarar dolayısıyla hakim, kocaya rağmen karısını ondan boşar. Çünkü açlığa tahammül edilemez. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, Yahya el-Kattan ve Abdurrahman b. Mehdi de böyle demiştir. Ashab-ı kiramdan da Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Ebû Hüreyre böyle demiştir. Tabiînden Said b. el-Müseyyeb de böyle demiştir. Ayrıca, bu bir sünnettir, demiştir. Bunu Ebû Huceyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet etmiştir. Bir grup da şöyle demektedir: Hakim onları birbirinden ayırmaz. Kadının bu durumda sabretmesi gerekir. Hakimin hükmü ile nafaka kocanın zimmetine taalluk eder. Bu da Atâ ve ez-Zührî'nin görüşüdür. Kûfeliler ile es-Sevrî de bu görüşü benimsemiştir. Bunlar yüce Allah'ın: "Eğer darlık içindeyse ona geniş bir zamana kadar mühlet verilir" (el-Bakara, 2/280) âyeti ile: "Sizden evli olmayanları nikâhlayın" (en-Nûr, 24/32) âyetlerini delil göstermektedirler. Burada yüce Allah fakir olanı nikâhlamayı teşvik etmiştir. Dolayısıyla fakirliğin ayrılığa sebep olması câiz olamaz. Çünkü fakirlikle birlikte nikâh teşvik edilmektedir. Diğer taraftan karı ile koca arasında nikâh, icma ile akd olmuştur. Dolayısıyla ancak buna benzer bir icma ile onların birbirinden ayrılması veya Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan buna muarız bir delil bulunmayan bir sünnet ile birbirlerinden ayrılmaları mümkün olabilir. Bu konudaki birinci görüşün lehine delil, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Buhârî'nin Sahih'indeki şu âyetidir: "Kadın o vakit ya benim yiyecek ihtiyacımı karşılarsın ya da beni boşarsın der." Buhârî, Nafakat 2; Müsned, II, 252, 524, 527. İşte bu, anlaşmazlığın olduğu yerde açık bir nastır. Bize göre darlık sebebiyle ayrılık, Şâfiî ise bu bain bir talâktır, diyen Şâfiî'ye hilafen bir tek ric'î talâktır. Çünkü bu zifafa girdikten sonra bir ayrılıktır. Talâk sayısı bununla tam olmaz. Herhangi bir ivaz ve erkeğe bir zarar dolayısıyla da olmamıştır. O bakımdan böyle bir ayrılık ric'idir. Buna dair asıl delil ise îlâ yapanın yaptığı boşamadır. 3- Kadınlara Zarar Vermek Kastıyla Nikâh Altında Alıkoymak: "Veya iyilikle salın" yani onları boşayın. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. "Ancak zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutmayın" âyetine dair Mâlik, Sevr b. Zeyd ed-Deylî"den şunu rivâyet etmektedir: (İslâm gelmeden önce) erkek hanımını boşar, sonra o kadına ihtiyacı da olmadığı, nikâhı altında tutmak da istemediği halde ona ric'at yapardı. Böyle yapmaktan kastı ise kadına zarar versin diye kadının aleyhine iddeti uzatmaktı. Bunun üzerine yüce Allah: "Ancak zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendi nefisine zulmetmiş olur" âyetini indirerek bu âyetiyle onlara öğüt verdi. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 682 ez-Zeccâc der ki: "Kendi nefisine zulmetmiş olur" yani kendisini azaba maruz bırakmış olur, çünkü yüce Allah'ın yasakladığını yapmak, Allah'ın azabına kendisini maruz bırakmaktır. Bu haber ise daha önce geçen: "Boşama iki defadır" (el-Bakara, 2/229) âyetinde açıklamış olduğumuz üzere cahiliyye döneminin kanlarını boşayıp sonra ric'at yapmak şeklindeki uygulamalarını terketmeye dair nazil olduğu belirtilen habere uygun düşmektedir. Bu iki haber bize şunu bildirmektedir: Sözü geçen bu iki âyet-i kerimenin nüzulü birbirine yakın aynı hususu dile getirmek içindir. Bu ise erkeğin kadını alıkoyması ve ona zarar vermek kastı ile ric'at yapmasıdır. Bu (âyetlerin bu hususta nazil oldukları) açıkça anlaşılmaktadır. 4- Allah'ın Hükümleri Oyuncak Edinilmez: Yüce Allah'ın: "Allah'ın ayetlerini oyuncak edinmeyin" âyetinin anlamı şudur: Allah'ın hükümlerini oyuncak edinmeyin, onların hepsi ciddi ve kararlılık isteyen âyetlerdir. Bu hükümler hakkında kim alay ederse o hükümler onun için bağlayıcı olur. Ebû'd-Derdâ der ki: Cahiliyye döneminde koca karısını boşar ve: Ben şaka olsun diye boşadım, derdi. Kölesini azad eder, nikâhlar ve yine: Şaka olsun diye yaptım, derdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Her kim hanımını boşar, kölesini azad eder, nikâh yapar ya da başkasına nikâhlar sonra da şaka yaptığını iddia ederse bilsin ki o ciddidir." Suyûtî, a.g.e., I, 683; İbn Kesîr, I, 414 Bunu Ma'mer rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bize Îsa b. Yûnus anlattı. Îsa, Amr'dan o el-Hasen'den o Ebû'd Derda'dan nakletti; dedikten sonra bu hadisi bu manada zikretmiştir. Mâlik'in Muvatta’''ında da nakledildiğine göre Mâlik'e şu haber ulaşmış: Adamın birisi İbn Abbâs'a demiş ki: Ben karımı yüz defa boşadım. Şimdi benim yükümlülüğüm sence nedir? İbn Abbâs dedi ki: Üç talâk ile bu kadın senden boş oldu. Doksanyedi tanesi ile de Allah'ın âyetlerini oyuncak edinmiş oldun. Muvatta’', Talâk 1 Dârakutnî de İsmail b. Umeyye el-Kuraşî'den o da Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir adamın hanımını "elbette" ile boşadığını işitti. Bundan dolayı kızdı ve şöyle buyurdu: "Siz Allah'ın âyetlerini -veya Allah'ın dinini- oyun ve eğlence mi ediniyorsunuz? Her kim elbette ile hanımını boşarsa biz onu üç talâk yapmış kabul ederiz. Ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça bir daha ona helâl olmaz." Burada geçen İsmail b. Uleyye Kûfeli ve hadisi zayıf bir kimsedir. Dârakutnî, V, 20. Âişe'den rivâyet edildiğine göre kişi hanımını boşar sonra da: Allah'a yemin ederim ne sana miras bırakırım, ne de seni terkederim, derdi. Kadın: Peki bunu nasıl yapacaksın diye sorunca koca şöyle derdi: Tam iddetini bitirmeye yaklaştın mı tekrar sana ric'at yaparım. Bunun üzerine: "Allah'ın âyetlerini oyuncak edinmeyin" âyeti nazil oldu. İlim adamlarımız der ki: Bu konudaki bütün görüşler âyet-i kerimenin anlamının kapsamı içerisindedir. Çünkü Allah'ın âyetleri ile alay eden kimse hakkında: Onları alay konusu ve oyuncak edindi, denir. Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere de bu söylenir, onları bir kenara bırakıp onları almayan ve başkaları ile amel eden hakkında da bu tabir kullanılır. Buna göre bütün bu açıklamalar ve görüşler bu âyetin kapsamı içerisine girer. Allah'ın âyetlerinden kasıt ise O'nun gösterdiği deliller, emirleri ve yasaklandır. 5- Şaka ve Eğlence Olsun Diye Hanımını Boşayanın Hükmü: Şaka yollu hanımını boşayan kimsenin bu boşamasının geçerli olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki yüce Allah'ın izniyle yeri gelince Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere (9/65. âyet 3-başlıkta) bunun dışındaki akidlerde ise farklı görüşleri vardır. Ebû Dâvûd'un Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki ciddileri de ciddidir, şakaları da ciddidir: Nikâh, talâk ve ric'at." Ebû Dâvud, Talâk 9; Tirmizî, Talâk 9; İbn Mâce, Talâk 13. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ûd ve Ebû'd-Derda'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Üç şey vardır ki onların oyuncak edinilmesi sözkonusu değildir. Onları oyuncak olsun diye yapan da ciddidir: Nikâh, boşama ve köle azad etme. Şöyle de denilmiştir: Bu âyetin anlamı Allah'ın emirlerini terketmeyiniz, o takdirde kusurlu hareket etmiş ve onları oyun edinmiş olursunuz. Bu âyet-i kerimenin kapsamına fiilen günah üzere ısrar etmekle birlikte, yalnızca sözle günahtan istiğfar dilemek de girer. Aynı şekilde bu kabilden olan herşey de bunun kapsamına girer. Bu noktanın iyice bellenmesi gerekir. 6- Allah'ın Nimetlerini ve Öğütleri Hatırlamak: "Allah'ın" İslâm ve hükümleri beyan etmek suretiyle "üzerinizdeki ni'metlerini ve kendileri ile size öğüt vermek üzere" yani korkutmak üzere "indirdiği Kitabı ve hikmeti düşünün." Burada hikmet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıtası ile Kitabda hakkında nas buyurmadığı hususlarda Allah'ın muradını açıklayan sünnettir. "Allah'tan korkun ve bilin ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir." Bu âyete dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. 232Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında ma'ruf bir şekilde anlaştıkları takdirde, artık kocalarına varmalarına engel olmayınız. İşte içinizden Allah'a ve âhiret gününe îman edenlere böyle öğüt verilir. Bu, sizin için daha faziletli ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kadınları., artık kocalarına varmalarına engel olmayınız" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre Makil b. Yesar'ın kızkardeşi Ebû'l-Beddah'ın nikâhı altında idi. Onu boşadı ve iddeti bitinceye kadar bıraktı. Daha sonra pişman oldu, tekrar ona talib oldu. Hanımı buna razı olmakla birlikte kardeşi Ebû'l-Beddah ile onu evlendirmek istemedi ve: Şayet onunla evlenecek olur isen yüzüm yüzünü görmeyecektir dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Mukâtil dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Makil'i çağırıp dedi ki: "Eğer mü’min isen kardeşinin Ebû'l Beddah ile evlenmesine engel olma!" Bunun üzerine Makil Ben Allah'a îman ettim, dedi ve kızkardeşini Ebû'l-Beddah ile evlendirdi. Buhârî’nin el-Hasen'den rivâyetine göre Makil b. Yesar’ın kızkardeşini kocası boşadı. Nihayet iddeti bittikten sonra tekrar ona talib oldu. Makil bunu kabul etmeyince: "Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi artık kocalarına varmalarına engel olmayınız" âyeti nazil oldu. Buhârî, Tefsir 2. sûre 40, Nikâh 36, Talâk 44; Ebû Dâvûd, Nikâh 20; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 28; Dârakutnî, III, 223. Bunu aynı şekilde Dârakutnî de el-Hasen'den rivâyet ederek dedi ki: Bana Mâlik b. Yesar anlatarak dedi ki: Benim bir kızkardeşim vardı. Bana onunla evlenmek üzere talipler geliyor, bense onu evlendirmiyordum. Nihayet bir amcam oğlu geldi, ona talip oldu ben de kızkardeşimi ona nikâhladım. Allah'ın dilediği kadar bir süre birlikte oldular. Sonra onu ric'i bir talâk ile boşadı. Sonra da iddeti sona erinceye kadar bıraktı. Daha sonra diğer taliplilerle birlikte gelip ona talip oldu. Ben şöyle dedim: Kızkardeşimi başkalarına vermedim sana verdim. Sonra sen ric'i bir talâk ile onu boşadın, sonra da iddeti bitinceye kadar onu bıraktın. Şimdi başkası onu benden gelip isteyince sen de sair taliplilerle birlikte gelip ona talip oldun. Ebediyyen onu seninle evlendirmeyeceğim. Bunun üzerine yüce Allah şu âyeti indirdi -veya bu âyet indirildi dedi-: "Kadınları boşayıp da iddetlerini bitirdiler mi aralarında maruf bir şekilde anlaştıkları takdirde artık kocalarına varmalarına engel olmayınız." Ben de yeminimin keffaretini verdim ve kızkardeşimi (tekrar) ona nikâhladım. Dârakutnî, III, 224. Buhârînin bir rivâyetinde de şöyle denilmektedir: "Makil bunu gururuna yediremedi ve gayrete gelerek dedi ki: -Ona dönmeye kadir olduğu halde- onu serbest bıraktı sonra da gelip ona talip oluyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu âyeti okudu. Ma'kil de gurur ve gayreti bırakarak Allah'ın emrine itaat etti. Buhâri, Talâk 44. Bir görüşe göre bu kişi Makil b. (Yesar) değil de Sinan'dır. en-Nehhâs dedi ki: Bunu Şâfiî kitaplarında Makil b. Yesar veya Sinan'dan diye rivâyet etmiştir. Tahâvî ise o Makil b. Sinan'dır demiştir. Bu rivâyet sabit ise, velisiz nikâhın câiz olmadığına delildir. Çünkü Makil'in kızkardeşi dul idi. Eğer velisinin izni olmaksızın evlenmek yetkisi onun olsaydı, kendi kendisini evlendirir ve bunun için velisi Makil'e gerek olmazdı. O takdirde yüce Allah'ın: "Engel olmayınız" âyetinde hitap velileredir ve onları evlendirme hususuna dair emir de onlara aittir. Burada hitap kocalara aittir, de denilmiştir. Şöyle ki; kadının aleyhine olmak üzere iddeti uzatmak suretiyle başkasını nikâhlamasına engel olmak suretiyle ve zarar vermek kastıyla ric'at yapılır. Ebû Hanîfe'nin arkadaşları bunu kadının kendi kendisini evlendireceğine delil gösterir ve şöyle derler: Çünkü yüce Allah bunu şu âyetinde olduğu gibi kadının kendisine izafe etmektedir: "Eğer onu boşarsa daha sonra ondan başka bir koca tarafından nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz." (el-Bakara, 2/230) diye buyurulmakta ve veliden söz edilmemektedir. Bu mes'eleye dair açıklamalar daha önce yeterince geçmiş bulunmaktadır. Ancak birinci görüş kaydettiğimiz nüzul sebebi dolayısıyla daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "İddetlerini bitirdiler mi" âyetinden kasıt iddetin sona ermesidir. Çünkü nikâhın başlangıcı ancak iddetin sona ermesinden sonra düşünülebilir. Yüce Allah'ın: "Engel olmayınız" (anlamı verilen:(.........) âyetinin anlamı da alıkoymayınız, demektir. el-Halil'in naklettiğine göre yumurtlaması imkânsızlaşan tavuk hakkında bu kökten olmak üzere "rnu'dil" denildiği gibi, bu kelimenin tazyik altında tutmak ve engellemek anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu da alıkoymak anlamıyla ilgilidir. Bir işten alıkoymak ve ondan dolayı tazyik altında tutmak hakkında bu tabir kullanılır. Bir işin "mu'dal" hale gelmesi artık o işi yoluna koymak için hiçbir çarenin kalmaması anlamına gelir. Herhangi bir çıkar yol ve çare bulunamayan herhangi bir iş hakkında "udla" tabiri kullanılır. Kökü "udl"dur. el-Ezherî der ki: el-Adl aslında doğumu yaklaştığı halde yavrusu kolay kolay çıkamayan dişi deve hakkında kullanılır. Tavuğun yumurtalarının takılıp kalması (dışarı çıkmaması) hakkında da kullanılır. Hazret-i Muâviye yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: Yani bu, oldukça zor ve çıkış yollan son derece dar bir mesele" anlamındadır. Tavus da der ki: İçinden çıkılması oldukça zor (udal) mahkemelik birtakım mes'eleler varid oldu ki bunları ancak İbn Abbâs halledebildi. Araplara göre müşkil olan herbir şey "rnu'dil'dir. Şâfiî'nin şu beyiti de bu kabildendir. "Oldukça zor mes'eleler karşıma çıktı mı; Üzerlerinde düşünmek suretiyle onların gerçek yüzlerini ortaya çıkarırım." Sıkıntılı ve zor olan iş hakkında da bu kelime kullanıldığı gibi; doktorları çaresiz bırakan, iyileşmesi oldukça zor hastalık hakkında da kullanılır. Filan kişi himayesinde bulunan evli olmayan kadının evlenmesini engelledi" tabiri de kullanılır. 4- Allah'ın Îman Edenlere Öğüdü: "İşte içinizden Allah'a ve âhiret gününe îman edenlere böyle öğüt verilir. Bu sizin için daha faziletli ve daha temizdir. Allah" sizin için neyin doğru ve uygun olduğunu "bilir, siz" ise bunu "bilmezsiniz." 233Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir. Kimseye gücünden fazlası yükletilmez. Ne bir anneye çocuğa sebebiyle zarar verilsin, ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulsun. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer kendi rızaları ile ve danışarak sütten kesmek isterlerse ikisinin üzerine de bir vebal yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, meşru şekilde verdiğinizi teslim etmeniz şartıyla yine üzerinize bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, tüm yaptıklarınızı pek iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız: 1- Kocalarından Olma Çocuklarını Emziren Kadınlar: Yüce Allah'ın: "Anneler" âyeti mübteda, "çocuklarını.. emzirirler" âyeti de haber mahallindedir. "İki tam yıl" âyeti ise zaman zarfıdır. Yüce Allah nikâhı ve talâkı sözkonusu ettikten sonra çocuğu zikretmektedir. Çünkü bazen anne-baba ayrıldıklarında ortada çocuk bulunabilir. O halde âyet-i kerîme, kocalarından olma çocukları bulunan boşanan kadınlar hakkındadır. Bunu es-Süddî, ed-Dahhak ve başkaları söylemiştir. Yani yabancı kadınlara göre onlar kendi çocuklarını emzirmeye daha bir hak sahibidirler. Çünkü öz anneler daha bir şefkatli ve merhametlidirler. Küçük çocuğu annesinden almak, hem ona bir zarardır, hem de annesine. Bu da çocuğun sütten kesilmiş olsa dahi, şefkat ve merhametinin üstünlüğü dolayısıyla annesinin onun hadanesine (bakımına) daha bir hak sahibi olduğunu göstermektedir. Annenin hadane hakkına öncelikle sahip olması -ileride de geleceği üzere- evlenmemiş olması şartına bağlıdır. Buna göre yüce Allah'ın: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir" âyetinin anlaşılması biraz müşkil olmaktadır. Çünkü boşanmış bir kadın, eğer ric'i talâk ile boşamamış ise, giyimi hak etmez. Sadece ücreti hak eder. Ancak bunun ahlakî faziletler ile ilgili olarak yorumlanması hali müstesna. O takdirde şöyle denilir: Daha uygun olanı kadına verilecek olan ücretin yemesi ve giymesi için yeterli olacak miktardan aşağı olmaması şeklindedir. Bu âyet-i kerimenin, hem çocukları bulunan zevceler hakkında hem de boşanmış kadınlar hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. Ancak daha kuvvetli görüşe göre, nikâhın devamı halinde zevce olanlar hakkındadır. Çünkü nafaka ya da giyime de hak kazananlar onlardır. Zevce ister çocuğa süt versin, ister vermesin nafaka ve giyime hak kazanır. Nafaka ve giyim kadının kendisini teslim etmesi mukabilindedir. Şayet çocuğuna süt emzirmekle uğraşacak olursa böyle bir teslim tamam olmaz. O bakımdan nafakanın bu durumda düşeceği vehmi sözkonusu olabileceğinden yüce Allah bu vehmi şu âyetiyle ortadan kaldırmaktadır: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir." Süt emzirme halinde demektir. Çünkü bu da kocanın menfaati olan bir şeyle uğraşmak demektir. Böylece kadın kocasının izniyle ve kocasının ihtiyacı için yolculuk yapması halinde olduğu gibi, nafakası sakıt olmaz. Yüce Allah'ın: "Emzirirler" âyeti -ileride geleceği üzere- bazı anneler için vücub, bazıları için de mendupluk ifade eden emir manasında haberdir. Bunun -önceden de geçtiği gibi- meşruiyeti ifade eden bir haber olduğu da söylenmiştir. 3- Süt Emzirmek Anne İçin Bir Hak mıdır Vazife midir? İlim adamları süt emzirmenin annenin bir hakkı mı vazifesi mi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Lâfız ihtimallidir. Çünkü eğer yüce Allah bunun annenin bir vazifesi olduğunu sarih bir şekilde ifade etmeyi murad etseydi; "annelerin çocuklarını emzirmeleri vazifeleridir" derdi. Tıpkı: "Onların örfe göre giyeceği ve yiyeceği babasına aittir" diye buyurduğu gibi. Şu kadar var ki evliliğin devamı halinde süt emzirmek annenin vazifesidir ve bu bağlayıcı bir örftür. Çünkü (bu örf) artık şart gibi olmuştur. Ancak kadın oldukça varlıklı ve refah içinde ise; örfü çocuğunu emzirmemek şeklindedir. Bu da şart gibidir. Ancak çocuk ondan başkasını kabul etmeyecek olursa çocuğunu emzirmesi onun için vaciptir. (Bir görevdir). Şayet süt emzirecek kimse bulunmayacak olursa yine bu onun için bir görevdir, çünkü ondan başka süt emzirme işini yapacak kimse kalmamıştır. Şayet baba vefat etmiş, çocuğun da herhangi bir malı yoksa Mâlik'in el-Müdevvene'deki görüşüne göre nafakanın hilafına çocuğu emzirmek, anne için bir görevdir. İbnu'l-Cellab'ın kitabında ise çocuğun emzirilme masrafı Beytülmal'den karşılanır, denilmektedir. Abdülvehhab ise o müslümanların fakirlerinden bir fakirdir. Bain talâk ile boşanmış olan kadına gelince onun için çocuğu emzirme görevi yoktur. Çocuğun emzirilmesi -kadının istemesi hali dışında- kocanın vazifesidir. Ve emzirme ücretinin mislini almaya kendisi daha bir hak sahibidir. Bu ise erkeğin zengin olması halinde böyledir. Şayet zengin değil ise çocuğun onun memesinden başkasını kabul etmemesi hali dışında, çocuğa süt emzirmek zorunda değildir. Başkasının memesini kabul etmiyor ise, o takdirde çocuğu emzirmeye mecbur edilir. Çocuğunu emzirmekle yükümlü olan her bir kadın eğer çocuğunu emzirmesine mani bir özre sahip olur ise, çocuğu emzirme görevi (ücretle süt anne bulmak üzere) babaya avdet eder. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre baba yoksul ise, çocuğun da herhangi bir mah bulunmuyor ise, çocuğun emzirilmesi annenin vazifesidir. Şayet annenin sütü yok, fakat malı varsa, çocuğun emzirilme masrafı onun malından karşılanır. Şâfiî der ki: Çocuğun emzirilme vazifesi ancak baba yahut dede ve yukarılara doğru bağlayıcıdır. Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti açıklanırken gelecektir. "Süt emdi" anlamındaki fiilin mazisi "dâd" harfi esreli olarak şeklinde gelir. Muzari'inde aynı harf üstün gelir. Mastarı da: (........) şekillerinde gelir. Şayet aynı harf mazide üstün gelirse, muzari'de esre gelir. Mastarı ise: (........) şekillerinde gelir. İsm-i faili her iki şekilde de (........) ...diye gelir. (........) ise; adîlik ve bayağılık anlamındadır. Bu anlamda başka türlü kullanılmaz. "İki yıl" ifadesinin "tam" ile kayıtlanmasının sebebi, bir kimsenin: Ben filanın yanında iki yıl kaldım" derken bir sene ile öbür senenin bir kısmını kastetmiş olmasının mümkün olacağından dolayıdır. Nitekim yüce Allah: "İki günde acele edene de günah yoktur." (el-Bakara, 2/203) âyetinde acele etmek, birinci günden sonra ikinci günün bir bölümünde sözkonusudur. Yüce Allah'ın: "Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için" âyeti ise tam iki yıl emzirmenin kati ve kaçınılmaz olmadığının delilidir. Tam iki yıl dolmadan önce de çocuğun sütten kesilmesi caizdir. Ancak bu, çocuğun emzirilme süresi ile ilgili olarak anne baba arasındaki anlaşmazlıktan kesmek için getirilmiş bir sınırdır. Erkek için iki yıldan sonrasının süt emzirme ücretini ödemek icab etmez. Şayet baba bu süreden önce çocuğun sütten kesilmesini ister, anne de buna razı olmazsa, kocanın buna mecbur etme hakkı yoktur. İki yıldan fazlası veya eksiği ancak çocuğa zarar verilmemesi ve anne-babanın karşılıklı rızası halinde sözkonusu olur. Mücâhid ve İbn Muhaysın bu âyeti: em' zirme süresini tamamlamak isteyen kadın için" anlamında fiili kadına isnad ederek okumuşlardır. Ebû Hayve, İbn Ebi Able, el-Carud b. Ebi Sebre ise Süt emzirme" kelimesini "radıyallahü anh" harfini esreli olarak okumuşlardır. Bu kelimenin ise "hadare ve hidare" gibi iki türlü söyleyişi vardır. Mücâhid'den kelimeyi şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'tan: Emzirmeyi tamamlamak...." şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Basralılar Süt emziriş" kelimesini ancak "radıyallahü anh" harfini üstün olarak bilirler. " Süt emme" kelimesini (aynı anlama) de ancak "radıyallahü anh" harfinin esreli okunuşu ile (el-kital gibi) bilirler. Kûfeliler ise sonunda "yuvarlak te" olması halinde "radıyallahü anh" harfini esreli, te'siz ise "radıyallahü anh" harfini üstün olarak nakletmişlerdir. 5- Neseb Akrabalığı Gibi Akrabalığa Sebep Olan Süt Emzirme: Mâlik (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun), ona uyanlar ve bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeden şu sonucu çıkarmışlardır: Neseb gibi evlilik yasağını ortaya çıkartan süt emmek, iki yıl zarfında olan süt emmedir. Çünkü iki yılın sona ermesiyle süt emzirmek de tamam olur. İki yıldan sonra muteber bir süt emzirme yoktur. Mâlik'in Muvatta’''ında görüşü budur. Dârakutnî, IV, 174. Aynı zamanda Muhammed b. Abdilhakem'in ondan yaptığı rivâyettir. Ömer ve İbn Abbâs'ın görüşü de budur. İbn Mes’ûd'dan da böyle bir görüş rivâyet edilmiştir. ez-Zührî, Katâde, en-Nehaî, Süfyan es-Sevrî, el-Evzaî, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Yûsuf, Muhammed ve Ebû Sevr de böyle demişlerdir. İbn Abdilhakem ondan (Mâlik'ten) iki ay ve birkaç gün fazlalık diye bir rivâyette de bulunmuştur. Abdülmelik der ki: Bir ay ve ona yakın süre demiştir. İbnu'l-Kasım'ın rivâyetine göre Mâlik şöyle demiştir: Süt emme süresi iki yıl, iki yıldan sonra da iki ay süreyle devam eder. el-Velid b. Müslim'in ondan naklettiğine göre o şöyle demiş: İki yıldan sonraki bir ay iki ya da üç aylık fazla süre süt emmekde iki tam yılın kapsamı içerisinde kabul edilir. Bundan sonra olan ise abestir. en-Numan (b. Sabit yani Ebû Hanîfe)dan da şöyle dediği nakledilmektedir: İki yıldan sonra altı aya kadar olan süre de süt emme süresidir. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler" diye buyurmuştur. Bu ise iki yıldan sonra çocuğun süt emmesinin hükmü olmadığının delilidir. Süfyan, Amr b. Dinar'dan o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İki yıl içerisinde olanın dışında süt emme yoktur." Dârakutnî dedi ki: Bunu Süfyan b. Uyeyne'den el-Heysem b. Cemil dışında müsned olarak rivâyet eden yoktur. el-Heysem ise sika ve hafız birisidir. Derim ki: Bu haber ile birlikte âyet-i kerîme ve bunun ifade ettiği mânâ, büyük çocuğun süt emmesini reddetmekte ve bunun mahremiyete sebep olmayacağını ortaya koymaktadır. Hazret-i Âişe'den böyle bir kanaatte olduğu rivâyet edilmiştir. İlim adamları arasında el-Leys b. Sa'd da bu görüştedir. Ebû Mûsa el-Eş'arî'den de onun büyüğün süt emmesi(nin mahremiyete sebep olacağı) görüşünde olduğu da rivâyet edilmiştir. Bu görüşünden döndüğü de ondan rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (23. âyet 4-7. başlıklarda) gelecektir. 6- İki Yıl Süt Emzirmek Her Çocuk İçin Sözkonusu mudur? Müfessirlerin çoğunluğu bu iki yılın her çocuk için sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbâs'tan ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir- Tam iki yıl, annesinin karnında altı ay kalan çocuk içindir. Şayet yedi ay kalacak olursa onun süt emzirilme süresi yirmiüç aydır. Sekiz ay kalırsa süt emzirilme süresi yirmiiki aydır. Dokuz ay kalırsa süt emzirilme süresi ise yirmibir aydır. Çünkü yüce Allah: "Onunla gebe kalınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır" (el-Ahkaf, 46/15) diye buyurmuştur. Buna göre hamilelik süresi ile süt emzirme süresi birbiriyle içice girmekte ve biri ötekinden alabilmektedir. Yüce Allah'ın: "Babasına aittir" âyetinde yer alan: (el-mevlûdi lehû) yerine ": Babalarına aittir" şeklinde kullanmak da Arapçada mümkündür. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlar arasından sana kulak verenlerde vardır." (Yûnus, 10/42) Çünkü bu âyetin manası Kendisi için doğum yapılana aittir" şeklindedir. ise hem tekil, hem çoğul hakkında -önceden de geçtiği gibi- kullanılır. Yüce Allah'ın: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir" âyetinde yer alan "rızk: Yiyecek" bu âyette "yeterince yiyecek" anlamındadır. Bu âyette çocuğun nafakasını sağlamanın, zayıflığı ve acizliği dolayısıyla babasının görevi olduğuna delili vardır. Şanı yüce Allah burada ise yiyecek ve giyeceği annelere izafe etmiştir. Çünkü çocuk yiyeceğe süt emmek halinde anne vasıtasıyla ulaşabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar nafakalarını verin." (et-Talâk, 65/6) Çünkü gıda ancak anne vasıtasıyla çocuğa ulaşabilir. Malı bulunmayan küçük çocuklarının nafakasını karşılamanın babanın görevi olduğu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendisine: Ebû Süfyan cimri bir adamdır, o bana ve oğullarıma yetecek kadar nafaka vermiyor, ancak ben onun malından onun bilgisi olmaksızın birşeyler alıyorum. Bundan dolayı benim için bir vebal var mıdır? diyen Utbe kızı Hind'e şu cevabı verir: "Sana ve çocuklarına ma'ruf ile (örfe göre) yetecek kadarını al." Buhârî, Buyû’ 95, Nafakât 9,14, Anka'm 28; Müslim, Akdiye 7; Ebû Dâvûd, Buyû’ 79; Nesâi, Âdabu'l-Kudât 31; İbn Mâce, Ticârât 65; Dârimî, Nikâh 54; Müsned, VI, 39, 50, 206. Âyet-i kerimede geçen "kisve" elbise demektir. "Ma'ruf ile: Örfe göre" âyeti ise herhangi bir ifrat ve tefrit olmadan şer'in örfünde bilinen miktardır. Daha sonra yüce Allah infakın kocanın zenginliği ve kadının mevkisine göre mud veya buna benzer herhangi bir miktar takdirine gitmeksizin sözkonusu olacağını: "Kimseye gücünden fazlası yükletilmez" âyeti ile beyan etmektedir. Yine yüce Allah'ın izniyle Talâk Sûresi'nde (65/7. âyette) buna dair açıklamalar da gelecektir. Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Verilen ücretin az oluşuna sabretmekle kadın mükellef tutulmayacağı gibi, erkek de israf sayılacak şeylerle mükellef tutulmaz. Hepsinde ikisinin arası, orta yola riâyet edilir. Hadâne:Bakıma muhtaç küçük çocuğun ya da kendisine bakamayacak durumdaki büyüğün bakıma alınması hakkı ya da vazifesidir. Bu âyet-i kerimede, hadane hakkının anneye ait olacağı doğrultusundaki Mâlik'in görüşü lehine bir delil vardır. Bu hak, erkek çocukta buluğ yaşına kadar, kız çocukta ise evleneceği vakte kadardır. Bu, annenin bir hakkıdır. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî de der ki: Erkek çocuk temyiz yaşı olan sekiz yaşına ulaştı mı anne babası arasında muhayyer bırakılır. Çünkü çocuk bu yaşta Kur'ân öğrenmeye, edep ve ibadet vazifelerini öğrenmeye doğru gayrete gelir. Bu konuda erkek ile kız arasında da fark yoktur. Nesâî ve başkalarının Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre bir kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek ona şöyle demiş: Benim kocam oğlumu almak istiyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiş: "Bu senin baban bu da senin annendir. Hangisini istersen onu al.." Bunun üzerine çocuk annesinin elini tutmuştu. Nesâî, Talâk 52. Ancak lâfız itibariyle bundan sonra gelen hadise oldukça daha yakındır. Hadisi ayrıca burdan daha kısa bir şekilde: Tirmizî, Ahkâm 21 ve İbn Mâce, Ahkâm 22'de de zikretmektedirler. Ebû Dâvûd'un kitabında Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyor iken bir kadın onun yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü benim kocam oğlumu almak istiyor, halbuki oğlum bana Ebû İnebe kuyusundan su getiriyor; bana faydalı olmaya başladı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun için kur'a çekiniz." Kocası ise: Oğlum hakkında kim benim kadar haklı olabilir? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Bu senin baban, bu da senin annendir. Onlardan dilediğin kimsenin elini tut." Çocuk annesinin elini tuttu, annesi de onu alıp gitti. Ebû Dâvûd, Talâk 35. Bizim delilimiz de Ebû Dâvûd'un el-Evzaî'den rivâyetidir. Evzaî dedi ki: Bana Amr b. Şuayb babasından, o dedesi Abdullah b. Amr'dan anlatarak dedi ki: Bir kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bu benim oğlum var ya karnım onun için kap, memelerim onun için su kabı, bağrım da onun için bir barınak oldu. Babası beni boşadı ve onu benden almak istedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Başka bir koca ile nikâhlanmadığın sürece çocuğu yanına almaya sen daha bir hak sahibisin." Ebû Dâvûd, Talâk 35; Müsned, II, 182. İbnu'l-Münzir der ki: İlim ehlinden kendisinden ilim bellenen herkes karı koca ayrıldıkları takdirde eğer çocukları varsa evlenmediği sürece o çocuğu yanında alıkoymaya annenin daha bir hak sahibi olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) de böyle demektedir: Selef âlimleri arasında boşanmış bir kadın eğer evlenmemiş ise çocuğuna babasından daha bir hak sahibi olduğu hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Çocuk küçük ve mümeyyiz olmadığı sürece bu böyledir. Şu şartla ki annesinin yanında koruma altında olmalı ve ihtiyaçları yeterli bir şekilde karşılanmalı; annenin fasıklığı ve tesettüre riayetsizliği sabit olmadığı sürece bu böyledir. Bundan sonra ilim adamları mümeyyiz olup aklı erdiği takdirde, çocuğun annesi ve babası arasında muhayyer bırakılıp bırakılmayacağı, çocuğu yanına almanın öncelikle kimin hakkı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İbnu'l-Münzir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Hazret-i Hamza'nın kızını başkası arasında muhayyer bırakmaksızın teyzesine ait olduğu hükmünü verdiği sabittir. Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den rivâyetle şunu kaydetmektedir: Zeyd b. Harise Mekke'ye gitti ve Hamza'nın kızını getirip geldi. Ca'fer dedi ki: Onu ben alacağım. Onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Çünkü o amcamın kızıdır. Teyzesi ise benim esimdir. Teyze de anne demektir. Hazret-i Ali de dedi ki: Onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Çünkü o benim amcamın kızıdır, benim hanımım da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızıdır. Onu almaya o daha bir hak sahibidir. Zeyd dedi ki: Onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Onun için ben gittim, yolculuk yaptım ve onu ben getirdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dışarı çıktı, bazı şeylerden söz etti ve şöyle dedi: "Kız çocuğuna gelince ben onun Ca'fer'in yanında kalmasına dair hüküm veriyorum. Teyzesi ile birlikte kalsın. Teyze anne demektir." Ebû Dâvûd, Talâk 35. Ayrıca el-Berâ b. Âzib yoluyla: Buhârî, Meğazi, 43 ile Sulh 6'da Hudeybiye antlaşmasına dair uzunca rivâyetin bir bölümü olarak kaydetmektedir. 10- Evlenen Kadın Hadane Hakkını Kaybeder: İbnu'l-Münzir dedi ki: Kendisinden ilim bellenen ilim ehli olan herkes, evlendiği takdirde annenin çocukta bir hakkının olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Derim ki: Yine İbnul-Münzir el-lşraf adlı eserinde de böyle demiştir. Kadı Abdülvehhab Şerhu'r-Risale adlı eserinde el-Hasen'den evlenmekle hadane hakkının düşmeyeceğini nakletmektedir. Mâlik, Şâfiî, en-Numan (Ebû Hanîfe) ve Ebû Sevr annenin annesi (ninenin bu durumda) çocuğun hadane hakkına daha bir sahip olduğunu ittifakla kabul etmişler; fakat annesi olmayıp babaannesi bulunduğu takdirde; İmâm Mâlik der ki: Eğer küçük çocuğun teyzesi yoksa babanın annesi daha bir hak sahibidir. İbnu'l-Kasım da der ki: Mâlik dedi ki: Ondan bana geldiğine göre bu hususta o şöyle demiştir: Teyze babaanne olan nineden daha önce gelir. Şâfiî ile en-Numan'ın görüşünde ise babaanne teyzeden daha bir hak sahibidir. Şöyle de denilmiştir: Baba babaanneden oğlunda daha bir önceliği olarak hak sahibidir. Ebû Ömer der ki: Bu bana göre eğer babanın yabancı bir hanımı yoksa böyledir. Babadan sonra kızkardeş, sonra da hala gelir. Bu bunların her birisi çocuk açısından güvenilir birer kimse olmaları halinde ve o kimsenin yanında himaye altında ve yeterlilik içerisinde bulunduğu halde böyledir. Böyle olmadığı takdirde o kimsenin hadanede hakkı yoktur. Bu hususta çocuğu koruyacak, onu korumak ve hayrı öğretmek hususunda ona iyilikte bulunacak kimseye bakılır. Bu da "hadane çocuğun hakkıdır" diyenlerin görüşüne göre böyledir. Bu görüş Mâlik'ten rivâyet edilmiş olup arkdaşlarından bir kesim de bu şekilde görüşlerini açıklamışlardır. Aynı şekilde facire olan bir kadının, hastalık veya kötürümlük sebebiyle çocuğun haklarını yerine getirmekten aciz zayıf bir kadının hadane hakkı olmadığı görüşündedirler. İbn Habib'in Mutarriften İbnu'l-Macuşûn'un da Mâlik'ten naklettiğine göre; hadane önce annenin sonra aneannenindir. Sonra teyzenin sonra babaannenin sonra küçüğün kızkardeşinin sonra halasının sonra erkek kardeşinin kızının sonra da babanındır. Babaanne kızkardeşten, kızkardeş de haladan, hala da hem kendisinden sonra gelenlerden önceliklidir hem de velayet hakkı olan bütün erkeklerden daha önceliklidir. Teyze kızının, hala kızının, çocuğun kızkardeşlerinin kızının ise hadane hakları yoktur. Şayet hadane hakkına sahip olan çocuğu zayi etmeyeceğinden veya çocuğun bozulmasına sebep teşkil etmeyeceğinden emin olunursa ergenlik yaşına gelinceye kadar onu yanında barındırır. Bu hakkın oğlan çocuğun süt dişlerini değiştirmeye başlayacağı zamana, küçük kız da evleninceye kadar devam ettiği de söylenmiştir. Şu kadar var ki eğer baba yolculuk yapıp yerini değiştirmek veya başka yeri vatan edinmek isterse, o takdirde yerini değiştirmeyi istemeyecek olursa, baba annesinden de başkalarından da çocuğu üzerinde daha bir hak sahibi olur. Şayet ticaret kastıyla çıkmak isterse bu hakkı yoktur. Aynı şekilde küçük çocuğun nihayette onların velayetine gireceği kimseler de vatan edinmek kastıyla başka bir yere gittikleri takdirde de durum böyledir. Namazın kısaltılmasını gerektirmeyecek kadar kısa mesafeler dışında annenin çocuğunu babanın yerleşmiş olduğu yerden bir başka yere taşıma hakkı yoktur. Eğer baba annenin bulunduğu beldeden taşındığı vakit, belli yıllar süreyle annesine masraflarını ve ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmesi hali dışında çocuğunu annesinin yanında bırakmamayı şart koşarsa, kadın da bu şartı kabul ederse bu şart onun için bağlayıcı olur. Eğer ölecek olursa bu hususta mirasından masrafları karşılamak için mirasçılarından herhangi bir talepte bulunulmaz. Şöyle de denilmiştir: Bu onun bırakacağı mirastan bir borç olarak tahsil edilir. Ancak birinci görüş -yüce Allah'ın izniyle- daha sahihtir. Nitekim çocuk ölse veya koca hamilelik ve süt emzirme masraflarını karşılamak üzere onunla sulh yapsa, kadın da düşük yaparak bu masraflardan herhangi bir şeyi isteyemez. 11- Evlenen Kadından Çocuğu Ne Zaman Alınır? Anne evlenecek olursa, Mâlik'e göre, yeni kocası onunla gerdeğe girmedikçe çocuğu ondan alınmaz. Şâfiî der ki: Nikâhlandı mı çocuğu üzerindeki hakkı da sona ermiş olur. Şayet (yeni) kocası onu boşayacak olursa bizce mezhebinden daha meşhur olan görüşünde Mâlik'e göre tekrar dönmeye hakkı yoktur. Kadı İsmail ile İbri Huveyzimendad'ın Mâlik'ten zikrettiğine göre ise; bu konuda o farklı görüşler beyan etmiştir. Bir seferinde çocuk annesine geri verilir derken, bir seferinde geri verilmez demiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Anne oğlunun bulunduğu beldeden çıkacak sonra tekrar oraya dönecek olursa Şâfiî, Ebû Sevr ve rey sahiplerinin görüşüne göre çocuğunu almaya daha bir hak sahibidir. Evlense sonra boşansa veya kocası vefat etse annenin çocuk üzerindeki hadane hakkı aynı şekilde geri döner. Derim ki: Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab da böyle demiştir: Şayet koca onu boşar veya ölürse, kendisi sebebiyle çocuğu terkettiği mazeret ortadan kalktığından dolayı, çocuğu yine onun olur. 12- Kadın Mazeretsiz Olarak Çocuğunu Almak İstemezse: Şayet kadın, kocası bulunmadığı halde önce çocuğunu himayesine almayı terkedip almak istemezse, daha sonra da geri almak isterse durumuna bakılır. Şayet bir özrü sebebiyle onu almamış ise, geri alabilir. Eğer reddederek ve kızgınlıkla terketmiş ise, artık bundan sonra bir daha çocuğunu geri alamaz. 13- Kadın Zımmi Olup Eşler Tek Talâk ile Boşanırsa: Kadın zımmi olup eşler tek talâk ile birbirlerinden ayrılırlarsa hükmün ne olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim şöyle der: Zımmi kadın ile müslüman kadın arasında bir fark yoktur. Zımmi kadın da çocuğunun hadane hakkına öncelikle sahiptir. Ebû Sevr'in, rey ashabının, Mâlik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım'ın görüşü budur. İbnul-Kasım der ki: Biz bu görüşe uygun merfu bir hadis rivâyet etmiş bulunuyoruz. Şu kadar var ki onun senedi tenkid edilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre çocuk müslüman kimse, onunla beraber olur. Bu da Mâlik, Sevvâr, Abdullah b. el-Hasan'ın görüşüdür. Şâfiî'den de böyle bir görüş nakledilmiştir. Aynı şekilde birisi hür, diğeri köle olan ve birbirinden ayrılan eşler hakkında da farklı görüşler vardır. Bir kesim hür önceliklidir, demektedir. Bu Atâ, es-Sevri, Şâfiî ve rey ashabının görüşüdür. Mâlik ise der ki: Şayet baba hür olup onun hür bir çocuğu da varsa, anne olup cariye ise satılıp da bir başka yere taşınmadıkça anne çocuğu üzerinde daha bir hak sahibidir. Eğer bu durum olursa o takdirde baba çocuğu üzerinde daha bir hak sahibi olur. 14- Çocuk Sebebiyle Ebeveyne Zarar Verilmez: Yüce Allah'ın: "Ne bir anneye çocuğu sebebiyle zarar verilsin ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulsun" âyetinin anlamı şudur: Anne, babasına zarar vermek kastıyla çocuğunu emzirmeyi reddetmesin veya ecr-i mislinden fazlasını istemesin. Çocuğunu emzirmek istemekle birlikte anneye engel olmak da baba için helâl değildir. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşü budur. Nafî, Âsım, Hamza ve Kisaî kelimesini "radıyallahü anh" harfini şeddeli ve üstün olarak okumuşlardır. Nehiy olmak üzere cezm mahallindedir. Bunun aslı ise şeklindedir. Birinci "râ" harfi ikincisine idğâm edildikten sonra, iki sakin harf yanyana geldiğinden ötürü ikincisi de üstün okunur. Mudâaf (tekrarlanan) harften önceki harf üstün veya "elif" ise hep böyle gelir. Yani kadın çocuğunu emzirmek isteyip de çocuk da ona alıştığı takdirde çocuk ondan alınmaz. Ebû Amr, İbn Kesîr, Âsım'dan Eban ve bir grup da şeklinde ve: Hiçbir nefse yükletilmez" âyetine atfedilerek merfu olarak okumuşlardır. Âyet haber olmakla birlikte kasıt ise emirdir. Yûnus, el-Hasen'den rivâyetle dedi ki: Yüce Allah: Ben ona süt vermem diyerek kadın kocasına zarar vermesin. O da: Ben ona süt veririm dediği halde çocuğunu annesinden alarak annesine zarar vermesin, diye buyurmaktadır. Bu kelimenin aslının birinci "radıyallahü anh" esreli olarak şeklinde olması da muhtemeldir. Bunu Eban, Âsım'dan rivâyet etmiş olup Hicazlıların şivesi böyledir. Buna göre "anne" bu fiilin faili olur. (Anne vermeye kalkışmasın, anlamına gelir) Aynı şekilde şeklinde olması da mümkündür. (O takdirde anlamı: Zarar verilmesin şeklinde olur.) Buna göre "anne" naib-i fail olur. Ömer (b. el-Hattab)dan birincisi üstün olmak üzere iki "radıyallahü anh" harfiyle şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Ebû Ca'fer b. el-Kaka' tek bir radıyallahü anh ile: " şeklinde okumuştur. Aynı şekilde: " Hiçbir yazıcıya zarar verilmesin" (el-Bakara, 2/282) âyeti de böyledir. Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü misli olan iki harfin her ikisi de kelimenin asıl harflerinden olup bir araya geldikleri takdirde, kelimeyi hafifletmek için birisi hazfedilmez. Ya idğam yapılır veya izhar. Yine Ebû Cafer'den sükûn ve şeddeli okuduğu da rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs ve el-Hasen'den ise şeklinde birinci "radıyallahü anh" harfini esreli olarak okudukları da rivâyet edilmiştir. 15- Mirasçı Olanın Sorumlulukları: Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti: "... babasına aittir" âyetine atfedilmiştir. İlim adamları yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyetinin açıklaması hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Katâde, Süddî, el-Hasen ve Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) der ki: Burada sözü geçen mirasçı, küçüğün ölmesi halinde ondan miras alacak kimsedir. Kimisi de şöyle demektedir: Özellikle erkeklerden olan küçüğün mirasçılarıdır ki, çocuğa süt emzirme zorunluluğu onlara aittir. Tıpkı küçüğün babası hayatta olsaydı onu emzirmekle yükümlü olduğu gibi. Bunu da Mücâhid ve Atâ söylemiştir. Katâde ve başkaları ise der ki: Bu erkek olsun kadın olsun küçüğün mirasçılarıdır. Ondan alacakları miras hissesi oranında onun süt emzirmesine iştirak etmekle yükümlüdürler. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Kadı Ebû İshak İsmail b. İshak "Meâni'l Kur’ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Küçüğün nafakası ve süt emzirilmesi kendisiyle evlenmek haram olan bütün akrabalarına (zû rahimin muharram) ait bir görevdir. Mesela, bir adamın kızkardeşinin ihtiyaç sahibi küçük bir çocuğu bulunsa, yine aynı şekilde kendisinden miras alacağı ihtiyaç sahibi küçük amcaoğlu olsa, bu durumda küçükten miras almayan dayının, kızkardeşinin oğlunun nafakasını karşılaması icabeder. Diğer taraftan mirasçı olan amcasının oğluna karşı amcaoğlu bu nafakayı karşılamakla mükellef değildir. Ebû İshak (devamla) der ki: Bunlar Allah'ın Kitabında bulunmayan bir söz söylemişlerdir. Böyle bir söz söyleyen bir kimse de bilmiyoruz. Taberî de Ebû Hanîfe ve iki arkadaşından (Ebû Yûsuf ve Muhammed'den) şöyle dediklerini nakletmektedir: Küçüğe süt emzirmekle yükümlü olan mirasçı, evlenmeleri haram olan bir akrabasından (zû rahim muharram) ona mirasçı olan kimsedir. Amcaoğlu ve başkasının, eğer evlenmesi haram olan bir akraba değil ise, herhangi bir yükümlülüğü yoktur. Bundan maksadın babanın asabe akrabaları olduğu da söylenmiştir. Çocuğun nafakasını ve giyimini sağlamak bunlara düşer. ed-Dahhak der ki: Küçük çocuğun babası ölse çocuğun da malı bulunsa süt emzirme masrafı çocuğun malından alınır. Şayet malı yoksa asabeden alınır. Asabenin de malı yoksa anne ona süt emzirmek için mecbur tutulur. Kabise b. Züeyb, ed-Dahhak, Ömer b. Abdulaziz'in kadısı Beşir b. Nasr da derler ki: Burada sözü geçen mirasçı bizzat küçüğün kendisidir. Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen" âyetini çocuğa düşen tıpkı babaya düşen gibidir, diye te'vil etmişlerdir. Yani o çocuk babasına mirasçı olduğu takdirde, kendi malından bizzat kendisinin süt emzirme masrafını karşılamak yükümlülüğü vardır. Süfyan da der ki: Burada mirasçıdan kasıt, anne babasından birisi öldüğü vakit hayatta kalan diğeridir. Şayet baba ölse eğer çocuğun kendi malı yoksa yeterince ihtiyacını karşılamak annesinin görevidir. Asabe olan kimse de çocuğun emzirilmesinde mirastan alacağı pay oranında anneyle masrafa katılır. İbn Huveyzimendad der ki: Şayet yetim, malı bulunmayan fakir bir kimse olursa İmâmın Beytülmal'den onun ihtiyaçlarını karşılaması icabeder. Şayet İmâm bunu yapmayacak olursa, ona daha özel olarak yakın olanların önceliği sırasıyla, bütün müslümanlara düşer. Anne bu konuda ona daha özel bir yakınlığa sahiptir. O bakımdan o çocuğun sütünün emzirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması anneye düşer. Bu konuda ne çocuğa rücû' edip birşey alır ne de herhangi bir kimseye. Bu durumda annenin süt emzirmesi vacip, nafakasını karşılaması da müstehaptır. Müstehap oluşunu şöylece açıklayabiliriz. Yüce Allah'ın: "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler" diye buyurmaktadır. Annelerin ihtiyaçlarını karşılamak ise kocalarına düşen bir görevdir. Şayet kocanın ölümü veya fakirliği dolayısıyla annelerin haklarının alınması imkânsız olursa, onlar üzerindeki bu hak sakıt olmaz. Nitekim iddet kadınlar üzerinde bir görev (farz)dır. Nafaka ve süknâ (iddet boyunca kalacakları bir mesken temini) ise kocalarına düşen bir görevdir. Eğer kadınlarına nafaka vermeye (kocaların) imkânı bulunmazsa, kadınların iddet bekleme yükümlülükleri -yine de- ortadan kalkmaz. Abdurrahman b. el-Kasım, Mâlik b. Enes (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)den el-Esediyye'de şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kişi kardeşinin olsun yakın bir akrabasının olsun, kendisinin zû rahimi olsun nafakasını karşılamak zorunda değildir. Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti ise neshedilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu Mâlik'in ifadesidir. Ancak bunu neyin neshettiğini kendisi de açıklamamış, Abdurrahman b. el-Kasım da açıklamamıştır. Onların arkadaşlarından bunu açıklayan herhangi bir kimse olduğunu da bilmiyorum. Ona göre -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- neshedici olma ihtimali en kuvvetli olan şudur: Yüce Allah kocası vefat etmiş olan kadına vefat edenin malından bir yıllık nafakayı ve süknâyı farz kılınca (bk. el-Bakara, 2/242) daha sonra bunu neshedip kaldırdı. Bunu da aynı şekilde mirasçının yükümlülüğü olmaktan neshedip kaldırdı. Derim ki: Buna göre küçük çocuğa nafaka, bizzat kendi malından yapılır ve ileride geleceği üzere mirasçının bundan herhangi birşeyi karşılama zorunluluğu kalmaz. İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti hakkında İbnu'l-Kasım, Mâlik'ten mensuh olduğunu nakletmektedir. Bu ise gafillerin kalplerine tiksinti veren, istisnaî (şâz) kimselerin akıllarını hayrete düşüren bir sözdür. Ancak mesele anlaşılmayacak kadar zor birşey değildir. Şöyle ki; bizden önceki fukaha ve müfessirlerden oluşan ilim adamları, tahsise de nesli ismini veriyorlardı. Çünkü tahsis umumun kapsadığı alanın bir kısmını kaldırmaktadır. Bunu ifadelerinde kullanıp durdular. Nihayet bunu gereği gibi anlamak, onlardan sonra gelenler için müşkil bir hal almıştır. Bu konuda tahkik sonucu söylenecek söz şudur: Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti önce geçen âyetlere bir işarettir. İnsanlar arasından bunu nafakanın vücubu, zarar vermenin haram kılınışı gibi âyetlerin tümüne havale edenler vardır. Fukahadan Ebû Hanîfe, Seleften ise Katâde ve el-Hasen bunlardandır. Hazret-i Ömer'e de böyle bir görüş isnad edilir. İlim adamlarından bir başka kesim ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" âyeti bundan önce geçen bütün ifadelere raci değildir, sadece zarar vermenin haram kılınışına racidir ve bunun anlamı şöyle olur: Anneye zarar vermenin haram olması mirasçı için de tıpkı baba gibidir ve aslolan da budur. Her kim bu hususta atfın, geçen bütün âyetlere dair olduğunu söyleyecek olursa, bu hususta delilini getirmesi gerekir. Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin: "Aslolan da budur" sözünden kastı zamirin zikrolunan en yakın kişiye döneceği şeklindedir. Ve bu da doğrudur. Çünkü eğer zamir ile "süt emzirmek, nafakayı karşılamak ve zarar vermemek"ten ibaret olan bütün hususları kastetmiş olsaydı, "mirasçıya düşen de bunlar gibidir" diye buyurulması gerekirdi. O halde bu, zarar vermenin yasaklandığına atfedildiğinin delilidir. İşte Kadı Abdülvehhab'ın anlattığına göre bütün müfessirler de bu âyeti buna göre te'vil etmişlerdir. Bundan kasıt da şudur: Yani anne, eğer baba kendisine misli ücretini verdiği takdirde, babası dolayısıyla ona süt emzirmemek suretiyle çocuğuna zarar veremez. "Hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara sokulmasın" âyeti ds"şu demektir: Anne eğer ecr-i misil karşılığında çocuğuna süt emzirecekse o bu hakka sahiptir. Çünkü annenin çocuğuna olan şefkat ve merhameti daha üstündür. Annenin sütü yabancı bir kadının sütünden çocuk için daha iyidir. İbn Atiyye der ki: Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bütün arkadaşları, aynı şekilde eş-Şa'bİ, ez-Zührî, ed-Dahhak ve bir grup ilim adamı şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Bunun gibidir" âyetinden kasıt "zarara sokulmasın"dır. Yiyecek ve giyecekten ise herhangi birşey karşılaması icabetmez. İbnu'l-Kasım'ın Mâlik'ten rivâyetine göre âyet-i kerîme yiyecek ve giyeceğin de mirasçıya düştüğünü ihtiva etmektedir. Daha sonra bu, mirasçının zarar görmeyeceğine dair ümmetin icmaı ile neshedilmiştir. Burada görüş ayrılığı; acaba yiyecek ve giyecek karşılamak yükümlülüğü var mıdır yok mudur, hususu ile ilgilidir. Yahya b. Ya'mer ise çoğul olarak: " Mirasçılara düşen..." diye okumuştur. Bu ise umumu (bütün mirasçıları) kapsamayı gerektirir. Eğer Hazret-i Peygamber'in: "Zû rahim bir akraba ihtiyaç içerisinde iken verilen hiçbir sadakayı Allah kabul etmez" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, III, 117. âyetini delil gösterirlerse, onlara şöyle denilir: "Rahîm" tabiri zû rahim olan herkes hakkında mahrem olsun olmasın kullanılır. Sadakanın zû rahim olana verilmesinin daha evla olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in: "Onu yakın akrabalarına ver" "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe..." (Âl-i İmrân, 3/92) mealindeki âyeti inince Ebû Talha (radıyallahü anh)nin, Beyruha'yı tasadduk etmek istediğini belirtmesi üzerine Hazret-i Peygamber'in bu irşadını ihtiva eden bu hadisi: Buhâri, Zekât 44, Vekâlet 15, Vesâyâ 14, 17, 26, Tefsir 3. sûre 5, Eşribe 13; Müslim, Zekât 42, 43; Dârimî, Zekât 23; Muvatta’', Sadaka 2; Müsned, III, 141, 256, 285... gibi yerlerde uzun uzadıya zikredilmektedir. âyeti bunu gerektirir. İşte hadis buna göre yorumlanır ve onların maksatlarına uygun delil olacak bir tarafı kalmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Mirasçıya düşen de onun gibidir" âyetinden kastın, mirasçının zarar görmemesidir, sözü güzel bir açıklamadır. Çünkü insanların malları başkalarına yasaktır. Katt bir delil ile olması hali dışında, herhangi birşey o mallardan çıkartılıp verilemez. Bu babanın mirasçılarına düşer, diyenlerin görüşlerine gelince delilleri şudur: Nafaka babaya aittir. Dolayısıyla babanın mirasçıları oğulun mirasçılarından önce gelirler. Oğlun mirasçılarına aittir, diyenlerin deliline gelince onlar derler ki: Onun mirasını aldıkları gibi onun ihtiyaçlarını da karşılarlar. en-Nehhâs (devamla) der ki: Muhammed b. Cerir burada mirasçıdan kasıt oğlun kendisidir, diyenlerin görüşünü tercih ederdi. Her ne kadar bu garib bir görüş ise de bunu delil getirmek doğrudur ve bunun delil oluşu da gayet açıktır. Çünkü çocuğun malından harcamak, çocuk için en uygun olanıdır. Fukaha -cüzi istisnalar dışında- icma ile şunu belirtirler: Bir adamın eğer küçük bir oğlu varsa ve oğlunun da malı varsa baba da varlıklı ise babanın nafaka vermesi ve süt emme ücretini karşılaması icabetmez. Bunlar çocuğun kendi malından karşılanır. Şayet Yüce Allah: "Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği babasına aittir" diye buyurmaktadır, denilirse şöyle cevap verilir: Burada zamir müennes zamiridir. Bununla birlikte icma âyetin sınırını belirleyici ve onu beyan edicidir. Herhangi bir müslümanın bu icmaın dışına çıkması uygun değildir. Bu, anne babadan geriye kim kalırsa ona aittir, diyenlerin deliline gelince; annenin çocuğunu zayi etmesi câiz değildir. Kendisine de oğluna da infakta bulunan kimse ölmüş bulunmaktadır. (O halde anne çocuğuna sahiplenmelidir). Buhârî bu görüşü reddetmek üzere şöyle bir başlık kullanır: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Peki bundan kadına birşey düşer mi?" Bundan sonra da Umm Seleme ve Hind'in rivâyet ettikleri hadisleri nakleder. a) Bunun anlamı da şudur: Umm Seleme'nin Ebû Seleme'den oğulları vardı. Bu oğullarının da herhangi bir malları yoktu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a durumu sorunca bu konuda onun ecrinin de bulunacağını haber vermişti. Böylelikle bu hadis oğullarının nafakasını karşılamanın anneleri üzerinde vacip olmadığına delildir. Eğer anneye bu vacip olsaydı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Ben de onları terketmeyeceğim (yani onlara tasaddukta bulunacağım) demezdi. Hind'in hadisine gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) babanın malından, kendisinin ve çocuklarının nafakasını karşılamak hususunda serbest bırakmış ve bu nafakayı baba için vacip kıldığı gibi, kendisine vacip kılmamıştır. Buhârî bunu şuna delil göstermektedir: Babalar hayatta kaldıkları sürece, anneler çocukların nafakalarını karşılamak üzere yükümlü tutulmazlar. Aynı şekilde babaların ölümü halinde de anneler bunu sağlamakla yükümlü değildirler. Nafaka ve giyimini karşılamak, evlenilmesi haram olan bütün akrabalara (zû rahim muharram) düşer, diyenlerin delili de şudur: Erkek fakir olması halinde kendileriyle evlenmesi haram olan bütün akrabalarına infak etmekle (yiyeceklerini karşılamakla) yükümlüdür. en-Nehhâs der ki: Ancak bu görüşe yüce Allah'ın Kitabından da icmadan da sahih bir sünnetten de alınmış bir delil yoktur; hatta sözünü ettiklerimiz dışında bir görüş daha bilinmemektedir, denilerek itiraz edilmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın âyeti: "Mirasçıya düşen de bunun gibidir" şeklindedir. Eğer mirasçıya düşen yiyecek ve giyim ise onlar buna muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Geriye dayısı ve amcasının oğlu kalmış ise nafaka dayısına düşer, amcasının oğluna birşey düşmez. Ancak bu, Kur'ân-ı Kerîm'in nassına muhaliftir. Çünkü dayı hiçbir kimsenin görüşüne göre amca çocuğu ile birlikte olduğu takdirde miras almaz. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre ise tek başına olduğu takdirde de miras almaz. Kendisiyle evlenilmesi yasak olan (zû rahim muharram) herkese nafaka vermek gerekir, diye delil göstermelerine gelince; ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşte değildir. Yüce Allah'ın: "Eğer kendi rızalarıyla ve danışarak" iki seneden önce "sütten kesmek isterlerse ikisinin üzerine de bir vebal yoktur." Bu âyetteki "isterlerse"deki zamir anne-babaya aittir. "Fisâl" kelimesinin anlamı "sütten kesmek'tir. Yani annesinin sütü ile beslenmesini kesip başka gıdalarla beslenmesi yoluna gitmektir. Fisâl'ın asıl anlamı ayırmak demektir. Çünkü sütten kesme, küçük çocuk ile memeyi birbirinden ayırmaktır. Annesinin sütünden kesilmiş deve ve inek yavrusuna "el-fasîl" denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü annesinden ayınlmış olur. "ikisinin üzerine de bir vebal yoktur." Yani onu sütten kesmekten dolayı vebalde olmazlar. Yüce Allah, süt emzirme süresini iki yıl olarak tayin edince asıl sütten ayırmanın anne ve babanın onu ayırması olacağını beyan etmektedir. Bu konuda herhangi bir kimsenin anlaşmazlığı sözkonusu değildir. Şu kadar var ki anne ile baba çocuğa zarar vermeksizin bu sayıdan daha kısa bir süre üzerinde ittifak ederlerse, bu beyana göre bu da caizdir. Katâde der ki: İki yıl süre içerisinde süt emzirmek farz idi. Bundan önce sütten kesmek haramdı. Daha sonra yüce Allah'ın: "Eğer kendi rızalarıyla.. sütten kesmek isterlerse" âyeti ile iki yıldan daha aşağı bir süre süt emzirmek mubah kılındı. Yüce Allah'ın anne-babaya küçük çocuğun faydasına götürecek şeyler hakkında karşılıklı danışmayı mubah kılması, ahkâma ait hususlarda içtihadın câiz olduğuna bir delildir. Onların çocuğun menfaatini tesbit etmeleri ise hakikat ve yakin esasına değil de galip zanlarına bağlıdır. Teşâvür (karşılıklı müşavere yani danışma) görüşün uygun olanının ortaya çıkartılmaya çalışılmasıdır. Müşavere de meşûre de böyledir."Balı çıkarttım"; Nasıl yürüdüğünü ortaya çıkarmak için atı denedim"; demektir. Ev eşyasına "eş-şevâr" veya "eş-şivâr" denilir. Çünkü bakan kimsenin ilk gördüğü şeyler onlardır, "eş-şâre" kişinin hey'eti yani görünüşü, kılık-kıyafeti; "işaret" ise içinde bulunanı çıkarıp açığa vurmak demektir. Yüce Allah'ın: "Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz..." yani annelerin dışında çocuklarınıza süt verecek kimse tutmak isterseniz, demek olur. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir. en-Nehhâs da der ki: Arapçada bu ifadenin takdiri: Çocuklarınızın yabancı birisi tarafından süt emzirilmesini isterseniz, şeklindedir. Yüce Allah'ın: "(...........) yani "onlara ölçü ile yahut tartı ile verdiklerinde..." (el-Mutaffifin, 83/3) demektir. Bu âyette "lâm" harfinin (Türkçe'de Tefsiri yapılmakta olan bölümde ismin -i- hali'ni belirten takı ile diğer âyetteki -e- halini belirten takı) hazf edilmesinin sebebi, fiilin birisi harf ile olmak üzere iki mef'ûl almasıdır. Sîbeveyh şu beyiti zikretmektedir: "Ben sana hayır işlemeni emrettim; sen de yap emrolunduğunu; Çünkü ben seni (taşınır) mal ve taşınmaz mal sahibi olarak bırakmıştım." Bu sebebten: "Ben Zeyd'e dua ettim" anlamında "lâm" harfini kullanmadan demek doğru değildir. Çünkü bu, anlamın doğru anlaşılmasına engeldir. Bundan dolayı bu kabil ifadelerden semâ' (işitmeye) itibar edilir. Derim ki: Buna göre âyet-i kerimede babaların ve annelerin bu hususta ittifak etmeleri halinde sütanne tutmanın câiz oluşuna delil vardır. İkrime ise yüce Allah'ın: "Ne bir anne çocuğu sebebiyle... zarara sokulmasın" âyetinin anlamı sütanne tutmaktır. Bunu İbn Atiyye nakletmiştir. Asıl olan ise her annenin yüce Allah'ın bildirdiği şekilde çocuğunu emzirmekle mükellef olduğudur. Yüce Allah hanımlara çocuklarını emzirmelerini emretmekte ve buna karşılık yiyecek ve giyeceklerini -evlilik devam ettiği sürece- kocalar üzerindeki hakları olarak tesbit etmektedir. Eğer süt emzirmek babanın üzerinde bir hak olsaydı sözünü ettiği yiyecek ve giyecekleri ile birlikte zikretmesi gerekirdi. Şu kadar var ki diğer fakihler arasından yalnızca İmâm Mâlik soylu kadını istisna eder ve şöyle der: Böyle bir kadın için süt emzirme yükümlülüğü yoktur. O bu kabilden olan kadınları âyet-i kerimenin kapsamı dışında tutmuş ve bu âyet-i kerimeyi fıkıh usulünden asıl bir delil olan adet gereğince amel ile tahsis etmiştir. Bu asıl ilkenin İmâm Mâlik dışında farkına varan olmamıştır. Bunda asıl göz kamaştırıcı nokta ise böyle bir uygulama cahiliyye döneminde soylu kimseler arasında idi. İslâm geldi ve bunu değiştirmedi. Zengin ve soylu aileler süt emme yaşındaki çocukları sütannelere vermek suretiyle annelerin evlilik dışında işlerle uğraşmamalarını sağlamaya çalışmıştır ve bu İmâm Mâlik'in zamanına kadar böylece sürüp gelmiş; o da buna uygun görüş belirtmiştir. Aynı uygulama bizim zamanımıza kadar böylece devam edip gelmektedir. O bakımdan bunun bizim için şer'î bir hüküm olduğu muhakkaktır. Yüce Allah'ın: "Verdiğinizi teslim etmeniz şartıyla..." âyetinde kastedilenler babalardır. Yani, sizler süt emziren sütanneye ücreti teslim ettiğiniz takdirde, demek olur. Bunu Süfyan söylemiştir. Mücâhid der ki: Annelere sütanne tutmak isteyeceğiniz vakte kadar, süt emzirmeleri hesabına göre ücretlerini teslim ettiğiniz takdirde... demektir. Yedi kıraat İmâmından altı tanesi "verdiğinizi" anlamında olmak üzere: şeklinde okurken; İbn Kesîr "getirdiğiniz ve yaptığınız" anlamında: diye okumuştur. Nitekim Züheyr şöyle demektedir: "Hayır diye her ne varsa onu yaptılar, çünkü; Bundan da önce babalarının ataları bunu miras olarak devralmışlardı." Katâde ve Zührî der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Sütanne tarafından süt emzirilmesini isteyip razı olduğunuzu kabul ettiğiniz takdirde; yani anne babadan her birisi bunu teslim eder ve buna razı olursa, demektir. Bu şekilde bir karar her iki tarafın ittifakı ve hayır olanı, ma'ruf olanı dilemesi esası ile olur. Bu ihtimale göre: "Teslim etmeniz" hitabına erkekler ve kadınlar girer. Önceki iki görüşe göre ise hitap erkekleredir. Ebû Ali der ki: Âyetin anlamı şudur: Sizler nakit olarak verdiğiniz ücreti teslim etmeniz yahut onu ödemeniz halinde... Burada muzaf (tercümede; nakit olarak) hazfedilip zamir onun yerine geçmiştir. Bu durumda ifade: "Verdiğiniz o şeyi..." anlamında olup zamir hazf edilmiştir. Bu açıklamaya göre de hitap erkekleredir. Çünkü emzirme ücretini verecek olanlar onlardır. Ebû Ali der ki: masdar için olması ihtimali vardır. Yani, sizler vereceğinizi teslim etmeniz halinde... demek olur. Ve buna göre mana da birincisi gibi olur... Ama muzaf, hazfedilerek sıfata ihtiyaç kalmamıştır. Bilahare zamir de hazf edilmiştir. 234İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenlerin zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler. Sûrelerini bitirdikleri takdirde artık onların kendileri hakkında ma'ruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmibeş başlık halinde sunacağız: Görüleceği gibi yirmibeş başlık âyetin "... beklerler" diye biten ilk cümlesine dair açıklamaları ihtiva eder. Sonraki bölümlerine dair açıklamalar da üç başlık halinde sunulacaktır. 1- Kocasının Vefatı Dolayısıyla Kadının İddeti: Yüce Allah boşama dolayısıyla iddeti ve buna bağlı olarak süt emzirmeyi sözkonusu etti; bundan sonra da: "İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenler..." âyeti ile de kocası vefat edenlerin iddetini zikretti. Böylelikle herhangi bir kimse kocası vefat etmiş olan kadının iddetinin boşama iddeti gibi olduğu vehmine kapılmasın. "İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenlerin" yani zevceleri olduğu halde içinizden ölen erkeklerin "zevceleri kendiliklerinden... beklerler." Bu manada açıklamayı ez-Zeccâc yapmış, en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Arapçada mübtedanın hazfı (mealde açığa çıkartılarak "zevceleri" denilmiş bulunuyor) pek çoktur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "De ki: O yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim mi? (O) ateştir." (el-Hacc, 22/72) Burada mübtedâ olan "o" hazfedilmiştir. Ebû Ali el-Farisî de der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: İçinizden vefat edip de geriye zevceler bırakanların zevceleri onlardan sonra... beklerler. Bu kişinin: Yağın iki menni bir dirhemedir; yani ondan iki men bir dirhem karşılığındadır, demesine benzer. Şöyle de denilmiştir: İfadenin takdiri şöyledir: Sizden vefat eden erkeklerin hanımları... beklerler. Böylelikle ibare oldukça veciz bir şekilde gelmiştir. el-Mehdevî'nin Sîbeveyh'ten naklettiğine göre âyetin anlamı şöyledir: Size okunan âyetler arasında şu da vardır: İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenlerin.... Bu lâfzın anlamı ise -önceden de geçtiği gibi- iki şekilden birisine göre; neyin meşru olduğunu haber vermektir. 2- Bu Âyet Umumu İfade Eden Husustur: Bu âyet-i kerîme kocası vefat etmiş kadının iddeti hakkındadır. Âyetin zahiri umum ifade etmektedir. Ancak anlamı husus ifade eder. el-Mehdevî'nin bazı ilim adamlarından naklettiğine göre âyet-i kerîme hamile kadınları da kapsamaktadır. Daha sonra bu, yüce Allah'ın: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır" (et-Talâk, 65/4) âyeti ile neshedildi. İlim adamlarının çoğunluğuna göre bu âyet-i kerîme (daha sonra gelecek olan) yüce Allah'ın: "İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edecekler, eşlerine çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler." (el-Bakara, 2/240) âyetini neshetmiştir. Çünkü insanlar (müslümanlar) İslâm'ın gelişinden itibaren bir süre şu uygulamayı sürdürdüler: Koca vefat edip de geriye hanımım hamile bırakacak olursa, kocası bir yıllık masrafının sağlanmasını ve evlenerek evden çıkmadıkça evde iskan olmasını vasiyet ederdi. Daha sonra bu, dört ay on gün iddeti emreden âyet ile ve miras âyetiyle neshedildi. Bazdan da şöyle der: Bu buyruklarda bir nesih sözkonusu değildir. Sadece seneden eksiltmek sözkonusudur. Nitekim yolcunun namazının dört rek'atten iki rekate eksiltilmesi bir nesh sayılmaz. Ancak böyle bir iddia apaçık bir yanlışlıktır. Çünkü önceleri kadının hükmü evinden çıkmaması şartıyla bir sene iddet beklemek şeklinde idi. Eğer çıkacak olsaydı ona engel olunmazdı. Fakat daha sonra bu hüküm izale edildi ve dört ay on gün iddet beklemeye mecbur kılındı. İşte nesih de budur. Misafirin namazı ise buna benzemez. Âişe (r. anha) şöyle demiştir: Namaz (önceleri) ikişer rekat olarak farz kılındı. Daha sonra ikamet halindeki namaz kaldırıldı ve sefer (yolculuk) namazı ise olduğu halde bırakıldı. Buhârî, Salât 1, Taksir 5; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 1-3; Ebû Dâvûd, Sefer 1; Nesâî, Salât 3; Dârimî, Salât 179; Muvatta’', Kasru's-Salâti fi's-Sefer 8. İleride bu Hadîs-i şerîf (en-Nisa, 4/101. âyetin tefsirinde) gelecektir. 3- Kocası Vefat Etmiş Hamile Kadının İddeti: İlim adamlarının Cumhûruna göre kocası vefat etmiş hamile kadınların iddeti doğum yapmakla biter. Ali b. Ebî Tâlib ve İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre ise böyle bir kadının iddeti iki iddetten daha uzun olanıdır. İlim adamlarından Suhnun da bunu tercih etmiştir. İbn Abbâs'tan bu görüşünden döndüğü de rivâyet edilmiştir. Hazret-i Ali ve İbn Abbâs'tan gelen rivâyetin delili yüce Allah'ın şu buyruklarım bir arada mütalaa etmektir: "İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenlerin zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler" âyeti ile: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır" (et-Talâk, 65/4). Eğer kadın bu şekilde iki iddetten daha uzak olanı bekleyecek olursa bu iki âyet gereğince amel etmiş olur. Şayet doğum yapmak suretiyle iddetini sona erdirirse kocası vefat etmiş kadının iddetiyle ilgili âyet gereğince ameli terketmiş olur. Usul âlimlerinin ittifakı ile; iki hükümle birlikte amel etmek (cem') tercihten daha iyidir. Eğer Eslemli Sübey'a'nın hadisi bu konuda zihni bulandırmayacak olsaydı bu, güzel bir bakış açısıdır. Eslemli Sübey'a ile ilgili tıadis-i şerifte belirtildiğine göre; o, kocasının vefatından birkaç gün sonra doğum yaptı. Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hatırlatınca Hazret-i Peygamber ona evlenmesini emretti. Bu hadisi (Buhârî) Sahih'inde rivâyet etmiştir. Buhârî, Meğâzî 10, Talâk 39; Müslim, Talâk 56, 57; Ebû Dâvûd, Talâk 47; Tirmizî, Talâk 17; Nesâî, Talâk 56; İbn Mâce, Talâk 7; Dârimi, Talâk 11; Muvatta’', Talâk 85, 86. Böylelikle bu Hadîs-i şerîf: "Hamile kadınların iddeti, yüklerini bırakmalarıdır" âyetinin, hem boşanmış kadınlar, hem de kocalan vefat etmiş kadınlar hakkında umumi olduğunu ve kocası vefat etmiş kadının iddetinin, bu iki türden hamile olmayana has olduğuna hamledildiğini ortaya koymaktadır. Bu görüş İbn Mes’ûd'un şu sözleriyle de kuvvet kazanır: İsteyen ile kısa Nisa Sûresi'ndeki âyetin (Talâk Sûresi'ndeki âyetin) kocası vefat etmiş kadının iddeti ile ilgili âyetten sonra nazil olduğu hususunda lanetleşebilirim. Ebû Dâvûd, Talâk 47; İbn Mâce, Talâk 7; yakın ifadelerle; Buhârî, Tefsir 2. sûre 41 ve 65. sûre 2 İlim adamlarımız der ki: Bu ifadesinin zahirinden sonra inen bu âyetin öncekini neshettiği anlaşılmakta ise de onun anlatmak istediği bu değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Onun asıl kastetmek istediği sonradan inen (Talâk Sûresi'ndeki) âyetin, vefat ile ilgili iddeti sözkonusu eden âyeti tahsis ettiğidir. Sonra inen âyet-i kerîme öncekinin kapsadığı bazı türleri dışarıda bırakmıştır. Aynı şekilde Sübey'a ile ilgili Hadîs-i şerîf de kocası vefat etmiş kadının iddeti ile ilgili âyetten sonra varid olmuştur. Çünkü Sübey'a olayı Veda Haccı'ndan sonra olmuştur. Kocası ise Sa'd b. Havle idi. Sa'd, Âmir b. Lueyoğullarından olup Bedir'e katılmışlardan birisidir. Hanımı hamile iken o sırada (Veda haccında) Mekke'de vefat etmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'de vefat etmesinden dolayı haline üzüldüğü kişi odur. Bk. Buhârî, Cenâiz 37, Menâkıbu'l-Ensâr 49, Ferâiz 6; Müslim, Vasiyyet 5; Muvatta’', Vasiyyet 4. Sübey'a kocasının vefatından onbeş gün sonra doğum yapmıştı. Buhârî ise kırk gün sonra demektedir. Müslim de Ömer b. Abdullah b. el-Erkam yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte rivâyet ettiğine göre Sübey'a, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu hususta soru sormuş ve devamla demiştir ki: Hazret-i Peygamber bana doğumumu yapmamla birlikte (evlenmemin) helâl olduğuna dair fetva verdi ve uygun gördüğüm takdirde evlenebileceğimi buyurdu. Müslim, Talâk 56. İbn Şihab der ki: Kanında olsa dahi doğum yaptığı takdirde evlenmesinde bir mahzur görmüyorum; şu kadar var ki temizleninceye kadar kocası ona yaklaşamaz. Müslim, aynı yer. İlim adamlarının Cumhûru ve fukahanın İmâmları da bu görüştedir. el-Hasen, eş-Şâbi, en-Nehaî ve Hammâd ise, lohusa kadın lohusalığının kanı devam ettiği sürece nikâhlanamaz. Buna göre iki şart koşmuş olurlar. Birincisi doğum yapması, ikincisi de nifas (lohusalık) kanından temizlenmesidir. Ancak hadis onlar aleyhine bir delildir. Müslim'in Sahih'i ile Ebû Dâvûd'un Sünen'inde geçtiği üzere: "Lohusalığından iyileşti mi evlilik kastı ile kendisine talip olacaklar için süslendi" Müslim, aynı yer; Ebû Dâvûd, Talâk 47. ifadesinde lehlerine bir delil yoktur. Çünkü "iyileştiğinde" ifadesi asıl anlamı itibariyle -el-Halü'in belirttiğine göre- lohusalık kanından temizlenince anlamına gelmekle birlikte; bu lafızla lohusalığın acılarından iyileşmesinin kastedilmesi ihtimali de vardır. Yani ağrılarından kurtulunca demek olur. Eğer bunun el-Halil'in söylediği anlama geldiği kabul edilse dahi yine onlar lehine bir delil olamaz. Çünkü asıl delil Hazret-i Peygamber'in Sübey'a'ya: "Doğumunu yapmanla, birlikte helâl oldun" sözüdür. Böylelikle Hazret-i Peygamber doğumunu yapmakla birlikte helâl olduğunu belirtmiş ve evlenmesinin helâl oluşunu doğum yapmasına bağlı kılmıştır. "Kanın kesildi mi veya temizlendin mi" diye buyurmamıştır. O bakımdan Cumhûrun söylediğinin sahih (ve doğru) olduğu anlaşılmış olmaktadır. 4- Boşanmış Hamile Kadının İddeti: Kocası ister ona ri'cat yapabilsin, ister yapmak hakkı bulunmasın, ister hür ister cariye, ister müdebbere Müdebber: Hürriyetine kavuşması, efendisi tarafından kendisinin ölümü şartına bağlı kılınan köle; müdebbere ise böyle olan cariye; isterse de mükâtebe Mükâteb: Efendisiyle belli bir bedel ödemek karşılığında hürriyetine kavuşmak üzere anlaşmış köle; mükâtebe ise böyle bir akid yapmış câriye demektir. olsun, boşanmış hamile her kadının iddetinin, doğumunu yapması olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Fakat önceden de geçtiği gibi kocası vefat etmiş hamile kadının iddeti hakkında farklı görüşleri vardır. Bununla birlikte ihtilaf sözkonusu olmaksızın hepsi kendi aralarında şunu kabul etmişlerdir: Bir erkek vefat etse geriye hamile bir hanım bırakacak olsa ve bu kadın dört ay on gün bekleyecek olsa doğum yapmadıkça helâl olmaz. Böylelikle asıl maksadın doğum yapmak olduğu öğrenilmiş olur. 5- Kocası Ölmüş Kadın Nerede İddet Bekler? Yüce Allah'ın: "Beklerler" âyetindeki (beklemek anlamına gelen): et-terabbus: Nikâhtan uzak durmak için kendisini tutmak ve bu konuda ağır davranmak, evlilik meskeninden geceleyin oradan ayrılmamak suretiyle çıkmayı terketmek demektir. Yüce Allah, boşanmış kadın için sözkonusu ettiği şekilde Kitab-ı Aziz'inde kocası vefat etmiş kadın lehine süknâdan söz etmemektedir. Boşanmış kadınlar hakkında yüce Allah: "Onları... iskân edin" (et-Talâk, 65/6) diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah'ın Kitabında iddet lâfzında ihdâda (kadının ölen kocası dolayısıyla yas tutmasına) delalet eden birşey de yoktur. Yüce Allah sadece "beklerler" diye buyurmaktadır. Bütün bunları ise sünnet beyan etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den vefat esnasında kadının iddet beklemesinin ihdâd ile birlikte olacağına dair gelen rivâyetler birbirini desteklemektedir. İhdâd ise kadının süslenmekten, güzel şekilde boyanmış elbiselerden, koku sürünmekten ve benzeri şeylerden uzak durmasıdır. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ise şöyle der: İhdad diye birşey sözkonusu değildir. Kadının asıl yapması gereken evlenmekten uzak durmasıdır. Süslenebilir, koku sürünebilir. Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü bu, -yüce Allah'ın izniyle birazdan açıklayacağımız gibi- sünnete muhaliftir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ise kocası vefat etmiş bulunan Mâlik b. Sinan'ın kızı Furey'a'ya şöyle dediği sabittir: "Yazı vadesini dolduruncaya (iddetin bitinceye) kadar evinde dur." Furey'a der ki: Ben de orada dört ay on gün iddet bekledim. Bu sabit bir hadis olup bunu Mâlik, Said b. İshak b. Ka'b b. Ucre'den rivâyet etmiştir. Muvatta’', Talâk 87; Ebû Dâvûd Talâk 44; Tirmizî, Talâk 23; Nesâî, Talâk 60. Bu hadisi ondan Mâlik, es-Sevrî, Vuheyb b. Halid, Hammâd b. Zeyd, Îsa b. Yûnus, pek çok kimse ile birlikte İbn Uyeyne, el-Kattan ve Şu'be de rivâyet etmişlerdir. Ayrıca Mâlik bunu İbn Şihab'tan da rivâyet etmiştir ki bu delil olarak yeter. el-Baci der ki: Mâlik'ten bundan başka (bir görüş) rivâyet edilmiş değildir. Osman b. Affan da bu görüşü kabul etmiştir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Kocası vefat etmiş kadının evinde iddet bekleyeceği hususunda bu Hadîs-i şerîf gereğince hüküm verilmiştir. Bu, Hicaz ve Irak ilim adamları katında meşhur ve bilinen bir hadistir ki kocası vefat etmiş olan kadın evinde iddet bekler ve oradan çıkmaz. Aynı zamanda bu Hicaz, Şam, Irak ve Mısır bölgelerinde fukaha olan bir grubun da görüşüdür. Dâvûd ise kocası vefat etmiş olan kadının evinde iddet beklemek zorunda olmadığı, dilediği yerde iddet bekleyebileceği görüşünde idi. Çünkü süknâ Kur'ân-ı Kerîm'de boşanmış olan kadınlar hakkında varid olmuştur. Yine onun bu konudaki delillerinden birisi de mes'elenin ihtilaflı bir mes'ele olduğu şeklindedir. Bunlar derler ki: Bu Hadîs-i şerîfi ilim sahibi olmakla tanınmamış bir kadın rivâyet etmektedir. Süknânın vacip olduğunu söylemek ise, bir hükmün vacip olduğunu söylemektir. Hükümler ise Allah'ın Kitabının nassı ile yahut sünnet veya icma ile vacip olur. Ebû Ömer der ki: Bu konuda sünnet -Allah'a hamdolsun- sabittir. İcmaa gelince sünnetin varlığı dolayısı ile ona ihtiyaç yoktur. Çünkü bir mes'ele hakkında görüş ayrılığı sözkonusu olduğu takdirde sünnete uygun olan görüş delili kuvvetli olan görüştür. Başarı Allah'tandır. Ali, İbn Abbâs, Cabir ve Âişe (radıyallahü anhüm)'dan Davud'un görüşüne benzer rivâyetler vardır. Cabir b. Zeyd, Atâ ve Hasan-ı Basrî de bu görüştedir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah: "Kendiliklerinden dört ay on gön beklerler" diye buyurmuştur. Evlerinde iddet beklerler, diye buyurmamıştır. Nerede dilerse iddetini orada bekleyebilir. Bu görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Abdürrezzak der ki: Bize Ma'mer ez-Zührî den anlattı, o Urve'den dedi ki: Âişe -kocası Talha b. Ubeydullah öldürüldüğünde- kızkardeşi Umm Külsüm ile birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye yola çıktı. Âişe, kocası vefat etmiş kadının iddeti içerisinde çıkabileceğine dair fetva veriyordu. Dedi ki: Bize es-Sevri de Ubeydullah b. Ömer'den rivâyet ettiğine göre o el-Kasım b. Muhammed'i şöyle derken dinlemiş: İnsanlar bunu ondan kabul etmedi. (Abdürrezzak) der ki: Bize yine Ma'mer ez-Zührîden naklederek dedi ki: Kocası vefat etmiş kadın hakkında ruhsat yolunu seçenler Âişe'nin sözünü, vera' ve azimeti tercih edenler de İbn Ömer'in sözünü kabul etmişlerdir. Muvatta’''da belirtildiğine göre de Ömer b. el-Hattâb kocaları vefat etmiş olan kadınları el-Beyda'dan geri çeviriyor ve hacca gitmelerine engel oluyordu. Muvatta’', Talâk 88. Bu Hazret-i Ömer'den içtihada dayalı olarak yapılmış bir uygulamadır. Çünkü o kocası vefat etmiş olan kadının, kocasının evinde iddet beklemesinin kadın için bağlayıcı bir hüküm olduğu görüşünde idi. Kur'ân ve sünnetin gereği de budur. O bakımdan iddeti bitinceye kadar böyle bir kadının hac ya da umre için evinden çıkması câiz olmaz. Mâlik de der ki: İhrama girmediği sürece geri döndürülür. İbn Abdi'l-Berr'in bu açıklamaları için bk. el-İstizkâr XVIII, 181 vd. 6- Kadının İddet Bekleyeceği Kocasının Evi Satılabilir mi? Şayet koca meskenin sahibi ise kadın meskende iddet beklemek hakkına sahiptir. Fukahanın çoğu da bu görüştedir. Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed ve başkaları Furey'a hadisi dolayısıyla bu görüştedir. Ev, ölenin mülkiyetinde olduğu takdirde ve mirasçılar da isteyecek olursa böyle bir evin satılması câiz olur mu? Arkadaşlarımızın (Maliki mezhebi âlimlerinin) Cumhûrunun kabul ettiği görüşe göre bu caizdir, ancak kadın adına o evde iddet beklemesi şartı da koşulur. İbnu'l-Kasım der ki: Çünkü kadın o evde süknâ hakkına alacaklılardan daha çok sahiptir. Muhammed b. el-Hakem de der ki: Böyle bir satış fasittir. Çünkü kadın iddeti konusunda şüpheye düşebilir ve iddeti uzayıp gidebilir. İbnu'l-Kasım'ın görüşü şöyle açıklanabilir: Çoğunlukla böyle bir şüphenin olmayacağıdır. Şüpheye düşmek ise nadiren görülen bir husustur. Bu ise akidlerin fasid olmasını etkilemez. Eğer bu şart ile satış gerçekleşir ve kadın da iddetinde şüpheye düşerse Mâlik, Muhammed'in Kitabı'nda şöyle der: Şüphe sona erinceye kadar orda kalma hakkına o daha çok sahiptir. Bizim daha çok sevdiğimiz husus ise; müşterinin böyle bir satışı feshetmek veya kabul etmek hususunda muhayyerlik hakkına sahip oluşu ve rücû' edip herhangi bir şey alamayacağı şeklindedir. Çünkü o (müşteri) iddet bekleyen bir kadının iddeti sözkonusu iken sonradan oraya girmiştir. Şayet şüphenin ortadan kalkması şartı ile satış gerçekleşmiş ise, o satış fasid olur. Suhnun da der ki: Kadının şüphesi beş yıl devam edip gitse dahi müşteri lehine delil sözkonusu değildir. Çünkü o iddet bekleyen bir kadının hakkı üzerinde akid yapmıştır ve bu iddet beş yıl sürebilir. Ebû Zeyd de İbnu'l-Kasım'dan buna yakın bir rivâyette bulunmuştur. 7- Koca Meskene Mâlik Değil ve Onu Kiralamış İse: Şayet kocanın sadece orada iskân olma hakkı var, fakat evin mülkiyetine sahip değil ise, iddet süresi İçerisinde -Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye halifen- süknâ hakkına sahiptir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -kocasının evin kendisine malik olmadığı bilinmekte olan-: Fürey'a'ya: "Kitap süresini dolduruncaya kadar (iddetin bitene kadar) evinde kal!" demiştir. Burada: Ev Fürey'a'ya aittir, denilemez. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz ona: "Evinde kal" demiştir. Çünkü Ma'mer'in ez-Zührî'den rivâyet ettiğine göre Furey'a Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kocasının öldürüldüğünü sözkonusu etmiş, kendisine ait olmayan bir meskende kocasının kendisini bıraktığını belirtmiş ve ayrılmak için izin istemişti. Zührî daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikretmektedir. Mânâ bakımından bizim lehimize olan delil de şudur: Kocası başka herhangi bir mükellefiyetin sözkonusu olmadığı bir mülkiyet yoluyla o evde sakin olma hakkına sahip olduğu bir ev bırakmıştır. O bakımdan hanımın da orada iddet beklemesi lazımdır. Bu görüşün asıl delili ise; bizzat evin kendisine malik olması halinde (hanımın, iddeti o evde beklemekle yükümlü oluşudur). 8- Kocası Evin Kirasını Ödememiş İse: Bu durum evin kirasını ödemiş olması halinde böyledir. Şayet kirayı ödememiş ise el-Müdevvene'de kaydedildiğine göre; böyle bir kadının ölenin malında lehine süknâ hakkı (kocası zengin olsa dahi) yoktur. Çünkü kadının hakkı ancak tam bir mülkiyet ile malik olduğu süknaya taalluk eder. Bedeli nakit olarak ödenmediği sürece de oraya (kira menfaati olarak) tam bir mülkiyet ile malik olamaz. Bunun yerine sadece elinde bulunan kira bedeline maliktir. Kadının ise -süknâ müstesna- bunda ancak miras yoluyla bir hakkı vardır. Çünkü bu bir maldır, süknâ değildir. Muhammed, Mâlik'ten kiranın ölenin malından ödenmesi gerektiğini rivâyet etmektedir. 9- Hazret-i Peygamberin: "Evinde Bekle!" Âyetinin Yorumu: Hazret-i Peygamber'in Furey'a'ya: "Kitap vadesini dolduruncaya (iddet bitene kadar) evinde dur" buyurmasının şu anlamlara gelme ihtimali vardır: Kocası meskenin kirasını vermiş olduğundan dolayı ona bunu emretmiş olabilir yahut vefat edene kadar bu mesken kocasına verilmiş olabilir yahut ev sahipleri Furey'a'ya kiralı ya da kirasız olarak orada iddet beklemesine müsaade etmiş olabilirler ya da Hazret-i Peygamber'in iddeti bitene kadar orada kalmasını gerekli gördüğü -Allah'ın bildiği- başka herhangi bir durum sözkonusu olabilir. 10- Kocasının Vefat Haberini Kendi Evinden Başka Yerde Alan Kadın Nerede İddet Bekler? Kocasının vefat haberini evli olarak yaşadıktan evden başka bir yerde alan kadın hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik b. Enes kocasının meskenine ve kaldığı yere dönmesini emreder. Bu görüşü Ömer b. Abdülaziz (radıyallahü anh)'dan rivâyet eder. Said b. el-Müseyyeb ve en-Nehaî ise haber kendisine nerede ulaşmış ise orada iddet bekler; iddeti sona erinceye kadar oradan ayrılmaz, derler. İbnu'l-Münzir der ki: Malikin görüşü sahih olandır. Ancak kocası onu bir başka yere nakletmiş ise o yerden ayrılmaz. 11- İddet Bekleyen Kadının İddet Yerinden Çıkması ve Yas Tutması: Kadının, insanların sabahleyin etrafa yayıldıkları zamandan itibaren, akşamdan sonra ortalık sakin oluncaya kadar ihtiyaçlarını karşılamak üzere çıkması caizdir. Ancak o evden başka bir yerde geceyi geçiremez. Buhârî ve Müslim'de Umm Atiyye'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kadın ölmüş hiçbir kimseye üç günden fazla yas tutmaz. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutar. Boyalı ipliklerle dokunmuş olan elbise dışında boyanmış elbise giyinmez. Sürme çekmez. (Ay halinden temizlenmesi dışında) kokuya elini sürmez. (Temizlendiği vakit de) bir parça kust veya ezfar (kokusundan) alır." Buhârî, Hayz 12, Talâk 48-49; Müslim, Talâk 66; Ebû Dâvûd, Talâk 46; Nesâî, Talâk 64; İbn Mâce, Talâk 35. Umra Habibe'den gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kadının koca için olan dört ay on günlük yas müstesna, üç günden fazla yas tutması helâl değildir." Buhârî, Cenâiz 31, Talâk 46, Müslim, Talâk 62; Tirmizî, Talâk 18; Nesâî, Talâk 55. İhdâd (yas tutmak); kadının giyim, koku, süslenme, sürme, kına yakma gibi iddeti içerisinde olduğu sürece bütün zinetleri terketmesidir. Çünkü zinet kocaların talip olmalarına bir çeşit davettir. Böyle bir yolu kesmek ve yüce Allah'ın yasaklarının çiğnenmesini önlemek için bunlar ona yasaklanmıştır. Kadının zeytinyağı ile ya da susam yağı ile başını yağlaması koku sürünmek değildir. Yas tutan kadın için "hâdd" ve "muhidd" denilir. el-Asmaî, bunun "haddet" diye fiil olarak kullanıldığını bilmiyoruz, der. 12- Müslüman Olmayan Kadının thdadı (Yas Tutması): Hazret-i Peygamber'in burada "îman " ile kadını nitelendirmesi Mâlikî mezhebindeki kocası vefat etmiş kitap ehli kadın ile ilgili iki görüşten birisinin sahih olduğunun delilidir. Bu görüşe göre böyle bir kadın için ihdad (yas tutma) sorumluluğu yoktur. Bu, İbn Kinane ve İbn Nâfi'in de görüşüdür. Eşheb bunu Mâlik'ten rivâyet ettiği gibi Ebû Hanîfe ve İbnu'l-Münzir de bu görüştedirler. İbnu'l-Kasım'ın ondan (Mâlik'ten) rivâyetine göre tıpkı müslüman bir kadın gibi ihdad ile mükelleftir. el-Leys, Şâfiî, Ebû Sevr ve bütün arkadaşlarımız (Mâlikî Mezhebi âlimleri) bu görüştedir. Çünkü bu, iddet hükümlerinden bir hükümdür. O bakımdan mesken ve iddetin lüzumu gibi, müslüman erkeğin hanımı olan kitap ehli kadın için de ihdâd lüzumludur. 13- Koca Dışındakiler İçin Yas Tutmak: Hazret-i Peygamber'in: "Üç günden fazla., koca müstesna" âyeti müslüman kadınların kocaları dışındakiler için üç günden fazla yas tutmalarının haram olduğuna üç gün süre ile de onlar için yas tutmanın mubah olduğuna delildir. Bu saymaya ilk geceden başlar üçüncüsünün sonuna kadar devam eder. Onun yakını eğer bir günün ya da gecenin geri kalan kısmında vefat etmiş ise onu hesaba katmaz ve gelecek olan ilk geceden itibaren hesaba başlar. 14- Hadisin Kapsamına Giren Zevceler: Bu hadis umumu itibariyle kocası vefat etmiş bütün kadınları kapsamına alır. Bu hadisin kapsamına cariyeler, hür kadınlar, yaşlı, küçük hepsi girer. İlim adalarının Cumhûrunun görüşü de budur. Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre ise cariye ve küçüğün yas tutma yükümlülüğü yoktur. Kadı Ebû'l-Velid el-Baci Ebû Hanîfe'den nakletmektedir. İbnu'l-Münzir der ki: Zevce olan cariye hem zevceler kapsamına hem de konu ile ilgili haberlerin genel ifadesinin kapsamına girer. Bu Mâlik ve Şâfiî'nin Ebû Sevr'in ve rey ashabının da görüşüdür. Bu konuda ben herhangi bir kimseden muhalif bir görüş bellemiş değilim. Efendisi ölen um veledin ihdad (yas tutma) yükümlülüğü hakkında ihtilafa düştüklerini de bilmiyorum. Çünkü um veled zevce değildir. Hadisler ise ancak zevceler hakkında varid olmuştur. el-Baci der ki: Küçük eş eğer emir ve nehyi aklıyla kavrayan ve kendisi için çizilen sınırlara bağlı kalan bir durumda ise, ona ihdad yapması emrolunur. Eğer küçüklüğü dolayısıyla bunlardan herhangi bir şeyi idrak edemiyorsa İbn Muzeyn'in Îsa'dan rivâyetine göre, onun yakınları (bu durumdaki) kadının uzak durduğu herşeyden onu uzak tutar ve bu onun için lazımdır. Küçük için de ihdadın vücubunun delili Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen aşağıdaki rivâyettir. Buna göre bir kadın, kocası vefat etmiş ve gözlerinden rahatsızlanan kızı hakkında sürme çekip çekemeyeceği hakkında soru sormuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "hayır" cevabını vermiş ve bunu iki ya da üç defa sorunca her seferinde yine "hayır" diye buyurmuş Buhârî, Talâk 46; Müslim, Talâk 58; Muvatta’', Talâk 103; Ebû Dâvûd. Talâk 43; Tirmizî, Talâk 18; Neaût, Talâk 63. ve kızının yaşını sormamıştır. Şayet hüküm büyüklük ve küçüklüğüne göre değişecek olsaydı, hükmü beyan edebilmek için onun yaşını da elbette ki sorardı. Bu gibi durumlarda ise beyanın te'hir edilmesi câiz değildir. Aynı şekilde vefat dolayısıyla iddet beklemesi hazım olan her bir kadının büyük kadın gibi ihdad (yas) tutması da lazımdır. 15- Kına Yakmak ve Süslenmenin Kapsamı: İbnu'l-Münzir der ki: Kına yakmanın yasaklanmış bulunan süslenmenin kapsamına girdiği hususunda görüş ayrılığı bilmiyorum. İlim adamları iddet bekleyen bir kadının aspur ile boyanmış elbiseler giymesinin câiz olamayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Bundan tek istisna siyah ile boyanmış olan elbiselerdir. Urve b. ez-Zübeyr, Mâlik ve Şâfiî böyle bir elbisenin giyilmesine ruhsat vermiş; ez-Zührî mekruh görmüştür. ez-Zührî der ki: Böyle bir kadın dokunmadan önce boyanmış ipliklerden yapılmış elbiseleri dahi giyemez. Ancak bu hadise muhaliftir. Bk. 11. başlıkta 1 no'lu not. el-Müdevvene'de ise İmâm Mâlik şöyle demektedir: Boyalı iplikten yapılan ince Yemen kumaşlan giyemez. Ancak Mâlik bu tür kumaşların kaba olanının giyilebilmesi hususunda genişlik tanımaktadır. İbnu'l-Kasım der ki: Çünkü böyle bir kumaşın incesi boyanmış kumaşlar kabilindedir. İpek keten ve pamuk elbiselerin incesini de kabasını da giyinemez. İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellediğim herkes beyaz elbise giymeye müsaade etmiştir. Kadı İyaz da der ki: Şâfiî, zinet olan her türlü boyamaya ister ince ister kalın olsun, yas tutan kadının dokunamayacağı görüşündedir. Buna yakın bir görüş de Kadı Abdülvehhab'a aittir. O şöyle demektedir: Kadınların kendileri ile kocalarına karşı süslendikleri bütün renklerden yas tutan kadın uzak dursun. Kimi müteahhir hocalarımız süs için kullanılan güzel, kaliteli, beyaz renklileri yasaklamıştır. Üstün değerli siyah renkliler de aynı durumdadır. İbnu'l-Mevvaz da İmâm Mâlik'ten şunu rivâyet etmektedir: Demirden dahi olsa süs eşyası giyinemez. Genel olarak, kadının süslenmek için, süs eşyasının kullanıldığı şekilde her hangi bir şeyi yas tutan bir kadın giyinemez. Mezhep âlimlerimiz mücevherat, yakut ve zümrüt hakkında açıkça bir ifade kullanmamakla birlikte bunlar da "süs eşyası" kavramı içerisine girerler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16- Kocası Vefat Etmiş Kadının Yas Tutmasının Hükmü: Kocası vefat etmiş kadının yas tutması (ihdad)nın vücubu üzerinde el-Hasen dışında bütün ilim adamları icma etmişlerdir. el-Hasen bunun vacip olmadığını söylemiştir. Bu konuda Abdullah b. Şeddad b. el-Hâd'ın, Esma bint Umeys'ten yaptığı şu rivâyeti delil gösterir. Esma der ki: Cafer b. Ebi Talib şehid olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana: Üç gün süreyle siyah yas elbiselerini giyin sonra da dilediğini yap" diye buyurdu. Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsûr, Beyrut 1414/1994, III, 75 İbnu'l-Münzir der ki: Hasan-ı Basrî sair ilim ehli arasında yas tutmanın sözkonusu olmadığı görüşünde idi. O derdi ki: Üç talâk ile boşamış kadın ile kocası vefat etmiş kadın sürme çeker, kına yakar ve dilediklerini yapar. Halbuki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kadının yas tutacağına dair haberler sabit olmuştur. Bu haberler kendisine ulaşmış bir kimsenin bunları kabul etmekten başka yapacak birşeyi olmaz. Belki bu haberler el-Hasen'e ulaşmamıştır yahut da ulaşmış olmakla birlikte Esma bint Umeys'in hadisine dayanarak bunları te'vil etmiştir. Onun bunu Esma'nın kocası Ca'fer için yas tutmak üzere Hazret-i Peygamber'den izin istemekle birlikte; ona üç gün yas tutmak üzere izin verdiğini, üç günden sonra da temizlenmesini ve sürme çekmesini emrettiği şeklinde yorumlamış olabilir. İbnu'l-Münzîr der ki: İlim ehli değişik sebepler dolayısıyla bu hadis ile amel edilmeyeceğini belirtmişlerdir. Ahmed b. Hanbel derdi ki: Bu şâz hadis kabilindendir. Bu hadis alınıp onunla amel edilmez. İshak da böyle demiştir. 17- Boşanmış Kadının Yas Tutmasının Hükmü: Mâlik ve Şâfiî, ric’i talâk ile boşanmış yahut tek bir talâk ile veya daha fazlasıyla bâin olmuş kadının da yas tutmakla yükümlü olduğu görüşündedir. Aynı zamanda bu, Rabia ve Atâ'nın da görüşüdür. Kûfeliler yani Ebû Hanîfe, arkadaşları, es-Sevrî, el-Hasen b. Hay, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd ise üç talâk ile boşanmış kadının yas tutmakla yükümlü olduğunu söylemişlerdir. Bu aynı zamanda Said b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, İbn Sîrîn ve el-Hakem b. Uyeyne'nin de görüşüdür. el-Hakem der ki: Böyle bir kadın için yas tutmak kocası vefat etmiş kadının yas tutmasından daha kesin ve te'kidli bir buyruktur. Mana açısından durumun açıklaması ise her ikisinin de kendisi sebebiyle nesebin koruma altına alındığı bir iddet içerisinde bulunduklarıdır. Şâfiî, Ahmed ve İshak ise der ki: İhtiyat boşanmış olan kadının zinetten sakınmasıdır. İbnu'l-Münzir de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah'a ve âhiret gününe îman eden herhangi bir kadının kocanın vefatı dolayısıyla beklenmesi gereken müddet olan dört ay on gün dışında, ölen herhangi bir kimse için üç günden fazla yas tutması helâl değildir" Hadîs-i şerîfi boşayan kişi hayatta iken üç talâk ile boşanmış kadının yas tutmakla (ihdad ile) yükümlü olmadığının delilidir. 18- Boşama İddetini Beklerken Kocası Ölmüş Kadının Yas Tutması: İlim adamları ric'at yapabileceği bir şekilde hanım boşamış bir kimse iddet bitmeden önce vefat edecek olursa, hanımının vefat iddeti bekleyeceği ve o kocasından miras alacağı hususu üzerinde icma etmişlerdir. Fakat ölüm ile sonuçlanan hastalığı içerisinde üç talâk ile boşanmış kadının iddeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesime göre talâk iddeti bekler. Bu, Mâlik, Şâfiî, Yakub (Ebû Yûsuf) Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr'in görüşüdür. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü yüce Allah boşanmış kadınların iddetini kar'larla tesbit etmiştir. Üç talâk ile boşanmış kadının vefat etmesi halinde onu boşayan kişi (yani eski kocası)nın ondan miras alamayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Bunun sebebi ise böyle bir kadının zevce olmamasıdır. Zevce olmadığına göre onu boşayan da onun kocası değildir. es-Sevrî de der ki: Bu iki iddetten daha uzun olanı hangisi ise onu bekler. en-Nu'man (Ebû Hanîfe) ve Muhammed der ki: Böyle bir kadın dört ay on gün beklemekle yükümlüdür ve bu süre içerisinde üç tane ay halini tamamlamış olur. 19- Kocasının Vefat Ya da Kendisini Boşadığı Haberini Alan Kadının Hükmü: Kocasının vefat ettiği yahut kendisini boşadığı haberini alan bir kadın hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Bir grup, boşama ve vefat hallerinde iddet, kocanın öldüğü veya boşadığı günden itibaren başlar, demektedir. Bu, İbn Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'ın görüşüdür. Mesrûk, Atâ ve Tabiinden bir grup da böyle demiştir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, es-Sevrî, rey ashabı ve İbnu'l-Münzir de bu görüştedir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, buna göre de kadının iddeti, haberin kendisine ulaştığı günden itibaren başlar. Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiş olup Hasan-ı Basrî, Katâde, Atâ el-Horasanî ve Cülas b. Amr bu görüştedir. Said b. el-Müseyyeb ile Ömer b. Abdülaziz der ki: Eğer bu hususta beyyine ortaya koyulabilirce iddeti kocanın öldüğü veya onu boşadığı günden itibaren sayılır. Şayet bu konuda beyyine bulunmazsa, haberin kendisine ulaştığı günden itibaren sayılır. Sahih olanı birincisidir. Çünkü yüce Allah, iddet beklemeyi vefata ya da boşamaya bağlı kılmıştır. Ve çünkü o kadın kocasının öldüğünü bilse ve ihdadı terkedecek olsa (dahi) sürenin bitmesi sonucunda iddeti biter. İbarenin daha iyi anlaşılabilmesi için şu hükmü kaydedelim: "... Kocası vefat etmiş olan kadın, haram olduğunu bilerek yas tutmayı terk edecek olursa, yüce Allah'a isyan etmiş olur. İddet süresinin bitmesiyle de iddeti sona ermiş olur... Nitekim evden ayrılması halinde de hüküm böyledir." Bilmeden bu ihdadı terkettiği takdirde ise bu ehvendir. Nitekim küçük kızın iddetinin sona erdiği ve onun için ihdad sözkonusu olmadığı görülmektedir. Yine ilim adamları icma ile şunu kabul etmektedirler: Şayet kadın hamile olup kocanın kendisini boşadığını ya da vefat ettiğini bilmiyor, bundan sonra da doğum yapacak olur ise; iddeti sona erer. Bu mes'ele ile hakkında ihtilaf edilen mesele arasında herhangi bir fark yoktur. "Haberi aldığı günden itibaren iddet bekler" diyenlerin görüşleri şöyle açıklanırı İddet zineti terketmek suretiyle yapılan bir ibadettir. Bu ise bir kasıt ve bir niyet olmadıkça sahih olmaz. Kasıt ise ancak ilimden sonra sözkonusu olabilir. Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır. 20- Vefat İddeti Beklemekle Yükümlü Olanlar: Hür kadının, cariyenin, küçüğün, büyüğün, ay hali görecek yaşa varmamış olanın, ay hali görenin, ay halinden kesilenin, kendisiyle gerdeğe girilmiş yahut girilmemiş kitap ehli kadının - şayet hamile değil ise- iddet beklemesi gerekir. Bunların hepsinin iddeti -cariye dışında- dört ay on gündür. Çünkü yüce Allah'ın: "Kendiliklerinden dört ay on gün beklerler" âyetindeki umum ifadesi bunu gerektirmektedir. Kocası vefat etmiş cariyenin iddeti ise iki ay beş gündür. İbnu’l-Arabi der ki: Hür kadının iddetinin yarısı olduğu üzerinde icma vardır. Şu kadar var ki el-Asama bu iddette hür kadın ile cariye arasında fark görmez. Ancak icma ondan önce gerçekleşmiş fakat kendisi sağır olduğu için (esa'm sağır anlamındadır) bunu işitmemiştir. el-Baci der ki: İbn Sirin'den yapılan rivâyet dışında bu konuda bir görüş ayrılığı bilmiyorum. Şu kadar varki cariyenin iddeti hür kadının iddeti gibidir; dediğine dair rivâyet sabit değildir. Derim ki: el-Asam'ın görüşü mantıkî açıdan doğrudur. Çünkü vefat ve aylarla ve kar'larla iddet beklemek hakkında varid olmuş âyet-i kerimeler hem cariye hem de hür kadınlar hakkında umumîdir. Bu bakış açısına göre hür kadının da cariyenin de eşit olması sözkonusudur. Çünkü umumî buyruklarda hür kadın ile cariye kadın arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Hür ve cariye kadın nikâh hususunda birbirine eşit olduğu gibi; iddet konusunda da onunla eşit olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbnu'l-Arabî der ki: İmâm Mâlik'ten kitap ehli kadının üç ay hali ile iddet bekleyeceğine dair rivâyette bulunulmuştur. Çünkü bununla rahimin temizliği anlaşılır. Ancak onun bu görüşü, oldukça tutarsızdır. Çünkü o bu görüşü ile böyle bir kadını vefat iddetinin genel kapsamından -onun içerisine girdiği halde- çıkarmış, buna karşılık -kapsamına girmemekle birlikte- talâk âyetinin genel hükmü içerisine sokmuştur. Derim ki: el-Müdevvene'de yer alan; şayet onunla zifafa girilmemiş ise onun için iddet sözkonusu değildir ifadesi de buna binaen söylenmiştir. Çünkü onun rahminin beri olduğu (hamile olmadığı) bilinmiştir. Bu ise vefatının akabinde müslüman veya bir başkası ile evlenebilmesini gerektirir. Çünkü vefat dolayısıyla onun üzerinde iddet yoksa ve duhulden dolayı da istibrası (çocuk taşımadığının anlaşılması için beklemesi) sözkonusu değilse başkaları ile evlenmesi helâl olur. 21- Efendisi Ölmüş ve Efendisinden Oğlu Olan Cariyenin İddeti: Âl-imler, ölen efendisinden çocuğu bulunan um veledin iddeti hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim iddetinin dört ay on gün olduğunu söylemiştir. Bunu aralarında Said, ez-Zührî, Hasan-ı Basrî ve diğerlerinin de bulunduğu bir grup tabiin söylemiştir. Evzaî ve İshak da bu görüştedir. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî, Kabîsa b. Züeyb'den, o Amr b. el-As'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Peygamberimizin (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) sünnetini bizim için içinden çıkılmaz bir hale getirmeyiniz. Kocası vefat etmiş olan kadının iddeti dört ay on gündür. O bununla um veledin hakkındaki iddeti kastetmektedir. Ebû Dâvûd'un lâfzı budur. Ebû Dâvûd. Talâk 48; İbn Mâce, Talâk 33. Dârakutnî ise şöyle demektedir: Bu hadis mevkuftur. Doğrusu da budur. Aynı zamanda bu hadis mürseldir. Çünkü Kabîsa Amr'dan hadis dinlememiştir. Dârakutnî, III, 309 İbnu'l-Münzir der ki: Ahmed ve Ebû Ubeyd bu hadisin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ali ve İbn Mes'ûd'dan da böyle bir kadının iddetinin üç ay hali olduğuna dair görüş rivâyet edilmiştir. Bu, Atâ, İbrahim en-Nehaî, Süfyan es-Sevrî ve re'y ashabının da görüşüdür. Derler ki: Çünkü böyle bir iddet hürriyet halinde vacip olur. Dolayısıyla (çocuğu bulunan cariyenin) bekleyeceği iddetin eksiksiz olması gerekir. Bunun (dayanağı olan) asıl delili (boşanmış) hür kadının beklemesi gereken iddettir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr de der ki: Böyle bir cariyenin iddeti bir ay halidir. Bu İbn Ömer'in de görüşüdür. Tavus'tan gelen rivâyete göre bu durumdaki um veledin iddeti, kocası vefat etmiş bir kadının iddetinin yarısıdır. Katâde de böyle demiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Ben de İbn Ömer'in görüşünü kabul ediyorum. Çünkü bu hususta söylenmiş olan asgarî söz (belirlenmiş süre) budur. Buna dair kendisine uyulacak bir sünnet ve güvenilecek bir icma yoktur. Azad edilmesi halindeki iddeti ile ilgili görüş ayrılıkları ile kocasının vefat etmesi halindeki ayrılıkları aynıdır. Şu kadar var ki el-Evzaî azad edilmesi halindeki iddetinin üç ay hali olduğunu söylemiştir. Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanı Mâlik'in görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Boşanan kadınlar kendiliklerinden üç kar’ müddeti beklerler" (el-Bakara, 2/228) diye buyurmaktadır. Bu âyette karlarla iddet beklemek için, boşama şartını koşmuştur. O bakımdan başka bir sebepten dolayı böyle bir iddet beklemesi sözkonusu olmaz. Diğer taraftan: "İçinizden geriye zevceler bırakarak vefat edenlerin zevceleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler" diye buyurmakta ve bunun vacip olmasını bekleyecek olanın zevce olması şartına bağlamıştır. Bu ise cariyenin böyle olmaması gerektiğinin delilidir. Aynı şekilde bu cariye ile ilişki milk-i yemin sebebi ile gerçekleşmiştir. O bakımdan bunun istibrası (yani hamile olmadığının anlaşılması), bir ay hali olmalıdır. Bu konudaki asıl (yani kıyasa mesned olan husus) cariyenin durumudur. 22- Um Veledin İddetinin Mahiyeti: Bu husus sabit olduğuna göre; um veledin iddeti katıksız bir istibra mıdır yoksa bir iddet midir? Ebû Muhammed'in "Maûnet'inde zikrettiğine göre; bir defa ay hali olmasının beklenmesi istibradır, iddet değildir. el-Müdevvene'de belirtildiğine göre ise um veledin de iddet beklemesi gerekir ve onun iddeti, hür kadının iddetinin üç ay hali oluşu gibi bir aydır. Bu görüş ayrılığının neticesinde şu durum ortaya çıkar: Eğer bu bir iddettir, diyecek olursak Mâlik der ki: Bir ay hali olmadıkça herhangi bir kimsenin kendisini nikâhlamasına dair söz vermesini sevmem. İbnu'l-Kasım der ki: Bana ondan (Mâlik'ten) şöyle dediğine dair rivâyet ulaşmıştır: Ancak kendi evinde geceler. Böylelikle bu tür cariyenin istibrâ süresi hakkında iddet hükmünü öngörmüş olmaktadır. 23- İddet Bekleyen Kadının Nafakası: Üç talâk ile boşanmış veya kocanın ric'at hakkına sahip olduğu ric'î talâkla boşanmış kadının hamile olması halinde nafakasının kocası tarafından karşılanmasının vacip olduğu hususunda ilim ehli icma etmişlerdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar nafakalarını veriniz." (et-Talâk, 65/6) Ancak kocası vefat etmiş hamile kadının nafakasının vücubu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup böyle bir kadının nafaka hakkı yoktur, demektedir. Cabir b. Abdullah, İbn Abbâs, Said b. el-Müseyyeb, Atâ, el-Hasen, İkrime, Abdülmelik b. Ya'lâ, Yahya el-Ensarî, Rabia, Mâlik, Ahmed ve İshak böyle demişlerdir. Ebû Ubeyd, re'y ashabından da bu görüşü nakletmektedir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır. Buna göre kadının malın tümünden nafaka hakkı vardır. Bu görüş ise Ali ve Abdullah (b. Mesûd)tan rivâyet edilmiştir. İbn Ömer, Şureyh, İbn Sîrîn, en-Nehaî, Ebû'l-Âl-iyye, en-Nehaî, Cülâs b. Amr, Hammâd b. Ebî Süleyman, Eyyub es-Sahtiyanî, Süfyan es-Sevrî ve Ebû Ubeyd de bu görüştedir. İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü kabul ediyorum. Çünkü fukaha icma ile şunu kabul ederler: Küçük çocukları, hanımı, anne babası gibi kendisi hayatta iken nafakalarını karşılamak üzere mecbur edildiği herkesin nafakası -vefatıyla- ondan sakıt olur. Aynı şekilde eşleri arasında hamile olanın nafakası da ondan sakıt olur. Kadı Ebû Muhammed (İbn Atiyye) der ki: Çünkü hamilelik nafakası ölümünden sonra malına taalluk eden sabit bir borç değildir. Bunun delili ise elinin dar olması halinde bu nafaka yükümlülüğünün sakıt oluşudur. Ölüm ile sakıt olması ise, daha uygun ve daha yerindedir. 24- Vefat Dolayısıyla Beklenen İddette Ay Hali Olmaya Gerek Var mıdır? Yüce Allah'ın: "Dört ay on gün" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının; Allahü teâlâ'nın kocası vefat eden kadının iddeti olmak üzere vakit olarak tesbit etmiş olduğu bu dört ay on günlük süre içerisinde bir defa (olsun) ay hali olmasına ihtiyaç var mıdır, yok mudur hususunda farklı görüşleri vardır. Kimisi der ki: Eğer bu kadın kendisiyle ilişki kurulabilecek kadınlardan ise dört ay on günlük süre içerisinde göreceği bir ay hali ile ancak ibra olur. Aksi takdirde bu kadının hamileliği hususunda şüphe bulunur. Başkaları ise şöyle demektedir: Bu durumdaki bir kadın için dört ay on günden fazla bir süre bekleme yükümlülüğü yoktur. Ancak kendisinin, kendisinden açıktan açığa şüphe etmesi hali müstesnadır. Çünkü bu süre içerisinde kadınların çoğunluğu mutlaka ay hali olurlar. Kadın ay hali görmeyenlerden veya ancak daha uzun bir süre içerisinde ay hali olduğunu bilen veya başkası tarafından bu durumu bilinen bir kadın olması hali müstesnadır. Yüce Allah'ın: "On gün" âyeti ile ilgili olarak Veki', Ebû Cafer er-Razi'den, o er-Rabi' b. Enes'ten, o Ebû'l-Âl-iyye'den rivâyet ettiğine göre, Ebû'l-Âl-iyye'ye: Dört aya neden on gün eklendi- diye sorulmuş o da: Çünkü ruh bu sürenin bitiminde üflenir, demiştir. İleride el-Hacc Sûresi'nde (el-Hacc, 22/5. âyet 2. başlıkta) yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir. el-Esmaî der ki: Denildiğine göre hamileliğinin yan süresinde tekme atan her bir hamile kadına "murkid" ismi verilir. Başkaları ise: Böyle bir kadına "murkida" denilir derler ve bununla ilgili şu beyiti okurlar: "Ve babası Sarih! (Araplarca bilinen erkek at) olan murkidadır Ğulâme ve ğulam (dişi ve erkek köleler?) ona kolayca feda edilir." el-Hattabî der ki: "On gün" âyeti ile -Allahu a'lem- geceleri ile birlikte günler kastedilmektedir. el-Müberred der ki: "On gün" kelimesinin müennes olarak gelmesi, bununla müddetin kastedildiğinden dolayıdır. Yani her birisi bir gün bir geceden ibaret olan on müddet daha bekler, demektir. Gündüzü ile birlikte bir gece, zamanın belli bir müddetini ifade eder. Şöyle de denilmiştir: Gecelerin hükmü tağlib edildiği için böyle buyurulmuştur. Çünkü gece gündüzden önce gelir ve gündüzler gecenin kapsamı içerisine girer. Ayrıca bu "aşran" şeklinde gelmesi lâfız itibariyle (söyleyiş olarak) daha hafiftir. Tarih belirtmekte ikisi bir arada geldiği takdirde geceler gündüzlere galib kılınır. Çünkü ayın hilal olarak ortaya çıkması halinde ayların başlangıcı da geceler ile olur. Ayın başı gece olduğundan dolayı burada gece ağır basmıştır. O bakımdan: Aydan beş gün oruç tuttum, denirken oruç gündüzün tutulmakla birlikte yine gecelere ağırlık verilerek (beş anlamına gelen) kelime "hamsen" şeklinde tağlib yoluyla kullanılır. Mâlik, Şâfiî ve Kûfeliler ise bununla gündüz ve gecelerin kastedildiği görüşündedirler. İbnu'l-Münzir der ki: Bu görüşe göre, iddet bekleyen bir kadın üzerinden dört ay ve on gece geçtiği halde bir kimse böyle bir kadın ile nikâh akdinde bulunacak olursa, onuncu gündüz de geçmedikçe nikâhı batıl olur. Kimi fukahanın görüşüne göre ise dört ay ve on gece geçtiği takdirde kocalara helâl olur. Çünkü bu kimsenin görüşüne göre iddet müphemdir. Bundan dolayı tenlisi galib kabul etmiş (ağırlık vermiş) ve bu on sayısını geceler ile ilgili te'vil etmiştir. Nitekim fukahadan el-Evzaî ve kelamcılardan da Ebû Bekr el-Asam bu görüştedir. İbn Abbâs'tan da "dört ay ve on gece" (anlamına gelecek şekilde ) diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bu âyetin: "Sürelerini bitirdikleri takdirde artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır" bölümüne dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah beklemeleri gereken süreyi kadınlara izafe etmiştir. Çünkü bu süre onlar hakkında sınırlandırılmış ve tebsit edilmiştir. Bu ise onların iddet sürelerinin bitmesi halini ifade eder. 2- İddetten Sonra Ma'ruf ve Meşru Şeyler Yapabilirler: "Kendileri maruf İle" yani belli kimseleri koca olarak seçmek ve akid yapmaksızın -çünkü önceden de geçtiği gibi bu, velilerin bir hakkıdır- mehri takdir etmek gibi şeriatın izin verdiği şeyleri "yaptıklarından dolayı" bundan kasıt evlenmek ve ondan daha aşağı derecede olan süslenmek ve yas tutmayı bırakmak gibi "yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur." Hitap bütün insanlara yönelikse de bu hükmü yerine getirme sorumluluğu hakimlere ve velilere aittir. 3- Bu Âyet-i Kerîmeden Çıkarılan Diğer Bazı Hükümler: Bu âyet-i kerimede velilerin bu durumdaki kadınları iddet süresi içerisinde süslenmekten, kendileriyle evlenmek isteyen kocaların önüne çıkmaktan velileri men edebileceklerine dair bir delil vardır. Yine bu âyet-i kerîme İshak'ın: "Boşanmış olan kadın üçüncü ay halini görmekle birlikte kocasına bain olur ve birinci kocanın ric'at yapma hakkı ortadan kalkar. Şu kadar var ki gusledinceye kadar evlenmesi helâldir" şeklindeki görüş reddedilmektedir. Şureyk'ten nakledildiğine göre; yirmi sene sonra dahi olsa gusletmediği sürece kocasının ric'at yapmak hakkı vardır. Ancak yüce Allah: "Sürelerini bitirdikleri takdirde artık onların kendileri hakkında maruf ile yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur" diye buyurmaktadır. Burada "sürenin bitmesi" ise üçüncü ay halini görmeye başlaması ile birlikte iddetin sona ermesi demektir. Görüldüğü gibi burada gusletmekten söz edilmemektedir. Kadının iddeti sona erdiği takdirde evlenmesi helâl olur ve bu kabilden yaptığı işlerden dolayı kendisi için vebal yoktur. İbn Abbâs'tan nakledilen Hadîs-i şerîfe gelince (bk. 2/228. âyet 4. başlık) eğer sahih ise bunun müstehab olanı belirtmek üzere ileri sürülmüş olması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 235Kadınlara üstü kapalı talip olmanızdan veya içinizde saklamanızdan dolayı üzerinize bir vebal yoktur. Allah onları hatırlayacağınızı bilmiştir. Fakat maruf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin. Ve iddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin. Bilin ki Allah şüphesiz içinizdekini bilir. Artık O'ndan sakının ve bilin ki muhakkak Allah, Gafûrdur, Halimdir. Bu âyetin: "Kadınlara üstü kapalı talip olmanızdan veya içinizde saklamanızdan dolayı üzerinize bir vebal yoktur.. Fakat maruf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin" bölümüne dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Üstü Kapalı Talip Olmakta Vebal Yoktur: Yüce Allah'ın: "... bir vebal yoktur" âyetinde "cünâh" kelimesi günah ve vebal anlamınadır. Şeriatte bu kelimenin bu anlama gelmesi daha sahihtir. Bunun zor iş, ağır iş anlamına geldiği de söylenmiştir. Sözlükte ise bu anlama gelmesi daha sahihtir. Nitekim eş-Şemmâh şöyle demektedir: "Sırtındaki binicisiyle bir halice yükseldi mi Ona içinde bulunduğu zorlukları hatırlatır." Halic'in anlamlarından birisi de şudur: "Vadideki suyun bir bölümünün diğer bir tarafa akmasını sağlayacak şekilde ayrılan su yolu." (Lisanu'l-Arab, II, 257) Yüce Allah'ın: "Üstü kapalı tâlip olmanızdan... üzerinize bir vebal yoktur" âyetinde hitap bütün insanlaradır. Bunun hükmünü yerine getirmeleri kastedilenler ise, iddet bekleyen kadın ile evlenmeyi içinden geçiren erkeklerdir. Yani vefattan dolayı iddet bekleme süresi içerisinde bulunan böyle bir kadına üstü kapalı bir şekilde talip olmanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Üstü kapalı ifade (ta'riz): Açıkça ifadenin zıddıdır. Üstü kapalı ifade etmek, o manaya da başka anlama da gelmesi muhtemel bir şey ile maksadı anlatmaktır. Bu kelime (ta'riz) bir şeyin yan tarafı anlamına gelen "urd"dan gelmektedir. Ta'rizde bulunan kimse, âdeta bir şeyin etrafında dolanıyor da onu açıkça ifade edemiyor olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Bir diğer görüşe göre de hediye etmek anlamına gelen "ta'rîd" kökünden geldiği söylenmektedir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denmiştir: "Müslümanlardan bir kafile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve Ebû Bekir'e beyaz birtakım elbiseler ta'riz ettiler." İbnu’l-Esîr, en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis, III, 215'te zikretmektedir. Bu ifade ikisine bu tür elbiseler hediye ettiler, anlamındadır. Buna göre; konuşmasında ta'riz yapan kimse, konuştuğu kimseye manasını anlayacağı birtakım sözler ulaştırır, demek olur. 2- İddet Bekleyen Kadına Açıktan Evlilik Teklifinde Bulunmak: İbn Atiyye der ki: Ümmet, iddet bekleyen bir kadın ile evlenmek hususunda açıkça sözler söylemenin ve buna dikkatini çekmenin câiz olmadığını icma ile kabul etmiştir. Aynı şekilde ümmet çirkin sözler, cima'ın sözkonusu edildiği veya buna teşvik anlamına gelen birtakım ifadeleri kullanarak onunla konuşmanın câiz olmadığı hususunda da icma etmiştir. Bunlara benzer sözler de böyledir. Bunun dışında kalanlar ise câiz görülmüştür. Üstü kapalı ifadelerin arasında açık ifadelere en yakın olanlardan birisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kays kızı Fatıma'ya söylediği şu sözlerdir: "Um Şerik'in yanında bulun (iddetini orada bekle) ve benim önüme geçme (benden habersiz evlenme)!" Müslim, Talâk 38-39; Ebû Dâvûd, Talâk 39. sözleridir. Ric'i talâk ile boşanmış bir kadına üstü kapalı ifadelerle evlenme teklifini yapmanın câiz olmadığı da icma ile kabul edilmiştir. Çünkü bu durumdaki bir kadın zevce gibidir. Bain talâktan dolayı iddet bekleyen kadına gelince; sahih kabul edilen görüşe göre ona üstü kapalı ifadelerle talib olmak caizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ta'riz (üstü kapalı ifade)in açıklanması ile ilgili pek çok sözler söylenmiştir ki; bunların genel ifadesini iki kısımda toplamak mümkündür: 1- Bu durumdaki kadının velisine: Benden önce onun ile ilgili bir iş yapma; demesi. 2- Arada herhangi bir aracı olmaksızın bizzat kadının kendisine buna dair işarette bulunarak: Ben evlenmek istiyorum. Sen güzel bir kadınsın. Sen saliha bir kadınsın. Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana hayrı gösterecektir. Ben seni beğeniyorum, senden kim yüzçevirebilir? Sen talibi pek çok olacak bir kimsesin. Benim kadına ihtiyacım vardır. Eğer Allah bir iş takdir buyurursa olur, gibi ifadeler kullanmaktır. İşte bunlar Mâlik ve İbn Şihab'ın misal olarak zikrettiği sözlerdir. İbn Abbâs ise der ki: Kadının kendisine; benden önce kendi hakkında bir iş yapmayasın demesinde, ona hediye göndermesinde, şayet kendisine düşen bir iş ise iddeti süresi içerisinde onun işlerini yapmasında bir mahzur yoktur. Bunu İbrahim (en-Nehaî) söylemiştir. Üstü kapalı bir şekilde evlenme talebinde bulunmak üzere kendisini övmesi ve övülmeye değer hallerini zikretmesi caizdir. Nitekim Ebû Cafer Muhammed b. Huseyn böyle yapmıştır. Hanzala kızı Sükeyne der ki: Kocamın vefat etmesi dolayısıyla beklediğim müddetim bitmeden önce Muhammed b. Ali yanıma girmek üzere izin istedi ve şöyle dedi: Benim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan yakınlığımı, Ali'ye olan yakınlığımı, Araplar arasındaki yerimi bilirsin. Ben şöyle dedim: Ebû Ca'fer! Allah sana mağfiret buyursun. Sen kendisinden (İslâm'ın hükümleri) öğrenilen bir kimsesin. Ben iddetim içerisindeyken bana nasıl talip olabilirsin. O bana şöyle dedi: Ben sana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve Ali'ye olan akrabalığımı bildirdim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi de, Ebû Seleme'den dul kalmış olduğu bir sırada Umm Seleme'nin yanına girip şöyle demişti: "Benim Allah'ın Rasûlü, O'nun seçtiği kimsesi olduğumu, kavmim arasındaki yerimi bilirsin" demişti. Ve bu da bir hıtbe (nikâha taliplik) idi. Bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 224. İddet bekleyen kadına hediye göndermek caizdir ve bu da üstü kapalı bir evlenme talebidir (ta'rizdir). Suhnun ve ilim adamlarından pek çok kimse de böyle demiştir. İbrahim (en-Nehaî) de böyle demiştir. Mücâhid ise erkeğin kadına: Benden önce (veya benden habersiz) birşey yapmayasın demeyi mekruh kabul etmiş ve bunun gizlice sözleşmek kabilinden olduğu görüşünü belirtmiştir. Kadı Ebû Muhammed b. Atiyye ise der ki: Buna göre bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kays kızı Fatıma'ya söylediği (bu anlamdaki) sözlerinin evleneceği kimse hakkında görüş belirtmek şeklinde te'vil edilmesi halinde doğru bir açıklama olarak kabul edilebilir. Yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu kendisi için istemiş değildir. Aksi takdirde böyle bir açıklama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözlerine uygun düşmez. 3- Hitbe (Evlilik) Teklifinin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Kadınlara.. talip olmanızda" âyetinde geçen (ve talip olma anlamına gelen): Hitbe, teklifte bulunan kimsenin söz, maksat veya bir fiil veya bir söz ile incelikli bir üslupla anlatmasıdır. "Hattab" çokça hitbede bulunan kimse demektir. Şairin şu sözleri bu kabildendir: "Misafir edilip ağırlanmak kastıyla yalancıktan kız talibi (hattâb) imiş gibi gelen, açtı gözlerini; Ben talibim, diyor; oysa yalancıdır; O, aslında büyükçe bir kâse süt istemektedir." Sözlüklerde de açıklandığı gibi "hattâbu'l-köseb"; misafir edilmek bahanesiyle kız istemeye giden kimseye denir. Küseb; ise, azıcık süt veya su anlamına gelen "küste" kelimesinin çoğuludur. Hatîb ise hâtib (yani evllik talebinde bulunan) demektir. "Hıttîbâ" de hitbe ile aynı anlamdadır. Adiy b. Zeyd, Cezime el-Ebreş'in ez-Zibba'ya hitbede bulunmasını sözkonusu ederek şöyle demektedir: "Gadretmiş ve hainlik etmişin hitbesine ki; Onlar kınanmayı gerektirecek iyi olmayan işler yapan kadınlardır." "Hıtb" kadına talib olan erkek demektir. Erkeğin talib olduğu kadına; "hıtb" ve "hitbe" de denilir. Hutbe ise nikâh ve diğer vesilelerle yapılan konuşma demektir. en-Nehhâs der ki: Hutbe, başı ve sonu olan söz demektir. (Hutbe gibi Fu'le değil de) Fa'le veznindeki kelimelerde de bu anlam vardır. "Ekle (bir yemek)", "dağta (bir sıkıştırm)" kelimeleri gibi. 4- İddet Bekleyen Kadınlarla Evlenme İsteğini İçinde Saklamak: Yüce Allah'ın: "Veya içinizde" âyetinin anlamı; iddetinin sona ermesinden sonra onunla evlenmek arzusunu saklayıp gizlemenizden... demektir. İşte «aHatngir (el-iknân); örtmek ve gizli tutmak demektir. Ona herhangi bir musibet gelip çatmasın diye üstü örtülü olmasa dahi korumak, himaye etmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Beydun meknûn, durrun meknûn: Sarmalanmış yumurta, sarmalanmış, koruma altına alınmış inci ifadeleri de bu kabildendir. Eğer örtülen şey maddi bir şey ise bunun bir örtü, ev, yer ve buna benzer birşey içerisinde saklanması anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir arzunun niyetin, içte saklanması hakkında da kullanılır. Yüce Allah, iddet bekleyen bir kadın ile evlenmeyi isteyen bir kimsenin, evlenme isteğini üstü kapalı ifade etmesinin veya bunu içinde saklamasının günah olmadığını ifade etmiş, fakat açıkça evlenme teklifini yapmayı, bunu ifade etmeyi ve bu konuda belli bir söz üzere ittifak etmek olan sözleşmeyi yasaklamıştır. Yüce Allah ise nefislerin baskın gelmesini bu gibi şeylere göz dikmesini, insanların da nefislerine hakim olma konusundaki zaaflarını bildiğinden dolayı da bunun dışındaki hallere ruhsat vermiştir. Şâfiîler bu âyet-i kerimeyi üstü kapalı zina iftirasında bulunmanın haddi gerektirmediğine delil gösterir ve şöyle derler: Yüce Allah'ın evlenmek hususunda üstü kapalı ifade kullanmanın vebalini kaldırması, üstü kapalı zina iftirasında bulunmanın haddi gerektirmediğinin delilidir. Çünkü yüce Allah, nikâh hususunda üstü kapalı ifadeyi açık ifade gibi değerlendirmemiştir. Biz ise buna karşılık şöyle deriz: Böyle bir gerekçe çürüktür. Çünkü şanı yüce Allah evlilik talebinde bulunurken açıktan açığa evlenme teklif edilmesine izin vermemekte; fakat kendisinden evlenme ve nikâhın anlaşılabileceği üstü kapalı ifadelere izin vermektedir. Bu ise üstü kapalı ifadeden iftiranın anlaşıldığının delilidir. Namusların ise korunması icabeder. Bunun böyle olması ise; üstü kapalı ifadeler kullanarak zina iftirasında bulunan kimseye had vurulmasını icabettirir. Böylelikle açıkça kullanılan ifadelerden ne anlaşılıyor ise aynısının üstü kapalı ifadeler kullanılarak fasıkların başkalarının namuslarını dillerine dolamalarının önüne geçilmiş olmaktadır. 6- "Onları Hatırlamak, Anmak": Yüce Allah'ın: "Allah onları hatırlayacağınızı bilmiştir" yani ya gizlice ya içinizde ve dillerinizde açıkça hatırlayacağınızı bilmiştir. O bakımdan açık ifade kullanmaya değil de üstü kapalı ifade kullanmaya müsaade etmiştir, el-Hasen ise bunun anlamının; dul kadınlara "talip olacaksınız" ı bilmiştir, anlamındadır, demiştir. 7- Gizlice Sözleşmek Yasaktır: "Fakat maruf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin" âyetinde yüce Allah'ın "gizlice" âyetinin anlamı ile ilgil olarak ilim adamları farklı açıklamalarda bulunmuştur. Bunun nikâh anlamına geldiği söylenmiştir. Yani herhangi bir erkek bu şekilde iddet bekleyen bir kadına: Benimle evlen, demesin. Böyle bir şeyi arzu ettiği takdirde bunu üstü kapalı ifade etsin. Gizlice ve saklı bir şekilde kendisinden başkası ile nikâhlanmaması hususunda ondan ahid ve söz almasın. İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Mâlik, arkadaştan, Şa'bî, Mücâhid, İkrime, es-Süddî ve ilim adamlarının büyük bir çoğunluğunun görüşü budur. Buna göre "gizlice" anlamına gelen kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Yani başkalarından gizli tutarak, saklayarak.. demek olur. "Glzli"nin zina anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani sakın iddet içerisinde zina, ondan sonra da evlenmek üzere tarafınızdan herhangi bir sözleşme olmasın. Cabir b. Zeyd, Ebû Miclez, Lahik b. Humeyd, el-Hasen b. el-Hasen, Katâde, en-Nehaî ve ed-Dahhâk bu manada açıklamalarda bulunmuşlardır. Ve bunlara göre bu âyet-i kerimede "gizlilik zina demektir. Yani onlarla zinada bulunmak üzere sözleşmeyiniz, demektir. Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. el-A'şa'nın şu beyiti bu kabildendir: "Sakın bir komşu kadına yaklaşmayasın, çünkü onun ile gizlilik (zina etmek) Senin için haramdır, o bakımdan ya onu nikâhla veya ebediyyen (o sana haram) olsun." el-Hutay'a da der ki: "Komşuları olan kadınla zina etmeleri onlar için haramdır Onların komşuları çömleklerdeki yemeklerin en güzel yerinden yer." Gizliliğin (es-sır), cima anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani kendinizi onlara sizinle evlenmeye teşvik etmek üzere çokça cima etmek gücüne sahip olmakla nitelendirmeyiniz. Çünkü eşin dışında kimse ile cimadan söz etmek çirkin ifadedir. Şâfiî'nin görüşü de budur. İmruu’l-Kays der ki: "Bu gün Besbase öyle zannediyor ki ben Yaşlandım ve benim gibi bir kimse sırrı (cima) iyice beceremez. Ru'be de der ki: "Bu işe artık devam ettikten sonra onunla İsrardan (cimadan) uzak dur!" Bu kelimenin gizli ya da açık olsun nikâh akdi anlamına gelmesi de muhtemeldir. el-A'şâ der ki: "Onlar o kadının sırrını (onunla nikâhlanmayı) zenginlik dolayısıyla asla istemezler Malının azlığından dolayı da onu teslim etmezler." İbn Zeyd der ki: Yüce Allah'ın: "Fakat maruf bir söz söylemenizden başka kendileriyle gizlice sözleşmeyin" âyetinin anlamı şudur: Onları nikâhlayıp da bu nikâhlamayı saklayıp iddetini bitirdikten sonra nikâhlandığınızı açığa vurarak onlarla gerdeğe girmeye kalkışmayınız. Bu ise bu konudaki birinci görüşün anlamını ifade eder. Buna göre İbn Zeyd birinci görüşü kabul etmektedir. Onun bu konudaki istisnaî açıklaması, nikâh akdine "sözleşme" anlamını vermesidir. Bu ise pek yerinde bir açıklama değildir. Mekkî ve es-Sa'lebî ondan şöyle dediğini nakletmektedirler: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın (biraz sonra gelecek olan): "iddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin" âyeti ile neshedilmiştir. 8- İddet Bekleyen Kadın ile Sözleşmek: Kadı Ebû Muhammed b. Atiyye der ki: İddet bekleyen kadın ile kendisi hakkında; bakire kızı ile ilgili babasıyla, cariyesi hakkında da efendisi ile sözleşmenin mekruh olduğu üzerinde ümmet icma etmiştir. İbnu'l-Mevvâz der ki: Evlenmeye zorlamak imkanı olmayan veliye gelince istediği kadar akrabalığı uzak olsun, bence mekruhtur. Ancak böyle bir şekilde yapılan nikâhı da feshetmem. İddet süresi içerisinde sözleşip daha sonra da o kadın ile evlenen kimse hakkında Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Böyle bir kadından ayrılmak daha çok sevdiğim birşeydir. İster onunla zifafa girmiş olsun ister girmemiş olsun. Böyle bir ayrılmak ise tek bir talâk olur. İddetinden çıktığı takdirde ise diğer taliplilerle birlikte o da ona talib olur. Bu İbn Vehb'in rivâyetidir. Eşheb ise Mâlik'ten bu durumdaki kankocanın birbirlerinden ayrılmasının vacip olduğunu rivâyet etmiştir. İbnu'l-Kasım da bu görüştedir. İbnu'l-Haris ise İbnu'l-Macuşun'dan buna benzer bir rivâyet nakletmekte ve böyle bir haramlığın ebedî olduğu anlamını ifade eden fazlalıklar da nakletmektedir. Şâfiî ise der ki: Eğer erkek açıkça ona talib olur, kadın da açıkça onun talebini kabul ettiğini ifade eder ve iddet sona erinceye kadar nikâh akdini yapmazsa nikâh sabit ve her ikisinin bu açık ifadesi mekruhtur. Çünkü nikâh ona talib olduğundan sonra gerçekleşmiştir. Bu görüşü İbnu'l-Münzir nakletmiştir. 9- Ma'ruf Söz Söylemek İstisna Edilmiştir: Yüce Allah'ın: "Fakat maruf bir söz söylemenizden başka" âyetinde geçen " istisna edatı "lâkin: Fakat" anlamında munkatı' bir istisnadır. Yüce Allah'ın: "Bir mü’minin hata ile olmaksızın.." (en-Nisâ, 4/92) âyetinde olduğu gibi. Burda da bu edat "lâkin" anlamındadır. Ma'ruf söz ise mubah kılınan üstü kapalı ifade (ta'riz)dir. ed-Dahhâk'ın naklettiğine göre ise iddet bekleyen bir kadına: Sen kendini bana sakla, ben seni arzu ediyorum demesi; kadının da: Ben de bu durumdayım, demesi maruf sözler kabilindendir. Ancak böyle bir söz söylemek, (ma'ruf söz'den çok) sözleşmeye benzemektedir. Âyet-i kerimenin: "Ve iddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin" bölümüne dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "... azmetmeyin" âyetinde yer alan "azmetmek"in anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Arapçada (harf-i cer ile ve harf-i cersiz olarak): "Birşeye azmetmek" anlamında: denilir. Burada âyetin anlamı (harf-i cer kullanılmış gibi) şudur: Nikâh akdi yapmaya azmetmeyiniz. Açıkça bilinen bir husustur ki, Kur’ân-ı Kerîm en açık bir söz dizisidir. Onda varid olan ifadelere itiraz sözkonusu değildir. Bu ifadelerin doğru ve fasih olduğunda asla şüphe yoktur. Yüce Allah (bir başka yerde): "Eğer boşamaya karar verirlerse (azmederlerse)" diye buyurmakta ve harf-i cersiz kullanmaktadır. Burada da yüce Allah (aynı şekilde harf-i cersiz olarak): "Ve iddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin" diye buyurmaktadır. Yani iddet süresi içerisinde nikâh akdini yapmaya karar vermeyiniz. Daha sonra önceden de geçtiği üzere fazla ifadeler hazfedilmiştir. Sîbeveyh der ki: Filan kişinin sırtına, karnına vuruldu" ifadesinde hazfedilmiş harfi-i cerri anlamı vardır. Yine Sîbeveyh der ki: Bu gibi ifadelerde hazf kıyasa konu olmaz. en-Nehhâs der ki: "Nikâh akdini bağlamayınız" anlamında olması da caizdir. Çünkü "azmetmek" ile bağlamak (akdetmek, karar yermek) aynı anlamdadır. "Azmetmeyiniz" anlamındaki kelimenin "ze" harfinin ötreli kullanıldığı da olur. 2- İddetin Sona Ermesi Halinde... Yüce Allah'ın iddet sona erinceye kadar" âyetinden kasıt iddetin tamamlanmasıdır. Burada geçen "kitab" kelimesi tayin edilmiş olan sınır ve belirtilen müddet miktarıdır. Bu âyette buna (yani iddete) "kitab" ismini vermesi yüce Allah'ın Kitabının bunu sınırlandırması ve farz kılması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın bir başka yerde: "Allah'ın üzerinizdeki kitabı (farz kıldığı hükmü..)" (en-Nisâ. 4/24) ile: "Çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farz olarak yazılmıştır." (en-Nisâ, 4/103) âyetinde olduğu gibi. Buna göre "kitab" farz anlamındadır. Yani; farz olan süre sona erinceye kadar... demektir. Yine "oruç üzerinize yazıldı" (el-Bakara, 2/183) âyetinin anlamı; farz kılındı şeklinde olur. Bu ifadede bir hazf olduğu da söylenmiştir. Yani Kitabın farz kıldığı vade sona erinceye kadar; demektir. Bu açıklamaya göre "kitab" Kur'ân anlamındadır. Birinci açıklamaya göre ise hazf sözkonusu değildir. O bakımdan birinci açıklama daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- İddet Süresi İçerisinde Nikâh Akdi: Yüce Allah: "İddet sona erinceye kadar nikâh akdini bağlamaya azmetmeyin" âyeti ile iddet içerisinde nikâh akdi yapılmasını haram kılmaktadır. Bu ise (âyette sözü geçen) sürenin sona ermesinin; iddetin sona ermesi anlamına geldiği üzerinde icma olunmuş muhkem hükümlerdendir. Buna karşılık yüce Allah: "Kadınlara üstü kapalı talip olmanızdan... dolayı üzerinize bir vebal yoktur" âyeti ile iddet süresi içerisinde üstü kapalı ifade ile talib olmayı mubah kılmaktadır. Bunun da mubah olduğu hususunda ilim adamları ihtilaf etmemişlerdir. Fakat önceden de geçtiği üzere üstü kapalı ifadelerin neler olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Bilmeksizin iddeti içerisinde bir kadına talib olan ve onunla sözleşen ve iddetten sonra o kadın ile nikâh akdi yapan kimse hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Buna dair açıklamalar da bir önceki âyet-i kerimede yapılmış bulunmaktadır. Yine ilim adamlarının iddet süresi içerisinde nikâh akdini yapıp da durumu tesbit edilen ve kendisiyle gerdeğe girmeden önce nikâhı feshedilen kimse hakkında da farklı görüşleri vardır ki; bu ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. 4- İddet İçerisinde Nikâh Akdi Yaptığı Tesbit Edilenin Durumu: Ömer b. el-Hattâb ve bir grup ilim adamının görüşüne göre böyle bir kimse ebedi olarak haram olmaz. (İddetin bitiminden sonra) ona nikâh teklifinde bulunacaklardan bir kişi olabilir. Mâlik ve İbnu'l-Kasım, el-Müdevvene'de "Mefkudun Süre Tayini" babından önceki babın sonlarında bunu söylemiştir. İbnu'l-Cellab'ın Mâlik'ten rivâyetle naklettiğine göre ise; gusulden önce feshedilse dahi akid dolayısı ile o kadın ile erkek arasındaki evlenme yasağı ebedi olur. Bunun açıklanması da şöyledir: Bu iddet süresi içerisinde yapılmış bir nikâhtır. Bu, nikâh sebebiyle evlenme yasaklarının (hurmiyetinin) ebedî olması icabeder. Bu hükmün asıl delili ise, onunla zifafa girmiş olması halinde (hükmün böyle oluşudur). İddet içerisinde nikâh akdini yapıp da iddetin bitiminden sonra zifafa girilmesi ise; bir sonraki başlığın konusudur: 5- İddet İçerisinde Nikâh Akdi, İddet Sonrası ise Zifaf Yapılırsa: Bir grup ilim adamı şöyle demektedir: Bu iddet süresi içerisindeki duhûl (gerdeğe girme) gibidir. Her ikisi de birbirlerine ebediyyen haram olur. Bir diğer grup ilim adamı da bu sebep dolayısıyla birbirleriyle evlenmeleri ebediyyen haram olmaz, derler. Mâlik ise evlenmeleri ebediyen haram olur, demektedir. Bir seferinde ise bu haramlığın ebedî oluşu o kadar açık değildir, demiştir. Onun bu iki görüşü de el-Müdevvene'de sünnet talâkı ile ilgili bölümde nakledilmiştir. İddet süresi içinde onunla zifafa girmiş olması ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil eder: 6- İddet Süresi İçerisinde Zifafa Girilmiş İse: Mâlik, el-Leys ve el-Evzaî der ki: -Kendisi ile zina edilen kadın ile evlenmeyi câiz görmekle birlikte- bunlar birbirlerinden ayrılır ve o kadın o kocaya ebediyyen helâl olmaz derler. Mâlik ve el-Leys cariye olarak dahi ona helâl olmaz derler. Delil olarak da Ömer b. el-Hattâb'ın söylediği şu sözlerini gösterirler: Bunlar ebediyyen bir araya gelemezler. Said der ki: Onunla cimada bulunmayı helâl kabul ettiğinden dolayı böyle bir kadına mehir vermesi kadının hakkıdır. Bunu Mâlik Muvatta’''ında rivâyet etmiştir Muvatta’', Nikâh 27. ki ileride gelecektir. es-Sevrî, Kûfeliler ve Şâfiî ise der ki: Bu durumda erkek ile kadın birbirlerinden ayrılırlar, fakat birbirlerine ebediyyen haram olmazlar. Aksine yaptıkları bu nikâh feshedilir, sonra da kadın ondan iddet bekler, daha sonra o da diğer talipliler gibi bir talip olur. Delil olarak da ilim adamlarının; bu kadın ile zina edecek olursa onunla evlenmesinin haram olmayacağı hususunda icma etmiş olduğunu söylerler. O bakımdan iddet içerisinde o kadın ile cimada bulunmasının hükmü de budur. Ayrıca derler ki: Bu, aynı zamanda Hazret-i Ali'nin de görüşüdür. Bunu Abdürrezzak zikretmiştir. Mûsannef, VI, 208; el-İstizkâr, XVI, 218, dn: 5'ten. İbn Mes’ûd'dan da, aynı şekilde el-Hasen'den de bunun benzeri bir görüş zikredilmiştir. Abdürrezzak, es-Sevrî'den, o Eş'as'tan, o en-Nehaî'den, o Mesrûk'tan rivâyet ettiğine göre Hazret-i Ömer bu görüşünden geri dönmüş ve onların birbirleriyle evlenebileceklerini belirtmiştir. Kadı Ebû'l-Velid el-Bacî ise el-Münteka adlı eserinde şunları söylemektedir: İddet içerisindeki kadını nikâhlayan bir kimse eğer bu kadın ile zifafa girmiş ise; o ya iddet içerisinde zifafa girmiştir veya iddetten sonra. Şayet iddet içerisinde o kadın ile zifafa girmiş ise; mezhepte (Mâlikî mezhebinde) meşhur olan görüşe göre ebediyyen ona haram olur. Ahmed b. Hanbel de böyle demiştir. eş-Şeyh Ebû'l-Kasım ise et-TefrV adlı eserinde boşama veya vefat dolayısıyla iddet bekleyen ve bu durumda iken kendisiyle evlenilen kadın hakkında -şayet erkek onunla nikâhlanmanın haram olduğunu biliyor ise- iki ayrı rivâyet zikretmektedir. Bunlardan birincisine göre; önceden de açıklamış olduğumuz gibi kadının ona haram olması ebedidir. İkincisine göre ise; böyle bir erkek zina etmiş olur ve ona had uygulanır. Bundan dolayı doğan çocuğun nesebi ona katılmaz. İddeti bittikten sonra ise onunla evlenmek hakkı vardır. Şâfiî ve Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Meşhur olan birinci rivâyetin açıklanış şekli şöyledir: Çünkü Hazret-i Ömer'in bu şekilde hüküm verdiği sabit olmuştur. Ve bu, insanlar arasında böylelikle devam edegelmiştir. Hazret-i Ömer'in verdiği hükümler ise, çeşitli beldelerde nakledilir, yayılır ve herkes tarafından bilinirdi. Bu konuda ona muhalefet eden bir kimse bilinmemektedir. O halde bunun bir icma olduğu sabit olmuştur. Kadı Ebû Muhammed (İbn Atiyye) der ki: Buna benzer bir görüş Ali b. Ebî Tâlib'den de rivâyet edilmiştir. Bu hükmün yaygın olması ve dört bir yanda bulunmasına rağmen her ikisine de bu konuda muhalefet eden bir kimse bulunmamaktadır. İşte icmaın hükmü de budur. İkinci rivâyetin açıklanış şekline gelince; böyle bir ilişki yasak kılınmış bir ilişkidir.. Bundan dolayı birbirlerine haram olmaları ebedî olmaz. Kendisini (kadının velisiz olarak) evlendirmesi yahut mut'a yaparak evlenmesi yahut zina etmesi halinde olduğu gibi. Kadı Ebû'l-Hasen de der ki: Bu hususta Mâlik'in meşhur olan görüşü kıyas bakımından zayıftır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) isnadını kaydederek şu rivâyetini yapar: Bize Abdülvaris b. Süfyan anlattı, bize Kasım b. Esbağ, Muhammed b. İsmail'den anlattı, Muhammed, Nuaym b. Hammâd 'dan, o İbnu'l-Mübarek'ten, o Eş'as'tan, o en-Nehaî'den, o da Mesrûk'tan naklederek dedi ki: Ömer b. el-Hattâb'a Kureyş'ten bir kadının iddet beklediği süre içerisinde Sakifli bir erkekle evlendiği haberi ulaştı. Hazret-i Ömer her ikisine haberci gönderdi, onları birbirinden ayırdı, onları cezalandırdı ve dedi ki: Ebediyen onu nikâhlayamazsın. Hazret-i Ömer o kadının mehrini Beytülmal'den ödedi. Bu hüküm insanlar arasında yayıldı. Hazret-i Ali'ye bu hüküm ulaşınca şöyle dedi: Allah mü’minlerin emirine merhamet buyursun. Böyle bir mehirin Beytülmal'den verilmesini gerektiren nedir? Her ikisi bir cahillik ettiler. İmâma (Halifeye) düşen ise onları sünnet olan uygulamaya geri döndürmesi idi. Bunun üzerine ona: Peki bu ikisi hakkında sen ne dersin diye sorulunca şu cevabı verir: O'nun ile birlikte olmayı helâl kabul ettiğinden dolayı o kadına mehir vermesi haktır. Buna karşılık birbirlerinden ayrılırlar, her ikisine de zina cezası vurulmaz. Birincisinden beklediği iddeti tamamladıktan sonra ikincisinden de üç kar' olmak üzere tam bir iddet bekler, daha sonra arzu ederse o kadına talib olabilir. Bu hüküm Hazret-i Ömer'e ulaşınca müslümanların huzurunda bir hutbe irad edip şöyle dedi: Ey insanlar, bilgisizlikleri sünnete havale ediniz. İbn Abdi'l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 224. el-Kiya et-Taberî de der ki: Bir kimse bir başka kocadan dolayı iddet bekleyen bir kadınla nikâh akdi yaparsa bu nikâhın fasid olacağı hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu gibi kimselere haddin uygulanmayacağı hususunda Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali'nin ittifak etmesi de bu nikâhın fasid olduğunun ve haddi gerektirmediğinin delilidir. Şu kadar var ki bu nikâhın haram olduğunu bilmemek halinde haddin gerekmediği hususunda ittifak vardır. Haram olduğu bilinerek nikâh yapılmış ise bunda da görüş ayrılığı vardır. Her iki kocadan iddet bekleyip beklemeyeceği hususunda da ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. İşte bu da "iki iddet meselesi" diye bilinir ki bir sonraki başlığın konusudur. Medineliler'in, Mâlik'ten rivâyetlerine göre birinci kocadan iddetinin geri kalan kısmını tamamlar ve ikincisinden de yeni bir iddet beklemeye başlar. Aynı zamanda bu, el-Leys'in, el-Hasen b. Hayy'in, Şâfiî'nin, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Belirttiğimiz gibi bu hem Hazret-i Ali'den, hem ileride geleceği üzere Hazret-i Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Muhammed b. el-Kasım ve İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyetlerine göre böyle bir kadının ikinci kocasından birbirlerinden ayrılmaları gününden itibaren iddet beklemesi yeterlidir. Ve bu iddet ister hamile olup doğumunu yapmasıyla, ister kar'lar ile isterse de ay hesa"bıyla olsun, farketmez. Aynı zamanda bu es-Sevrî, el-Evzaî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Buna dair delilleri ise birinci kocanın böyle bir kadını kendisinden beklediği iddet süresi içerisinde nikâhlamasının sözkonusu olamayacağı hususundaki icmalarıdır. O halde, bu kadının ikincisinden iddet beklemekte olduğunun delilidir. Çünkü durum böyle olmasaydı kendisinden beklediği iddet içerisinde onu nikâhlamış olması söz konusu olurdu. Ancak birinci görüşü kabul edenler buna şu sözleriyle cevap verirler: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü iddetinin geri kalan kısmında birincisinin onu nikâhlayamaması, hemen akabinde ikincisinden iddet beklemesi gerektiğidir. Bunlar ise sair insanoğluna ait haklarda olduğu gibi; kadın hakkında iki ayrı koca lehine sabit olmuş iki haktır. Bu haklardan biri ötekinin içerisine girmez. Diğer taraftan Mâlik, İbn Şihab'dan o Said b. el-Müseyyeb'den, ve Süleyman b. Yesar'dan rivâyet ettiğine göre; Esedli Tulayha, Sakifli Ruşeyd'in nikâhı altındaydı. Ruşeyd onu boşadı, iddeti içerisinde nikâhlandı. Ömer b. el-Hattâb ise hem onu hem de (yeni) kocasını elindeki kamçıyla birkaç defa vurduktan sonra onları birbirlerinden ayırdı. Daha sonra Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dedi ki: Herhangi bir kadın şayet iddeti içerisinde nikâhlanacak olursa eğer kendisiyle evlenmiş olan kocası onunla gerdeğe girmemişse birbirlerinden ayrılırlar. Daha sonra birinci kocasından iddetin geri kalan kısmını bekler. İkinci koca ise taliplerden bir talip olur. Şayet (iddeti içerisinde evlenen ikinci koca) o kadın ile gerdeğe girmiş ise, önce birbirlerinden ayrılırlar, sonra birincisinden beklediği iddetin geri kalan kısmını tamamlar, arkasından ikincisinden dolayı iddet bekler, sonra da ebediyyen bir araya gelemezler. Mâlik der ki: Said b. el-Müseyyeb de der ki: Onunla cimada bulunduğu için de o kadına mehir vermesi gerekir. Muvatta’', Nikâh 27. Ebû Ömer der ki: Burada sözü geçen Tulayha, Temimli Talha b. Ubeydullah'ın kızkardeşi Ubeydullah kızı Tulayha'dır. Yahya tarafından rivâyet edilen Muvatta’''ın kimi nüshalarında ise "Esed'li Tulayha" diye geçmektedir. Bu ise hem bir hata, hem de bir bilgisizliktir. Bunun böyle olduğunu söyleyen bir kimse olduğunu da bilmiyorum. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 219. Bu açıklamanın devamı da şöyledir: "... Sözü edilen kadın Teym kabilesinden olup, Resûlüllah'ın ashabından ve Cennet'le müjdelenmiş on kişiden biri olan Talha b. Ubeydullah'ın kızkardeşidir." 8- İddet İçerisinde Evlenmenin Cezası: "Hazret-i Ömer elindeki kamçı ile o kadına ve kocasına birkaç darbe indirdi" ifadesi ile; işledikleri yasak -ki o da iddet içerisinde nikâhtır- dolayısıyla onları cezalandırmak kastıyla vurduğunu anlatmak istemektedir. ez-Zührî ise der ki: Hazret-i Ömer'in bu şekilde onlara kaç defa vurduğunu bilemiyorum. Böyle bir durumda Abdülmelik ise onların her birisine kırkar sopa vurmuştur. (ez-Zührî devamla) dedi ki: Kubaysa b. Züeyb'e bu durum hakkında soru sorulmuş o da şöyle demiş: Keşke haddi hafifletip onlara yirmi sopa vursaydınız. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 220. İbn Habib iddet içerisinde evlenip kocası kendisine temas eden yahut öpen yahut mübaşeret eden, çimdikleyen, zevk alacak şekilde bakan kadın hakkında şöyle demektedir: Kocanın, velinin ve şahitlerin kadının iddet beklemekte olduğunu onlardan bilen herkesin cezalandırılması gerekir. Durumu bilmeyenlerin ise cezalandırılması sözkonusu değildir. İbnu'l-Mevvâz da der ki: Eğer bu işi kasten yapmış iseler karı-kocanın her ikisine de sopa (celde) cezası uygulanır. İbn Habib'in sözü ise; kadının iddet içerisinde olduğunu bilenler hakkında yorumlanır. Çünkü erkek bunun haram olduğunu bilmeyebilir ve haram olan birşeyi işlemek kastını gütmeyebilir. İşte cezalandırılması gereken odur (kastı güdendir). İşte Hazret-i Ömer'in elindeki kamçıyla kadını da kocasını da birkaç defa vurması bu yolla olmuştur. Böyle bir yolla cezalandırma ve te'dib cezalandırılan kişinin durumuna göre olur. İbnu'l-Mevvâz'ın sözü de şu durum ile ilgili kabul edilir: Bunlar eğer haram olduğunu biliyor ve cesaretle ve kasten haram olan birşeyi işlemeye kalkışmış iseler (onlara celde cezası verilir). eş Şeyh Ebû'l-Kasım da der ki: Bunlar kasten olması hali ile ilgili iki rivâyettir. Birincisine göre had vurulur, ikincisine göre ise cezalandırılır, had vurulmaz. 9- Allah İçinizdekini Bilendir: Yüce Allah'ın: "Bilin ki Allah şüphesiz içinizdekini bilir" âyeti Allah'ın yasakladığı şeyleri işlemekten sakındırmanın en ileri bir ifadesidir. 236Kendileriyle temas etmediğiniz veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz hanımları boşarsanız, üzerinize vebal yoktur. Onları metâlandırın. Eli geniş olan da halince, fakir olan da halince örfe uygun şekilde (faydalandırsın). Bu ihsan edenler üzerine bir borçtur. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- Kendilerine Talâk Vermek Vebal Olmayan Hanımlar ve Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "... Hanımları boşarsanız üzerinize vebal yoktur" âyeti de aynı şekilde boşanan kadınlara dair hükümlerden birisidir. Bu âyet, -mehrini ister tayin etmiş olsun ister etmemiş olsun- kendisiyle gerdeğe girilmeden, cimada bulunulmadan kadın boşayan kimsenin günahının olmayacağını haber vermektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevk almak ve şehvetini karşılamak kastıyla evlenmeyi yasaklayıp, iffetini korumak, Allah'tan sevap beklemek ve beraberliğin devamı kastıyla evlenmeyi emretmesi üzerine mü’minler zifafa girmeden önce hanımını boşayan bir kimsenin, Resûlüllah'ın yasakladığı hoş olmayan bu durumu kısmen işlemiş olacağına dair bir kanaate sahip oldular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme, nikâhın asıl itibariyle güzel bir maksat ile yapılmış olması şartıyla bundaki vebali ortadan kaldırmak üzere nazil olmuştur. Kimisi: "Üzerinize vebal yoktur" âyetinin anlamı şudur derler: Yani mehrin tümü istenmez. Aksine böyle bir durumda kadın için mehir tayin etmiş olan kimsenin tesbit edilen mehrin yarısını ödemesi gerekir. Mehir tayin etmemiş olan kimsenin ise kadına mut'a vermesi gerekir. Şöyle de denilmiştir: Mehir şeriatte te'kidli olarak sözkonusu edildiğinden dolayı miktarı -ister tayin edilmiş olsun, ister mehri misil olsun- mehrin kaçınılmaz olduğu vehmine kapılabilinir. O bakımdan boşama esnasında -nikâhta mehir tesbit edilmemiş olsa dahi- boşayan kimse üzerinden günah kaldırılmaktadır. Bazdan da derler ki: "Üzerinize vebal yoktur" âyetinin anlamı şudur: Sizin boşamayı -kendisiyle gerdeğe girilmiş olandan farklı olarak- ay hali iken yapmanızda bir vebal yoktur. Çünkü kendisiyle gerdeğe girilmemiş olanın iddet beklemesi gerekmez. 2- Boşanmış Kadınların Türleri: Dört türlü boşanmış kadın vardır: 1- Mehri tesbit edilmiş ve kendisi ile gerdeğe girilmiş olan boşanmış kadın. Yüce Allah bu kadının hükmünü bundan önceki âyet-i kerimede zikretmiştir. Mehrinden herhangi birşey geri alınmayacağı ve bunun iddetinin üç kar' olduğu belirtilmiştir. 2- Mehri tesbit edilmemiş ve kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan boşanmış kadın. Bu âyet-i kerîme böyle bir kadının durumu hakkında olup bu kadın için mehir sözkonusu değildir. Bunun yerine şanı yüce Allah ona bir mut'a verilmesini emretmekte; el-Ahzab Sûresi'nde (33/49. âyette) ise kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadın boşandığı takdirde iddet beklemesinin sözkonusu olmayacağını beyan etmektedir ki ileride gelecektir. 3- Kendisiyle gerdeğe girilmemiş ve mehir tesbit edilmiş boşanmış kadın. Bunu da bundan bir sonraki âyet-i kerimede: "Kendilerine mehir tayin etmiş olduğunuz o hanımlarınızı onlara dokunmadan önce boşarsanız.." (el-Bakara, 2/237) âyetinde sözkonusu etmektedir. 4- Kendisiyle gerdeğe girilmiş fakat mehri tesbit edilmemiş olan kadın. Bunu da yüce Allah: "Onlardan hangisi ile faydalandı iseniz bundan dolayı onlara tayin edildiği şekilde mehirlerini veriniz" (en-Nisâ, 4/24) âyetinde zikretmektedir. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile bundan sonraki âyet-i kerimede ise kendisiyle temas edilmeden ve mehri tayin edilmeden önce boşanmış kadının ve kendisiyle temas edilmeden fakat mehir tesbit edilmiş bulunan kadınların hükmünü zikretmekte, birinci türden olan kadının mut'a hakkına, ikinci türden olan kadının işe mehrin yarısına hak kazandığını beyan etmektedir. Çünkü akdin bozulması dolayısıyla kadın birtakım zararlarla karşı karşıya kalmış, akid sebebiyle kocaya o kadın helâl olmuştur. Ona temas etme karşılığında ise ödenmesi gereken mehirdir. 3- Tefviz (Mehir Tesbit Edilmeden) Nikâhı: Boşanan kadınları yüce Allah'ın burada mehri tayin edilmiş olarak boşanan kadın ile mehri tayin edilmeyerek boşanan kadın olmak üzere iki kısma ayırmış olması; tefviz nikâhının câiz oluşuna delildir. Tefviz nikâhı ise mehir sözkonusu edilmeksizin akdedilen her nikâhtır. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Mehir bundan sonra tesbit edilir. Mehir tesbit edilince bu da akde katılır ve akit câiz olur. Eğer mehir tesbit edilmeksizin boşanma gerçekleşmiş ise, icma ile o kadına mehir vermek icab etmez. Bunu kadı Ebû Bekir b. el-Arabî söylemiştir. el-Mehdevî ise Hammâd b. Ebi Süleyman'dan şunu nakletmektedir: Eğer kadın ile gerdeğe girmeksizin, onu boşar ve o kadın için mehir tayin edilmemiş ise mislinin mehrinin yarısını vermeye mecbur edilir. Şayet mehir nikâh akdinden sonra ve boşamadan önce tesbit edilmiş ise; Ebû Hanîfe'ye göre bu durumda boşama sebebiyle mehrin yarısı sözkonusu olmaz. Çünkü mehir akid ile ödenmesi gereken bir miktar değildi. Ancak bu görüş, yüce Allah'ın: "Kendilerine mehri tayin etmiş iken hanımlarınızı onlara dokunmadan önce boşarsanız..." (el-Bakara, 2/237) âyetinin zahirine de muhaliftir, aynı şekilde kıyasa da muhaliftir. Çünkü akidden sonra yapılan bu tesbit, akde katılır. O bakımdan boşama sebebiyle bunun yarısının da ödenmesi icabeder. Bunun asıl delili ise; akid ile birlikte tesbit edilmiş olan mehirin bu durumda yarısının ödenmesi gereğidir. 4- Mehir Tayininden Önce Kocanın ölümü: Mehrin tesbitinden önce ölüm hali ile ilgili olarak Tirmizîde İbn Mes’ûd'dan nakledilmiş şu rivâyet vardır: İbn Mes’ûd'a mehir tesbit etmediği ve ölünceye kadar da kendisiyle gerdeğe girmediği bir kadın ile evlenen kişi hakkında soru sorulmuş o da şöyle demiştir: Bu kadına kendisi gibi olan kadınların mehr-i misli gerekir. Ne daha aşağısı, ne daha yukansı. Ayrıca böyle bir kadın iddet beklemeli ve onun için miras da sözkonusudur. el-Eşcâ'lı Makil b. Sinan kalkarak şöyle dedi: Bizden bir kadın olan Vâşik kızı Berva' hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da senin verdiğin bu hüküm gibi bir hüküm vermişti. İbn Mes’ûd bundan dolayı sevinmişti. Tirmizî der ki: İbn Mes’ûd'un bu hadisi hasen sahih bir hadistir. Bu ondan bir başka yoldan da rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olsun başkalarından olsun birtakım ilim ehli kimse de buna göre uygulama yapmaktadır. es-Sevrî, Ahmed ve İshak da böyle der. Bir kadın ile gerdeğe girmeksizin ve ölünceye kadar da mehir tayin etmeksizin evlenen erkek hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ilim ehli olup aralarında Ali b. Ebî Tâlib'in, Zeyd b. Sabit'in, İbn Abbâs'ın ve İbn Ömer'in de bulunduğu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bazı ilim adamları da şöyle demiştir: Böyle bir kadına miras verilir, mehir verilmez ve iddet beklemesi gerekir. Bu aynı zamanda Şâfiî'nin görüşüdür. Şâfiî ayrıca şöyle der: Şayet Vâşik kızı Berva' ile ilgili Hadîs-i şerîf sabit ise, elbette ki delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyettedir. Yine Şâfiî'den daha sonra Mısır'da bu görüşünden dönüp Vaşik kızı Berva'ın hadisi gereğince hüküm verdiği de rivâyet edilmektedir. Tirmizî, Nikâh 44. Hadisi ayrıca Ebû Dâvûd, Nikâh 31; Nesâî, Nikâh 68; İbn Mâce, Nikâh 18'de rivâyet etmektedir. Derim ki: Berva' ile ilgili hadisin tesbiti hususunda ihtilaf edilmiştir. Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab, İbn Ebi Zeyd Risalesi Şerh'inde şunları söylemektedir: Vasik kızı Berva' ile ilgili Hadîs-i şerîfi hadis hafızları ve ilim ehlinin önderleri reddetmişlerdir. el-Vakidî ise şöyle demektedir: Bu hadisi şerif Medine'de sözkonusu edilmiş, ancak ilim adamlarından herhangi bir kimse onu kabul etmemiştir. Az önce kendisinden de naklettiğimiz gibi Tirmizî ve İbn el-Münzir ise bunun sahih olduğunu belirtmişlerdir. İbnu’l-Münzir der ki: Abdullah b. Mesud'un söylediği sözün bir benzeri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da sabit olmuştur, biz de bu görüşü kabul ederiz. Ebû Sevr ile re'y ashabının görüşünün bu olduğu da belirtilmiştir. ez-Zührî, el-Evzaî, Mâlik ve Şâfiî'den de Ali, Zeyd, İbn Abbâs ve İbn Ömer (radıyallahü anh)'ın sözlerine benzer bir rivâyet zikredilmiştir. Bu mes'ele hakkında üçüncü bir görüş daha vardır ki; buna göre mehir sözkonusu olmadıkça öyle bir kadın için miras da sözkonusu değildir. Bu görüşü Mesrûk ifade etmiştir. Derim ki: Mâlik'in kabul ettiği görüşün lehine delillerden birisi de şudur: Böyle bir ayrılık mehir tesbitinden önce yapılmış bir nikâh hakkında verilen bir ayrılıktır. Böyle bir ayrılık dolayısıyla mehir gerekmemektedir. Buna asıl teşkil eden delil ise boşamada durumun böyle oluşudur. Fakat hadis sahih olduğu takdirde bunun karşılığında kıyas yapmak ise fasittir. Ebû Muhammed Abdülhamid de mezhebin hadise uygun bir rivâyetini nakletmektedir. Allah'a hamdolsun. Ebû Ömer ise der ki: Berva' ile ilgili hadisi Abdürrezzak, es-Sevrîden, o Mansur'dan o İbrahim'den, o Alkame'den, o İbn Mes’ûd'dan rivâyet etmiştir. Bu hadiste şöyle de denilmektedir: Ve Ma'kil b. Sinan ayağa kalktı... Yine bu hadiste İbn Mehdi, es-Sevrî'den, o Firas'tan, o en-Nehaî'den, o Mesrûk'tan, o Abdullah'tan yaptığı rivâyetinde şöyle demektedir. Makil b. Yesar kalktı. Bence doğru olan ise Makil b. Yesar değil de Makil b. Sinan diyenin rivâyetidir. Çünkü Makil b. Yesar, Müzeyne'li bir kimsedir. Bu Hadîs-i şerîf ise Müzeyneli değil, Eşcalı bir kadın hakkında varid olmuştur. Nitekim Dâvûd da eş-Şa'bi'den, o Alkame'den böylece rivâyet etmiştir. Bu rivâyette de: Eşca'dan bazıları şöyle dedi... denilmektedir. Makil b. Sinan ise el-Harre günü öldürülmüştür. Şair de el-Harre günü hakkında şöyle demektedir: "İşte Ensar şereflileri için (öldü diye) ağlamaktadır Eşcâlılar ise Mâkil b. Sinan için ağlıyorlar." İbn Abdi'l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 105-106. 5- Temas Etmeden ve Mehir Belirlenmeden Boşanan Hanımlar: Yüce Allah'ın: "Kendileriyle temas etmediğiniz" âyetindeki şey Kimse, o anlamındadır. Yani sizler kendileriyle temas etmediğiniz kadınları boşadığınız takdirde... demektir. " Kendileriyle temas et(me)diğiniz" âyeti sülasiden "te" harfi üstün olarak okunmuştur. Nafî', İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir'ın kıraati budur. Hamza ve el-Kisaî ise (mufaale vezninde) şeklinde okumuşlardır. (Bu kip çoğunlukla karşılıklı olarak iki tarafın müştereken yaptığı işler hakkında kullanılır). Çünkü cima' her ikisi vasıtasıyla gerçekleşmiştir. -Bununla birlikte "fâale" vezni "feale" anlamında da kullanılır. Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, anlamında: Târaktu'nna'le" ve hırsızı cezalandırdım anlamında; "âkabtu'l-lıssa" gibi.- Birinci okuyuşunda burada "temas etmek"ten anlaşılan anlam dolayısı ile "mufâale" (ortak yapılan iş) anlamına gelmesi gerekir. Ebû Âl-i de bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu anlama gelen fiiller bu vezin ile sülasi olarak gelirler. " Erkek (deve) dişisi ile cima etti," gibi. Her iki okuyuş da güzeldir. "Veya kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz" âyetinde yer alan "Veya" edatının "ve" anlamına geldiği söylenmiştir. Yani kendileriyle temas etmediğiniz ve kendilerine mehir tayin etmemiş olduğunuz... anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de "veya"lar "ve" anlamındadır: "Biz nice kasabaları helâk ettik. Geceleyin veya gündüzün dinlenirlerken azabımız onlara gelip çattı. "(el-A'raf, 7/4) Burada; ve dinlenirlerken; demektir. Yine: "Ve Biz onu yüzbin veya daha fazla kimseye gönderdik." (es-Saffat, 37/147) "ve daha fazla" anlamındadır. "Onlardan günahkar herhangi bir kimseye veya nankör olana itaat etme" (el-İnsan, 76/24). "Ve nankör kimseye.." demektir. Bir diğer âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse..." (en-Nisa, 4/43) Bu âyetin anlamı da şudur: Eğer sizlerden herhangi bir kimse ayak yolundan gelir ve siz hasta ya da yolcu bulunuyor iseniz.." demektir. Yüce Allah'ın: "Ancak sırtlarına veya karınlarındaki yağlar ile bağırsaklarına yapışan veya kemiklere karışan müstesna." (el-En'âm, 6/146) âyetinde ve buna benzer sair buyruklarda da böyledir. Ayrıca yüce Allah'ın bundan sonra kendileri için mehir tesbit edilmiş olan ve boşanan kadınların hükmünü açıklayan âyetini buna atfetmiş olması da bunu desteklemektedir. Bu konuda da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları onlara dokunmadan önce boşarsanız.." (el-Bakara, 2/237) Şayet birincisi kendisine temas edilmeden önce yalnızca mehir tayin edilmiş olanın boşanma hükmünü açıklamak için olmuş olsaydı, burada onu bir daha tekrarlamazdı. Yüce Allah'ın: "Onları metâlandırın" âyeti; onlara kendilerine meta olacak birşeyler verin, demektir. İbn Ömer, Ali b. Ebî Tâlib, el Hasen b. Ebi'l-Hasen, Saîd b. Cübeyr, Ebû Kilabe, ez-Zührî, Katâde ve ed-Dahhâk b. Muzahim, bunun vücub ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Ebû Ubeyd, Mâlik b. Enes ve arkadaştan, kadı Şureyh ve başkaları ise bunun mendupluk ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri "emr"in gerektirdiği şeyin vücup olduğunu ileri sürerler. İkinci görüşün sahipleri ise yüce Allah'ın: "Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır" âyeti ile: "Takva sahipleri üzerine bir haktır" (el-Bakara, 2/180) âyetlerini delil gösterirler. Eğer mut'a vermek vacip olsaydı yüce Allah bunu bütün insanlar hakkında mutlak bir emir olarak zikrederdi. Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü yüce Allah'ın: "Onları metâlandırın" âyetinde meta verme emri umum ifade eder ve yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar lehine... bir metâlandırma vardır" (el-Bakara, 2/241) âyetinde metalandırmayı kadınlara mülk olarak vermeyi ifade etmektedir. Âyetin bu şekilde olmasından mendupluk ifade etmesinden daha çok vücup ifade ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın: "Takva sahipleri üzerine bir haktır" âyeti ise bunun vücubunu te'kid eder. Çünkü Allah'a şirk koşmak ve ona isyan etmek hususlarında Allah'tan korkup da sakındırmak herkes için vaciptir. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm hakkında: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) diye buyurmaktadır. 7- Kendilerine Mut'a Verilecek Olan Kadınlar Kimlerdir? Yüce Allah'ın: "Onları metâlandırın" âyetinde yer alan zamirle hangi kadınların kastedildiği hususunda tefsir âlimlerinin farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs, İbn Ömer, Cabîr b. Zeyd, el-Hasen, eş-Şâfiî, Ahmed, Atâ, İshak ve re'y ashabı derler ki: Mut'a kendisiyle gerdeğe girilmeden ve mehri tayin edilmeden boşanan kadın için vacip, diğer kadınlar için menduptur. Mâlik ve arkadaştan ise derler ki: Mut'a kendisiyle gerdeğe girilmiş olsa dahi boşanan her kadın hakkında menduptur. Ancak kendisiyle gerdeğe girilmemiş olmakla birlikte daha önce mehri tayin edilmiş olan kadına tayin edilmiş olan mehri vermek yeterlidir, bunun için ayrıca mut'a yoktur. Ebû Sevr ise der ki: Bu durumdaki kadına da boşanan bütün kadınlara da mut'a verilir. İlim adamları kendisine mehir tayin edilmeyip gerdeğe de girilmemiş olan kadınlar için mut'a dışında hak ettiği herhangi bir şeyin olmadığı hususunda icma etmişlerdir. ez-Zührî der ki: Bu konuda kadına verilecek mut'ayı hakim tayin eder. İlim adamlarının Cumhûru ise; hakim böyle bir kadın için mut'a verilmesine dair hüküm vermez, der. Derim ki: Burada sözü geçen "ilim adamlarının icmaı" hür kadın hakkındadır. Cariye ise, mehri tesbit edilmeden ve kendisine de temas edilmeden önce boşandığı takdirde; Cumhûrun görüşüne göre onun için de mut'a vardır. el-Evzaî ve es-Sevrî ise onun için mut'a yoktur, derler. Çünkü bu durumda kadın efendisine ait olur. Efendisi ise boşanma sebebiyle malik olduğu cariyenin sıkıntısı karşılığında herhangi bir mala hak kazanmaz. Maliki mezhebinin açıklaması ile ilgili olarak İbn Şa'ban şöyle demektedir: Mut'a boşamanın sebep olduğu kedere karşılıktır. O bakımdan hul' yapan, mübâree (kocası üzerindeki hakkı ibra etmek karşılığında boşama) yapan, Hân yapan kadın için, ister gerdeğe girilmeden önce olsun, ister sonra olsun, mut'a yoktur, çünkü boşamayı tercih eden odur. Tirmizî, Atâ ve en-Nehaî ise, hul yapan kadına mut'a verilir derler. Re'y ashabı da lian yapan kadına mut'a verilir, derler. İbnu'l-Kasım da der ki: Feshedilmiş hiçbir nikâhta mut'a yoktur. İbnu'l-Mevvâz da der ki: Akdin sıhhatinden sonra feshin sözkonusu olduğu akidlerde mut'a yoktur. Eşlerden birisinin (efendi olup köle olarak) ötekine malik olması halinde olduğu gibi. İbnu'l-Kasım der ki: Bu hükmün asıl kaynağı yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar lehine maruf bir şekilde metâlandırma vardır." (el-Bakara, 2/241) âyetidir. O bakımdan bu hüküm feshi, dışarıda bırakacak şekilde boşamaya has bir hükümdür. İbn Vehb Mâlik'ten; boşanmak veya nikâhı devam ettirmek hususunda muhayyer bırakılan kadının mut'a hakkına sahip olduğunu rivâyet etmektedir. Böyle bir kadın ise, kölenin nikâhı altında iken azad edilen ve hür olmayı tercih eden cariyenin durumundan farklıdır. Böyle bir cariyenin mut'a hakkı yoktur. Muhayyer bırakılan yahut kendisine cariye bir kimse kuma getirilen hür kadın ise şayet kendisini (yani boşanmasını) seçecek olursa, bütün bu durumlarda mut'a hakkına sahip olur. Çünkü ayrılmaya sebep olan kocadır. 8- Mut'anın Sınırı ve Miktarı: Mâlik der ki: Bize göre mut'anın azının ya da çoğunun bilinen bir sınırı yoktur. Bu hususta insanlar farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer der ki: Mut'a olarak yeterli olan asgarî miktar, otuz dirhem veya onun benzeridir. İbn Abbâs der ki: Mut'anın en yüksek miktarı bir hizmetçi, sonra bir elbise, sonra bir nafakadır. Atâ der ki: Mut'anın orta hali bir iç elbise, başörtüsü ve üste giyilen bir örtü(car, çarşaf gibi)dür. Ebû Hanîfe ise; bu asgarî miktarıdır, der. İbn Muhayriz de der ki: Divan sahibi (yani devletten maaş alan kimse için) üç dinar verme yükümlülüğü vardır. Mut'a ise köleye düşer. el-Hasen der ki: Herkes kendi imkanına göre mut'a verir. Birisi bir hizmetçi, diğeri birkaç elbise, beriki tek bir elbise, ötekisi ise bir nafaka verebilir. Mâlik b. Enes de böyle demektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in muktezası da budur. Çünkü yüce Allah mut'ayı takdir etmemiş ve ona bir sınır tayin etmemiştir. Bunun yerine: "Eli geniş olan da halimce fakir olan da halince" diye buyurmuştur. el-Hasen b. Ali (radıyallahü anh) ise yirmibin (dirhem) ile birkaç bal tulumu mut'a olarak vermiş, Şureyh beşyüz dirhem mut'a vermiştir. Denildiğine göre; kadının durumuna da itibar edilir. Bu görüşü Şâfiî mezhebine mensup bazı âlimler söylemiştir. Onlar şöyle derler: Şayet bizler yalmzca erkeğin durumuna itibar edecek olursak, şöyle bir durum ortaya çıkar. Birisi yüksek seviyeden, diğeri alt gelir tabakasından iki kadın ile evlense; sonra da kendileri ile temas etmeden ve mehir tesbit etmeden boşayacak olsa, onlara verilecek olan mut'anın eşit olması sözkonusu olur. Ve alt gelir seviyesinde olana da üst gelir seviyesinde olan kadar (mut'a) verilmesi gerekir. Bu ise yüce Allah'ın: "Örfe uygun bir şekilde" âyetine muhaliftir. Yine bu, son derece varlıklı bir kimse, eğer fakir bir kadın ile evlenecek olursa, sonunda onun gibi olmasını gerektirir. Çünkü onunla gerdeğe girmeden ve ona mehir tayin etmeden önce boşayacak olursa, kendi haline uygun bir mut'a ve o kadına da mislinin mehrini vermesi gerekir. Bu durumda mut'a mehri mislinin kat kat fazlası olur. Böylece kadın, verilebilecek şeyin azamisi olan çımadan ve duhulden sonra mehr-i misil olarak hakettiği miktarın kat kat fazlasını kendisiyle gerdeğe girilmeden önce haketmiş olur. Re'y ashabı ve başkaları da derler ki: Kendisi ile gerdeğe girilmeden ve mehri de tesbit edilmeden önce boşanan kadının mut'ası yalnızca mehr-i mislidir, başkası yoktur. Çünkü mehr-i misle akid ile hak kazanılır. Mut'a ise mehri mislin bir kısmıdır. O bakımdan böyle bir kadına duhulden önceboşadığıtakdirde tesbit edilenin yarısını vermek icab ettiği gibi; bu miktarı da vermek icabeder. Ancak yüce Allah'ın: "Eli geniş olan da halince fakir olan da halince" âyeti bunu reddetmektedir. Ve bu, mut'ayı sınırlandırmanın reddedildiğinin delilidir. İşlerin gerçek yüzünü Allah çok iyi bilendir. es-Sa'lebî bir Hadîs-i şerîf zikreder ve şöyle der: Yüce Allah'ın: "kendileri ile temas etmediğiniz.... hanımları boşarsanız üzerinize vebal yoktur" âyeti Hanifeoğullarından bir kadın ile evlenen ensardan bir erkek hakkında nazil olmuştur. Bu kadına bir mehir tesbit etmemişti. Sonra da kendisiyle temas etmeden önce bu kadını boşadı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Sangınla dahi olsa ona mut'a ver" diye buyurdu. Buna yakın bir rivâyet için bk. Beyhâkî, eş-Sünenu'l-Kübrâ, VII, 420 Dârakutnî de Süveyd b. Ğafele'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Has'amlı Âişe, Ali b. Ebî Tâlib'in oğlu el-Hasen'in nikâhı altında idi. Hazret-i Ali şehid edilip de el-Hasen'e halifelik üzere bey'atte bulunulunca hanımı: Ey mü’minlerin emiri, halifelik sana kutlu olsun, deyince şöyle dedi: Ali öldürülüyor ve sen kalkmış buna sevindiğini izhar ediyorsun öyle mi? Çek git buradan. Seni üç defa boşuyorum. Bunun üzerine hanımı kalın ipekten olan örtüsüne büründü ve iddeti bitene kadar bekledi. el-Hasen ona mut'a olmak üzere on bin (dirhem) ile mehrinden geri kalan miktarı gönderdi. Bunun üzerine hanımı: "Ayrılan bir sevgiliden azıcık bir metadır bu" dedi. el-Hasen onun bu sözünü haber alınca ağladı ve şöyle dedi: Şayet ben dedemi şöyle buyururken işitmemiş -veya babam bana dedemin şöyle buyurduğunu işittiğini anlatmamış- olsaydı ona ric'at yapardım: "Herhangi bir erkek hanımına müphem (belirtisiz olarak) üç talâk verir veya kar'ları esnasında (sırasıyla) üç talâk verirse ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." Dârakutnî, IV, 30; Beyhâkî, a.g.e., VII, 419. Bir diğer rivâyette de elçi durumu ona haber verince ağladı ve şöyle dedi: Şayet ben ona bain bir talâk vermemiş olsaydım ona dönerdim. Şu kadar var ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir erkek her bir temizlik esnasında bir defa olmak üzere hanımına üç talâk verirse veya her ay başında bir talâk verirse ya da bir arada onu üç defa boşarsa artık ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." Dârakutnî, IV, 31. 9- Yıllar Geçtikten Sonra Mut'anın Verilmesi Gerektiğini Öğrenen: Aradan yıllar geçinceye kadar mut'a vermesi gerektiğini bilmeyen bir kimse (öğrendikten sonra) o kadına bu mut'ayı evlenmiş olsa dahi versin. Vefat etmişse mirasçılarına ödesin. Bunu İbnu'l-Mevvaz İbnu'l Kasım'dan rivâyet etmiştir. Esbağ ise der ki: Eğer ölmüş ise birşey ödemesi gerekmez. Çünkü mut'a boşanan kadına boşamaya karşılık bir tesellidir. Böyle bir teselli zamanı da öldükten sonra geçmiş olur. Birinci görüşün açıklaması şöyledir: Mut'a kocanın üzerine sabit olmuş bir haktır. Bu hak o kadından -diğer haklarda olduğu gibi- mirasçılarına intikal eder. Bu ise mut'anın mezhebimizde (Mâlikî mezhebinde) vacip olduğu intibaını vermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- Herkes Kendi Haline Göze Mut'a Verir: Yüce Allah'ın: "Eli geniş olan da halince fakir olan da halince..." âyeti mut'anın vücubuna delildir. Cumhûr "eli geniş olan" anlamına gelen kelimesini "vav" sakin (harekesiz) ve "sin" harfini de esreli olarak okumuşlardır. Hali geniş olan kimse demektir. (Arapçada): Filan kişi halince harcamaktadır ifadesi, sahip olduğu genişliğe göre (zenginliğe göre) harcamaktadır demektir. Ebû Hayve ise "vav" harfini üstün, "sin" harfini de şeddeli ve üstün olarak "el-muvess'" şeklinde okumuştur. İbn Kesîr, Nafi', Ebû Amr ve Ebû Bekr'in rivâyetinde Âsım: Halince" kelimesinin her iki seferinde de "dal" harfini sakin olarak okumuştur. İbn Âmir, Hamza, Kisaî ve Hafs'ın rivâyetinde Âsım ise her iki yerde de "dal" harfini üstün olarak okumuşlardır. Ebû'l-Hasen, el-Ahfeş ve başkaları ise her iki okuyuş da aynı anlamdadır ve fasih iki söyleyiştir, derler. Ebû Zeyd de böyle nakletmektedir. "Bu kadar al" cümlesinde "kadr" kelimesinde "dal" harfi ister sakin, ister üstün okunsun mana aynıdır. Yüce Allah'ın Kitabında: "Vadiler kendi miktarlarınca sel olmuştur" (er-Radıyallahü anh'd, 13/17) âyetinde yer alan: "Kendi miktarlarınca" âyeti şeklinde de okunmuştur. Yüce Allah'ın: ": Allah'ı O'na lâyık bir şekilde hakkıyla takdir edemediler" (el-En'am, 6/91) âyetindeki "dal" harfi harekeli okunsa yine câiz olur. "el Muktir (mealde; fakir)": Malı az olan kimse demektir. İşte bu durumdaki hanımlara "örfe uygun" yani şeriatte bilinen orta yola uygun "bir şekilde metalandırınız" demek olur. Yüce Allah'ın: "Bu, ihsan edenler üzerine bir haktır" âyeti, bu onlar üzerinde yapmaları gereken bir haktır, demektir. Bu âyet emredilmiş olmakla birlikte mut'anın vücubunun delilidir. Çünkü yüce Allah'ın: "Bir haktır" âyeti vücubu tekid etmektedir. "İhsan edenler üzerine" ile "takva sahipleri üzerine" âyetinin anlamı ise mü’minler üzerine demektir. Çünkü herhangi bir kimse: Ben ihsan edici değilim, takva sahibi değilim, diyemez. Çünkü insanlar hep birlikte ihsan edici ve takva sahibi olmakla emrolunmuşlardır. Onlar Allah'ın farzlarını eda etmekle ihsanda bulunuyorlar ve ateşe girmemek için de O'nun yasakladıklarından uzak duruyorlar. O halde bütün insanların ihsan edici ve takva sahibi olmaları bir farzdır, onlar için bir görevdir. "İhsan edenler üzerine bir hak" âyeti emrin te'kidini daha bir pekiştirmektedir. Doğrunu en iyi bilen Allah'tır. 237Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını verin. Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun. Sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayınız. Allah işlediklerinizi muhakkak çok iyi görendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyet ile Mut'a Hükmünden Söz Eden Diğer Âyetler: İlim adamları bu âyet hakkında farklı görüşlere sahiptirler? Aralarında Mâlik ve başkalarının da bulunduğu bir kesim der ki: Bu âyet-i kerîme, mehri tesbit edildikten sonra boşanan kadını mut'alandırma hükmü dışına çıkarmaktadır. Çünkü "onları metalandırın" âyeti bu durumdaki kadını da kapsamaktadır. İbnu'l-Müseyyeb de der ki: Ahzab Sûresi'ndeki (33/49) âyeti bu âyet-i kerimeyi neshetmiştir. Çünkü oradaki âyet-i kerîme kendisi ile gerdeğe girilmemiş bütün kadınlara mut'a verilmesi hükmünü ihtiva etmektedir. Katâde ise der ki: Bu âyet-i kerîme kendisinden önceki âyet-i kerimeyi neshetmektedir. Derim ki: Said ve Katâde'nin görüşleri su götürür. Çünkü neshin şartlan bulunmamakta ve bu âyetleri birlikte anlamak mümkündür. İbnu'l-Kasım el-Müdevvene'de der ki: Yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar lehine maruf bir şekilde metalandırma hakkı vardır." (el-Bakara, 2/241) âyeti gereğince, boşanan her bir kadının mut'a hakkı sözkonusu olur. Ahzab Sûresi'nde yer alan (33/49.) âyet ile de kendisiyle gerdeğe girilmemiş kadına da mut'a tesbit edilmiştir. Yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile de kendisiyle gerdeğe girilmeden önce ve mehir tesbit edilmiş bulunan kadını istisna etmekte ve mehri tesbit edilmiş bulunan kadın için yalnızca mehrinin yarısının verileceğini beyan etmektedir. Aralarında Ebû Sevr'in de bulunduğu bir grup ilim adamı ise şöyle demektedir: Mut'a genel olarak bütün boşanan kadınlar içindir. Bu âyet-i kerîme ise sadece mehri tesbit edilmiş bulunan kadının kendisi için tesbit edilen mehrin yarısını alacağını beyan etmektedir. Bu âyet-i kerîme ile mut'asının düşürüldüğü kastı yoktur. Aksine böyle bir kadın için hem mut'a hem de tesbit edilen mehrin yarısı verilir. Yüce Allah'ın: "Tayin ettiğinizin yarısını verin" âyeti, vermeniz vacip olan tayin ettiğiniz mehrin yarısıdır, demektir. Bunun da anlamı şudur: Mehrin yarısı kocaya ait kalacaktır, yarısı da kadının olacaktır. Bunda icma vardır. "Yarı: Nısf: Bir bütünün iki eşit parçasından birisidir. Kendisinden başka şeyin yarısına ulaşan her bir şey hakkında: "Nesafa" fiili kullanılır. Cumhûr şeklinde merfu olarak okumuştur. Bir kesim ise "fa" harfini mansub olarak şeklinde okumuştur. Anlamı ise; mehrin yarısını ödeyiniz demek olur. Ali b. Ebî Tâlib ve Zeyd b. Sabit ise bu kelimenin Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde "nun" harfini ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. Bu da bir şivedir. el-Esmaî de Ebû Amr b. el-A'la'dan kıraat yoluyla; şeklinde okunacağını rivâyet etmiştir ve bu "yanm" anlamına gelen kelimenin üç türlü okunacağım göstermektedir. Hadîs-i şerîfte ise şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi bir kimse Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa onlardan birisinin verdiği bir mudde ve onun yarısına dahi ulaşamaz." Buhârî, Fedâilu Ashâbı'n-Nebiyy 5; Müslim, Fedâüu's-Sahabe 221, 222; Ebû Dâvûd, Sünne 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce, Mukaddime 11; Müsned, III, 11, 54, VI, 6 (Burada yarım anlamına kullanılan:) Nasîf kelimesi aynı zamanda örtü ve peçe anlamına da gelir. 3- Kadına Mehir Tayin Edip de Onunla Gerdeğe Girmeden Boşamak: Kadına mehir verdikten daha sonra ve gerdeğe girmeden önce boşasa, verdiği mehir de elinde nemalansa (hüküm ne olur?) Bu hususta Mâlik der ki: Kadına mehir olarak verdiği ticaret malı veya köle olsun her ikisinin nemaları ikisine ait olur. Bunun eksilmesi de ikisinden gider. Telef olursa ikisinden telef olur. Kadının ondan birşey ödemesi gerekmez. Yani kadın harcadığı emeğin karşılığını isteyemez; erkek de ana maldan eksilenin tazminatını isteyemez. Şayet ona altın veya gümüş gibi aynî bir şeyi mehir olarak verirse o da bununla bir köle yahut bir ev satın alsa ya da o ayn ile ondan ya da başkasından koku yahut da ev eşyası veya daha başka çeyizi için tasarrufta bulunma hakkı olan başka birşey veya kocası ile birlikte kalacağı sırada işlerini kolaylaştıracak birşeyler satın alırsa; bütün bunlar bizzat kocasının ona bunları mehir vermiş olması ayarında olur. Bunların nemaları ikisine; eksilmeleri de ikisinden olur. Şayet kendisiyle zifafa girmeden önce boşayacak olursa kadının yarısından başka alacak bir hakkı yoktur. Ondan kabzettiğinin yarısını kocasına ödeme yükümlülüğü de yoktur. Şayet o mehir ile veya ondan kendisine has birşey satın alacak olursa, o takdirde ondan kabzetmiş olduğu mehrinin yarısını ödemesi gerekir. Aynı şekilde kocasından başkasından bir köle veya bir evi kendisine mehir olarak vermiş olduğu bin (dirhem) ile satın aldıktan sonra, kocası kendisiyle gerdeğe girmeden önce boşayacak olsa, koca o binin yarısını rücu edip boşadığı kadından alır. 4- Evlendiği Hanım ile Gerdeğe Girdikten Sonra Ölen Kimse: Hanımı için mehir tesbit etmiş olup onunla gerdeğe girdikten sonra ölen kişinin, hanımına tesbit edilen bu mehrin eksiksiz olarak ve hakettiği mirasın da verileceği, kadının iddet beklemekle yükümlü olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak karısı ile halvette bulunup da ondan ayrılıncaya kadar karısıyla cima etmeyenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kûfeliler ve Mâlik der ki: Mehrin tamamını ödemesi gerekir, kadının da iddet bekleme yükümlülüğü vardır. Çünkü İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğine dair haber gelmiştir: Kapıyı kapatan yahut perdeyi indiren kimsenin hanımı hakkında Raşid Halifeler, miras alacağına ve iddet beklemekle yükümlü olduğuna hüküm vermişlerdir. Bu hadisi Dârakutnî merfu olarak da rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 306-307. Ayrıca bk. İbn Abdi’l-Berr, ellstizkûr, XVI, 128. İleride Nisa Sûresi'nde (4/21. âyetin tefsirinde) gelecektir. Şâfiî ise Kur'ân-ı Kerîm'in zahir hükmü dolayısıyla duhul olmadığı takdirde tam bir mehrin verilmesini ve kadının iddet beklemesini vacip kabul etmez. Şureyh der ki: Ben yüce Allah'ın Kitabında bir kapı veya bir perde zikrettiğini işitmedim. Eğer erkek kadını ile temas kurmadığım iddia edecek olursa o takdirde kadına mehrin yarısı verilir. Bu İbn Abbâs'ın da görüşüdür. Yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde yer alan: "Birbirinize karıştınız" (en-Nisa, 4/21) âyetini açıklarken bu hususta ilim adamlarımızın görüşlerine dair açıklamalar yapılacaktır. Yüce Allah'ın: "Meğer ki kendileri veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" âyetinde geçen "meğer ki kendileri... bağışlamış olsun" âyeti munkatı' bir istisnadır. Çünkü onların hak ettikleri yarım mehri affetmeleri, onu almaları kabilinden değildir. "Bağışlamaları" ise onu terkedip almamaları demektir. Yani kocaları tarafından kendilerine verilmesi gereken mehrin yarısını terkedip almamaları hali müstesnadır. Bu âyet-i kerimede bağışlayacak olanlar, kendisini evlendirme imkanına sahip olan her bir kadındır. Şanı yüce Allah böyle bir hakka sahip olmalarından sonra bu hakkı düşürmelerine izin vermiştir. Çünkü bunu yüce Allah onların katıksız bir hakkı olarak tesbit etmiştir. O bakımdan istedikleri şekilde bu hakkı alabilir ya da iskat edebilirler. Şu şartla ki kendilerini evlendirmek yetkisine sahip olmalı, baliğ, akil ve reşid olmalıdırlar. İbn Abbâs, fukaha ve tabiinden bir grup da şöyle demektedirler: Velisi bulunmayan bakire kızın affetmesi de caizdir. Suhnun bunu el-Müdevene'de İbnu'l-Kasım'dan başkasından nakletmektedir. Bundan önce ise İbnu’l-Kasım'ın (velisiz bakirenin) mehrin yarısını affetmesinin câiz olmadığını zikreder. Baba ya da bir vasinin himayesinde bulunan kadının ise mehrin yarısını affetmesi câiz değildir. Bu konuda tek bir görüş vardır. Bildiğim kadarıyla bunda bir görüş ayrılığı da yoktur. 6- Nikâh Akdi Elinde Bulunan Kimdir? Yüce Allah'ın: "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" âyeti bir öncesine "kendileri" âyetine atfedilmiştir. el-Hasen: şeklinde "vav" harfini harekesiz olarak okumuştur. O bu okuyuşuyla "vav" üzerinde fethayı ağır görmüş gibidir. Yüce Allah'ın: "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" âyeti ile neyin kastedildiği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Dârakutnî, Cübeyr b. Mut'im'den rivâyet ettiğine göre Cübeyr, Nasroğullarından bir kadın ile evlenmiş, onunla zifafa girmeden önce o kadını boşamış ve eksiksiz olarak mehrini ona gönderip şöyle demiş: Ben bağışlamaya ondan daha lâyıkım. Yüce Allah: "Meğer ki kendileri ve nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" diye buyurmaktadır ve ben bağışlamaya ondan daha lâyıkım. Dârakutnî, III, 279. Böylelikle o yüce Allah'ın: "Meğer ki kendileri ve nikâh akdi elinde bu lunan kimse bağışlamış olsun" âyeti ile talâktan önce de sonra da her durumda kendisinin kastedildiği şeklinde te'vil etmiştir. Yani nikâh akdini elinde bulunduranın kendisi olduğu kanaatinde idi. "Nikâh" kelimesinin başına elif lâm geldiği için "o" anlamına gelen "he" harfi hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şüphesiz cennet varılacak yerin ta kendisidir. " (en-Naziât, 79/41) Yani onun için varılacak yerin ta kendisidir, demektir. en-Nâbiğa da şöyle demektedir: "Onların öyle bir takım huyları vardır ki; Allah başkalarına vermemiştir onları; Cömertlik ve başlarından gitmeyen akıllara sahiptirler." Onların akılları başlarından gitmez, demektir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Nikâh akdi" âyeti de böyledir. Yani nikâhının akdi demektir. Dârakutnî, merfu olarak Kuteybe b. Said yoluyla şöyle rivâyet etmektedir. Bize İbn Lehîa, Amr b. Şuayb'dan o babasından, o dedesinden rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Nikâh akdinin velisi kocadır." Dârakutnî, III, 279. Ayrıca bu hadisi Ali, İbn Abbâs, Said b. el-Müseyyeb ve Şureyh yoluyla müsned olarak da rivâyet etmiştir. Dedi ki: Nafi b. Cübeyr, Muhammed b. Ka'b, Tavus, Mücâhid, eş-Şâbi ve Saîd b. Cübeyr de böyle demişlerdir. Başkası ise Mücâhid ve es-Sevrî'yi de ilave eder. Ebû Hanîfe de bunu tercih etmiştir. Şâfiî'nin sözlerinden sahih olan da budur. Bunların hepsi velinin, kadının mehrinden herhangi bir şeyde tasarrufta bulunabileceği görüşünde değildir. Çünkü veli boşamadan önce kocayı mehir ödeme yükümlülüğünden ibra edecek olursa, bunun câiz olmayacağı üzerinde icma vardır. O halde boşamadan sonra da durum böyledir. Yine velinin kadının malından birşey hibe etmek hakkına sahip olmadığı ve mehrin kadının malı olduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Ayrıca veliler arasından bağışlamaları câiz olmayanların bulunduğu üzerinde de icma etmişlerdir ki bunlar amca çocukları ve kardeş çocuklarıdır. Baba da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kimisi de: Burada (nikâh akdi elinde bulunduğu) belirtilen kişi velidir, der. Dârakutnî bunu İbn Abbâs'tan senedini kaydederek nakletmekte ve Dârakutnî, III, 280'de rivâyet bu kadardır. Aynı görüşte oldukları belirtilen ilim adamlarından ayrıca söz edilmemektedir. şöyle demektedir: Bu İbrahim, Alkame ve el-Hasen'in de görüşüdür. Ondan başkaları ise İkrime, Tavus, Atâ, Ebû Ziyad, Zeyd b. Eslem, Rabia, Muhammed b. Ka'b, İbn Şihab, el Esved b. Yezid, eş-Şa'bi, Katâde, Mâlik ve eski görüşünde Şâfiî'yi de ilave ederler. Buna göre babanın boşanmış olması halinde, ister ay hali olmak yaşına gelmiş olsun, ister gelmemiş olsun bakire kızının mehrinin yarısını bağışlaması caizdir. Îsa b. Dinar der ki: Mehrinden herhangi bir miktarı babasından rücu edip alamaz. Burada kastedilenin veli olduğunun delili ise şanı yüce Allah'ın âyet-i kerimenin baş tarafında: "Kendilerine mehir tayin etmiş iken hanımları, onlara dokunmadan önce boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını verin" diye buyurmasıdır. Yüce Allah burada kocaları sözkonusu edip bu şekilde onlara hitap etmekte sonra da onlara: "Meğer ki kendileri., bağışlamış olsun" âyetinde kadınlardan; "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" buyurarak da üçüncü bir kimseden söz edilmektedir. Bu üçüncü kimsenin daha önce sözü geçen kocaya ait olması ancak başkasının var olmaması halinde sözkonusudur. Ancak bu başkası vardır. Bu da maksat olarak gözetilen velidir. Bu anlamda Mekki bir açıklamada bulunmuş, İbnu’l-Arabî de bunu zikretmiştir. Aynı şekilde şanı yüce Allah: "Meğer ki kendileri.. bağışlamış olsun" diye buyurmaktadır. Bilindiği gibi bütün kadınlar bağışlama yetkisine sahip değildirler. Küçük ve hacr altında bulunan kadınların bağışlamaları sözkonusu değildir. O bakımdan yüce Allah her iki kısmı da beyan ederek: "Meğer ki kendileri., bağışlamış olsun" diye buyurmaktadır. Yani buna ehil oldukları takdirde demektir. "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun" diye de buyurmaktadır ki; burada da kasıt velinin kendisidir. Çünkü bu hususta iş, onun yetkisindedir. Aynı şekilde İbn Vehb, Eşheb, İbn Abdilhakem ve İbnu'l-Kasım da Mâlik’ten, burada sözü geçenin bakire kız hakkında babası, cariyesi hakkında da efendisi olduğunu rivâyet etmektedir. Velinin bağışlaması ise ancak aklı başında ve doğru bir kimse olması halinde caizdir. Sefih bir kimse olduğu taktirde onun da bağışlaması câiz olmaz. Denilse ki: Bizler burada kastedilenin veli olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine o kocadır. Bu adın (yani "nikâh akdi elinde bulunan" vasfının) kocaya verilmesi daha uygundur. Çünkü önceden de geçtiği üzere veliye göre nikâh akdine daha bir sahip olan odur. Buna cevabımız şu olur: Bizler kocanın, bakire kızı hakkında babaya göre akdi daha çok elinde bulundurduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bakire kızın babası, koca bir tarafa, tek başına bu hakka sahiptir. Çünkü akde konu olan şey, bakire olan kızın namus ve iffetini ilgilendirir. Koca ise bu konuda akid yapma hakkına sahip değildir. Aksine baba buna sahiptir. Şureyh erkek kardeşin mehrin yarısını bağışlamasını câiz görür. İkrime de böyle der: İkisi arasında nikâh akdini yapan kimsenin affetmesi caizdir. Bu kimse ister amca, ister baba, ister kardeş olsun. Ve isterse kadın bundan hoşlanmasın. Ebû Nehik ve en-Nehaî: "Veya.. bağışlamış olsun" şeklinde "vav" harfini "elife benzeterek sakin olarak okumuştur. Şairin şu sözü de buna benzemektedir: "Âmir (oğulları) beni miras yoluyla liderliğe getirmedi, Anne vasıtasıyla olsun, baba vasıtasıyla olsun yücelmemi Allah kabul etmedi." 7- Bağışlamak ve Fazileti Unutmamak: Yüce Allah'ın: "Sizin bağışlamanız ise takvaya daha yakındır" âyeti mübteda ve haberdir. İbn Abbâs'ın görüşüne göre hem erkeklere hem kadınlara hitaptır. Bu şekilde bağışlamanızın takvaya daha yakın olduğu belirtilmektedir. Cumhûr " Bağışlamanız" şeklinde "te" harfiyle okumuştur. Ebû Nehik ve eş-Şâbi ise şeklinde "ye" harfi ile okumuştur. (O takdirde mana: Onların bağışlamaları... şeklinde olur). Bu ise nikâh akdini elinde bulunduran kimseye raci olur. Derim ki: şeklinde "te" ile okunmamıştır. O takdirde bu fiil (bağışlamak), kadınlara ait olurdu. Cumhûr: " Fazileti unutmayınız" âyetini "vav" harfini ötreli olarak okumuş, Yahya b. Ya'mer ise esreli olarak okumuştur. Ali, Mücâhid, Ebû Hayve ve İbn Ebû Able ise: " Karşılıklı olarak aranızdaki fazileti unutmayınız" şeklinde okumuştur ki; bu da manası sağlam bir okuyuştur. Mücâhid der ki: Fazilet, erkeğin mehrinin tamamını vermesi ya da kadının hak ettiği yarım mehri de terketmesidir. 8- Allah Yaptıklarınızı Görendir: Yüce Allah'ın: "Allah işlediğinizi muhakkak çok iyi görendir" âyeti, iyilik yapana vaad, iyilik yapmayana da mahrum bırakılmayı ihtiva eden bir haberdir. Yani sizin affetmeniz de hakkınızı almanız da ona gizli kalmaz. 238Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin. Allah için huşû' ve itaatla durun. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Bütün Ümmet Namaz Kılmak Emrine Muhataptır: Yüce Allah'ın: "Devam edin" âyeti bütün ümmete yönelik bir hitaptır. Âyet-i kerîme namazlan vakitlerinde, bütün şartlarıyla birlikte kılmaya dikkat ve özen göstermeyi emretmektedir. Muhafaza etmek (mealde: Devam etmek); bir şeye devam etmek ve ısrarla onu sürdürmek demektir. "Orta" anlamına gelen " el-vustâ" ise "el-evsat" kelimesinin müennesidir. Birşeyin vasatı hayırlısı ve en mutedil olanı demekdir. Yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (el-Bakara, 2/143) âyeti de bu kabildendir ki buna dair açıklamalar daha önceden (2/143. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öven bir Bedevi Arap da şöyle demektedir: "Ey bütün insanların övünülmeye değer hususlarında en hayırlı ve mutedil (evsat) olanı Ve ey hayırlı bir anne ve bir babanın evladı olarak insanların en kerim olanı!" Özellikle "orta namaz (es-salâtu'l-vustâ)"nın sözkonusu edilmesi -daha önceden genel olarak namazların kapsamına girmiş olduğu halde- bu namazın şerefini ifade etmek içindir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hani Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık. Senden de Nûh'tan da..." (el-Ahzab, 33/7); "İkisinde pek çok meyve, hurma ve nar vardır." (er-Rahmân, 55/68) Ebû Cafer el-Vasıtî, teşvik anlamını (iğrâ) ifade etmek üzere şeklinde okumuştur. Özelikle orta namaza dikkat ediniz, demektir. el-Hulvanî de böyle okumuştur. Kalun ise Nafi'den rivâyetle sonrasında "ta" harfi geldiği için "el-Vusta" kelimesindeki "sin" harfini "sad" diye okumuştur. Çünkü bu iki harfin mahreçleri birdir. Aynı zamanda bunlar "es-Sırat" ve benzerlerinde olduğu gibi iki ayrı söyleyiştir. İlim adamları orta namazın hangisi olduğunu tayin etmek hususunda on farklı görüş belirtmişlerdir: 1- Birinci görüşe göre bu, öğlen namazıdır. Çünkü günün başlangıcı ile ilgili iki görüşten sahih olanına göre tan yerinin ağarması ile olur ve bu durumda öğlen namazı günün ortasında yer alır. Bu konudaki görüşleri sıralarken öğlen namazı olduğu görüşünden başlamamızın sebebi, İslâm'da kılınan ilk namazın öğlen namazı oluşundandır. Öğlen namazının orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Zeyd b. Sabit, Ebû Said el-Hudrî, Abdullah b. Ömer ve Âişe (Allah hepsinden razı olsun) de vardır. Bu namazın öğle namazı olduğuna delil olan hususlardan birisi de Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa'nın: "Namazlara ve özellikle orta namaza ve ikindi namazına devam ediniz" şeklinde söylemeleridir. Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 25, 26; Müslim, Mesâcid 207. Rivâyet edildiğine göre bu namaz müslümanlar için en ağır gelen namazdı. Çünkü bu namazın vakti, öğlen sıcağında ve mallarında çalışmaktan oldukça yorgun argın düştükleri bir sırada gelirdi. Ebû Dâvûd, Zeyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazını öğlen sıcağında kıldırırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına ondan daha ağır gelen hiçbir namaz olmazdı. Bunun üzerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" âyeti nazil oldu ve dedi ki: Bu namazdan önce de iki namaz, ondan sonra da iki namaz vardır. Ebû Dâvûd, Salat 5. Mâlik Muvatta’''ında Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned'inde Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Orta namaz öğlen namazıdır. Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 27. et-Tayalisî şunu da ekler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı oldukça sıcak vakitte kılardı. Ahmed A. Raman el-Benna, Minhatu’l-Ma’bud, 1, 70. 2- İkinci görüşe göre bu ikindi namazıdır. Çünkü ondan önce iki tane gündüz namazı ondan sonra da iki tane gece namazı vardır. en-Nen, beliğlerin üsluplarından değildir. Çünkü böyle bir anlayış aynı anlamdaki kelimelerin tekrarını gerektirir. Eğer bir kelimeyi mücerred bir manaya hamletmek mümkün ise insanların kullandıkları ifadelerde bile bunu tekrara hamletmeyiz . Nasıl herşeyi bihass der ki: Böyle bir delillendirmeden daha güzel bir delillendirme de şudur: Ona "orta" denilmesinin sebebi birisi ilk farz kılınan diğeri ise ikinci olarak farz kılınan iki namaz arasında olmasıdır. İkindi namazının orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ebû Hüreyre ve Ebû Said el-Hudrî (Allah hepsinden razı olsun) de vardır. Bu Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da tercih ettiği görüştür. Şâfiî ve eser ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Abdülmelik b. Habib de bunu benimsemiştir. İbnu'l-Arabî "el Kabes" adlı eserinde İbn Atiyye de Tefsirinde bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İnsanların çoğunluğu bu görüştedir, ben de bunu benimsiyorum. Bunlar görüşlerine bu konuda Müslim ve başkaları tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfleri delil gösterirler. Bunlar arasında en açık nas ise İbn Mes'ûd'un naklettiği şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Orta namaz'dan ikindi namazından bizi alıkoydular..." Müslim, Mesacid 206; Tirmizî, Salat 19, Tefsir 2. SÛRE 32. Bu manadaki diğer hadisler ve kaynakları için biraz sonra gelecek üçüncü başlıktaki notlara bakınız. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen sahih bir hadistir, demiştir. Bizler buna dair daha geniş açıklamalarımızı "el-Kabes fi Şerhi Muvatta’'i Maliki İbn Enes" adlı eserimizde yapmış bulunmaktayız. 3- Bu görüşün sahiplerine göre orta namaz akşa namazıdır. Bunu Kubaysa b. Ebi Züeyb bir topluluk ile birlikte söylemiştir. Bu konudaki delilleri ile rekat sayısı itibari le ortada olmasıdır. Rekat sayısı en aşağı sayıdakiler gibi de değildir, en fazla ol nlar gibi de değildir. Ve ayrıca yolculukta bu namaz kasredilmez. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu namazı ne vaktinden sonraya bırakmış ne de önceye almıştır. Bundan sonra ise cehri kılınan iki tane namaz, ondan önce ise sirrî (gizlice) okunan iki namaz vardır. Âişe (r. anha) yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah nezdinde namazların en faziletli olanı akşam namazıdır. Yolcudan olsun ikamet edenden olsun bu namazı kaldırmamıştır. Allah o namaz ile gece namazını açmış ve onunla gündüz namazını kapatmıştır. Her kim akşam namazını kılar, ardından da iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray yaptırır. Her kim ondan sonra dört rekat namaz kılarsa, Allah ona yirmi yılın günahlarını -veya kırk yılın günahlarını- bağışlar." "En faziletli namaz akşam namazıdır; kim ondan sonra iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray verir." şeklinde: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 309. 4- Yatsı namazı olduğunu söyleyenler. Çünkü bu namaz kasredilmeyen iki namaz arasında yer alır. Uyku vaktinde bu namazın vakti girmekle birlikte, ertelenmesi müstehaptır. Bu ise ağır gelir. O bakımdan özellikle buna dikkat edilmesi için te'kidde bulunulmuştur. 5- Beşinci görüşe göre ise orta namaz sabah namazıdır. Çünkü kendisinden önce açıktan okunan iki gece namazı, kendisinden sonra da gizliden okunan iki gündüz namazı vardır. Ve bu namazın vakti insanlar uykudayken girer. Bu namaza soğuğun şiddeti dolayısıyla soğuk zamanlarda kalkmak, gecenin kısalığı dolayısıyla da yazın kalkmak ağır bir iştir. Bu namazın orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Abbas (r. anhuma) da vardır. Bunu Muvatta’''da İmâm Mâlik belağ yoluyla (yani Mâlik; bu ikisinden bana ulaştığına göre diyerek) nakletmiştir. Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 28. Tirmizî de bunu İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan ta'lik yoluyla (senedini zikretmeksizin) kaydetmiştir. Tirmizî, Salât 19. Ayrıca bu Cabir b. Abdullah'tan da rivâyet edilmiştir. Bu Mâlik ve arkadaşlarının da görüşüdür. Kuşeyrî'nin kendisinden naklettiğine göre Şâfiî de buna meyletmiştir. Hazret-i Ali'den gelen sahih rivâyet ise bunun ikindi namazı olduğudur. Yine ondan bu husus sahih ve bilinen bir yolla rivâyet edilmiştir. Orta namazın sabah namazı olduğunu söyleyenler yüce Allah'ın: "Allah için kanitler olarak durunuz" yani o namazda kunut yapınız demektir. Sabah namazı dışında kunutun emrolunduğu bir başka namaz yoktur. Ebû Reca der ki: İbn Abbâs bize Basra'da sabah namazını kıldırdı. Rükûdan önce o namazda kunut okudu ve ellerini kaldırdı. Namazı bitirdikten sonra şöyle dedi: İşte yüce Allah'ın kendisinde kunut okuyanlar olarak kalkmamızı emrettiği orta namaz budur. Enes de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazında rüküdan sonra kunut okumuştur. Buhârî, Vitr 6; Müslim, Mesâcid 298; Nesâî, İftitâh 27; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 120. Kunutun hükmü ve ilim adamlarının bu konudaki görüşleri Âl-i İmrân Sûresi'nde yüce Allah'ın: "İşten sana ait hiçbir şey yoktur." (Âl-i İmrân, 3/128) âyetini açıklarken gelecektir. 6- Cuma namazıdır, diyenler. Çünkü bu namazın cemaat ile kılınması, bu namazda hutbe okunması ve bu namazın bayram gibi değerlendirilmesi özellikleri arasındadır. Bunu İbn Habib ve Mekkî zikretmektedir. Müslim ise Abdullah (b. Mes'ûd)'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cumadan geri kalan bir topluluğa şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kimseye cemaate namaz kıldırmasını emredip sonra da cuma namazına gelmeyen birtakım kimselerin evlerini içlerinde oldukları halde yakmayı içimden geçirdim." Müslim, Mesâcid 254 7- Bu görüşe göre orta namaz aynı zamanda sabah ve ikindi namazlarıdır. Bunu eş-Şeyh Ebû Bekr el-Ebherî söylemiştir. Delil olarak da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini göstermiştir: "Gece melekleri ile gündüz melekleri sizin aranızda biri ötekinin arkasından gider gelirler... Buhârî, Mevâkît 16, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesâcid 210; Nesâî, Salât 21; Muvatta’', Kasnı's-Salât 82; Müsned, II, 257, 312, 486. Bunu Ebû Hüreyre rivâyet etmiştir. Cerir b. Abdullah da dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyorduk. Ondördünde aya baktı ve dedi ki: "Sizler şu ayı gördüğünüz şekilde onu görmek için nasıl herhangi bir sıkıntı çekmiyor iseniz Rabbinizi de böylece göreceksiniz. Şayet güneşin doğuşundan önce bir namaz ve batışından önce de bir namazı kaçırmamak gücünüz varsa bunu yapınız." -Bununla da ikindi ve sabah namazlarını kastetmektedir.- Daha sonra Cerir yüce Allah'ın: "Rabbine hamd ile güneşin doğmasından önce ve güneşin batmasından önce tesbih et." (Ta-ha, 20/130) Buhârî, Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 211; Ebû Dâvûd, Sünne 19; Müsned, IV, 362, 365. Umare b. Rueybe der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce namaz kılan hiçbir kimse asla cehenneme gitmeyecektir." Müslim, Mesâcid 213, 214; Ebû Dâvûd, Salât 9; Nesâî, Salât 13, 21; Müsned, IV, 126, 261. Yine bunda kastedilen sabah ve ikindi namazlarıdır. Yine ondan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim iki serinlik vaktindeki namazı kılarsa cennete girer." Buhâri, Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 215; Dârimi, Salât 136; Müsned, IV, 80 Bütün bunlar Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabittir. Sabah ve ikindi namazlarına "iki serinlik" adının veriliş sebebi serin zamanlarda eda edilmelerinden dolayıdır. 8- Orta namaz yatsı ve sabah namazıdır. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh) vefatı ile sonuçlanan hastalığında şöyle demiştir: Dinleyiniz ve geride kalanlarınıza da tebliğ ediniz. Şu iki namaza, yatsı ve sabah namazlarına gereken dikkati ve devamı gösteriniz. -Bunların cemaatle kılınmalarını kastediyor- Şayet sizler bu iki namazda neler olduğunu biliyor olsaydınız, dirsekleriniz ve dizleriniz üzere emekleyerek dahi olsa bu namazlara giderdiniz. Bunu Ömer ve Osman söylemiştir. Hadis İmâmları da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Şayet onlar yatsı ve sabah namazlarında neler olduğunu bilselerdi emekleyerek dahi olsa o namazları kılmaya gelirlerdi. -Ve devamla buyurdu ki:- Şüphesiz bu iki namaz münafıklara en ağır gelenlerdir." Hadisin münafıklara dair bölümü dahil yer aldığı bazı kaynaklar; Müslim, Mesâcid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, tmâme 45; İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimî, Salât 53. Münafıklara dair bölümü müstesna olmak üzere yer aldığı bazı kaynaklar: Buhârî, Ezan 9, 32, 34, 73, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129; Nesâî, Mevâkît 22, Ezan 31; İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimi, Salât 54; Muvatta’', Salâtu'l-Cemâa 6, Salât 3... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını cemaatle kılan kimsenin gecesini namazla geçirmiş gibi ecir alacağını, yatsıyı cemaatle kılanın da gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi değerlendirileceğini ifade buyurmuştur. Bunu Mâlik, Hazret-i Osman'dan mevkuf olarak zikrederken Müslim de merfu olarak rivâyet etmiş, Ebû Dâvûd ve Tirmizî de ondan (Hazret-i Osman'dan) şöylece rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim yatsı namazını cemaatle birlikte kılarsa gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi olur. Her kim yatsı ve sabah namazını cemaatle birlikte kılarsa bir geceyi namazla kılmış gibi olur." Müslim, Mesâcid 260; Ebû Dâvûd, Salât 47; Tirmizî, Salât 51; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 7. Bu ise Mâlik'in ve Müslim'in rivâyet ettiğinden farklı bir rivâyettir. 9- Bir görüşe göre de beş vakit namazın tümü orta namazdın Bunu da Muaz b. Cebel söylemiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Namazlara... devam edin" âyeti nafile olsun farz olsun bütün namazlan kapsar. Daha sonra özellikle farz olan namazı zikretmektedir. 10- Orta namazın hangisi olduğu tayin edilmemiştir. Bunu da Nafi', İbn Ömer'den nakletmiş, ayrıca er-Rabi' b. Heysem de böyle demiştir. Şanı yüce Allah, Kadir gecesini Ramazan ayı içerisinde, duanın kabul edileceği ayın cuma gecesinde ve gece saatlerinde saklamıştır ki; gece karanlıklarında kalkıp gizlilikleri bilene yalvarıp yakarsınlar diye. Orta namazı da aynı sebeple namazlar arasında saklı tutmuştur. Orta namazın müphem bırakılıp tayin edilmemiş olduğu görüşünün sahih olduğuna dair delillerden birisi de Müslim'in Sahih'inde ilgili babın sonlarında el-Berâ b. Âzib'den yaptığı şu rivâyettir. el-Berâ dedi ki: Şu "namazlara ve özellikle ikindi namazına devam ediniz" âyeti nazil oldu. Biz bunu yüce Allah dilediği kadar bir süre okuduk. Daha sonra yüce Allah bunu neshetti ve bunun yerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" diye nazil oldu. Adamın birisi: O halde bu namaz ikindi namazıdır dedi. el-Berâ dedi ki: Ben sana bunun nasıl nazil olduğunu ve yüce Allah'ın bunu nasıl neshettiğini söyledim. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim, Mesâcid 208. Orta namazın hangisi olduğuna dair görüşler ve delilleri toplu olarak meselâ, İbn Abdi’l-Berr, el-lstizkûr, V, 418 vd.; ile et-Temhîd, IV, 273 vd.; Suyûtî, ed-Durr, I, 718 vd. de görülebilir. O halde bu şunu gerektirir: Orta namaz önce tayin edilmiş iken daha sonra onun bu tayini neshedildi, müphem bırakıldı ve bu tayin ortadan kaldırıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'in tercihi de budur. Çünkü bu hadisi ilgili babın sonuna kaydetmiştir. Müteahhir ilim adamlarından birden çok kişi de böyle demiştir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Çünkü bu konuda deliller çatışmakta, tercihi gerektiren bir sebep ortada bulunmamaktadır. Geriye bütün namazlara gereken dikkati göstererek devam etmek ve bunları vakitleri içerisinde eda etmekten başka birşey kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Bazı Rivâyetlerdeki "İkindi Namazı" İlavesinin Mahiyeti: Orta namaza dair bu görüş ayrılığı daha önce Hazret-i Âişe'nin azadlısı Ebû Yûnus yoluyla gelen ve sözünü ettiğimiz hadisteki: "Ve ikindi namazına" fazlalığının batıl olduğuna delildir. Ebû Yûnus bu fazlalığı Hazret-i Âişe kendisine Kur'ân okumak üzere bir mushaf yazmasını emrettiği vakit kaydetmişti. Orta namazın ikindi namazı olduğunu belirten ve burada Ebû Yûnus yoluyla Hazret-i Âişe rivâyetinin zikredildiği yerler. Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvûd, Salât 5; Tirmizî. Tefsir 2. sûre 29; Nesâî, Salât 14; Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 25; Müsned, VI, 73, 178. Orta namaz'ın ikindi namazı olduğuna delâlet eden sair rivâyetler: Buhârî, Tefsir 2. sûre 42; Müslim, Mesâcid 35; Ebû Dâvûd, Salât 5; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 30, 31, 32; Nesâi, Salât 14; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 26-28 İlim adamlarımız der ki: Bu fazlalık Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bir tefsir gibidir. Buna Amr b. Rafi'in hadisi delalet etmektedir. O der ki: Hafsa bana kendisine bir mushaf yazmamı emretti.. Bu rivâyette şu ifadeler de vardır: Bana: "Namazlara ve özellikle orta namaza -ki o da ikindi namazıdır- devam edin; Allah için huşu ve itaatla durun" diye okudu ve dedi ki: Ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan böylece okurken dinledim. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 721-722. Buna göre Hazret-i Hafsa'nın: "Ki o da ikindi namazıdır" ifadesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'ın kelamında geçen "orta namazı" tefsir etmiş olduğuna delildir ki bu da onun: "Ki o da ikindi namazıdır" şeklindeki sözü ile olmuştur. Yine Nafi, Hazret-i Hafsa'dan; Hazret-i Âişe'den rivâyet edildiği gibi "Ve ikindi namazına" diye de rivâyet etmiştir. Yine Hazret-i Hafsa'dan "Ve" bağlacı olmaksızın sadece "ikindi namazına " diye de rivâyet edilmiştir. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Fazladan nakledilen bu sözdeki bu farklılık bu fazlalığın batıl olduğunun ve müslüman cemaatin ittifakla kabul ettiği mushaf olan İmâm Mushaf ta kaydedilen şeklin sıhhatinin delilidir. Bu görüş aleyhine bir diğer delil daha vardır. O da şudur: "Özellikle orta namaza ve ikindi namazına" diyenler orta namazı ikindi namazından farklı bir namaz olarak tesbit etmiş olur. Bu ise Abdullah (b. Mes'ûd)'un rivâyet ettiği Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfini reddeder: Abdullah dedi ki: Ahzab günü (Hendek Savaşında) müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı güneş sararıncaya kadar ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Bunlar bizleri orta namazı kılmaktan alıkoydular. Allah karınlarını ve kabirlerini ateşle doldursun.." Müslim, Mesâcid 206; İbn Mâce, Salât 6. Bu manada Ali (radıyallahü anh) yoluyla gelen rivâyet için de bk. Buhârî, Cihâd 98, Meğâzî 29, Tefsir 2. sûre 42; Müslim, Mesâcid 202-205; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 31; Nesâî, Salât 14; İbn Mâce, Salât 6. Yüce Allah'ın: "Ve özellikle orta namaza" âyeti, vitir namazının vacip (farz) olmadığına delildir. Çünkü müslümanlar farz namazlarının sayılarının yediden az, üçten çok olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Üç ile yedi arasında tek sayı ise sadece beştir. Çift sayıların ortası ise yoktur. O bakımdan farz namaz sayısının beş olduğu sabit olur. İsra hadisinde ise: "Kılınacak namazlar beş tanedir ve bunlar elli (gibi)dir. Söz benim nezdimde değişikliğe uğramaz" Buhâri, Salât 1, Enbiyâ 5, Tevhid 37; Müslim, Îman 263; Tirmizî, Salât 45; Nesâî, Salât 5; İbn Mâce, İkametu's-Salât 194. diye buyurulmaktadır. 5- Allah'ın Huzurunda İtaatle Durmak (kunut): Yüce Allah'ın: "Allah için kunut edenler olarak durun" âyetinde kastedilen, namazlarınızda haliniz bu olsun, demektir. Yüce Allah'ın "Kunut edenler" âyetinin anlamı hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. en-Nehaî, itaat edenler diye açıklamıştır. Cabir b. Zeyd, Atâ ve Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir. ed-Dahhâk da der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "kunut" kökünden gelen her kelime ile kastedilen itaattir. Ebû Said de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklederek söylemiştir. Ebû Said el-Hudrî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kur'ân'da kunut'un sözkonusu edildiği her yerde, ondan kasıt, itaattir." (Müsned, III, 75) Her din mensubu bugün isyan edenler olarak kalkarken, bu ümmete: Allah için itaat edenler olarak namaza durun, denilmiştir. Mücâhid der ki: "Kunut edenler," huşu ile durun demektir. Kunut: Uzun süre rükû' yapmaktır. Huşu: Gözünü sakınmak ve alçak gönüllülüktür. er-Rabi' der ki: Kunut, uzun süre kıyamda durmaktır. İbn Ömer de böyle demiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur: "Yoksa gece saatlerinde kıyamda durarak secde ederek itaatte bulunan (kânit) o kimse mi... "(ez-Zumer, 39/9) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Namazın en faziletlisi kunûtu uzun olandır." Müslim, Salâtu'l-Müsafirîn 164; Tirmizî, Salât 168; Nesâî, Zekât 49; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 200; Müsned, III, 202, 391, 412. Hadisi Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Şair de der ki: "Allah'a kânit, olarak Rabbine dua eder Ve kastî olarak insanlardan uzak durmuştur." Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/116. âyet 5. başlık) İbn Abbâs'tan: "Kânitler olarak"ın dua edenler olarak anlamına geldiği rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ay boyunca Ri'l ve Zekvân'a beddua ederek kunut yaptı denilmektedir. Bazıları burada kunut dua etti demektir, derken; bazıları da uzunca kıyam yaptı demektir, derler. es-Süddî der ki: "Kunut edenler olarak" âyeti susanlar olarak demektir. Buna dair delili ise âyet-i kerimenin namazda konuşmayı yasaklamak üzere nazil olduğudur. İslâm'ın ilk dönemlerinde namazda konuşmak mubah idi. Sahih olan da budur. Çünkü Müslim ve başkaları Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Namazda olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam verirdik; o da bizim selamımızı alırdı. Necaşî'nin yanından geri dönünce ona selam verdik, selamımızı almadı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Önceleri namazda iken sana selam verir, sen de selamımızı alırdın. Şöyle buyurdu: "Namazda (başka şeylerle uğraşmayı engelleyecek kadar) bir meşguliyet vardır." Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, 15; Menâkıbu'l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 34; Ebû Dâvûd, Salât 166; Müsned, I, 376, 409. Zeyd b. Erkam da der ki: Namazda iken konuşuyorduk. Namazda biri yanıbaşındaki arkadaşı ile konuşurdu. Ve bu yüce Allah'ın: "Allah için huşu ve itaatla (kânitler olarak) durun" âyeti nazil oluncaya kadar böyle sürdü. Bu âyetle susmamız emrolondu ve konuşmamız yasaklandı. Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43; Müslim, Mesâcid 35; Tirmizî, Salât 180, Tefsir 2. sûre 33; Müsned, IV, 368. Sözlükte "kunut"un asıl anlamının birşeye devam etmek olduğu da söylenmiştir. Sözlükte "kunuf'un asıl anlamı bir şeye devam etmektir. Bundan dolayı itaate devam eden bir kimseye de "kânit" demek yerinde görülmüştür. Aynı şekilde namazda kıyamı, kıraat ve duayı uzunca yapana veya uzun boylu huşu ve sükûtu sürdürene de kânit demek mümkündür. Bütün bu davranışları gösterenler "kunût" yapan kimseler olurlar. 6- Namazda Kasten Konuşmanın Hükmü: Ebû Ömer der ki: Namaz kılan kimse eğer namazda olduğunu biliyor ve konuşması namazını düzeltmeye dair değil ise namazda kasten konuşmanın namazı ifsad edeceği hususunda bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Ancak el-Evzaî'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: (Namazda iken) bir kişinin hayatını kurtarmak veya buna benzer büyük bir durum sebebiyle (kasten) konuşan kimsenin bu konuşma ile namazı bozulmaz. Ancak bu kıyas bakımından zayıf bir görüştür. Çünkü yüce Allah: "Allah için huşu ve itaatla durun" diye buyurmaktadır. Zeyd b. Erkam ise şöyle demektedir: Bizler "Allah için huşu' ve itaatla durun" âyeti nazil oluncaya kadar namazda konuşuyor idik... İbn Mes’ûd da der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah emrinden namazda konuşmamayı inzal buyurmuştur" demiştir. Buhârî, Tevhid 42; Ebû Dâvûd, Salât 166; Nesâî, Sehv 20; Müsned, I, 377, 415, 435, 463. Kendisi sebebiyle namazı kesmek gereken ve yine kendisi sebebiyle namaza yeniden başlamayı engel göreceğimiz bir olay hiçbir zaman büyük bir olay olarak görülemez. O bakımdan birisinin hayatını kurtarmak yahut malını veya bu kabilden olan faziletli bir davranış sebebiyle namazını kesen bir kimse, namazına yeniden başlar ve namaza kaldığı yerden devam etmez. Yüce Allah'ın izniyle bu meselede sahih olan görüş budur. Bu meseleye dair açıklamaları müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den aktarmaktadır. Gerek bu iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine gösterdikleri delilleri ve Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek için bk. el-İstizkâr, IV, 309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd. 7- Namazında Yanılarak Konuşan Kimsenin Hükmü: Namazda yanılarak konuşmanın hükmü hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları yanılarak namazda konuşmanın namazı ifsad etmeyeceği görüşündedirler. Ancak Mâlik şöyle der: Eğer namaza dair ve namazı daha muntazam hale getirmeye dair olursa kastî olarak konuşmak namazı bozmaz. Bu Rabia ve İbnu'l-Kasım'ın da görüşüdür. Suhnûn, İbnu'l-Kasım'dan, o Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İmâm cemaate iki rek'at kıldırıp yanılarak selam verse, cemaat ona: Sübhanallah dedikleri halde bunu anlamasa, onunla birlikte namaz kılanlardan arkasından bir kimse: Sen namazı tamamlamadın, namazını tamamla, dese o da cemaate dönüp: Bu adamın söylediği doğru mudur, diye sorsa cemaat: Evet dese (İmâm Mâlik) dedi ki: İmâm cemaate namazın geri kalan kısımlarını kıldırır, cemaat arasında konuşan da konuşmayan da onunla birlikte namazlarının geri kalanını kılarlar ve üzerlerine birşey düşmez. Bu hususta Zülyedeyn'in Hazret-i Peygamber'e hatırlatmada bulunduğu günkü gibi yaptığını yaparlar. Bu meseleye dair açıklamaları müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den aktarmaktadır. Gerek bu iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine gösterdikleri delilleri ve Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek için bk. el-İstizkâr, IV, 309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd. Zu’l-Yedeyn hadisi diye meşhur olan hadisin özetle mahiyeti şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıldırdığı bir ikindi namazında ikinci rekatte selâm verince; Zülyedeyn diye tanınan bir zât: Namaz mı kısaldı, yoksa unuttun mu ey Allah'ın Rasulü? diye sorar. Hazret-i Peygamber ashabına: "Durum böyle midir?" deyince, ashab, Zulyedeyn'i doğrular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber iki rekat daha kılıp sehiv secdesi yaparak selâm verir. Buhârî, Salât 88, Ezan 69, Sehv 3, 4, 5, Edeb 45, Ahbâru’l-âhâd 1; Müslim, Mesâcid 97, 99, 101; Ebû Dâvûd, Salât 189; Tirmizî, Salât 185; Nesâî, Sehv 22; İbn Mâce, İkametu's-Salât 134; Dârimî, Salât 175; Muvatta’', en-Nidâ, li's-Salât 58-60; Müsned, II, 271, 459-460, IV, 77, 427, 441. İbnu'l-Kasım'ın el-Müdevvene'de ve Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Mâlik'in mezhebinde meşlur olan görüş de budur. İsmail b. İshak da bu görüşü takliden kabul etmiş ve bu görüşün lehine delil getirip: "er-Redd alâ Muhammed b. el Hasen" adlı eserinde delil getirip (Muhammed b. el Hasân'ın) görüşünü reddetmiştir. el Haris b. Miskin de şöyle der: Zülyedeyn mes'elesinde bütün arkadaşları Mâlik'in görüşüne muhaliftirler. Yalnız İbnu'l-Kasım bu mes'elede Mâlik'in görüşünü kabul eder. Diğerleri ise bu görüşü kabul etmeyip şöyle derler: Bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Şimdilerde ise artık insanlar namazlarını nasıl kılacaklarını bilmektedirler. Namazda konuşan bir kimse o namazı iade eder. İşte Iraklıların Ebû Hanîfe, arkadaşları es-Sevrî'nin görüşü budur. Onların kanaatine göre namazda konuşmak her durumda namazı ifsad eder. İster yanılarak olsun ister kasten olsun ister namaz dışı olsun, ister başka bir maksatla olsun. Aynı zamanda bu İbrahim en-Nehaî, Atâ, el-Hasen, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Katâde'nin de görüşüdür. Ebû Hanîfe'nin arkadaşları Zülyedeyn kıssasına dair Ebû Hüreyre yoluyla gelen bu Hadîs-i şerîfin İbn Mes'ûd ile Zeyd b. Erkam hadisiyle neshedilmiş olduğunu iddia eder ve şöyle derler: Her ne kadar Ebû Hüreyre'nin İslâm'a girişi son dönemlere rastlıyor ise o: "Cünûb olduğu halde tan yeri üzerine doğan bir kimsenin orucu yoktur" Müslim, Siyam 75; İbn Mâce, Siyam 27; bilhassa Müslim'in rivâyetinde bu hadisin mürsel oluş mahiyeti açıkça belirtilmektedir. hadisini mürsel olarak rivâyet ettiği gibi; Zülyedeyn hadisini de mürsel olarak rivâyet etmiştir. Esasen Ebû Hüreyre (sahabilerden) çokça mürsel hadis rivâyet ederdi. Ali b. Ziyad şunu zikreder ve der ki: Bize Ebû Kurre anlattı, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Namazda konuştuğu takdirde kişinin namazı tekrar iade etmesi ve kaldığı yerden devam etmemesi müstehaptır. (Ebû Kurra) der ki: Mâlik bize şöyle dedi: O gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da konuştu, onunla birlikte ashabı da konuştu. Çünkü onlar namazın kısalmış olduğunu sanmışlardı. Bugün ise böyle birşey, kimse için câiz değildir. Suhnun ise İbnu'l-Kasım'dan tek başına namaz kılıp kendisince dört rek'atlık namazı bitirdiğini zanneden kişi hakkında şunu rivâyet eder: Böyle bir kimseye yanında duran bir adam: Sen yalnızca üç rekat kıldın dese, o da bir başka adama dönüp: Bunun söylediği gerçek midir, diye sorsa: Evet dese (İbnu'l Kasım) dedi ki: Onun namazı bozulur, o kimseyle konuşmaması, ona herhangi bir şekilde dönmemesi gerekirdi. Ebû Ömer der ki: Onlar (Mâlik'in arkadaşları) bu mes'elede cemaate namaz kıldıran İmâm ile tek başına namaz kılan arasında fark gözetirler ve namaza dair söz söylemeyi İmâma ve beraberindekilere câiz gördükleri kadar tek başına namaz kılana câiz görmezlerdi. Bunların dışındakiler ise bu mes'ele ile ilgili olarak; tek başına namaz kılan ile İmâmla ve cemaatle birlikte namaz kılana dair İbnu'l-Kasım'ın verdiği cevabı, Zülyedeyn hadisini delil olarak kullanırken; farklı sözler söylemesine yorumluyor ve ona bağlıyorlardı. Nitekim İmâm Mâlik'in de bu konuda farklı görüşleri nakledilmiştir. İmâm Şâfiî ve arkadaşları da der ki: Henüz namazını tamamlamadığını ve namazda olduğunu bilerek kasten konuşan bir kimse namazını bozmuş olur. Yanılarak konuşsa ya da -kendince namazı tamamlamış olduğunu kabul ettiğinden- namazda değildir zannıyla konuşsa, namaza kaldığı yerden devam eder. Bu mes'eleye dair Ahmed'den farklı görüşler gelmiştir. el-Esrem'in ondan naklettiğine göre şöyle demiştir: Kişinin namazını ıslah etmek kastıyla söylediği sözler dolayısıyla namazı fasid olmaz. Başka bir maksatla konuşursa namazı fasid olur. Bu aynı zamanda İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşüdür. el-Hirakî'nin ondan naklettiğine göre; Ahmed'in görüşü, kasten ya da yanılarak konuşan kimse hakkında namazının batıl olacağı şeklindedir. Bundan özel olarak İmâm olan kişi müstesnadır. Eğer böyle bir kimse namazının maslahatı için konuşacak olursa namazı batıl olmaz. Mâlikî mezhebine mensub Suhnun ise şunu istisna etmiştir: Dört rek'atli namazlarda ikinci rek'atte selam veren ve bu esnada konuşan bir kimsenin namazı batıl olmaz. Şayet başka bir yerde konuşacak olursa namazı batıl olur. Sahih olan görüş ise Mâlik'in kabul ettiği ve ondan meşhur olarak nakledilen görüştür. Hadîs-i şerîfe yapışmak ve bu Hadîs-i şerîfi genel aslî şekline yorumlamak bunu gerektirir. Bu şekilde hareket etmek, hükümleri ve şeriatın genel ilkelerini aşmaktan hayırlıdır. Ayrıca bu hadisin özel olduğuna dair vehmi de bertaraf etmektedir. Çünkü bunun özel olduğuna dair bir delil yoktur. Hem namazda, hem sehv halinde konuşulmuştur. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "(Yanılma esnasında) teşbih erkekler için, el çırpmak kadınlar için sözkonusudur" Buhârî, el-Amel fî's-Salât 5; Müslim, Salât 106; Ebû Dâvûd, Salât 169,170; Tirmizî, Salât 155; Nesâî, Sehv 15, 16; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 65; Dârimî, Salât 95. diye buyurduğuna göre; Hazret-i Peygamber'le birlikte namaz kılanlar niye teşbih getirmediler- şeklinde sorulsa şu cevap verilir: O zamanda onlara bunu emretmemiş olması muhtemeldir. Eğer durum senin dediğin gibiyse ve buna rağmen teşbih getirmemiş iseler bunun sebebi namazın kısalmış olduğunu sanmalarıdır. Nitekim bu husus Hadîs-i şerîfte zikredilmiştir. Hadiste ravi şöyle demektedir: İnsanlar arasında aceleci olanlar (namazdan) çıkıp dediler ki: Namaz kısaldı mı? İşte o bakımdan konuşmak kaçınılmaz olmuştu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Farklı kanaat taşıyan bazıları şöyle demiştir: Ebû Hüreyre'nin: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize namaz kıldırdı" sözleriyle; henüz kendisi onlardan değilken müslümanlara namaz kıldırdı demek istemiş olabilir. Nitekim en-Nezzal b. Sebra'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize dedi ki: "Bizler de sizler de önceden Abdimenafoğulları diye çağrılırdık. Bugün ise sizler de Abdullahoğullarısınız bizler de Abdullahoğullarıyız." Bk. İbn Hacer, el-İsabe, III, 583-584. Bununla onun bu sözleri (Ebû Hüreyre'nin) kendi kavmine söylemiş olduğunu kabul etmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü Ebû Hüreyre henüz o sırada kâfir iken namaz kılmaya ehil değil iken: "Resûlüllah bize namaz kıldırdı" demesi mümkün değildir. Çünkü bu bir yalan olur. en-Nezzal'in hadisine gelince o sözü geçen kimselerden birisiydi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan işittiklerini işitmişti. Hanefîlerin ileri sürdükleri hadislerin mensuh olduğuna ve Ebû Hüreyre'nin bunu bir başka sahabiden mürsel olarak rivâyet ettiğine gelince buna bizim (Mâlikî mezhebinin) âlimlerimiz de başkaları da cevap vermiş ve bu gerekçeyi çürütmüşlerdir. Özelikle hafız Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr "et-Temhid" adlı eserinde bu cevabı vermiş ve Ebû Hüreyre'nin Hayber'in fethedildiği yıl İslâm'a girdiğini ve o yıl Medine'ye geldiğini, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte dört yıl gibi bir süre arkadaşlık ettiğini, Zülyedeyn kıssasında hazır bulunduğunu ve ona şahit olduğunu Hanefîlerin ileri sürdükleri gibi bu olayın Bedir'den önce olmayıp Zülyedeyn'in de Bedir'de öldürülmediğini açıklamaktadır. İbn Abdi’l-Berr der ki: Ebû Hüreyre'nin Zülyedeynin başından geçen olay günü hazır olduğu sika hafızların rivâyetinden bellenilmiş ve öğrenilmiştir. Bu hususta kusurlu davrananların eksikliği, hiçbir zaman bunu bilip belleyen ve bu şekilde zikredenler aleyhine bir delil olamaz. Bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, 356 vd. Kunut, kıyam demektir. Ebû Bekr İbnu'l-Enbarî'nin zikrettiğine göre kıyam, kunut'un kısımlarından biridir. Ümmet ister tek başına kılsın, ister İmâm olarak kıldırsın sıhhatli ve gücü yeten herkese namazda kıyamın farz ve vacip olduğu üzerinde icma etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki İmâm kendisine uyulsun diye İmâm olmuştur. O ayakta namaz kıldı mı siz de ayakta kılınız...." Buhârî, Salât 18, Ezan 51, 82; Müslim, Salât 77-79; Ebû Dâvûd, Salât 68; Nesâî, İmâme 40; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 144; Dârimî, Salât 44, 71; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Ve bu, yüce Allah'ın: "Allah için huşu ve itaatla namaza durun" âyetini beyan etmektedir. Sıhhatli olup İmâma uyan kimsenin, ayakta duramayan hasta İmâmın arkasında oturarak namaz kılıp kılamayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim ehlinden bir kesim hatta onların Cumhûru, bunu câiz kabul etmişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İmâm hakkında şöyle buyurmuştur: "İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." Buhârî, Ezan 51, 74, 82, Merdâ 12; Müslim, Salât 77, 86; Ebû Dâvûd, Salât 68; Tirmizî, Salât 150; Nesâî, İmâme 40; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 13, 144; Dârimî, Salât 44, 71; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16. Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra açıklayacağımız üzere bu mesele hakkında sahih olan görüş budur. İlim adamlarından bir grup ise hasta İmâm arkasında ayakta namaz kılmayı câiz kabul etmişlerdir. Çünkü onların her birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak takati oranında üzerindeki farzı eda etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber vefatı ile sonuçlanan hastalığında oturarak namaz kılmıştır. Hazret-i Ebû Bekir de onun yanında ayakta namaza durmuş. Hazret-i Peygamber'in namazına uyuyordu. Sair insanlar da onun arkasında ayakta idiler. Hazret-i Peygamber ise Hazret-i Ebû Bekir olsun diğer cemaate olsun oturmaları için işarette bulunmadı. Kendisi oturmuş cemaat de ayakta olduğu halde namazını tamamlamıştı. Bilindiği gibi bu durum atından düşmesinden sonra olmuştu. Böylelikle bu tutumunun konu ile ilgili son uygulaması olduğunu ve birincisini neshedici olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Ebû Ömer der ki: Bu görüşü kabul eden ve bunu delil olarak ileri sürenler arasında Şâfiî ve Dâvûd b. Ali de vardır. Aynı zamanda bu el-Velid b. Müslim'in Mâlik'ten yaptığı rivâyettir. (Mâlik) dedi ki: Onun yanında insanlara İmâmın namazını bildirecek bir kimsenin durmasını daha çok severim. Ancak bu rivâyetin Mâlik'ten gelmesi gariptir. Medine halkından olsun başkalarından olsun bir topluluk da bu görüştedir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı en son namaz budur. Mâlik'ten meşhur olan görüş ise şöyledir: Ayakta duran kimselere oturan herhangi bir kimse İmâmlık edemez. Şayet oturarak onlara İmâmlık yaparsa onun da namazı batıl olur, cemaatinin de namazı batıl olur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak İmâmlık yapmasın." Hadisin kaynağı ve sıhhat derecesine dair açıklamalar birazdan gelecektir. (İmâm Mâlik) dedi ki: Şayet İmâm, hasta ise İmâmın namazı tamamdır, fakat arkasında namaz kılanların namazı fasid olur. (Yine) der ki: Hasta olmadan oturarak namaz kılan bir kimse namazını iade eder. İşte Ebû Mus'ab'ın Muhtasarında Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Buna göre oturarak namaz kılan kimsenin vakit içerisinde olsun daha sonra olsun namazını iade etmesi gerekir. Bu hususta Mâlik'ten şu da rivâyet edilmiştir: Cemaat, yalnızca namazın vakti içerisinde namazlarını iade ederler. Bu hususta Muhammed b. el-Hasen'in görüşü Mâlik'ten meşhur olan görüş gibidir. Konu ile ilgili görüş ve kanaatine Ebû Mus'ab'ın zikrettiği hadisi delil gösterir. Bu hadisi Dârakutnî Cabir'den o eş-Şâbi'den rivâyet etmektedir. Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi eş-Şâbi'den Cabir el-Cufi’den başkası rivâyet etmemiştir. O ise hadisi metruk birisidir. Ayrıca hadis mürseldir ve delil olmaya elverişli değildir. Dârakutnî, I, 398. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Cabir el-Cufi'nin müsned olarak dahi rivâyet ettiği hiçbir şeyi delil olamaz. Ya mürsel olarak rivâyet ettiği nasıl delil olsun? Muhammed b. el-Hasen der ki: Hasta olan İmâm aralarında hastaların da sağlıklıların da bulunduğu bir cemaate kendisi de cemaat de otararak namaz kıldırsa, İmâmın da namazı ve arkasında bulunup da ayakta duramayanların da namazı sahih ve caizdir. Şu kadar var ki arkasında namaz kılanlardan ayakta durmaları gerekenlerin namazı batıldır. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf der ki: İmâmın da namazı cemaatin de namazı caizdir. Hepsi (Ebû Hanîfe ve iki arkadaşı) derler ki: İmâm rüku ve sücud yapabilen bir cemaate ima ile namaz kıldıracak olsa -hepsinin görüşüne göre- cemaatin namazı olmaz, ancak İmâmın namazı olur. Züfer ise şöyle dermiş: Hepsinin namazı da geçerlidir. Çünkü herkes (cemaat) kendisi için farz olan şekilde kılmıştır. Onlara İmâm olan kimse de kendisi için farz olan şekilde kılmıştır. Tıpkı Şâfiî'nin dediği gibi. Derim ki: Ebû Ömer'in ve ister ondan önce, ister ondan sonra gelmiş olsun diğer ilim adamlarının sözünü ettiği şekilde sözkonusu edilen namazın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın son kıldığı namaz olduğuna dair açıklamalarını ele alalım. Ben onların dışında kalan ilim adamlarının buna muhalif kanaate sahip olduklarını gördüm. Bu ilim adamları konu ile ilgili Hadîs-i şerîfin rivâyet yollarını bir araya getirip toplamış, onlar hakkında açıklamalarda bulunmuş, konu ile ilgili fukahanın görüş ayrılıklarını sözkonusu etmişlerdir. Biz de burada bu ilim adamlarının zikrettiklerini özetle kaydetmek istiyoruz ki; yüce Allah'ın izniyle size de bu konuda doğrunun ne olduğu açık seçik bir şekilde ortaya çıksın. Ve sağlıklı olup İmâma uyan kimsenin oturarak hasta İmâm arkasında namaz kılmasının câiz olduğunu söyleyenlerin sözlerinin de doğruluğu ortaya çıksın. Ebû Hâtim Muhammed b. Hibban el-Büstî, el-Müsned es-Sahih adlı eserinde İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir grup ashabı ile birlikte iken şöyle buyurdu: "Sizler benim Allah'ın size göndermiş olduğu elçisi olduğumu biliyorsunuz değil mi?" Onlar: Evet şahitlik ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün, dediler. Hazret-i Peygamber yine şöyle sordu: "Bana itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını, bana itaat etmenin Allah'a itaatin kapsamında olduğunu da biliyorsunuz değil mi?" Ashab yine: Evet, şehadet ederiz ki sana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur, sana itaat etmek de Allah'a itaat etmenin kapsamındadır dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bana itaat etmeniz Allah'a itaat cümlesindendir. Emirlerinize itaat etmeniz de bana itaat etmeniz cümlesindendir. Eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa siz de oturarak namaz kılınız." Bu hadisin senedinde Ukbe b. Ebû's-Sahba da vardır. Güvenilir bir ravidir. Onun güvenilir olduğunu Yahya b. Main söylemiştir. Ebû Hâtim der ki: Bu rivâyette; İmâmlar oturarak namaz kıldıkları takdirde İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarının yüce Allah'ın kullarına emretmiş olduğu kendisine itaatin kapsamında olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ve bu benim kanaatime göre cevazı üzerinde icma bulunan icma türlerinden birisidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından dört kişi buna dair fetva vermişlerdir. Bunlar Cabir b. Abdullah, Ebû Hüreyre, Useyd b. Hudayr ve Kays b. Kahd'dır. Vahyin inişine, Kur'ân'ın indirilişine şahit olan ve tahrif yapmaktan, değiştirmekten korunmuş bulunan ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden bu konuda bu dört sahabiye muhalif bir rivâyet -ister muttasıl, ister munkatı' bir isnadla olsun- gelmiş değildir. Âdeta ashab-ı kiram İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde ona uyanların da oturarak namaz kılmaları hususu üzerinde icma etmiş gibidirler. Nitekim Cabir b. Zeyd, el-Evzaî, Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim, Ebû Eyyub Süleyman b. Dâvûd el-Haşimî, Ebû Hayseme, İbn Ebî Şeybe, Muhammed b. İsmail ve onlara tabi olan Muhammed b. Nasr, Muhammed b. İshak b. Huzeyme gibi hadis ashabından olan kimseler hep bu görüşü benimsemişlerdir. Bu sünneti de Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Enes b. Mâlik, Âişe, Ebû Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb ve Ebû Umame el-Bahilî rivâyet etmiştir. Bu ümmet arasında İmâm oturarak namaz kıldığı taktirde cemaatin de oturarak namaz kılışını iptal eden ilk kişi en-Nehaî'nin arkadaşı el-Muğire b. Miksem'dir. Bu kanaati ondan Hammâd b. Ebî Süleyman almış, Hammâd 'dan da Ebû Hanefe almıştır. Bu hususta da ondan sonra gelen arkadaşlarından bazı kimseler de ona tabi olmuşlardır. Görüşlerine dair elle tutulabilecek bir tarafı olan ileri sürdükleri en üstün delili, Cabir el-Cu'fî, eş-Şâbî'den rivâyet etmiştir. eş-Şâbî dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın." Bu hadisin isnadı sahih olsa dahi yine mürseldir. Bize göre mürsel gelen haber ile hiç de rivâyet senedi olmaksızın gelen haber hüküm itibariyle birbirine eşittir. Diğer taraftan Ebû Hanîfe şöyle der: Ben karşılaştığım kimseler arasında Atâ'dan daha faziletlisini görmedim. Yine karşılaştığım kimseler arasında Cabir el-Cu'fi'den daha yalancı birisini görmedim. Ben ona hangi görüşü götürecek olsam mutlaka ona dair bir hadisi bana aktarıverirdi. Bu adam kendisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen ve henüz kimseye nakletmediği şu kadar bin hadis bildiğini iddia etmiştir. İşte Ebû Hanîfe Cabir b. el-Cu'fî'yi cerh ediyor, onu yalanlıyor... Onun bu sözleri Ebû Hanîfe'nin arkadaşları arasından onun görüşünü kabul edenlerin sözlerinin zıddınadır. Ebû Hâtim der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı esnasında kıldırdığı namaza gelince bu hususa dair haberler mücmel ve muhtasar gelmiştir. Kimi rivâyetler de mufassal ve mübeyyindir. Bazı rivâyetlerinde şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi, Ebû Bekir'in yanına oturdu. Ebû Bekir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyuyordu. Sair cemaat de Hazret-i Ebû Bekir'e uyuyordu. Kimisinde de şöyle denilmektedir: Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturdu. İşte bu da müfesser bir rivâyettir. Yine bunda şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaate oturarak namaz kıldırıyor, Hazret-i Ebû Bekir de ayakta. Ebû Hâtim der ki: Bu haberin mücmel oluşuna gelince; Hazret-i Âişe bu namazı buraya kadar nakletmiştir. Kıssanın (olayın) son kısımları ise Cabir b. Abdullah tarafından nakledilmiştir: Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) atından düştüğü sırada kendilerine emrettiği şekilde bu namazda da oturmalarını emretmiştir. Bize Muhammed b. el-Hasen b. Kuteybe haber vererek dedi ki: Bize Yezid b. Mevheb haber vererek dedi ki: Bana el-Leys b. Sa'd anlattı, o Ebû'z-Zübeyr'den o Cabir'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalandı, biz de onun arkasında o oturmuş olduğu halde namaz kıldık. Ebû Bekir ise insanlara Hazret-i Peygamber'in tekbirini işittiriyor idi. (Cabir) dedi ki: Hazret-i Peygamber bize döndüğünde bizim ayakta olduğumuzu gördü. Bize işaret etti, biz de oturduk. Oturup ona uyarak namazımızı kıldık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) selam verince dedi ki: "Siz de nerdeyse Farisîlerin ve Rumların yaptıklarını yapacaktınız, onlar da hükümdarları huzurunda hükümdarları otururken ayakta dururlar. Böyle yapmayınız. Siz İmâmlarınıza uyunuz. İmâm ayakta namaz kılarsa siz de ayakta kılınız; oturarak namaz kılarsa siz de oturarak namaz kılınız." Ebû Hâtim dedi ki: Bu müfesser haberde açıkça şu belirtilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturup Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber'in namazına uyarak tekbir alıp Hazret-i Peygamber'in namazına uysunlar diye insanlara alınan tekbirleri yüksek sesle işittiren bir cemaat ferdi oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onların ayakta olduklarını görünce oturmalarını emretti. Kıldığı namazı bitirince yine onlara; İmâmları oturarak namaz kıldıracak olursa, oturmalarını emretti. İşte Cabir b. Abdullah da Hazret-i Peygamber'in atından düşüp sağ tarafı yaralanınca kıldırdığı namaza da şahit olmuştu. Hazret-i Peygamber hicretin beşinci yılının sonu Zülhicce ayında düşmüştü. Yine Hazret-i Cabir, bu tarihten başka bir vakte rastlayan Hazret-i Peygamber'in hastalığı döneminde kıldırdığı namaza da şahit olmuş ve bunların her birisine dair haberi lâfzıyla bizlere ulaştırmıştır. Nitekim onun, sözü geçen bu namaz hakkında şunu zikrettiğini görüyoruz: İnsanlar kendisine uysunlar diye Ebû Bekir yüksek sesle tekbir aldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın atından düştüğü sırada evinde kıldığı namazda ise Hazret-i Âişe'nin odasının küçüklüğüne rağmen cemaate tekbirini işittirmesi için yüksek sesle tekbir almasına ihtiyaç yoktu. Yüksek sesle tekbir alması Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı sırasında namaz kıldığı büyük mescidde olmuştu. Bizim açıkladığımız bu şekil, sahih olduğuna göre; bu haberlerin bir kısmının diğer bir kısmını neshedici olduğunu kabul etmemiz câiz olamaz. Hastalığı esnasında kıldırdığı namaza Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kişi arasında (onların desteğiyle) çıkmıştı. Bu namazda kendisi İmâmdı. Müslümanlara oturarak namaz kıldırmış, onlara da oturmalarını emretmişti. Ömrünün sonunda kıldırdığı namaza Berîre ile Sevbe arasında namaza çıkmıştı. Bu namazda kendisi cemaat idi. Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında oturarak ve tek bir elbiseye bürünmüş olarak namaz kıldı. Bunu Enes b. Mâlik rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı ile kıldığı son namaz, sırtına attığı ve bir tarafını sağ kolunun altından getirip diğer tarafı ile göğsü üzerine bağladığı bir elbiseye bürünmüş olarak Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında oturarak kıldığı namazdı. Hazret-i Peygamber (buna göre) mescidde cemaatle tek bir vakit değil, iki vakit namaz kılmış olmaktadır. Ubeydullah b. Abdullah'ın Hazret-i Âişe'den naklettiği rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kişi arasında tutunarak namaz kılmıştır. Bunlardan birisinin Hazret-i Abbas, öbürünün Hazret-i Ali olduğunu kastediyor. Mesrûk'un Hazret-i Âişe'den naklettiği rivâyette de şöyle denilmektedir: Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinde bir hafiflik buldu. (Hastalığının azaldığı kanaatine vardı) Berîre ve Sevbe arasında dışarı çıktı. Ben çakıllar arasında ayakkabılarının yol çizdiğini; ayaklarının iç taraflarını görür gibiyim... İşte bu da Hazret-i Peygamber'in (bu şekilde) tek bir vakit değil, iki vakit namaz kıldığını bize göstermektedir. Ebû Hâtim (devamla) der ki: İbn İshak İbn Huzeyme dedi ki: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı. Bize Bedel b. el-Muhabber anlattı, dedi ki: Bize Şu'be. Mûsa b. Ebû Âişe'den anlattı. O Ubeydullah b. Abdullah'tan, o Âişe'den naklettiğine göre Hazret-i Ebû Bekir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) safta arkasında duruyor iken insanlara namaz kıldırdı. Ebû Hâtim der ki: Şu'be b. el-Haccac bu haberin metninde Mûsa b. Ebû Âişe'den rivâyetinde Zaide b. Kudame'ye muhalefet ederek Şu'be Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi otururken, cemaat de ayakta iken Hz Peygamber'i cemaatten birisi olarak zikrederken; Zaide ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oturup cemaat ayakta iken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İmâm olduğunu belirtmiştir. Bu ravilerin ikisi de itkan sahibi (rivâyetleri sağlam belleyenler) ve hafız kimselerdir. Durum böyle olduğuna göre; aynı fiil ile ilgili ve zahiren birbirine zıt iki rivâyetten birisini daha önce olmuş ve mutlak bir emri neshedici kabul etmek nasıl câiz olabilir? Bu şekildeki iki haberden birisini daha önce geçen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini neshedici kabul edip de; ortada kendisinin sahih olduğuna dair herhangi bir delili bulunmaksızın ötekini terkeden bir kimse, aynı şekilde karşı görüşü savunan kimsenin de bu iki haberden kendisinin terkettiğini almasına, aldığını da terkemesine hak vermiş olur. Sünnetteki uygulamalar arasından bu türün bir benzeri de İbn Abbâs'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Hazret-i Meymune'yi ihramlı iken nikâhladığına dair haberi ile Ebû Rafi'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın her ikisi de ihramsız oldukları halde Hazret-i Meymune'yi nikâhladığına dair haberidir. İhramlı iken nikâhlandıklarına dair rivâyetler: Müslim, Nikâh 46, 47; Ebû Dâvûd, Menâsik 38 (1844. hadis); Tirmizî, Hacc 24; Nesâî, Menâsik 90; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21. Nikâhlandıklarında ihramlı olmadıklarına dair rivâyetler: Müslim, Nikâh 48; Ebû Dâvûd, Menâsik 38 (1843. hadis), Said b. el-Müseyyeb, İbn Abbâs'ın bu hususta yanıldığını söyler (1845. hadis); Tirmizî, Hacc 23; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21; Muvattâ, Nikâh 69. Burada zahiren aynı fiil hakkında iki haber çelişmiş olmaktadır. Bize göre ise bu ikisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Hadis ashabından bir topluluk Hazret-i Meymune'nin nikâhlanmasına dair rivâyet edilen iki haberi mütearız haberler (çelişen haberler) olarak kabul etmişler ve Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği: "İhramlı bir kimse ne nikâhlar ne nikâhlanır" Müslim, Nikâh 41-44; Ebû Dâvûd, Menâsik 38; Tirmizî, Hacc 23; Nesâî, Menâsik 91; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21, Nikâh 17; Muvatta’', Nikâh 70. hadisini benimseyip bunu delil almışlardır. Çünkü bu, Hazret-i Meymune'nin nikâhlanması ile ilgili gelen iki rivâyetten birisine uygundur. İbn Abbâs'ın ise ihramlı olduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onu nikâhladığına dair haberini delil almamışlardır. Böyle bir uygulamaya giden bir kimsenin şöyle demesi de gerekir: Hazret-i Peygamber'in -önceden açıkladığımıza uygun olarak- hastalığı esnasında namazına dair gelen iki haber birbirleriyle tezat halindedir. O halde İmâmları oturarak namaz kıldıkları takdirde İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarını emreden haberi alıp kabul etmesi gerekir. Çünkü bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı halinde kıldığı namaza dair gelen iki rivâyetten birisine uygun düşmektedir. Bunu kabul ederken bunlardan ayrı olan haberi de bırakması gerekir. Hazret-i Meymune'nin nikâhlanması olayında yaptığı gibi. (Devamla) Ebû Hâtim der ki: Kûfelilerin mezhebini benimseyen kimi Iraklılara Hazret-i Peygamber'in: "İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde siz de oturarak namaz kılınız" âyeti ile şunu anlatmak istediğini söylemişlerdir: Yani oturarak teşehhüd getirdiğinde siz de hep birlikte oturarak teşehhüd getiriniz. Böylelikle bu haberi bu hususta varid olduğu genel kapsamı dışına çıkararak; böyle bir te'vil için bu hususta sabit olmuş bir delil olmaksızın, tahrif etmiş olmaktadırlar. 239Şayet korkarsanız o halde yürüyerek veya binerek kılın. Emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim bilmediğinizi sizlere öğretmiştir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Şayet korkarsanız o halde yürüyerek" namaz kılınız. "Veya binerek kılın" âyeti de ona atfedilmiştir. Âyet-i kerimede geçen "rical" kelimesi binecek vasıtası olmayıp ayakları üzerinde yürüyen kimse hakkında kullanılan "recil, racil ve racul" kelimesinin çoğuludur. "Racul" şeklindeki kullanım, -Taberî ve başkalarının nakline göre- Hicazlıların şivesidir. "Reclân, recîl ve reci" şeklinde de kullanılır. Çoğulu: "Rical, reclâ, ruccâl, reccâle, rucâlâ, ruclân, ricletun, riceletun, erciletin, erâcilun ve erâcîl" ...diye gelir. (Erkek anlamına gelen ve) cins isim olan "racul" kelmesi de aynı şekilde "rical" şeklinde çoğul yapılır. Yüce Allah önce namazda kendisi için kunut ile ayakta durmayı emretti. Kunut ise vakar, sükûn, azaların hareketsizliği demektir. Bu ise güvenlik ve özür bakımından en ileri derecede olma halidir. Bu durumu zikrettikten sonra, kimi zaman ortaya çıkan korku halini sözkonusu etti ve bu ibadetin, durum ne olursa olsun kuldan sakıt olmayacağını beyan etti. Kullarına ayaklar üzerinde yürüyerek atlar, develer ve benzeri binekler üzerinde ima ile, başla işarette bulunarak hangi tarafa dönerse dönsün namaz kılma ruhsatını vermiştir. İlim adamlarının görüşü budur. Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde yahut peşine takılmış yırtıcı bir hayvan ya da arkasından gelen düşman veya kendisine doğru hücum eden bir sel olması halinde; canının tehlikede olduğundan korkup tazyik altında bulunan bir kişinin namazı bu şekildedir. Özetle; hayatî tehlike doğuracağından korktuğu her bir iş, bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği şekilde namaz kılmayı mubah kılar. 3- Bu Ruhsatın Kapasamına Giren Diğer Hususlar: İnsanın kendi görüşüne göre kendisini ne şekilde kurtarabileceğine kanaat getirirse, o tarafa yönelebileceği, anamaz esnasındab oraya doğru dönebileceği ve buna uygun olarak tasarrufta bulunabileceği hususunun da bu ruhsatın kapsamında olduğuna dair ilim adamlarının icmaı vardır. 4- Yürüyerek ve Binek Üzerinde Namazı Câiz Kılan Korku Hali: Yürüyerek ve binek üzerinde namaz kılmanın câiz olduğu korku halinin mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Şâfiî der ki: Korku hali, düşmanın onlara hep birlikte görünüp müslümanların korunmak üzere sığınabilecekleri bir kalelerinin bulunmaması, bundan dolayı da atılan okların, hatta daha ileri bir derecede olmak üzere düşmanın mızrak ya da darbelerinin müslümanlara ulaşıp isabet edebilme hali ya da verdiği haber doğru kabul edilen bir kimsenin gelip düşmanın kendilerine pek yakın olduğunu ve kendilerine doğru ısrarla ve tam bir gayretle yürümekte olduklarını haber vermesi halidir. Şayet bu iki husustan birisi sözkonusu değilse o kimsenin korku namazı kılması câiz değildir. Eğer aldıkları habere uygun olarak korku namazı kılar, sonra da düşman giderse namazlarını iade etmezler. İade edecekleri de söylenmiştir. Bu Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Korkan kimsenin yayan ya dabinekliolarak kıbleye yönelmiş olarak yahut yönelmeksizin namaz kılmasını câiz kılan durum ileri derecedeki korku durumudur. Kendisine dair rivâyetlerin varid olduğu durum ise; bundan başka bir durumdur. Rivâyetlerin varid olduğu durum, İmâm ile birlikte korku namazı kılıp insanların iki kısma ayrılması namazıdır ki; bunun hükmü bu âyet-i kerimede değildir. Buna dair açıklama yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/101-103. âyetlerde) gelecektir. İmâm Mâlik Savaşan düşmandan korku ile yırtıcı hayvan ve ona benzer saldırgan deve, sel yahut çoğunlukla ölüme sebep teşkil eden hallerden korku arasında ayrım gözetmektedir. O, düşman dışındaki şeylerden korku halinde, eğer vakit içerisinde güvenliğini elde ederse namazın iade edilmesini müstehap görmüştür. Değişik bölgelerin fukahasının çoğunluğuna göre ise her ikisi arasında bir fark yoktur. 5- Savaşmak Namazı İfsad Eder mi? Ebû Hanîfe, Savaş namazı ifsad eder, der. Fakat İbn Ömer'in hadisi onun bu görüşünü reddetmektedir. Âyetin zahir ifadesi de ona karşı ileri sürülen en güçlü delildir. Bu husus da yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde gelecektir. Şâfiî der ki: Şanı yüce Allah'ın, bazı şartların terkedilmesinin câiz olduğu hususunda ruhsat vermesi, namazda Savaşın namazı ifsad etmediğinin delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Korku ve Yolcu Namazlarının Rekat Sayısı: Mâlik, Şâfiî ve bir grup ilim adamına göre korku halinde rekat sayısı, yolcunun namazının rekat sayısından eksik değildir. el-Hasen b. Ebi'l Hasen, Katâde ve başkaları ise der ki: İma ile tek bir rekat kılar. Müslim ise Bukeyr b. el-Ahnes'ten, o Mücâhid'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah ikamet halinde namazı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili üzre dört rekat, yolculukta iki rekat, korku halinde de bir rekat olarak farz kılmıştır. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 5, 6; Nesâî, Salât 3, Salâtu’l-Havf 4. İbn Abdi’l-Berr de der ki: Bu hadisi Bukeyr b. el-Ahnes tek başına rivâyet etmiştir. Tek başına rivâyet ettiği hususlarda delil olamaz. Namaz ise ihtiyatlı davranmaya en değer olan bir ameldir. Korkusu halinde de yolculuğu halinde de ikişer rekat namaz kılan kimse bu konudaki ihtilaftan kurtulup yakın olan hükümle amel etmiş olur. ed-Dahhâk b. Müzahim der ki: Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde ve diğer durumlarda korkan bir kimse tek bir rekat namaz kılar. Eğer buna da gücü yetmiyor ise iki tane tekbir getirsin. İshak b. Raheveyh der ki: Şayet bir tek tekbir getirmekten başkasına güç yetiremez ise, bu da onun için yeterlidir. Bunu da İbnu'l-Münzir zikretmiştir. Yüce Allah'ın: "Emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim O bilmediğinizi size öğretmiştir" âyeti, daha önceki halinizde size emrolunmuş bulunan rükünleri tamamlamaya dönün, demektir. Mücâhid der ki: "Emin olduğunuz zaman" yani yolculuk ve sefer yurdundan ikamet yurduna çıktığınız zaman, demektir. Taberî ise bu görüşü reddetmektedir. Bir kesim ise: "Emin olduğunuz zaman" demek, sizi bu şekilde namaz kılmak zorunda bırakan korkunuz zail olup ortadan kalktığı zaman demektir -demişlerdir. 7- Korku Namazı Kılarken Güvenliğe Kavuşanın Durumu: İlim adamları, korkulu halde namaza başlamışken namazı esnasında güvenliğe kavuşan kimsenin namazını ne şekilde devam ettireceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Güvenlik içerisinde bulunan bir kimse bir rekat namaz kılsa sonra da korkuya kapılsa bineğine biner ve önce kıldıklarını esas alarak namazını sürdürür. Aynı şekilde binek üzerinde korkulu halde iken tek bir rekat namaz kılsa, sonra da güvenliğe kavuşsa bineğinin üzerinden iner ve namaza kaldığı yerden devam eder. Bu Şâfiî'nin de iki görüşünden birisidir. el-Müzenî de bu görüşü benimsemiştir. Ebû Hanîfe ise der ki: Namaza güvenlik içerisinde olduğu halde başlayıp sonra da korkuya kapılsa (kıbleye) istikbal eder ve o kıldığı namaza kaldığı yerden devam etmez. Ancak korkulu halde namaza başlar, sonra da güvenliğe kavuşsa namazına kaldığı yerden devam eder. Şâfiî de der ki: Bineğinden inen kaldığı yerden devam eder, fakat binen kaldığı yerden devam etmez. Ebû Yûsuf da der ki: Bütün bu hallerde namaza kaldığı yerden devam etmez. Yüce Allah'ın: "Allah'ı anın" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Kabule elverişli olacak şekilde size bu namazı öğretmesi ve namazlardan birisini dahi böylelikle kaçırmamanızı öğretmesi suretiyle üzerinizdeki bu nimete şükrediniz. İşte bu, sizin bilmediğiniz birşeydi. Buna göre ": Nitekim" âyetindeki "kâf" harfi şükür anlamına gelir. Günlük konuşma esnasında da: Mükâfat ve teşekkür olmak üzere ben sana nasıl böyle yaptımsa sen de bana öyle yap, denir. 9- Namaz Mükellefiyetinin Kalktığı Haller Olabilir mi? Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Namazın (es-salât) asıl anlamı duadır. Korku hali ise öncelikle duayı gerektiren bir durumdur. O bakımdan korku sebebiyle namaz düşmez. Korku sebebiyle namaz düşmediğine göre hastalık veya buna benzer başka bir sebep dolayısıyla düşmemesi öncelikle sözkonusudur. Şanı yüce Allah, sağlık veya hastalık, ikamet ya da yolculuk, güçlülük yahut acizlik, korku veya güvenlik gibi bütün hallerde namaza gereken dikkat ve riâyeti göstermeyi emretmiştir. Namaz hiçbir durumda mükelleften düşmez. Ve onun farziyetine hiçbir şekilde halel gelmez. Yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/190-200. âyetler, 3. başlıkta) bu açıdan hastanın hükmüne dair açıklamalar gelecektir. Bundan maksat namazın mümkün olduğu şekilde yerine getirilmesidir. Ve herhangi bir halde namazın düşmeyeceğidir. Öyle ki, eğer namaz ancak gözle işaret ile kılınabilecekse o şekilde kılmak gerekir. Bununla namaz sair ibadetlerden ayrı bir özellik taşımaktadır. Çünkü sair bütün ibadetler özürlerle sakıt olur ve birtakım ruhsatlar sözkonusu olur. İbnu'l-Arabî der ki: Bundan dolayıdır ki ilim adamlarımız şöyle demiştir: Namaz büyük bir mes'eledir. Namazı terkeden bir kimse öldürülür, çünkü namaz hiçbir halde sakıt olmayan îmana benzemektedir. Yine onun hakkında şöyle demişlerdir: Namaz, İslâm'ın temel direklerinden birisidir. Beden ile de mal ile de namazda vekâlet câiz değildir. Namazı terkeden öldürülür. Buna dair asıl delil ise kelime-i şehadete dair hükümdür. Yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/5. âyet, 5. başlıkta) namazı terkeden kimse hakkında ilim adamlarının görüşlerine dair açıklamalar gelecektir. 240İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine; çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler. Şayet çıkarlarsa, artık onların kendileri hakkında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir vebal yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyet-i Kerîme Işığında Kocası Vefat Etmiş Hanımın îddeti: Yüce Allah'ın: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler...." âyeti ile ilgili olarak bir grup müfessir şu kanaattedir: Kocası vefat etmiş olan kadın, vefat edenin evinde bir yıl süreyle oturur ve evden çıkmadığı sürece kocasının malından ona nafaka verilirdi aihtiyaçları karşılanırdıb. Şayet evden çıkıp ayrılırsa o kadına verilen nafakayı kesmekte mirasçılar için bir vebal sözkonusu olmuyordu. Daha sonraları bu bir yıllık süre, dört ay on gün iddet tesbitiyle neshedildi. Ona verilen bir yıllık nafaka ise Nisa Sûresi'nde (4/12. âyette) dörtte bir ve sekizde bir pay ile neshedilmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs, Katâde, ed-Dahhak, İbn Zeyd ve er-Rabi'e aittir. Süknâ hususunda ise ilim adamlarının görüş ayrılığı vardır. Buhârî'nin rivâyetine göre İbn ez-Zübeyr şöyle demiştir: Bu manadaki rivâyetler için bk. Ebû Dâvûd, Talâk 43, 45; Nesâî, Talâk 69; Suyûtî, ed-Dürr, I, 738-739 Ben Osman'a Bakara Sûresi'nde yer alan: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler" âyetini diğer âyet-i kerîme neshetmiş bulunmaktadır. Niye onu yazdın? Dedi ki: Kardeşimin oğlu, onu olduğu gibi bırakmalısın. Çünkü ben Kur'ân'dan hiçbir şeyi yerinden değiştirmem. Buhârî, Tefsir 2. sûre 41, 45. Tercüme 45'e göre yapılmıştır. et-Taberî de Mücâhid'den şöyle nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme muhkemdir. Onda nesh sözkonusu değildir. İddet önceleri dört ay on gün olarak sabit olduktan sonra yüce Allah, kadınlar lehine erkek tarafından yedi ay ve yirmi gün daha bir süknâ hakkını vasiyet olarak emir buyurmuştur. Kadın arzu ederse bu vasiyeti gereği meskende kalır, arzu ederse çıkar gider. İşte yüce Allah'ın: "Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında... yaptıklarından dolayı size bir vebal yoktur" âyeti de bunu ifade etmektedir. İbn Atiyye de der ki: Bütün bunların hükmü ittifakla kabul edilen nesh ile kalkmış bulunmaktadır. Ancak Taberî'nin Mücâhid'e söyledi diye isnad ettiği bundan müstesnadır. Allah ikisine de rahmet buyursun. Ancak bu konuda Taberî'ye itiraz sözkonusudur. Kadı Iyad da der ki: Bir senenin neshedildiği ve (kocası vefat etmiş kadının) iddetinin dört ay on gün olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir. Başkaları da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Vasiyet etsinler" âyetinin anlamı şudur: Yani bu, yüce Allah tarafından kadınlar hakkında ko çalarının vefatından sonra tam bir sene evden çıkmamak üzere vacip kılınmıştır. Daha sonra bu hüküm neshedildi. Derim ki: Taberî'nin Mücâhid'den naklettiği sahih ve sabittir. Buhârî, kaydettiği rivâyetinde şöyle demektedir: Bize İshak anlattı, dedi ki: Bize Ravh anlattı, dedi ki: Bize Şibl, İbn Ebi Necih'ten anlattı o da Mücâhid'den naklederek: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler" âyeti hakkında dedi ki: Kadının kocasının akrabaları nezdinde beklediği bu iddet vacip idi. Yüce Allah: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler... size bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Dedi ki: Allah bu kadın lehine yedi ay ve yirmi günü daha ilave ederek tam bir yılı vasiyet olarak tesbit buyurmuştur. Artık kadın dilerse kendisine yapılan bu vasiyet gereğince meskende sakin olur; dilerse oradan çıkar. İşte yüce Allah'ın: "Çıkarılmayarak.. şayet çıkarlarsa., size bir vebal yoktur" âyetinde kastedilen de budur. Buhari, Tefsir 2. sûre 41, Talâk 50. Şu kadar var ki birinci görüş daha üstündür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bu (iddet) tam dört ay on gündür. Cahiliyye döneminde sizden herhangi bir kadın sene bitiminde tezeği atardı...." Buhâri, Talâk 46; Müslim, Talâk 60-61; Ebû Dâvûd, Talâk 43; Tirmizî, Talâk 18; Nesâî, Talâk 63, 67; İbn Mâce, Talâk 34; Muvatta’', Talâk 103. Buhârî, belirtilen yerde: "Koyun tezeğini atardı" anlamındaki tabiri şöylece açıklamaktadır: Kadın cahiliyye döneminde bir yıllık iddetinden çıktıktan sonra bir binek, eşek, koyun ya da uçan kuşa ilk olarak sürtünürdü. İlk sürtündüğü bu varlıklar arasından (kokusunun ağır ve pis oluşundan dolayı) ölmeyeni çok az olurdu. Bundan sonra bulunduğu yerden çıkar, ona bir parça tezek verir ve bu tezeği atardı... İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bununla şer"î hüküm varid olmadan önce kocalan vefat etmiş bulunan kadınların durumunu haber yermektedir. İslâm gelince yüce Allah onlara önce bir sene boyunca evlerden çıkmamalarını emretti. Daha sonra da bu dört ay on gün ile neshedildi. Ahad haberlerle nakledilegelen sabit sünnette bu durum açık olmakla birlikte bu hususta müslüman âlimlerin icmaı da vardır ve bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) söylemiştir. O der ki: Âyetin sair kısımları da böyledir. Yüce Allah'ın: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler eşlerine çıkarümayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler" âyeti ilim adamlarının Cumhûruna göre bütünüyle neshedilmiştir. Daha sonra bir sene boyunca hanımlara süknâ vasiyeti neshedimiştir. Bundan tek istisna İbn Ebî Necih yoluyla Mücâhid'den gelen şazz, terkedilmiş ve arkasından gidilmemiş bir rivâyet vardır. Ashab-ı kiramdan olsun, tabiinden olsun, onlardan sonra gelenlerden olsun bildiğim kadarıyla müslüman âlimlerden herhangi bir kimse, dört ay on günden fazla bir süreyi söylemiş bir kimse bilmiyorum. Ayrıca İbn Cüreyc, Mücâhid'den sair insanları benimsediği görüşe benzer bir nakilde de bulunmuştur. Böylelikle icma gerçekleşmiş ve konu ile ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmış olmaktadır. Başarımız Allah'tandır. 2- Eşlerine Vasiyette Bulunsunlar: Yüce Allah'ın: "Vasiyet" âyetini Nafi, İbn Kesîr, el-Kisaî ve Ebû Bekr yoluyla gelen rivâyette Âsım, mübteda olmak üzere merfu olarak okumuşlardır. Haberi ise "eşlerine" âyetidir. (Buna göre anlamı eşlerine vasiyette bulunurlar şeklinde olur). Bunun: "Vasiyette bulunmakla görevlidirler" anlamına gelme ihtimali de vardır. O takdirde "eşlerine" âyeti sıfat olur. Taberî der ki: Bazı nahivciler şöyle derler: Bu âyetin anlamı: "Onlara vasiyette bulunmaları (farz olarak) yazıldı" şeklindedir. Buna göre "eşlerine" âyeti de sıfat olur. (Devamla) der ki: Nitekim Abdullah b. Mesud'un kıraatinde de bu böyledir. Ebû Amr, Hamza ve İbn Amir ise mansub olarak okumuşlardır. Bu ise bir fiil takdirine göre böyle okunur. Yani (mealde de olduğu gibi): Vasiyet etsinler, demek olur. Diğer taraftan ölü vasiyette bulunamaz. Ancak burada ölüme yaklaştıkları takdirdeki halleri kastedilmiştir. (O bakımdan mealde: "Vefat edecekler" diye verilmiştir). Bu okuyuşa göre de "eşlerine" kelimesi sıfat olur. Bunun anlamının: Allah şöylece vasiyette bulunmuştur şeklinde olduğu da söylenmiştir.
": Faydalanmalarını" âyeti, onları metalandırın (faydalandırın), anlamındadır. Yahut Allah bunu onlar lehine bir meta' olarak takdir buyurmuştur, demektir. Çünkü ifade bunu göstermektedir. Bu kelimenin hal veya "vasiyet"ten ibaret olan masdar ile mansub olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Yahut açlığın çok olduğu bir günde bir yetime., yemek yedirmektir" (el-Beled, 90/14-15) âyetinde olduğu gibi. Burada sözü geçen "meta"dan (faydalandırılmadan) kasıt kadının bir yıllık nafakasıdır. 3- Bu Zaman Zarfında Kadın Evinden Çıkarılmaz: Yüce Allah'ın: "Çıkarılmayarak" âyetinin anlamı şudur: Ölünün velileri ile o evin mirasçılarının o kadını evden çıkarmak hakları yoktur. Buradaki kelimesi el-Ahfeş'e göre masdar olarak nasbedilmiştir. Âdeta; çıkarmak yoktur, denilmiş gibidir. "Meta" kelimesinin sıfatı olduğundan dolayı nasbedildiği de söylenmiştir. Vasiyyet edenlerin halini belirtmek üzere nasbedildiği de söylenmiştir. Yani onları çıkartmaksızın o kadınları faydalandırınız. Bunun: "Çıkarmaksızın faydalandırınız" anlamına geldiği de söylenmiştir. 4- Kendileri Çıkacak Olurlarsa.. Yüce Allah'ın: "Şayet çıkarlarsa.." âyetinin anlamı sene bitmeden önce kendi seçim ve tercihleriyle çıkarlarsa demektir. "Size bir vebal yoktur." Yani veli, hakim veya onlardan başka herhangi bir kimse için bir zorluk yoktur. Çünkü bir sene boyunca kocasının evinde kalması onun için vacip değildir. Bunun; o takdirde kadınların nafakasını kesmekte bir vebal yoktur ya da kendileri ile evlenmek isteyen erkeklere görünmelerinde o kadınlar için vebal yoktur, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü artık ey mirasçılar; sizin o kadınlar üzerindeki gözeticiliğiniz sona ermiştir. Diğer taraftan kadın bir senelik iddet bitmeden önce evlenmemekle yükümlüdür. Veya iddetin sona erişinden sonra onların evlendirilmesinde vebal yoktur anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Ma'ruf bir şekilde" diye buyurmaktadır ki bu da şeriata uygun olan şey demektir. "Allah Azizdir." Bu, bu mes'ele ile ilgili olarak haddi aşarak, çıkmak istemediği halde kadını evden çıkartmak suretiyle emre muhalefet eden kimseler için tehdidi gerektiren bir sıfattır. "Hakimdir", kullarının işleri arasından dilediklerini sapa sağlam, muhkem kılar. 241Boşanan kadınlar lehine maruf bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir. Âyetin tefsiri için bak:142 242İşte Allah akıl erdirirsiniz diye size âyetlerini böyle açıklar. Boşanan Kadına Mut'a Vermenin (Faydalandırmanın) Hükmü: İlim adamları bu âyet-i kerîme hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Ebû Sevr der ki: Bu âyet-i kerîme muhkemdir. Boşanan her kadın için mut'a vardır. ez-Zührî de böyle demiştir. ez-Zührî: Hatta kocası tarafından boşanan cariye için dahi bu bir haktır, der. Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir: Boşanan her kadın için mut'a vardır. Bu, Şâfiî'nin bu âyet-i kerîme ile ilgili iki görüşünden birisidir. Mâlik der ki: Boşanmış her kadının -ister iki talâk ile ister bir talâk ile boşanmış olsun, ister onunla gerdeğe girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, ister mehrini tayin etmiş olsun ister etmemiş olsun- mut'a hakkı vardır. Bundan tek istisna mehri tesbit edilmiş olup kendisiyle gerdeğe girmeden önce boşanan kadındır. Böylesine mehrin yarısı yeterlidir. Şayet bu kadın için mehir de tesbit edilmemiş ise, o takdirde mehr-i misilden daha az veya daha çok olsun mut'a hakkı vardır. Bu mut'anın da bir sınırı yoktur. Mâlik'ten bu görüşü İbnu'l-Kasım nakletmiştir. İbnu'l-Kasım el-Müdevvene'de "İrhau's-Sütur" (Gerdek için perdelerin indirilmesi) bahsinde der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme gereğince boşanan her kadına mut'ayı bir hak olarak tesbit etmiştir. Bundan sonra ise öteki âyette kendisi için mehir tayin edilmiş olup gerdeğe girmediği kadını istisna edip onu mut'a kapsamının dışında tutmuştur, (bk. 2/237. âyet) İbn Zeyd ise diğer âyetin bu âyeti neshettiğini ileri sürmüştür. İbn Atiyye der ki: İbnu'l-Kasım nesh lâfzından kaçınarak itisna lâfzına sığınmıştır. Böyle bir yerde ise istisna uygun düşmez. Aksine bu Zeyd b. Eslem'in söylediği gibi katıksız bir neshtir. İbnu'l-Kasım yüce Allah'ın: "Boşanan kadınlar lehine.." âyetinin bütün boşanmış kadınları kapsadığı ilkesine bağlı kaldığı takdirde kaçınılmaz olarak burada neshin olduğunu da söylemek zorunda kalacaktır. Atâ b. Ebi Rebah ve başkaları ise şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme kendileriyle geredeğe girilmiş dul kadınlar hakkındadır. Çünkü daha önceden bir başka âyette kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların mut'asından söz edilmiştir. Bu görüşe göre; kendileriyle temas edilmeden önce mehirleri tayin edilmiş olanlar hiçbir şekilde kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların kapsamına girmez. Bu da yüce Allah'ın: "Kendilerine mehir tayin etmemiş iken hanımları dokunmadan önce boşarsanız..." (el-Bakara, 2/237) âyet-i kerimesinin bu türden kadınları tahsis edici olduğunu söylemek demektir. Ne zaman ki: Bu gelen ifade onu da kapsar denilebiliyor ise; o vakit burda nesih sözkonusu olur, aksi sözkonusu olmaz. Diğer görüşünde Şâfiî de şöyle demektedir: Ortada temas ve mehir tesbiti sözkonusu olmamak şartıyla, gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın dışında herhangi bir kadının mut'a hakkı yoktur. Çünkü mehrin bir miktarına hak kazanan bir kadın mut'adaki hakkına ihtiyaç duymaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevceleri hakkında yüce Allah'ın: "Gelin size mut'a vereyim" (el-Ahzab, 33/28. âyet 4. başlık) âyeti ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunu tatavvu' olarak yapmış olduğuna hamledilir, yoksa bu onun için vacip değildi. Yüce Allah'ın: "Sizin onlar aleyhine sayacağınız bir iddet yoktur. Onları metalandırın" (el-Ahzab, 33/19) âyeti de yine mehri tesbit edilmemiş olan kadın hakkında kabul edilmiştir. Şâfiî der ki: Mehri tayin edilmiş olan kadın temastan önce boşanacak olursa mut'a hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın kendisiyle cima olmaksızın mehrin yarısını almıştır. Zifafa girilmiş olan kadın boşanıldığı takdirde ise, mut'a hakkı vardır. Çünkü mehir cima karşılığında sözkonusu olur. Mut'a ise akdi kabul etmek sebebiyle sözkonusudur. Şâfiî hul' ve mübâree yapan kadın lehine de mut'ayı vacip kabul etmiştir. Mâlik'in arkadaşları der ki: Kendisi birşeyler verdiği halde fidye veren (hul' yapan) kadın hakkında nasıl mut'a sözkonusu olur? Böyle bir kadın nasıl meta alabilir? Hul' yaparak, fidye ödeyerek, ibra yaparak, sulh yaparak, lian yaparak yahut azad edilip ayrılığı tercih ederek ayrılan bir kadın için, ister onunla gerdeğe girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, kocası ister onun mehrini tesbit etmiş olsun ister etmemiş olsun mut'a hakkı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden etraflıca geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/236. âyet 6. başlık). 243Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün" dedi. Sonra da onları diriltti. Gerçekten Allah, insanlara lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Görmedin mi?" âyetindeki görmek'ten kasıt kalbî görüştür. Bilmedin mi anlamındadır. Sîbeveyh'e göre ise; sen bu gibi kimselerin işlerine, durumlarına dikkat etmedin mi anlamındadır. (Arapça'da) böyle bir görme'nin ise iki mef'ûle ihtiyacı yoktur. Ebû Abdurrahman es-Sülemî bu âyeti "radıyallahü anh" harfini cezimli olarak diye okumuştur. Hemze, ayrıca onun yerine geçecek bir hareke vermeksizin hazfedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslının son harfi "Hemze"dir. Âyet-i kerimede sözü geçenlerin kıssasına gelince; bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrailoğullarından bir kavim idiler. "Dâverdân" denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbâs der ki: Bunlar dört bin kişi idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler: Ölümün bulunmadığı bir yere gidelim. Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların bulunduğu yerden geçti, yüce Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti. Bunların sekiz gün veya yedi gün ölü kaldıkları söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Hasen der ki: Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin adının Şem'ûn olduğu söylenmektedir. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve yüce Allah'ın: "Allah yolunda Savaşınız" âyeti ile cihadı emretti. Bu açıklama da ed-Dahhâk'a aittir. İbn Atiyye der ki: Bütün bu anlatılanların senedleri gevşektir Âyet-i kerimeden anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dikkat çekmek için ve kendi katından haberdar eden bir üslup ile insanlardan bir topluluğa dair haber vermektedir. Bunlar ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar, yüce Allah da onları öldürdü, sonra da onları diriltti. Hem kendilerine, hem de onlardan sonra gelen herkese, öldürmenin ancak yüce Allah'ın elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını göstermek için bunu yapmıştır. Herhangi bir kimsenin korkmasının veya bu konuda aldanışa düşmesinin hiçbir anlamı yoktur. Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden mü’min olanlara cihadı emretmesine bir mukaddime kılmıştır. Bu da Taberî'nin görüşüdür. Âyet-i kerimenin söz dizisinin zahirinden anlaşılan da budur. Binlerce Kişi Oldukları Halde Ölümden Korkanlar: Yüce Allah'ın: "Binlerce kişi oldukları halde" âyeti ile ilgili olarak Cumhûr şöyle demektedir: Burada "binlerce (anlamına gelen: ulûf)" kelimesi, "bin" (anlamına gelen elf) kelimesinin çoğuludur. Kimisi, altıyüzbin kişi idiler, derken seksen bin kişi idiler de denilmiştir. İbn Abbâs kırkbin kişi olduklarını söylemektedir. Ebû Mâlik; otuz bin, es-Süddî; otuzyedi bin kişi idiler, der. Yetmiş bin kişi idiler, de denilmiştir. Bunu da Atâ b. Ebi Rebah söylemiştir. Yine İbn Abbâs'tan kırk bin kişi ve sekiz bin kişi oldukları da rivâyet edilmiştir. Bunu ondan İbn Cüreyc rivâyet etmiştir. Yine İbn Abbâs'tan sekiz bin ve dört bin kişi oldukları da rivâyet edilmiştir, üç bin kişi de denilmiştir. Fakat doğru olan bunların sayılarının on bin kişiden fazla olduğudur. Çünkü yüce Allah'ın: "Binlerce kişi oldukları halde" âyetinde cem'u’l-kesre açokluk çoğulub kipi kullanılmıştır. On bin ve aşağısında "ulûf abinlerceb" tabiri kullanılmaz. İbn Zeyd bu kelime hakkında şöyle demektedir: Bu kendileri birbirleriyle ülfet halinde idiler (yani kaynaşmış idiler) demektir. Yani kavimlerinin ayrılığı ya da aralarındaki fitne dolayısıyla yurtlarından çıkmamışlardı. Onlar birbirleriyle kaynaşmış durumda idiler. Fakat bu kesim, onlara muhalefet ederek kendi kanaatlerince ölümden kaçmak ve hayatta kalmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kanaatlerince kurtuluşa erdikleri yerde onları öldürdü. Bu açıklamaya göre "ulûf kelimesi (alışmış kaynaşmış anlamına gelen) âlif in çoğuludur. Tıpkı câlis ve cülus (oturan oturanlar) kelimesinde olduğu gibi. İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Allah onlara ceza olmak üzere bir süre onları öldürdükten sonra diriltti. Ceza olarak öldürmekten sonra ise bir hayat vardır. Ecelin sonu dolayısıyla gelen ölümden sonra ise dünya hayatı olmaz. Mücâhid der ki: Bunlar diriltildikleri vakit kavimlerine geri döndüler. Bir zamanlar ölmüş olduklarını biliyorlardı. Fakat ölümün hali, rengi yüzlerinde duruyordu. Onlardan herhangi bir kimse bir elbise giydi mi mutlaka kirli bir kefene dönüşüverirdi. Bu durumları kendileri için takdir edilmiş bulunan ecelleri gelip ölene kadar sürüp gitti. İbn Cüreyc'in İbn Abbâs'tan naklettiğine göre işte; bu koku, bugüne kadar İsrailoğullarına mensup o kol üzerinde kalmış bulunmaktadır. Rivâyet edildiğine göre; bunlar Irak'ta Vasıt taraflarında idiler. Denildiğine göre; bunlar cesetleri koktuktan sonra diriltildiler. İşte o koku bugüne kadar onların nesillerinde hâlâ vardır. "Ölüm korkusuyla" yani böyle bir korku sebebiyle yurtlarından çıktılar. Bu âyette "korku" anlamındaki "hazer" kelimesi mefûlün leh olduğu için nasb edilmiştir. Allah da onlara: "Ölün" dedi. Bu emir tekvinî bir emirdir. Onlara bu şekilde seslenildi ve kendilerine "ölün" denildiğini kabul etmek de uzak bir ihtimal değildir. İki meleğin onlara: "Ölün" diye seslendiği ve bunun üzerine öldükleri de nakledilmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah onlara iki melek vasıtasıyla "ölün" buyurdu... Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Kaçışın Ölüme Faydası Var mı? Veba ve Benzeri Hastalıklardan Kaçmanın Hükmü: Bu husustaki görüşlerin en sahih, en açık ve en meşhur olanları, bunların vebadan kaçmak arzusuyla, çıkmış olduklarıdır. Bunu Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Abbâs der ki: Bunlar taundan (vebadan) kaçmak arzusuyla çıktılar ve öldüler. Peygamberlerden birisi Allah'a dua ederek Rablerine ibadet etsinler diye onları diriltmesini istedi; Allah da onları diriltti. Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b. Dinar da der ki: Bulundukları kasabada tâûn başgösterdi. Bir kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler. Ordan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesna toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler. el-Hasen der ki: Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları kırk bin kişi idi. Derim ki: İşte bu âyet-i kerimede hükümlerin esasını bu teşkil etmektedir. Lâfız Buhârî'nin olmak üzere hadis İmâmları Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şunu rivâyet etmektedirler: Âmir, Usame b. Zeyd'i (babası) Sad'a şunları anlatırken dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O geçmiş ümmetlerden birisinin kendisiyle azâb edildiği bir azap veya musibet (ricz)dir. Sonra ondan geriye bir kısmı kalmış, kimi zaman gider kimi zaman gelir. Her kim onun bir yerde başgösterdiğini işitirse sakın oraya gitmesin. Her kimin de bulunduğu yerde başgösterirse ordan kaçarak dışarı çıkmasın." Buhârî, Hiyel 13, Tıb 30; Müslim, Selâm 92, 93, 95, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz 6; Muvatta’', el-Câmi' (Medine) 23. Bunu ayrıca Ebû Îsa et-Tirmizî de rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: Bize Kuteybe anlattı, bize Hammâd b. Zeyd, Amr b. Dinar'dan haber verdi. Amr, Âmir b. Sa'd'dan o Usame b. Zeyd'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O İsrailoğullarından bir kesim üzerine gönderilmiş bir azap veya bir musibetin (riczin) kalıntısıdır. Bulunduğunuz yerde başgösterirse oradan çıkmayınız. Olmadığınız yerde başgösterirse oraya gitmeyiniz." Tirmizî: Hasen sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Cenâiz 66. İşte Abdurrahman b. Avf, Muvatta’' ve diğerlerinde meşhur olduğu üzere, kendilerine bu konudaki hadisi Serğ'den döndüklerinde haber vermesi üzerine döndüklerinde Ömer ve ashab-ı kiramın (Allah hepsinden razı olsun) uygulamaları bu hadislerin gereği idi. Bu uzunca rivâyet için bk. Buhârî, Tıb 30, Hıyel 13; Müslim, Selâm 98; Muvatta’', el-Câmi (Medine), 22; Müsned, I, 194. Bazıları vebadan ve hastalığın bulunduğu bir yerden kaçışı hoşgörmemiştir. Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Vebadan kaçmak Savaştan kaçmak gibidir. Hazret-i Ömer'in Şam'a gittiği sırada Ebû Ubeyde ile başından geçen olay bilinen bir olaydır. Bunda Hazret-i Ömer'in geri döndüğü kaydedilmektedir. Taberî der ki: Hazret-i Sa'd yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şuna delalet vardır: Başgöstermeden önce hoşa gitmeyen şeylerden sakınmak, bastırmadan önce korkulacak şeylerden uzak durmak kişinin görevidir. Bunların gelip çatmasından sonra ise sabretmek ve tahammülsüzlük göstermemek de kişinin görevidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vebanın bulunduğu bir yerde bulunmayana, vebanın başgösterdiği yere girmeyi yasakladığı gibi; başgöstermesihden sonra da orada bulunan kimselerin de kaçmak arzusuyla ordan çıkmasını yasaklamıştır. İşte çeşitli işlerin kötü musibetlerinden sakınmak durumunda olan herkesin uyması gereken hüküm de budur. Bu tür gailelerde de izlenecek yol, tâûndaki yolun aynısıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de buna benzer manayı ifade etmektedir: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştığınız takdirde de sabır gösteriniz." Buhârî, Cihâd 112, 156, Temenni 8 (kısmen); Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89; Dârimî, Siyer 6 Derim ki: İşte bu konuda sahih olan budur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetinin gereği de budur. Onun hayırlı ve şerefli ashabının (Allah onlardan razı olsun) uygulaması da bu şekildedir. Hazret-i Ömer, kendisine: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyip tutumuna karşı çıkınca Ebû Ubeyde'ye şöyle demişti: "Keşke bu sözleri senden başka bir kimse söylemiş olsaydı ey Ebû Ubeyde, evet Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyoruz." Bunun anlamı şudur: İnsanın lehinde olsun aleyhinde olsun Allah'ın kendisi hakkında takdir ettiğinden kurtulmasına imkan yoktur. Fakat şanı yüce Allah korkulacak şeylerden ve helake götürecek şeylerden sakınmayı bizlere emretmiştir. Hoşlanılmayan şeylerden bütün gücümüzü ortaya koyarak sakınmamızı istemiştir. Devamla Hazret-i Ömer Ebû Ubeyde'ye şöyle demiştir: Bana söyle, senin develerin olsa ve sen birisi verimli öbürü ise kurak iki ayrı tarafı bulunan bir vadiye insen, develerini verimli tarafından otlatacak olsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, kurak tarafında otlatırsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın? Hazret-i Ömer daha sonra bulunduğu o yerden geriye Medine'ye döndü. Bk. 1 no'lu not. el-Kiya et-Taberî der ki: Takdir edilmiş bulunan eceller her ne kadar artmıyor ve eksilmiyor ise de kâfirler yahut yol kesenler, kendilerine hücum edenlere karşı koyamayacak kadar güçsüz bir beldeye yönelecek olurlarsa, o belde halkının önlerinden çekilme haklarına sahip oldukları hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz. Şöyle de denilmiştir: Vebanın başgösterdiği yerden kaçışın yasaklanış sebebi şudur: Vebanın olduğu yerde bulunan kişi ondan payını almış (mikrop kendisine bulaşmış) olabilir. Çünkü o yerde yaşayanlar bu genel hastalığın sebebi hususunda ortakdırlar. Bundan dolayı onun kaçmasının bir faydası yoktur. Aksine kendisine bulaşmış bulunan vebanın sebeplerine bir de yolculuğun sıkıntılarını ilave eder. Böylelikle acıları kat kat olur, zarar çoğalır. Yolun her tarafında bu kaçanlar ölüp gider ve dar olsun geniş olsun her bir yolda bu hastalığa yakalanıp ölenler bırakılır, gidilir. Bundan dolayı; vebadan kaçıp da kurtulan herhangi bir kimse yoktur, denilmektedir. Bunu da İbnu'l-Medainî nakletmiştir. Bu hususta öğüt olarak yüce Allah'ın şu âyeti yeterlidir: "Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara; ölün, dedi." Belki de böyle bir kimse kaçar ve kurtulursa şöyle der: Ben oradan kaçtığım için ondan kurtuldum. Bu sefer de onun akidesinde bozukluk baş gösterir. Özetle, belirttiğimiz hususlar dolayısıyla vebadan kaçış yasaklanmıştır. Çünkü bu şekilde kaçış şehirleri boşaltır. Ayrıca şehirlerde oralardan çıkışları kendilerine zor gelecek mustaz'af kimseler de mutlaka vardır. Ve bunlar oradan çıkma imkânını bulamayabilirler. Şehirlerin temel esasları ve mustaz'afların yardımcıları olan varlıklı kimselerin şehirleri bırakıp boşaltmalarından rahatsız olurlar, sıkıntısını çekerler. Diğer taraftan veba bir yerde oldu mu, sağlam olanın, sakınma ve zarar bulunan yerlerden çekilme esasına riâyet ederek; herhangi bir kimse oraya gitmesin. İnsan nefsini şaşırtan vehimleri bertaraf etmek kastıyla da kimse oraya gitmesin. Bu hastalığın bulunduğu yere girmekte helâk sözkonusudur. Bu ise yüce Allah'ın hükmü gereğince câiz değildir. Çünkü canı hoşa gitmeyen şeylerden korumak vaciptir. Böyle bir yere giren kimsenin: Eğer ben böyle bir yere girmemiş olsaydım, hoşuma gitmeyen bir durum başıma gelmezdi; demek suretiyle itikadında bir bozukluğun başgöstermesinden de korkulur. İşte tâûnun, (veba ve benzeri bulaşıcı hastalıkların) bulunduğu bir yere girmenin ya da oradan çıkmanın yasaklanışının faydası budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Tâûn, ikamet eden kimse hakkında da kaçan kimse hakkında da bir fitnedir. Ordan kaçan kimse; ben kaçışımla kurtuldum, der. Orda kalan bir kimse ise; burada kaldım ve öldüm, der. İşte cüzzamlı olan kimseye bakmanın mekruh oluşuna dair soru sorulduğunda İmâm Mâlik şu cevabıyla buna benzer bir duruma işaret etmiştir: Ben bu hususta bir kerahet olduğuna dair birşey işitmedim. Bununla birlikte gördüğüm kadarıyla buna dair gelen yasak, ancak onun hatırında yer edecek birşeyin kendisini dehşete düşürmesi yahut korkutması endişesinden başkası da değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) veba hakkında şöyle buyurmuştur: "Sizler onun bir yerde başgösterdiğini işitirseniz olduğu yere gitmeyiniz, bulunduğunuz yerde başgösterirse ondan kaçmak kastıyla da çıkmayınız." Bu başlığın baş taraflarında geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmiştir. Yine İmâm Mâlik'e ölümün ve türlü hastalıkların başgösterdiği bir belde hakkında soru sorularak böylesi bir yerden çıkmak mekruh mudur diye sorulmuş o da: Çıkmasının veya orada ikamet etmesinin bir sakıncasını görmüyorum, diye cevap vermiştir. 4- Vebanın Bulunduğu Bir Yerden Kaçmak Kastı Olmaksızın Çıkış: Hazret-i Peygamber'in: "Sizin bulunduğunuz yerde veba başgösterirse ondan kaçmak kastıyla çıkmayınız" âyetinde taunun bulunduğu beldeden, ondan kaçmak kastı ile olmayarak çıkışın câiz oluşuna delil vardır. Şu kadar var ki, kendisine isabet eden birşeyin isabet etmemesinin sözkonusu olmayacağına inanması gerekir. Aynı şekilde giren bir kimsenin de; -oraya girişinin Allah'ın kendisi için takdir etmemiş olduğu bir kaderi kendisinin başına getirmeyeceğine kesin olarak inanırsa- oraya girmesi mubah olur ve belirttiğimiz şekilde oradan çıkış da onun için mubah olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Tâûn'a (Veba ve Benzeri Öldürücü Bulaşıcı Hastalıklara) Sabretmenin Fazileti: Bu başlık, tâûna sabretmenin faziletine ve bu faziletin açıklanmasına dairdir. Tâûn kelimesi "ta'n"dan "fâûl" veznindedir. Şu kadar var ki bu kelime aslından uzaklaştırılınca, veba sebebiyle genel şekildeki ölüme delalet edecek anlamında kullanıldı. Bu açıklamalar el-Cevherî'ye aittir. Hazret-i Âişe yoluyla gelen bir hadiste de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ümmetimin yok oluşu ta'n ve tâûn ile olacaktır." Hazret-i Âişe dedi ki: Ta'nın ne olduğunu bildik. Peki tâûn nedir? Şöyle buyurdu: "(Tâûn) devenin karnının alt taraflarında derinin inceldiği yerlerde ve koltuk altlarında çıkan guddeye benzer bir guddedir." Müsned, VI, 145, 255. Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 311, 314-315 Âl-imler der ki: Bu vebayı yüce Allah kulları arasından isyan edenlere ve kâfirlere bir ceza ve bir intikam olmak üzere de gönderebilir, salihler için bir şehadet ve bir rahmet olmak üzere de gönderebilir. Nitekim Muaz b. Cebel Amaebvâs tâûnu esnasında şöyle demiştir: Bu sizin için bir şehadet, bir rahmet ve Peygamberinizin duasıdır. Allah'ım, Muaz'a ve onun aile halkına rahmetinden paylarını ver. Muaz (radıyallahü anh) avucunda tâûn hastalığına yakalandı. Ebû Kilabe dedi ki: Ben şehadetin ve rahmetin ne olduğunu biliyorum. Fakat peygamberimizin duası nedir bunu bilemedim. Buna dair sordum, bana şöyle denildi: Peygamber asalât ve selam onab yüce Allah'a ümmetini birbirleriyle Savaşarak öldürmemelerini dua edip de bu duası kabul olunmayınca; ümmetinin yok olup bitmesinin ta'n ve tâûn ile olmamasını dua edip istedi. Hazret-i Cabir'den ve başkasından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Taundan kaçan bir kimse, Savaştan kaçan kimse gibidir. Tâûn esnasında sabreden kimse de Savaşta sabreden kimse gibidir." Yakın ifadelerle: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II. 315 Buhârîde de Yahya b. Ya'mer'in Hazret-i Âişe'den rivâyetine göre Hazret-i Âişe ona şunu haber vermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tâûn hakkında soru sormuş, Allah'ın peygamberi de ona şunu bildirmiş: "O yüce Allah'ın dilediği kimselere gönderdiği bir azap idi. Allah onu mü’minlere rahmet kılmıştır. Bulunduğu yerde tâûn başgösterir de sabrederek Allah'ın kendisine yazdığından başkasının ona asla isabet etmeyeceğini bilerek, sabrederek, o beldede kalan bir kula mutlaka şehidin ecri gibi bir ecir vardır." Yakın ifadelerle: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II. 315 İşte bu, Hazret-i Peygamber'in: "Tâûn bir şehadettir, mat'ûn da şehittir" hadisini açıklamaktadır. Yani tâûn hastalığına sabreden Allah'tan ecrini uman ve kendisine Allah'ın yazmış olduğundan başkasının asla isabet etmeyeceğini bilen kimse (bu haliyle ölürse şehiddir). İşte bundan daloya Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) bu hastalıktan ölmeyi temenni etmiştir. Çünkü o, bu şekilde ölenin şehid olduğunu biliyordu. Tâûndan korkup çekinen, ondan tiksinen ve kaçan kimseye gelince böylesi hadisin kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Taûn'un şehadet olduğunu belirten hadisler: Buhârî, Cihâd 30, Tıb 30; Müslim, îmare 166; Nesâî, Cenaiz 112, Dârimî, Cihâd 22; Taundan ölenin şehid olduğunu belirten hadisler: Buhârî, Tıb 30; Müslim, İmâre 164, Iö5 6- Taundan Kaçış îslâm Âl-imine Yakışmaz: Ebû Ömer der ki: İlim sahipleri arasında herhangi bir kimsenin taundan kaçtığına dair bir bilgi bana ulaşmış değildir. Ancak İbnu'l-Medâinî'nin zikrettiği müstesnadır. Buna göre Ali b. Zeyd b. Cüd'ân, taundan es-Seyyale denilen yere kaçmıştır. Her Cuma gelir, cumaya katılır ve geri dönerdi. Cumaya gelip katıldığında arkasından yüksek sesle: Taundan kaçtı, diye söylüyorlardı. es-Seyyale'de öldü. İbnu'l-Medâinî der ki: Amr b. Ubeyd ile Ribat b. Muhammed de er-Ribatiyye denilen yere kaçmışlardır. İbrahim b. Ali el-Fukaymî bu hususta şunları söylemiştir: "Ne zaman ki ölüm yalanlayıcı herkesi korkutup alelacele kaçırınca Ben sabrettim, fakat ne Ribat ne de Amr sabretti." Ebû Hâtim de el-Esmaî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Basralılardan birisi taundan kaçıp eşeğine bindi, aile halkıyla birlikte Sefevan denilen yere doğru gitti. Arkasından kervan şarkıcılarından birisinin nağmeli olarak şunları söylediğini işitti: "Ne eşek sırtında Allah'ın kaderi geçilebilir Ne de koruması sağlam uçan bir kuşun üzerinde ölüm takdir edildiği vakit gelecektir O vakit Allah da yürüyenin önüne çıkıverecektir." el-Medâinî de şöyle der: Abdülaziz b. Mervan'ın valiliği sırasında Mısır'da tâûn başgösterdi. O da taundan kaçarak çıkıp giderken Süker ismi verilen es-Said kasabalarından bir kasabada konakladı. Oraya konakladığı sırada Abdülmelik b. Mervan'ın bir elçisi onun yanına geldi. Abdülaziz: Ona adın ne? diye sorunca adam: Müdrik oğlu Talib (Müdrik; yetişip kavuşan, talib ise önden gideni kovalayan, demektir) dedi. Bunun üzerine Abdülaziz: Eyvah dedi. Gördüğüm kadarıyla Fustat'a geri dönemeyeceğim. Ve konakladığı kasabada öldü. 244Allah yolunda Savaşın ve bilin ki muhakkak Allah, Semî'dir, Alimdir. Cumhûrun görüşüne göre bu Allah yolunda Savaşmak üzere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine yönelik bir hitaptır. Allah yolunda Savaş ise Allah adının en üstün ve yüce olması niyet edilerek yapılan Savaştır. Allah'ın yollan ise pek çoktur. Bütün yollar hakkında genel bir tabirdir. Nitekim yüce Allah: "De ki: İşte bu benim yolumdur.." (Yusuf, 12/108) diye buyurmaktadır. Mâlik der ki: Allah'ın yolları pek çoktur. Kendisi dolayısıyla yahut onda veya kendisi uğrunda Savaşılmayacak tek bir yol yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm dinidir. Bu hususta da görüş ayrılığı yoktur. Bir diğer görüşe göre ise burada hitap İsrailoğullarından diriltilen kimseleredir. Bu görüş İbn Abbâs ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir. Buna göre âyetin başında yer alan "vav" harfi daha önce geçen emre atıf harfidir. İfadede de söylenmemiş ve takdiri şöyle olan bir söz var demek olur: Ve yüce Allah onlara ... Savaşınız, diye buyurdu. Birinci görüşe göre ise "vav" harfi belli bir cümleyi daha önce geçen cümleye atfetmektedir. O takdirde söz arasında söylenmemiş bir ifade takdirine ihtiyaç yoktur. en-Nehhâs der ki: "... Savaşınız" âyeti yüce Allah tarafından mü’minlere verilmiş bir emir olup, bu sözü geçenlerin kaçtığı gibi siz de kaçmayınız, demektir. "Ve bilin ki muhakkak Allah Semidir." Sözü geçen bu kimselerin dedikleri gibi siz de söylerseniz o söylediğinizi işitir ve bununla neyi kastettiğinizi bilendir (Alîmdir). Taberî der ki: Burada Savaşma emri öldükten sonra diriltilenlere verilmiştir, diyenlerin sözlerinin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 245Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da ona o verdiğini kat kat artırır. Allah daraltır, genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz. Yüce Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız. 1- Âyetler Arası İlişki ve Nüzul Sebebi: Şanı yüce Allah cihad ve hak yolunda Savaşı emrettikten sonra "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir" âyeti ile bu uğurda infakta bulunmayı teşvik etmektedir. Hak uğrunda Savaşın emrediliş sebebi ise, İmâm Mâlik’in de ifade ettiği gibi, şeriatte kendisi uğrunda ve kendisini korumak maksatıyla Savaşın câiz olmadığı hiçbir şey yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm dinidir. İşte bu âyetin kapsamına Allah yolunda Savaşan kimse girmektedir. Çünkü bu uğurda Savaşan kişi, sevap umudu ile bu uğurda borç vermektedir. Nitekim Hazret-i Osman (radıyallahü anh) zorluk ordusu (diye bilinen) Tebuk gazvesi'nde (ordunun büyük bir bölümünün ihtiyaçlarını karşılarken) böyle yapmıştır. "Kim" anlamındaki âyet, mübtedâ olarak merfû'dur. ism-i işareti onun haberi, ism-i mevsulu onun sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir. Bu âyet-i kerîme nazil olunca Ebû'd-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti. Bize şeyh fakih, İmâm, muhaddis, kadı -nesebi ve mezhebiyle- Eş'ari Ebû Âmir Yahya b. Ahmed b. Menî' Kurtuba'da -Allah onu tekrar İslâm'ın hakimiyetine iade etsin- 628 (hicrî) yılı Rabiulahir ayında benim tarafımdan ona kıraaten haber verdi, dedi ki: Bize babam icazet yoluyla haber vererek dedi ki: Ben Ebû Bekir Abdulaziz b. Halef b. Medyen el-Ezdî'nin önünde okudum. O Ebû Abdullah b. Sa'dûn'dan onun huzurunda okunurken o da dinleyerek, dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Ali b. Mehrân anlatarak dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Muhammed b. Abdullah b. Zekeriyya b. Yahya en-Neysaburî 366 yılında anlatarak dedi ki: Bize amcam Ebû Zekeriyya Yahya b. Zekeriyya bildirerek dedi ki: Bize Muhammed b. Hazret-i Muâviye b. Salih anlatarak dedi ki: Bize Halef b. Halife, Humeyd el-A'rec'den anlattı. Humeyd, Abdullah b. el-Haris'ten o Abdullah b. Mesud'dan rivâyetle dedi ki: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?" âyeti nazil olunca Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, yüce Allah bizden ödünç mü istiyor? Hazret-i Peygamber: "Evet ey Ebû'd-Dahdah" deyince Ebû'd-Dahdah: Bana elini göster, dedi. Hazret-i Peygamber ona elini uzattı. Ebû'd-Dahdah dedi ki: İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben Allah'a ödünç verdim. Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihayet bahçeye vardı. (Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte bahçenin içerisindeydi. Ona: Ey umm ed-Dahdah diye seslendi. Hanımı: Buyû' r efendim, deyince; Oradan çık, dedi. Ben aziz ve celil olan Rabbime içinde altıyüz tane hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim. et-Tirmizî, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 587; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 746; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, III, 113-114. Zeyd b. Eslem dedi ki: Yüce Allah'ın: "Allah'a güzel bir ödünç yerecek olan kimdir?" âyeti nazil olunca Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın ödünç almaya ihtiyacı olmadığı halde o bizden borç mu istiyor? Hazret-i Peygamber: "Evet" buyurdu. "O vereceğiniz bu ödünç ile sizi cennete koymak istiyor." Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ben Rabbime bir ödünç verecek olursam O da bana ve benimle birlikte bulunan Dahdah çocuklarına cenneti garanti ediyor mu? Hazret-i Peygamber: "Evet" diye buyurunca, Ebû'd-Dahdah bana elini ver dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona elini verince şöyle dedi: İki tane bahçem var. Birisi Sâfile'de, öteki Âl-iye'de. Allah'a yemin ederim, bunlardan başkasına da sahip değilim. İşte bu iki bahçeyi de Allah'a ödünç olarak veriyorum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onlardan birisini Allah'a ver, ötekini de kendinin ve çoluk çocuğunun geçimi için bırak." Ancak Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Seni şahit tutuyorum ey Allah'ın Rasûlü ki, ben bunların iyilerini yüce Allah'a tahsis ettim. Bu ise içinde altıyüz tane hurma ağacı bulunan bir bahçedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O vakit buna karşılık Allah da seni cennetle mükâfatlandıracaktır." Ebû'd-Dahdah kalkıp Umm ed-Dahdah'ın yanına geldi. Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte hurma ağaçları altında dolaşıyordu. Ebû'd-Dahdah şu şiiri okudu: Rabbim seni doğruluk yollarına iletti, Hayrın ve istikametin yoluna, Sevinç ve arzuyla bahçeden ayrıl! Çünkü o, Kıyâmet günü karşılığı alınmak üzere bir borç verildi, Ben onu yüce Allah'a ödünç verdim itaat ile, Herhangi bir minnet ya da herhangi bir geri dönüş sözkonusu değildir; Beklediğim tek şey, Rabbimiz huzuruna döneceğimde kat kat ecir almaktır. Oradan kendin de çık, çocuklarla birlikte artık; İyilik şüphesiz en hayırlı azıktır Kişinin Kıyâmet gününe dünyadan göndereceği. Umm ed-Dahdah da şu cevabı verdi: Satışın karlı olsun. Allah satın aldığın şeyi sana mübarek kılsın. Daha sonra Umm ed-Dahdah da ona şu beyitlerle cevap verdi: Allah da sana hayır ve sevinç müjdesi versin. Senin gibi birisi elinden geleni yapmış ve gerçekten samimi davranmıştır; Allah çoluk çocuğuma nimetler verdi, ihsanlarda bulundu Siyah güzel hurma ile ve parlak taze hurma ile; Kul ise çalışır ve onun için çalıştığı vardır, Geceler boyunca kazandığı günahlar ise aleyhinedir. Daha sonra Umm ed-Dahdah çocuklarına yöneldi, ağızlarında bulunan lokmaları çıkartıp elbiselerine topladıkları hurmaları da orada dökmeye koyuldu ve sonunda öbür bahçeye geçti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Nice ağır salkım ve geniş ev, Ebû'd-Dahdah'ın olmuştur." Rivâyete oldukça özlü bir işaret olmak üzere: Müsned, III, 146, V, 90, 95'e bakılabilk 2- Âyet-i Kerîmenin Âyetlerini Yerine Getirme Açısından İnsanlar: İbnu'l-Arabî der ki: Yaratıcının hükmü, hikmeti, kudreti, meşîeti, kaza ve kaderi gereğince insanlar bu âyet-i kerimeyi işitince birkaç kısma ayrıldılar ve üç bölük oldular. Birinci bölük aşağılık kimselerdir. Bunlar: Muhammed'in Rabbi muhtaçtır, bize ihtiyacı vardır. Biz ise zengin kimseleriz, dediler. Bu ise aklı başında herkesin açıkça anlayacağı büyük bir bilgisizliktir. Yüce Allah bunlara şu âyeti ile cevap verdi: "Elbette ki Allah: «Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz,» diyenlerin sözlerini işitmiştir..." (Âl-i İmrân, 3/181) İkinci kesim ise, bu âyeti işitince cimriliği ve eli sıkı tutmayı tercih etti, mala duydukları arzuyu öne geçirdi. Allah yolunda bir infakta bulunmadı. Bir kimseyi esirlikten kurtarmadı, kimseye de herhangi bir yardımı olmadi. Bütün bunları ise, itaatte bulunmaktan yana tembellik ve bu dünya yurduna bağlılık dolayısıyla yaptı. Üçüncü kesim ise bu âyeti işitir işitmez, çabucak gereğini yerine getirmeye kalkıştı ve malı ile onun gereğini yerine getirmeyi tercih etti. Ebû'd-Dahdah (radıyallahü anh) ve başkalarının yaptığı gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Karz ve Allah'a Ödünç Vermek: Yüce Allah'ın: "Güzel bir ödünç: Karz-ı hasen" âyetinde geçen "karz" kelimesi karşılığı beklenen, aranan herşeyin ismidir. "Filan filana bir karz verdi" denildiği zaman karşılığını alacak birşey verdi demektir. Şair Lebid şöyle demektedir: "Sana bir karz verildiği vakit sen onun karşılığını ver! Gerçek şu ki; delikanlıdır karşılık veren, deve değil." Kırz da el-Kisaî'nin naklettiğine göre karzın bir başka söyleyişidir. İstikraz, karz talebinde bulunmak demektir. İkraz da karz vermek demektir. İktirâz da karz almak demek olur. ez-Zeccâc der ki: Karz, sözlükte iyi sınamaya da denilir, kötüsüne de denilir. Şair Umeyye der ki: "Her kişiye yakında karzının karşılığı verilecektir, ister güzel Yahut kötü olsun ve her kişi ne şekilde borç almışsa o şekilde borçludur." Bir diğer şair de şöyle der: "Karzlar misilleriyle karşılık görür Hayra karşılık hayır, şerre karşılık da serdir." el-Kisaî der ki: Karz, ödünç olarak verdiğin (ya da; önceden işlediğin) iyi ya da kötü ameldir. Kelime asıl anlamı itibariyle kesmek demektir. (Makas anlamına gelen) el-Mikrâz da burdan gelmektedir. Karşılığını vermek üzere malından bir parça kesip vermek anlamında "ikraz" tabiri kullanılır. Bir kavmin inkırazı demek, onların köklerinin kesilip helâk olmaları demektir. Burada karz isimdir. Eğer böyle olmasaydı, burada (karz denilmeyip) ikraz denilmesi gerekirdi. Bu âyet-i kerimede karzın istenmesi, insanların anlayacakları bir şekilde âyetin ifade edilmesi ve alışageldikleri bir uslüpla onlara hitap edilmesi içindir. Çünkü yüce Allah Gani ve Hamid olandır. Fakat şanı yüce Allah, mü’minin ahirette sevabını umacağı şeyler karşılığında dünyada iken verdiği şeyleri bir karza (ödünce) benzetmiştir. Nitekim insanların cenneti almaları karşılığında can ve mallarını vermesini de -ileride yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere (et-Tevbe, 9/111)- alışverişe benzetmiştir. Denildiğine göre âyet-i kerimeden maksat fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda dinin zaferi için infakta bulunmaya teşvik etmektir. Şanı yüce Allah sadaka vermeyi teşvik etmek üzere her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve yüce zatını kinaye yoluyla fakir gibi göstermiştir. Nitekim her türlü eksiklik ve acılardan takdis edilmiş bulunan yüce olan zatını da hasta, aç ve susuz diye kinaye yoluyla ifade etmiştir. Sahih hadiste yüce Allah'tan haber verilerek şöyle buyurulmaktadır: "Ey Âdemoğlu, hastalandım, sen Beni ziyarete gelmedin. Senden yiyecek istedim, sen Bana yedirmedin senden su istedim Bana su vermedin." Âdemoğlu der ki: Rabbim, Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde Sana nasıl su verebilirdim? Yüce Allah şöyle buyurur: "Filan kulum senden su istedi, sen de ona su vermedin. Şayet sen ona su vermiş olsaydın elbette bunu (karşılığını)nezdimdebulacaktın." Diğerleri hakkında da aynı şekilde soru sorunca yüce Allah, o şekilde cevap verecektir. Bu hadisi Müslim ve Buhârî rivâyet etmiştir. Müslim, Birr 43 4- Karz (Ödünç) Alanın Karzın Ödemesi İcabeder: Ödünç alanın borcunu ödemesi gerekir. Çünkü yüce Allah şunu beyan etmektedir: Allah yolunda infak edenin bu infakı Allah yolunda zayi olmaz. Aksine yüce Allah kat'î olarak bunun sevabını geri verecektir. Ancak vereceği cevabı beyan etmeyip müphem bırakmıştır. Hazret-i Peygamber'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Allah yolunda yapılan bir infak yediyüz kata ve daha fazlasıyla katlanır." Müsned, IV, 346 yakın lâfızların Nitekim buna dair açıklamalar bu sûrede yüce Allah'ın: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir.." (el-Bakara, 2/261) âyetini açıklarken gelecektir. Burada da yüce Allah: "Allah da o verdiğini ona artırır" diye buyurmaktadır. Bunun ise bir sonu, bir sının yoktur. Ödünç vermenin sevabı büyüktür. Çünkü ödünç vermek suretiyle müslümanın darlığı genişletilir, sıkıntısı giderilir. İbn Mâce Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece cennetin kapısı üzerinde şunun yazılı olduğunu gördüm: Sadaka on kat fazlasıyla mükâfat görür. Ödünç ise onsekiz kat fazlasıyla. Cebrâîl'e: Ödünç ne diye sadakadan daha faziletlidir? diye sordum. Şu cevabı verdi: Çünkü dilenci yanında birşeyler olduğu halde dilenir. Ödünç alan kimse ise ancak ihtiyacı dolayısıyla ödünç alır." İbn Mâce, Sadakat 19. (İbn Mâce) dedi ki: Bize Muhammed b. Halef el-Askalanî anlattı, bize Yahya anlattı, bize Süleyman b. Yuseyr, Kays b. Rumi'den anlatarak dedi ki: Süleyman b. Uzunân Alkame'ye maaşını alacağı vakte kadar bin dirhem borç verirdi. Alkame'nin maaşı gelince o borcunu ödemesini istedi. Bu hususta işi sıkı tuttu; o da borcunu ödedi. Ama sanki Alkame bundan dolayı kızar gibi oldu. Birkaç ay durdu sonra tekrar ona gidip şöyle dedi: Bana maaşım gelene kadar bin dirhem borç ver. O da: Olur, memnuniyetle, dedi. Ey Utbenin annesi, yanında bulunan ağzı mühürlü o keseyi getir. Hanımı o keseyi getirdi ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki bunlar senin bana ödemiş olduğun dirhemlerdir. Onlardan tek bir dirhemi dahi yerlerinden kıpırdatmadım. Alkame: Allah iyiliğini versin; peki beni ne diye bu kadar sıkıştırdın? dedi. Süleyman: Senden işittiğim buna sebeptir, dedi. Alkame: Benden ne işittin? deyince Süleyman şöyle dedi: Senin İbn Mes’ûd'dan naklederek şöyle dediğini işittim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir müslüman bir başka müslümana iki defa ödünç verirse mutlaka onu bir defa tasadduk etmiş gibi olur." Alkame: Evet İbn Mes’ûd bana böyle bildirdi, dedi. İbn Mâce, Sadakat 19. 6- Borç Aynı Miktarda Ödenir: Bir insanın birisine verdiği borç, bire bir alınır. Yani ona verdiği ödüncün mislini geri alır. İlim ehli icma ile şunu kabul etmişlerdir: Dinar, dirhem, buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve misli bulunan sair bütün yiyeceklerin ödünç verilip alınması caizdir. Müslümanlar Peygamberlerinden naklen icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ödünçte fazlalık şartını koşmak ribadır (faizdir). İsterse bu -İbn Mes’ûd'un deyimiyle- bir tutam hayvan yemi olsun yahut tek bir tane dahi olsun. Eğer bu konuda herhangi bir şart koşulmamış ise ödünç alanın aldığından daha üstününü geri vermesi câiz olur. Çünkü böyle bir davranış maruf kabilindendir. Buna delil ise Ebû Hüreyre'nin naklettiği genç deve ile ilgili Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber'in: "Sizin en hayırlılarınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir" âyetidir. Bu hadisi hadis İmâmları Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Vekâlet 5, 6, İstikraz 4, 7; Müslim, Müsakât 120-122; Tirmizî, Buyû’ 75; Nesâî, Buyû’ 64, 103; İbn Mâce, Sadakat 16; Muvatta’', Buyû’ 89. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borcunu güzel bir şekilde ödeyeni övmüş, bu övgüsünü de mutlak olarak zikredip belli bir nitelik ile kayıtlamamıştır. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber genç ve güzel bir deveye karşılık yine genç ve güzel fakat (yaşça daha büyük) dört yaşında deve ödemiştir. Buhâri, İstikraz 4, 6, 7; Müslim, Müsakat 120; (Sadece borca karşılık ödenen devenin yaşının daha büyük olduğu belirtilmekte; muayyen bir yaş belirtilmemektedir); Müslim, Müsakât 118; Ebû Dâvûd, Buyû’ 11; Nesâi, Buyû’ 64; Muvatta’', Buyû’ 89. İmâm Kurtubî, hadisi zikrettikten sonra, hadiste geçen "hiyâr" ve "rabâ' " kelimelerine dair açıklamalarda bulunmaktadır. Biz de tercümeyi onun açıklamalarına göre yaptık. Yani onun açıklamalarına göre birinci kelime, "seçkin, iyi ve güzel" anlamında; ikinci kelime ise; "dört yaşında deve" anlamındadır. Ancak: Ebû Dâvûd, "develerin yaşlarına dair açıklamalar"a ayırdığı, en-Nadr b. Şumeyl ve Ebû Ubeyd gibi lügat otoritelerinden naklettiğini belirttiği bölümde (Zekât 8) "Rebâ' ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır: "Deve yedi yaşına bastı mı erkeği: «Rebâî» dişisi -Rebâiye» diye adlandırılır." Ayrıca yukarıda hadisin kaynağına dair işaret edilen yerde yer alan açıklamalar da aynı şekildedir. Lügat kitaplarında da böyledir. Mesela bk. Lisânu'l-Arab, VIII, 108; en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadls, II, 188 vb. İşte bu hadis aynı zamanda hayvanların ödünç alınmasının câiz olduğuna delildir. Cumhûrun görüşü de budur. Ancak Ebû Hanîfe bunu kabul etmez. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. 7- Ödünç Alan Ödünç Aldığı Kimseye Hediye Verebilir mi? Ödünç alan kimsenin ödünç aldığı kimseye hediye vermesi câiz değildir. Ödünç verenin de bu hediyeyi kabul etmesi helal olmaz. Ancak daha önceden böyle bir şeyin aralarında alışılmış bir adet olması müstesnadır. Sünnet bu şekilde gelmiştir. İbn Mâce şunu rivâyet eder: Bize Hişam b. Ammar anlatarak dedi ki: Bize İsmail b. Ayyaş anlattı. Bize Ukbe b. Humeyd ed-Dabbî, Yahya b. Ebi İshak el-Hunaî'den anlatarak dedi ki: Ben Enes b. Mâlik'e: Bizden bir kimse kardeşine bir mal ödünç verse o ödünç verene hediye verebilir mi diye sordum; dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse kardeşine bir ödünç verdiği takdirde o da ona bir hediye verse veya bineği üstünde onu taşımak istese o hediyeyi kabul etmesin, bineğine binmesin, ancak bundan önce böyle bir şeyin aralarında cereyan edegelmiş olması müstesnadır." İbn Mâce, Sadakat 19. 8- Mal ve Irzdan (Manevi Haklardan) Ödünç Vermek: Karz (ödünç) maldan olabilir. Bunun hükmünü de açıklamış bulunuyoruz. Irzdan (manevi haklardan) da olabilir. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği sabittir: "Sizden herhangi bir kimse Ebû Damdam gibi olmaktan aciz olur mu? O evinden çıktı mı şöyle derdi: Allah'ım, ben ırzımı kullarına tasadduk ediyorum." Ebû Dâvûd, Edeb 36. İbn Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sen ırzından fakir düşeceğin gün için ödünç ver. Bununla şunu kastediyor: Sana söven kimseden sen bir hak alma ve ona bir had uygulamaya kalkışma. Tâ ki kıyâmet gününde büyük bir ecir almış olasın. Ebû Hanîfe ise der ki: Irzın tasadduku câiz değildir. Çünkü o, yüce Allah'ın bir hakkıdır. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Arabî ise şöyle der: Bu fasid bir kanaattir. Çünkü sahih hadiste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Muhakkak kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize haramdır." Buhârî, İlm 9, 37, Hacc 132, Fiten 8, Tevhid 24, Edâhî 5, Meğâzî 77; Müslim, Kasâme 29, 30; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 76; Dârimî, Menâsik 72... Bu ise haram kılınan bu üç şeyin, bir insanın saygı duyulması gereken bir hakkı olması açısından aynı seviyede değerlendirmesini gerektirmektedir. 9- Karzın Hasen Oluşunun Anlamı: Yüce Allah'ın: "Hasen: Güzel" âyeti ile ilgili olarak el-Vakidî şöyle demektedir: Yani gönül hoşluğu ile ve ecrini umarak vermek demektir. Amr b. Osman es-Sadefî de der ki: Verdiği bu ödünç dolayısıyla minnet altında tutmaz ve eziyet vermez demektir. Sehl b. Abdullah da der ki: Verdiği ödünç karşılığında bir bedel almayı düşünmez, demektir. 10- Böyle Bir Ödüncün Ecri Kat Kat Verilecektir: Yüce Allah'ın: "Allah da o verdiğini kat kat artırır" âyetini Âsım ve başkaları şeklinde "elifi ve (ikinci) "fâ" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Amir ve Yakub ise "elipsiz olarak "fâ" harfi üstünlü, "ayn" harfini de şeddeli olarak okumuştur. İbn Kesîr, Ebû Cafer ve Şeybe ise "ayn" harfini şeddeli ve "fâ" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'li ve "fe" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bunu "fe" harfini ötreli olarak okuyan bir kimse "ödünç verecek kimdir?" âyetine atf-ı nesak yaparak merfu okumuştur. " O (Allah) onu kat kat artırır" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bunu afa harfinib mansup olarak okuyan kimse ise, sorunun cevabının başına "fe" harfi getirmek suretiyle cevap verildiği için (kelimedeki ikinci fe'nin) nasbıyla okumuştur. Bunun gizli bir b sebebiyle böyle okunduğu da söylenmiştir. "Ayn" harfinin şeddeli ve şeddesiz okunması iki ayrı söyleyiştir. Şeddeli okuyuşun delili: "Kat kat artırsın" ifadesidir. Çünkü şeddeli fiil çokluk ifade etmek içindir. el-Hasen ve es-Süddî der ki: Biz bu şekilde kat kat karşılık vermeyi yalnızca yüce Allah'a ait birşey olarak biliyoruz. Çünkü O şöyle buyurmaktadır: "Onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisa, 4/40) Ebû Hüreyre der ki: Bu, cihad için infak hakkındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aramızda olduğu halde bizler, kişinin kendisine, arkadaşlarına ve bineğine yaptığı harcamalarına ikiyüz bin katıyla karşılık verileceğini kabul ediyorduk. 11- Kısan ve Daraltan Allah'tır: Yüce Allah'ın: "Allah daraltır, genişletir" âyeti herşey hakkında umumidir. O Kâbid (kısan) daraltan ve Basit (yayan, genişlik veren)dir. Bunlara dair açıklamalarımızı "Şerhu'l-Esmai'l-Hüsnâ fî’l-Kitabi'l-Esnâ" Kurtubî, bu eserinin ismini yer yer farklı şekillerde vermektedir. Bk. "İmâm Kurtubi ve Eserleri'ne dair incelememizde "eserleri'ne dair bahis adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. "Yalnız O'na döndürüleceksiniz" âyeti bir tehdiddir. O herkese ameline göre karşılık verecektir, anlamındadır. 246Mûsa'dan sonra İsrailoğullarının İleri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar kendi peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda Savaşalım" demişlerdi. O da: "Şayet Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayiverirseniz?" demişti Onlar: "Allah yolunda ne diye Savaşmayalım? Hem yurdumuzdan çıkarıldık, hem de evlatlarımızdan edildik" demişlerdi. Fakat onlara Savaş yazılınca içlerinden pek azı müstesna yüz çevirdiler. Allah zâlimleri çok iyi bilendir. Yüce Allah burada İsrailoğulları arasında cereyan etmiş bir başka olayı Savaşa teşvik etmek üzere sözkonusu etmektedir. Burada geçen "mele' (ileri gelenler)": İnsanların şerefli ve soyluları demektir. Âdeta şerefle dopdolu imişler gibi. ez-Zeccâc der ki: Bu gibi kimseler insanların ihtiyaç duydukları şeylerle dolup taştıklarından dolayı bu ismi almışlardır. Bu âyet-i kerimede ise mele' kavmin kendisi demektir. Çünkü anlam bunu gerektiriyor. Mele' kavim ve raht (üç ile dokuz arasındaki topluluk) gibi çokluk ismidir. Yine mele' güzel huy anlamına da gelir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Huyunuz (el-mele') güzel olsun, hepiniz pek yakında suya kanacaksınız." hadisinde geçen "el-Mele’" kelimesi de burada huy anlamındadır. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 311; Müsned, V, 298. "Mûsa'dan" Mûsa'nın vefatından sonra demektir. "Hani onlar kendi peygamberlerine bize bir hükümdar gönder., demişlerdi." Denildiğine göre bu peygamber Şembl (Samuel) b. Bal (veya Bali) b. Alkame'dir. İbn Acuz diye de bilinir. Şem'un da denilir. Bunu es-Süddî söylemiştir. Ona İbn Acuz denilmesinin sebebi ise annesinin oldukça yaşlı bir kadın iken, yüce Allah'tan çocuk sahibi olmayı dilemesiydi. Bu dilekte bulunduğu sırada yaşlıydı ve çocuk doğuracak halde değildi. Yüce Allah da ona Şemvî'i ihsan etti. Buna "Sem'ûn" da denilir. Çünkü annesi yüce Allah'a kendisine bir oğul ihsan etmesi için dua etmiş, Allah da onun duasını kabul buyurmuştu. Doğurduğu oğluna da o da "Sem'ûn" (Arapçada işitmek, kabul etmek anlamına gelen semia'dan) ismini vermişti. O bununla Allah benim duamı işitip kabul etti demek istemiştir. İbranîcede "sin" şin olur. (Sem'ûn haline gelir). Sem'ûn, Hazret-i Yakub'un soyundandır. Mukâtil: Hazret-i Harun soyundandır, der. Katâde der ki : Burada sözü geçen peygamber Yûşa b. Nûn'dur. İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Hazret-i Davud'un hükümdarlığı Hazret-i Mûsa'dan pek çok nesil gelip geçtikten sonra sözkonusu olmuştur. Yûşa ise Hazret-i Mûsa'nın beraberindeki gencin adıdır. el-Muhasibî ise bunun adının İsmail olduğunu zikreder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyet-i kerîme; zillete ve düşman tarafında mağlubiyete duçar olmuş; İsrailoğullarından bir kavmin haberini vermektedir. Bunlar peygamberlerinden cihada izin verilmesini ve kendilerine cihadın emredilmesini istediler. Onlara Savaşma emri verilince çoğunluk korktu, yan çizdi. Bir azınlık ise sabretti, Allah da onlara yardımcı oldu. Nakledilen haberlerde sözü geçen bu kimselerin önce öldürülüp sonra da diriltilen kimseler oldukları da söylenmektedir. Doğrusunu en iyi bilen ise Allah'tır. "Savaşalım " âyeti Cumhûrun kıraatine göre birinci harfi "Nûn"dur ve son harfi de emrin ("gönder" emrinin) cevabı olduğundan dolayı sükûnludur. ed-Dahhâk ve İbn Ebi Able ise "nun" yerine "ya" ve fiili merfu olarak hükümdarın sıfatı olacak şekilde okumuşlardır. (O takdirde: Bize Allah yolunda Savaşacak bir hükümdar gönder, demek olur). O da: "Şayet... Savaşmayıverirseniz" âyetinde geçen kelimesi "sin" harfinin fethalı ve esreli okunması ile iki şekilde kullanılır. Nafi ikind şekilde okumuştur. Diğerleri ise birinci şekilde okumuştur, daha meşhur olan da budur. Ebû Hâtim der ki: Sin harfini esreli okumanın uygun bir izahı olmaz. el-Hasen ve Talha da böyle okumuşlardır. Kurtubî, bu kelime'nin "sin" harfinin esreli okunuşunun izahına dair lügat âlimlerinden naklen bazı açıklamalar kayd etmektedir. Ayrıca tercüme etmeyi gerekli görmedik. Burada bu ifadenin anlamı şudur: Acaba sizler yüzçevirmeye, kaçmaya yakın kimseler değil misiniz? "Şayet Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayıverirseniz, demişti. Onlar: Allah yolunda ne diye Savaşmayalım, demişlerdi." el-Ferrâ' der ki: Yani bizi Savaşmaktan alıkoyan nedir? Konuşurken seni namazdan alıkoyan nedir demek gibi. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı şudur: Allah yolunda Savaşmamak hususunda bizim ne gerekçemiz olabilir ki? en-Nehhâs da der ki: En güzel açıklama şekli de budur: "Hem yurdumuzdan çıkarıldık. Hem de evlâtlarımızdan edildik." İşte bu da Savaşmalarını gerektiren bir sebebi ifade ediyor. Yani biz yurtlarımızdan çıkarılıp evlatlarımızdan edindiğimiz için Savaşmalıyız. "Fakat onlara Savaş yazılınca" üzerlerine farz kılınınca "içlerinden pek azı müstesna yüzçevirdiler." Yüce Allah şunu haber vermektedir: Onlara Savaş farz kılınıp da gerçeği gördüklerinde, Savaşa girişecek olurlarsa, ölmelerinin ihtimal dahilinde olduğunu düşünmeye koyulunca "yüzçevirdiler." Yani niyetleri sarsıldı, azim ve kararlılıkları gevşedi. İşte rahat ve huzura meyleden nimetlere düşkün ümmetlerin durumu budur. Bunlar üstünlük zamanlarında Savaşı temenni ederler. Fakat Savaşmak zamanı gelince korkaklığa kapılır ve nefislerinin tabiatının ardından giderler. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şu Hadîs-i şerîfinde böyle bir duruma düşmeyi yasaklamaktadır: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'tan afiyet dileyiniz, fakat onlarla karşılaştığınız dakdirde de sebat gösteriniz." Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. .... için bk. el-Bakara, 2/243. âyet 3. başlık s. 431 Daha sonra yüce Allah, aralarından pek az bir kısmının ilk niyetleri üzere sebat gösterdiklerini ve yüce Allah yolunda Savaşmak kararlılıklarını sürdürdüklerini bize haber vermektedir. 247Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" dedi. "O nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur? Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha çok hak sahibiyiz. Üstelik ona maldan bir bolluk da verilmemiştir" dediler. "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilimce de vücutça da bir üstünlük vermiştir" dedi. Allah mülkünü dilediği kimseye verir, Allah Vâsidir, Alîmdir. Yüce Allah'ın: "Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah sizlere Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" âyetinin anlamı şudur: Yani Allah sizin dileğinizi kabul etmiştir. Tâlût saka idi. Onun tabaklık yaptığı da söylenmiştir. Hayvanı sırtında yük taşıyan birisi olduğu da söylenmiştir. Âl-im bir kişi idi. İşte bundan dolayı yüce Allah onu yükseltmiştir. Bünyamin'in soyundandı. Peygamberlik soyundan da değildi, hükümdarların geldiği soydan da değildi. Peygamberlik Lâvîoğulları arasında, hükümdarlık ise Yahuda kolunda idi. Bundan dolayı onun hükümdarlığına tepki gösterdiler. Vehb b. Münebbih der ki: İsrailoğullarının ileri gelenleri Şemvîl b. Bâl'e söylediklerini söyledikten sonra, o da yüce Allah'tan kendilerine bir hükümdar göndermesini ve bu hükümdarı kendisine tanıtmasını diledi. Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Evinde bulunan yağ tulumuna bir bak! Senin yanına bir adam gelip de o tulumdaki yağdan bir ses çıkarsa bil ki o kimse İsrailoğullarının hükümdarıdır. O hükümdarın başına o yağdan sür ve onların başına onları hükümdar olarak geçir. (Vehb) der ki: Tâlût tabaklık yapıyordu. Kaybettiği bir bineğini aramak üzere çıktı. Bineği hususunda kendisi için Allah'a dua eder veya onun yanında bir çıkış yolu bulur umuduyla Şemvîl'in yanına gitti. O sırada söylediklerine göre yağdan ses geldi. Bunun üzerine Şemvîl kalkıp yağ tulumunu aldı, o yağdan Tâlût'un başına sürdü ve ona dedi ki: Yüce Allah'ın bana öne geçirmemi emrettiği İsrailoğullarının hükümdarı sensin. Sonra da İsrailoğullarına: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" dedi. Tâlût ve Câlût Arapça olmayan arapçalaştırılmış iki isimdir. Bu bakımdan bunlar munsarıf değildirler. Dâvûd ismi de böyledir. Tâlût'un çoğulu Tavâlît, Câlût'un çoğulu Cevâlît, Davud'un çoğuluda Devavid gelir. Birisine Tavus yahud Rakud ismini verecek olsan bu isimler Arapça olmasa dahi, munsarıf olurlar. Bu iki isim ile öncekiler arasındaki fark ise şudur: et-Tavus diyerek bunun başına elif lâm gelebilir. Böylelikle bu isim araçada kendine göre bir yer edinmiş olur. Ancak böyle bir durum öbürlerinde mümkün olmaz. "O nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?" Yani hükümdarlığa biz daha bir lâyık iken o nasıl olur da bize hükümdar olabilir? Bu sözleriyle onlar peygamberlere zorluk çıkarmak Allah'ın emrinden yan çizme adetlerini sürdürüp gittiler. O bakımdan "nasıl olur" dediler. Yani bu hangi cihetle mümkün olabilir? Halbuki bizler hükümdarların geldiği kola mensubuz. O ise böyle değildir. Üstelik fakirdir. Böylelikle daha güçlü olan sebebi bir kenara bıraktılar. Bu ise yüce Allah'ın ezelden beri tesbit edilmiş kader ve kazasıdır. Sonunda onların peygamberleri: "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir" diye onlara karşı delil getirdi. Yani onu üzerinize hükümdar olarak seçen Allah'tır. Kesin ve tartışılmaz delil ise onun seçimidir. Bununla birlikte Tâlût'un seçiliş gerekçesini de onlara açıkladı. Bu ise ilimce ona verilen üstünlüktür. İlim ise insanın en baş özelliğidir. Diğer bir özelliği ise ona cisimce verilen üstünlüktür. Bu ise Savaşta insanın yardımcısı, düşmanla karşılaşılma halinde de onun aracı durumundadır. Böylelikle bu ifade İmâmın sıfatını ve İmâmlığın hallerini beyan etmeyi ihtiva etmektedir. İmâmlığa ilim, din ve güç ile hak kazanılacağını, neseb ve soy ile ona hak kazanılamayacağını beyan etmektedir. İlim ve ruhî faziletler karşısında nesebin İmâmlıkta herhangi bir payı yoktur. Ve bunlar nesebden önce gelir. Çünkü yüce Allah sahip olduğu bilgi ve güç dolayısıyla onu seçtiğini haber vermektedir. Neseb itibariyle öbürleri ondan daha soylu olsalar bile. Sûrenin baş taraflarında İmâmet, İmâmetin şartlarına dair yeterli ve ayrıca birşeyler eklemeye gerek bırakmayacak kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. bk. el-Bakara, 2/30. âyet 4. başlık ve 124. âyet 21-22. başlıklar. Bu âyet-i kerîme İmâmet hususunda aslî bir delildir. İbn Abbâs der ki: O günlerde Tâlût, İsrailoğulları arasında en bilgili kimse, en güzel ve en kusursuz bir kişi idi. Vücutça bir üstünlük ise düşmana heybet veren hususlar arasındadır. Uzunluğu dolayısıyla adının Tâlût olduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre vücutça üstünlük, pek çok hayır ve kahramanlık özelliğine sahip olması demektir. Yoksa vücutça iriyanlık kastedilmemiştir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Sen ufak tefek zayıf bir adam görürsün de onu küçümsersin Fakat, elbiseler içerisinde, güçlü kuvvetli avına saldıran bir aralandır o. Hoşuna giden ve beğendiğin bir kimseyi görürsün de onu sınamaya koyuldun mu Bu kişi, hakkındaki kanaatinden farklı çıkar Aklı olmadığı halde deve iriyandır Ancak devenin iriyarılığının kendisine bir faydası yoktur." Derim ki: İşte Hazret-i Peygamber'in hanımlarına söylediği şu söz de bu kabildendir: "Aranızdan bana en çabuk kavuşacak olanınız, eli en uzun olanınızdır." Buhârî, Zekât 11; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 101; Nesâî, Zekât 59; Müsned, VI, 121. O bakımdan onlar birbirleriyle el uzunluğunda (yani bol tasadduk ve infakta) yarışırlardı. Aralarında ilk vefat eden Hazret-i Zeyneb olmuştu. Çünkü o eliyle çalışır ve tasaddukta bulunurdu. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Kimi te'vil (tefsir) âlimleri de şöyle demiştir: İlimden kasıt, Savaş bilgisidir. Bu ise herhangi bir delil bulunmaksızın yapılan bir tahsistir. Bilgice üstünlüğün, yüce Allah'ın ona vahiy gönderdiği anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşe göre Tâlût peygamberdi. İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. "Allah mülkünü dilediği kimseye verir." Bazı te'vilciler bunun yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e söylediği bir söz olduğu görüşündedir. Bunun Şemvî'lin sözlerinin devamı olduğu da söylenmiştir. Daha zahir olan da budur. Şemvîl onlara, işi yokuşa sürdüklerini ve deliller hususunda boşuna tartıştıklarını görünce; hakkında itirazın sözkonusu olamayacağı kat'î ifadelerle sözlerini tamamlamak istedi. Ve yüce Allah da: "Allah mülkünü dilediği kimseye verir" diye buyurdu. Dünya mülkünün yüce Allah'a izafe edilmesi, memlûkün (yani malik olunanın) melike izafe edilmesi demektir. Daha sonra onlara kendileri tarafından herhangi bir soru sorulmaksızın gıpta etmelerini sağlamak ve dikkatlerini çekmek üzere: "Onun hükümdarlığının alâmeti..." diye sözlerini sürdürdü. Peygamberlerinin: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" şeklindeki sözlerinin doğruluğunun delilini, ondan istemiş olmaları da muhtemeldir. (Bunun üzerine o da: "Onun hükümdarlığının alâmeti..." diye cevap vermiştir.) İbn Atiyye der ki: Ancak âyet-i kerimenin akışından birinci anlamı daha zahir olarak anlaşılmaktadır. İkincisi ise İsrailoğullarının hoş olmayan huylan gereğini daha çok andırmaktadır. Taberî de bu kanaati benimsemiştir. 248Peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o Tabut'un gelmesi olacaktır. Onun içinde Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ ile Harun aile halklarının terekesinden atta kalanlar vardır. Melekler onu yükleneceklerdir. Elbette bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer îman etmiş iseniz." "Peygamberleri onlara dedi ki: Onun hükümdarlığının alameti, size o Tabutun gelmesi olacaktır." Nakledildiğine göre Tabutu yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'a indirmiş idi. Bu Tabut, Hazret-i Âdem'in yanında idi. Nihayet Hazret-i Yakub'a ulaşmıştı. Ordan da İsrailoğullarına geçmişti. Kendileriyle Savaşan kimselere karşı onunla galip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp Tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler. Bunlar Tabutu İsrailoğullarından almışlardı. Derim ki: İşte bu, Allah'a isyan etmenin, Allah'ın yardımından mahrum kalınacağına en açık delildir. Bu da apaçıktır. en-Nehhâs der ki: Tabuta dair âyet-i kerimeyle ilgili rivâyet olunduğuna göre Tabutun içiden bir inilti işitilirdi. Böyle bir inilti işittikleri vakit Savaşmaya giderlerdi. Bu inilti kesildi mi kendileri de yola gitmez, Tabut da hareket etmezdi. Denildiğine göre, Savaşın en zorlu yerlerinde Tabutu koyarlardı. Allah'a karşı gelip isyan edinceye kadar galip gelmeye devam ettiler. İsyan ettikten sonra da yenilgiye uğradılar. Tabut onlardan alındı ve zillete düştüler. Kökten yok olmanın ve kendilerinden söz edilmeyecek hale gelmenin belirtilerini görünce; bazıları bu işi kabullenmek istemediler, bu durumları hakkında görüştüler. Nihayet ileri gelenleri bir araya toplanıp zamanlarının peygamberlerine: Bize bir hükümdar gönder (tayin et), dediler. Onlara: Sizin hükümdarınız Tâlût'tur, deyince -yüce Allah onlara dair haber verdiği şekilde- ona karşı soru sordular. Onlara karşı kesin delilin varlığını feHdirince -Taberî'nin görüşüne göre- buna dair delilin ne olduğunu sordular. Peygamberlerine delilin ne olduğunu sormaları üzerine o da Rabbine dua etti. Daha önce Tabutu ellerinden almış olanlara bu dua sebebiyle -bu husustaki görüş ayrılığı olmakla beraber- bir hastalık başgösterdi. Denildiğine göre; bu Tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve Tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer Tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isabet etti. Kimisine göre de Tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce bu musibetlerinin tek sebebinin bu Tabut olduğunu söylediler. Haydi bunu İsrailoğullarına geri verelim, dediler. Bu Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar. Bu öküzleri İsrailoğullarının yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde de serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî'de: Öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrailoğullarının topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin Tabutu taşımaları böyledir. Bir diğer rivâyete göre; melekler onu taşıyarak getirdiler. Yûşa b. Nûn bu Tabutu düzlük bir ovada bırakmıştır. Rivâyet edildiğine göre onlar Tabutu havada gördüler, nihayet gelip aralarına indi. Bunu da er-Rabi' b. Heysem söylemiştir. Vehb b. Münebbih ise der ki: Tabutun ölçüleri yaklaşık olarak üçe iki zira' şeklindeydi. el-Kelbi’ye göre bu Tabut tarak yapımında kullanılan şimşir ağacından idi. Zeyd b. Sabit "Tabut" kelimesini "Tabuh" şeklinde okumuştur. Ancak herkes bunu "ta" ile (Tabut şeklinde) okumaktadır ki buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Yine Zeyd b. Sabit'ten "et-teybût" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. Hamid b. Kays ise (........) kelimesini ya'lı olarak okumuştur. (Her ikisinin de anlamı: Yükleneceklerdir, şeklindedir). Yüce Allah'ın: "Onun içinde Rabbinizden bir sekînet ve.. terikesinden arta kalanlar vardır" âyetinde yer alan bu sekînet'in ve arta kalanların ne olduğu hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptirler. Sekînet kelimesi, sükûn, vekar ve huzurdan alınmadır. Yüce Allah'ın: "Onun içinde., bir sekinet.. vardır" âyetinin anlamı da şudur: Yani o Tabut, Talût ile ilgili ihtilafınızı çözerek kalbinizin rahat ve huzur bulmasına sebep teşkil edecektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah da onun üzerine sekînetini indirmiştir." (et-Tevbe, 9/40. âyet 10. başlık) Yani yüce Allah onun üzerine kendisi vasıtasıyla kalbinin sükûn bulacağı şeyi indirdi. Şöyle de denilmiştir: Tabut kalplerinin sükûn bulmasına sebep olduğunu kastetmektedir. Nerede olurlarsa olsunlar Tabut sayesinde sükûn buluyorlar Savaşta beraberlerinde olduğu takdirde Tabut çevresinden kaçmıyorlardı. Vehb b. Münebbih de der ki: Sekînet, Allah tarafından gelen ve konuşan bir ruhtur. Onlar herhangi bir mesele hakkında anlaşmazlığa düştükleri vakit, arzu ettikleri hususa dair açıklamayı belirterek konuşurdu. Savaşta yüksek sesle bağırdı mı, zafer onların olurdu. Ali b. Ebî Tâlib ise der ki: Sekînet insan yüzü gibi yüzü olan oldukça sür'atli esip geçen bir rüzgardır. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sekînet gelişigüzel esen ve iki başı bulunan bir rüzgardır. Mücâhid de der ki: Sekînet kedi gibi bir hayvandır, iki kanadı, kuyruğu vardır. Gözlerinin de bir parıltısı vardır. Orduya baktı mı bozguna uğrar. İbn Abbâs der ki: Sekînet cennetten gelme altından bir leğendir. Bununla peygamberlerin kalpleri yıkanırdı. es-Süddî de böyle demiştir. İbn Atiyye ise der ki: Sahih olan ise Tabut'ta peygamberlerin kalıntılarından ve izlerinden faziletli birtakım şeyler olduğudur. İnsanlar ruhen bununla sükûn bulur, rahatlar ve güçlenirdi. Derim ki: Müslim'in Sahihinde el-Bera'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Adamın birisi Kehf Sûresi'ni okuyordu. Yakınında da iki ipe bağlanmış bir at vardı. Üstünden bir bulut onu örttü. Bu bulut dönüp yaklaşmaya başladı; diğer taraftan at da ondan ürküp duruyordu. Sabahı ettiğinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Bunu ona anlatınca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İşte o, sekînettir, Kur'ân-ı Kerîm için indi." Buhârî, Menâkıb 25, Fedâilu'l-Kur'ân 11; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 240-241; Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 6 Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir. Useyd b. el-Hudayr bir gece hurma kuruttuğu yerde Kur'ân okuyordu... Bu hadiste şu ifadeler de geçmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İşte onlar meleklerdi; senin okuyuşunu dinliyordu. Şayet okumaya devam etseydin, insanlar sabahı ettiğinde onları göreceklerdi ve melekler onlardan gizlenmeyecekti." Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 15; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 242; Müsned, III, 81 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde görülen sekînet'in inişi olduğunu haber verirken, diğerinde bunun meleklerin inişi olduğunu söylemiştir. İşte bu, sekînetin o gölge içerisinde olduğunu ve bunun her zaman için meleklerle birlikte nazil olduğunu göstermektedir. Bu rivâyetlerde sekinet bir ruhtur veya ruhu olan birşeydir, diyenler lenine bir delil vardır. Çünkü akletmeyen bir varlık için Kur'ân'ı dinlemek sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Ve Mûsâ ile Harun aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır" âyetinde sözü geçen "arta kalan"ın mahiyetiyle ilgili olarak farklı görüşler belirtilmiştir. Bunun Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası ve Tevrat'ın yazılı olduğu levhalardan bazı küçük parçalar olduğu söylenmiştir. Çünkü Tevrat levhaları Hazret-i Mûsâ tarafından bırakılınca kırılmıştı. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. İkrime şunları da rivâyet eder: Bu Tevrat'tır. Ebû Salih ise der ki: Kalıntı Mûsa'nın asası, elbiseleri, Harun'un elbiseleri ve Tevrat'tan iki levha idi. Atiyye b. Sa'd der ki: Bu kalıntı Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası, her ikisinin elbiseleri ve Tevrat levhalarının küçük ufalmış parçalarıydı. es-Sevrî der ki: Bazıları kalıntının, altından bir leğen içerisinde bir kafiz kadar men, Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un sarığı ve Tevrat levhalarının kırıntıları olduğunu söylerler. Kimisi de bunlar asa ve Hazret-i Mûsa'nın ayakkabıları idi, demektedir. Bu ise şu anlama gelir: Hazret-i Mûsâ kavminin yanına Tevrat’ın levhalarını getirip geldiğinde, onların da buzağıya tapmış olduklarını görünce kızgınlığından dolayı Tevrat levhalarını bıraktı ve bu levhalar kırıldı. Bu levhaların sağlam olanlarını aldıktan sonra, parçalanan, ufalan parçaları da alıp Tabuta koydu. ed-Dahhâk da der ki: "Kalıntı" cihad ve düşmanlarla Savaştır. İbn Atiyye de der ki: Yani buna dair emir o Tabutta idi. Ya Tabutun içerisinde yazılı idi ya da Tabutun bizzat gelişi böyle bir emrin verilmesi gibiydi. Kalıntının Mûsâ hanedanına ve Hanin hanedanına isnad edilmesi, bu işin bir kavimden bir kavime geçip durması dolayısıyla idi. Hepsi de Mûsâ ve Harun'un ailesinden idiler. Bir kişinin ailesi (âli) onun yakınları, akrabaları demektir. Buna dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet 2 ve 3. başlıklar) geçmiş bulunmaktadır. 249Tâlût orduyla ayrıldığında: "Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. Onu tatmayansa o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesna" dedi. Fakat içlerinden pek azı dışında ondan içtiler. Nihayet o ve beraberindeki mü’minler nehri geçince: "Bugün bizim gücümüz Câlût'a ve ordusuna yetmez" dediler. Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Tâlût ordusuyla ayrıldığında" âyetindeki "ayrılmak" onlarla birlikte çıkıp gitmek anlamındadır. (Ayrıldı anlamını verdiğimiz: "Fesale") kelimesinde, kesmek, kesilmek anlamı da vardır. Vehb b. Münebbih der ki: Tâlût ordusuyla ayrıldığında askerleri ona: Sular bizi kaldıramıyor, o bakımdan sen de Allah'a bize bir nehir akıtması için dua et, dediler. Tâlût onlara: "Muhakkak Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir" dedi. Askerlerin sayısı es-Süddî'nin görüşüne göre seksen bin kişi idi. Vehb (b. Münebbih) der ki: Küçük, büyük yahut hasta gibi özür sahibi olanlar dışında kimse ona katılmaktan geri kalmadı. "İmtihan etmek (ibtilâ)"; denemek, sınamak (ihtibâr) demektir. Nehir kelimesinin türediği kök, genişlik ile alakalıdır. (Gündüz) anlamına gelen en-Nehar kelimesi de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/25. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Katâde der ki: Allah'ın kendisi ile o orduyu sınadığı nehir Ürdün ile Filistin arasındaki bir nehirdir. Cumhûr bu kelimeyi "nehar" şeklinde "ne" harfini üstün olarak okumuştur. Mücâhid ve Humeyd el-A'rec ise "he" harfini sakin olarak "nehr" şeklinde okumuşlardır. Bu imtihandan maksat onlar için bir sınama olması idi. Sudan içmemek hususunda itaati ortaya çıkan kimsenin, bunun dışındaki hususlarda da itaat edeceği öğrenilmiş oldu. Suya karşı arzusuna yenik düşüp verilen emre itaat etmeyen kimsenin, daha büyük zorluklarda itaatsizliği ise öncelikle sözkonusudur. Rivâyet edildiğine göre nehre vardıklarında oldukça susamışlar, nehir ise son derece tatlı ve güzel idi. İşte bundan dolayı itaat eden kimselere susuzluğun verdiği rahatsızlık bir parça azalsın ve böyle bir durumda nefsin güdüsünü kırmaları için bir avuç almalarına ruhsat verilmişti. Bununla, bir avuç almanın refah içerisinde yaşama gayeleri olmayan, hayatın ağır şartlarına katlanabilen kararlı kimselerin susuzluktan çekebilecekleri zarar ve sıkıntıyı çekebileceklerini beyan etmektedir. Nitekim Urve şöyle demektedir: "Suyun güzel olanını içiniz ki, su soğuktur." Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de böyle bir anlamı ifade eder: "Kişiye bünyesini doğrultacak kadar birkaç lokmacık yeterlidir." İbn Mâce, Et'ime 50. Anlamların incelikleri üzerinde duran bazıları da şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın dünya hakkında verdiği bir örnektir. Allah dünyayı bir nehire benzetmektedir. O nehirden içen kimse dünyaya meyleden ve dünyadan pek çok şeyler ele geçirmek isteyene, nehirden içmeyiterkedenkimse dünyadan yüzçeviren ve dünyaya karşı rağbet göstermeyen (zahid) kimseye, eliyle bir defa avuç alan kimse ise, dünyadan ihtiyacı kadarını alan kimseye benzetmektedir. Bu üç kişinin hali ise Allah nezdinde farklı farklıdır. Bu ifadeler pek güzeldir. Ancak yapılan te'vilde tahrif ve zahirin dışına çıkmak olmasa. Bu açıklama doğru olmakla birlikte, bu anlam bundan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. Tâlût'un peygamber olduğunu söyleyenler yüce Allah'ın: "Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir" âyetini delil gösterirler. Allah'ın ona bunu vahiy ve ilham yoluyla bildirdiğini söylerler. Bu ilhamı da Allah tarafından onlar için bir imtihan olarak değerlendirirler. Tâlût'un peygamber olmadığını söyleyenler ise, Tâlût kavmine bunu bildirdiğinde peygamberleri Şamvîl'in vahiyle bunu öğrenip Tâlût'a haber verdiğini belirtirler. Bu sınama, samimi ve doğru söyleyenin yalancıdan ayırdedilmesi içindi. Bazılarının kanaatine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı Abdullah b. Huzafe es-Sehmî, beraberindeki asker arkadaşlarına ateş yakıp ateşin içerisine girmelerini, itaatlerini denemek için emretmiştir. Fakat onun şakacılığı onları mükellef tuttuğu işi daha bir büyütmesine itmiştir. Buhârî, Meğâzî 59, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 40; Müsned, I, 82, 124. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar en-Nisa Sûresi'nde (4/59- âyetin tefsirinde) gelecektir. 3- Emre İtaatsizlik Edenler: "Kim ondan içerse benden değildir." Yani bu Savaşta benimle birlikte olacak arkadaşlarımdan değildir. O bundan dolayı onları imanın dışında görmemiştir. es-Süddî der ki: Sayılan seksen bin kişi idiler. Şüphesiz ki aralarında mü’min de vardı, münafık da vardı, gayretli ve çalışkan da, tembel de vardı. Hadîs-i şerîfte geçen: "Bizi aldatan bizden değildir" Müslim, Îman 164; İbn Mâce, Ticârât 36; Dârimî, Buyû’ 10; ("Aldatan bizden değildir" anlamında). Ebû Dâvûd, Buyû’ 50; Tirmizî, Buyû’ 72; İbn Mâce, Ticarât 36. diye buyurmaktadır. Yani o kimse bizim arkadaşlarımızdan yani bizim yolumuz üzerinde gösterdiğimiz hidâyet üzere yol alanlardan değildir, demektir. Şair der ki: "Sen Esedoğulları ile olan antlaşmayı bozmaya kalkışırsan Şüphe yok ki ben de senden değilim, sen de benden değilsin." Bu kabilden ifadeler kullanmak, Arap dilinde izlenen bir yoldur. Meselâ, adam üslubundan başka bir yol izleyen oğluna: Sen benden değilsin, der. 4- Emre İtaat Edenler: "Onu tatmayansa o bendendir." Burada "onu içmeyen" demeyerek "tatmayan" demiştir. Çünkü Araplar aynı şeyi tekrarlamak istediklerinde bir başka lafızla tekrarlamak adetindedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in üslubu ise en fasih bir üsluptur. O bakımdan: Suyun tadına bakmaktan söz edilemez, diyenlerin Kur'ân-ı Kerîm'in bu üslubuna bir eleştiri yönelttikleri söylenemez ve bu sözlerine itibar edilmez. Mezhebimiz âlimleri bu âyeti Seddü'z-zerâi'i delil olarak kabul etme lehine bir delil görmüşlerdir. Çünkü tatmanın asgarî seviyesi tadına bakma lâfzının kapsamına girer. Tatma yasaklandığına göre, onun tadına bakmaktan uzak duran bir kimsenin suyu içme gibi bir duruma düşmesine imkân kalmaz. İşte böyle bir mübalağa dolayısıyla "kim ondan içmezse" şeklinde İfade edilmemiştir. Yüce Allah'ın burada: "Onu tadmayansa" diye buyurması suyun bir tam (yiyecek) olduğunun delilidir. Su bir yiyecek olduğuna göre kalıcı özelliği ve onunla bedenlerin beslenmesi dolayısıyla bir gıda demektir. O bakımdan suda faizin cereyan etmesi gerekir. İbnu'l-Arabî der ki: Mezhebimizde sahih olan görüş budur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik dedi ki: Suyun kıyısında suyun su ile fazlalıklı olarak ve vadeli satılmasında bir mahzur yoktur. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Su ölçülen ve tartılan şeylerdendir. Bu görüşe göre ise ona göre suda fazlalık câiz olmaz. Buna göre de Muhammed b. el-Hasan suda faizin sözkonusu olduğunu kabul etmektedir. Çünkü ona göre faizde illet ölçülmek ve tartılmaktır. Şâfiî de der ki: Fazlalıklı olarak suyun satışı câiz değildir, vade de câiz değildir. Ona göre ise faizin illeti, yenilen birşey ve aynı cinsten olmaktır. 7- Akarsudan Su İçme Şekliyle İlgili Hükümler: İbnu'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe dedi ki: Her kim benim filan kölem Fırat'tan içerse hür olur diyecek olsa, eğilip doğrudan doğruya ağzıyla su içmedikçe hür olmaz. Eliyle veya oradan bir kap alarak içtiği takdirde hür olmaz. Çünkü yüce Allah burada nehirden eğilip ağzıyla içmek ile elle alıp avuçlayarak içmek arasında fark gözetmiştir. İbnu'l-Arabi ise der ki: Bu ise fasit bir görüştür. Çünkü Arap dilinde ister elle avuçlayarak içilsin, ister eğilerek doğrudan ağzıyla içsin, arada bir fark gözetmeksizin her şekildeki içmeye "su içme" denir. O halde sözlük anlamı itibariyle ve hakikatiyle hakkında yemin edilen içme olayı sözkonsu oldu mu, yemin edenin yemini bozulmuş olur. Bunu böylece bil. Derim ki: Ebû Hanîfe'nin görüşü daha sahihtir. Çünkü dil bilginleri, Kitap ve Sünnetin de fark gözettiği gibi bu iki tür içme arasında fark gözetmişlerdir. el-Cevherî ve başkaları der ki: Bir kimse suyu bulunduğu yerden ağzıyla, fakat elleriyle veya bir kapla olmayarak içecek olur ise buna "keraa: doğrudan ağzıyla su içti" denilir. Kera' ise yağmur suyudur. Sünnetin bu hususta ayırım gözetmesine gelince İbn Mâce Sünen'inde şunu zikreder: Bize Vasıl b. Abdu’l-A'lâ anlattı, bize İbn Fudayl, Leys'ten o Said b. Amir'den, o İbn Ömer'den naklederek dedi ki: Bir su birikintisinin yanından- geçtik. Doğrudan ağzımızla o sudan içmeye koyulduk (nekreu). Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: " Bu şekilde doğrudan içmeyiniz (la tekre'û) Fakat ellerinizi yıkayınız sonra da ellerinizle içiniz. Çünkü elden daha temiz bir kap olmaz." İbn Mâce, Eşribe 25. İşte bu, bu konuda açık bir nastır. Senette geçen Leys b. Ebi Süleym ise Müslim'in, kendisinden hadis rivâyet ettiği bir kimsedir. Zayıf bir ravi olduğu da söylenmiştir. 8- Eliyle Avuçlayarak İçenler ve Helal Rızık Arayanlar: Yüce Allah'ın: "Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesna" âyetinde geçen avuçlamak (el-iğtirâf) birşeyi elle veya bir alet vasıtasıyla almak demektir. (Kepçeye) miğrafe denilmesi buradan gelmektedir. el-Ğarf da el-iğtiraf gibidir. Âyet-i kerimedeki "ğurfeten" kelimesi "ğarfeten" şeklinde "ğayn" harfi üstün olarak da okunmuştur. Bu masdardır. el-Garfe bir defa alıp içmektir. "Ğurfe" şeklinde "ğayn" harfi ötreli olarak da okunmuştur. Bu ise avuçlanarak alınan şey demek olur. Kimi müfessirler de şöyle demiştir: Ğarfe tek bir avuçla alınan, ğurfe ise iki avuçla alınan demektir. Kimisi her iki söyleyiş de aynı anlamdadır, demektedir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) da şöyle der: Avuçlar en temiz kaplardır. el-Hasen'in şu sözleri de bu kabildendir: "Onlar hiçbir suya beraberlerinde kap götürerek gitmezler Onlar ancak avuçlarıyla su birikintilerinden avuçlarlar." Derim ki: Bu zamanlarda şüphesiz ve tereddütsüz katıksız helal peşinde olan bir kimse gece, gündüz akarak müsahhar kılınmış pınarlardan, nehirlerden avuçlarıyla su içsin. Bununla yüce Allah'tan hasenat kazanma yollarını, günahlarını silinmesini ve hayırlı İmâmlara yetişmeyi arzulasın. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kapla içebilme gücü olmakla birlikte tevazu niyetiyle eliyle içerse Allah ona parmakları sayısınca hasenat yazar. Eller Meryem oğlu Îsa'nın (ikisine de selam olsun) bardağı atarak: Of bu dünya ile beraberdir, dediği zaman kullandığı kabıdır." Bu hadisi İbn Mâce, İbn Ömer yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) karınlarınız üzerine uzanarak su içmemizi yasakladı -ki bu da doğrudan ağızla, akan sudan içmektir- ve yine bizlere tek elle avuçlamamızı da yasaklayarak dedi ki: "Sizden herhangi bir kimse köpeğin yalaması gibi yalamasın. Allah'ın kendilerine gazaplandığı kimseler gibi de tek elle içmesin. Geceleyin de kıpırdatmadıkça -üstü örtülü bir kap olması hali müstesna- içmesin. Her kim bir kap elde etme gücü olduğu halde eliyle içerse...." deyip az önce kaydettiğimiz şekilde hadisi zikreder. İbn Mâce, Eşribe 25. Hadisin senedinde Bakiye b. el-Velid vardır. Ebû Hâtim dedi ki: Hadisi yazılır fakat atek başınab onunla ihticac olunmaz. Ebû Zür'a da dedi ki: Bakiye sika ravilerden hadis naklettiği takdirde o da sikadır, demektedir. 9- Azınlık Dışında Çoğunluk İçti: Yüce Allah'ın: "İçlerinden pek azı dışında ondan içtiler" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Herkes yakini oranında o sudan içti. Kâfirler suya kanmama hastalığına yakalanmış develer gibi, isyankârlar bundan daha aşağı derecede içtiler. Bu şekilde altmış yedi bin kişi yüzçevirmiş oldular. Sadece bazı mü’minler su içmediler; bir kısmı da avuçlayarak içtiler. Yasaklanan şekilde ise içenler suya kanmadı. Aksine daha da susadılar. Suya yaklaşmayan kimselerin ise halleri düzeldi ve avuçla alıp içenlerden daha güçlü kuvetli oldular. 10- İtaatkâr ve Îman Eden Azınlık: Yüce Allah'ın: "Nihayet o ve beraberindeki mü’minler onu" âyetindeki "o" zamiri nehre aittir. (Mealde, nehir kelimesi zikredilmiştir) "nihayet o"daki "o" zamiri ise Tâlût'a ait olup te'kid içindir. "Nehri geçince" âyet-i kerimeden "geçmek" kelimesi "mücâveze" kökünden kullanılmıştır. Aynı kökten gelen ve söz söyleme hakkında kullanılan "mecaz" ise, kullanımı câiz olan, yerini bulan ve bu şekilde kullanılagelen ifade demektir. İbn Abbâs ve es-Süddî der ki: Onunla birlikte aralarında içenler de bulunduğu halde, dört bin kişi nehri geçti. Ancak Câlût'u ve askerlerini görünce onlardan üç bin altıyüz seksen küsur kişi geri döndü. Çünkü Câlût'un askerleri ise yüzbin kişi idi. Hepsi silahlara bürünmüştü. Bir görüşe göre öldükten sonra dirilmeye ve yüce Allah'ın huzuruna dönmeye kesin olarak inanan mü’minler bu halde -ki onların sayısı Bedir'e katılanlar kadardı-: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" dediler. Müfessirlerin çoğunluğuna göre; yasakladığı şekilde su içmeyenler onunla birlikte nehri, geçtiler. Bazıları: Kalabalıklarına rağmen biz düşmana nasil güç yetirebiliriz? deyince aralarından gayretli ve kararlı kimseler: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" diye cevap vermiştir. el-Bera b. Azib der ki: Bizler kendi aramızda Bedir halkına katılanların sayısının Tâlût ile birlikte nehri aşan üçyüz on küsur adam olan Tâlût'un arkadaşlarının sayısınca olduğunu konuşur, söylerdik. -Bir rivâyette ise: Üçyüz on üç kişi denilmiştir.- Tâlût ile birlikte mü’minlerin dışında nehri aşan olmadı. Buhârî, Meğâzî 6. 11- Îman Eden ve Sayıca Az Olanlar Galip Gelirler: Yüce Allah'ın: "Allah'a kavuşacaklarını bilenler (âyet-i kerimede: Zan kökünden; zannedenler)" âyetinde geçen "zan" yakîn anlamındadır. Bunun kesin bilgi değil de şüphe anlamını ifade etmesi de mümkündür. Yani, Tâlût ile birlikte öldürülüp Allah'ın huzuruna şehid olarak çıkacaklarını zannedenler, demektir. Bu bakımdan bu konuda, şüphe öldürülüp öldürülmeme hususunda sözkonusu olmuştu. Yüce Allah'ın: "Nice az bir topluluk (fıe) daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" âyetinde geçen: "el-fie: İnsan topluluğu, insan birliği" demektir. Kılıçla başın bölünmesini ifade etmek üzere kullanılan "feeve"den gelmektedir. Onların: "Nice az bir topluluk" ifadelerinde, Savaşa bir teşvik vardır. Sabır duygusu ve Rabbini tasdik eden kimselere uymak arzusu vardır. Derim ki: Bizim de işte bu şekilde hareket etmemiz gerekir. Fakat kötü amellerimiz, bozuk niyetlerimiz bu şekilde davranmamıza engel olmuştur. O kadar ki bizden sayıca pek çok olan kimseler, defalarca şahit olduğumuz gibi, az sayıdaki düşmana karşı bozguna uğramıştır. Buna sebep ise ellerimizle kazandığımız kötülüklerdir. Buhârî'de şöyle bir rivâyet vardır: Ebû'd-Derdâ der ki: Sizler amellerinizle Savaşırsınız. Buhârî, Cihâd 13. Yine Buhârî'de müsned olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Sizler zayıflarınızdan başka bir sebeple rızıklanır ve zafere ulaştırılır mı (sanıyorsunuz)?" Buhârî, Cihâd 76; Ebû Dâvûd, Cihâd 70; Tirmizî, Cihâd 24; Nesâî, Cihâd 43; Müsned, I, 173; V, 198 Bizim ise amellerimiz fasid, zayıflarımız ihmal edilmiş, sabrımız az, güvenimiz zayıf, takvamız ise yoktur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Sabrediniz, sabır yarışı yapınız ve nöbet beklesiniz. Allah'tan da korkunuz." (Âl-i İmrân, 3/200); "Ve yalnız Allah'a tevekkül ediniz" (el-Maide, 5/23); "Muhakkak Allah takva sahibi olanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir." (en-Nahl, 16/128); "Allah elbette kendi adinibne yardım edene yardım eder." (el-Hacc, 22/40); "Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat gösteriniz. Allah'ı da çokça anın ki felâha (umduğunuza) kavuşasınız." (el-Enfal, 8/45) İşte zafere götüren sebepler ve zaferin şartlan bunlardır. Bunlar ise bizde yoktur; bizde bulunmamaktadır. Başımızdaki musibetlerden ve karşı karşıya kaldığımız durumlardan dolayı inna lillah ve inna ileyni raciûn, diyoruz. Hatta geriye İslâm'ın isminden başka birşey, dinin resminden başka birşey kalmamıştır. Buna sebep ise fesadın zuhuru, tuğyanın çokluğu ve doğruluğun azlığıdır. Nihayet doğuda, batıda, karada, denizde düşman her tarafı istila etti. Fitneler her tarafı kapsadı, karşı karşıya kalınan mihnetler büyüdükçe büyüdü. Allah'ın rahmet buyurduğundan başka korunabilen kimse yoktur. 250Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" dediler. "Karşı çıktıklarında" geniş ve düzlük bir yerde karşı karşıya geldiklerinde, demektir. Câlût, Amalikalıların komutanı ve hükümdarı idi. Gölgesinin uzunluğu bir mil kadardı. Berberilerin onun soyundan geldiği söylenir. Rivâyet edildiğine göre beraberindeki asker sayısı üçyüz bin atlı idi. İkrime, doksan bin kişi, demiştir. Mü’minler düşmanlarının çokluğunu görünce Rablerine yalvarıp yakardılar. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Beraberinde pek çok âlimlerin Savaştığı nice peygamber vardır.... Onların sözleri: Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı mağfiret buyur. Ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et demelerinden başka birşey değildi." (Âl-i İmrân, 3/146-147) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da düşman ile karşılaştığında Savaş esnasında şöyle derdi: "Allah'ım, Senin yardımın ile hücum ediyor ve gidip geliyorum." Müsned, I, 90; yakın ifadelerle; Ebû Dâvûd, Cihâd 90; Müsned, I, 151, VI, 16. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) düşman ile karşılaştığında şöyle derdi: "Allah'ım, bunların şerlerinden Sana sığınıyorum ve onların yakalarına Senin yapışmanı niyaz ediyorum!" Yakın ifadelerle: Ebû Dâvûd, Vitr 30; Müsned, VI, 414, 415. Hazret-i Peygamber Bedir günü ridası omuzlan üzerinden düşünceye kadar dua ederek Müslim, Cihâd 58; Tirmizî, Tefsir 8. sûre 3; Müsned, I, 30, 32 yüce Allah'tan -yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nde açıklanacağı üzere (3/123-125. âyetlerde)- vadini gerçekleştirmesini istiyordu. 251Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi. Ona dilediği bazı şeyleri öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Fakat Allah âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. "Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar." Yani Allah onların üzerine yardımını indirdi ve böylelikle düşmanlarını bozguna uğrattılar, kırıp geçirdiler. Bozgun (hezimet); kırmak demektir. İçinde su kalmamış su kabının büzülüp kat kat olmasını anlatmak için de bu kökten gelen: "tehezzüm" tabiri kullanılır. Zemzem hakkında "O Cibril'in bir hezmesidir" ifadesi de buradan gelmektedir. Yani Cibril ayağı ile orayı kırdı ve oradan su çıktı demektir. Kırılan kuru odun parçalarına da bu isim (hezm) verilir. Yüce Allah'ın: "Dâvûd da Câlût'u öldürdü" âyetine gelince; Hükümdar kavmi arasından Tâlût'u Câlût ile Savaşmak üzere seçmişti. Hazret-i Dâvûd kısa boylu, hasta görünümlü, sararmış, ufak-tefek ve morarmış birisiydi. Câlût ise insanlar arasında en güçlü, en kuvvetli bir kimse idi. Tek başına orduları bozguna uğratırdı. Amalikalıların başı olan Câlût ise Hazret-i Dâvûd tarafından öldürülmüştür. Hazret-i Davud'un babası, îşâ idi. Babasının Zekeriyya, onun da babasının Reşvâ olduğu da söylenmektedir. Hazret-i Dâvûd Yalnıza b. Yakub b. İshak b. İbrahim (hepsine selam olsun) kolundan geliyordu. Beytü'l Makdis ehlinden idi. Allah ona hem peygamberliği hem de hükümdarlığı vermişti. Daha önce ise çobandı. Kardeşlerinin en küçüğü idi. Koyun otlatırdı. Tâlût'un askerleri arasında yedi tane kardeşi vardı. Savaş vakti geldiğinde kendi kendisine: Ben de bu Savaşı görmeye gideceğim, demişti. Yoldan giderken bir taşın yanından geçti. Taş ona: Ey Dâvûd, beni al, sen benimle Câlût'u öldüreceksin, dedi. Daha sonra ona bir başka taş seslendi, sonra bir diğer taş seslendi. Onları aldı, torbasına alıp yoluna devam etti. Câlût ortaya çıkıp kendisiyle teke tek çarpışacak kimse istedi. Herkes onunla karşılaşmaktan korktu. Nihayet Tâlût şöyle dedi: Kim buna karşı çıkar ve onu öldürürse ona kızımı vereceğim ve malımın tasarrufunu ona bırakacağım. Hazret-i Dâvûd gelip dedi ki: Karşısına ben çıkıp onu ben öldüreceğim. Tâlût onu görünce yaşının küçüklüğü ve kısa boyluluğu dolayısıyla bu işe uygun görmedi, geri çevirdi. Davut ise rengi mora çalan kısa boylu birisiydi. İkinci defa aynı şekilde seslendi, üçüncü defa seslendi. Yine Hazret-i Dâvûd karşısına çıktı. Tâlût ona: Herhangi bir şeyle kendini denedin mi? deyince o da: Evet, dedi. Tâlût: Ne ile? sorunca şöyle dedi: Bir kurt koyunlarımın arasına girdi. Ben de ona vurdum. Daha sonra da başını tutup vücudundan kopardım. Tâlût: Kurt güçsüzdür, dedi. Başka birşeyde kendini denedin mi diye sorunca: Evet dedi. Bir seferinde aslan koyunlarımın arasına girdi, ona bir darbe indirdim sonra da çenelerini tutup birbirinden ayırdım. Bu adamın arslandan daha kuvvetli olduğunu sanır mısın? Tâlût: Hayır dedi. Tâlût'un yanında bir zırh vardı. Bu zırh ancak Câlût'u öldürecek kimseye uyardı. Bunu ona haber verdi ve Davud'a giydirince Davud'un üzerine tam geldi. Tâlût ona: Haydi atıma bin , silahımı al dedi. Davut aynısını yaptı. Kısa bir süre yol aldıktan sonra geri döndü. Herkes bu delikanlı korktu, deyince Hazret-i Dâvûd şöyle dedi: Şayet onu öldürmeyi Allah bana müyesser etmeyecek, ona karşı bana yardımcı olmayacak olursa bu atın da bu silahın da bana faydası olmayacaktır, fakat ben bununla kendi adet edindiğim şekilde Savaşmak istiyorum. Davud'un sapan atıcılığı herkesten ileri idi. O bakımdan attan indi, torbasını aldı boynuna astı. Sapanını aldı ve Câlût'un karşısına çıktı. Câlût ise silahlarına bürünmüştü. el-Maverdî'nin ve başkalarının naklettiklerine göre; başında üçyüz ritim ağırlığında bir miğfer vardı Câlût ona: Ey genç, sen mi karşıma çıkıyorsun? deyince, Dâvûd: Evet dedi. Bu şekilde köpeğin karşısına çıkar gibi mi? Dâvûd: Evet, hatta sen köpekten de daha hakirsin, dedi. Bu sefer Câlût: Yemin olsun bugün senin etini kuşlara ve yırtıcı hayvanlara yem yapacağım, dedi. Daha sonra birbirlerine yaklaştılar. Câlût, Davut'u küçümsediğinden dolayı eliyle yakalamak istedi. Dâvûd da elini torbasındaki taşlara uzattı. Rivâyet olunduğuna göre taşlar birbirine yapıştı, tek bir taş haline geldi. Bu taşı alıp sapanına yerleştirdi. Allah'ın ismini anarak sapanını çevirdi ve ona attı. Taş Câlût'un kafasına isabet etti ve Câlût öldü. Dâvûd onun başını kesti ve alıp torbasına koydu. Herkes birbirine karıştı, Tâlût'un askerleri hamle yaptılar ve karşı tarafı bozguna uğrattılar. Şöyle de denilmiştir: Davud'un attığı taş Câlût'un giydiği miğferin burun bölgesine isabet etmişti. Gözüne isabet edip kafasından çıktığı da söylenmiştir. Yine aynı taş, askerlerinden birkaç kişiye isabet etmiş ve onların da ölümüne sebep olmuştu. Yine denildiğine göre taş, parçalandı ve onun her bir parçası ordugâhta bulunan herkese isabet etti. Attığı bu taş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Huneyn günü Hevazinlilere fırlattığı bir avuç toprağı andırmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İnsanlar bu âyetlerle iligili çokça kıssalar anlatırlar. Ben ise burada bu kıssalardan gözetilen maksadı zikrettim. Allah'a hamdolsun. Savaş Kumandanının Bazı Tasarrufları ve Hükümleri: Derim ki: Tâlût'un: "Her kim Câlût'a karşı çıkar, onu öldürürse, onu kızımla evlendirir ve malımda tasarruf yetkisini ona veririm" sözünün anlamı bizim de şeriatimizde sabittir. Bu ise İmâmın şöyle demesi gibi olur: Her kim bir düşman kafası getirirse ona şunları vadediyorum. Yahut: Kim esir getirirse ona şunu veriyorum; demesi gibi olur. Buna dair açıklamalar ise yüce Allah'ın izniyle el-Enfal Sûresi'nde (8/1. âyet 5. başlıkta) gelecektir. Yine bu ifadelerde mübarezenin (teke tek çarpışmanın) ancak İmâmın izniyle olabileceğine delil vardır. Nitekim Ahmed, İshak ve başkaları da böyle demektedir. Bu hususta el-Evzaî'den ise farklı rivâyetler gelmektedir. Ondan nakledildiğine göre İmâmının izni olmadıkça kimse hamle yapamaz. Yine ondan nakledildiğine göre o; bunda bir mahzur yok, demiştir. Şayet İmâm teke tek çarpışmayı yasaklamış ise onun izniyle olmadıkça teke tek çarpışamaz. Bazıları da teke tek çarpışmayı mubah kabul etmekte ve onun izniyle mi olur, ondan izinsiz olur mu hususunu sözkonusu etmemektedir. Mâlik'in görüşü de budur. İmâm Mâlik'e; iki saf arasında durarak: Kim benimle çarpışır? diyen kimse hakkında sorulmuş o da şöyle demiştir: Böyle bir iş onun niyetine bağlıdır. Eğer bununla Allah'ın rızasını diliyor ise bunda bir mahzur olmayacağını umarım. Nitekim bu iş geçmişte yapılıyor idi. Şâfiî de der ki: Teke tek çarpışmada (mübâreze) bir mahzur yoktur. İbnu'l-Münzir de der ki: Teke tek çarpışmanın İmâmın izniyle olması güzel birşeydir. İmâmın izni olmaksızın teke tek çarpışana da vebal yoktur. Çünkü ben bunu yasaklayan bir haber bilmiyorum. "Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi. Ona dilediği bazı şeyleri öğretti." es-Süddî der ki: Allah ona Tâlût'un hükümdarlığını ve Şem'un'un peygamberliğini verdi. Ona öğrettiği şey ise, zırh yapımı, kuş dili ve buna benzer Allah'ın kendisine öğrettiği başka şeylerdir. İbn Abbâs der ki: Allah ona öyle bir zincir vermişti ki, bu zincir samanyoluna ve yörüngeye bitişikti. Onun ucu ise Hazret-i Davud'un ma'bedi yakınında idi. O bakımdan havada birşey oldumu o zincir mutlaka ses çıkartırdı. Hazret-i Dâvûd da olanı bilmiş olurdu. Bu zincire herhangi bir hastalık sahibi dokundumu, mutlaka iyileşirdi. Kavminin dine girişinin alametiyse elleriyle bu zincire dokunup sonra da avuçlarını göğüslerine sürmeleri idi. Hazret-i Davud'un vefatından sonra da bu zincir kaldırılıncaya kadar onun hükmüne başvururlardı. Âyetin: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah âlemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir" bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: 1- İnsanların Bir Kısmı ile Diğer Bir Kısmının Defedilmesi: Yüce Allah'ın: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi.." âyetini Nafi' dışında diğerleri (Mushafta tesbit edilmiş şekliyle) okumuşlardır. Nafi': kelimesini şeklinde okumuştur. Bunun fiilin masdan olması mümkündür. (Mastar olarak anlamları): Hesab etmek, dönmek, karşılaşmak gibi. " (Bu) Allah'ın üzerinize yazdığı (farzı)dır." (en-Nisâ, 4/24) âyeti de bunun gibidir. en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Buna göre "difâ’" ve "def" kelimeleri; "defe'a; def etti, önledi, sallallahü aleyhi ve sellemdı" fiilinin mastarları olur. Sîbeveyh'in görüşü de budur. Ebû Hâtim ise der ki: ile kelimeleri aynı anlama gelir. (Yani birincisinin müşareket -işteşlik- manası da ihtiva eden "fâale" kipinde olması farklı anlama gelmez). Nitekim: ifadesi her iki fiilde de aynı anlamda olmak üzere: Ayakkabıları üstüste diktim, demektir. Ebû Ubeyde, Cumhûrun okuyuşunu tercih etmiş ve şeklindeki okuyuşu kabul etmiş ve şeklindeki okuyuşu kabul etmemiştir. Çünkü kimse cenab-ı Allah'a karşı müdafaaya giremez. (Bu kipteki müşareket -işteşlik- anlamı dolayısıyla bu okuyuşu kabul etmez). Mekkî der ki: Bu bir yanılmadır. Ebû Ubeyde burada "müfâale" babının (işteşlik) anlamının varlığını vehmetmiştir. Böyle bir kanaate ise gerek yoktur. "Allah" lâfzı, fiil dolayısıyla ref mahallindedir. Yani Allah def etmeseydi" demektir. Nâfi'in okuyuşundaki "difâ’" kelimesi de -Sîbeveyh'e göre- mübtedâ olarak ref mahallindedir. "insanları" anlamında ki "en-nâs" kelimesi mefûl mahallindedir. Bu, Sîbeveyh'e göre: Zeyd ile gittim, demek gibidir. Burada harf-i cer ile birlikte: "Zeyd" kelimesi, mef'ûl mahallindedir. Bilelim. 2- Kendileri Vasıtasıyla Fesadın Defedildiği Kişiler Kimlerdir? İlim adamları kendileri vasıtasıyla fesadın defedildiği kimselerin kimlikleri hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu kimselerin "ebdâl" oldukları söylenmiştir. Bunlar ise kırk kişidirler, onlardan birisi öldü mü Allah onun yerine bir başkasını getirir. Nihayet Kıyâmet yaklaştığında bunların hepsi ölür. Bu, Ebdal'ın yirmiikisi Şam'da onsekiz tanesi ise Irak'ta bulunurlar. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ebdal Şam'da olurlar. Bunlar kırk kişidirler. Onlardan birisi öldü mü Allah onun yerine bir başka kişiyi getirir. Onların hürmetine Allah yağmur yağdırır, onlar hürmetine müslümanları düşmanlarına muzaffer kılar. Onlar için yeryüzü halkı üzerinden belaları Savar." Bu hadisi et-Tirmizî el-Hakîm "Nevâdiru’l-Usûl" adlı eserinde zikretmiştir. Yine Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Peygamberler yeryüzünün Evtadı (çalkalanmaktan korunan kazıkları) idiler. Peygamberliğin sonu gelince Allah onların yerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinden kendilerine ebdal ismi verilen bir topluluk getirdi. Bunların çok çok oruç tutmak, çokça namaz kılmakla sair insanlara üstünlükleri yoktur. Fakat üstünlükleri güzel ahlâk, gerçekten samimi olarak takva, vera sahibi, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı kötülük beslemeyen kalpleri vardır ve Allah rızasını arayarak onlara samimiyetle nasihat ederler. Sabırla, tahammülkârlıkla, akıllılıkla ve zillet sözkonusu olmaksızın tevazu ile davranırlar. Bunlar peygamberlerin halefleridirler. Allah'ın kendisi için seçtiği ilmiyle, kendi zatı için ihlâsa erdirdiği kimselerdir. Bunlar kırk tane sıddîktirler, onlardan otuz tanesinin yakinî Halilurrahman İbrahim'in yakînî gibidir. Allah onlar hürmetine yeryüzü halkından hoşlanmadık şeyleri insanlardan bela ve musibetleri bertaraf eder. Onlar hürmetine yeryüzü halkına yağmur yağdırılır, rızık verilir. Allah onun yerine geçecek birisini yaratmadıkça onlardan bir kimse ölmez." et-Tirmizî, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 383-384. İbn Abbâs da der ki: Şayet Allah müslümanların ordularıyla düşmanları defetmeseydi, müşrikler galip gelir, mü’minleri öldürür, ülkeleri ve mescidleri tahrib ederlerdi. Süfyan es-Sevrî de der ki: Bunlar kendileri vasıtasıyla hakkın ortaya çıkarıldığı şahitlerdir. Mekkî'nin naklettiğine göre müfessirlerin büyük çoğunluğu şu manayı benimsemişlerdir: Şayet yüce Allah, namaz kılanlar namaz kılmayanlardan, takva sahibi olanlar sebebiyle takva sahibi olmayanlardan (kötülükleri) defetmeseydi, günahları sebebiyle bütün insanları helâk ederdi. en-Nehhâs ve es-Sa'lebı de böyle bir manaya zikretmişlerdir. es-Sa'lebî der ki: Sair müfessirler ise şöyle derler: Eğer Allah iyi mü’minleri facir ve kâfirlere karşı savunmayacak olsaydı yeryüzü fesada ererdi, yani helâk olur giderdi. Daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydeder: "Muhakkak Allah ümmetimden namaz kılanlar sebebiyle namaz kılmayanlardan, zekât verenler sebebiyle, zekât vermeyenlerden, oruç tutanlar sebebiyle, oruç tutmayanlardan, hac edenler sebebiyle hac etmeyenlerden, cihad edenler sebebiyle cihad etmeyenlerden azâbı defeder. Eğer bu gibi şeyleri terketmek hususunda birlik olsalar onlara Allah bir göz açıp kapayacak bir süre dahi vermez." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada uğrardı" âyetini okudu. İbn Atiyye, ekMuharrar (II, 268, 269)'da bu hadise işaret ettikten sonra şunları söylemektedir: "Bu âyetin anlamının bununla hiçbir ilgisi yoktur. İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadis de sahihtir..." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Muhakkak Allah'ın her gün şöyle seslenen melekleri vardır: Şayet çokça rükû' eden kullar, süt emen yavrular, otlayan hayvanlar olmasaydı, azap üzerinize yağmur gibi yağdırılırdı." Bu hadisi Ebû Bekr b. el-Hatib böyle bir manayla el-Fudayl b. İyad'dan rivâyet etmiştir: Bize Mansur, İbrahim'den, anlattı; o Alkame'den o Abdullah'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aranızda huşu duyan adamlar, otlayan hayvanlar, süt emen çocuklar olmasaydı mü’minler üzerine azap yağmur gibi yağdırılırdı." Bir şair de bu manada (3) el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 227'de bu manada birbirine yakın üç ayrı rivâyet kaydetmekte ve "zayıf" olduklarını belirtmektedir. "Hasen" olduğunu söyleyenler de var olmak üzere şu beyitleri söylemiştir: "Allah'ın rüküa eren kulları olmasaydı, Ve süt emen yetim küçük çocuklar, Düz arazilerde ot otlayan hayvanlar olmasaydı; Üzerimize en ağır azap yağdırılırdı." Hazret-i Cabir de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Muhakkak Allah adamın salahı sebebiyle oğlunu, oğlunun oğlunu da ıslah eder. Onun evini ve onun etrafında birkaç evi dahi ıslah eder. O kişi aralarında olduğu sürece Allah'ın korumasında kalmaya devam ederler." Katâde de dedi ki: Allah kâfir sebebiyle mü’mini ibtila eder, mü’min sebebiyle de kâfire afiyet verir. İbn Ömer de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah salih mü’min sebebiyle ehli beytinden ve komşularından yüz kişiden belayı defeder." Daha sonra İbni Ömer: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü mutlaka fesada uğrardı" âyetini okudu. Denildiğine göre bu "defetmek" yüce Allah'ın rasûller vasıtasıyla teşri' buyurduğu şeriatlerle olur. Şayet bu olmasaydı, insanlar birbirlerini yağmalar, talan eder ve helâk olurlardı. Bu, gerçekten güzel bir açıklamadır. Hem kötülüğün önlenmesinde, hem defedilmesinde hem de başka hususlarda genel bir ilkedir. Bunun üzerinde dikkatle düşününüz. "Fakat Allah, âlemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir." Şanı yüce Allah mü’minler vasıtasıyla kâfirlerin kötülüğünü defetmesinin, kendi katından büyük bir lütuf ve büyük bir nimet olduğunu beyan etmektedir. 252Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak ile okuyoruz. Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin. "Bunlar" mübtedâ; "Allah'ın âyetleridir" onun haberidir. Bunu bedel kabul edip: "Sana onları hakla okuyoruz" âyetini haber kabul etmek mümkündür. "Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin" âyeti de "inne; (muhakkak)" nin haberidir. Yani şüpesiz ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin demektir. Yüce Allah burada Peygamberinin dikkatini; sözü geçen bu âyetleri, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber dışında kimsenin bilmediğine çekmektedir. 253İşte Biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsa'ya da açık deliller verdik. Ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de onlardan kimi îman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar. Yüce Allah'ın "... Bu peygamberler..." âyetinde müennes ism-i işaretin kullanılıp müzekkeri olan: nin kullanılmayışı, "peygamberler" anlamındaki "rusul" kelimesinin çoğul olmasıdır. (Arap dilinde çoğul müennes hükmündedir). Buradaki işaret ismi mübtedâ, "rusul" onun sıfatıdır. Ondan sonra gelen cümle ("... bazısını üstün kıldık...") onun haberidir. "Rusul" kelimesinin beyân atfı, "... üstün kıldık..." anlamındaki âyetin ise haber olduğu da söylenmiştir. Bu âyet-i kerîme müşkil bir âyettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle dediği sabittir: "Peygamberler arasında kiminin kiminden hayırlı olduğunu ileri sürmeyiniz"; Buhârî, Husûmât 1, Diyât 32; Müslim, Fedâil 163; Ebû Dâvûd, Sünne 13; Müsned, III, 31,33 "Allah'ın peygamberleri arasında fazilet farkı gözetmeyiniz" Buhârî, Enbiyâ 35; Müslim, Fedâil 159 Bu tür hadisleri güvenilir hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Bunlar, filan peygamber filandan hayırlıdır, filan peygamber filandan daha faziletlidir, demeyiniz anlamındadır. İlim adamları bu anlamın te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi şöyle der: Bu, Hazret-i Peygamber'e fazilet farkına dair vahiy gelmeden, kendisinin Âdemoğlunun efendisi olduğunu bilmeden Kur'ân-ı Kerîm'in fazilet farkı gözetmeyi yasaklama hükmünü neshettiği belirtilmeden önce söylenmiştir. İbn Kuteybe der ki: Hazret-i Peygamber: "Ben Âdemoğulunun efendisiyim" Müslim, Fedâil 3; Ebû Dâvûd, Sünne 13; İbn Atûce, Zühd 37; Hazret-i Peygamber'in: "kıyâmet gününde insanların efendisi" olduğunu belirten başka rivâyetler için bk: Buhârî, Enbiyâ 3, Tefsir 17. sûre 5; Müslim, Îman 327, 328, Fedâil 3; Tirmizî, Kıyâmet 10, Tefsir 17. sûre 19; Dârimi, Mukaddime 8; Müsned, I, 5, 281, 295; II, 435, 540, III, 2, 144, V, 388. hadisiyle Kıyâmet günündeki durumunu kastetmek istemiştir. Çünkü o Kıyâmet gününde şefaatçi olacaktır. Hamd sancağı ve havz onun olacaktır. "Benim Mûsa'dan hayırlı olduğumu söylemeyiniz" Buhârî, Husûmât 1, Enbiyâ 31, Tefsir 7. sûre 2, Rikaak 43, Tevhîd 31; Müslim, Fedâil 160; Ebû Dâvûd, Sünne 13; Müsned, II, 264 âyeti ile de tevazu yoluyla bunu ifade etmiştir. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir şöyle demişti: "En hayırlınız olmadığım halde sizi yönetmek üzere başınıza getirildim." Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "Sizden herhangi bir kimse ben(im) Metta'nın oğlu Yûnus'tan hayırlı olduğumu söylemesin" sözü de alçakgönüllüce kullanılmış bir ifadedir. Buhârî, Enbiyâ 24, 35, Tefsir 6. sûre 4; Müslim, Fedâil 166, 167. Ayrıca bk. Buhârî, Tefsir 4. sûre 26. Tevhîd 50: Ebû Dâvûd. Sünne 13 Yüce Allah'ın: "Ve o balık sahibi (Yûnus) gibi olma." (el-Kalem, 68/48) âyeti Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Yûnus'tan daha faziletli olduğuna delalettir. Çünkü yüce Allah: Onun gibi olma, demektedir. O halde Hazret-i Peygamber'in: "Benim ondan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz" ifadesi alçakgönüllüce bir ifadedir. Hazret-i Peygamber; amel itibariyle benim ondan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz, çünkü belki de onun ameli benden daha ileri derecededir. Ayrıca karşı karşıya kalınan bela ve mihnetler hususunda da onun mihneti benden daha büyüktür; demek istemiş de olabilir. Yüce Allah'ın peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği Kıyâmet gününde bütün peygamber ve rasûllere efendilik ve üstünlük ona ameli dolayısıyla verilmiş değildir. Aksine yüce Allah'ın ona bu fazileti ihsan etmesi ve özellikle ona lütufta bulunması dolayısıyladır. Böyle bir açıklamayı el-Mühelleb tercih etmiştir Kimi tefsir âlimleri de şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber bu hususta ileri geri konuşmayı yasaklamıştır. Çünkü bu konuda söz söylemeye dalmak tartışmaya götüren bir yoldur. Bu ise onlardan herhangi bir kimseden yakışık olmayan bir şekilde söz etmeye götürür ve tartışma esnasında onlara duyulması gereken saygıyı azaltır. Hocamız der ki: Peygamberimiz bütün peygamberlerden ve filan peygamberden daha faziletlidir de denilmez, daha hayırlıdır da denilmez. Nitekim nehyin zahirinden de anlaşılan budur. Çünkü böyle bir ifade, faziletçe daha aşağıda olduğu ifade edilen hakkında bir kusur ve bir eksiklik vehmini verir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in bu yasağı lâfzın mutlak olarak kullanılmasını yasaklamayı gerektirmiştir. Yoksa böyle bir mânâya böyle bir şeye inanmayı men etmiş değildir. Çünkü şanı yüce Allah, peygamberler arasında fazilet farkı olduğunu haber vermiştir. O bakımdan Peygamberimiz bütün peygamberlerden daha hayırlıdır ve filan peygamberden hayırlıdır, deme. Böylelikle yasaklanan bir şeyden uzak durmuş, böyle bir edeple edeplenmiş olunur. Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği fazilet farkına dair âyetin gereği de itikad edilmiş ve yerine getirilmiş olur. İşlerin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Bundan da daha güzel şu sözleri söyleyenin görüşüdür: Fazilet farkı gözetmenin yasaklanması, tek bir özellik olan ve fazilet bakımından hiçbir fark taşımayan nübüvvet açısındandır. Fazilet farkı ancak hallerin daha fazla olması özelliklerin, kerametlerin, letâifin ve birbirinden farklı olan mucizelerin durumlarının birbirinden üstün olmasından ileri gelir. Bizatihi nübüvvetin kendisinde ise bir fazilet farkı yoktur. Fazilet, nübüvvetten ayrı olarak diğer birtakım hususlar ile sözkonusu olur. Bundan dolayı onlardan kimisi rasûl ve azim sahibi peygamberdir. Kimisi Halil edinilmiş, kimisi ile Allah konuşmuş ve Allah onlardan kimini kiminin üstüne derecelerle yükseltmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik." (el-İsra, 17/55) Burada da: "İşte Biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık" diye buyurmaktadır. Derim ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Çünkü bu açıklama, konu ile ilgili âyetler ile hadisleri nesh sözkonusu olmaksızın te'lif etmiş, yorumlamıştır. Onlardan kiminin kiminden üstün ve faziletli olduğunu söylemek, o peygambere ihsan edilen faziletler ve bağışlanan "vesileler" dolayısıyladır. İbn Abbâs buna işaretle şöyle demektedir: Muhakkak Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamberlere ve sema ehline üstün kılmıştır. Hazır bulunanlar: Ne ile ey İbn Abbâs Allah onu sema ehline üstün kılmıştır? deyince şu cevabı verir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan kim: Ben ondan gayrı ilahım derse Biz onu cehennemle cezalandırırız. Zâlimleri biz böyle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) Buna karşılık Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Biz sana apaçık bir fetih verdik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın diye." (el-Feth, 48/1-2) Bu sefer: Peki sair peygamberlere üstünlük ne iledir? diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yüce Allah (sair peygamberler hakkında) şöyle buyurmaktadır: "Biz ne kadar peygamber gönderdiysek, mutlaka onu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 14/4) Aziz ve celil olan Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak bütün insanlar için., gönderdik." (Sebe', 34/28) Allah onu cinlere de insanlara da peygamber olarak göndermiştir. Bunu Ebû Muhammed ed-Dârimî, Müsned'inde zikretmiştir. Dârimi, Mukaddime 8. Ebû Hüreyre ise der ki: Âdemoğlunun hayırlıları Nûh, İbrahim, Mûsâ ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Rasûller arasında ulu’l-azm olanlar onlardır. İşte bunlar İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre tarafından fazilet sahibi olanların muayyen olarak zikredilebileceğine dair açık birer nastır. Bilindiği gibi kendisine risalet verilen peygamber, risalet verilmeyenden daha faziletlidir. Şüphesiz kendisine risalet verilen, risalet ile başkasına üstün kılınmış olur. Nübüvvet hususunda ise birbirlerine eşittirler. Çünkü rasûller, ümmetleri tarafından yalanlanmak ve öldürülmekle karşı karşıya kalırlar. Bu da açıkça görülebilen bir husustur. Şu kadar var ki, İbn Atiyye Ebû Muhammed Abdülhakk der ki: Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm aralarında üstünlük ve fazilet farkının olmasını gerektirmektedir. Bu ise genel bir husustur. Kimin fazilet itibariyle daha az olduğunun tayini sözkonusu değildir. Hadîs-i şerîfler de böyledir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben Âdemoğulları arasında Rabbim nezdinde en kerîm olanım" Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 8. diye buyurmuş yine: "Ben Âdemoğlunun efendisiyim" Müslim, Fedâil 3; Ebû Dâvûd, Şiirine 13; İbn Mâce, Zühd 37; Müsned, I, 5. Bu hadis âyetin tefsirinin baş taraflarında da geçmişti. Oradaki nota da bakınız diye buyurmuş ve herhangi bir tayinde bulunmamıştır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benim Metta'nın oğlu Yûnus'tan daha hayırlı olduğumu söylemek hiç kimseye düşmez." Yine Hazret-i Peygamber: "Benim Mûsâ'dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz" Az önce zikredilmiş bulunmaktadır diye buyurmuştur. İbn Atiyye der ki: İşte bu ifadede fazileti daha az olanın tayinini şiddetle yasaklamaktadır. Çünkü Yûnus (aleyhisselâm) genç idi ve peygamberliğin ağır yüklerini zor taşımıştı. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında (belli bir peygamberden üstün olduğunu söylemek açısından) durum böyle olduğuna göre; başkası için durumun böyle olması öncelikle sözkonusudur. Derim ki: Bizim tercih ettiğimiz yüce Allah'ın izniyle daha uygundur. Çünkü yüce Allah, peygamberlerden kimini kiminden üstün tuttuğunu haber verince, bu sefer üstünlük sahibi bulunan bazılarını da beyan etmeye başladı ve kendileri sebebiyle faziletli kılındıkları hallerini sözkonusu ederek buyurdu ki: "Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsa'ya da açık deliller verdik." Yine yüce Allah: "Dâvûd'a da Zebur'u verdik" (el-İsra, 17/55) buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Ona İncil'i verdik." (el-Maide, 5/46) derken; başka yerde de: "Yemin olsun ki Biz Mûsâ ile Harun'a furkanı; ışık veren, takva sahiplerine de öğüt olmak üzere verdik." (el-Enbiya, 21/48); "Yemin olsun ki Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik." (en-Neml, 27/15); "Hani Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık. Senden de Nûh'dan da.." (el-Ahzab, 33/7) diye buyurmaktadır. Burada önce bütün peygamberlerden genel olarak ahdin alındığı sözkonusu edildikten sonra Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ahid alındığı belirtilerek devam edilmiştir. Bu ise apaçık görülen bir durumdur. Derim ki: Bu husus yüce Allah'ın izniyle ashab-ı kiram hakkında da böyledir. Sahabe olmak açısından ortakdırlar, fakat yüce Allah'ın kendilerine bağışlamış olduğu kabiliyet ve yaptıkları işlerle fazilet açısından birbirlerinden farklı farklıdırlar. O bakımdan sahabe olmak, âdil olmak, övülmek, hepsini kapsamakla birlikte; bu özellikleriyle aralarında fazilet vardır. Hak olan Rabbimizin şu âyeti ise bu konuda yeterlidir: "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür, onunla birlikte olanlar ise kâfirlere karşı sert ve haşindirler." (el-Feth, 48/29) Sûrenin sonuna kadar devam eden bu âyet, bu gerçeği ifade eder. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara takva sözü üzerinde sebat verdi. Onlar zaten buna daha lâyık ve ehil idiler." (el-Feth, 48/26); "Sizden fetihden önce infak edip Savaşanlar bir olmaz.." (el-Hadid, 57/10); "Yemin olsun ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah mü’minlerden razı olmuştur..." (el-Feth, 48/18) Görüldüğü gibi bu âyette genel üstünlüklerinden söz ettiği gibi, özel olarak bazılarının faziletini de dile getirmektedir. Eksikliğin ve kınanacak kötü durumların herhangi biri hakkında sözkonusu olmasını reddetmiştir. Allah hepsinden razı olsun, onları sevmekle bizleri faydalandırsın. Amin. "Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş.." Kendisiyle söyleşilen Mûsâ (aleyhisselâm)'dır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Hazret-i Âdem hakkında, o mürsel bir peygamber midir? diye sorulmuş, o da: "Evet o kendisiyle söyleşilen bir peygamberdi" diye buyurmuştur. Müsned, V, 178, 179, 265 İbn Atiyye der ki: Bazı kimseler Hazret-i Âdem ile söyleşmenin cennette olduğu şeklinde te'vil etmişlerdir. Buna göre söyleşmek Hazret-i Mûsâ'ya has bir özellik olur. "Kimisini de derecelerle yükseltmiştir." en-Nehhâs dedi ki: Burada İbn Abbâs, eş-Şâbî ve Mücâhid'in görüşüne göre "kimisi"nden kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben kırmızıya da siyaha da peygamber olarak gönderildim. Yeryüzü bana hem bir mescit hem de bir temizlenme vasıtası kılınmıştır. Bir aylık mesafeden bana korku ile yardım olundu. Ganimetler bana helal kılındı ve bana şefaat verildi." Müslim, Mesâcid 3; Dârimî, Siyer 29. Bu lâfız ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de, mucizeleri oldukça azametli olan başkalarının da kastedilmiş olması muhtemeldir. O takdirde bu söz te'kid edici bir ifade olur. Bununla Hazret-i İdris'in yüksek bir yere kaldırılması ve İsra hadisinde olduğu gibi, semâda peygamberlerin mertebelerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. İsra hadisi gelecektir. Hazret-i Îsa'nın "apaçık delilleri" ise -Kur'ân-ı Kerîm'de de nass ile tesbit edildiği gibi; ölüleri diriltmek, anadan doğma kör ve alacalıyı iyileştirmek, çamurdan kuş yaratmaktır. "Ve onu Ruhu'l-Kudüs" Cebrâîl (aleyhisselâm) "ile destekledik" gücüne güç kattık. Ruhu'l-Kudüs'e dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/87) geçmiş bulunmaktadır. "Eğer Allah dileseydi onlardan" yani peygamberlerden "sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi." Denildiğine göre burada zamirler Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Îsa'ya aittir. İki kişi de çoğul olduğu için çoğul edatı (ism-i mevsûl) kullanılmıştır. Bir diğer görüşe göre ise; bütün peygamberlerden sonra gelenler demektir. Lâfzın zahirinden de anlaşılan budur. Yine denildiğine göre, birbirlerini öldürmeleri (Savaşmaları), onlardan sonra gelen kimselerde görülmüştür. Ancak mana böyle değildir. Aksine kasıt şudur: Eğer Allah dileseydi her peygamberden sonra insanlar birbirlerini öldürmezlerdi. Bu günlük konuşmalarımızda şöyle dememize benzer: Bir at satın aldım, sonra onu sattım. Bizim böyle söylememizle birlikte bu ifadede şunu kastetmiş olmamız da mümkündür: Ben bir at satın aldım ve onu sattım, sonra bir diğerini aldım ve sattım, sonra bir diğerini alıp sattım. İşte bu gibi musibetler de böyledir. İnsanlar her bir peygamberden sonra anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimisi îman etti. Kimisi de inkâr etti. İnkâr edip kâfir olanlar ise birbirlerini çekememekten ve dünyanın değersiz varlığı sebebiyle kıskançlıktan dolayı kâfir olmuşlardır. Bütün bunlar ise Allah'ın kaza, kader ve iradesi ile olur. Şayet Allah bundan başkasını dilemiş olsaydı o olurdu. Fakat bu şekilde dilediğini yapmaktaki hikmet sırrını ancak O bilir, bunun bilgisini kendisine saklamıştır. "Lakin" âyetinde "nun" harfinin esreli olması, iki sakinin bir arada gelmesi dolayısıyladır. Kur'ân'ın dışında bu "nun" harfinin hazfedilmesi caizdir. Sîbeveyh şu beyiti nakletmiştir: "Ben onun yanına varamam, buna gücüm de yetmez Fakat bana su ver, eğer senin ihtiyacından su arta kalacaksa." "Onlardan kimi îman etti, kimi de kâfir oldu" âyetinde yer alan "men: Kimi" edatı, mübtedâ ve sıfat olarak ref mahallindedir. 254Ey îman edenler! Alışverişin de dostluk ve şefaatin de olmayacağı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zâlimlerin tâ kendileridir. el-Hasen dedi ki: Burada infak emri farz olan zekâta dairdir. İbn Cüreyc ve Saîd b. Cübeyr der ki: Bu âyet-i kerîme hem farz olan zekâtı hem de nafile tasadduku sözkonusu etmektedir. İbn Atiyye der ki: Bu sahihtir. Fakat daha önce Savaşı sözkonusu eden âyet-i kerîmeler ile yüce Allah'ın mü’minleri kâfirlerin üstüne iterek defedeceğine dair buyrukları dolayısıyla buradaki teşvikin, Allah yolunda infak olduğunu ortaya koyar. Bunu, âyet-i kerîmenin sonunda yer alan: "Kâfirler ise zâlimlerin tâ kendileridir" âyeti de güçlendirmektedir. Yani canınızla, mallarınızı da infak etmek suretiyle Savaşarak kâfirlerle mücadele ediniz. Derim ki: Bu açıklamaya göre malların infak edilmesi bazen vacip bazen de mendub olur. Bu ise cihadın farz-ı ayn olması ile olmamasına göre değişir. Yüce Allah kullarına kendilerine verdiği azıktan ve ihsan etmiş oduğu ni'metlerden infak etmelerini emretmekte ve kendisinde alışverişin mümkün olamayacağı, yapılmak istenen fakat yapılamayan herhangi bir harcamanın telafi edilemeyeceği bir gün gelinceye kadar infaktan uzak durmalarını sakındırmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbim beni yakın bir süreye kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım; diyeceği günden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın." (el-Münafikûn, 63/10) Dostluk (el-Hulle): Saf ve katıksız sevgi demektir. İki arkadaş arasında sırların bulunmasından alınmıştır. el-Hilâle, el-Halâle ve el-Hulâle de arkadaşlık ve sevgi demektir. Şair der ki: "Arkadaşlığı ahilâle, halâleb Ebû Merhab gibi olan kimsenin Arkadaşlığını nasıl devam ettirebilirsin ki!" "Ebû Merhab" ise gölgenin künyesidir. Bunun, hakkında "Urkûb'un sözleri" diye söylenen Urkûb (adında ve sözünde hiç durmayan) birisinin künyesi olduğu da söylenmiştir. el-Hullâ aynı şekilde tenhada biten tatlı bir ot çeşididir. "Hülle devenin ekmeği, ekşi bitkiler ise meyveleridir" diye bir tabir de vardır. el-Halle de ihtiyaç ve fakirlik demektir. Yine el-Halle iki yaşında erkek devenin (İbn Mehad'ın) adıdır. Bunlar el-Esmaî'nin verdiği bilgilerdir. Ölen kimse hakkında da: Allah'ım, bunun hailesini ıslah et, denilir. Yani terkedip ihmal ettiği kusurlarını bağışla. Yine el-Halle, ekşimiş şarap anlamına da gelir. el-Hille ise bir çeşit kılıç kını demektir. Bunlar, kılıçların üstlerini örten altın ve başka şeylerle süslenmiş olurdu. Aynı şekilde el-Hılle, yayların uçlarının eğik kısımlarına giydirilen kınlar demektir. Diş aralarında kalan yemek artıklarına da el-hılle denilir. İleride Nisa Sûresi'nde (4/125. âyette) el-Halil kelimesinin türeyişi ve anlamına dair açıklamalar gelecektir. Yüce Allah, Allah'ın izniyle olmadıkça ahirette herhangi bir dostluğu ve şefaatin olamayacağını haber vermektedir. Şefaatin hakikati ise, yüce Allah tarafından şefaat etmek üzere kendisine izin verdiği kimseyi şereflendirdiği makamdır. İbn Kesîr ve Ebû Amr: Alışverişin de dostluğun da şefaatin de olmadığı..." şeklinde mansub ve tenvinsiz olarak bu üç kelimeyi okumuştur. İbrahim Sûresi'nde geçen: "Alışverişin de dostluğun da olmadığı bir gün." (İbrahim, 14/31) âyetinde "bey"' ile "hilâl" kelimelerini de mansub okumuşlardır. Tür Sûresi'nde de "Onda ne bir saçmalama ne de günah vardır." (et-Tur, 52/23) âyetine geçen "lağv" ile "te'sîm" kelimelerini yine mansub okumuşlardır. Hassan b. Sabit de der ki: "Sizin tandırların başında geğirmenizden başka Mızrak saplamanız ve baskın yapan atlarınız yok mu?" (Beyitin başında geçen) istifham (soru) hemzesi "lâ" harfinin amelini değiştirmez. Bununla birlikte istifham dışında olduğu gibi istifham halinde de la'dan sonrasının (isminin) merfu gelmesi de caizdir. Bunu bellemek gerekir. Diğer kıraat İmâmları ise belirttiğimiz bütün bu yerlerdeki (ve İbn Kesîr ile Ebû Amr'ın mansub okuduğu) kelimeleri merfu ve tenvinli olarak okumuşlardır. Nitekim er-Râî (çoban) şöyle demiştir: "Sen açıktan açığa: Bunda benim ne dişi, ne de erkek devem vardır (Beni ne ilgilendirir?) deyinceye kadar ben senin ipini kesmedim." Burada "kesmedim" kelimesi yerine "senden uzaklaşmadım" anlamına: şeklinde de rivâyeti vardır. Buna göre fethalı okuyuş, o türün bütün şekillerini kapsayan genel bir nefy ifade eder. Âdeta bu: Peki o günde bir alışveriş var mıdır? diye soran kimseye verilmiş bir cevap gibidir. Soran genel bir soru sormuş, ona da olumsuz olarak cevap verilmiştir. "Lâ" ise nefyedilen isim ile birlikte mübteda olmak suretiyle tek bir isim gibi ref mahallindedir. Bunun haberi ise " Onda" kelimesidir. Bunun "gün'ün sıfatı olarak kabul edilmesi de mümkündür. Bu kelimeleri merfu olarak okuyan kimse ise "lâ" edatını gibi kabul etmiş ve cevabı genel olmayan bir cevap haline getirmiş olur. Bu âdeta "Onda alışveriş var mıdır?" diye edatını kullanmaksızın soru sorana verilmiş bir cevap gibidir. Cevap da sorudaki merfuluğu değiştirmeksizin gelmiş olur. Bu merfu kelime ise ya mübtedadır veya "leyse"nin ismidir. " Onda" kelimesi ise onun haberi olur. Mekkî der ki: Tercih edilen okuyuş merfu okuyuştur. Çünkü kıraat âlimlerinin çoğunluğu böyle okumuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki ifadelerde ise: Onda alışveriş de yoktur, dostluk da yoktur" (birinci kelime mansub, sonrası merfu olarak) diye okunması caizdir. Sîbeveyh ise Mezhiclilerden birisine ait olan beyiti nakletmektedir. "İşte bu, ömrünüze yemin olsun, bizatihi küçüklüğün kendisidir Eğer bu böyle olabiliyorsa, anasız da kalayım, babasız da." Birincisini mansub, ikincisini tenvinli ve mansub olarak okumak da caizdir. O takdirde: Onda ne bir erkek ne bir kadın vardır denilir. Yine Sîbeveyh şu beyiti nakleder: "Bugün ne neseb ne dostluk vardır Yama yamayanın aleyhine genişlemiştir." Bu her iki yerde de "lâ" zaiddir (fazladan gelmiştir). Çünkü birincisi mahalle bir atıftır, ikincisi lâfza atıftır. Beşinci bir şekil de mümkündür. O da birinci kelimeyi refedip ikincisini ise (nasb üzere) bina etmektir: Onda ne bir erkek ne bir kadın vardır" denilir. Umeyye der ki: "Onda (cennet şarabında) ne bir saçmalama ne de günahı gerektiren bir söz vardır; Ve onlar söyledikleri sözlerle ebediyyen kalıcıdırlar." İşte bu beş şekil de; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözünde caizdir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Hamd, Allah'a mahsustur. "Kâfirler ise" mübtedâ, "onlar" anlamına gelen âyeti ikinci mübteda, "zâlimlerin tâ kendileridir" âyeti de ikinci mübtedanın haberidir. " Onlar" fasıl için zaid olarak da kabul edilebilir, "zâlimler" ise "kâfirlerin haberi olur. Atâ b. Dinar der ki: "Kâfirler ise zâlimlerin tâ kendileridir" diye buyuran ve bunun yerine "zâlimler ise kâfirlerin tâ kendileridir" diye buyurmayan Allah'a hamdolsun. 255Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur); O'ndan başka ilâh yoktur. Hayydır, Kayyûmdur. Onu ne bir uyuklama alır; ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. O’nun izniyle olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önlerindekini de arkalarındakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O Aliydir, Azimdir. Yüce Allah'ın: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayydır, Kayyûmdur..." İşte bu, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin en üstünü, en büyük âyet olan Âyetü'l-Kürsîdir. Nitekim Fâtiha Sûresi'nde buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet geceleyin nazil olmuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Zeyd'i çağırmış o da bu âyeti yazmıştır. Muhammed b. el-Hanefiyye'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Âyetül-Kürsî nazil olduğunda dünyada ne kadar put varsa yıkıldı. Aynı şekilde dünyada ne kadar hükümdar varsa yıkıldı, başlarından taçlan düştü. Şeytanlar bir diğerine çarparak kaçtılar. Nihayet İblis'in huzuruna vardılar. Durumu ona haber verdiler. Onlara bunun sebebini araştırmalarını söyledi. Medine'ye geldiler, Âyetü'l-Kürsî'nin nazil olduğunu haber aldılar. Hadis İmâmları Ubey b. Ka'b'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ey Ebû'l-Münzir, Allah'ın Kitabından ezberlediklerin arasında en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun? Ubeyy dedi ki: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebû'l-Münzir! Allah'ın Kitabından ezberlediklerin arasında en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?" Ubeyy dedi ki: Ben: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur) O'ndan başka ilâh yoktur, Haydır, Kayyûmdur" dedim. Göğsüme vurdu ve: "İlme kana kana doyasın ey Ebû'l-Münzir" dedi. Müslim, Salâtu'l-Müsafîrin 258; Ebû Dâvûd, Vitr 17; Müsned, V. 142. Ebû Abdullah Tirmizî el-Hakim şunu da ilave eder: ".... Nefsim elimde olana yemin olsun. Muhakkak bu âyet-i kerîmenin bir dili ve iki dudağı vardır. Bunlarla Arşın bacağı yanında melik olan Allah'ı takdis eder." et-Tirmizî el-Hakîm: Nevâdiru'l-Usûl, II, 405. Bu ziyade Müsned, V, 142'de de yer almaktadır Ebû Abdullah dedi ki: Bu yüce Allah'ın inzal buyurduğu bir âyet-i kerîmedir. Bu âyeti okuyana sevabını Allah dünyada da ahirette de verir. Dünyadaki sevabı şudur: Bu âyet-i kerîme okuyanı afetlerden koruyucudur. Bize Nevf el-Bikâlî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Âyetü'l-Kürsî Tevrat'ta veliyetullah diye bilinir. Şunu söylemek istiyor: Bu âyeti okuyan göklerin ve yerin melekûtunda "aziz" diye çağrılır. Dedi ki: Abdurrahman b. Avf evine girdiği vakit, evinin dört köşesinde âyetü'l Kürsî'yi okurdu. Yani âdeta o bununla evinin dört tarafından da kendisine koruyuculuk etmesinin ve evinin köşelerinde bulunan şeytanları sürüp çıkarmasının yolunu arar gibiydi. Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre o cinden birisiyle güreşmiş ve Hazret-i Ömer onun sırtını yere yıkmıştı. Cinlerden olan Hazret-i Ömer'e dedi ki: Beni serbest bırak ki ben de sana kendisiyle bize karşı korunacağınız birşey öğreteyim. Hazret-i Ömer onu bıraktı ve ne olduğunu sorunca şöyle dedi: Sizler bizden Âyetü'l-Kürsî ile korunursunuz. Bu son iki paragraf da et-Tirmizî el-Hakîm, a.g.e., II, 407'den. Derim ki: Bu doğrudur. Gelen haberde şöyle denilmektedir: Her kim Âyetü’l-Kürsîyi her namazın akabinde okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celal ve ikram sahibi (olan Allah) olur. Allah'ın peygamberleriyle birlikte şehid düşene kadar çarpışan kimse gibi olur. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Peygamberimizin asalat ve selam onab minberin tahtaları üzerinde şöyle buyurduğunu işittim: "Her kim her bir namazın akabinde Âyetü’l-Kürsîyi okursa onun cennete girmesini ölüm dışında hiçbir şey engellemez. Bu âyet-i kerîmeyi sıddîk veya abid olandan başkası okumaya devam etmez. Yatağına çekildiği vakit kim bu âyeti okursa Allah o kimsenin canına, komşusuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere eman verir." Buhârî'de Ebû Hureryre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Ramazan zekâtını afıtır sadakasınıb korumakla görevlendirdi. Daha sonra Ebû Hüreyre bir olay anlattı, bu olayda şunlar da geçmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. O (şeytan), Allah'ın kendisi vasıtasıyla bana fayda vereceği birtakım kelimeler öğreteceğini söyledi. Bunun üzerine ben de onu serbest bıraktım. Hazret-i Peygamber: "Nedir onlar?" diye sorunca şöyle dedim: Bana dedi ki: Yatağına çekildiğin vakit başından itibaren sonuna kadar Âyatü’l-Kürsî'yi "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur) O'ndan başka ilâh yoktur, Havdır, Kayyumdur.." âyetini oku. Ve bana dedi ki: Sabahı edene kadar Allah tarafından senin üzerinde bir koruyucu bulunur ve sana bir şeytan yaklaşmaz. Ashab-ı kiram her şeyden çok hayra tutkun kimselerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "O çok yalancı olmakla birlikte bunda sana doğru söylemişir. Üç günden beri kiminle muhatab olduğunu biliyor musun ey Ebû Hüreyre?" Ebû Hüreyre: Hayır dedi. Hazret-i Peygamber: "O bir şeytandır" diye buyurdu. Buhârî, ... 10. Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde de şöyle denilmektedir: eş-Şa'bi dedi ki: Abdullah b. Mesud dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir adam cinlerden birisiyle karşılaştı. Onunla güreşti, insan cinni yere yıktı. İnsan ona dedi ki: Ben seni oldukça zayıf, ufak tefek görüyorum. Kolların âdeta bir köpeğin kolunu andırıyor. Siz cinler böyle misiniz, yoksa aralarında yalnız sen mi böylesin? Hayır, Allah'a yemin ederim ben onlar arasında iriyan birisi sayılırım. Fakat benimle ikinci bir defa daha güreş yap. Şayet beni yıkarsan sana faydalı olacak birşey öğretirim. İnsan: Peki dedi, bir daha onu yere yıktı. Cin dedi ki: Âyetü'l-Kürsî'yi yani: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur, Haydır, Kayyumdur," âyetini okumasını biliyor musun? O da: Evet, dedi. Cin dedi ki: Sen bu âyeti bir evde okudun mu mutlaka şeytan oradan eşeğin kokusu gibi bir koku yayarak kaçar, gider. Sonra da sabahı edene kadar bir daha oraya girmez. Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân 14. Bu hadisi Ebû Nuaym, Ebû Âsım es-Sakafî'den o eş-Şâbî'den rivâyet etmiştir. Ebû Ubeyde de bu hadisi Hazret-i Ömer yoluyla gelen hadislerdeki garip lâfızları zikrederken kaydeder. Der ki: Bize bu hadisi Ebû Hazret-i Muâviye Ebû Âsım es-Sakafî'den o eş-Şâbî'den o Abdullah'tan rivâyetle dedi ki: Abdullah'a: O kimse Ömer midir? diye soruldu o da: Ömer'den başka kim olabilir? diye cevap vermişti. Ebû Muhammed ed-Dârimî der ki: "el Habec" kelimesi rüzgar demektir. Ebû Ubeyde ise bu kelime osuruk demektir, der. Tirmizî de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim Ha, mim (diye başlayan) el-Mü’min Sûresi'ni (40. sûre) "dönüş yalnız O'nadır" (40/3) âyetine kadar ve Âyetü'l-Kürsî'yi sabahı edince okuyacak olursa bunlar sebebiyle akşama kadar korunur. Her kim bunları akşamı edince okursa bunlar sebebiyle sabahı edinceye kadar korunur." (Tirmizî) dedi ki: Garib bir hadistir. Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 2. Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hakim dedi ki: Rivâyet edildiğine göre mü’minler her namazın akabinde bu âyeti okumaya devam etmeye teşvik olunmuşlardır. Enes Hadîs-i şerîfi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ref ederek dedi ki: "Yüce Allah Mûsâ (aleyhisselâm)'a şunu vahyetti: Her kim her namazın akabinde Âyetü'l-Kürsîyi okumayı sürdürürse ben de şükredenlere verdiğimden fazlasını; peygamberlerin ecrini sıddîkların amellerini veririm. Sağımı rahmet ile üzerine yayarım, onu cennetime koymamı engelleyen ise ölüm meleğinin ona gelişinden başkası değildir. (Yani hayatta oluşudur)." Buraya kadarki bölümüyle hadisi, Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 6'da İbn en-Neccâr'ın Tarihti Bağdat adlı eserine atfen kaydetmektedir. Hazret-i Mûsâ dedi ki: Rabbim, bunu işiten buna devam etmez mi? Şöyle buyurdu: "Ben bunu kullarım arasından ancak bir peygambere yahut bir sıddîka yahut sevdiğim bir kimseye ya da yolumda öldürülmesini istediğim bir kimseye veririm." Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 6. Ubey b. Ka'b'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah buyurdu ki: Ey Mûsâ her namazın akabinde Âyetü'l-Kürsîyi okuyana peygamberlerin sevabını veririm. Ebû Abdullah (et-Tirmizî el-Hakim) dedi ki: Bana göre bunun manası şudur: Ben ona peygamberlerin amellerinin sevabını veririm. Peygamberlik sevabı ise peygamberlerden başka kimseye verilmez. et-Tirmizî, el-Hakîm, a.g.e., II, 407. Bu âyet-i kerîme tevhidi ve yüce sıfatları ihtiva etmektedir. Elli kelimedir. Her bir kelimede elli tane bereket vardır.. Kur'ân-ı Kerîm'in üçte birine denktir. Bu konuda Hadîs-i şerîf varid olmuştur. Bunu da İbn Atiyye zikretmiştir. "Allah" lâfzı mübtedadır. "İlah yoktur" ikinci bir mübtedâdır. Bunun haberi de mahzuf olup takdiri; O'ndan başka bir ma'bud veya ibadete lâyık bir varlık yoktur, şeklindedir. "O'ndan başka" âyeti ise "ilâh yoktur" âyetinden bedeldir. "Allah... O'ndan başka ilâh yoktur" âyeti mübtedâ ve haberdir de denilmiştir. Ve bu âyet da mânâya yorumlanarak merfu kabul edilir. Yani O'ndan başka ilâh yoktur, demektir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında: " O'ndan başka ilâh yoktur" denilerek istisna olmak üzere nasbedilmesi caizdir. Ebû Zer uzunca rivâyet ettiği hadisinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şunu sordum: Yüce Allah'ın senin üzerine indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'in en büyük âyeti hangisidir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur), O'ndan başka ilâh yoktur; Haydır, Kayyumdur." Müsned, V, 178, 265; Nesâî, İstiâze 48; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Huriif 1. İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en şerefli âyet, Âyetü'l-Kürsî'dir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Çünkü bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın ismi, kimi yerde zamir kimi yerde zahir olarak onsekiz defa tekrarlanmakadır. "Hayydır, Kayyûmdur." Bunlar aziz ve celil olan Allah lâfzına sıfattır. "O"ndan bedel de olabilir, haberden sonra bir haber daha olabilir. Mahzuf bir mübteda takdir de edilebilir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında övgü kastıyla nasbedilmesi de mümkündür. "Hayy" yüce Allah'a ad olarak verilen güzel isimlerden birisidir. Allah'ın İsm-i Azamı olduğu da söylenir. Denildiğine göre Meryem oğlu Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) ölüleri diriltmek istediğinde: Ya Hayy ya Kayyûm, diye dua edermiş. Yine denildiğine göre Berhiyaoğlu Asaf, Belkıs'ın tahtını Hazret-i Süleyman'a getirmek istediğinde: "Ya Hayy ya Kayyûm" diye dua etmiştir. İsrailoğullarının Hazret-i Mûsa'ya Allah'ın İsm-i Azaminin hangisi olduğunu sordukları, Hazret-i Mûsa'nın da: Onların Eyâheyâ, Şerâheyâ yani ya Hayy ya Kayyûm olduğunu söylemiş, denilmektedir. Yine söylendiğine göre denizde yaşayanlar boğulmaktan korktukları vakit böyle dua ederler. Taberî bazı kimselerden şunu nakletmektedir: Allah hakkında Hayydır, Kayyumdur -kendisini vasfettiği gibi- denilir. Ve bunun üzerinde düşünüp durmaksızın O'na havale edilir. Yine denildiğine göre yüce Allah kendisini "Hayy" diye adlandırması, işleri uygun yerlerine göre idare ettiğinden ve eşyayı miktarlarıyla takdir ettiğinden dolayıdır. Katâde der ki: Hayy ölmeyen demektir. es-Süddî der ki: Hayy, baki kalan demektir. Lebid der ki: "Sen bugün benim sağlıklı sabahı ettiğimi görsen dahi, Kilâb ve Cafer (oğullarından) daha ileri bir hayatta (kalıcı) değilim." Denildiğine göre bu isim, Allah'ın İsm-i Azamıdir. "Kayyûm" (kalktı anlamına gelen: )den gelmektedir. Yani yarattığı şeyleri idare eden demektir. Bu açıklama Katâde'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: Amelinin karşılığını vermek üzere her nefsin kazandığını gözeten demektir. Çünkü O, onu bilendir ve onun yaptıklarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. İbn Abbâs da der ki: Asla değişmeyen ve zeval bulmayan demektir. Umeyye b. Ebi's-Salt der ki: "Yaratılmamıştır gök ve yıldızlar Güneş ve onunla beraber duran ay O'nu Müheymin ve Kayyûm olan takdir etmiştir Haşir cennet ve ebedi nimetler Ancak çok büyük bir iş için (yaratılmışlardır)." el-Beyhakî der ki: Ben İsmail ed-Darir'e ait Uyûnu't-Tefsir'de "el-Kayyûm'"un açıklamasıyla ilgili olarak şunları gördüm: İsmail ed-Darir dedi ki: Bunun açıklamasıyla ilgili olarak o uyumayandır da denilmiştir. Âdeta bu anlamı daha sonra Âyetü'l-Kürsî'de geçen: "O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" âyetinden bu manayı çıkarmış gibidir. el-Kelbî de der ki: Kayyûm başlangıcı olmayan kimse demektir. Bunu da Ebû Bekr el-Enbarî zikretmiştir. "Kayyûm"un aslıdır. "Vav" ile "ya" bir araya gelmiş ve onlardan birisinden önce de sakin bir harf gelmiştir. O bakımdan "vav", "yâ" harfine dönüştürüldükten sonra birincisi ikincisine idğam edilerek "kayyûm" haline gelmiştir. "Kayyûm" kelimesi, "fa'ûl" vezninde "aslî vâv" ile kullanılmaz. Çünkü o taktirde "Kavûm" şeklinde kullanılması gerekir. İbn Mes'ûd, Alkame, el-A'meş ve en-Nehaî "el-hayyu’l-kayyâm" diye okumuşlardır. Bu okuyuş, Hazret-i Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Dilciler arasında "kayyûm" kelimesinin Araplar tarafından daha çok tanındığı, bina akelime çatısıb bakımından daha sahih ve illet harfi daha bir tesbit edilmiş olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. "el-Kayyâm" kelimesi ise "el-kavvâm"dan nakledilmiştir. Bu ise "fa'âl veznini kullanmayıp "fey'âl" veznini kullanmaya yönelmek demektir. Sallallahü aleyhi ve sellemvâğa, sayyağ (kuyumcu) denildiği gibi. Şair der ki: "Muhakkak arşın sahibi insanlara rızık verendir O haydır ve onlara kayyûmdur." Daha sonra yüce Allah a"O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" buyruğundab zatını uykunun ve uyuklamanın almayacağını belirtmektedir. es-Sine: Herkesin açıklamasına göre uyuklama demektir. Uyuklama ise gözde olan bir haldir. Kalpte sözkonusu oldu mu ona uyku denilir. Adiyy b. er-Ruka' uyuklamaktan dolayı gözkapaklarına hakim olamayan bir kadını anlatırken şöyle der: "Uyuklayan (bir ceylan) ki uyuklama onu bürümüştür. O bakımdan, Gözlerine bir uyuklama karıştı, halbuki o uyumuyor." el-Mufaddal ise "sine" ile uyuklama (nuâs) arasında fark gözeterek der ki: Sine uykunun baştaki etkisi, nuâs gözdeki etkisi, uyku (nevm) ise kalpteki etkisidir. İbn Zeyd de der ki: Vesnân, uykudan uyanıp henüz aklı başına gelmemiş kimsedir. Öyle ki kendi aile halkına kılıç dahi çekebilecek durumdadır. İbn Atiyye der ki: İbn Zeyd'in bu söylediği su götürür. Arapların dilinden böyle birşey anlaşılmamaktadır. es-Süddî der ki: Sine: Yüzde etkisini gösteren uyku rüzgarıdır. Bunun sonucunda insan uyuklar. Derim ki: Özetle sine (uyuklama) insanı bürüyen bir füturdur. Fakat kişi bu hal ile birlikte de büsbütün aklını kaybetmez. Bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen de şudur: Şanı yüce Allah'a, hiçbir durumda herhangi bir halel, herhangi bir usanç ve takatsizlik gelip çatmaz. 'ın aslı kelimesidir. kelimesi kelimesinden hazfedildîği gibi buradan da "vav" hazfedilmiştir. Nevm (uyku) ise insanlar hakkında zihni gücün ortadan kalktığı ağır haldir. "Vav" harfi atıf içindir, (olumsuzluk edatı olan: V ) da te'kid içindir. Derim ki: Bu konuda Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini zikrederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberi üzerinde Hazret-i Mûsa'dan söz ederek dedi ki: "Mûsa'nın içinden şanı yüce Allah uyur mu diye bir düşünce geçti. Allah ona bir melek gönderdi. Üç gün süreyle ona uyuma imkânı vermedi. Daha sonra ona her bir eline bir şişe olmak üzere iki şişe verdi ve bunları iyice korumasını emretti. Hazret-i Mûsâ uyumaya başladı. Elleri nerdeyse birbirine kavuşacak gibi olunca uyanıyor, bu sefer birini ötekinden uzaklaştırıyordu. Nihayet uykuya daldı ve elleri birbirine çarpınca şişeler kırıldı. İşte Allah böylelikle ona bir misal vermiş oldu. Eğer Allah uyusaydı gökler ve yer bu şekilde durmazlardı." Bu hadis sahih değildir. Aralarında Beyhakî'nin de bulunduğu birden çokkimse zayıf olduğunu belirtirler. Göklerde ve Yerde Ne Varsa O'nundur "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur." Yani O'nun mülküdür. O hepsinin mutlak maliki ve Rabbidir. Göklerde ve yerde bulunanlar arasında akıl sahibi varlıklar da bulunmakla birlikte (akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılan) edatın kullanılması maksadın genel ve bütün varlıklar oluşundan dolayıdır. Taberî der ki: Bu âyet-i kerîme kâfirler: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (ez-Zumer, 39/3) demeleri üzerine nazil olmuştur. "Onun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" âyetinde mübteda olarak merfudur. de onun haberidir. O ise ın sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir. Zâid olduğu da kabul edilebilir. Bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın dilediği kimselere şefaat izni vereceği belirtilmektedir. Bunlar ise peygamberler, âlimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah'ın kendilerine ikramda bulunduğu ve şereflendirdiği kimselerdir. Ayrıca bunlar ancak Allah'ın razı olacağı kimselere şefaat edebileceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (el-Enbiya, 21/28) İbn Atiyye der ki: Zahir olan şu ki: İlim adamları ve salih kimseler cehenneme varmayan fakat iki mevki arasında (cennet ile cehennem arasında) bulunan kimseler veya cehenneme varıp da salih amellerde bulunan kimseler hakkında şefaat edebileceklerdir. Buhârî'de de: "Allah'ın görüleceğine dair diğer rivâyetler" unvanlı bir bâb'da Buhârî'de böyle bir bâb tesbit edemedik. Ancak biraz sonra zikredilecek hadis, Allah'ın âhirette görüleceğine dair rivâyetlerin yer aldığı: Buhârî, Tevhid 24. bâb'da yer almaktadır. şöyle denilmektedir: Mü’minler şöyle derler: Rabbimiz, kardeşlerimiz bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle birlikte oruç tutuyorlardı. Buhârî, Tevhid 24; Nesâi, Îman 18; İbn Mâce, Mukaddime 9; Müsned. TTI. 94. Bu ise yakınlığı olanlar hakkında bir şefaattir. Nitekim cennet kapısında yere yapışıp kalmış küçük çocuğun şefaati de böyle olacaktır. Müsned, IV, 105. Bu tür şefaat ancak akrabaları ve tanıdıkları kimseler hakkında olur. Peygamberler ise îman dışında herhangi bir akrabalık ve tanıma sebebi olmaksızın, birtakım günahlar sebebiyle asi olan ümmet fertlerinden cehenneme gitmiş kimseler hakkında şefaat edeceklerdir. Bundan sonra ise rahmetlilerin en merhametlisinin günahlara batmış, hatalara bulanmış ve peygamberlerin şefaatlerinin haklarında etkili olmadığı kimselere yapacağı şefaat kalır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hesabın daha çabuk görülmeye başlanması için yapacağı şefaat ise ona has bir şefaattir. Derim ki: Müslim, Sahih'inde şefaatin keyfiyetini doyurucu bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sanki o (İbn Atiyye) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu bölümü ve şefaat edeceklerin cehenneme girip oradan azâbı hak etmiş birtakım kimseleri çıkartacaklarına dair ifadeleri okumamış gibidir. Buna göre mü’minlerin iki türlü şefaatlerinin olması uzak değildir: Birisi cehenneme ulaşmamış kimseler hakkındaki şefaatleri, diğeri ise cehenneme ulaşmış ve oraya girmiş kimseler hakkındaki şefaatleri. Allah bizi oradan muhafaza buyursun. Müslim, Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şunları zikretmektedir: "... daha sonra cehennemin üzerine köprü kurulur ve artık şefaat helal olur (Köprüden geçecek olanlar) derler ki: Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver." Ey Allah'ın Rasûlü, köprü dediğin nedir, diye sorulunca şöyle buyurur: "Oldukça kaygan ve kaydırıcıdır. Orada çekip alan kancalar, askılar ve es-sa'dân denilen dikencikleri bulunan Necid'de olan bir diken (kanca) vardır. Mü’minler (köprünün üzerinden) göz açıp kırpmak gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en iyi atlar ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi afiyetle kazasız belasız kurtulur. Kimisi ise yaralı olarak serbest bırakılmış olur. Kimisi ise cehennem ateşine yüzüstü yıkılır. Nihayet mü’minler cehennemden kurtulunca nefsim elinde olana yemin ederim ki, kıyâmet gününde cehennemde bulunan kardeşleri için mü’minlerden hakkın alınması hususunda Allah'a sizden daha çok yalvarıp yakaracak kimse yoktur. Derler ki: Rabbimiz, bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Onlara: Tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir. Bunun üzerine onların suretleri cehenneme haram kılınır. Cehennemden pek çok kimseyi çıkartırlar. Ateş kimisinin bacaklarının ortasına kadar, kimisinin dizkapaklarına kadar varmıştır. Sonra şöyle derler: Rabbimiz, orada bize kendisini çıkartmak üzere emrettiğin bir kimse kalmadı. Aziz ve celil olan Allah buyurur ki: Dönünüz kalbinde bir dinar ağırlığı kadar hayır namına bulduğunuz kimseleri de çıkarınız. Yine bunun üzerine pek çok kimseyi çıkarırlar. Sonra da şöyle derler: Rabbimiz, bize çıkartmamızı emrettiklerinden herhangi bir kimse bırakmadık. Sonra yine buyurur: Dönünüz, kalbinde hayır adına bir dinarın yarısı ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada bize emrettiğin kimselerden kimseyi bırakmadık. Sonra yine buyurur: Geri dönünüz, kalbinde hayır namına zerre ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada hayır diye birşey bırakmadık." Ebû Said şöyle dermiş: Eğer bu Hadîs-i şerîfi işittiğim hususunda beni tasdik etmiyor iseniz, o vakit dilerseniz yüce Allah'ın şu âyetini okuyunuz: "Muhakkak Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisâ, 4/40); "Yüce Allah buyurur ki: Melekler şefaat etti. Peygamberler şefaat etti, mü’minler şefaat etti, geriye Erhamü'r-Rahîmin'den başka (şefaat edecek) kimse kalmadı. Bunun üzerine cehennemden bir avuç alır ve oradan hayır namına hiç birşey amel etmemiş ve kömüre dönüşmüş bir topluluk çıkartır." Buhârî'nin belirtilen bâb'da rivâyet ettiği bu uzunca hadisi Müslim, Îman 302'de zikretmektedir. Ve daha sonra da hadisin geri kalan kısmını zikreder. Enes'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet: ettiği hadisi de şöylece zikreder: "... Derim ki: Rabbim, lâ ilâhe illâlah diyen kimseler hakkında bana (şefaat için) izin ver. O, bu sana ait değildir, der. İzzetim, kibriyam, azametim ve ceberrutum hakkı için lâ ilâhe illâlah diyen kimseyi mutlaka çıkartacağım." Müslim, Îman 326; Buhârî, Tevhid 36 (az farkla) Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste de Hazret-i Peygamber'in şu âyetlerini nakleder: ".. nihayet kullar arasında hüküm vermeyi bitirip rahmetiyle cehennemliklerden çıkarmayı murad ettiğini çıkarmak dileyeceğinde meleklere: Cehennemden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan ve yüce Allah'ın la ilahe illellah diyenler arasından merhamet buyuracağı kimseleri çıkarmalarını emreder. Melekler bunları cehennemde tanıyacaklardır. Secdenin izlerinden onları tanıyacaklar. Ateş, Âdemoğlunu secde izleri bulunan yerler hariç yer. Allah ateşe secdenin iz bıraktığı yerleri yemeyi haram kılmıştır." Hadisi uzun uzadıya kaydeder. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Îman 299; Müsned, II, 276; bazı lâfız farklılıklarıyla: Buhârî, Ezan 129, Rikaak 52. Derim ki: İşte bu Hadîs-i şerîfler mü’minlerin ve başkalarının meselâ, peygamberler şefaatinin cehenneme girmiş ve orada yer etmiş kimseler hakkında sözkonusu olacağını göstermektedir. Allah bizi onun azabından muhafaza buyursun. İbn Atiyye'nin: "Cehenneme henüz ulaşmamış., veya ulaşmış da.." şeklindeki sözlerini başka birtakım hadislerden almış olması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Mâce de Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet günü insanlar -(hadisin ravilerinden İbn Numeyr ise cennet ehli- demiştir) saflar halinde dizilirler. Cehennem halkından birisi bir diğerinin yanından geçer, ona der ki: Ey filan, hani bir gün su istemiştin de ben de sana bir içimlik su vermiştim; hatırlamaz mısın? Buna şefaat eder. Yine bir adam birisinin yanından geçer ve ona: Hani bir gün sana abdest almak üzere yardımcı olduğumu hatırlamıyor musun? der, o da ona şefaatçi olur. -İbn Numeyr dedi ki-: Ey filan der, hani bir gün beni şu şu ihtiyaç için gönderdiğini ben de senin o ihtiyacın için gittiğimi hatırlamıyor musun der, o da ona şefaat eder." İbn Mâce, Edeb 8. Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şefaatlerine gelince; bunun hakkında farklı görüşler vardır. Bunların üç tane, iki tane olduğu söylendiği gibi beş tane olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Subhan (İsra) Sûresi'nde (17/79. âyet 3- başlıkta) gelecektir. Ayrıca buna dair açıklamalarımızı "et-Tezkire" Bk. et-Tezkire, s. 280 vd... adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun. "O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir" âyetinde zamirler yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur" âyetinin ihtiva ettiği aklı eren bütün varlıklara aittir. Mücâhid der ki: "Önlerindekini" dünyayı, "arkalarındakini" de ahireti "bilir" demektir. İbn Atiyye de der ki: Bütün bunlar özü itibariyle doğrudur, bir mahzuru yoktur. Çünkü "önde" insanın önünde olan herşey "arka" ise ondan sonra gelen herşey demektir. Mücâhid'in açıklamasına yakın açıklamaları es-Süddî ve başkaları da yapmıştır. Allah'ın Dilediğinden Başka Birşey Bilemezler: "O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar" âyetinde geçen "ilim" malum (bilinen şey) anlamındadır. Yani onlar Allah'ın bildiklerinden hiçbir şeyi kuşatamazlar. Bu, Hızır (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'a, kuş denizden suyu gagalayınca söylediği şu söze benzer: "Benim de ilmim, senin de ilmin yüce Allah'ın ilminden (malumatından) ancak bu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir." Bu ifadelerin yer aldığı ve Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hızır'ın yolculukları kıssasının zikredildiği uzunca hadis için bk. Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 3, 4; Müslim, Fedâil 170; Tirmizî, Tefsir 18. sûre 1; Müsned, V, 117-118. Bu ve benzeri ifadeler, malumata racidir. Çünkü zatının bir sıfatı olan şanı yüce Allah'ın ilmi asla bölünme, parçalanma kabul etmez. Âyet-i kerîmenin (bu bölümünün) anlamı ise, Allah'ın bilmesini dilediği şey dışında hiçbir kimse, hiçbir şeyi bilemez, öğrenemez demektir. Allah'ın Kürsîsi: O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." İbn Asâkir, Tarih 'inde Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kürsî bir incidir, kalem de bir incidir. Kalemin uzunluğu yediyüz yıl(lık bir mesafe) Kürsînin uzunluğu ise Allah'tan başkasının bilemeyeceği kadardır." "Hazret-i Ali'den vâhî (oldukça gevşek) bir sened ile (Hazret-i Peygamber'e) merfûan rivâyet edilmiştir" kaydıyla; ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17. Hammâd b. Seleme de Âsım b. Behdele'den -ki bu Âsım b. Ebi'n-Nucûd'dur- o Zır b. Hubey'ten o İbn Mes’ûd'dan rivâyetle dedi ki: Her iki sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe, yedinci sema ile Kürsî arasında beşyüz yıllık bir mesafe, Kürsî ile Arş arasında da beşyüz yıllık bir mesafe vardır. Arş ise suyun üstünde, Allah da Arşın üstündedir. Sizin neyin içinde ve neyin üzerinde olduğunuzu bilir." Kürsî ve Kirsî de denilebilir. Çoğulu kerâsî gelir. İbn Abbâs der ki: Allah'ın Kürsîsi onu ilmi demektir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Taberî der ki: İlmi ihtiva eden el-kürrâse (yazılı kâğıt) da burdan gelmektedir. İlim adamlarına el-Kerâsî denilmesi de burdan gelmektedir. Çünkü bu konuda kendilerine güvenilen kimseler bunlardır. Nitekim "evtadu’l-arz" ayeryüzünün kazıklarıb da denilmektedir. Şair der ki: "Ak yüzlü kimseler onların etrafında toplanır ve Büyük olaylar gelip çattığı zaman bu olayları bilenler akerâsiMen bir topluluk da." Bir görüşe göre de Allah'ın Kürsî si kendisiyle gökleri ve yeri tuttuğu kudreti demektir. Nitekim günlük konuşma esnasında: Şu duvara bir kürsî yap, denildiği zaman, duvarı destekleyecek birşey yap denmek istenir. Bu da İbn Abbâs'ın: "Onun Kürsîsi... kuşatmıştır" âyetine dair açıklamalarına yakındır. el-Beyhakî der ki: İbn Mes'ûd'dan ve Saîd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "O'nun Kürsîsi.. kuşatmıştır" âyeti hakkında: O'nun ilmidir dediğini rivâyet ettik. Bk. İbn Kesîr, I, 457 ve ed-Dürru'l-Mensûr, II, 16. İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen sair rivâyetler de bununla Arş ile beraber ün kazanmış Kürsî'nin kastedildiğine delalet etmektedir. İsrail, es-Süddî'deri, o Ebû Mâlik'ten yüce Allah'ın: "O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır" âyeti hakkında Ebû Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yedinci arzın üzerinde bulunduğu ve bütün mahlukatın kenarında olduğu kayanın üzerinde dört tane melek vardır. O meleklerden her birisinin dört yüzü vardır. Biri insan yüzü, biri aslan yüzü, biri öküz yüzü, öbürü de kartal yüzüdür. Bu melekler, o kayanın üzerinde ayakta bütün yerleri ve semaları kuşatmış olarak dururlar. Başları Kürsî'nin altında, Kürsî Arşın altında Allah da kendi Kürsîsini arşın üzerinde koymuştur. el-Beyhakî der ki: Bunda iki tane Kürsîye işaret vardır. Birincisi Arşın altında diğeri ise Arşın üstüne konulmuş durumdadır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18. Esbat'ın, es-Süddî'den, onun da Ebû Mâlik'ten yaptığı rivâyet ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan ve Murre el-Hemedanî'nin İbn Abbâs'tan, yine Murre el-Hemedanî'nin İbn Mes’ûd'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabının birtakım kimselerden yüce Allah'ın: "O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gökler ve yer Kürsî'nin içindedir. Kürsî ise Arşın önündedir. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18. İnkarcı kimseler bu rivâyetleri mülkün azametine ve saltanatın celaline hamlederler, Arşın ve Kürsî'nin varlığını inkâr ederler. Ancak bu birşey ifade etmez. Hak ehli ise bunların varlıklarını câiz kabul ederler. Çünkü yüce Allah'ın kudreti geniştir. Buna îman etmek icabeder. Ebû Mûsâ el-Eş'arî der ki: Kürsî iki kademin konulduğu yerdir. Kürsînin deve üstüne konulan semerin gıcırtısı gibi bir gıcırtısı vardır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17. el-Beyhakî dedi ki: Biz yine bu hususta İbn Abbâs'tan rivâyet ettik ve zikrettik ki bunun anlamı; rivâyet olunduğuna göre, Kürsî'nin Arşa göre konumu, iki ayağın konulduğu yerin tahta göre konumu gibidir. Ancak bunda yüce Allah hakkında bir mekân isbatı sözkonusu değildir. İbn Bureyde'den, onun da babasından şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ca'fer (b. Ebi Talib) Habeşistan'dan geldiğinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle sordu: "Gördüğün en hayret verici şey nedir?" Başının üzerinde yiyecek dolu bir zenbil bulunan bir kadın gördüm. Bir atlı gelip o yiyeceğini dağıttı. Kadın da oturup onu toplamaya başladı. Sonra da o adama dönüp şöyle dedi: Melik'in Kürsî'sini koyup mazlumun zalimdeki hakkını alacağı günde vay haline! Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o kadının söylediği sözü tasdik etmek üzere şöyle buyurdu: "Zayıfın hakkını, güçlüsünden alamadığı bir ümmet takdis olunmaz. -Yahut nasıl takdis olunabilir?-" diye buyurdu. İbn Mâce, Fiten 20 (bazı farklılıklarla). İbn Atiyye der ki: Ebû Mûsa'nın: "Kürsî iki kademin konulduğu yerdir" sözü ile anlatmak istediği şudur: Kürsî, Rahmân olan Arşa göre kralların tahtlarının önünde bulunan, ayakların konulduğu yere benzer. Bu Arşın önünde oldukça büyük bir yaratıktır. Kürsînin Arşa nisbeti, yine Kürsî'nin hükümdarın (tahtı önünde bulunan ve ayaklarını koyduğu yerin) tahtına olan oranı gibidir. el-Hasen b. Ebi'l Hasen der ki: Kürsî, arşın bizzat kendisidir. Ancak bu beğenilen bir görüş değildir. Hadîs-i şerîflerin gerektirdiği ise Kürsî'nin Arşın önünde bulunan bir yaratık olduğudur ve Arş ondan daha büyüktür. Ebû İdris el-Havlanî, Ebû Zerr'den şöye dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Sana indirilen hangi âyet daha büyüktür. O: "Âyetü’l-Kürsî" dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zerr, yedi göğün Kürsî'ye göre oranı ancak geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî'ye üstünlüğü ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan üstünlüğü gibidir." İbn Kesîr, I, 458; ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17. Bunu el-A'currî Ebû Hâtim el-Büstî, Sahih Müsned'inde ve el-Beyhakî rivâyet etmiş, onun sahih olduğunu belirtmiştir. Mücâhid der ki: Gökler ve yer Kürsî içerisinde ancak geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka durumundadır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın mahlukatının büyüklüğünü haber vermektedir. Bundan ise aziz ve celil olan Allah'ın kudretinin azameti anlaşılır. Çünkü bütün bu büyük şeyleri korumak, O'na ağır gelmez. "Onları koruması O'na ağır gelmez." O'na zor gelmez, meşakkat vermez. İbn Abbâs, Katâde ve başkalan bunu böylece tefsir etmişlerdir. ez-Zeccâc der ki: Burada "ona" âyetindeki zamirin Allah'a ait olması da mümkündür, Kürsî'ye ait olması da mümkündür. Şayet Kürsî'ye ait olursa o takdirde bu, Allah tarafından verilmiş bir emir dolayısıyla olur. "O Alîydir." Bununla kadrin ve konumun yüksekliği anlatılmak istenir. Mekân itibariyle yükseklik değil. Çünkü yüce Allah mekân tutmaktan münezzehtir. Taberî birtakım kimselerden şöyle dediklerini nakletmektedir: O mekânının yaratıklarının mekânlarından yüceliği ile bütün yarattıklarından alî (yüce) olandır. İbn Atiyye der ki: Bu mücessimeden olan cahil birtakım kimselerin görüşüdür. Uygun olan bu gibi görüşlerin nakledilmemesidir. Abdurrahman b. Kurt'tan nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra gecesinde yüksek semalarda: Sübhanellahil aliyyi'l a'la, sübhanehu ve tealâ, şeklinde bir teşbih işitti. el-alî ve el-âlî: Eşyaya galip gelen ve onlar üzerinde kahir olan demektir. Araplar filan filana üstün geldi (alâ), dedikleri takdirde onu mağlub etti,' kahretti, demek isterler. Şair der ki: "Onlara üstün gelip üzerlerine kurulunca; Onları kartallara ve kanatlarını yumup aşağı inen kuşlara (yem olsunlar diye) yere yıkılmış halde bıraktık." Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Fir'avun arzda yükseldi (üstünlük sağladı)." (el-Kasas, 29/4) âyetinde de (alâ) buradan gelmektedir. "Azimdir." Kadri, şeref ve makamı büyüktür anlamında bir sıfattır. Yoksa buradaki büyüklük cisimlerin büyüklüğü anlamına gelmez. Taberî bazı kimselerden "azîm"in ta'zim edilen anlamına geldiğini nakletmektedir. Nitekim "azad edilen" anlamına "el-atîk" denilmektedir. el-A'şâ'dan şu beyiti de buna delil göstermektedir: "Sanki îsfenat denilen ve tatlı bir su karıştırılmış eski (atîk) bir şarap (gibidir)." Yine Taberî bazı, kimselerden bu açıklamayı reddedip şöyle dediklerini nakletmektedir: Şayet "muazzam (ta'zim edilen)" anlamına gelseydi,mahlûkatıyaratmadan önce mahlûkat yok olduktan sonra "azîm" olmaması gerekirdi. Çünkü o durumda O'nu tazim edecek kimsenin varlığı sözkonusu olmaz. 256Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğruluk ile sapıklık apaçık meydana çıkmıştır. Her kim Tâğût'u inkâr eder ve Allah'a îman ederse, muhakkak o kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur. Allah Semî'dir, Alîmdir. Yüce Allah'ın: "Dinde zorlama yoktur" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Dinde zorlama yoktur" âyetinde din, itikad ve millet (şeriat) demektir. Bu anlama geldiği: "Gerçekte doğruluk ile sapıklık apaçık meydana çıkmıştır" karinesinden anlaşılmaktadır. Îman, alışveriş, hibeler ve buna benzer ahkâma dair ikrah (zorlama)nın sözkonusu edileceği yer burası değildir. Bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın: "Zorlanan müstesna olmak üzere.." (en-Nahl, 16/106) âyetinin tefsiri yapılırken gelecektir. Ebû Abdurrahman: Gerçekten doğruluk ile sapıklık apaçık meydana çıkmıştır" şeklinde okumuştur. el-Hasen ve en-Nehaî'den de böyle rivâyet edilmiştir. Kişi sevdiğine ulaştı mı bu fiilin: şekilleri kullanılır. Sapıklık (ğayy) ise onun zıddıdır. en-Nehhâs'tan böyle nakledilmiştir. İbn Atiyye'nin Ebû Abdurrahman es-Sülemî'den naklettiğine göre o "er-ruşd" kelimesini "şin" harfinden sonra "elif" ile "er-reşâd" şeklinde okumuştur. Yine el-Hasen'den "er-ruşud" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. "el-Ğay (sapıklık)" kelimesi ise itikad veya görüşünde sapmak anlamındadır. el-Ğay, mutlak olarak sapıklık hakkında kullanılır, denilemez. 2- Bu Âyet-i Kerîmenin Anlamına Dair Farklı Görüşler: Âlimler âyet-i kerîmenin anlamı hususunda altı farklı görüşe sahiptirler. 1- Bir görüşe göre bu âyet-i kerîme neshedilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Arapları İslâm dinini kabul etmek üzere zorlamış, onlarla Savaşmış, İslâm dinine girmekten başka onlardan herhangi bir şeyi kabul etmemiştir. Bu görüş Süleyman b. Mûsa'ya aittir. Onun dediğine göre bu âyet-i kerîmeyi: "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihat et" (et-Tevbe, 9/73) âyeti neshetmiştir. Ayrıca bu görüş, İbn Mes’ûd'dan ve müfessirlerin bir çoğundan da rivâyet edilmiştir. 2- Bu âyet-i kerîme neshedilmiş değildir. Özel olarak kitap ehli hakkında nazil olmuştur. Cizyeyi ödedikleri takdirde İslâm'a girmek üzere zorlanmayacaklarını ifade ediyor. İslâm'a girmek üzere zorlanacak kimseler ise putperestlerdir. Onlardan İslâm'a girmekten başka birşey kabul edilmez. İşte; "Ey Peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et." (et-Tevbe, 9/73) âyeti bunlar hakkında nazil olmuştur. Bu da eş-Şa'bi, Katâde, el-Hasen ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür. Bu görüşün lehine delil Zeyd b. Eslem'in babasından yaptığı şu rivâyettir. Eşlem dedi ki: Ben Ömer b. Hattab'ı hıristiyan bir kocakarıya şöyle dediğini duydum: Ey kocakarı, İslâm'a gir, selamete erersin, muhakkak Allah Muhammed'i hak ile göndermiştir. Kadın şöyle dedi: Ben yaşlı bir kadınım. Ölüm ise bana pek yakındır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle dedi: Şahid ol Allah'ım! Daha sonra da: "Dinde zorlama yoktur.." âyetini okudu. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 22. 3- Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme ensar hakkında nazil olmuştur. Kadın çocuğu yaşamayan biri olursa bu sefer çocuğu yaşarsa onu yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğulları Medine'den sürülünce aralarında ensar çocuklarından çok kimse vardı. "Çocuklarımızı bırakmayız!" demeleri üzerine yüce Allah: "Dinde zorlama yoktur, doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana çıkmıştır" âyetini indirdi. Ebû Dûvûd. Cihâd 116. Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Biz bir işi yaparken onların dinlerinin bizim üzerinde bulunduğumuz dinden daha üstün oduğu görüşünde idik. Artık Allah bize İslâm'ı göndermiştir. O bakımdan onları (çocuklarımızı) İslâm'a girmek üzere zorlayalım. Bunun üzerine: "Dinde zorlama yoktur" âyeti nazil oldu. Artık (o çocuklardan) isteyen onlara (yahudilere) katılır, isteyen de İslâm'a girerdi. Bu Saîd b. Cübeyr'in, en-Nehaî'nin ve Mücâhid'in görüşüdür. Şu kadar var ki o şöyle der: Ensar'ın çocuklarının Nadiroğulları arasında bulunuş sebebi, süt annelerinden süt emmeleri idi. en-Nehhâs da der ki: İbn Abbâs'ın bu âyet-i kerîmeye dair görüşü senedinin sıhhati dolayısıyla görüşlerin en uygun olanıdır. Böyle birşey de zaten kişisel görüşe dayanarak ileri sürülmez. 4- es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme iki tane oğlu bulunan ensardan Ebû Husayn hakkında nazil olmuştur. Şam'dan Medine'ye zeytinyağı getiren tacirler geldi. Bunlar çıkıp gitmek isteyince el-Husayn'in iki oğlu onlara gittiklerinde bu tacirler oğullarını hıristiyanlığa davet ettiler. Bunlar da hıristiyanlığı kabul edip beraberlerinde Şam'a gittiler. Babaları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelerek durumlarından şikâyetçi oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onları geri getirecek kimseler göndermesi arzusunu belirtti. Bunun üzerine: "Dinde zorlama yoktur" âyeti nazil oldu. O güne kadar henüz kitap ehli ile Savaşma emri verilmemiş ve şöyle buyurmuştu: "Allah onları uzaklaştırsın. Onlar ilk küfre girenlerdir." Ebû Husayn onları geri getirmek üzere kimseleri göndermedi diye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı içinde birşeyler duydu. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp., îman etmiş olmazlar." (en-Nisâ, 4/65) âyetini indirdi. Daha sonra da: "Dinde zorlama yoktur" âyetini Tevbe Sûresi'nde kitap ehli ile Savaşma emri ile (et-Tevbe, 9/29- âyet ile) neshetti. El-Vahidi, Esbabu’n-nüzul, 86. Ancak yüce Allah'ın: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar... îman etmiş olmazlar" (en-Nisa, 4/65) âyetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak sahih olan ise arazi sulaması ile ilgili olarak el-Cübeyr'in ensardan komşusu ile başından geçen olaydır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/65. âyetin tefsirinde) gelecektir. 5- Bu âyetin anlamı şudur: Kılıç zoru ile İslâm'a girmiş kimseye; "mecbur edildi, zorlandı" demeyiniz. Bu da beşinci görüştür. 6- Altıncı görüşe göre de bu âyet-i kerîme, esir alınan çocuklar ve kadınlar hakkındadır. Bunlar kitap ehlinden oldukları ve yaşça büyük oldukları takdirde İslâm'a girmek üzere mecbur edilmezler. Şayet mecusi iseler, küçük, büyük veya putperest olsunlar, İslâm'a girmek üzere mecbur edilirler. Çünkü onları esir alan kimseler putperest kalmakla birlikte onlardan istifade edemezler. Nitekim onların kestikleri yenilmez, kadınları ile birlikte olunmaz. Bunlar ise meyteyi, pislikleri ve daha başka şeyleri yemeyi dinlerinin gereği bilirler. Onlara malik olan bir kimse onlardan tiksinir, mülk edinmek bakımından onlardan yararlanmasına imkân olmaz. O bakımdan onları İslâm'a girmek üzere zorlamak caizdir. Buna benzer bir görüşü İbnu'l-Kasım da Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Bunlar kendilerini esir alanın dini üzeredirler. Kabul etmeyecek olurlarsa İslâm'a girmek üzere zorlanırlar. Küçük çocukların ise dini olmaz. O bakımdan batıl bir dine girmemeleri için İslâm dinine girmek üzere mecbur edilirler. Sair küfür türlerine gelince; bunlar cizyeyi verdikleri takdirde İslâm'a girmek üzere onları zorlamayız. İster Arap olsunlar, ister olmasınlar. İster Kureyşli olsunlar, ister başka bir kabileden. Bununla ilgili dair açıklamalar cizye ve kimlerden kabul edileceğine dair ilim adamlarının görüşleri, yüce Allah'ın izniyle ileride Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/29. âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "Her kim tâğûtu inkâr eder ve Allah'a îman ederse" âyetindeki fiiller, şart edatı dolayısıyla meczum olmuştur. Tâğût kelimesi den müennes bir kelimedir. -Taberî ise fiilinden geldiğini nakletmiştir.- Bu fiil ise fazlasıyla sınırı aşmak hakkında kullanılır. Tâğût'un vezni "fa'lûf'dur. Sîbeveyh'in görüşüne göre bu kelime müzekker ve müfred bir isimdir. Az hakkında da çok hakkında da kullanılan cins bir isim gibidir. Ebû Ali'nin görüşüne göre ise bu kelime "rahabût ve ceberut" gibi masdardır. Bununla tekil de çoğul da nitelendirilebilir. Bunun lâm'ı (yani üç harfli kökünün son harfi olan "vav"ı) "ayn"ının yerine (yani üç harfli kökünün ikinci harfi olan "ğayn" harfinin yerine) "ayn"ı ise "lâm" yerine değiştirilmiştir. (........) da olduğu gibi. O bakımdan "vav" harekeli oluşu dolayısıyla elife dönüştürüldü. Ondan öncesi de hareke alınca "tâğût" şeklini aldı. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiştir. "Tâğût"un dilde aslının tuğyân'dan alındığı da söylenmiştir. Bu anlamı herhangi bir iştikak kuralı sözkonusu olmaksızın verir. Nitekim "el-lü'lü'"den "le-âl" denilmesi gibi. el-Müberred ise; bu, çoğuldur, demektedir. İbn Atiyye de der ki: Bu ise reddedilmiş bir görüştür. el-Cevherî der ki: Tâğût, kâhin, şeytan ve sapıklıkta başı çeken her kimsedir. Tâğût: Tuğyan (azgınlık)'dan "fâlût" vezninde bir kelimedir. Tuğyan ise haddi aşmak demektir. Bu da zulüm ve bağy (taşkınlık) demektir. Allah'tan başka kendisine ibâdet olunan, eğer bunu red etmiyorsa bir "tâğût'tur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sahih hadiste putlara: "tâğût" ismini vermesi bundandır..........Allah'a isyanı gerektiren hususlarda kendisine itaat olunan, hidâyet ve hak dine uymamakta kendisine itaat olunan da "tâğûttur. İşte Allah Kitabından başkası ile hükmeden ve bu maksatla hükmüne başvurulan kimseye "tâğût" adının verilişi de bundan dolayıdır... Bazen bu tekil olabilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onu inkâr etmekle emrolundukları halde yine tâğûtun huzurunda muhakeme olunmak isterler." (en-Nisâ, 4/60) Kimi zaman çoğul da olabilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kâfirlerin velileri ise tâğûttur." (el-Bakara, 2/257) Çoğulu da "tavâğît" gelir. "... ve Allah'a Îman ederse" önceki âyete atfedilmiştir. "O muhakkak kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur." Bu da şartın cevabıdır. el-Vuskâ (sapasağlam) kelimesinin çoğulu "el-Vusk" gelir. el-Fudlanın çoğulunun el-Fudl şeklinde gelmesi gibi. el-Vuska (sağlamlık anlamına gelen) el-Vesâke'den "fu'lâ" veznindedir. Bu âyet-i kerîme bir benzetmedir. Kendisine benzetilen şey hakkında müfessirlerin farklı ifadeleri vardır. Mücâhid der ki: Burada kulptan kasıt imandır. es-Süddî de İslamdır, der. İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve ed-Dahhâk ise; lâ ilâhe illâlahtır, derler. Bunların hepsi de aynı anlamı ifade eden değişik ibarelerdir. Daha sonra yüce Allah bu kulpu "kopması olmayan" diye nitelemektedir. Mücâhid der ki: Yani Allah kendi nefislerindekini değiştirmedikçe bir kavmin halini değiştirmez. Yani onlar küfre sapıncaya kadar îman ismini onlardan izale etmez. Kopma (el-infisâm) ise yerinden ayrılmadan meydana gelen kırılmadır, el-Kasm ise yerinden ayrılarak meydana gelen kırılmadır. Sahih hadiste (âyet-i kerîmedeki kökten gelen kelime kulanılarak) şöyle buyurulmaktadır: "Vahiy ondan çekildiğinde alnından ter boşanmış oluyordu." Buhârî, Bed'u’l-Vahy 2; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, İftitah 37; Muvatta’', Kur'ân 7; Müsned, VI, 257. el-Cevherî der ki: Bir şeyi fasm etmek, onu ayırmadan kırmak demektir. Yüce Allah da: "Kopması olmayan" diye buyurmaktadır. Zü'r-Rimme bir ceylanı sözkonusu edip onu gümüşten bir bileziğe benzeterek şöyle der: "Sanki o kaybedilip de unutulmuş gümüşten bir bilezik gibidir Mahalle kız çocuklarının oynadığı yerde, bir kenarda bırakılmış." Onu "mafsûm" (infisâm ile aynı kökten)" diye nitelemesi uyuduğu vakit bükülüp toparlanması dolayısıyladır. Burada "kaf" harfiyle "maksûm" dememiştir. Çünkü o takdirde iki ayrı parçaya bölünmüş gibi anlaşılır. Yağmur bol yağdığı vakit de bu fiil kullanılır. Sıtmanın gitmesini ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Tâğût'un inkâr edilmesi ve Allah'a îman , dil ile söylenen ve kalp ile inanılan hususlardandır. Bundan dolayı yüce Allah'ın sıfatlarından "Semî'dir" herşeyi işitendir âyeti dil ile söylenen şeyler için; "Alimdir (herşeyi bilendir)" âyeti de inanılan şeyler hakkında kullanılır. O bakımdan âyetin bu buyruklarla sona ermesi gayet güzeldir. 257Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. "Allah îman edenlerin velisidir." Velî kelimesi fail anlamını veren "feîl" vezninde bir kelimedir. el-Hattabî der ki: el-Velî, mü’min kullarına yardımcı olan (Allah)dır. Yüce Allah: "Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Bunun sebebi şudur: Allah îman edenlerin velisidir, kâfirlerin ise velisi yoktur." (Muhammed, 47/11) Katâde der ki: Karanlıklardan kasıt dalâlet, nurdan kasıt ise hidâyettir, ed-Dahhâk ve er-Rabi' de bu anlamda açıklamalarda bulunmuşlardır. Mücâhid ve Abde b. Ebi Lübabe der ki: Yüce Allah'ın: "Allah îman edenlerin velisidir" âyeti, Hazret-i Îsa'ya îman eden fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gelince onu inkâr eden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. İşte onların nurdan karanlıklara çıkartılmaları böyle oldu. İbn Atiyye der ki: Sanki bu şekilde inanan bir kimse, itikadı vasıtasıyla itikad hususunda önce bir nûr elde etmiş iken, daha sonra onu bırakıp karanlıklara çıkmış gibi olur. Şu kadar var ki bu âyet-i kerîmenin lâfzı böyle bir tahsise ihtiyaç bırakmamaktadır. Aksine -Araplar gibi- bir kısmı îman eden kâfir her bir ümmet hakkında sözkonusudur. Şöyle ki: Allah onlardan îman edenlerin velisidir. Bu îman edeni Allah küfrün karanlığından imanın nuruna çıkartmıştır. Davet edici, Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiş, nebi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gelişinden sonra onu inkar eden kimseyi de şeytanı aldatmış olur. Şeytanı böyle bir kimseyi âdeta imandan çıkartmış gibidir. Çünkü şeytanı onunla birlikte hazırdır ve küfre girmeye ehil hale gelmiş bir kimsedir. Küfürleri sebebiyle de Allahü teâlâ'nın adaletinin bir tecellisi olarak cehenneme girmek de haklarında hüküm verilmiştir. Allah yaptığından sorumlu tutulmaz. el-Hasen: Velileri ise tâğûtlardır" yani şeytanlardır, diye okumuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 258Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" deyince o: "Ben diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim: "Muhakkak Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir" deyince; o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zâlimler topluluğuna hidâyet vermez. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i İbrahim ile Tartışan Kimse ve Bazı Olaylar: Yüce Allah'ın: "... görmedin mi?" âyetinde, anlatılanın hayret edilecek bir durum olduğu anlamı vardır. Yani siz bu işe hayret ediniz. el-Ferrâ' der ki: "Görmedin mi?" âyeti, gördün mü? anlamındadır. Yani sen İbrahim ile tartışanı gördün mü? Sen (bir sonraki âyette geçen): Çatıları çökmüş kasabadan geçeni gördün mü demektir. Hazret-i İbrahim ile tartışan kimse Numruz b. Kûş b. Ken'an b. Sam b. Nûh'tur. Zamanının hükümdarı, Hazret-i İbrahim'i atmak üzere ateş yakan ve sivrisinek ile ölümü gerçekleşen kimsedir. Bu, İbn Abbâs, Katâde, Mücâhid, er-Rabi', es-Süddî, İbn İshak, Zeyd b. Eslem ve başkalarının da görüşüdür. Onun ölümü, yüce Allah'a karşı Savaşmayı kararlaştırınca şöyle olmuştu: Allah (kavminin) üzerlerine bir bölük sivrisinek göndermiş, bu sivrisinekler ise güneşi kapatmış, Nemrud'un beraberindeki askerleri yiyip bitirmiş ve geriye kemiklerinden başkasını bırakmamıştı. Bu sineklerden bir tanesi de Nemrud'un beyninin içerisine girmiş, beynini yeyip durmuş, sonunda bu sinek bir fare kadar büyümüştü. Artık bundan sonra Nemrud'un nezdinde en değerli kimse kafasına bu iş için hazırlanmış bir tokmak ile vuran kişi olmuştu. Bu musibeti kırk gün devam etti. İbn Cüreyc der ki: Nümruz (Nemrud) yeryüzünün ilk kralıdır. İbn Atiyye de der ki: Böyle bir iddia reddedilmiştir. Katâde der ki: İlk zorbalık taslayan kişi odur. Babil'deki köşkün sahibi odur. Denildiğine göre Nemrud, bütün dünyayı eline geçirmişti. Ve o ( yeryüzüne egemen olan) iki kâfirden birisidir. Diğeri ise Buhtanassar'dır. Yine denildiğine göre Hazret-i İbrahim ile tartışan kimse Numruz b. Falih b. Âbir b. Şâlih b. Erfehşed b. Şam'dır. Bütün bunları İbn Atiyye nakletmiştir. es-Süheylînin naklettiğine göre ise Hazret-i İbrahim ile tartışan; Numrûz b. Kûş b. Ken'an b. Ham b. Nûh'dur. Bu kişi Sevad (Sevad-ı Irak)'ın hükümdarı idi. Buranın başına onu "el-İzdihak" ile tanınan ed-Dahhâk getirmişti. Bunun da ismi Beyûrâseb b. Endrâset idi. Bütün bölgelerin hükümdarı idi. Efridûn b. Esfiya'nın öldürdüğü de odur. İşte şair Habib (b. Evs Ebû Temmam) onun hakkında şöyle demektedir: "Sanki o, âlemler arasında öldürdüklerinden ed-Dahhâk'tır; Sen de Efridûn gibisin." ed-Dehhâk, oldukça azgın ve zorba birisiydi. Naklettiklerine göre bin yıl hükümdarlık yapmıştır. İlk çarmıha gererek asan, el ve ayakları kesen odur. Nümrûz'un kendi sulbünden gelen "Kûşâ" veya buna yakın bir isim taşıyan bir oğlu vardır. Küçük Nümruz diye adlandırılan bir diğer oğlu daha vardı. Küçük Nümrûz'un hükümdarlık süresi bir yıl, büyük Nümrûz'un hükümdarlık süresi ise nakledildiğine göre dörtyüz yıl sürmüştü. Nümrûz'un Hazret-i İbrahim ile tartışma kıssası ile ilgili iki rivâyet vardır. Bu iki rivâyetten birisine göre Nemrud'un teb'ası bir bayramları dolayısıyla şehir dışına çıkmışlardı. Hazret-i İbrahim, putlarının bulunduğu yere girip putları kırmıştı. Geri döndüklerinde onlara: Yonttuğunuz şeylere nasıl ibadet edersiniz? Onlar: Ya sen kime ibadet ediyorsun? diye sordular. Hazret-i İbrahim: Dirilten ve öldüren Rabbime ibadet ediyorum dedi. Kimileri şöyle demiştir: Nümruz, yiyecek stok ediyordu. O bakımdan halkın yiyeceğe ihtiyacı oldu mu ondan satın alırlardı. Bulunduğu yere girdiklerinde ona secde ederlerdi. Hazret-i İbrahim onun yanına girdi, fakat ona secde etmedi. Bana ne diye secde etmiyorsun, deyince Hazret-i İbrahim: Ben Rabbimden başkasına secde etmem, dedi. Nümruz ona: Rabbin kimdir diye sorunca Hazret-i İbrahim: Rabbim dirilten ve öldürendir, dedi. Zeyd b. Eslem'in naklettiğine göre sözü geçen bu Nümruz oturup insanların yiyecek getirmelerini emretti. Her bir topluluk geldikçe onlara: Rabbiniz ve ilahınız kimdir? diye soruyor, onlar da: Sensin diyorlardı. Bunun üzerine memurlarına: Haydi bunlara ihtiyaçları olan yiyeceği verin, derdi. Hazret-i İbrahim, yiyecek almak üzere gelince ona: Rabbin ve ilahın kimdir? diye sorunca Hazret-i İbrahim: Rabbim dirilten ve öldürendir dedi. Nümruz bunu işitince: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Hazret-i İbrahim de güneş ile ilgili isteğini söyleyerek ona cevap verince o kâfir olan şaşırıp kaldı ve: Buna yiyecek vermeyiniz, dedi. Hazret-i İbrahim: Birşey almaksızın ailesine geri döndü. Unu andıran kumdan bir tepeciğin yanından geçince kendi kendisine şöyle dedi: Ben bundan heybeme doldursam, içeri girdiğim vakit çocuklar sevinir, ben de onları seyrederim. Kumu alıp gidince evine vardığında çocuklar sevindiler. İki heybe üzerinde oynamaya başladılar. Kendisi de yorgunluktan dolayı uyudu. Hanımı da: Uyandığı vakit hazır bulacağı şekilde ona yiyecek birşey yapsam; diye düşündü. İki heybeden birisini açınca en güzelinden has un ile karşılaştı. Hazret-i İbrahim uyanınca hanımı (pişirdiğini) önüne koydu. Bu nereden geldi? deyince hanımı: Getirdiğin undan yaptım, dedi. Böylelikle Hazret-i İbrahim, yüce Allah'ın kendilerine bir kolaylık ihsan ettiğini anladı. Derim ki: Ebû Bekr b. Ebi Şeybe, Ebû Salih'ten şunu nakletmektedir: Peygamber İbrahim (aleyhisselâm) çoluk çocuğuna yiyecek almak üzere gitti, fakat yiyecek almaya gücü yetmedi. O sırada kırmızı renkli bir kum tepeciğinin yanından geçti. Ordan bir miktar alıp ailesinin yanına geri döndü. Bu nedir? diye sordular. Kırmızı buğday dedi. Önu açtıklarında gerçekten kırmızı buğday, olduğunu gördüler. (Ebû Salih) dedi ki: O buğdaydan bir miktar ekti mi, başağı dibinden tepesine kadar üstüste tanelerle dolup taşıyordu. er-Rabi' ve başkaları bu kıssa ile ilgili olarak dediler ki: Nümruz, ben diriltir ve öldürürüm deyince, iki kişiyi huzuruna getirtti. Onlardan birisini öldürdü, ötekini serbest bıraktı ve dedi ki: İşte ben bu şekilde bunu dirilttim, ötekini de öldürdüm. Hazret-i İbrahim ona, güneş mes'elesini söyleyip cevap verince; bu sefer şaşırıp kaldı. Haberde rivâyet edildiğine göre: Yüce Allah: "İzzetim ve celalim hakkı için Ben güneşi batıdan doğdurmadıkça kıyâmet kopmayacak. Böylelikle buna mutlak kadir olanın Ben olduğum bilinsin" diye buyurdu. Daha sonra Nümruz Hazret-i İbrahim'in ateşe atılmasını emretti. İşte zorbaların adeti böyleydi. Herhangi bir şekilde karşılarına çıkılıp da delil getirmekten acze düştükleri vakit onu cezalandırmaya kalkışıyorlardı. Allah Hazret-i İbrahim'i ileride geleceği gibi ateşten korudu, (bk. el-Enbiya 21/38-39. âyetlerin tefsiri). es-Süddî der ki: İbrahim (aleyhisselâm) ateşten çıkınca onu hükümdarın huzuruna götürdüler. Daha önce hükümdarın huzuruna çıkmamıştı. Hükümdar onunla konuştu ve ona: Rabbin kimdir? diye sordu. Hazret-i İbrahim: Benim Rabbim dirilten ve öldürendir, deyince Nümruz: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Ben dört kişi alırım. Onları bir eve koyarım, hiçbir şey yemez ve içmezler. Acıktıkları vakit oradan çıkartının ikisine yemek yediririm, o iki kişi hayat bulur. Öbür ikisini de terkederim, onlar da ölürler. Bu sefer Hazret-i İbrahim ona, güneşi batıdan doğurmasını söyleyip karşılık verince, o da şaşırıp kaldı.. Usulcüler bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak şunu kaydederler: İbrahim (aleyhisselâm) yüce Rabbini ona has sıfatlardan olan diriltmek ve öldürmek ile nitelendirince -fakat bu hakikati de mecazı da olan bir ifade olduğundan dolayı- İbrahim (aleyhisselâm), bunların hakikat anlamlarını kastetmekle birlikte Nümruz, mecazî anlamlarına sığındı ve kavminin olayı gerçek şekilde görmesine imkân vermeyecek şekilde hakikati gizledi. İbrahim onun bu karşı cevabını tartışma gereği kabul eder göründü, bu sefer ona bir başka misal vererek mecazın sözkonusu olmayacağı bir hususu ondan istedi. "O kâfir de şaşırıp kalmıştı." Yani ileri sürecek delili kalmamış ve: Güneşi doğudan doğuran asıl benim, demek imkânım bulamamıştı. Çünkü akıl sahipleri onun bu iddiasını elbette ki yalanlar. 2- Bu Âyet-i Kerîmenin Delil Olduğu Hususlar: Bu âyet-i kerîme, Allah dünyada kendisine hükümdarlık, güç, kuvvet ve üstünlük verdiği takdirde kâfire "hükümdar" demenin câiz olduğuna delildir. Aynı şekilde karşılıklı münazara, tartışma ve delil getirmenin de müsbet bir davranış olduğuna delildir. Kur'ân-ı Kerîm ve sünnette, bu kabilden düşünenler için pek çok örnekler vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin." (el-Bakara, 2/115); "Yanınızda buna ait hiçbir delil de yoktur." (Yûnus, 10/68) el-Enbiya Sûresi'nde ve diğer sûrelerde olduğu gibi İbrahim (aleyhisselâm)'ın kavmiyle putlara ibadet etmelerine dair tartışmasını ve onlara verdiği cevapları bize anlatmış bulunmaktadır. Nûh (aleyhisselâm) kıssasında da şöyle buyurulmaktadır: "Ey Nûh dediler, bizimle gerçekten çokça mücadele ettin.... Ben sizin işlediğiniz günahlardan tamamıyla uzağım." (Hud, 11/32-35) Aynı şekilde Hazret-i Mûsa'nın Fir'avun ile mücadelesini ve buna benzer başka birtakım âyetlerden de bunu öğreniyoruz. Bütün bunlarla yüce Allah bizlere din hususunda soru, cevap ve tartışmayı öğretmektedir. Çünkü hak ile batıl arasındaki fark, ancak hakkın delilinin ortaya çıkması, batılın delilinin de çürütülmesi ile açık seçik belli olur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kitap ehli ile tartışmış ve onlara gerekli delilleri sunduktan sonra da Mübahelede bulunmuştur. Nitekim ileride buna dair açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/61. âyetin tefsirinde) gelecektir. (Hadîs-i şerîfte de belirtildiğine) Hazret-i Âdem ile Hazret-i Mûsâ birbirleriyle tartışmış ve Hazret-i Âdem getirdiği delil ile Hazret-i Mûsa'yı susturmuştur. Bk. Buhârî, Tefsir 20. sûre 1, 3; Kader 11, Enbiyâ 31, Tevhid 37; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16; Tirmizî, Kader 2; İbn Mâce, Mukaddime 10; Muvatta’', Kader 1; Müsned, II, 248-264... Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı da Sakife günü birbirleriyle tartışmış, biri ötekinin delilini çürütmeye çalışmış, bu konuda karşılıklı olarak gerekçelerini ileri sürmüş ve hak, ehli tarafından ortaya konuluncaya kadar münazarada bulunmuşlardır. Hazret-i Ebubekir'e bey'at edilmesinden sonra, da riddet ehli hakkında da birbirleriyle münazara etmişlerdir. Buna benzer sayılıp dökülmesi gerçekten çok sürecek örnekler vardır. Yüce Allah'ın: "Hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında hala niçin tartışıp durursunuz." (Âl-i İmrân, 3/66) âyetinde bilgiye dayanılarak, delil getirip tartışmanın mubah ve yaygın bir iş olduğuna dair -düşünenler için- bir delil vardır. Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî der ki: Münazarada uyulması gereken hususlardan birisi de yüce Allah'ın rızası için yapılması ve açık seçik ortaya çıkan hakkın da kabul edilmesidir. İlim adamları derler ki: Tartışanlar din, akıl, kavrayış ve insaf bakımlarından eşit bir mertebede veya birbirine yakın bir seviyede olmadıkça münazara doğru değildir ve münazara yapanlar arasında da hakalıb ortaya çıkmaz. Bu şekilde olmadığı takdirde yapılan, münazara değil, boşu boşuna tartışmak ve hakka karşı bile bile inatlaşmak olur. Ali b. Ebî Tâlib " Görmedin mi?" âyetini "radıyallahü anh" harfini sakin olarak okumuştur. Cumhûr ise buna hareke vererek okumuştur. Kelimenin sonundaki "ya" harfi, cezm edatı sebebiyle hazfedilmiştir. " Allah kendisine mülk verdi diye" âyeti ise nasb mahallindedir. Yani Allah kendisine mülk verdiği için veya Allah kendisine mülk verdiğinden dolayı., demektir. Kıraat âlimlerinin çoğunluğu: Ben" kelimesinin vasl ile okunması halinde "nun"dan sonraki "elin atarak okumuşlardır. Buna karşılık Nafi' ve İbn Ebî Üveys arkasından hemze geldiği halde Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde bu elifi tesbit ederek (uzatarak) okumuşlardır. Bundan tek istisna yüce Allah'ın: "Ben ancak azâbın habercisiyim" (el-A'raf, 7/188) âyetidir. O böyle bir yerde az bir şekilde görüldüğünden dolayı sair kıraatlerde olduğu gibi, bu yerlerde yerlerde "elif"i atar. Çünkü bu kabilden Kur'ân-ı Kerîm'de yalnızca üç yerde görülmektedir. O da bunları az bir şekilde görüldüğünden dolayı "eliften sonra hemze gelmiyormuş gibi okudu ve burada vasıl halinde de "elifi hazfederek okudu. Nahivciler der ki: Birinci tekil şahıs olan Ben kelimesi şayet şeklinde söylenecek olursa, "elif ile "he" harfleri durak yapmak halinde harekeyi açıklamak içindir. Şayet kelime herhangi bir başka kelimeye bitişik olursa, bu ikisi de düşer. Çünkü kelimenin kendisi ile bitiştiği ses, elifin yerini tutar. O bakımdan şiirde istisna dışında, "elif okunarak Ben yaptım, denilmez. Şair burada bu kabil istisnadan olmak üzere şöyle demektedir: "Ben aşiretin kılıcıyım, tanıyınız beni Humeyd'im ben; işte zirvelere tırmandım!" en-Nehhâs der ki: Nafİ' her ne kadar "elifi ameddetmek suretiyleb tesbit edip: " Ben de diriltir ve öldürürüm" şeklinde okumuş ise de bunun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Mekkî der ki: Basralılara göre bu "elif zaiddir. Basralılara göre zamir olarak gelen isim, baştaki hemze ve "nûn"dur. "Elif ise bunu takviye için ilave edilmiştir. Nun'un harekesi ortaya çıksın diye vakıf sebebiyle eklendiği de söylenmiştir. Kûfelilere göre ise isim bütünüyledir. O bakımdan Nafi',onların bu görüşlerine göre "elifi amed suretiyleb tesbit ederken, aslı esas almaktadır. Elifi buna göre hazfedenler ise tahfif için hazfetmiş olurlar. Ayrıca fetha da ona delalet ettiği içindir. el-Cevherî der ki: ismin yerini tutar ve bu tek kişi mütekellim içindir. Fetha üzere mebni olması ise bu zamiri fiili nasbedici harf olandan ayırdetmek içindir. Son "elif ise vakıf halinde harekeyi beyan etmek içindir. Şayet söz ortasında gelirse oldukça bayağı bir şive dışında "elif düşer. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ben aşiretin kılıcıyım, tanıyınız beni. Humeyd'im ben; işte zirvelere tırmandım." Söz söyleyemeyecek hale gelip şaşkın bir şekilde susan bir kimse hakkında Şaşırıp kaldı, denilir. en-Nehhâs ve başkalarından böyle nakledilmiştir. et-Taberî der ki: Bu anlamda olmak üzere bazı Araplardan şeklinde de nakledilmiştir. İbn Cinnî dedi ki: Ebû Hayve: "kâfir şaşırıp kalmıştı" anlamına gelen âyeti: şeklinde okumuştur. Bu ise kelimesinde bir söyleyiş farkıdır. Devamla dedi ki: İbn es-Sümeyka' ise bunu şeklinde okumuştur. Yani İbrahim o inkâr eden kişiyi şaşırttı. Buna göre nasb mahallinde olur. Yine İbn Cinnî dedi ki: kelimesinin bir başka söyleyişi olması da mümkündür. Ebû'l Hasen el-Ahfeş ise şeklinde bir kıraati nakletmektedir. Ancak çoğunluk "he" harfini ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. İbn Atiyye dedi ki: Bazıları "he" harfini üstün olarak okuyanların kıraatini; sövdü ve iftira etti, anlamında kabul etmişler ve ileri sürecek bir delili kalmayıp çareleri tükenince, söven kişinin, Nümruz olduğunu söylerler. 259Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi?) "Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" demişti. Allah da onu yüzyıl öldürmüş, sonra dirilterek: "Ne kadar kaldın?" demişti. O da: 'Bugün yahut bir günün bir kısmı" demişti. "Hayır, yüzyıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bir bak! Hiç de bozulmamıştır. Bir de merkebine bak! Biz seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz; sonra da onlara et giydiriyoruz" dedi. Kendisine durum apaçık belli olunca: "Biliyorum ki Allah herşeye kadir'dir" demişti. Yüce Allah'ın: "Yahut duvarları çatılan üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini" âyetindeki "yahut" mânâya bir atıftır. el-Kisaî ve el-Ferrâ''ya göre ifadenin takdiri şöyledir: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan gibisini gördün mü? Veya bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini gördün mü? el-Müberred de der ki: Anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Onun kim olduğuna bakmadın mı? (O) yolu bir kasabaya uğrayan kimse gibidir. Burada el-Müberred "onun kim olduğuna.." ifadesinin gizli olarak takdir edildiği kanaatindedir Ebû Süfyan b. Hüseyn "vav" harfini üstün olarak: şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre buradaki "vav" harfi, atıf "vav"ı olup ondan önce takrir anlamını ifade eden istifham hemzesi gelmiştir. Kasabaya "el-karye" deniliş sebebi, insanların orada toplanmasıdır. Bu da; suyu topladım anlamına gelendan gelmektedir ki; buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/58. âyet 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Süleyman b. Bureyde, Naciye b. Ka'b, Katâde, İbn Abbâs, er-Rabi', İkrime ve ed-Dahhâk der ki: O kasabanın yanından geçen kişi Uzeyr'dir. Vehb b. Münebbih, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Abdullah b. Bekr b. Mudar ise, bu kişi İrmiyâ'dır. Peygamber idi. İbn İshak der ki: İrmiya, Hızırın kendisidir. Bunu da en-Nekkâş, Vehb b. Münebbih'ten nakletmiştir. İbn Atiyye de der ki: Görüldüğü gibi görüşü böyledir. Ancak bir ismin bir isme uygun düşme ihtimali müstesna. Çünkü Hızır Mûsa'nın çağdaşıdır. Burada kasabanın yanından geçtiği söz edilen kişi ise -Vehb b. Münebbih'in rivâyetine göre- Hazret-i Mûsa'dan epey zaman sonra ve Hazret-i Harun'un soyundan gelmiş bir kimsedir. Derim ki: Eğer Hızır, İrmiya'nın kendisi ise aynı kişi olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Hızır, bu konudaki sahih rivâyete göre Hazret-i Mûsâ döneminden şu ana kadar hâlâ hayattadır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Kehf Sûresi'nde (18/65. âyette) gelecektir. Eğer Hızır (aleyhisselâm) bu kıssadan önce vefat etmiş ise; o takdirde İbn Atiyye'nin bu sözü doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehhâs ve Mekkî, Mücâhid'den, bunun, İsrailoğullarından ismi belirtilmeyen bir adam olduğunu nakletmektedirler. en-Nekkâş der ki: Bunun Lut (aleyhisselâm)'ın oğlu olduğu söylenmektedir. es-Süheylî'nin el-Kutebi'den naklettiğine göre bu -el-Kutebî'nin iki görüşünden birisine'göre- Şe'ya'dır. Bu kasabayı tahrib edildikten sonra canlandıran ise Fars hükümdarı Kûşek'dir. Sözü geçen kasaba ise Vehb b. Münebbih, Katâde, er-Rabi' b. Enes ve başkalarına göre Beytü'l Makdis'tir. Sözü geçen kişi Mısır'dan gelmekteydi. Âyet-i kerîmede söz edilen yiyeceği ve içeceği ise yeşil incir, üzüm ve küçük bir şarap tulumundan ibaret idi. Üzüm suyu olduğu da söylenmiştir. Onun içeceğinin bir testi su olduğu da söylenmiştir. O dönemlerde Beytü'l Makdis'i boşaltan kişi, Buhtanassar idi. Buhtanassar önce Lehrâsib'in, sonra da Lehrâsib'in oğlu ve İsbindiyad'ın babası Leystaseb'in Irak üzerindeki valisi idi. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bazı kimseler bu kasaba el-Mü'tefike idi. Ebû Salih'ten gelen rivâyette ise İbn Abbâs şöyle demektedir: Buhtanassar, İsrailoğullarına ordusuyla birlikte gaza yapmış, onlardan pek çok sayıda kimseyi esir alıp beraberinde (Irak'a) getirmişti. Bunlar arasında Şerhiyaoğlu Uzeyr de vardı. İsrailoğulları âlimlerinden birisi idi. Buhtanassar bunları Babil'e getirmişti. Bir gün bir ihtiyacını görmek üzere Dicle kıyısında bulunan Deyr Hirakl (Herakliyus'un Manastırı)na çıkmıştı. Eşeğinden inip bir ağacın gölgesine oturmuştu. Eşeğini ağacın gölgesi altına bağlamış, daha sonra bu kasabayı dolaşmıştı. Orada hiçbir kimsenin sakin olmadığını ve çatılarının duvarları üzerine çökmüş oduğunu görünce: Ölümünden sonra Allah burayı nasıl diriltecek? diye kendi kendisine sormuştu. Bir diğer görüşe göre; sözü geçen bu kasaba ölüm korkusuyla binlerce kişinin çıkıp ayrıldığı kasabadır. Bu görüş de İbn Zeyd'e aittir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre ölüm korkusuyla binlerce kişi oldukları halde yurtlarından çıkan kimselere Allah: Ölün! demişti. Çürümüş ve açıkça görülen kemiklere döndükleri bir halde iken, bir adam onların yanından geçti. Durup onlara baktı ve dedi ki: Acaba ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek? diye sordu. Bunun üzerine Allah da onu yüzyıl süreyle öldürdü. İbn Atiyye der ki: İbn Zeyd'in bu görşü âyetin lâfızları ile uyuşmamaktadır. Çünkü âyet-i kerîme, bu kasabanın içinde hiçbir kimsenin yaşamadığını, bomboş olduğunu söylemektedir. "Bu" âyeti ile de sözü geçen bu kasabaya işaret edilmektedir. Kasabanın diriltilmesi ise oranın imar edilmesi, yapıların meydana gelmesi ve orada yaşayanların bulunması ile olur. Vehb b. Münebbih, Katâde, ed-Dahhâk, er-Rabi' ve İkrime der ki: Sözügeçen kasaba, Babilli Buhtanassar'ın orayı tahrip etmesinden sonraki hali ile Beytü'l-Makdis'tir. Konu ile ilgili uzunca hadiste şöyle denilmektedir: İsrailoğulları birtakım günahlan işleyince İrmiya veya Uzeyr, kasabanın bulunduğu yerde durdular. O sırada bu kasaba Beytü'l-Makdis'in ortasında büyükçe bir tepeyi andırıyordu. Çünkü Buhtanassar askerlerine buraya toprak taşımalarını emretti. Orası bir tepeyi andıracak hale gelinceye kadar bunu sürdürdüler. İrmiya evlerin duvarlarının çatılan üstüne çöktüğünü görünce: Allah bu kasabayı ölümünden sonra nasıl diriltir? diye sordu. el-Arîş: Evin çatısı demektir. Gölge yapsın veya örtüp saklasın diye hazırlanan herşeye "arış" denilir. Su çekilen yerin üzerine yapılan ve güneşe karşı koruyan gölgeye "arîşu'd-dâliye" denilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve çardaklarından" (en-Nahl, 16/68) âyeti de buradan gelmektedir. es-Süddî der ki: Yüce Allah buyuruyor ki: Bu kasabanın evlerinin çatıları aşağı düşmüştü. Yani önce çatılar düşmüş, daha sonra da üzerlerine duvarlar düşmüştü. et-Taberî de bunu tercih etmektedir. es-Süddî den başkası ise şöyle der: Bu orada insan bulunmamakla birlikte evler dimdik ayakta idi, demektir. Burada Çökmüş" boş ve tenha anlamındadır. Çünkü (bu kelimenin) aslı olan "el-havâ'" boş olmak demektir. Aynı şekilde çökmek hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı kökten kelime kullanılmaktadır: "İşte zulümleri sebebiyle onların bomboş evleri" (en-Neml, 27/52) Yıkılmış anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim bu âyette da: "Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş, yıkılmış"; yani çatıları üstüne yıkılmış anlamındadır. Midede gıda bulunmadığı zaman boşluğundan dolayı açlığa da "el-havâ'" denilmektedir. Doğum yaptığı için karnı boşaldı, anlamında da yine denilir, "el-haviyy", fail vezninde olup vadinin yumuşak olan iç tarafı demektir. Deve çöktüğünde karnını yerden uzak tutarsa, fiil mazi olarak: "Havva" diye kullanılır. Secde eden erkeğin bu halini anlatmak için de aynı fiil kullanılır. "Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" âyetinin anlamı da şudur: Allah burayı hangi yolla ve hangi sebeple diriltecektir? Lâfzın zahirinden anlaşılan, kasabanın imar edilmesi ve oranın iskân edilmesiyle ihya edilmesi, diriltilmesidir. Nitekim şimdilerde, imar edilmesi ve iskan edilmesi uzak olan harap şehirler hakkında; harab olduktan sonra burası nasıl imar edilecek, denilir. Âdeta bu ifade, akrabalarını, sevdiklerini görmeye alışmış olduğu şehrine ibretle bakıp duran bir kimse tarafından kulanılmış bir hasret ifadesi gibidir. İşte bu hasreti duyan kimseye, bizzat kendisi hakkında soru sorduğu husustan daha büyük bir misal verilmektedir. Bizzat kendisi hakkında kendisine verilen bu misalin onun sorduğu sorunun Âdemoğlundan ölenlerin diriltilmesine dair olması ihtimalini de ortaya koymaktadır. Yani Allah bu kasabanın ölmüş insanlarını nasıl diriltir anlamında da olabilir. Taberî bazılarından şöyle dediğini nakletmektedir: Bu söz yüce Allah'ın diriltmeye kudreti hakkında bir şüphe idi. İşte bundan dolayı bizzat o soranın kendisi buna misal verilmiştir. İbn Atiyye der ki: Oranın imar edilmesini sağlamak suretiyle bir şehrin diriltilmesine yüce Allah'ın kadir olmasında herhangi bir şüphe sözkonusu olamaz. Şu kadar var ki bir başka açıdan cahil bir kimse tarafından böyle bir şüphenin sözkonusu olması mümkündür. Doğru olan ise âyet-i kerîmenin tefsirinde şüphe diye birşeyden söz etmemektir. "Allah da onu yüzyıl öldürmüş..." âyetindeki: " Yüz" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir yıl demektir, Yıllar ki ne yıllar; tabirinde ikinci kelime birincisini tekid içindir. Aralarında olabildiğine uğraştırıcı bir iş vardır, demek gibidir. el-Accâc der ki: "O her şeyi bastıran dehşetli o yılların geçmesinden ötürü..." Aslında buradaki "el-uvvam" kelimesi, takdiri olarak Suda yüzen kelimesinin çoğuludur. Ancak bu tek başına zikredilmez. Çünkü (burada) isim değil, tekiddir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. en-Nekkâş der ki: Yıl anlamındaki bu kelime gibi bir masdardır. Bir yıllık bir zaman süresine bu ismin veriliş sebebi, güneşin yörüngesindeki bir yüzmesi, bir turuna denildiğinden dolayıdır. Bu ise yüzmek gibi bir anlama gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her biri bir yörüngede yüzerler" (el-Enbiya, 21/33) İbn Atiyye der ki: Bu en-Nekkâş'ın getirdiği açıklama anlamında kullanılmıştır. Buna göre kelimesi şekline benzemektedir. Burada sözü geçen öldürmenin zahirinden anlaşıldığına göre bu, cesetten ruhun çıkartılması ile gerçekleşmiştir. Bu âyet-i kerîme ile kıssada rivâyet edildiğine göre yüce Allah, bu kasabaya orayı imar edecek ve bu konuda oldukça gayret gösterecek bir hükümdar göndermişti. Ve nihayet bu sözü söyleyenin diriltilmesi esnasında oranın imarı tamamlanmış idi. Şöyle de denilmiştir: Bu kişinin ölümünden yetmiş yıl geçtikten sonra Allah "Kûşek" ismi verilen büyük bir Fars hükümdarını göndermiş ve otuz yıl içerisinde burayı imar etmişti. "Sonra dirilterek" âyeti onu diriltti, anlamındadır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. "Ne kadar kaldın demişti." Burada geçen "ne kadar kaldın?" sözünü kimin söylediği hususunda farklı görüşler vardır. Bu sözü söyleyenin yüce Allah olduğu söylenmiştir. Daha önceden geçtiği üzere meleklere dediği şekilde melekler aracılığı ile: "Eğer doğru söylüyorsan... demeksizin doğrudan ona böyle sormuştur. Denildiğine göre; gökten kendisine bu sözleri söyleyen bir ses işitmiştir. Hazret-i Cebrâîl'in ona hitap ettiği, bir peygamberin bunu söylediği, vefatı esnasında onu gören ve diriltildiği vakte kadar hayatta kalan mü’min bir kimsenin ona: Ne kadar kaldın diye sorduğu da söylenmiştir. Derim ki: Daha açıkça anlaşılan bunu söyleyenin yüce Allah olduğudur. Çünkü yüce Allah: "Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye hitap etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kûfeliler mahreç itibariyle birbirlerine yakın oldukları için "se" harfini "te" harfine idğam ederek Ne kadar kaldın?" diye okumuşlardır. Çünkü bu iki harfin de çıkış yeri dilin ucu ve ön dişlerin dipleridir. Ayrıca her ikisi de mehmûs olmakta birleşirler. Hems: Sözlükte sesi gizli çıkarmak demektir. Bir kıraat ilmi terimi olarak mahreçlerinden çıkmaları esnasında mahrecele aralık kalması ve mahrece fazla dayanümaması sebebiyle, harf telaffuz edilirken nefesin harfle beraber akmasına denir. Fe, hâ, (peltek) se, he, hı, sad, sin, kef ve te harfleri bu sıfata sahip harflerdir. (Doç. Dr. İsmail Karaçam, Kur'ân-ı Kerîm'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İstanbul, 1991, s. 201). en-Nehhâs ise der ki: İzhar (bu iki harfin çıkarılması) "se"nin mahrecinin "te"nin mahrecinden ayrı olduğundan dolayı daha güzeldir. Böyle bir sorunun takrir (yani gerçeği söyletmek) üzere melek vasıtasıyla sorulduğu da söylenmiştir. "(..........). Ne kadar" âyeti ise zarf olarak nasb mahallindedir. "O da bir gün yahut bir günün bir kısmı, demişti." O böyle bir cevabı kendi bilgisine ve kanaatine göre vermişti. O bakımdan verdiği bu cevapta yalan söylememiş olur. Kehf ashabının söyledikleri şu sözleri de bunu andırmaktadır: "Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık, dediler." (el-Kehf, 18/19) Halbuki ileride de geleceği üzere onların uykuda kaldıkları süre üçyüzdokuz yıl idi. Onlar böyle dediklerinde yalan söylememişlerdi. Çünkü kendi bildiklerine göre haberi vermişlerdi. Şöyle demiş gibi idiler: Bize göre, bizim kanaatimize göre bizler bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Zülyedeyn kıssasında söylediği: "Ne kısalttım ne de unuttum" sözleri de buna benzer. Zülyedeyn hadisi diye bilinen ve Hazret-i Peygamber'in sehven bir vakit namazın rekatlerini az kıldırması üzerine bu şahsın bu anlamda bir soru sorduğunu belirten bu hadisin geçtiği yerlerin önemli bir kısmı için bk: Buhârî, Salât 88, Ezan 69, Sehv 4, 5, Edeb 45, Ahbâru’l-âhâd 1; Müslim, Mesâcid 97, 99; Ebû Dâvûd, Salât 188, 189; Tirmizî, Salât 175; Nesâî, Sehv 22; İbn Mâce, İkametu's-Salât 134; Dârimi, Salât 175; Muvûtta, Salât 58-60; Müsned, II, 423, 459-460, IV, 77. Bazıları da şöyle demektedirler: Bu, bu gibi sözler gerçek mahiyetinin varlığı itibariyle bir yalandır fakat bundan dolayı da sorumluluk yoktur. Çünkü yalan söylemek bir şey hakkında bulunduğu durumdan başka türlü haber vermektir. Bu ise bilgi ve bilgisizlik ile farklılık göstermez. Bu durum usul bakımından apaçık anlaşılan bir durumdur. Buna göre şöyle diyebiliriz: Birşey hakkında olduğundan başka türlü haber vermekten -eğer kastı olarak yapılmamış ise- peygamberler masum değildirler. Nitekim peygamberler yanılmaktan ve unutmaktan yana da masum değildirler. İşte bu âyet-i kerîme ile alakalı olan husus budur. Ancak bu konu ile ilgili birinci görüş daha sahihtir. Katâde, Cüreyc ve er-Rabi" de der ki: Allah onu bir gün sabahleyin öldürdü, daha sonra ise bir gün batımından önce diriltildi. Aynı günde olduğunu sandığından dolayı: Ben bir gün kaldım dedi. Sonra güneşin henüz tamamen batmadığını görünce: Yahut bir günün bir kısmı deyiverdi. Ona: Hayır sen yüzyıl kaldın, diye cevap verildi. O da buna delalet edecek şekilde kasabanın imar edildiğini, ağaçlarını ve binalarını gördü. "İşte yiyeceğine", bu uğradığı kasabanın ağaçlarından topladığı incirdi "ve içeceğine bak. Hiç de bozulmamıştır." İbn Mes'ûd, bu buyrukları şu şekilde okumuştur: İşte yiyeceğin ve içeceğin hiç de bozulmamış." Talha b. Musârrif ve başkaları: Yüzyıldan beri duran şu yiyeceğine ve içeceğine bir bak" diye okumuşlardır. Cumhûr âyetinin sonunda vasıl halinde "he" harfini isbat (telaffuz) ederek okumuşlardır. Ancak iki kardeş (Hamza ve Kisaî) böyle okumamışlardır. Onlar bu harfi hazfederler. Vakıf halinde "he" ile okunacağı hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Yine Talha b. Musârrif a"te" harfini "sin" harfine idğam ederek: şeklinde ve şeklinde okumuştur. Cumhûrun kıraatine göre "he" harfi aslî bir harf olup ötre cezim dolayısıyla hazfedilmiştir. O takdirde kelimesi yılların değişikliğe uğratmadığı anlamında: Yıl"dan gelmiş olur. el-Cevherî der ki: kelimelerinin Yıllar kelimesinin tekili olduğu söylenir. Bu kelimenin nakıs oluşu ile ilgili olarak da iki görüş vardır. Birincisine göre eksilen harf "vav"dır, diğerine göre ise "he"dir. Bunun aslı ise şeklindedir. Alın anlamına gelen kelimesi gibidir. Bu kelime üzerinden yıllar geçtiği vakit kullanılan Hurma ağacının üzerinden yıllar geçti, kökünden türetilmiştir. Bir yıl meyve veren ve bir yıl da vermeyen hurma ağacına da hem denildiği gibi; yine aynı şekilde da denilir. Ensardan birisi (Süveyd b. es-Samit) şöyle demektedir: "Bu hurma ağacı iki yılda bir mahsul veren de değildir; salkımları yanyana getirilip üstüste yığılmış da değildir Fakat kıtlık yıllarında ihtiyaç sahiplerine meyvesi verilendir." Bir topluluğun yanında bir yıl ikamet etiğini ifade etmek üzere ile yine denilir. Yıllık bir süre ifade etmek üzere denilir. Bunun küçültme ismi ise şeklinde gelir. en-Nehhâs der ki: şeklinde okuyan kimse, bunun küçültme ismi olarak şeklini kullanır. Burada "elif" (yani şeddeli nûn'dan sonra gelen ve harf-i med gibi okunan ye harfi) cezm dolayısıyla hazfedilmiş olup "he" harfi üzerinde vakıf yaparak diye okur. O takdirde de "he" harfi harekenin beyanı için olur. el-Mehdevî der ki: Bunun aslının, ardı arkasına birkaç sene onunla muamele (müzaraa) akdi yaptım, anlamındadan veya "he" harfiyle dan gelmesi de mümkündür. Şayet bu, birincisinden geliyor ise, o takdirde âyet-i kerîmedeki kelimenin asıl şekli olur. Elif (elif-i maksure olan "ya" harfi) cezm dolayısıyla sakıt olmuş olur. Bunun aslı ise "vav"dır. Buna delil ise açoğul yapmak üzere: " Yıllar" demeleridir. Kelimenin sonundaki "he" harfi ise (Susarak harekeyi belli etmek) içindir. Şayet dan geliyor ise o takdirde "he" harfi lamu'l fiil (yani üçlü kökünün son harfi) olur. Buna göre yıl, kelimesinin aslı dır. Birinci görüşe göre ise: dir. Bunun suyun değişip bozulmasını ifade etmek üzere den geldiği de söylenmiştir. Ancak buna göre bunun şeklinde olması gerekirdi. Ebû Amr eş-Şeybanî de der ki: Bu âyet " Kokuşmuş bir çamurdan" (el-Hicr, 15/26) gelir. Yani abu buyruktab değişmemiş, anlamına gelir. ez-Zeccâc ise, böyle değildir, der. Çünkü yüce Allah'ın ın âyeti değişikliğe uğramış anlamında değildir. Bunun anlamı, yeryüzündeki kanuna (sünnete) göre kalıba dökülmüş şekildedir. el-Mehdevî de şöyle der: eş-Şeybani'nin görüşüne göre bunun aslı şeklinde olmalıdır. İki nun'dan birisi, taz'if (aynı harfin tekrarı)den hoşlanılmadığı için "ya"ya dönüştürülerek sonunda ya dönüşmüş, daha sonra cezm dolayısıyla "elif asondaki yeb düşmüş ve sekt için sonradan he harfi getirilmiştir. Mücâhid der ki: Kokuşmamış anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenen en sahih görüş, bunun dan geldiğidir. Yani yıllar onu değişikliğe uğratmamıştır, demek olur. Bu kelimenin kuraklık anlamına gelen dan gelme ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: " Muhakkak Biz Fir'avun hanedanını., yıllarca kuraklıkla., tutup sıktık." (el-A'raf, 1/130) Hazret-i Peygamber'in şu âyeti de bu kabildendir: " Allah'ım, Sen bu yılları onlar hakkında Yusuf'un kıtlık yılları kıl." Aynen ve bazan benzer lâfızlarda olmak üzere: Buhârî, Ezan 128, İstiskaa 2, Cihâd 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3. sûre 9, 4. sûre 21, 44. sûre 2; Müslim, Mesâcid 294, 295, Sıfâtu'l-Münâfikîn 40; Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâî, Tatbik 27; İbn Mâce, İkametu's-Salât 145; Dârimi, Salât 216... Işte buradan kuraklıkla karşı karşıya kaldılar, anlamında denilir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Kıtlıklar ve kuraklıklar senin yemeğini değişikliğe uğratmamıştır. Yahut yıllar, onu değişikliğe uğratmamıştır. Yani o tazeliği ve güzelliği üzere kalmaya devam etmiştir. "Bir de merkebine bak" âyetiyle ilgili olarak; Vehb b. Münebbih ve başkaları der ki: Kemiklerini birbirlerine gelip bitişmesine ve onun parça parça diriltilmesine bak, demektir. Rivâyet edildiğine göre Allah onu bu şekilde birbirleriyle uygun şekilde bitişmiş kemikler haline gelinceye kadar diriltti, sonra tam bir merkeb oluncaya kadar kemiklerine et giydirdi. Daha sonra bir melek geldi, ona ruh üfledi ve merkeb ayağa kalkıp anırmaya başladı. Müfessirlerin çoğunun açıkladığına göre bu, böyle olmuştur. ed-Dahhâk ile yine Vehb b. Münebbih'ten şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Ona şöyle denilmişti: Sen eşeğini bağladığın yerde dimdik haliyle ayakta duruşuna bir bak! Onun baktığı ise -yüce Allah'ın cesedinin sair kısımları ölü olduğu halde, gözlerine ve başına hayat vermesinden sonra- bizzat kendi kemikleri idi. ed-Dahhâk ile Vehb dediler ki: Bütün bu süre boyunca Allah İrmiya'yı ve eşeğini kimsenin görmesine fırsat vermedi. "Biz seni insanlara bir alamet kılmak için böyle yaptık." el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah'ın: " Biz seni... kılmak için" âyetinde "vav" harfinin gelmesi kendisinden sonraki bir fiile şart olduğuna delalet etmek içindir. Bu ise: Seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık, anlamındadır. Bu da: "Seni insanlara bir alamet kılmak için böyle yaptık" ve ölümden sonra dirilişe bir delalet olmak üzere bunu yaptık, anlamındadır. Bu "vav" harfi zaid olarak da gelmiş kabul edilebilir. el-A'meş der ki: Onun "bir alamet" oluşu şöyledir: O tekrar öldüğü günkü haliyle genç olarak diriltildi, (dönemindeki) oğulların ve torunların yaşlanmış olduğunu gördü. İkrime ise der ki: Vefat ettiği gün kırk yaşında idi. Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre de Hazret-i Uzeyr, hanımının yanından çıkıp ayrıldığında hamile idi. Yaşı da elli idi. Allah yüzyıl süreyle onu öldürdü. Daha sonra onu diriltip yine ailesinin yanına elli yaşında olduğu halde geri döndü. Oğlunun yüz yaşında olduğunu gördü. Böylelikle oğlunu kendisinden elli yıl daha yaşlı buldu. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Allah Uzeyr'i diriltince eşeğine bindi, eski mahallesine geldi, o insanları tanımadığı gibi onlar da onu tanımadı. Evinde âmâ bir yaşlı kadın gördü. Bu onların bir cariyesi idi. Uzeyr yanlarından ayrıldığında bu cariye yirmi yaşında idi. O cariyeye: Bu Uzeyr'in evi midir diye sorunca, evet dedi ve sonra ağladı. Dedi ki: Uzeyr şu kadar yıldan beri bizden ayrıldı. O: Uzeyr benim deyince cariye biz Uzeyr'i şu kadar yıldan beri kaybetmiş bulunuyoruz, dedi. Şu cevabı verdi: Allah yüzyıl süreyle beni öldürdü, sonra diriltti. Cariye, Uzeyr hastalar için bela ve musibet sahibi kimseler için yaptığı duaları kabul edilen bir kimse idi. Bunlar için yaptığı dualarla musibet sahipleri iyileşirdi. Haydi Allah'a dua et de tekrar göreyim, dedi. Uzeyr Allah'a dua etti ve eliyle gözlerine sürdü. Olduğu yerde bağlandığı bir ipten, düğümden kurtuluyormuş gibi sıhhatine kavuştu. Şahitlik ederim ki sen Uzeyr'sin dedi. Daha sonra aralarında yüzyirmisekiz yaşında ihtiyar oğlunun da bulunduğu İsrailoğullarından bir topululuğun yanına gitti. O sırada torunları dahi yaşlanmış, ihtiyarlamıştı. Ey kavmim dedi. İşte Allah'a yemin ederim bu Uzeyr'dir. Herkesle birlikte oğlu ona döndü. Oğlu şöyle dedi: Benim babamın iki omuzu arasında hilal gibi siyah bir beni vardı. Oraya baktığında onun Uzeyr olduğunu anladı. Yine denildiğine göre geri döndüğünde tanıdığı herkesin ölmüş olduğunu gördü. Kavminden hayatta kalmış olan kimselere bir alamet oldu. Çünkü onlar öncekilerden işittiklerinden dolayı durumuna kesin olarak inanıyorlardı. İbn Atiyye der ki: Bu süre boyunca onun öldürülmesi, daha sonra da diriltilmesi en büyük bir âyet, bir alamettir. Onun bu hali zaman boyunca bir alamet olarak kalacaktır. Bunun bir zaman dilimine tahsis edilmesine ihtiyacı yoktur. "Kemiklere de bak. Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz" âyetindeki " onları., birleştirip yerine koyuyoruz" âyetini Kûfeliler ve İbn Amr "ze" harfiyle diğerleri ise "radıyallahü anh" harfiyle okumuşlardır. Eban, Âsım'dan "nün" harfini üstün "şîn" ve "râ" harfini ötreli olmak üzere şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. İbn Abbâs, el-Hasen ve Ebû Hayve de böyle okumuştur. Bu okuyuşun birinci "nûn"un ötreli, "şin"in esreli okuyuşunun diriltmeyi ifade etmek üzere iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arapça'da benzeri kullanımlar görülmektedir. Şu kadar var ki dilde tanınıp bilinen söyleyiş şekli şeklindeki söyleyiştir. Yani Allah onları diriltti, onlar da dirildiler. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: " Sonra dilediği zaman onu tekrar diriltecek." (Abese, 80/22) Bunların diriltilmesi (neşri) elbisenin yayılması (neşredilmesi) gibi olacaktır. Ölü için neşr, ölümden sonra yaşamak hakkında kullanılır. el-A'şâ der ki: "Hatta insanlar gördüklerinden dolayı şöyle derler: Ölüp de sonradan yaşayan ölüden dolayı hayretler doğrusu!" Sanki ölüm kemik ve organların katlanıp dürülmesi, diriltmek ve organların yanyana getirilip toplanması ise neşr (yayılması) gibidir. "Ze" harfiyle şeklindeki okuyuşun anlamı; "onları kaldırdığımıza bak" şeklindedir. Neşr, yerin yüksekçe olan bölgesine denilir. Şair der ki: "Orada bir yaşındaki tilkinin, Bir yükseğe çıktığı vakit, âdeta semer vurulmuş bir at gibi olduğunu görürsün." Mekkî der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Diriltmek üzere onları bir araya getirişimizde, kemikleri üstüste nasıl oturttuğumuza bir bak! Çünkü "neşz" yükselmek, yükseğe çıkmak demektir. Kocasına muvafakat etmeyip üste çıkan kadına da "neşûz kadın" denilir. Allah'ın: " Kalkın denildiğinde kalkıverin" (el-Mücâdele, 58/11) âyetinin anlamı, kalkıp biraraya gelip sıkışın, anlamındadır. Aynı şekilde bu kelimenin "radıyallahü anh" harfiyle okunması diriltmek anlamındadır. Kemikler ise biraraya gelmedikçe tek başına diriltilemezler. "Ze" harfi ile bu anlamı vermesi daha uygundur. Çünkü bu, diriltme olmaksızın bir araya gelmek anlamındadır. Diriltmekle nitelenen ise tek başına kemikler değil, adamın kendisidir. Bu canlı bir kemiktir, denilmez. O bakımdan bunun anlamı şöyle olur: Sen o kemiklere, onları yerdeki yerlerinden nasıl kaldırıp diriltmek üzere sahibinin bedenine getirdiğimize bir bak demek olur. en-Nehaî ise, "nun" harfini üstün, "şin" ve "ze" harflerini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Böyle bir okuyuş İbn Abbâs ve Kâtade'den de rivâyet edilmiştir. Ubey b. Ka'b ise ("ze" harfi yerine "ye" ile) şeklinde okumuştur. Giydirmek (kisvet) ise alttakini örten elbise demektir. Burada et bu elbiseye benzetilmiştir. Lebid bunu İslâm hakkında istiare yoluyla kullanarak şöyle demiştir: "Ve nihayet ben îslâm'dan bir elbise giyindim." Sûrenin baş taraflarında (Bakara Sûresi'nin girişinde) bu beyit daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Kendisine durum apaçık belli olunca: «Biliyorum ki Allah şüphesiz herşeye kadirdir» demişti." Rivâyet edildiğine göre şanı yüce Allah, önce onun bir kısmını diriltmiş ve daha sonra da cesedinin geri kalan kısmını nasıl dirilttiğini ona göstermiştir. Katâde der ki: Kemiklerinin, birinin diğerine nasıl eklendiğine bakmaya koyuldu. Çünkü Allah ilk olarak onun kafasını yarattı ve ona: Bak! denildi. İşte bu vakit: "Biliyorum ki" diye -elif kat' hemzesi olarak- diye cevap verdi. Yani ben bunu biliyorum, anlamındadır. Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Kendisine durum apaçık belli olunca" âyetinin anlamı şudur: Daha önce bizzat görmeden önce Allah'ın kudreti ile ilgili olarak kendisince uzak görülen durumu gözüyle görüp açıklık kazanınca: "Biliyorum ki..." dedi. İbn Atiyye ise der ki: Bu bir hatadır. Çünkü böyle bir açıklama lâfzın gerektirmediği bir manayı ihtiva etmektedir. O, şaz görüşe ve zayıf ihtimale göre bu tefsiri yapmıştır. Bana göre bu, Taberî'nin ileri sürdüğü gibi önceden inkâr edip uzak bir ihtimal kabul ettiğini ikrar etmesi anlamında değildir. Aksine bu, ibret almanın etkisiyle söylenmiş bir sözdür. Nitekim mü’min bir kimse yüce Allah'ın kudretinden garibine giden bir durum gördüğü vakit "la ilahe illellah" ve buna benzer bir söz söyler. Ebû Ali der ki: Bunun anlamı şudur: Daha önce bilmediğim bu bilgi türünü bilmiş oldum, demektir. Derim ki: Böyle bir manayı daha önceden Katâde'den zikretmiş bulunuyoruz. Mekkî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) de böyle demiştir. Mekkî der ki: Yüce Allah'ın ölüleri diriltme hususundaki kudretinden bir kısmını gözüyle görünce kendi durumunu haber verdi ve böylelikle müşahede ile buna yakînen inandı. Ayrıca Allah'ın herşeye kadir olup gücünün yettiğini bildiğini de ikrar etti. Yani ben daha önce gözlerimle görerek bilmediğim bu bilgi türünü zaten önceden de biliyordum. Bu açıklama (.........)daki hemzeyi kat' hemzesi olarak okuyan kıraat âlimlerinin çoğunluğunun okuyuşuna göredir. Hamza ve el-Kisaî ise hemzeyi vaslederek okumuşlardır ki, bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisine göre melek ona (...........): Bil ki., demiştir. Diğerine göre ise o kendisini kendisinden ayrı ve yabancı bir muhatab konumuna getirerek, böyle demiştir. Buna göre; durum kendisine apaçık olunca, kendi kendisine şöyle demiştir: Ey nefs, daha önce görerek bilmediğin bu ilmi yakînen bilmiş ol! Ebû Ali bu kabilden olmak üzere şöyle der: "Ey Hüreyre, veda et, çünkü kafile yola koyulmak üzeredir." "(Gözlerin rahatsızlıktan dolayı uyuyamadığı gece olan) Ermed Gecesi gözlerin kapanmadı mı?" İbn Atiyye dedi ki: Ebû Ali, şairin şu sözü ile bu anlama ışık tutmaktadır: "Onun nereden olduğunu, nereden içtiğini hatırla! Pekçok deveyi iyice güden kimsenin iki nefsiyle (kendisiyle) konuşması gibi." Mekkî dedi ki: Bunun yüce Allah tarafından kendisine bilmeyi emretmek üzere söylenmiş olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah ona kendi kudretini izhar etmiş ve doğruluğunu kesin olarak bildiği işi ona göstermiş, o da kudretini ikrar etmiştir. O bakımdan yüce Allah'ın bunu bilmesini emretmesinin bir anlamı yoktur. Aksine o, bu işi bizzat kendi nefsine emretmektedir ki, bu mümkündür ve güzel bir açıklamadır. Abdullah (b. Mes'ûd)ın okuyuşunda bunun yüce Allah tarafından kendisine bilmek üzere verilmiş bir emir olduğuna delalet eden şekil vardır. Bunun da anlamı şöyle olur: Sen gözlerinle görüp kesin olarak inandığın için bu bilgiyi bil, asla bundan uzak durma! Çünkü onun okuyuşunda: " Bil denildi" şeklindedir. Yine bu daha önce yüce Allah'ın: "İşte yiyeceğine bak, merkebine bak ve kemiklere de bak" âyetine uygundur. O bakımdan burada: "Ve bil ki, Allah şüphesiz herşeye kadirdir" âyeti de bu kabilden olur. İbn Abbâs bunu: "Ona bil denildi" anlamında şeklinde okurdu. Ve ayrıca o mu daha hayırlı İbrahim mi diye eklerdi. Çünkü İbrahim'e bir sonraki âyette: "Bil ki Allah Azizdir, Hakimdir" denilmiştir. İşte bu da Allah'ın diriltmesini gözleriyle görmesi üzerine şanı yüce Allah'ın kendisine söylediği bir söz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 260Hani İbrahim: "Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" diye buyurdu. O da: "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için" demişti. Buyû' rdu ki: "Dört kuş al. Onları kendine alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerinde bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah, Azizdir, Hakimdir." Tefsir âlimleri bu sorunun Hazret-i İbrahim tarafından şek (şüphe) dolayısıyla mı, sorulduğu yoksa böyle bir şüphe sözkonusu olmaksızın mı sorulduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Cumhûr der ki: İbrahim (aleyhisselâm) yüce Allah'ın ölüleri diriltmesi hususunda asla şüphe etmiyordu. O bunu gözleriyle görmek istedi. Çünkü insan ruhu kendisine haber verilen şeyi görmeyi arzular. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haber vermek gözle görmek gibi değildir" diye buyurmuştur. Müsned, I, 215, 271 Bunu sadece İbn Abbâs rivâyet etmiş, başkası rivâyet etmemiştir. Bu bilgileri de Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) vermiştir. el-Ahfeş der ki: Hazret-i İbrahim kalbî rü'yeti değil, gözüyle görmeyi istemiştir. el-Hasen, Katâde, Saîd b. Cübeyr ve er-Rabi' der ki: Yakînine daha bir yakîn gelsin diye bu istekte bulunmuştur. İbn Atiyye der ki: Taberî bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Tefsirinde şöyle bir başlık kullanmış:Başkaları da dedi ki: İbrahim Rabbinden bunu istedi. Çünkü yüce Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmişti. Bu başlık hakkında İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Benim kanaatime göre Kur'ân-ı Kerîm'de bundan daha çok ümid verici bir âyet-i kerîme yoktur. Atâ b. Ebi Rebah'tan da şöyle dediği zikredilmektedir: İbrahim'in kalbine insanların kalplerine giren bazı şeyler girmişti. Bunun için: Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster! demişti. Daha sonra Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadisi zikreder. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bizler şüphe etmek hususunda İbrahim'den daha bir hak sahibiyiz.." Daha sonra Taberî bu görüşü tercih etmektedir. Taberî, III, 49. Derim ki: Ebû Hüreyre yoluyla gelen Hadîs-i şerîfi Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivâyet etmişlerdir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Biz şüphe etmeye İbrahim'den daha çok hak sahibiyiz. Çünü o şöyle demişti: Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster. Allah da îman etmedin mi? diye sorunca: Evet, fakat kalbim mutmain olsun diye; demişti. Allah Lut'a rahmet buyursun. O zaten oldukça güçlü bir yere sığınmış idi. Ve eğer ben Yûsuf’un kaldığı süre kadar hapiste kalacak olsaydım (zindandan çıkmaya çağıran) davetçinin isteğini kabul ederdim." Buhârî, Enbiyâ 11, Tefsir 12. İbn Atiyye der ki: Benim görüşüme göre Taberî'nin başlığı reddedilir. Bu başlığın altına koyduğu ifade de te'vil edilmiştir. İbn Abbâs'ın: "O en çok ümit veren âyettir" sözü şu bakımdan söylenmiştir: Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın kudretine delil gösterilmekte ve dünyada ölülerin diriltilmesi isteğini ihtiva etmektedir. Yoksa konu (Taberî'nin) zannettiği gibi değildir. İbn Abbâs'ın: O en çok umut verici âyettir, şeklindeki sözü yüce Allah'ın: "Îman etmedin mi yoksa?" âyeti dolayısıyla da söylenebilir. Çünkü îman tek başına yeterlidir. Ayrıca îman ile birlikte araştırıp incelemeye, eşeleyip kurcalamaya gerek yoktur. Atâ b. Ebû Rebah'ın: "İbrahim'in kalbine sair insanların kalplerine girenlerin bir kısmı girdi" sözünün anlamı ise, önceden de geçtiği gibi gözüyle görmeyle alakalıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Biz şüphe etmeye İbrahim'den daha çok hak sahibiyiz" sözünün anlamı ise şudur: Eğer İbrahim şüphe eden birisi olsaydı biz ondan daha çok şüphe etmeye hak sahibiyiz. Biz ise şüphe etmiyoruz. O halde İbrahim'in şüphe etmemesi daha bir uygundur. O bakımdan Hadîs-i şerîf Hazret-i İbrahim'in şüphe etmesini reddetmek esası üzeredir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "İşte bu katıksız imandır" "... katıksız imandır (mahdu’l-îman )" lâfzıyla: Müftün, Îman 211; Müsned, II, 456, VT, 106; "... apaçık imandır (sarihu’l-îman )" lâfzıyla: Müslim, Îman 209; Ebû Dâvûd, Edeb 109; Müsned, II, 397, 441. dediği rivâyet edilen hadise gelince; bu kalpte yer etmeyen gelip geçici düşünceler hakkındadır. Şüphe (şek) ise biri ötekinden ağır basmayacak şekilde iki iş arasında duraklamaktır. Böyle bir durum ise Halilullah İbrahim (aleyhisselâm) hakkında sözkonusu değildir. Ölülerin diriltilmesi, sem'i yol ile sabit olur. İbrahim (aleyhisselâm) ise bunu daha iyi bilen birisiydi. Nitekim buna onun söylemiş olduğu: "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" (el-Bakara, 2/258) demesi göstermektedir. Şüphe yalnızca sağlam bir îmana sahip olan kimseden uzak olduğuna göre nübüvvet ve Halillik mertebesine ulaşan kimse hakkında nasıl sözkonusu olabilir? Üstelik peygamberler büyük günahlardan ve küçültücü küçük günahlardan masum akorunmuşblardır. Hazret-i İbrahim'in soru sormasını ve âyet-i kerimenin sair lâfızlarını dikkatle düşünecek olursak, bunun bir şek (şüphe) anlamı vermediği görülür. Şöyle ki: "Nasıl" ile soru sormak, soran tarafından da, kendisine soru sorulan tarafından da, varlığı kabul edilen var olan bir şeyin durumu hakkında sorulur. Bizim: Zeyd'in ilmi nasıldır, elbise dokumak nasıl olur ve benzeri sorular sormamıza benzer. Elbisen nasıldır, Zeyd nasıldır, denildiği takdirde bu, onun hallerinden birisine dair bir soru olur. "Nasıl: ?" Nasıl edatı hakkında soru sorulacak bir şeyin durumu ile ilgili bir haber de olabilir. Mesela, nasıl istersen öyle ol, dememiz buna benzer. Yine Buhârî'nin: Vahyin başlangıcı nasıl idi?" diye bir başlık Buhârî, Bed'u’l-Vahy açması da buna benzer. Bu âyet-i kerimede "nasıl" sorusu diriltme şekliyle ilgili bir sorudur. Diriltmenin kendisi ise kabul edilmektedir. Fakat bizler bir şeyin varlığını reddeden bazı kimselerin kimi zaman bunu inkâr ettiklerini, asla doğru olmayacağı bilinen o şeyin durumu ile ilgili soru sorduklarını görüyoruz. Böyle bir soru sormak ise o şeyin bizatihi doğru olamayacağını ifade eder. Buna örnek: Bir iddia sahibinin kalkıp ben bu dağı kaldıracağım, demesi üzerine bu iddiasını yalanlayan kişinin de ona: Peki onu nasıl kaldıracağını bana göster, demesidir. Bu, anlatımda mecazî bir yoldur. Bunun anlamı ise tartışma gereği onun iddiasını kabul ediyor görünmektir. Şöyle demesini andırır: Senin bunu kaldıracağını varsayalım, haydi bunu nasıl kaldıracağını göster! demektir. İşte Hazret-i İbrahim'in kullandığı ifade de bu mecazî anlamla bir ortaklık arzeder gibi göründüğünden dolayı, Allah bu konuyu onun özel maksadını ortaya çıkaracak şekilde ifade etti ve onun gerçek durumunu açıklamak durumunda bırakmak üzere ona: "İnanmadın mı yoksa" diye buyurunca o da: "İnandım.." diye cevap vermiştir. Böylelikle iş tamamlanmış ve her türlü şüpheden ayrılmış olmaktadır. Daha sonra da Hazret-i İbrahim böyle bir istekte bulunmasını kalbinin itmi'nan ve huzur bulması gerekçesine bağlamaktadır." Derim ki: İşte bunlar İbn Atiyye'nin açıklamalarıdır. Gayet güzel ve yeterlidirler. Peygamberler (Allah’ın salat ve selamı üzerlerine olsun) hakkında böyle bir şüphe düşünülemez. Çünkü bu bir küfür olur. Çünkü peygamberler öldükten sonra dirilmeye îman üzerinde ittifak etmişlerdir. Yüce Allah da peygamberlerinin ve veli kullarının aleyhine şeytanın bir yol bulamayacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir tasallutun olamaz." (el-Hicr, 15/42) Lanetli şeytanın kendisi ise şöyle demektedir: "Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kullarım müstesna." (el-Hicr, 15/40; Sa'd, 38/83) Şeytanın onlar üzerinde herhangi bir tasallut ve tahakkümü sözkonusu olmadığına göre onları şüpheye, tereddüde nasıl sürükleyebilir? Hazret-i İbrahim sadece ölülerin dağılmasından sonra parçalarının bir araya getirilme, darmadağın edildikten sonra damar ve derilerin birbirine bitiştirilme keyfiyetinin nasıl olduğuna şahit olmayı istemiştir. O bununla ilme'l-yakînden ilmel-yakin'e (ayne'l-yakine olması gerekir) yükselmek istemiştir. Hazret-i İbrahim'in: "Nasıl dirilttiğini bana göster" ifadesi keyfiyeti gözleriyle müşahede etme isteğidir. Kimi mana ehli (mutasallallahü aleyhi ve sellemvuf) şöyle demiştir: Hazret-i İbrahim Rabbinden kalpleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemiştir. Ancak böyle bir açıklama yanlıştır ve ondan sonra gelen diğer âyetler da böyle bir tefsiri reddetmektedir. Bunu el-Maverdî zikretmiştir. Yüce Allah'ın: "İnanmadın mı yoksa" âyetindeki "hemze" istifham için değildir. Bu, olumluluk ve takrir (yani gerçeği karşı tarafa söyletip kabul ettirme) hemzesidir. Nitekim Cerir şöyle demektedir: "Sizler bineklere binenlerin hayırlıları değil misiniz?" Hemzeden sonra gelen "vav" ise hal içindir. "İnanmadın mı" âyetinde anlatılmak istenen, mutlak bir imandır. Ve bunun kapsamına ölülerin diriltilmesinin üstünlüğü de dahildir. "O da: İnandım, fakat kalhimin mutmain olması için, demişti." Yani ben delil ile bilinen ile görerek bilinen arasındaki farkın ortaya çıkmasıyla kalbimin mutmain olması için bunu Senden istedim. Mutmain olmak (tuma'nine) i'tidal ve sükûn demektir. Azaların tuma'ninesinin ne demek olduğu bilinmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Ve rüku'da itmi'nan buluncaya kadar rükû' yap!" Namazını tadil-i erkâna riâyet etmeksizin alel-acele kılan birisine Hazret-i Peygamber namazını üç defa üstüste iade etmesi emrini verince bu kişi: "Benim bildiğim namaz bu! Bana öğret" der. Hazret-i Peygamber'in de bu kişiye nasıl namaz kılacağını öğrettiğini ihtiva eden ve ilim adamları arasında: "Hadisu Salati’l-musîl" yani "namazını doğru dürüst kılamayan kimseye dair hadis" diye meşhur olan bu hadis için bk. Buhârî, Ezan 95, 122, İsti'zân 18, Eymân 15; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 144; Tirmizî, Salât 110; Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15; Sehv 67; İbn Mâce, Salât 72; Müsned, II, 437, IV, 340. diye buyurmaktadır. Kalbin itmi'nanı ise, inanılan şey hakkındaki düşüncesinin huzur ve sükûn bulması demektir. Diriltmenin şekli üzerine düşünmek yasak değildir. Nitekim bugün bizler de bu hususta düşünebiliriz. Çünkü bu düşünmede bir takım ibretler vardır. İbrahim el-Halil de bunu gözüyle görüp diriltmenin şekli hakkındaki düşüncelerinin ileri gitmesini istemiştir. Taberî der ki: "Fakat kalbimin mutmain olması için, demişti" âyeti, kalbimin yakîn bulması akesinlikle inanmasıb için anlamındadır. Buna yakın bir açıklama Saîd b. Cübeyr'den nakledilmiştir. Yine Said'den yakînim artsın diye, şeklinde bir açıklama da nakledilmiştir. İbrahim ve Katâde de böyle söylemiştir. Bazıları da; imanıma îman katılsın diye açıklamışlardır. İbn Atiyye der ki: Bu konuda düşünceden yana huzur ve sükun bulma şeklindeki bir artıştan başka bir artış sözkonusu değildir. Çünkü yakîn bölünme kabul etmez. es-Süddî ve yine İbn Cübeyr de der ki: Sen benim Halilim olduğuna îman etmedin mi diye sormuş, o da: Ettim fakat Senin Halilin olduğuma dair kalbim mutmain olsun diye istedim, demiştir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i İbrahim, duasının kabul olunup olumayacağını bilmek üzere ölülerin nasıl diriltildiğini kendisine göstermesi için dua etmiş, yüce Allah da ona: Benim Senin duanı kabul ettiğime îman etmedin mi? diye sorunca: Ediyorum fakat Senin benim duamı kabul ettiğine dair kalbimin mutmain olmasını istiyorum, diye cevap vermiştir. Hazret-i İbrahim'i böyle bir talepte bulunmaya itenin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Denildi ki: Yüce Allah ona kendisini Halil edineceğine dair vaadde bulunmuştu. O da buna dair bir alamet istedi. Bu açıklama es-Saib b. Yezid'e aittir. Bir diğer görüşe göre de Nümruz'un: Ben diriltir ve öldürürüm, demesi üzerine Allah'tan böyle bir istekte bulunmuştur. el-Hasen der ki: O bir leş görmüştü. Bunun yarısı karada yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıyordu. Diğer yarısı ise denizde idi. Deniz hayvanları tarafından darmadağın ediliyordu. Hazret-i İbrrahim bu leşin darmadağın olduğunu görünce bunun bir araya gelişini görmek istedi. Ne şekilde darmadağın olduğunu gördüğü gibi ne şekilde bir araya getirildiğini görmekle kalbinin mutmain olması istediğinde bulundu. Bunun üzerine ona: "Buyû' rdu ki: Dört kuş al" Bu dört kuşun horoz, tavus, güvercin ve karga olduğu söylenmiştir. Bunu İbn İshak ilim ehli birisinden nakletmektedir. Mücâhid, İbn Cüreyc, Atâ b. Yesar ve İbn Zeyd de böyle demiştir. İbn Abbâs ise karga yerine turna kuşunu zikreder. Yine İbn Abbâs'tan güvercin yerine kartal dediği de nakledilmiştir. Hazret-i İbrahim emrolunduğu şekilde bu kuşlan aldı. Bunların kafasını kesti, sonra küçük parçalara böldü. Daha bir hayret verici olsun diye kanlarını ve tüylerini de katarak hepsinin etlerini birbirine karıştırdı. Daha sonra bu toplu karışımdan her bir dağın tepesine bir parça koydu, o da bu parçaları göreceği bir yerde durdu. Kestiği kuşların kafasını da elinde tuttu, sonra da: Yüce Allah'ın izniyle geliniz! dedi. Bu parçalar, kanlar, tüyler her birisi kendi bedenine doğru uçpştu, sonunda önceki hali gibi bir araya geldi ve başsız kaldılar. Hazret-i İbrahim bir daha seslenince ayakları üzerine koşarak ona geldiler. Uçan kuş hakkında "koşmak" tabiri ancak temsilî bir ifade olarak kullanılır. Bunu da en-Nehhâs söylemiştir. Hazret-i İbrahim, bu kuşlardan birisine kendi başından başkasını gösterdiğinde, o kuş uzaklaşırdı. Başını ona gösterdi mi yaklaşırdı, nihayet her bir kuş, kendi başını buldu ve yüce Allah'ın izniyle de uçup gitti. ez-Zeccâc der ki: Bu âyet: Sonra her bir dağın üzerine her bir kuştan bir parça koy, anlamındadır. Âsım'dan rivâyetle Ebubekir ve Ca'fer Bir parça" kelimesini şeklinde okumuştur. Yine Ebû Cafer'den "ze" harfi şeddeli olarak şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise (birinci şekilde olduğu gibi), hemzeli ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki, hepsi de aynı kelimenin değişik söyleyişidir. Manası ise; parça al, demektir. "Koşarak sana gelirler" hal olarak nasbedilmiştir. Onları alıştır" âyeti onları parçala anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücâhid, Ebû Ubeyde ve İbnu'l-Enbarî yapmıştır. Birşeyi parçalamak hakkında bu fiil kullanılır. İbn İshak da böyle demiştir. Ebû'l-Esved ed-Düelî'den nakledildiğine göre ise bu kelime, Süryanice parçalamak anlamındadır. Tevbe b. el-Humeyyir, parçalamayı vasfederken şöyle demektedir: "Ben ipi kendime doğru çekince, (attığım) düğümler gıcırdadı; Yüklerin vurulduğu semerin oldukça sert tahtaları (ile sürtünmek)ten; İpleri bana o kadar yaklaştırıldı ki ben; yerimde kalkıvermekle ulaşıverdim ona; Halbuki (önceden) çıkışlarım onları (ipleri) parçalıyordu." ed-Dahhâk, İkrime ve ondan gelen bir rivâyette İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, onları parçala, anlamında Nebatice bir kelimedir. Bunun anlamının, kendine alıştır (mealde de böyledir) olduğu da söylenmiştir. Yani onları kendi yanına al ve yanında by- araya getir. Boynu meyilli olan bir kimse hakkında denilir. Sizi özledim ve size meylediyorum, anlamında denilir. Bunun çoğulu ise şeklinde gelir. Şair der ki: "Allah bilir ki, bizlerin ayrılık gününde komşularımıza dönüp bakmamız Onlara alışmamız ve meylimizden dolayıdır." Parçalama anlamına göre Sana" âyeti "al" âyetine taalluk eder ve ayrıca hazfedilmiş ifade takdirine gerek yoktur. Alıştırmak ve yanına almak anlamında ise bu "onları alıştır" âyetine taalluk eder. O takdirde ifadede söylenmemiş sözler var demektir: Onları kendine alıştır, sonra da onları parçala, demek olur. Bu kelime beş türlü okunmuştur. Bunların ikisi yedi kıraat arasında yer alır. Bunlar ise "sad" harfini ötreli "radıyallahü anh" harfini şeddesiz okumak ile "sad" harfini esreli okumaktır. Bazıları da bunu şeklinde "sad" harfini ötreli ve "radıyallahü anh" harfini ise üstün ve şeddeli olarak okumuşlardır. Bu, âdeta onları bağla, gibi bir anlam ifade eder. Dinarların "surre edilmesi abağlanmasıb" burdan gelmektedir. Kimisi de "sad" harfini esreli ve "radıyallahü anh" harfini üstün ve şeddeli olarak şeklinde okumuşlardır ki bunun da anlamı onları bağırt şeklindedir. Nitekim kapı ve kalem ses çıkardığı vakit bu fiil kullanılır. Bunu da en-Nekkâş nakletmiştir. İbn Cinnî der ki: Bu garip bir okuyuştur. Çünkü mudaaf ve müteİsmi ile fiillerin muzâri' şekillerinin "yef'ilu" vezni az kullanılır. Bunun uygun kalıbı, ayn'ın ötreli okunuşu ile "yef ulu" şeklidir. "Şedde-yeşeddu: Bağladı, bağlar" ve buna benzer fiillerde olduğu gibi. Ancak bu kabilden olmak üzere: Sözü -fitne çıkarmak amacıyla- gizlice ulaştırdı, ulaştırır ile Savaştan tiksindi, tiksinir, şeklinde kullanılan fiiller de vardır. el-A'şâ'nın şu mısraı da bu kabildendir: "Ve nihayet sen ondan tiksinecek hale gelinceye kadar söz söyleyip duracaksın." Bunun dışında az sayıda birkaç fiil daha bu şekilde kullanılır. Yine İbn Cinni der ki: İkrime'nin "sad" harfini ötreli olarak okuması ise "radıyallahü anh" harfinde -"Medde" ve "şedde" fiillerinde olduğu gibi- hem ötre, hem üstün, hem de esreli okuma ihtimalini ortaya çıkartır. Ancak uygun olan şekil ise daha sonra gelen " he" harfi ötreli olduğundan dolayı "re" harfinin de ötreli okunuşudur. Beşinci okuyuş şekli ise "sad" harfi üstün "radıyallahü anh" harfi ise şeddeli ve esreli olmak üzere şeklindedir. Bunu da el-Mehdevî ve başkalan İkrime'den nakletmişlerdir. Anlamı ise onları alıkoy, tut demektir. Nitekim hapsetmek, alıkoymak için bu fiil kullanılır. (Memeleri bağlanmış ve sütü hapsedilmiş olan) koyuna "el-musarrât" denilmesi de buradan gelmektedir. Burada el-Mâverdî'nin sözkonusu ettiği bir itiraz vardır. O da şöyledir: Hazret-i Mûsa'nın: "Rabbim, bana kendini göster de Seni göreyim" (el-A'raf, 7/143) isteği kabul edilmediği halde Hazret-i İbrahim'in âhiret ile ilgili bir duruma dair isteği nasıl kabul edilmiştir? Buna iki türlü cevap verilmiştir: Birincisine göre Hazret-i Mûsa'nın isteği teklifin kalıcılığıyla yerine getirilemez. Hazret-i İbrahim'in isteği ise özeldir ve onunla teklifin kalıcılığı mümkündür. İkinci cevap ise şöyledir: Durumlar arasında farklılık vardır. Kimi zaman daha uygun olan isteğe cevap vermektir, bir başka zaman ise bu konuda önceden izin bulunmadığından dolayı isteğin kabul edilmemesi daha uygun olabilir. İbn Abbâs da der ki: Şanı yüce Allah, Hazret-i İbrahim'e bu emri çocuğu olmadan ve onun üzerine sahifeleri indirilmeden önce vermiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 261Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsidir, Alimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah, birtakım kat'î deliller ihtiva eden âyetlerden sonra Allah yolunda cihad etmeye tevsik etti ve ancak bir peygamberin getirebileceği türden olan bu kat'î delillerden sonra cihad eden kimsenin bu cihadı dolayısıyla oldukça büyük bir sevab alacağını bildirdi. el-Büstî, sahih Müsned'inde İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu âyet-i kerîme nazil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Rabbim, ümmetime daha fazla ver" diye buyurdu. Bunun üzerine: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da ona o verdiğini kat kat artırır." (el-Bakara, 2/245) âyetini indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yine: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver" deyince bu sefer: "Şüphesiz sabredenlere ecirleri hesapsız verilir." (ez-Zumer, 39/10) âyeti nazil oldu. İbn Kesîr, I, 469 Bu âyet-i kerimenin lâfzı Allah yolunda infakın şerefini ve güzelliğini beyan etmek için verilmiş bir misaldir. Ayrıca bu âyet-i kerîme bu yolda teşvik de ihtiva etmektedir. İfade arasında bir muzaf hazfedilmiştir ki bunun takdiri de şöyledir: Allah yolunda mallarını infak edenlerin bu infaklarının misali... bir tohum gibidir," şeklindedir. Bir diğer takdir yolu da şöyle olur: Mallarını infak edenlerin misali, yere tek bir tohum ekip de ektiği tohum yedi başak bitiren çiftçinin misali gibidir. Yani, her birisinde yüz tane bulunan yedi tane başak bitirmiş gibidir. Sadaka veren kimse çiftçiye, sadaka ise tohuma benzetilmiştir. İşte Allah onun verdiği her bir sadakaya karşılık yediyüz hasene verir. Daha sonra yüce Allah: "Allah dilediğine kat kat verir" diye buyurmaktadır. Yani yediyüz kattan fazlasını da verir. Buna göre sadaka verenin misali, eğer amelinde gerçekten becerikli ve maharetli ise ekin ekenin misaline benzer. (.....) bol olur. İşte sadaka veren kimse de salih bir kişi olup malı helal olursa, onu da yerli yerince harcarsa alacağı sevap daha fazla olur. Âyet-i kerimede yediyüz katından fazlasının verileceği belirtilmemektedir diyenlerin görüşlerine muhaliftir. 2- Âyetin Nüzul Sebebi: Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf (r. anhuma) hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıkmak üzere ashab-ı kiramı sadaka vermeye teşvik edince Abdurrahman b. Avf dört bin (dirhem) getirip ona dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, benim sekiz bin dirhemim vardı, kendim ve aile halkım için dört binini alıkoydum, diğer dört binini de Rabbime ödünç verdim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Alıkoyduğunda da verdiğinde de Allah bereket ihsan buyursun." Hazret-i Osman da şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, cihad için hazırlık yapamayanın hazırlığını ben üstleniyorum. İşte bu âyet-i kerîme bu ikisi hakkında nazil olmuştur. el-Vâhidi, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89'da bu rivâyeti el-Kelbî'den senedsiz olarak rivâyet etmektedir. Hazret-i Osman'ın Tebûk Gazvesi'ndeki mali yardımları bilinen bir husustur. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme nafile infak hakkında nazil olmuştur. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme zekâtı farz kılan âyetten önce nazil olmuştur. Daha sonra zekâtı farz kılan âyet-i kerîme ile neshedilmiştir. Ancak, nesh iddiasına burada gerek yoktur. Çünkü Allah yolunda infak her zaman için teşvik edilmiş birşeydir. Allah'ın yollan pek çoktur. Bunların en büyüğü ise Allah'ın ismi en yüce ve üstün olsun diye Allah yolunda yapılan cihaddır. Yüce Allah'ın: "Tek bir tohum gibidir" âyetinde geçen (ve "tohum" diye meali verilen): el-habbe kelimesi Âdemöğlunun ektiği ve gıdası için kullandığı her bir tane için bir cins isimdir. Bu tanelerin en ünlüleri ise buğdaydır. O bakımdan çoğunlukla "el-habbe" ile kastedilen odur. el-Mütelemmis'in şu sözleri de bu kabildendir: "Yemin ettim ömür boyunca Irak buğdayını yemeyeceğim Köyde ise buğdayı kurtçuklar yer." Habbetu’l-Kalb, kalpteki küçük siyah bir noktanın adıdır. Kalbin semeresi olduğu da söylenir. Doğrusu da budur. Hibbe: Gıda olarak kullanılmayan baklagillerin tohumudur. Şefaat hadisinde şöyle buyurulmaktadır: "Sel sularının beraberinde getirdiği toprak ve çamur arasında biten bakla tanesinin (hibbe) bitmesi gibi biterler." Buhârî, Îman 15, Ezan 129, Rikaak 52, Tevhid 24; Müslim, Îman 299, 304, 306; Nesâî, Tatbik 81; Dârimî, Mukaddime 8; Müsned, II, 275-276, 293, 534, III, 5, 17, 25... Bunun çoğulu "hibeb" gelir. el-Hubbe ise sevgi demektir. Günlük konuşma esnasında: Evet şeref duyarak ve sevgiyle (hubbeten); denilir. Hub, muhabbet (sevgi) demektir, el-hib de aynı şekildedir. Yine el-Hib sevgili anlamındadır. Hidm ve hadîn gibi. (Başak anlamına gelen) sunbule kelimesi ise ekinin başak attığını anlatmak için kullanılan den gelmektedir. Yani perdenin sarkıtılıp serbest bırakılması gibi, başak da bu şekilde serbest kalıp serpilip boy atmış demek olur. Bunun anlamının içerisinde üzerine perdeyi sarkıtma halinde olduğu gibi içinde de örtülü tane olması anlamına geldiği de söylenmiştir. Sünbülün çoğulu senabil gelir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Burada "sünbül"den kasıt, beyaz darıdır. Çünkü başağında bu sayıda tane bulunan başak, onun başağıdır. Derim ki: Bu sözün herhangi bir değeri yoktur. Çünkü beyaz darının başağında bazan bunun iki ve daha fazla katı tane -bizzat gördüğümüz gibi- bulunabilir. İbn Atiyye der ki: Buğday başağında yüz tane bulunan başaklar bulunabilir. Sair tanelerde ise daha fazla olur. Fakat misal bu miktar ile verilmiş bulunmaktadır. Taberî de bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Her başağında yüz tane bulunan" âyeti; eğer böyle bir şey olursa demektir. Olmuyorsa böyle varsayılır. Daha sonra Taberî, ed-Dahhâk'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Her başağında yüz tane bulunan" âyeti her başak bizzat yüz tane yüklenmiştir demektir. İbn Atiyye der ki: Taberî burada ed-Dahhak'ın sözünü kendi sözüne yakın gibi değerlendirmiştir. Halbuki ed-Dahhak'ın sözünden böyle birşey anlaşılmamaktadır. Ebû Amr ed-Danî de der ki: Bazıları fiilen yüz tane bitirmiştir takdirinde "yüz" anlamına gelen (........) kelimesini nasb ile okumuştur. Derim ki: Ya'kub el-Hadramî der ki: Bazıları da yüz tane bitirmiştir" takdirinde olmak üzere şeklinde okumuştur. Nitekim yine kimileri: " Ve onlara cehennem azabını hazırladık" (el-Mülk, 67/5) âyetini: " Rabblerini inkar edenlere de cehennem azâbı vardır" (el-Mülk, 67/6) âyetine uygun olarak Kâfirler için cehennem azabını hazırladık, şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî: "Yedi başak bitiren" âyetinde "te" harfini "sin" harfine idğam ile okumuşlardır. Çünkü bu iki harfde hems sıfatı vardır Heras sıfatının mahiyeti için 259. âyetin tefsirinde ilgili nota bakılabilir. ve biri ötekinin arkasından gelmektedir. Ebû Amr, buna örnek olmak üzere de şu beyiti zikreder: "Allah gulyabanioğullarına lanet etsin; İnsanların en adileri Amr b. Meymun'a." Burada "(insanlar anlamına gelen) en-nâs" demek istemiş ve sondaki "sin" harfini "te" (en-nât) şeklinde söylemiştir. Geri kalan kıraat İmâmları ise asla uygun olarak okumuşlardır. Çünkü her birisi ayrı bir kelimedir. 4- İyi Amellere Karşı Verilen Ecir: Kur'ân-ı Kerîm'de bütün iyi amellere karşılık olmak üzere; bir hasenenin on katı ile mükâfat göreceği zikredilmiştir. Bu âyet-i kerîme ise cihad için yapılan infâkın hasenesinin yediyüz katı fazlası olmasını gerektirmektedir. İlim adamları ise: "Allah dilediğine kat kat verir" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Kimisi şöyle demektedir: Bu, önceden sözü edilen yediyüz katı beyan etmekte ve te'kid etmektedir. Ortada yediyüz kattan fazla verme diye bir şey sözkonusu değildir. Bir diğer grup ilim adamı ise şöyle demektedir: Hayır, bu âyet yüce Allah'ın dilediği kimseye yediyüz kattan fazlasını vereceğini bildirmektedir. Derim ki: Bu görüş daha sahihtir. Çünkü âyetin baş tarafında zikrettiğimiz İbn Ömer yoluyla gelen hadis bunu desteklemektedir. İbn Mâce de şunu rivâyet etmektedir. Bize Harun b. Abdullah el-Hammal anlattı, bize İbn Ebî Fudeyk, el-Halil b. Abdullah'tan anlattı. el-Halil, el-Hasen'den o Ali b. Ebî Tâlib'den ve Ebû'd-Derdâ ile Abdullah b. Ömer, Ebû Umeme el-Bahilî, Abdullah b. Amr, Cabir b. Abdullah ve İmrân b. Husayn'dan hepsi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu zikretmişlerdir: "Her kim Allah yolunda bir nafaka gönderip kendisi evinde kalırsa her bir dirheme karşılık onun için yediyüz dirhem vardır. Bizatihî Allah yolunda cihad edip yine bu uğurda infak eden bir kimse için ise her bir dirhem karşılığında yediyüz bin dirhem vardır. Daha sonra (Resûlüllah -sallallahü aleyhi ve sellem-) şu âyet-i kerimeyi okudu: "Allah dilediğine kat kat verir." İbn Mâce, Cihâd 3. İbn Abbâs'tan da bu kat kat vermenin yüce Allah'ın dilediği kimse için iki milyona kadar ulaşacağını söylediği rivâyet edilmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak bunun İbn Abbâs'tan isnadı sabit değildir. 5- Meslek Olarak Ziraatçılık: Bu âyet-i kerimede ziraatçılığin insanların en üstün mesleklerinden ve çalışanların uğraşacağı en yüce kazanç yollarından birisi olduğuna dair delil vardır. Bundan dolayı yüce Allah bunu misal olarak vermekte ve: "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." diye buyurmaktadır. Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Bir müslüman bir ağaç dikse yahut bir ekin ekse, ondan da bir kuş, bir insan veya bir hayvan yese mutlaka bu onun için bir sadaka olur." Buhârî, Edeb 27, Hars 1; Müslim, Mûsakaat 8-10, 12; Tirmizî, Ahkâm 40; Dârimî, Buyû’ 67; Müsned, III, 147, 192, 229, 243, VI, 420, 444. Hişam b. Urve, babasından, o Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Rızkı yeryüzünün gizliliklerinde arayınız. " el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, IV, 63. Bundan kastı ziraatçılıktır. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hurma ağaçları hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onlar çamurlara kök salmış, kıtlık zamanında da karın doyuranlardır." el-Heysemî, a.g.e., IV, 68. Bu ifade ise övmek anlamını ihtiva etmektedir. Ziraat, farz-ı kifaye olan işlerdendir. O bakımdan İmâmın (İslâm Devlet Başkanının) ziraat yapmaya insanları mecbur etmesi gerekir. Yine ağaç dikmek gibi ziraat kapsamına giren işler de böyledir. Abdullah b. Abdulmelik, İbn Şihab ez-Zührî ile karşılaşmış ve ona: Bana kendisiyle uğraşabileceğim bir mal göster! deyince İbn Şihab ona şu beyitleri okuyarak cevap verdi: "Kendisiyle karşılaştığım günü doğu tarafına yönelip bineğini yolculuğa hazırlamış iken Abdullah'a dedim ki: Yerin gizliliklerinin peşine takıl ve onun mutlak hakimine dua et. Belki bir gün duan kabul olunur da sana rızık verilir. Sana oldukça değerli ve bol bir mal ihsan eder. Yeryüzü suları içine çekildiğinde fışkırarak çıktığı zaman." el-Mu'tadıd'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Ben Ali b. Ebî Tâlib'i rüyada bana bir kazma uzatıp: Bunu al, şüphesiz ki bu yeryüzü hazinelerinin anahtarlarıdır, dediğini gördüm. 262Allah yolunda mallarını infak edip de sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların, Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmezler de. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Allah yolunda mallarını infak edip de..." âyetinin Osman b. Affan hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Abdurrahman b. Semura dedi ki: Osman (radıyallahü anh) Zorluk Ordusunun teçhizi için bin dinar getirdi ve bunları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kucağına koydu. Elini o dinarlar arasına sokup evirip çevirdiğini ve şöyle dediğini gördüm: "Bugünden sonra İbn Affan'a ne yapacağının zararı olmaz. Allah'ım, Osman'ın bu gününü unutma." Tirmizî, Menakıb 18; Müsned, V, 63. Ebû Said el-Hudrî de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ellerini kaldırıp Hazret-i Osman'a şöylece dua ettiğini gördüm: "Rabbim, şüphe yok ki ben Osman'dan razı oldum, Sen de ondan razı ol." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan yeri ağarıncaya kadar bu şekilde dua edip durdu ve nihayet: "Allah yolunda mallarını infak edip de sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların Rableri katında mükâfatları vardır..." âyeti nazil oldu. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89. (Müfessirimizin naklettiği gibi senedsiz). 2- İnfaklarını Başa Kakmayan ve Eziyet Etmeyenler: Bundan önceki âyet-i kerimede genel olarak Allah yolunda infak sözkonusu edildikten sonra, bu âyet-i kerimede böyle bir hüküm ve sevabın, ancak yaptığı infakın ardından onu başa kakmayan ve eziyet katmayanların hakkında olacağını beyan etmektedir. Çünkü başa kakmak ve eziyet vermek, yüce Allah'ın bundan sonra gelecek âyette de haber vereceği gibi, sadakanın sevabını iptal eder. Kişiye düşen, infak ettiği kimseye yaptığı infak ile yüce Allah'ın rızasını ve sevabını dilemektir. Ondan herhangi birşey beklememek ve onun sadaka almaya hak sahibi olduğu dışında, herhangi bir durumu göz önünde bulundurmamalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür isteriz." (el-İnsan, 76/9) Ne zaman ki infak ettiği kimseden herhangi bir şekilde bir karşılık bekleyerek bir infakta bulunursa, bu kimse bu infakıyla Allah'ın rızasını aramıyor demektir. Bu kişiden beklediğinden farklı birşey gördüğü vakit de bu sefer infakını başa kakar ve eziyet verir. Ya vaktiyle infakta bulunduğu kimsenin kendisine karşı bir iyiliği veya bu gibi işlere önem veren kimsenin, bir başka sebep dolayısıyla üzerindeki bir çeşit hakkı karşılamak üzere zorunlu olarak infak eden kimse de aynı şekilde Allah'ın rızasını arayarak infakta bulunmuş olmaz. Yüce Allah tarafından ancak Allah için verilen ve maksadının azamisi, Allah katındaki ecri aramak olan infaklar kabul edilir. Nitekim Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan nakledildiğine göre bir bedevî yanına gelerek şöyle demiş: "Ey hayır sahibi Ömer! Sana karşılık olarak cennet verilsin; Kızçocuklarıma ve annelerine giyecek ver! Zamana karşı sen bize kalkan ol! Allah adına yemin veriyorum; bunu mutlaka yapacaksın!" Hazret-i Ömer: Eğer ben dediğini yapmayacak olursam ne olur? diye sorunca bedevî: "O zaman ey Ebû Hafs! Ben de çeker giderim" Deyince Hazret-i Ömer yine sorar: Peki çekip gidersen ne olur? Bu sefer şu cevabı verir: "Benim halimden mutlaka sana sorulur Bağışlar, o gün (yapılmış) hayra göre olacaktır; Sorguya çekilecek olanın duracağı yer onların arasıdır Ya ateşe veya cehenneme (gidecektir)." Bunun üzerine Hazret-i Ömer, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Sonunda şöyle dedi: Oğlum, al buna -şiiri için değil- o gün için şu gömleğimi ver. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına sahip değilim. el-Maverdî der ki: İnfak bu şekilde karşılık beklemekten, teşekkür beklemekten uzak, başa kakmaktan ve etrafa yaymaktan arınmış olduğu takdirde infak eden için daha şerefli, o infakı alıp kabul eden için de daha afiyetli olur. Veren kimse bu verdiğinin karşılığını bekleyecek; ona karşılık teşekkür ve övgü arayacak olursa, bu kişi tanınmak isteyen ve riyakârlık eden bir kimse demektir. Bu iki özellikte ise cömertlikle uyuşmayan, yerilmeyi gerektiren bir taraf vardır. Şayet karşılık beklerse o kimse övülmeyi ve övmeyi hak etmeyen, kârın peşinde olan bir tacir demektir. İbn Abbâs ise yüce Allah'ın: "Daha fazlasını isteyerek minnet etme!" (el-Müddessir, 74/6) âyetini, ondan daha üstününü arayarak bir bağışta bulunma demektir, diye açıklamıştır. İbn Zeyd de bu âyet-i kerimenin cihada çıkmayan fakat oturdukları halde infakta bulunan kimseler hakkında olduğu görüşündedir. Ona göre bundan önceki âyet-i kerîme ise bizzat cihada çıkan kimseler hakkındadır. Devamla der ki: İşte bundan dolayı öncekilere şart koşmadıklarını, burda sözünü ettiği kimselere şart koşmaktadır. İbn Atiyye der ki: Ancak bu görüş su götürür. Çünkü ileri sürülen bu görüşteki tehakküm açıkça görülmektedir. Yüce Allah'ın: "Başa kakmayan ve bir eziyet katmayanların.." âyetinde geçen men ve minnet, ni'meti sayıp dökerek sözkonusu etmek ve o ni'met dolayısıyla azarlamak, başa kakmak demektir. Mesela, ben sana iyilikte bulundum. Seni kalkındırıp doğrulttum, gibi sözler söylemesidir. Bazılarına göre de minnet etmek, verdiğini o verdiği kimseye ulaşıncaya kadar sözkonusu edip onu rahatsız etmek demektir. Minnet etmek (başa kakmak) büyük günahlardandır. Bunun böyle olduğu Müslim'in Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında sabittir. Müslim, İmân 171; Ebû Dâvûd, Libâs 25; Tirmizî, Buyû’ 5; Nesâi, Zekât 69, Buyû’ 5, Zînet 104; İbn Mâce, Ticarât 30; Dârimî, Buyû’ 63; Müsned, II, 134, V, 148 Minnet eden bir kimse yüce Allah'ın kendilerine rahmet nazarıyla bakmayacağı, temize çıkarmayacağı ve kendileri için acıklı azap olan üç kişiden birisidir. Nesâî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç kişi vardır ki Kıyâmet gününde Allah onlara (radıyallahü anhhmet nazarıyla) bakmaz. (Bunlar): Anne-babasına itaatkâr olmayan, erkeklere benzemeye çalışan kadın ve deyyustur. Üç kişi de vardır ki bunlar cennete girmeyecektir: Anne-babasına karşı gelen, şarap içen ve verdiğini başa kakıp minnet eden." Nesâî, Zekât 69; Müsned, II, 134. Müslim'deki rivâyet yollarından birisinde de şöyle denilmektedir: "Minnet eden kimse, ancak minnet etmek (başa kakmak) kastıyla veren kimsedir." Müslim, îmân 171. Tercüme Kurtubî neşrindeki ibareye göre yapılmıştır. Müslim'de belirtilen yerdeki ibarenin tercümesi ise şöyledir: "Minnet eden, her ne verirse onu başa kakan kimsedir." Eziyet vermek ise; hakarette bulunmak, küçültücü sözler söylemektir. Minnetten daha kapsamlı bir ifadedir. Çünkü minnet eziyetin bir parçasıdır. Fakat özellikle ondan söz edilmesi, çokça rastlanmasından dolayıdır. İbn Zeyd der ki: Şayet Allah rızası için infakta bulunduğun kimseye vereceğin selamın, ağır geleceğini sanıyorsan o kimseye selam verme. Bir kadın ona şöyle dedi: Ey Usame'nin babası! Sen bana gerçekten Allah yolunda cihada çıkan birisini göster. Çünkü bunlar çoğunlukla meyvelerden yemek kastıyla çıkıyorlar. Benim yanımda oklar ve bu oklara ait bir torba vardır. Ona şöyle dedi: Allah senin oklarını da torbanı da mübarek kılmasın. Onlara bunları vermeden önce gazilere eziyet vermiş bulunuyorsun. İlim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Her kim Allah yolunda infakta bulunup da; ne kadar da ısrar ediyorsun Allah bizi senden kurtarsın!... gibi sözler söyleyerek infakının ardından başa kakmak ve eziyet katmayan kimselere Allah, ecir vereceğini garantilemiştir. Ecir ise cennettir. Böylelerinin ölümden sonra karşılaşacakları hususunda korkmayacaklarını, dünyadan geriye bıraktıkları için de üzülmeyeceklerini teminat altına almıştır. Çünkü böyle bir kimse ahirette göreceği mükâfatlarıyla sevinir. Yüce Allah onun için: "Onlar için hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmezler de" diye buyurmaktadır. İşte Allah yolunda infakın fazilet ve şerefi için bu, yeterlidir. Ayrıca bu âyette ileride -inşaallah- geleceği üzere zengini fakirden faziletli kabul eden kimseler lehine bir delil vardır. 263Ma'ruf bir söz ve bir bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah Ganidir, Halimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ma'ruf bir söz" âyeti mübtedadır. Haberi ise hazf edilmiştir. Yani maruf bir söz daha iyidir, daha güzeldir. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve el-Mehdevî yapmışlardır. en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Ma'ruf bir söz" âyeti hazfedilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir. Yani sizin emrolunduğunuz iş, maruf söz söylemektir, demek olur. Ma'ruf söz ise, duada bulunmak, gönlünü hoş tutacak sözler söylemek, Allah katındaki nimetlere umut bağlamasını hatırlatmak, zahirinde sadaka, fakat içyüzü itibariyle hiç birşey olmayan bir sadakadan hayırlıdır. Çünkü maruf bir söz söylemekte bir ecir vardır. Böyle bir sadaka vermenin ise hiçbir ecri yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Hoş bir söz, bir sadakadır. Şüphe yok ki kardeşini güzel bir yüzle karşılaman maruf işlerdendir." Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Birr 144; Tirmizî, Birr 45; Müsned, III, 344, 360, V, 173'te yakın lâfız ve manada. O bakımdan birşeyler isteyeni güleryüzle, hoş sözlerle karşılar, güleç bir yüzle de onu kendisine yakınlaştırmakla karşılık verir. Böylelikle verecek olursa ameline ecir verilir. Vermese de mazur görülür. Hakimlerden birisi şöyle der: İhtiyaç sahibini güleryüzle karşıla. Eğer onun sana teşekkür etmesinden mahrum kalsan dahi, seni mazur görmesinden mahrum kalmazsın. İbn Lenkek'in naklettiğine göre Ebû Bekr b. Dureyd, bir ihtiyacının görülmesi kastıyla vezirlerden birisinin yanına gitti. Ancak vezir o ihtiyacını görmedi, üstelik ona bir dereceye kadar kabaca davrandı. Bunun üzerine o da şöyle dedi: "Senden bir talepte bulunandan dolayı sakın rahatsızlanma Yemin olsun senin en hayırlı zamanların senden birşeyler istendiğinin görülmesidir Senden birşeyler umanın yüzüne karşı redde bulunma Çünkü senin şerefin senden birşeyler umulduğunun görülmesiyle; kalıcıdır; Kerîm olanla karşılaşırsın ve onun güleçliği sana birşeyler anlatır Asık yüzlüleri de aşağılık kimselere delil görürsün Şunu bil ki sen az bir şeyler dolayısıyla habere konu olursun O bakımdan güzellikleri hoşa giden bir haber ol!" Hazret-i Ömer'den rivâyet edilen bir Hadîs-i şerîfe göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dilenci birşeyler istediği takdirde isteğini sonuna kadar arzetmedikçe onun isteğini yarıda kesmeyiniz. Sonra ya vakar ve yumuşaklıkla ona karşılık veriniz veya kolaylıkla bir bağışta bulununuz yahut da güzel bir şekilde onu çeviriniz. Çünkü yüce Allah'ın size ihsan etmiş olduğu şeylerde ne yaptığınıza bakacak insanlardan da olmayan cinlerden de olmayan kimseler size gelebilir" Derim ki: Bunun delili Müslim'in ve başkalarının da rivâyet ettiği abraş, kel ve âmâ kimselerle ilgili olan Hadîs-i şerîftir. Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10. Şöyle ki; bir melek bir seferinde abraş bir diğerinde kel, bir diğerinde de âmâ olarak kendisinden dilenilen kimseye imtihan olmak üzere görülmüştü. Bişr b. el-Haris dedi ki: Rüyada Ali (radıyallahü anh)'ı gördüm. Ey mü’minlerin emiri dedim. Bana Allah'ın kendisiyle fayda sağlayacağı birşey söyle. Şöyle dedi: Yüce Allah'ın sevabını umarak zenginlerin fakirlere karşı merhametli olmaları ne kadar güzeldir! Bundan da güzel olan ise, Allah'ın vadettiğine güvenerek fakirlerin zenginlerden uzak durmasıdır. Ey mü’minlerin emiri dedim. Daha fazlasını bana söyle. Şunları söyleyerek geri dönüp gitti: Önceleri ölüydün; şimdi hayat buldun ve sen pek fazla zaman geçmeden öleceksin; Ölüm yurdunda evini yık; fakat buna karşılık beka yurdunda kendine bir ev yap! Yüce Allah'ın burada geçen: "Ve bir bağışlama" âyeti ihtiyaç sahibi olanın kötü durumunu ve muhtaçlığını örtüp kapatmaktır. Oldukça fasih sözlerle bir topluluktan birşey isteyen bir bedevî Arab'a birisi: Bu adam kimlerden olur? diye sorunca ona: "Allah'ım, Sen bağışla! Kötü yoldan kazanmak kişinin nesebini belirtmesine manidir" demesi de bu kabildendir. Bunun dilenen, ısrar edip kaba sözler sarfedip ağır ifadeler kullanması halinde onu bağışlamanın, başa kakmak ve eziyet etmekle birlikte sadaka vermekten hayırlıdır, anlamına geldiği de söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu müşkil bir ifadedir. Bunu i'rab açıklığa kavuşturur. "Bir bağışlama" mübteda olmak üzere merfudur. Bunun haberi ise "arkasından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır" âyetidir. Anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- bağışlamaya götüren bir davranış, arkasından eziyet getiren bir sadakadan hayırlıdır. Arapçada bunun takdirî ifadesi ise bağışlamada bulunmak., şeklindedir. Bunun şu sözü andırması da mümkündür: Allah'ın sana lütufları senin başa kaktığın, minnet ettiğin sadakadan daha büyüktür. Yani Allah'ın bağışı, sizin kendisi sebebiyle başa kakıp minnet ettiğiniz şu sadakanızdan hayırlıdır. 3- Allah Sadakaya Muhtaç Değildir, Cezayı da Çabucak Vermez: "Allah Ganîdir, Halimdir" âyetinde yüce Rabbimiz, mutlak zenginliğini, kulların sadakasına muhtaç olmadığını, onlara sadaka vermeyi kendilerine sevap vermek üzere emrettiğini, diğer taraftan verdiği sadakayı başa kakıp ondan dolayı da eziyette bulunan kimseye çabucak ceza vermeyen Halîm olduğunu haber vermektedir. 264Ey îman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (olmayın). Onun hali üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağmurla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesilen kaypak bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiçbir şeyi ele geçiremezler. Allah kâfirler topluluğuna hidâyet vermez. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Sevaptan Mahrum Edilmenin Sebebi: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler... başa kakmak ve eziyet etmekle.." âyetindeki "başa kakmanın ve eziyet etmenin" anlamına dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah burada sadakayı kabul etmemeyi ve bunu boşa çıkarılmak suretiyle sevaptan mahrum edilmeyi dile getirmektedir. Bundan kasıt ise başa kakılan ve kendisi sebebiyle eziyette bulunulan sadakadır. Başkası değildir. Bir akide ilkesi olarak günahlar hasenatı iptal etmez ve onları boşa çıkarmaz. Buna göre herhangi bir sadaka esnasında yapılan başa kakma ve eziyet, bir başka sadakayı boşa çıkarmaz. İlim adamlarının çoğunluğu bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Şanı yüce Allah verenin kendisi sebebiyle minnet ettiği yahut eziyette bulunduğunu bildiği sadaka kabul olunmaz. Şöyle de denilmiştir: Hayır, yüce Allah o sadaka üzerinde meleğe bir emare gösterir, o melek de onu yazmaz. Bu da güzel bir açıklamadır. Araplar, minnet ile ve başa kakılarak verilen şeye "yedün sevda: kara bir el" tabirini kullanırlar. İstekte bulunulmadan verilen şey hakkında da "yedün beyda (ak el)" tabirini kullanırlar. İstenerek verilen şey hakkında da "yedun hadra ayeşil elb" derler. Beliğ söz söyleyenlerden kimisi şöyle demiştir: Yaptığı iyiliği başa kakan kimsenin mükâfatı ortadan kalkar. Amelini beğenen kimsenin ise ecri ortadan kalkar. Şairin birisi de şöyle demiştir: "Ve bir arkadaş ki bir zamanlar bana iyilikte bulunmuştu, Fakat benim ona mükâfatta bulunmam gecikince bana düşmanlık etti. Zamanın bana karşı Savaş açtığına inanınca Daha önce yaptığı iyiliklerden dolayı pişmanlığını açığa vurdu." Bir başka şair de şöyle der: Taptığı iyilikleri başa kakmakla berbat ettin. Şerefli bir kimse iyilik yaptı mı başa kakmaz." Ebû Bekr el-Verrâk da çok güzel söylemiş: "Bütün güzelliklerden daha da güzel Her vakit ve her zamanda Her türlü minnetten uzak, Bir iyilik sahibinin yaptığı iyiliktir." İbn Sîrîn birisinin diğerine ben sana şunları şunları yaptım dediğini işitince ona sus demiş. Sayılıp döküldüğü zaman yapılan iyilikte hayır kalmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sakın yaptığınız iyilikleri başa kakmayın. Çünkü bu, o iyiliklerin mükâfatını iptal eder, ecrini de boşa çıkartır." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın..." âyetini okudu. 2- Âdil Yönetici Olmayınca Zekâtların Tevzii: İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- der ki: Bu âyet-i kerîme sebebiyle Mâlik, kişinin farz sadakasını (zekâtını) akrabalarına vermesini mekruh görmüştür. Tâ ki buna karşılık onlardan övgü almasın, o da başlarına bu iyiliğini kakmasın, bu sadakasına karşılık ona mükâfat vermesinler ve böylelikle sadakasının sırf Allah rızası için ihlasla verilmiş olmasına halel gelmesin. Bunun yerine zekâtını yabancılara vermesini müstehap görmüşlerdir. Yine eğer İmâm (İslâm devlet başkanı) adaletli değil ise, zekâtını dağıtma görevini başkasına vermeyi müstehap kabul etmiştir. Tâ ki o sadakanın ecri, başa kakmak ve eziyet ile, kendilerine verilen kimseler tarafından teşekkür, övgü ve hizmet ile mükâfatlandırmak suretiyle boşa çıkmasın. Bu ise gizlice verilen nafile sadakadan farklıdır. Çünkü nafile sadakanın sevabı boşa çıksa tehditten kurtulur ve hiçbir şey yapmamış kimse durumuna düşer. Farz olanın sevabı boşa çıkarıldığı vakit ise, o işi hiç yapmamış kimse hükmünde olacağından dolayı, hakkında tehdit sözkonusudur. 3- Sadakalarını Boşa Çıkaranlara Bir Misal: Yüce Allah'ın: "Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden., kimse gibi (olmayın)." Âyetinde yer alan "kef (gibi)" nasb mahallindedir. Yani "kimse"nin boşa çıkarması "gibi" demektir ki, bu hazfedilmiş masdarın sıfatıdır. Hal mevkiinde olması da caizdir. Şanı yüce Allah, sadakasını başa kakan ve ondan dolayı eziyet veren kimseyi, Allah rızası için değil de insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak edene ve cömerttir denilsin, çeşitli şekillerde övülsün diye infakta bulunan kâfire benzetmektedir. Daha sonra bu infak eden kimseyi yine üzerinde toprak bulunan bir kayaya benzetmektedir. Kişi burayı iyi ve verimli bir arazi zanneder. Ancak ona sağnak bir yağmur isabet edince bu toprağı alır gider ve geriye dümdüz bir kaya kalır. İşte riyakâr kimsenin hali de böyledir. Başa kakmak, eziyet ve riyakârlık, ahirete dair niyeti de açığa çıkartan davranışlardır. Bunlar, sadakanın ahiretteki sevabını iptal eder, boşa çıkartırlar. Tıpkı sağnak halde yağan yağmurun kayanın Âyette "kaya" diye meali verilen "safvân" kelimesi, büyükçe ve dümdüz taş demektir. üstünü açıp açığa çıkarması gibi. Bir diğer açıklamaya göre âyet-i kerimeyle anlatılmak istenen, sevabın değil de faziletin boşa çıkartılmasıdır. İnfakı ile riyakârlıkta bulunan kimse, kâfir gibi sevap almaz. Çünkü sevabı hak edebilmek için şart olan, yüce Allah'ın rızasını gözetmemiştir. Başa kakan ve eziyette bulunan bir kimse ile Allah'ın sevabını hak eden, Allah rızasını gözetenden farklıdır. İsterse defalarca versin. O bu davranışıyla amelinin faziletini boşa çıkartmıştır. Şöyle de denilmiştir: Minnet ettiği ve eziyet verdiği zamandan itibaren sadakanın sevabı boşa çıkar. Bundan önce ise onun için ecri yazılır ve kat kat kaydedilir. Minnet edip eziyete başladı mı kat kat yazma sona erer. Çünkü sadaka bir dağdan daha büyük olana kadar sahibi için besletilip büyütülür. Sahibi elinden meşru şekilde, ihlâsla çıktı mı ona kat kat ecir verilir. O sadaka sebebiyle minnet, başa kakmak ve eziyet sözkonusu oldumu sadakanın büyümesi durdurulur ve onun için kat kat artırma kesintiye uğrar. Birinci görüş daha güçlüdür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Safyân" kelimesi çoğuldur. Tekili "safvane"dir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. el-Ahfeş der ki: Kimisi de şöyle demektedir: Safvân (taş anlamına gelen) hacer gibi tekil bir kelimedir. el-Kisaî de der ki: Safvân tekildir, çoğulu ise sifvân, sufiyy ve sifiyy gelir. el-Müberred ise bunu reddeder ve şöyle der: Sufiyy, safa kelimesinin çoğuludur. "es-Safvâ" ve "es-safa" da bu anlam ile alakalıdır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Bk. el-Bakara, 2/158. âyet, 1. ve 2. başlıklar Said b. el-Müseyyeb ile ez-Zührî "fe" harfini harekeleyerek şeklinde okumuşlardır ki bu da bir şivedir. Kutrub da şeklinde bir okuyuşu da nakletmektedir. en-Nehhâs der ki: Safvân ve safavan kelimesinin çoğul olması da mümkündür, tekil olması da mümkündür. Ancak daha uygunu bunun tekil olmasıdır. Çünkü yüce Allah (tekil zamir ile): "Üzerindeki azıcık toprağı, sağnak halinde yağan bir yağmurla sıyrılıp.." diye buyurmaktadır. Her ne kadar çoğulun (zamirinin) müzekker gelmesi mümkün ise de, herhangi bir kelime asıl olması gereken şeklinden kat'î bir delil olmadıkça çıkarılmaz. el-Kisaî'nin çoğul ile ilgili olarak naklettiğinin ise, gerçek bir tetkik ile bakıldığında doğru olmadığı anlaşılır. Fakat sifvân kelimesi "safan" kelimesinin çoğuludur. "Safan" kelimesi de "safvân" anlamındadır. Bunun benzeri tekil ve çoğullarına örnek kelimeler: Veral:Virlân (çölde yaşayan otobur irice bir kertenkele cinsi), ahr (hardeş): İhvan, kerâ (erkek keklik ya da bir çeşit toy kuşu): Kirvân. Nitekim şair (Tarafe) şöyle demiştir: "Bir gün bizim, bir gün toy kuşlarınındır, Uçuyor o zavallılar; bizse uçmuyoruz." "Kirvân"ın tekilinin "kerevân" geldiğini kabul etmek, Arapça bakımından zayıftır. Sufiyy ve sifiyy ise "safan" kelimesinin çoğuludur. "el-vâbil: (Sağnak yağmur)" hızlıca yağan yağmur demektir. Gökten şiddetli yağmur yağdı," demektir. Yağmur yağmış yerden de, diye söz edilir. el-Ahfeş der ki: Yüce Allah'ın: "Biz onu şiddetli bir tutuşla (vebîl) yakaladık." (el-Müzzemmil, 73/16) âyeti de buradan gelmektedir. Vebîl vuruş ve vebîl azâb ise şiddetli vuruş, şiddetli azap demektir. es-Sald ise düz taş demektir. el-Kisaî der ki: Hiçbir şey bitirmeyen yere denilir. Aslad alın (yani dazlak alın) da buradan gelmektedir. el-Esmaî, Ru'b'ye ait olan şu mısrayı zikreder: "Alabildiğine açık, parlak ve dazlak alınlı.." en-Nekkâş der ki: el-Aslad, Huzeyl şivesinde çıplak ve üzerinde birşey bulunmayan demektir. Yüce Allah'ın: "Onlar" yani riyakâr, kâfir ve başa kakan kimseler "kazandıkları hiçbir şeyi ele geçiremezler" infaklarından dolayı kazandıkları sevaptan faydalanamazlar, demektir. Halbuki bu, ihtiyaçları vaktinde işlerine yarayacak olan kazançlarıdır. Bundan yararlanamayışlarının sebebi ise Allah'tan başkası için yapılmış olmasıdır. Burada infaktan "kazanç" diye söz edilmiştir. Çünkü onlar o infaklarıyla kazanç sahibi olma maksadını gütmüşlerdir. Bir diğer açıklamaya göre bu, sevabının boşa çıkartılması hususunda riyakâra, faziletinin boşa çıkartılması hususunda da başa kakıp eziyet edene verilmiş bir misaldir. Bunu el-Maverdî zikretmiştir. 265Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin hali de yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer. Ona bol bol yağmur İsabet etmiş ve meyvelerini iki kat vermiştir. Ona bol yağmur isabet etmese de bir çisinti.. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. "Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin hali de.." âyetinde geçen "arayarak" ifadesi, mef'ûlün leh'tir. (Yani, onlar bu maksatla mallarını infak ederler). "Ve nefislerinden bir sebat ile" âyeti de ona atfedilmiştir. Mekkî el-Müşkil'de şöyle demektedir: Her ikisi de mef'ûlün leh'tir. İbn Atiyye ise der ki: Bu görüş reddedilir. "Bir sebat ile" âyetinin mef'ûlün leh olması uygun olmaz. Çünkü infak nefislerinde bir sebat için yapılmaz. "Arayarak" âyeti ise hal konumunda masdar olarak nasbedilmiştir. Mefu'lun leh olarak mansub olması da uygun düşerdi. Ancak "bir sebat ile" şeklindeki masdarın ona atfedilmesi açısından masdar olarak mansub olduğu doğru olandır. Yüce Allah, sadakalarının hiçbir değeri olmayan bir topluluğun sadakalarının niteliğini sözkonusu edip mü’minleri de herhangi bir açıdan benzeri bir duruma düşmekten nehyettikten daha sonra bu âyet-i kerimede, şeriata uygun ve onun gösterdiği şekilde verildiğinden dolayı infakları artıp duran kimselerin harcamalarından söz etmektedir. İstemek (mealde; aramak) anlamındadır. Rıza kelimesi ise dan masdardır. "Nefislerinden bir sebat ile" âyetinin anlamı da şudur: Onlar, sadakalarını nereye verdiklerinden yana işlerini sağlam tutarlar. Bunu Mücâhid ve el-Hasen söylemiştir. el-Hasen der ki: Onlardan birisi bir sadaka vermek istedi mi, bu konuda sebatını araştırırdı. Eğer bu işi Allah için yapacaksa yerine getirir, şayet bu yapacağı işte bir şüphe karışırsa uzak dururdu. Bunun tasdik ve yakîn ile anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklama da İbn Abbâs'a aittir. Yine İbn Abbâs ve Katâde şöyle derler: Bunun anlamı içlerinden ecrini umarak, bekleyerek demektir.. eş-Şa'bi, es-Süddî ve yine Katâde, İbn Zeyd, Ebû Salih ve başkaları da şöyle demektedirler: "Bir sebat ile" âyeti yakîn ile demektir. Yani onların nefislerinin özel bir basireti vardır. İşte bu basiret yüce Allah'a itaat yolunda infak üzere onlara tam bir sebat verir. Bu üç görüş, el-Hasen ve Mücâhid'in görüşlerinden daha isabetlidir. Çünkü onların benimsedikleri anlama göre "bir sebat ile" kelimesi masdar olmayan bir kelime üzerine atfedilmiş bir masdardır. İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Bu, ancak masdarın sözkonusu edilmesiyle birlikte daha önce geçen fiilin de açıkça zikredilmesiyle mümkün olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir." (Nûh, 71/17); "Yalnız O'na yöneldikçe yönel." (el-Müzzemmil, 73/80) Bu şekilde fiil, açıklanmaksızın gelen (masdarlar) ise, o anlamı vermeyen bir masdar getirip de ondan sonra ben bunu şu manaya yorumluyorum diyerek daha önce sözü edilmeyen bir fiil ile açıklamaya kalkışmak mümkün değildir. İbn Atiyye der ki: Benim bildiğim kadarıyla Arap dilinini bu konudaki izlediği yol budur. en-Nehhâs da der ki: Eğer durum, Mücâhid'in dediği gibi olsaydı bu kelimenin şeklinde İşini iyice sağlama aldı, fiilinden gelmesi gerekirdi. Katâde'nin "ecrini umarak" şeklindeki açıklamasına gelince; bununla ancak onların nefisleri, ecrini umarak kendilerine sebat verir şeklinde bir anlam kastedildiği takdirde uygun görülebilir. Ancak böyle bir anlam da uzak bir ihtimaldir. en-Nehaî'nin açıklaması ise güzeldir. Yani yüce Allah'a itaat uğrunda o şeyin infakı üzre nefisleri kendilerine sebat vererek bunu yaparlar. Nitekim "filan kişiye bu işte sebat verdim" sözünün anlamı şudur: Bu konudaki kararlılığını sürdürmesini tasviye ettim, görüşünü güçlendirdim, ona sebat kazandırdım. Yani onların ruhları, nefisleri bu hususta sebat göstermelerine karşılık, Allah'ın va'dine kesin olarak inanmaktadır. Yüce Allah'ın: "Nefislerinden bir sebat ile" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yani onlar, bu hususta kendilerine sebat verenin yüce Allah olduğunu kabul ederler, söylerler. Yani içten ve sebat ile: Onun sevabına inanırlar ve sevabını ummayan münafıktan bu bakımdan farklıdırlar. "Yüksek bir tepenin üstünde bulunan güzel bir bahçeye benzer." Bahçe (cennet); bostan demektir. Bu ise toprağını örten ağaçların yetiştiği arazi parçası demektir. Gizlendikleri ve örtülü oldukları için cin ve cenin lâfzından alınmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/25. âyet 3-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Yüksek tepe (er-rabve)": Çoğunlukla kesif toprağın da bulunduğu çevresinden nisbeten yüksek yere denilir. Bu şekilde olan yerlerin bitkileri daha güzeldir. İşte özellikle er-rabve ayüksekçe tepeb bundan dolayı zikredilmiştir. İbn Atiyye der ki: el-Hazen (Necid) bahçeleri Taberî'nin iddia ettiği gibi bu kabilden değildir. Aksine bunlar, Necid'e nisbet edilen bahçelerdir. Çünkü Necid bahçeleri Tihâme bahçelerinden iyidir. Necid'in bitkilerinin kokusu daha hoştur. Biz bunlara ebred ve erek ismini veririz. Necid'e ise hazen denilir. Tihâme'nin havası gece dışında çok az uygun ve güzel olur. O bakımdan bedevî Arap kadın: "Benim kocam Tihâme'nin gecesi gibidir" demiştir. Bk. Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 92. es-Süddî der ki: ": Yüksek bir tepe" demektir. Bu ise nisbeten alçak olan yer anlamına gelir. İbn Atiyye der ki: Bu tutarsız bir ibaredir. Çünkü "rabve" kelimesi, artmak anlamını veren dan alınmıştır. Derim ki: es-Süddî'nin ifadesinin bir kıymeti yoktur. Çünkü "radıyallahü anh-be-ve" fiilinin anlamı Arapçada fazlalık ifade eder. (Nefes darlığı dolayısıyla) yüksek sesle alınan nefese denilmesi de burdan gelmektedir. Şişkinlik için de bu kökten gelen kelime kullanılır. Çokça koşmaktan veya korkmaktan dolayı şişen at hakkında da bu fiil kullanılır. el-Ferrâ' da yüce Allah'ın: "O da onları şiddetlice bir yakalayışla yakalayıverdi." (el-Hakka, 69/10) âyetindeki anlamı ise fazlalıklı bir yakalayış demektir. Nitekim verilenden fazlası alındığı vakit de bu kökten gelen kelimeler kullanılır aribâb. Bir kavim arasında büyüyüp yetişmeyi ifade etmek için de bu kökten gelen kelimeler kullanılır. el-Halil der ki: Rabve: Yüksekçeve güzel bir arazi demektir. Yüce Allah özellikle içinde suyun akmadığı bir araziyi sözkonusu etmiştir. Çünkü Arap ülkelerinde bilinen budur. Onlara hissedip idrak edebildikleri şekilde misal vermiştir. İbn Abbâs da der ki: Rabve, içinde ırmakların akmadığı yüksekçe yer demektir. Çünkü yüce Allah'ın: "Ona bol bol yağmur isabet etmiş.." diye buyurması orada akan su olmadığını göstermektedir. Yüce Allah burada içinde akar su bulunan türü kastetmemiştir. Çünkü yüce Allah akarsuyu bulunan, rahat ve yüksekçe bir yerden (el-Mu'minun, 23/50)de söz etmektedir. Arapçada bilinen şu ki rabve, ister akarsuyu olsun ister olmasın çevresindeki arazilerden yüksekçe olan yer demektir. Bu kelimenin beş türlü okunuşu vardır. "Radıyallahü anh" harfi ötreli olarak "rubve" şeklinde. İbn Kesîr, Hamza, el-Kisaî, Nafi' ve Ebû Amr böyle okumuştur. "Radıyallahü anh" üstün olarak "rabve" şeklinde. Âsım, İbn Âmir ve el-Hasen böyle okumuştur. "Radıyallahü anh" harfi esreli olarak "Ribve" şeklinde. İbn Abbâs ve Ebû İshak es-Sebiî böyle okumuştur. Feth ile a "re" harfi üstün "be" harfinden sonra "elif" b ile: "Rabâve" şeklinde. Ebû Ca'fer ve Ebû Abdurrahman da böyle okumuştur. Şair der ki: "Yüksekçe yerdeki bir bahçede; Beki' el-Ğarkad'e kadar hurmalıklar arasında beni kim konuk eder?" Bir de "radıyallahü anh" harfi esreli olarak "ribâve" şeklinde. el-Eşheb el-Akilî de böyle okumuştur. el-Ferrâ' der ki: Rabâve ve ribâve de denilir. Hepsi de er-râbiye'den gelmekte olup bunların fiilleri de şeklindedir. "Ona" yani yüksekçe tepeye "bol bol yağmur" şiddetlice yağmur "isabet etmiş.." Şair der ki: "el-Hazn (sert), otu bol, yeşil ve kendisine çokça yağmur isabet etmiş Hiçbir arazi(nin kokusu onun kokusu gibi hoş) değildir." Parantez içindeki ifadeler, şairin daha sonraki sözlerinde yer almakta olup nefy için kullanılan "mâ" edatının haberidir. (Taberî, III, 71, not: 1) "... isabet etmiş de meyvelerini" yenecek meyvelerini "iki kat vermiştir." Yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her zaman yemişini (meyvelerini) verir" (İbrahim, 14/25) âyeti bu kabildendir. Herşeyin yenilenine "ukül" denilir. Bir lokmaya da "ukle" denilir. Hadîs-i şerîfte de bu kelime kullanılmıştır: "Eğer yiyecek pek az ve azıcık olursa o yiyecekten eline adilencinin elineb bir lokma veya iki lokmacık (ukle, ukleteyn) koysun." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Eymân 42; Ebû Dâvûd, Et'ime 50 Meyvelerin bahçeye izafe edilmesi özellik (ihtisas) ifade eder. Atın eğer takımı, evin kapısı gibi. Yoksa meyve, bahçenin yediği şeylerden değildir. Nafi', İbn Kesîr ve Ebû Amr, hemzeyi ötreli, ukef" harfini de sakin olarak şeklinde okumuşlardır. Müennese yapılan bütün izafetleri de böyle okumuşlardır. Ancak Ebû Amr, müzekkere yapılan gibi izafetlerde veya "Ekşi yemişli" (Sebe', 34/16) gibi herhangi bir şeye izafe edilmeyen kelimelerde onlara muhalefet ederek Ebû Amr bunları sakîl akâf harfi de sakin değil de ötrelib okumuş, kendileri ise hafif (kâf harfi sakin) okumuşlardır. Âsım, İbn Amr, Hamza ve el-Kisaî ise sözünü ettiğimiz bütün bu hallerde sakîl okurlar. Bu her iki kullanım da aynı anlama gelir. "İki kat vermiştir." Yani kendisi gibi iki kat arazinin verdiği kadarını verir. Kimi ilim adamı ise şöyle der: Yani bir yılda iki defa ürün vermiştir. Birinci görüşün sahipleri ise daha çoktur. Yani, başka arazilerden iki yıl içerisinde alınan ekini kendisi bir defada vermiştir demektir. "Ona bol yağmur isabet etmese de bir çisinti." Bu âyetle yüce Allah, tümsekçe olan böyle bir yerin övgüsünü te'kid etmektedir. Eğer bu yere bol bir yağmur isabet etmese dahi bir çisinti onun için yeterlidir. İki kat mahsul alınması için çisinti, bol yağmurun yerini tutar. Buna sebep ise o arazinin güzel ve kaliteli olmasıdır. el-Müberred ve başkaları der ki: Bu ifadenin takdiri; ona çisinti dahi yeter, şeklindedir. ez-Zeccâc der ki: Ona isabet eden ise çisintidir, takdirindedir. Çisinti (et-tall): İnce, hafif damlalı, cılız yağmurdur. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Dilde meşhur olan açıklama da budur. Aralarında Mücâhid'in de bulunduğu bir topluluk ise: Tali: Çiğ demektir, derler. İbn Atiyye ise: Bu ifade mecaz ve teşbihtir, demektedir. en-Nehhâs der ki: Dilciler (bol yağmur demek olan vâbil ile çisinti anlamına gelen tali ile ilgili olarak çekim şekillerinin): şeklinde olduğunu nakletmektedirler. es-Sıhah'da. şöyle denilmektedir: et-Tall, en güçsüz yağmur demektir. Çoğulu talâl gelir. : Yere çiğ düştü ve: Oraya çiğ düştü; da çiğ düşen yer hakkında kullanılmıştır. el-Maverdî de der ki: Çisinti ekini, yağmur ekininden daha güçsüz, verimi daha azdır. Ancak az olsa dahi sık ve faydalıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Âyet-i kerimede takdim ve te'hir sözkonusudur. Anlamı da şudur: Kendisine sağnak bir yağmur isabet eden yüksekçe bir yerdeki bahçeye benzer. Eğer buraya yüksekçe bir yağmur isabet etmese dahi bir çisinti (isabet eder) de mahsulünü iki kat verir. Yani bahçenin yaprakları yeşerir ve meyvesini iki kat verir, demek olur. Derim ki: Birinci te'vil daha isabetlidir. Takdim ve te'hirin varlığını kabule ihtiyaç yoktur. Şanı yüce Allah burada bu ihlâslı kimselerin nafakalarını büyütüp geliştirmesini bir benzetme ile anlatmaktadır. Allah bunların sadakalarını tıpkı bir tayın ve bir deve yavrusunun beslenip büyütülmesi gibi büyütür. Bu ihlaslıların infaklarını nitelikleri belirtilen, yüksekçe yerdeki bahçenin bitkilerinin büyüyüp gelişmesine benzetmektedir. Ve bu örnek, üzerinden toprağı açılıp giden ve dümdüz bir kaya parçası halini alan o yerden farklıdır. Müslim ve başkaları, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse helal bir kazançtan bir tek hurma sadaka olarak verirse, mutlaka Allah onu sağ eliyle alır ve sizden herhangi bir kimsenin tayını yahut da deve yavrusunu büyütüp beslemesi gibi büyütür, tâ ki bir dağ gibi veya ondan daha büyük miktara ulaşıncaya kadar." Bunu Muvatta’''da da (Mâlik) rivâyet etmiştir. Müslim, Zekât 63, 64; Tirmizî, Zekât 28; Nesâî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28; Dârimi, Zekât 35; Muvatta’', Sadaka 1; Müsned, III, 331, 381-382, 418, 419, 431, 471, 538, 541, VI, 251. Kısmen: Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23. Yüce Allah'ın: "Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir" âyeti hem bir va'ddır, hem bir tehdittir. ez-Zührî ise "ye" ile: "Yaptıklarını" şeklinde okumuştur. Bu okuyuş ile bütün insanlar yahut da yalnızca infak edenler kastedilir gibidir. O vakit bu katıksız bir vaad olur. 266Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada her çeşit meyveleri bulunsun ve kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. Güçsüz, küçük çocukları olsun. Derken ona içinde ateş olan bir bora isabet etsin ve yanıversin. İşte Allah, size düşünürsünüz diye âyetlerini böylece apaçık bildirir. Yüce Allah'ın: "Sizden herhangi biriniz ister mi ki hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi olsun.." âyeti ile ilgili olarak Taberî es-Süddî'den şunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerimede riya ile yapılan infaka dair bir başka misal verilmektedir. Taberî bu görüşü tercih etmektedir. Derim ki: Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu, yüce Allah'ın en çok ihtiyaç duyacakları bir zaman olan Kıyâmet gününde riyakârların amellerini boşa çıkarmasına dair verdiği bir misaldir. Onların durumu şuna benzer: Bir adamın bir bahçesi vardır. Ona fayda sağlayamayacak çocukları da vardır. Yaşı ilerlediği bir sırada bu bahçeye, içinde ateş bulunan bir kasırga gelip isabet etmiştir. O bakımdan bu bahçe yanıp tutuşmuş, o da bu bahçeye en çok muhtaç olduğu bir zamanda bunu elinden kaybetmiş olur. İbn Zeyd'den, yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın..." (el-Bakara, 2/264) âyetini okuduktan sonra şöyle dediği nakledilmektedir: Daha sonra yüce Allah buna dair bir misal vererek: "Sizden herhangi biriniz ister mi ki..." diye buyurmuştur. İbn Atiyye der ki: Bu ise Taberî'nin tercih ettiği görüşten daha açıktır. Bu âyet-i kerîme riyakârca yapılan infaka dair verilmiş bir başka misal değildir. İşte ifadelerin akışının gerektirdiği de budur. Bu akışın dışında anlam bakımından konuya bakarsak, güzel bir iş yaptığını zannederek herhangi bir amelde bulunmuş her bir münafık veya kâfirin durumu buna benzemektedir. Bu kişi bu ameline ihtiyaç duyacağı zaman gelince; onun hiçbir şey olmadığını görür. Derim ki: İbn Abbâs'tan bunun ileride de geleceği üzere münafık veya kâfir olsun, Allah'tan başkası için herhangi bir amelde bulunan bir kimseye verilmiş misal olduğu rivâyet edilmiştir. Şu kadar var ki Buhârî'de ondan sabit olan rivâyet buna muhaliftir. Buhârî, Ubeyd b. Umeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) bir gün, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına sordu: Size göre şu: "Sizden herhangi biriniz ister mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçesi olsun..." âyeti kim hakkında nazil olmuştur? Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Ömer kızdı ve dedi ki: Biliyoruz veya bilmiyoruz, deyiniz. İbn Abbâs dedi ki: Ey mü’minlerin emiri, bu konuda benim bir kanaatim var. Hazret-i Ömer: Söyle kardeşimin oğlu, kendini küçük görme! İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme bir amele örnek vermistir. Hazret-i Ömer: Hangi amele? diye sorunca İbn Abbâs dedi ki: Allah'a itaat üzere amel eden zengin bir kimsenin ameline. Bu kimseye daha sonra yüce Allah şeytanı gönderir (musallat olur) o da (önceki) amelini yakıncaya kadar masiyet işler. Buhârî, Tefsir 2. sûre 47. Ancak İbn Abbâs ile Hazret-i Ömer arasındaki konuşma şu şekildedir: - "Bu âyet-i kerîme bir amele örnek vermiştir." Hazret-i Ömer: - "Hangi amele?" İbn Abbâs: - "Bir amele..." Hazret-i Ömer: - "Allah'a itaat eden zengin bir kimsenin ameline..." diye başlayan cevabı verir. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: Nihayet ömrü tükenip eceli yaklaşınca onun bu amelleri bedbahtça amellerden birisi ile sona erer. Hazret-i Ömer bu açıklamayı beğenir. İbn Ebi Müleyke'nin rivâyetine göre ise Hazret-i Ömer bu âyet-i kerimeyi tilavet etmiş ve şöyle demiştir: Bu, salih amel işleyen insana verilmiş bir misaldir. Bu insan nihayet ona (salih amele) en çok ihtiyaç duyduğu ömrünün sonuna yaklaşınca kötü amel işler. Bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri İbn Atiyye der ki: Bu, âyet-i kerimeyi lâfızlarının kapsamına giren her bir anlamı kapsayan bir görüştür. Mücâhid, Katâde, er-Rabi' ve başkaları da buna yakın görüş belirtmişlerdir. Burada özellikle hurma ve üzüm ağaçlarının sözkonusu edilmesi, bu ağaçların diğer ağaçlara üstün ve onlardan değerli olmalarından dolayıdır, el-Hasen ise çoğul olarak: "Cennetler: Bahçeler" diye okumuştur. "Altından ırmaklar aksın" buna benzer âyetlere dair açıklamalar önceden geçmiştir. "Orada her türden meyveleri bulursun." Yani ne kadar çeşit meyve varsa mutlaka orada yetişmiş olsun, demektir. "Kendisine yaşlılık gelip..." âyeti mazinin müstakbel fiil olan "... bahçesi olsun" anlamındaki fiiline, bir görüşe göre de "ister" fiiline atfedilmiştir. Takdirin: Ve kendisine yaşlılık isabet etmiş bulunsun, şeklindedir. Bunun manaya yorumlanacağı da söylenmiştir. Çünkü mana, sizden herhangi biriniz ister mi ki bir bahçesi olsun... şeklindedir. Buradaki "vav" harfinin hal için olduğu da söylenmiştir. Aynı şekilde (onun) çocukları.." âyetindeki "vav" da böyledir. "Derken ona içinde ateş olan bir bora isabet etsin ve yanıversin." el-Hasen der ki: "İçinde ateş olan bir bora" oldukça soğuk bir rüzgar demektir. ez-Zeccâc der ki: Sözlükte bora (i'sâr): Yerden göğe doğru direk gibi esen şiddetli rüzgardır. Zevbea (fırtına) denilen rüzgar budur. el-Cevherî der ki: Zevbea, cin başkanlarından bir başkandır. İşte bundan dolayı i'sar'a zevbea ismi verilmiştir. Umm Zevbe'a tabiri de kullanılmaktadır ki bu da tozu kaldıran ve âdeta bir direkmiş gibi göğe doğru yükselen bir rüzgardır. İ'sar'ın şimşeği ve gürültüsü bulunan bir bulutu kaldıran rüzgar olduğu da söylenmiştir. el-Mehdevî der ki: Buna i'sâr deniliş sebebi, tutulup sıkıldığı zaman elbise gibi sarılmasıdır. (İ'sâr sıkmak anlamına da gelir). İbn Atiyye der ki: Bu zayıf bir görüştür. Derim ki: Aksine sahihtir. Çünkü görülen ve hissedilen bu şekildedir. Gerçekten bu rüzgar birbirine sarılmış bir şekilde bir direk halinde yukarı doğru yükselir. Şöyle de denilmiştir: Rüzgara i'sâr deniliş sebebi bulutlan sıkmasından dolayıdır. Bulutlar da sıkıcı (mu'sirât) diye bilinirler. Yük taşıdığından ve bu açıdan hamile kalmaya maruz kadın (mu'sir)a benzediğinden dolayı ya da bulutlarla sıkıldığından sıkıştırıldığından dolayı bu ismi almıştır. İbn Sîde'nin de naklettiğine göre, mu'sirât'ı bazıları bulutlar değil de rüzgarlar diye tefsir etmişlerdir. İbn Zeyd der ki: İ'sâr fırtınalı bir rüzgar ve oldukça şiddetli bir semûm (sıcak bir rüzgar)dır. es-Süddî de böyle demiştir: İ'sâr, rüzgardır ve semûm ateşidir. (Derinin gözeneklerinden içeriye doğru sıcağı işleyen ateş). İbn Abbâs der ki: Bu, sıcak ve şiddetli bir rüzgardır. İbn Atiyye der ki: Bu tip rüzgar aşırı sıcak ve aşırı soğuk zamanlarda görülür. Bütün bunlar ise cehennemin hararetinin yükselmesinden ve nefesinden dolayıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyeti de bunu ifade etmektedir: "Sıcak arttığı vakit namazı serin vakte bırakın. Çünkü sıcağın aşırı artması cehennem sıcağının yükselmesindendir." Buhârî, Mevâkît 9, 10, Bed'u'l-Halk 10; Ebû Dâvûd, Salât 4; Tirmizî, Salât 5; Nesâî, Mevâkit 5; İbn Mâce, Salât 4; Dârimi, Salât 14; Muvatta’', Vukût 27-29; Müsned, II, 229, 238, 256; III, 52, 53, 59; IV, 155, 162, 176, 368. Bir diğer Hadîs-i şerîfte de: "Cehennem Rabbine.. şikâyette bulundu.." Buhârî, Mevâkit 9, Bed'u’l-Halk 10; Tirmizî, Sıfatu Cehennem 9; İbn Mâce, Zühd 38; Muvatta’', Vukût 27-28; Müsned, II, 238, 277, 462, 503. diye buyurulmaktadır. İbn Abbâs'tan ve başkasından da şöyle rivâyet edilmektedir: Bu âyet, yüce Allah'ın kâfir ve münafıklara vermiş olduğu bir misaldir. Onların misali, ağaçlar dikip bahçe yapan kişinin durumuna benzer. Bu bahçede pek çok meyveler vardır. Gücü yetmeyen çocukları -küçük yaşta kız ve erkek çocukları kastediyor- varken yaşlanıp ihtiyarlamıştır. Onun da çocuklarının da geçimi bu bahçeden sağlanıyordu. Allah onun bahçesine içinde ateş bulunan şiddetli bir rüzgar gönderdi ve bu bahçeyi yaktı. İkinci bir defa ağaçları dikmek için gücü kalmamış, çocuklarından da bir hayır gelmiyor ki babalarına bir faydaları dokunsun. İşte kâfir ve münafıkın durumu da böyledir. Kıyâmet gününde Allah'ın huzuruna geldiği takdirde, onun ikinci bir dönüşü olmayacaktır. İkinci bir defa dünyaya geri gönderilmeyecektir. Tıpkı bu ihtiyarın ikinci bir defa bahçesini ekme gücüne sahip olmadığı gibi. Ve tıpkı ihtiyarlığı sırasında ve çocukları da güçsüz iken fakir düşen ve kendisini ihtiyaçtan kurtarabilecek hiçbir şeyi bulunmayan kimse gibi. "İşte Allah size düşünürsünüz diye âyetlerini böylece apaçık bildirir." Yüce Allah şunu murad etmektedir: Tâ ki Benim azametime, rubûbiyetime dönesiniz, Benden başka veliler edinmeyesiniz. Yine İbn Abbâs der ki: Dünyanın zevali, faniliği, diğer taraftan ahiretin gelişi ve ebediliği hakkında düşünesiniz diye... 267Ey îman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak edin. Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki Allah Ganîdir, Hamîddir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler... infak edin" âyeti bütün Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine bir hitaptır. Burada sözü geçen "infak" ile neyin kastedildiği hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ali b. Ebî Tâlib, Abide es-Selmanî ve İbn Sîrin der ki: Burada infaktan kasıt farz olan zekâttır. İnsanlara bu zekâtta iyi olan yerine kötü ve bayağı olanın infak edilmesi yasak kılınmaktadır. İbn Atiyye der ki: el-Berâ b. Âzib, el-Hasen ve Katâde'nin sözlerinden açıkça anlaşıldığına göre bu âyet-i kerîme, tatavvu infak hakkındadır. Muhammed ümmeti, ancak seçkin ve kaliteli olanı nafile olarak infak etmeye teşvik edilmektedir. Âyet-i kerîme -esasen- her iki şekli de kapsamına almaktadır. Fakat bunun zekât hakkında olduğunu kabul edenler, zekâtın emrolunmuş olduğunu, emrin de vücub ifade ettiğini, diğer taraftan adi ve bayağı olanı vermenin yasaklandığını ileri sürerler. Bu ise farz olan zekâta hastır. Nafile olana gelince; kişi az olanı vererek tatavvu'da bulunabileceği gibi; kıymet itibariyle düşük olanı da tatavvu olarak verebilir. Ve elbette ki bir dirhem bir hurma tanesinden daha hayırlıdır. Bunun mendupluk ifade ettiğini kabul edenler ise, "yap" lâfzının farz olanı ifade edebildiği kadar mendup bir hüküm de ifade edebildiğini söylerler. Adi ve bayağı olanın verilmesi farzda yasak kılındığı gibi nafilede de yasaklanmıştır. Ve Allah için hayırlı olanı seçmek en uygun olan iştir. el-Berâ'nın rivâyet ettiğine göre adamın birisi (giden gelen yesin diye) kuru, etsiz ve adi bir hurma salkımı asmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu görünce: "Bunun astığı ne kadar da kötüdür!" deyince bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. İleride tamamıyla gelecektir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 35 Bu görüşe göre âyetteki emir mendupluk ifade eder. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti, kaliteli ve seçkin olandan başkasını tatavvu olarak infak etmemeye teşvik edilmişlerdir. Tefsir âlimlerinin çoğunluğu "kazandıklarınızın en güzellerinden" âyetinin, en kaliteli ve seçkinlerinden anlamına geldiğini söylemişlerdir. İbn Zeyd ise "kazandığınızın" helalinden demiştir. 2- Kazanç Yolları ve Şekilleri: Kazanç bazen bedenen çalışmakla elde edilir. Bu icare ismini alır. Bunun hükmü ileride gelecektir. Yahut karşılıklı ticarî bir sözleşme ile gerçekleşir. Buna da bey' yani alışveriş denilir. İleride de buna dair açıklamalar gelecektir. Miras da bunun kapsamına girer. Çünkü onu vaktiyle mirasçıdan başkası kazanmıştır. Sehl b. Abdullah dedi ki: İbnu'l-Mübarek'e kazanmak, kazancı ile de akrabalık bağını gözetmeyi, cihad etmeyi, hayır işler yapmayı niyet eden ve bu maksatla kazanmanın afetlerine dalan kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Eğer bu kişi, kendisini insanlara muhtaç etmeyecek miktarda ve hayatta kalmasını sağlayacak kadar bir şeylere sahipse böyle bir işi terketmek daha faziletlidir. Çünkü bir kimse helal kazanç elde etmek isteyip yine helal yoldan infak ederse ona bu isteğinden, kazancından ve infakından sorulur. Bunu terketmek ise zühddür. Çünkü zühd, helali terketmekle olur. 3- Baba Oğlunun Kazancından Yiyebilir mi? İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bu âyet-i kerîme sebebiyle babanın oğlunun kazancından yemesi caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınız güzel kazançlarınızdandır. O bakımdan çocuklarınızın mallarından afiyetle yeyiniz." Ebû Dâvûd, Buyû' 77; Tirmizî, Ahkâm 22; Nesâî, Buyû’ 1; İbn Mâce, Ticârât 1; Dârimî, Buyû' 6; Müsned, II, 179, VI, 31, 42, 127, 162, 173, 193, 202, 220. 4- Yerden Çıkan Bitki ve Madenlerden înfak ve Zekât: Yüce Allah'ın: "Ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden" bitki, maden ve rikazlardan (infak edin), demektir. İşte bu âyet-i kerîme bu üç hususu da ihtiva etmektedir. Yerden biten mahsuller ile ilgili olarak Dârakutnî Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen sünnet şöylece cereyan etmiştir: "Beş veskden daha aşağısında zekât yoktur." Buhârî, Zekât 32, 56; Müslim, Zekât 1, 6; Ebû Dâvûd, Zekât 2; Tirmizî, Zekât 7; Nesâi Zekât 5; İbn Mâce, Zekât 6; Dârimî, Zekât 11; Muvatta’', Zekât 1, 2; Dârakutnî, II, 129. Bir vesk altmış sa'dır. Buna göre buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden üçyüz sa' eder. Yerde yetişen yeşilliklerden (sebzelerden) ise zekât olmaz. Bazdan yüce Allah'ın: "Ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden" âyetini Ebû Hanîfe lehine delil göstermişlerdir. Ancak bu âyet yerden çıkan az ve çok her miktarda ve sair sınıflar hakkında genel bir ifadedir. Bunların görüşüne göre de emir zahiren vücup ifade eder. İleride buna dair yeterli açıklamalar En'am Sûresi'nde (6/114. âyet 5. başlıkta) gelecektir. Maden ile ilgili olarak hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den şunu rivâyet etmektedirler: "Hayvanın yarası hederdir. Kuyu hederdir. Maden hederdir. Rikâzda da beşte bir vardır." Buhârî, Zekât 66, Mûsakaat 3; Müslim, Hudûd 45, 46; Ebû Dâvûd, Diyât 27; Tirmizî, Ahkâm 37; Muvatta’', Ukûl 12... İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Rikâzda da beşte bir vardır" diye buyurması madenlere dair hükmün rikâza dair hükümden farklı olduğunun delilidir. Çünkü Hazret-i Peygamber madenler ile rikâzın hüküm farklılığını arada "vav" harfini (ve bağlacını) zikrederek göstermiştir. Eğer ikisinin hükmü aynı olsaydı, "maden de hederdir ve onda beşte bir vardır" demesi gerekirdi. Fakat: "Rikâzda beşte bir vardır" dediğine göre rikâzın hükmünün; ondan alınacak miktar bakımından madenin hükmünden farklı olduğu anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rikâzın sözlükteki asıl anlamı, yeryüzünde karar kılan, saklı bulunan altın, gümüş ve mücevherat kabilinden şeylerdir. Sair fukahaya göre de böyledir. Çünkü onlar, çalışma, çabalama ve yorulma ile elde edilmeyip yerde saklı bulunan maden arasında bulunan altın ve gümüşten beşte bir alınacağını söylerler. Çünkü bu bir rikâzdır. İmâm Mâlik'ten ise maden arasında bu şekilde bulunan altın ve gümüşün hükmü hakkında rikâz arasında bulunan madenden çıkartılan ve çalışıp çabalamayı gerektiren şeyin hükmü ile aynısı olduğunu söylediği rivâyet edilmiştir. Birinci husus, mezhebinden anlaşılan hükümdür. Fukahanın Cumhûrunun fetvası da bu şekildedir. Ebû Sâid el-Makburî'nin oğlu Abdullah babasından, o dedesinden o da Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a rikâz hakkında soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün, yeryüzünde yaratmış olduğu altındır." Zeylaî, Nasbu'r-Rûye, II, 380. Burada rivâyeti nakleden Abdullah b. Said'in hadisi metruktür. Bunu İbn Ebî Hatim zikretmektedir. Bir diğer yoldan Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiş ise de bu da sahih değildir. Bu rivâyeti de Dârakutnî zikretmektedir. Cahiliyye dönemi insanlarının mallarını gömmeleri, bir grup ilim adamına göre aynı şekilde rikâzdır. Bunların Âdi mallardan (Âd kavmine mensup) olup İslâmdan önce gömülmüş olması halinde bu hususta görüş ayrılıkları yoktur. Şayet üzerinde îslâm sikkesi varsa onlara göre bunun hükmü lukata (buluntu mal ve eşya) hükmü ile aynıdır. Rikâz bulmanın hükmü hakkında (fukahânın) farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Arapların topraklarında yahut müslümanların Savaşsız olarak ele geçirdikleri boş ve düzlük arazilerde bulunan ve cahiliye dönemine ait defineler, bulana aittir ve bunda beşte bir vardır. İslâm topraklarında bulunan ise lukata gibidir. Yine Mâlik der ki: Savaşla alınan topraklarda bu kabilden bulunanlar, bulana değil de o araziyi fetheden müslüman cemaate aittir. Bu kabilden sulh topraklarında bulunanlar ise; sair insanlar arasından o bölge halkına aittir. O yurdun halkından olması dışında; bulana da birşey verilmez. Eğer o bölge halkından olursa bulduğu define hepsinin arasından yalnız ona ait olur. Hayır, sulh kapsamına girenlerin tümüne aittir, de denilmiştir. İsmail der ki: Rikâz hakkında ganimetin hükmü ne ise o verilir. Çünkü rikâz müslüman tarafından bulunmuş kâfire ait bir maldır. Bu bakımdan bu rikâz da kâfir ile çarpışıp onun malını alan kimsenin elindeki mal değerinde kabul edilmiştir. O bakımdan onu bulan müslüman beşte dördünü hak eder. İbnu'l-Kasım ise der ki: Mâlik; mallar, mücevherat, demir, kurşun ve buna benzer rikâz olarak bulunan şeyler hakkında şöyle derdi: Böylesinde beşte bir vardır. Daha sonra bu görüşünden vazgeçerek şöyle dedi: Bunda birşey vermek gerektiği görüşünde değilim. Sonra da ondan son ayrıldığımız vakit; bunda beşte bir vardır, dedi. Sahih olan görüş de budur. Çünkü hadisin genel ifadesi bunu gerektirir, fukahânın Cumhûru da bu görüştedir. Ebû Hanîfe ve Muhammed bir evde bulunan rikâz hakkında şöyle derler: Bu rikâz, bulana değil de ev sahibine aittir. Ve bunda beşte bir vardır. Ebû Yûsuf bu görüşe muhalefet edip şöyle der: Bu rikâz ev sahibine değil de bulana aittir. Aynı zamanda bu es-Sevrî'nin de görüşüdür. Şayet bu sahipsiz bir arazide bulunacak olursa hepsinin görüşüne göre bulana ait olup onda beşte bir vardır. Onlara göre sulh arazisi (barışla İslâm topraklarına katılan arazi) ile kılıçla ele geçirilen arazi arasında bir fark yoktur. Yine onlar Arap toprakları ile sair topraklar arasında fark görmezler. Yine onlara göre rikâzı bulan kişi eğer muhtaç bir kimse ise, beşte birini kendisi için alıkoyabilir, yoksullara da dağıtabilir. Medine ehli ile Mâlik'in arkadaşları arasından, bunların hiç biririsi arasında fark gözetmeyen ve şöyle diyenler de vardır: Rikâz ister silah yoluyla alınan bir arazide bulunsun ister barış yoluyla, ister Arap topraklarında ister dar-ı harpte bulunmuş olsun, eğer belli bir kimsenin mülkü değil ve herhangi bir kimse onun kendisine ait olduğunu iddia etmeyecek olursa, o mal bulana aittir ve o bulunan rikâzda hadisin zahirinin gereğine uygun olarak beşte bir vardır. Bu aynı zamanda el-Leys'in, Abdullah b. Nâfi, Şâfiî ve ilim ehlinin çoğunluğunun görüşüdür. 6- Bulunan Madenler ve Bu Madenlerden Çıkartılanların Hükmü: Bulunan madenler ile bu madenlerden çıkanlar hakkında görüş ayrılığı vardır. Mâlik ve arkadaşları der ki: Madenlerden çıkan altın yirmi miskale, gümüş de elli gümüş okkaya ulaşmadıkça bir şey düşmez. Altın ve gümüş bu miktara ulaştıkları takdirde her ikisinden de zekât vermek vacip olur. Bundan fazla olduğu takdirde madenden verim alındığı sürece ona göre hesabı yapılır. Şayet maden tükenir, sonra da bir başka yerden çıkartılırsa, zekât orada başlar. Onlara (fukahâya) göre rikâz, ekin gibidir. Zekât anında ondan alınır ve ayrıca üzerinden bir sene geçmesi beklenmez. Suhnûn birçok madeni bulunan bir adam hakkında der ki: Bu kimse birisinde bulunanı diğerine katıp ilave etmez. O her bir madenden ikiyüz dirhem veya yirmi dinar miktarı zekâtını öder. Muhammed b. Mesleme dedi ki: Bunları birbirine katıp ilave eder ve ekinde olduğu gibi hepsi için zekât öder. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da der ki: Maden de rikâz gibidir. Beşte birinin çıkartılmasından sonra madende bulunan altın yahut gümüş bunların her birisi ayrı ayrı nazar-ı itibara alınır. Eline geçirdiği zekât düşen bir miktarı, eğer üzerinden bir sene geçtiği halde yanında nisab olarak kalmaya devam ediyor ise, senenin bitiminde zekâtını öder. Bu onun yanında zekâtı verilmesi gereken altın veya gümüşün olmaması halinde böyledir. Eğer onun yanında bunlardan zekât verilmesi gereken birşeyler varsa rikâzdan bu aldığını onlara katar ve böylece onun da zekâtını öder. Bu şekilde onlara göre sağlanan her türlü gelir, sene sonunda kendi cinsinden olan nisaba eklenir ve asıl malın üzerinde sene geçmesiyle birlikte asonradan katılanların da dahil olmak üzereb zekâtı ödenir. Aynı zamanda bu es-Sevrî'nin de görüşüdür. el-Müzenî, Şâfiî'den naklen şöyle der: Benim hakkında görüş belirtemediğim husus ise madenlerden çıkartılanlardır. el-Müzenî der ki: Şâfiî'nin benimsediği usule göre evlâ olan, madenlerden çıkartılanların çıkartıldığından sonra bir sene geçmesiyle birlikte zekâtı ödenecek bir gelir olarak görülmesidir. el-Leys b. Sa'd da dedi ki: Madenlerden çıkartılan altın ve gümüş, elde edilen bir kâr gibidir. Onun elde edilmesinden itibaren yeni bir sene başı kabul edilir. Bu el-Müzenî'nin, mezhebinden çıkardığı neticeye göre Şâfiî'nin de görüşüdür. Dâvûd ve arkadaşları da sahih bir mülkiyet ile elinde tutan bir malikin yanında bu malların üzerinden bir sene geçmesi şartıyla aynı görüştedirler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir mal elde ederse üzerinden bir sene geçmedikçe onda zekât yoktur." Bu hadisi Tirmizî ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Zekât 10; Dârakutnî, II, 92 Bunlar aynı şekilde Abdurrahman b. el-Um'un, Ebû Said el-Hudrî'den yaptığı böyle rivâyeti de delil gösterirler: Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müellefe-i kulub'den bir topluluğa henüz arıtılmamış bir altın parçası vermişti. Bu altın parçasını Ali (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'e Yemen'den göndermişti. Buhârî, Enbiyâ 6, Tevhîd, 23; Müslim, Zekât 143; Ebû Dâvûd, Sünne 28; Nesâî, Zekât 79, Tahrimu'd-Dem 26; Müsned, III, 68. Şâfiî der ki: Müellefe-i kulübün hakları zekâttadır. Böylelikle madenlerde yapılacak uygulamanın zekât uygulaması olduğu açığa çıkmaktadır. Mâlik'in delili Rabia b. Ebi Abdirrahman'dan gelen Hadîs-i şerîftir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilal b. el-Haris'e el-Fur' tarafında bulunan el-Kabeliye madenlerini ikta olarak vermişti. O madenlerden bugüne kadar zekâttan başka birşey alınmamaktadır. Ebû Dâvûd, Harâc 36; Muvatta’', Zekât 8. el-Fur': Mekke'den Medine'ye giderken yol üzerinde bulunan, Medine'ye bağlı büyükçe bir kasabanın adıdır. el-Kabellyye: Medine'de el-Fur' yakınlarında bir yer. Ancak bu, senedi munkatı' bir hadistir. Hadis ehli bunun gibi bir hadisi delil göstermezler. Fakat onlarca Medine'de yapılan uygulama ve amel böyledir. Ayrıca bunu ed-Derâverdî, Rabia'dan o Haris b. Bilal el-Müzenî'den o da babasından yoluyla rivâyet etmiştir. Bunu da el-Bezzâr zikreder. Diğer taraftan Kesir b. Abdullah b. Amr b. Avf babasından, o dedesinden o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber Bilal b. el-Haris'e tepelerinde olsun çukurlarında olsun el-Kabeliye'deki madenleri ve Kuds'ten el-Kuds: Bilinen bir dağ adıdır. Ziraate elverişli yüksekçe yer, demek olduğu da söylenmiştir. (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, IV, 24). itibaren ziraate elverişli olan yerleri ikta olarak vermiş ve bunu yaparken bir müslümanın hakkını alarak ona vermemiştir. Ebû Dâvûd, Harâc 36 (had. no: 3063 de) Kesîr'den itibaren aynı senedle kaydetmektedir. Hadisin sonunda ise hadisi Kesir'den rivâyet eden Ebû Uveys'in şu senedle de bu hadisi rivâyet ettiğini kaydetmektedir: "Bana Sevr b. Zeyd anlattı: O, İkrime'den o İbn Abbâs'dan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den bunun gibi nakletti..." Ayrıca bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, III, 237; el-İstizkâr, IX, 55. Bunu da yine el-Bezzâr zikretmektedir. Kesir'in zayıf bir ravi olduğu da icma ile kabul edilmiştir. İşte yerden çıkartılanın hükmü budur. en-Nahl Sûresi'nde ise denizden çıkartılanlara dair hüküm (en-Nahl, 16/14; 4. başlıkta) gelecektir. Çünkü deniz de arzın ortağıdır. Enbiya Sûresi'nde de (el-Enbiya, 21/78-79. âyet 13. başlıkta) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Hayvanın yaralaması hederdir" âyetinin anlamına dair açıklamalar gelmektedir. Her birisine dair açıklama sırası geldikçe yüce Allah'ın izniyle gelecektir. 7- Sadaka İçin Kötü Olanı Seçmek: Yüce Allah'ın: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" âyetinde kastetmeyin, anlamındadır. İleride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/43- âyet 34. başlıkta) teyemmüm'ün kastetmek (mealde: Yeltenmek) anlamına geldiğine dair Arap şiirlerinden şahitler (kanıtlar) gelecektir. Âyet-i kerîme kazançlar arasında iyinin de kötünün de olabileceğine delil vardır. Nesâî'nin Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf den yüce Allah'ın: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" diye buyurduğu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurmuştur: Bu hiçbir işe yaramayan bir hurma çeşidi olan el-cu'rûr ile yine bu türden olan levn hubeyk tipi hurmalardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların zekât diye alınmasını nehyetmiştir. Nesâî, Zekât 27. Ancak orada hadisin sonunda Allah Rasûlü'nün özel olarak bu iki tip hurmanın alınmasını değil, genel olarak, "bayağı ve adi şeylerin zekât alınmasını yasakladığını" belirtmektedir. Dârakutnî de Ebû Umame b. Sehl b. Huneyf ten, o basından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sadakanın getirilmesini emretmişti. Adamın birisi de şu henüz olgunlaşmamış hurmadan salkımları ile birlikte bir miktar getirmişti. -(Hadisin ravilerinden olan) Süfyan dedi ki: (Bu ifadeleriyle) herhangi bir sebep dolayısıyla olgunlaşmamış hurmayı kastediyor. -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunu kim getirdi?" diye buyurdu. Her kim ne getirdiyse mutlaka o getirilen onu getirene nisbet edilirdi. İşte bunun üzerine: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" âyeti nazil oldu. Sehl b. Huneyf dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir işe yaramayan, kötü hurma ile yine bu kabilden olan bir hurmayı (el-cu'rûr ve levn hubeyk) sadaka (zekât) olarak alınmasını yasakladı. ez-Zührî dedi ki: Bunlar Medine hurmasından iki çeşittir. Dârakutnî, II, 130. Ayrıca bunu Tirmizî de el-Berâ' b. Âzib yoluyla rivâyet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. İleride de gelecektir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 35. et-Taberî ve en-Nehhâs'ın da naklettiğine göre Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatinde bu kelime şeklindedir. Bu ve diğeri iki ayrı söyleyiştir. Müslim b. Cundüb ise "te" harfini ötreli, "mim" harfini de esreli olarak şeklinde okumuştur. İbn Kesîr ise "te" harfini şeddeli olarak şeklinde okumuştur. Bu kelimenin değişik şekillerde söyleyişi vardır. Birinci "mim" şeddesiz olarak şeklinde; şeddeli olarak şeklinde ve şeklinde söylenir. Ebû Amr'ın naklettiğine göre ise İbn Mes'ûd şeklinde ötreli "te"den sonra bir hemze ile okumuştur. Yüce Allah'ın: "... vermeye" âyeti ile ilgili olarak el-Cürcanî, Nazmu'l-Kur'ân adlı eserinde şunları söylemektedir: Bir grup kimse şöyle demiştir: İfade yüce Allah'ın (infak edin) âyetinden sonra: "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" âyeti ile tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah, bu adi şeylerin niteliği ile ilgili olarak bir başka haberi vermek üzere şöyle buyurmaktadır: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeylere yönelmeyin." Halbuki siz ancak göz yumduğunuz yani kolaylık gösterdiğiniz takdirde bu gibi şeyleri alabilirsiniz. Âdeta böyle bir ifade insanlara bir sitem ve bir azar gibidir. "Arasından" âyetindeki zamir ise "adi (el-habis)" kelimesine aittir. Bu ise aşağılık ve bayağı olan demektir. el-Cürcanî der ki: Bir grup da şöyle demektedir: İfade yüce Allah'ın: "Arasından adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" âyetine kadar kesintisiz olarak devam etmektedir. "Arasından" âyetindeki zamir ise "kazandıklarınız en güzellerinden" âyetine racidir. "Vermeye" âyeti de âdeta hal üzere nasb mahallindedir. Bu ise Allah yolunda cihad etmek üzere çıkıyorum, demeye benzer. 9- Kendiniz Almayacağınız Şeyleri İnfaka Kalkışmayın: Yüce Allah'ın: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" âyeti; sizler alacaklarınıza ve insanlardaki haklarınıza karşılık bu konuda kolaylık göstermeksizin ve haklarınızın bir kısmını terketmeksizin almayacağınız, hoşlanmadığınız ve beğenmediğiniz şeyleri vermeye kalkışmayınız, demektir. Yani sizler, kendiniz için razı olamayacağınız işleri Allah için yapmaya kalkmayın. Bu anlamda el-Bera' b. Âzib, İbn Abbâs ve ed-Dehhâk açıklamalarda bulunmuşlardır. el-Hasen der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Sizler çarşıda satılmakta olduğunu görseniz fiyatı düşürülmedikçe almayacağınız şeyleri (vermeye kalkışmayın) Buna yakın bir açıklama Ali (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu iki görüş âyet-i kerimenin farz olan zekât hakkında olduğu intibaını vermektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Eğer bu âyet-i kerîme farz olan zekât hakkında olsaydı yüce Allah: "Alıcısı olamayacağınız" demezdi. Çünkü adi ve kusurlu bir şeyin farz olan zekât için herhangi bir şekilde alınması câiz değildir. Göz yummak ister düşünülsün ister sözkonusu olmasın. Nafile olanda ise göz yummamakla birlikte (adi olan) alınır. Yine el-Berâ' b. Âzib şöyle demiştir: Bunun anlamı şudur: Eğer o size hediye olarak verilecek olur ise göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız (adi) şeyleri yani ancak hediye verenden utanarak, ihtiyacı olmayan ve bizatihi de bir değer taşımayan şeyi kabul edeceği kabilden olanları vermeyiniz. İbn Atiyye der ki: Bu açıklama ise bu âyet-i kerimenin nafile (tatavvu) sadaka hakkında olduğu intibaını vermektedir. İbn Zeyd de der ki: Sizler onun mekruhluğuna dair göz yummaksızın haram olanı almazsınız, demektir. 10- Âyetteki Kıraat Farkları ve Kelime Açıklamaları: Yüce Allah'ın: "Göz yummaksızın" âyetini Cumhûr bu şekilde okumuştur. Burada kelime, kişi bir iş hakkında kolaylık gösterip hakkının bir kısmına razı olup geri kalanını affettiği takdirde kullanılan Adam şu işte göz yumdu, tabirinden gelmektedir. et-Tırımmah'ın şu beyiti de bu kabildendir: "Kimse düşmanına acı tattırmakta bizi geri bırakamaz Zilletin de birtakım insanları vardır ki; bunlar göz yummaya razı olurlar." Bu kelimenin, göz yummaktan alınmış olma ihtimali de vardır. Çünkü hoşuna gitmeyen birşeye katlanmak isteyen bir kişi gözlerini yumar. Şair der ki: "Beni şüpheye düşüren senden gördüğüm nice nice şeylere Gözlerimi yumup geçiyorum; fakat onları da görmüyor değilim." Bu da hoşa gitmeyen şeyi görmezlikten gelmek kabilindendir. en-Nekkâş bu âyet-i kerimede böyle bir anlamı açıklama olarak zikretmiş, Mekkî de buna işaret etmiştir. Veya bu kelime, üstü kapalı bir iş yapan kimse hakkında kullanılan: şeklindeki Arapçadaki ifadeden de alınmış olabilir. Bu da Uman'a giden bir kimse hakkında: Irak'a giden hakkında: Necid'e ve Tihame'nin diğer bir ismi olan el-Ğavr'a giden kimse hakkında da: demeye benzer. ez-Zührî "te" harfini üstün "mim" harfini esreli ve şeddesiz olarak okumuştur. Yine ondan "te" harfi ötreli "ğayn" üstün, "mim" esreli ve şeddeli olarak şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Birinci okuyuş, ancak sizin o malı size satan kimseyle pazarlık ederek fiyattan düşürmesini istemek, anlamında olur. İkincisi ise en-Nehhâs'ın naklettiğine göre; Katâde'nin de kıraati olup yani (hakkınızı) eksik olarak almanız müstesna, demek olur. Ebû Amr ed-Dânî de der ki: ez-Zührî'nin iki ayrı kıraatinin anlamı: Eksik olarak alıcısı olamayacağınız... şeklindedir. Mekkî ise el-Hasen'den "mim" harfini şeddeli ve üstün olarak şeklinde okumuştur. Yine Katâde "te" harfini ötreli, "ğayn" harfini cezmli, "mim" harfini de üstün ve şeddesiz olarak şeklinde okumuştur. Ebû Amr ed-Dânî der ki: (Bu iki okuyuşun) anlamı size karşı bu konuda göz yumulmadıkça alınmayacak olan; anlamındadır. Bunu en-Nehhâs da bizzat Katâde'den nakletmiştir. İbn Cinni der ki: Bu kıraatin anlamı şudur: Sizler o iş hakkında kendi yorumunuz yahut kolaylık göstermeniz suretiyle göz yumar halde bulunmanız ve hatıra ilk gelenden farklı bir uygulama yapmanız (hali müstesna almazsınız). Bu ise kişinin: "Ben adamı övdüm ve onun övülmeye değer olduğunu buldum" demeye ve buna benzer sair örneklere benzer. İbn Atiyye der ki: Cumhûrun kıraati bu konuda müsamaha göstermeye ve göz yummaya yorumlanır. Çünkü ile aynı anlamdadır. Bu okuyuş, şu manaya da gelir. Ayrıca şu şekilde de anlaşılır: Sizler böyle bir şeyi ancak görmezlikten ya da üstünkörü bir yorum yaparak alırsınız. Bu ise; ya -İbn Zeyd'in görüşüne göre- haram oluşundan dolayıdır; ya da -başkalarının görüşüne göre- hediye olarak verildiğinden yahut bir borç karşılığında alındığından dolayı böyledir. el-Mehdevî der ki: şeklinde okuyanın kıraatinin anlamı şudur: Onu almak hususunda basiret gözlerinizi kapatmaksızın... el-Cevherî der ki: Alım veya satımda bir kimseye kolaylık gösterildiği vakit ile tabiri kullanılır. Yüce Allah da: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri..." diye buyurmaktadır. Satın alınan mal, adi ve bayağı olduğu için ve kıymeti düşük olduğundan daha fazla verilmesi isteniyor gibi bir anlam ifade etmek üzere de: Bu sattığın şeyde bana göz yum, denilir. Yüce Allah'ın: "Bilin ki Allah Ganîdir, Hamiddir" âyeti ile şanı yüce Allah, Ğanilik sıfatına dikkatimizi çekmektedir. Yani onun sizin sadakalarınıza ihtiyacı yoktur. Her kim Allah'a yakınlaşmak ister ve sevap arzu ederse bunu bir değer ve bir önem taşıyan şeylerle yapsın. O bu yaptığını kendisi için yapmış olur ve hayrını önden gönderir. "Hamîd" âyetinin anlamı ise herhalde övülen demektir. Bu iki ismin anlamlarına "el-Kitabu'l-Esnû..." adlı eserimizde açıklamalarda bulunduk. Hamd, Allah'adır. ez-Zeccâc da yüce Allah'ın: "Bilin ki Allah Ganidir Hamiddir" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Yani o sizlere kendisi muhtaç olduğu için tasâddukta bulunmanızı emretmiyor. Fakat O, sizin durumunuzu, halinizi sınamaktadır. O bakımdan bütün nimetlerine karşılık O, hamde lâyık olandır. 268Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Ve size fahşâyı emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk vadediyor. Allah Vasîdir, Alimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Şeytan..." âyetinde yer alan şeytan'ın ne anlama geldiği ve türediği köküne dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bk. Mukaddime, İstiâze bahsi 10. başlık. Burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "Sizi fakirlikle korkutur." Yani infak etmeyesiniz diye fakir olacaksınız diye korkutur. Bu âyet-i kerîme bundan önceki buyruklarla alakalıdır. Ayrıca şeytanın insanı Allah yolunda infaktan alıkoymakta bir etkisinin olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte şeytan fahşâyı emreder. Fahşâ ise masiyetler ve o yolda infak yapmak amalı harcamakbtır. Şöyle de denilmiştir: Yani o size tasâddukta bulunmamayı, böylelikle Allah'a isyan etmeyi ve aranızdaki bağları kopartmayı emreder. "Fakirlik" anlamına gelen kelimesi şeklinde "fe" harfi ötreli olarak okunmuştur. Bu da bir şivedir. el-Cevherî der ki: Bu "fakr" kelimesinin bir çeşit söyleyişidir. Zayıflık anlamına gelen gibi. 2- Şeytanın Va'dine Karşılık Allah'ın Va'di Yüce Allah'ın: "Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bir bolluk va'dediyor" âyetinde geçen "vaad" kelimesi Arap dilinde mutlak olarak kullanıldığı takdirde hayır ile ilgilidir. Şayet va'dedilen şeyin ne olduğu belirtilerek kayıtlı olarak ifade edilirse o takdirde hayır hakkında da şer hakkında da kabul edilir. Beşaret (müjdelemek) kelimesinde olduğu gibi. Bu âyet-i kerimede ise her iki anlamı ile vaadin kayıtlanabileceği âyetlerdendir. İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerimede yüce Allah'tan iki vaad, şeytandan da iki vaad vardır. Tirmizî, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şeytanın Âdemoğlunun kalbine getirdiği bir düşünce vardır, meleğin de öyle bir etkisi vardır. Şeytanın getirdiği düşünce kötülüğü vadetmek, hakkı yalanlamaktır. Meleğin getirdiği düşünce ise hayrı vadetmek, hakkı tasdik etmektir. Her kim içinde böyle birşey hissederse bilsin ki o, Allah'tandır. Her kim öteki duyguyu hissederse şeytandan Allah'a sığınıversin." Daha sonra yüce Allah'ın: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı emreder..." âyetini okudu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen ve sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 2. Sûre 36. hadis. Kur'ân-ı Kerîm'ın dışında (fahşâ kelimesinin başındaki) "be" harfi hazfedilerek demek mümkündür. Sîbeveyh de burada (hayrın başında "be" harfini hazfederek) şu beyiti zikreder: "Ben sana hayrı emrettim, sana emrolunan şeyi yap Çünkü ben seni pek çok mal ve akar sahibi olarak bıraktım." Mağfiret ise yüce Allah'ın dünya ve âhirette kullarının kusurlarını örtmesidir. Bolluk (fazl) ise dünyada rızık, genişlik, âhirette de uçsuz, bucaksız nimetlerdir. İşte yüce Allah bunların hepsini va'detmiş bulunuyor. 3- Fakirlik mi Daha Faziletlidir Zenginlik mi? en-Nekkaş'ın naklettiğine göre bazıları bu âyet-i kerimenin fakirliğin zenginlikten daha faziletli olduğuna işaret ettiği görüşündedirler. Çünkü şeytan kulu fakirlikten korkutmak suretiyle hayırdan uzak tutar. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerimede (buna) katî bir delil yoktur. Aksine bununla abu görüşeb karşı çıkmak güçlü bir delildir. Rivâyet edildiğine göre Tevrat'ta şöyle denilmektedir: "Ey kulum, benim rızkımdan infak et ki ben de senin üzerine lütfumu genişletip yayayım. Şüphesiz benim elim açık her elin üzerinde yayılmıştır." Kur'ân-ı Kerîm'de de bunu doğrulayan ifade vardır ki o da yüce Allah'ın şu âyetidir: "Her ne infak ederseniz onun yerine O, başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bunu İbn Abbâs zikretmektedir. "Allah Vasi'dir, Alimdir." Bu âyetin anlamı daha önceden (el-Bakara, 2/115. âyet 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada anlatılmak istenen şudur: Şanı yüce Allah bol hazinesinden verir ve bunu nereye koyacağını bilir. Gizli olanı da açık olanı da bilir. Bunlar yüce Allah'ın iki ismidir ki biz de bunları "el-Kitabu'l-Esnâ" adlı eserimizde Allah'ın güzel isimleri arasında zikretmiş bulunuyoruz. Hamd yalnız Allah'adır. 269Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Özlü akıl sahiplerinden başkası da iyice düşünemez. Yüce Allah'ın: "Hikmeti dilediğine verir" âyeti hikmeti kullarından dilediği kimseye verir, demektir. İlim adamları burada geçen "hikmet"in anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptir. es-Süddî, hikmet nübüvvettir derken, İbn Abbâs şöyle demektedir: Kur'ân'ı bilmek, Kur'ân'ı fıkhetmek (derinliğine kavrayıp anlamak) neshini, muhkemini, müteşabihini, garibini, önce inenini sonra inenini bilmektir. Katâde ve Mücâhid der ki: Hikmet, Kur'ân'da fıkıh sahibi olmaktır. Mücâhid der ki: Hikmet söz ve fiilde isabettir. İbn Zeyd der ki: Hikmet dini akletmektir. Mâlik b. Enes der ki: Hikmet Allah'ın dinini bilmek, o dinde fakih olmak ve ona uymaktır. İbnu'l-Kasım'ın rivâyetine göre Mâlik şöyle demiştir: Hikmet Allah'ın emri hakkında tefekkür etmek ve ona tabi olmaktır. Yine Mâlik der ki: Hikmet Allah'a itaat, dinde fakihlik ve dinde gereğince amel etmektir. er-Rabî' b. Enes der ki: Hikmet haşyettir. İbrahim en-Nehaî der ki: Hikmet Kur'ân-ı Kerîm'de anlayış sahibi olmaktır. Zeyd b. Eslem de böyle demiştir. el-Hesan de: Hikmet vera' demektir, demiştir. Derim ki: es-Süddî'nin, er-Rabi ve el-Hasen'in sözleri dışındaki bütün sözler birbirine yakındır. Çünkü hikmet "ihkâm (sağlam tutmak, sağlam yapmak)"tan masdardır. Bu ise söz veya fiilde işi sıkı tutmak, sağlam yapmaktır. Sözü geçen bütün bu hususlar cins isim olan hikmet'in bir türüdür. Allah'ın Kitabı bir hikmettir, Peygamberinin sünneti bir hikmettir. Üstün kılmaya (tafdil) dair sözü geçen herşey bir hikmettir. Hikmetin asıl anlamı kendisi vasıtasıyla sefihlikten uzak durulan şeydir. İlme hikmet denilmiştir. Çünkü onunla (kâhinlikten) uzak durulur ve onunla sefihlikten uzak durma gereği öğrenilir. Sefihlik ise çirkin olan her türlü iştir. Kur'ân, akıl ve fehm (kavrayış) da böyledir. Buhârî'de: "Allah kimin hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar" Buhârî, Fardu’l-Hums 7, İ'tisâm 10; Müslim, Zekât 98, 100, İmâre 175; İbn Mâce, Mukaddime 17; Dârimî, Mukaddime 24, Rikaak 1; Muvatta’', Kader 8; Müsned, I, 306, IV, 95. hadisi yer almaktadır. Burada da yüce Allah: "Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir" diye buyurulmaktadır. Hikmet lâfzının âyet-i kerimede (ikinci sefer) zamir olarak değil de tekrar zikredilmesi, ona verilen öneme, şeref ve faziletine dikkat çekmek içindir. Nitekim daha önce Allah'ın: "Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler." (el-Bakara, 2/59) âyetini açıklarken yapılan açıklamalarda buna uygundur. Dârimî, Ebû Muhammed, Müsned'inde şunu zikretmektedir: Bize Mervan b. Muhammed anlattı, bize Rifde el-Ğassanî anlatarak dedi ki: Bize Sabit b. Aclan el-Ensarî haber verdi, dedi ki: Şöyle deniyordu: Şüphesiz Allah yeryüzü halkı hakkında azâbı murad eder, fakat öğretmenin çocuklara hikmeti öğrettiğini işitince bunu onlardan Savar. Mervan der ki: Hikmet ile Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmektedir. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 4. Yüce Allah'ın: "Kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Özlü akıl sahiplerinden başkası iyice düşünemez" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Kendisine hikmet ve Kur'ân-ı Kerîm verilen kimseye öncekilerin kitaplarından olan sahifelerdeki ve başkalarındaki ilmi tamamıyla toplayan kimseden daha faziletli birşey verilmiş olur. Çünkü Allah bu gibi bilgilere sahip olan kimselere: "Ve size ilimden azıcık birşeyden başkası verilmemiştir." (el-İsra, 17/85) diye buyurmaktadır. Burada ise buna "Pek çok hayır" demektedir. Çünkü bu Kur'ân, sözlerin toplu ve özlü olarak ifadesidir. Hikmet ehlinden birisi şöyle demiştir: "Her kime ilim ve Kur'ân verilirse kendisini tanıması gerekir. Dünyalıkları sebebiyle dünya ehlinin önünde alçakgönüllülük göstermemelidir. Çünkü ona dünyada bulunan kimselere verilebileceklerin en faziletlisi verilmiştir. Zira yüce Allah dünyayı azıcık bir meta' diye nitelendirerek şöyle buyurmuştur: "De ki: Dünyanın metaı (menfaati) pek azdır." (en-Nisa, 4/77) Diğer taraftan ilim ve Kur'ân'dan ise "pek çok hayır" diye söz etmektedir. Cumhûr meçhul olarak: Kime verilirse" şeklinde okumuştur. ez-Zührî ve Ya'kub ise Allah kime hikmeti verirse" anlamında olmak üzere "te" harfini esreli olarak şeklinde okumuştur. Burada ise fail (yani veren zat) yüce Allah'ın ismidir. "Kim" anlamına gelen ise mukaddem ve birinci mef'ûldur, hikmet ise ikinci mef'ûl olur. el-Elbâb, akıllar demektir. Tekili "lüb" ...diye gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/197. âyet 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 270Nafaka türünden neyi infak etseniz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin hiçbir yardımcıları yoktur. Bu âyet ("Nafaka... bilir"e kadar olan kısmı) şart ve onun cevabıdır. Adaklarda bulunmak Arapların adetlerindendi. Çokça adakta bulunurlardı. Yüce Allah, kişinin kendiliğinden "teberruen" yaptığı ile, kendisinin o işi yapmakla yükümlü tuttuktan sonra yaptığı her iki tür işi zikretmektedir. Âyet-i kerimede vaad ve tehdid anlamı vardır. Yani niyeti ihlaslı olan kimse ecir alır. Riyakârlık olsun diye veya başa kakmak ve eziyette bulunmak gibi başka herhangi bir maksat ile veya buna benzer herhangi bir sebep dolayısıyla infakta bulunan kimse zalimdir. Onun yaptığı şey boşa gider ve bu hususta kendisine yardımcı olacak kimseyi bulamaz. Yüce Allah'ın: "Allah onu bilir" âyeti, onu sayıp tesbit eder anlamındadır. Bu açıklamayı mücahid yapmıştır. İki şey zikretmekle birlikte zamir (onu şeklinde) tek olarak gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Nafaka türünden neyi infak etseniz muhakkak Allah onu bilir" yahut "adaktan neyi adarsanız muhakkak Allah onu bilir" şeklindedir. Daha sonra birincisinden "bu" hazfedilmiştir. İfadenin takdirinin şöyle olması da mümkündür: Neyi infak etseniz muhakkak Allah onu bilir. Ve bu durumda "he: O" zamiri "ma"ya ait olur. Nitekim Sîbeveyh, İmru'l-Kays'ın şu beyitini zikreder: Tûdih sonra Mikrat'a onun izleri henüz silinmedi Kuzeyden ve güneyden gelirken bıraktığı izini." Burada da izler iki yere ait olmakla birlikte zamir tekil gelmiştir. Bu takdirde "yahut adaktan her ne adarsanız" âyeti ona atfedilmiş olur. İbn Atiyye dedi ki: "Onu bilir" âyetinde iki şey zikretmekle birlikte zamirin tekil gelmesi, zikredilen yahut nass ile sözü edilen şeyleri kastetmiş olması dolayısıyladır. Derim ki: Bu açıklama güzeldir. Bazan zamir ile çok olsa dahi, sözü geçen herşey kastedilebilir. Adak (nezr)in gerçek mahiyeti şöyle açıklanır: Kendisi hakkında vacip olmayan, yerine getirmek yükümlülüğünde de olmadığı ibadet kabilinden olan şeyleri mükellefin kendisine vacip kılmasıdır. Bir kişi bir işi yapmayı üstlendiği vakit: Adam filan şeyi nezretti, denir. Bunun muzari aşimdiki ve geniş zaman fiilib da şeklinde gelir. Nezrin kendine has birtakım hükümleri vardır ki, bunların açıklanması yüce Allah'ın izniyle bir başka yerde (el-İnsan, 76/7. âyette) gelecektir. 271Sadakalarınızı açıkça verirseniz, o ne güzeldir! Şayet onları gizler de fakirlere verirseniz işte bu, sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta olduğunuzdan haberdardır. Müfessirlerin Cumhûru bu âyet-i kerimenin nafile sadaka hakkında olduğunu kabul ederler. Çünkü nafile sadakanın gizli verilmesi açıktan verilmesinden daha faziletlidir. Sair ibadetlerde de bu durum böyledir. Riyanın ortadan kalkması için nafile ibadetlerde gizlilik daha faziletlidir. Ancak farz olanlarda durum böyle değildir. el-Hasen der ki: Zekâtın açıktan verilmesi daha güzeldir, nafile sadakanın gizliden verilmesi ise daha faziletlidir. Çünkü bununla yalnızca Allah'ın rızasının taleb edildiği daha açıkça ortaya çıkar. İbn Abbâs der ki: Denildiğine göre yüce Allah nafile sadakanın gizlice verilmesini, açıkça verilmesinden yetmiş kat fazla faziletli kılmıştır. Farz sadakanın (zekâtın) açıktan verilmesini de gizlisinden - yine denildiğine göre- yirmibeş kat fazla faziletli kılmıştır. (İbn Abbâs) der ki: İşte herşeyde, bütün farzlarda ve nafilelerde durum böyledir. Derim ki: Böyle birşey şahsi görüş olarak söylenemez. Bu ancak tevkîfıdir (yani Peygamber'den alınan habere bağlı olarak söylenebilir). Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Farz olan dışında, kişinin en faziletli namazı evinde kıldığıdır." Aynı manada ve benzer lâfızlarda olmak üzere: Buhâri, Ezan 81, Edeb 75, İ'tisâm 3; Müslim, Salâtu'l-Müsafirin 213; Ebû Dâvûd, Salat 199, Vitr 11; Tirmizî, Salât, 213; Nesâî, Kiga-mure Leys, 1 Muvatta’', Salâtu'l-Cemâa 4; Müsned, V, 182, 184, 186, 187 Bunun sebebi ise farzlara riyanın girmemesi, nafilelerin ise buna maruz kalmasıdır. Nesâî, Ukbe b. Amir'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kur'ân'ı açıktan okuyan bir kimse sadakasını açıktan veren kimse gibidir, Kur'ân'ı gizliden okuyan kimse de sadakasını gizliden veren kimse gibidir." Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 20; Nesâî, Zekât 68; Müsned, IV, 151, 158, 201. Yine Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Gizlice verilen sadaka Rabbin gazabını söndürür." el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, III, 115, "zayıftır" kaydıyla; Tirmizî, Zekât 28'de: "Sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder" şeklinde. İbnu'l-Arabî de der ki: "Açıktan verilen sadakanın gizli sadakadan, aynı şekilde gizli verilen sadakanın açıkça verilen sadakadan daha faziletli olduğunu ifade eden sahih bir hadis yoktur. Fakat bu, sabit bir icmadır. Nafile sadakaya gelince; Kur'ân-ı Kerîm gizlice verilen nafile sadakanın açıktan verilen sadakadan faziletli olduğunu ifade etmektedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımız şöyle demektedir: Bu çoğunlukla görülen duruma göre böyledir. Bu mes'elenin tahkiki ise şu sonucu vermektedir: Sadakada durum onu verenin, kendisine verilenin ve buna şahit olan insanların durumlarına göre farklılık gösterir. (Açıktan) verenin bunda sünnetin açıktan işlenmesi ve kendisine uyulması dolayısıyla ayrıca sevap kazanması gibi bir faydası vardır." Derim ki: Bu durum hali güçlü olan, niyeti güzel ve riya yapmayacağından emin olan kimse için böyledir. Bu mertebeden daha aşağı ve zayıf olan kimse için ise gizlilik daha faziletlidir. "Kendisine sadaka verilene gelince; buna gizlice verilmesi insanların onu küçümsemesinden yahut onu ihtiyacı olmadığı halde o sadakayı alıp iffetli davranmayı terketmekle itham etmelerinden daha uzak bir haldir. İnsanların durumuna gelince; onlardan gizlemek, onların önünde açıkça vermekten faziletlidir. Çünkü onlar belki da sadaka veren kimseyi riyakârlıkla, sadaka alan kimseyi de muhtaç olmamakla nitelendirip tenkid edebilirler. Bununla birlikte açıktan verilmesi kalplerinde sadaka vermeye doğru bir hareket doğurur. Fakat bu günümüzde pek azdır." Yezid b. Ebi Habib dedi ki: Bu âyet-i kerîme yahudi ve hıristiyanlara sadaka vermek hakkında nazil olmuştur. O bakımdan zekâtın gizlice paylaştırılmasını emrederdi. İbn Atiyye der ki: Böyle bir görüş reddedilir. Özellikle salih selef hakkında. Çünkü Taberî der ki: İnsanlar farz olanın açıktan yapılmasının daha faziletli olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Derim ki: Elkiyâ et-Taberî'nin belirttiğine göre bu âyet-i kerîme, mutlak olarak (farz ya da nafile olsun) sadakaların gizli verilmesinin daha uygun olduğu görüşüne delalet etmektedir. Ayrıca fakirin hakkı olduğuna, mal sahibinin bunu bizzat kendisinin dağıtmasının câiz olduğuna delil vardır. Nitekim Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de böyledir. Diğer görüşüne göre ise; naklettiklerine göre bu âyet-i kerimede sözü geçen sadakalarla kastedilen nafile sadakadır, herhangi bir itham altında kalmaması için açıktan verilmesi daha uygun olan farz zekât değildir. İşte bundan dolayı şöyle denilmiştir: Nafile namazın tek tek kılınması daha faziletlidir. Farz namazın cemaatle kılınması ise itham altında kalmaktan daha bir uzak tutar. el-Mehdevî de der ki: Âyet-i kerimede kast edilen farz olan zekât ve kişinin nafile olarak verdiği sadakadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatta olduğu sürece gizlice verilmesi daha faziletli idi. Bundan sonra insanlar kötü zan sahibi oldular. O bakımdan ilim adamları, herhangi bir kimse hakkında zekât vermediği sanılmasın diye farzların açıktan verilmesini daha güzel görmüşlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu görüş konu ile ilgili varid olmuş rivâyetlere muhaliftir. Bizim zamanımızda farz sadakanın gizlice verilmesi daha uygun gibidir. Çünkü onu vermeyen artık pek çoktur ve artık onu açıkça vermek kişiyi riyakârlığa maruz bırakabilir. İbn Huveyzimendâd der ki: Âyet-i kerimede farz olan zekâtın da nafile sadakanın da kastedilmiş olması mümkündür Çünkü yüce Allah gizlice vermekten söz etmiş ve bunu övmüş, yine açıkça vermekten de söz etmiş bunu da övmüştür. O bakımdan bunun aynı anda her ikisi hakkında da sözkonusu olması mümkündür. en-Nakkaş da der ki: Bu âyet-i kerimeyi yüce Allah'ın: "Mallarını gece-gündüz, gizli-açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır..." (2/214) âyeti neshetmiştir. Yüce Allah'ın: "O ne güzeldir!" âyeti, sadakanın açıktan verilmesini övmektedir. Daha sonra yüce Allah gizli vermenin bundan daha hayırlı olduğu hükmünü vermektedir. Bundan dolayı hikmet sahipleri şöyle demiştir: Ma'ruf işlediğin zaman bunu işle. Sana maruf yapılırsa bunu da yay! Di'bil el-Huzaî der ki: "İntikam aldıklarında işlerini açıktan yaparlar İyilikte bulundukları vakit de gizleyerek iyilik yaparlar." Sehl b. Harun da der ki: "Bir dost ki birgün ondan birşeyler istemek üzere ona gelirsen Sana ellerinde ne varsa tutar verir ve özür beyan eder iyiliklerini gizli yapar, Allah ise onları açığa çıkartır Çünkü güzel bir işi sen gizlesen dahi o açığa çıkar." el-Abbas b. Abdulmuttalib (radıyallahü anh) da der ki: Ma'ruf (iyilik) ancak şu üç özellikle tamam olur: Onun çabucak yapılması, küçük görülmesi ve gizlenmesi. Onu çabucak yaparsan afiyetle yenmesini sağlarsın, onu küçük görürsen gerçekte onu büyütürsün, gizlediğin vakit de onu tamamlamış olursun. Bir şair de ne güzel söylemiş: "Senin bana yaptığın iyilik benim nazarımda daha da büyüktür Çünkü o senin tarafından saklı tutulmuş ve basit görülmüştür; Sanki hiç yapmamış gibi onu unutur gibisin Halbuki o insanlar arasında yaygındır ve çok büyük görülmektedir." Kıraat âlimleri yüce Allah'ın "O ne güzeldir" âyetini farklı şekillerde okumuşlardır. Ebû Amr ve Verş rivâyetinde Nâfi, Hafs rivâyetinde Âsım ve İbn Kesîr "nün" ve "ayn" harflerini esreli olarak şeklinde, yine Ebû Amr ve Verş'ten başkasının rivâyetinde Nafi ile Ebû Bekr rivâyetinde Âsım ile el-Mufaddal "nun'u esreli, "ayn"ı da sakin olarak şeklinde okumuşlardır. el-A'meş, İbn Âmir, Hamza ve el-Kisaî ise "nun" harfini üstün "ayn" harfini de esreli olarak diye okumuşlardır. Hepsi de (birinci) "mim"i sakin okurlar. Kur'ân-ı Kerîm dışında bunun söylenişi caizdir. en-Nehhâs der ki: Fakat çoğunlukla bu (iki mim harfi) muttasıldır. O bakımdan bunların idgam edilmesi gerekir. Nahivciler de kelimesinin dört ayrı söyleyişini nakletmektedirler: şeklinde ve asıl söyleyiş budur. İkincisi "nun" harfinin "ayn"ın esreli oluşu dolayısıyla esreli olması şeklinde. Üçüncüsü "nun" harfi üstün, "ayn" harfi sakin olmak üzere şeklinde. Bunun aslı ise şeklindedir. Esre ağır olduğundan dolayı hazfedilmiştir. Diğeri şeklinde olup en fasih söyleyiş budur. Bunda da asıl söyleyiş şeklindedir. Bu kelime övülecek her türlü şey hakkında kullanılır. Bunun söyleyişi hafifletilerek "ayn"ın esresi "nun"a verildi ve "ayn" da sonradan sakin okundu. Buna göre şeklinde okuyanların okuyuşunun iki takdiri vardır: Birincisine göre bu ifade ( fîi) diyenlerin şivesi esas alınarak söylenmiştir. Diğer takdire göre ise bu iyi ve fasih olan şiveye göre söylenmiştir. O takdirde bunun aslı: ( fü ) olur. Sonradan iki sakin bir araya geldiğinden dolayı "ayn" harfi esre olarak okunmuştur. en-Nehhâs der ki: Ebû Amr ve Nafi'den nakledilen "ayn" harfinin sakin olarak okunuşu ise imkansız birşeydir. Muhammed b. Yezid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Ayn" harfinin sakin "mim"in de şeddeli olarak okunmasına gelince; hiçbir kimse bunu telaffuz edemez. Bunun yerine iki sakin bir arada olduğundan dolayı revm yapar, hareke verir ve buna aldırış etmez. Ebû Ali ise der ki: "Ayn" harfini esreli olarak okuyanın bu okuyuşu uygun değildir. Çünkü böyle bir okuyuş ile iki sakin bir araya getirilmiş olur. Bunlardan birisi med harfi de değildir, lîn harfi de değildir. Ancak bu birinci harf med harfi olduğu takdirde nahivcilerce câiz kabul edilir. Çünkü o takdirde med, harekenin yerini tutar. Bu da mesela; ve benzeri kelimelerde olur. Muhtemeldir ki Ebû Amr, harekeyi gizli okumuş ve bunu kelimelerinde ihfâ yaptığı gibi farkettirmeden söylemiş, işiten de bu ihfayı işitme zorluğundan ve bunun gizliliğinden dolayı sakin okuduğunu sanmıştır. Ebû Ali ise der ki: "Nün" harfini "ayn" harfini de esreli olarak şeklindeki okuyuşa gelince böyle okuyan kimse kelimeyi asıl şekline uygun olarak okumuştur. Şairin şu sözü de bu kabildendir: "Ayaklarım hareket ettikçe onlar; İyi işlere koşan, ne iyi kimselerdir!" Ebû Ali der ki: Yüce Allah'ın âyetindeki nasb mahallindedir. “O" ise zikredilmeden önce gizli kılınan faili açıklamaktadır. Bunun takdiri ise şöyledir: Onu açığa vurmak ne güzel birşeydir! Açığa vurmak ise özellikle övülen durumdur. Şu kadar var ki muzaf hazfedilmiş ve muzfun ileyh onun yerine getirilmiştir. Bunu ise bize: "Bu sizin için daha hayırlıdır" yani saklamak hayırlıdır âyeti göstermektedir. Buradaki zamir "gizleme"ye ait olup "sadakalar" ait olmadığı gibi; fail de önce, kendisine zamir bitişmiş olan "açığa vurmak"tır. "Açığa vurmak" hazf edildikten sonra, "sadakalar"a ait olan zamir onun gibi yerine kullanılmıştır. "Onları gizler" âyeti şarttır. O bakımdan "vav" harfinden sonra gelmesi gereken "nun" hazfedilmiştir. "...de fakirlere verirseniz" âyeti buna atfedilmiştir. Cevabı ise: "İşte bu sizin için daha hayırlıdır" âyetidir. "Bağışlar" diye meali verilen (...........) kelimesini kıraat âlimleri farklı şekillerde okumuşlardır. Ebû Amr, İbn Kesîr, Ebû Bekr rivâyetinde Âsım, Katâde ve İbn Ebû İshak, "nun" harfi ile ve "radıyallahü anh"yı ötreli olarak: "(.........): bağışlarız" diye okumuşlardır. Nafi', Hamza ve el-Kisaî ise "nun" harfini ötreli ve "radıyallahü anh" harfini ise sakin olarak "Bağışlarız" diye (yani şartın ikinci cevabı olarak) okurlar. Âsım'dan da buna benzer bir kıraat nakledilmiştir, el-Hüseyn b. Ali el-Câ'R ise el-A'meş'ten "radıyallahü anh" harfini üstün olarak şeklinde rivâyet etmiştir. İbn Âmir ise ya harfi ve "radıyallahü anh" harfini de ötreli olarak şeklinde okumuştur. Ayrıca bunu Hafs, Âsım'dan da rivâyet etmiştir. Yine el-Hasen'den de böyle rivâyet edilmiştir. el-Hasen'den ayrıca "ya" harfiyle ve "radıyallahü anh" harfi sakin olarak şeklinde de rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs ise "te" harfiyle, "fe" harfi esreli ve "re" harfi de sakin olarak: Bu sadakalar günahlarınızın bir kısmını örter" anlamında diye okumuştur. İkrime ise "te" harfi ile "fe" harfi üstün "re" harfi de sakin olarak: Günahlarınızı bağışlatır" diye okumuştur. el-Mehdevî İbn Hürmüz'den "te" harfiyle ve "radıyallahü anh" harfi ötreli olarak : Günahlarınız bağışlanır" diye okumuştur. İkrime ile Şehr b. Havşeb'den de bunu "te" harfiyle ve "radıyallahü anh" harfi mansub olarak okudukları nakledilmiştir. İşte bunlar kelimenin dokuz ayrı kıraatidir. Bunların en açık(lanabilir) olanı ise "nun" harfiyle ve "radıyallahü anh" harfi ötreli olarak şeklinde okunanıdır. el-Halil ve Sîbeveyh'in görüşü budur. en-Nahhas der ki: Sîbeveyh dedi ki: Burada ref, uygun olan okuyuştur, güzel olanı da budur. Çünkü "fe" harfinden sonra gelen ifadeler ceza aşartın cevabıb dışında onun hükmündedir. Bu manaya hamlederek de bunun sakin okunmasını da câiz kabul etmiştir. Çünkü bunun anlamı şudur: Eğer sizler o sadakaları gizler de fakirlere verirseniz, bu sizin için hayırlı olur ve Biz de günahlarınızı bağışlarız. Ebû Hâtim dedi ki: el-A'meş ise daha önceden vav olmaksızın ya harfi ile diye okumuştur. en-Nehhâs der ki: Ebû Hâtim'in el-A'meş'ten naklettiği "vav"sız ve son harfi sakin olarak okuyuş, bedel olur, âdeta bu "fe" harfinin yerinde gibi olur. Âsım'dan rivâyet edilen "ya" harfi ve sonu da ötreli olarak şeklindeki okuyuşun manası: "Allah günahlarınızı bağışlar" şeklinde olur. Ebû Ubeyd'in görüşü budur. Ebû Hâtim dedi ki: Bunun anlamı; sizin sadaka vermeniz, günahlarınızın bağışlanmasını sağlar, şeklindedir. İbn Abbâs'ın okuyuşunun anlamı ise: O sadakalar günahlarınızın bağışlanmasını sağlar, anlamındadır. Özetle bu kıraatler arasında "nun" ile olanlarındaki bu "nun" azamet "nun"udur. (Yani yüce Allah'ın kendi zatından birinci çoğul şahıs olarak söz etmesini ifade eder). "Te" harfi ile okunanlar ise sadakayı ifade eder. Şu kadar var ki İkrime'den gelen "fe" harfinin üstün okunuşundaki "te" ise seyyiâta ait olur. (Yani günahlarınız bağışlanır, demektir). "Ye" harfiyle gelen kıraatlerde ise günahları bağışlayan yüce Allah'tır. Belirttiğimiz gibi yine aynı şekilde günahların bağışlanmsma sebep olan gizlice vermek de olur. Bunu da Mekkî nakletmektedir. "Re" harfinin ötreli olarak okunması ise iki şekilde açıklanır: Birincisine göre fiil, bir mübtedanın haberi olur; bunun da takdiri şöyle olur: Bizler bu günahları bağışlarız veya o sadaka günahları bağışlar yahut Allah bağışlar. İkinci açıklamaya göre kat' ve isti'naf ayeni cümleb kabul edilir; o takdirde "vav" iştirak için atıf edatı olmaz. Şu kadar var ki bir cümleyi öbür cümleye atfetmiş olur. (radıyallahü anh harfini) sükûn ile okumanın anlamını zikretmiş bulunuyoruz. (....) kıraatinde son harfin üstün olarak okunması ise zayıftır. edatını mahzuf olarak kabul etmek şeklinde olur. Oldukça uzak bir ihtimal olmakla birlikte caizdir. el-Mehdevî ise der ki: Bu, istifhamın cevabındaki nasbi andırmaktadır. Çünkü ceza, istifhamda olduğu gibi ondan başkasının vücubu dolayısıyla, birşeyin gerekmesi demektir. "Re" harfinin sakin olması bu kıraatlerin en fasih olanıdır. Çünkü bu kıraat şartın cevabına günahların bağışlanmasının da girdiğini ve gizlice verilmesi halinde bunun da şart koşulmuş olduğunu ifade eder. "Râ" harfinin ötreli olarak okunuşunda ise böyle bir anlam yoktur. Derim ki: Bu ise el-Halil ve Sîbeveyh'in tercih ettiğine muhaliftir. "Günahlarınızdan bir kısmını" âyetini ifade eden "(......): den" katıksız olarak teb'îd (bir kısım) ifade eder. (Meal de böyle yapılmıştır). et-Taberi ise bir kesimden bunun zaid olduğunu söylediklerini nakletmektedir. (O takdirde mealin: Günahlarınızı bağışlar şeklinde olması gerekir). İbn Atiyye ise der ki: Bu o kesimin bir yanlışlığıdır. "Allah yapmakta olduğunuzdan haberdardır" âyeti ise hem bir vaaddir, hem de bir tehdittir. 272Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir. Fakat Allah dilediği kimseye hidâyet verir. Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır. Zaten siz, ancak Allah'ın rızası için infak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez. Bu âyetin: "Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir, fakat Allah dilediği kimseye hidâyet verir" bölümünü üç başlık halinde sunacağız: 1- Hidâyete Erdirmek ve Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir" âyeti, sadakalardan söz eden âyetlerin akabinde gelmiştir. Âdeta bununla, müşriklere sadaka vermenin câiz olduğunu beyan ediyor gibidir. Saîd b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu âyet-i kerimenin nüzul sebebine dair şunu rivâyet etmiştir: Müslümanlar zimmet ehli olan fakirlere sadaka veriyorlardı. Ancak müslümanlar arasındaki fakirler çoğalınca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Dinimize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" buyurdu. Bu âyet-i kerîme nazil olarak İslâm dininden olmayanlara sadaka vermeyi de mubah kıldı. en-Nakkaş'ın zikrettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir takım sadakalar getirilmişti. Yahudinin birisi gelerek Bana da birşeyler ver deyince Peygamber: "Müslümanların sadakasından senin hak ettiğin birşey yoktur" diye buyurdu. Yahudi fazla uzağa gitmeden: "Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir" âyet-i kerimesi nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu geri çağırdı ve ona birşeyler verdi. Daha sonra yüce Allah bunu sadakalara ait âyet-i kerimeleri ile (zekâtın harcama yerlerini belirten et-Tevbe, 9/60. âyet-i kerimeleriyle) neshetti. İbn Abbâs'ın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ensara mensup bazı kimselerin Kurayza ile Nadiroğulları arasında akrabalık bağları vardı. Bu akrabalarına muhtaç oldukları takdirde İslâm'a girerler ümidiyle sadaka vermiyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bu gibi kimseler sebebiyle nazil olmuştur. Kimi müfessirin de naklettiğine göre Ebû Bekir es-Sıddîk'ın kızı Esma (radıyallahü anhüma), ceddi Ebû Kuhafe'ye sıla-ı rahimde bulunmak istedi. Daha sonra kâfir olduğundan dolayı uzak durdu. İşte bu âyet-i kerîme bu konuda nazil oldu. Bu âyetin nüzul sebebine dair benzer ve başka rivâyetler için bk. Süyûti, ed-Dürru'l-Mensûr. II. 86 vd. Ancak en-Nekkâş'ın rivâyetine benzer bir rivâyeti zikretmemektedir. Taberî'nin naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sadakanın (kâfirlere) verilmesini kabul etmemekten maksadı, müslüman olup dine girmeleri idi. Yüce Allah da bunun üzerine "Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir" diye buyurdu. "Onların hidâyete ermesi üzerine borç değildir" âyetinin bundan önceki âyetler ile alakalı olmadığı da söylenmiştir. O takdirde bu zahiren sadakalar ve bunun kâfirlere verilmesi hakkında olur. Hatta o vakit bunun yeni bir söz başlangıcı olma ihtimali de ortaya çıkar. 2- Kâfirlere Hangi Türden Sadaka Verilebilir? İlim adamlarımız der ki: Bu rivâyetlerin ihtiva ettiğine uygun olarak kâfirlere verilmesi mubah kılınan sadaka tatavvu' (nafile) sadakadır. Farz olanın ise kâfirlere ödenmesi halinde zekât borcu yerine getirilmiş olmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "Ben sadakayı (zekâtı) zenginlerinizden almakla ve onu fakirlerinize vermekle emrolundum." İbnu'l-Münzir dedi ki: Kendisinden ilim bellediğim bütün ilim ehli zımmî olan kimseye malların zekâtından herhangi birşey verilmeyeceğini icma ile ifade etmişlerdir. Daha sonra İbnu'l-Münzir bunu açıkça ifade eden bir topluluğun ismini zikreder ve bu konuda herhangi bir görüş ayrılığından söz etmez. el-Mehdevî der ki: Bu âyet-i kerîme sebebiyle müslümanlara müşrik olan akrabalarına farz zekâttan vermelerine ruhsat verilmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu ise bu konudaki icma ile red olunmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Hanîfe der ki: Kâfirlere fıtır sadakası verilebilir. İbnu'l-Arabi der ki: Bu, aslî bir dayanağı olmayan zayıf bir görüştür. Bizim delilimiz ise fıtır sadakasının vacip ve bir temizlenme sadakası oluşudur. Tıpkı davarların sadakası (zekâtı) ve aynî malların zekâtı gibi kâfirlere verilmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da "Onları (müslüman fakirleri), bugün için dilenmek ihtiyacından kurtarınız" Dârakutnî, II, 153. Hadisin sıhhat derecesi ile ilgili açıklamalar için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 432. diye buyururken, Ramazan bayramı birinci gününü kastetmektedir. Derim ki: Çünkü o gün bayramla, bayram namazıyla meşguldürler. Müşriklerde ise bu tahakkuk etmemektedir. Fıtır sadakasını sünnet kabul edenlerin görüşüne göre; müslüman olmayanlara ödenmesi câiz olabilir. Bu da bu konuda mezhebimizdeki iki görüşten birisidir. Aynı zamanda bu, belirttiğimiz gibi Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Bu hususta göz önünde bulundurulan ise birr (iyilik yapmaya)e, yemek yedirmeye teşvik eden (el-Bakara, 2/177) âyetin genel bir muhtevada olması ve "sadakalar" kelimesinin mutlak olarak zikredilmesidir. İbn Atiyye der ki: Bu hüküm (bugün için) müslümanların zimmet ehli ile bir de harbîlerden olup köleleştirilen kimseler hakkında yerine getirilebilmesi düşünülebilecek bir hükümdür. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de ise şöyle buyurulmaktadır: "Ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yemek yedirirler." (el-İnsan, 76/8) Esir ise dar-ı İslâm'da müşrikten başkası olmaz. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda Savaşmamış, sizi yurtlarından çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz." (el-Mümtehine, 60/8) Bu âyetlerin zahirleri sadakaların genel olarak onlara verilmesinin câiz olmasını gerektirir. Şu kadar varki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu genel hükümden farz olan zekâtı tahsis ederek istisna etmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber Muaz b. Cebel'e şöyle buyurmuştur: "Sadakayı (farz zekâtı) zenginlerinden al ve onu fakirlerine geri ver." Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, îman 29, 31; Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Nesâî, Zekât 46; İbn Mâce, Zekât 1; Dârimî, Zekât 1; Müsned, I, 233. Önceden de açıklandığı üzere; ilim adamları bu husus üzerinde ittifak halindedirler. O bakımdan muhtaç olmaları halinde kâfirlere nafile sadakadan ödeme yapılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Arabi ise der ki: Asi olan müslümana gelince; fıtır sadakasının ona verilebileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bu kişi namaz, oruç gibi İslâm'ın rükünlerini terkeden kimse ise tevbe edinceye kadar bu sadaka ona ödenmez. Sair masiyet işleyen kimselere gelince, bunlar da "müslüman" adının kapsamına girdiklerinden dolayı o masiyetleri işleyenlere sadaka verilir. Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre adamın birisi bir zengine, bir hırsıza, zina eden bir kadına sadaka vermiş ve onun verdiği bu sadakası kabul edilmiştir. Müslim, Zekât 78; Nesâî, Zekât 47; Müsned, II, 322. Nitekim ileride sadakalar âyetinde (et-Tevbe, 9/60) geleceği üzere. 3- Kaderiyye ve Mu'tezile'nin Reddi: Yüce Allah'ın: "Fakat Allah dilediği kimseye hidâyet verir" âyeti dilediğini doğruya irşad eder, demektir. Bu âyette Kaderiyye'nin ve Mu'tezile'nin bazı kollarının görüşleri reddedilmektedir. Nitekim önceden de geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" âyeti şart ve onun cevabını ihtiva etmektedir. "Zaten siz ancak: Allah'ın rızası için infak edersiniz." Bu âyet-i kerimede "hayır" mal demektir. Çünkü bu kelime burada infak ile birlikte zikredilmiştir. Bu karine ise buradaki "hayr"ın mal olduğunu göstermektedir. Eğer bu kelimenin mal anlamına geldiğine delalet edecek bir karine bulunmayacak olur ise bunun "mal" anlamına gelmesi gerekmez. Yüce Allah'ın şu âyetinde ve benzerlerinde olduğu gibi: "Karar kılacakları yerleri daha hayırlıdır." (el-Furkan, 25/54); "Zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görür." (ez-Zilzal, 99/7) Bu açıklama, İkrime'nin: "Yüce Allah'ın kitabında geçen her bir "hayır" kelimesi mal demektir" sözünün genel olmadığına dikkat çekmek içindir. Nakledildiğine göre ilim adamlarından birisi pekçok iyilikte bulunur, sonra da hiçbir kimseye bir hayır yapmadığına dair yemin ederdi. Bu hususta ona hatırlatmada bulunulduğunda: Ben bunu kendime yaptım, der ve: "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" âyetini okurdu. Bundan sonra yüce Allah kabule değer olan nafakanın Allah'ın rızası için yapılan nafaka olduğunu beyan etmektedir: "Rızası için" âyeti ise mef'ûlün lehtir. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Bu, yüce Allah tarafından ashab-ı kiram lehine onların ancak kendi rızasını arayarak infak ettiklerine dair bir tanıklığıdır. (Meal de böyle yapılmıştır). Bu ise onların faziletini ve onlara övgüyü ihtiva etmektedir. Birinci açıklamaya göre ise bu şekilde bir infak onlar için şart koşulmuştur. Bu şart koşma onların dışında kalan ümmetin sair fertlerini de kapsar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Sad b. Ebi Vakkas'a şöyle demiştir: "Senin kendisiyle yüce Allah'ın rızasını arayarak infak ettiğin her bir şeyin karşılığında mutlaka sana ecir verilir. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokma dolayısıyla dahi." Buhârî, Îman 41, Cenâiz 37, Meğâzî 77, Merdâ 16, Ferâiz 6; Müslim, Vasiyyet 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 2; Tirmizî, Vesâyâ 1; Muvatta’', Vasiyyet 1; Müsned, I, 172. Yüce Allah'ın: "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zulmedilmez" âyetinde yer alan "size ödenir" yüce Allah'ın: "Her ne hayır infak ederseniz kendi hayrınızadır" âyetini te'kid etmekte ve açıklamaktadır. İnfakın sevabının infak edenlere eksiksiz olarak verileceği, ecirlerinin hiçbir şekilde eksik verilmeyeceği beyan edilmektedir. Çünkü eksik verilecek olursa, bu onlar için bir zulüm olur. 273Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen, hallerini bilmeyenin iffet etmelerinden dolayı kendilerini zenginlerden sandığı, seninse onları simalarından tanıdığın ve yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemeyen fakirler içindir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1- Sadaka Verilecek Fakirlerin Nitelikleri: Yüce Allah'ın: "... fakirler içindir" âyetinde yer alan "lâm" harfi yüce Allah'ın: "Hayırdan neyi infak ederseniz" âyeti ile alâkalıdır. (Yani her ne hayır infak ederseniz bu kabilden olan fakirlere verilir, demektir). Bunun "infak yahut sadaka.... fakirler içindir" takdirinde mahzuf bir kelimeye mutaallak olduğu da söylenmiştir. es-Süddî, Mücâhid ve başkaları der ki: Burada sözü geçen fakirlerden kasıt, Kureyşlilerden ve başkalarından olan muhacirlerin fakirleridir. Daha sonra bu âyet-i kerîme Kıyâmete kadar fakirlerden sayılan herkesi kapsar. Özellikle muhacirlerin fakirlerinin zikredilme sebebi, o dönemde onlardan başka fakir olmayışındandır. Bunlar ise Suffe ehli diye bilinirlerdi. Yaklaşık dörtyüz kişi idiler. Fakirliklerine sebep ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına fakir olarak gelişleriydi. Aileleri, akrabaları ve malları yoktu. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mescidinde onlar için bir suffe yapıldı. Bundan dolayı da onlara Suffe Ehli denildi. Ebû Zerr der ki: Ben Suffe ehlinden idim. Akşamı ettiğimiz vakit Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kapısında hazır olurduk. Huzurunda bulunan her bir adama emir verir, o da birisini alır götürürdü. Geriye ise Suffe ehlinden on kişi veya daha az sayıda kimse kalırdı. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a akşam yemeği getirilir ve kalanlarımız onunla birlikte akşam yemeği yerdik. Yemeğimizi bitirince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidde uyuyun" diye buyururdu. Tirmizî de el-Berâ b. Âzib'den yüce Allah'ın: "Arasından göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" (el-Bakara, 2/267) âyeti hakkında dedi ki: Bu âyet-i kerîme bizler yani biz Ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Bizim hurmalıklarımız vardı. Her birimiz fazlalık veya azlığı oranında hurmalardan birşeyler getirirdi. Kimisi bir salkım, kimisi iki salkım getirir, bunu mescide asardı. Suffe ehlinin ise yiyecek birşeyleri yoktu. Onlardan herhangi bir kimse acıktı mı o hurma salkımına varır, elindeki değnekle salkıma vurur, taze ya da kurumuş hurmadan düşeni alır yerdi. Hayır hususunda pek rağbetli olmayan birtakım kimseler de, arasında olgunlaşmamış ve kurumuş, tadı tuzu kalmamış bazan da kırılmış bir salkım getirir, mescide asardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey îman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak ediniz. Arasından göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin." (el-Bakara, 2/267) âyetini indirdi. Buyû' rdu ki: Eğer sizden herhangi birinize onun verdiğinin bir benzeri hediye edilecek olursa ancak göz yumarak ve utancından dolayı onu alır (diye buyurmaktadır). (el-Bera’) dedi ki: Artık bundan sonra herkes yanındakinin en iyisini getirir gelirdi. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 35- Ayrıca: İbn Mâce, Zekât 19 yakın ifadelerle. İlim adamlarımız (Mâlikî mezhebi âlimleri) der ki: "Onlar (Suffe ashabı, Allah onlardan razı olsun) zaruret dolayısıyla Mescidde idiler. Sadakadan (zekâttan) da zaruret kadarını yerlerdi. Allah müslümanlara zaferler nasib edince ihtiyaçtan kurtuldular, oradan çıktılar daha sonra da yönetici oldular, kumandan oldular. Bundan sonra yüce Allah, hicret eden bu fakirlerden, onlara karşı şefkatli ve merhametli olmayı gerektiren ifade ve beyanlarla şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda kendilerini vakfetmiş" yani alıkonmuş, engellenmiş. Katâde ve İbn Zeyd der ki: "Allah yolunda kendilerini vakfetmiş" âyeti kendilerini düşman korkusuyla mÂişetleri uğrunda tasarrufta bulunmaktan alıkoymuş kimseler anlamındadır. Bundan dolayı yüce Allah: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" diye buyurmuştur. Çünkü bütün topraklar katıksız bir küfür ile dolup taşıyordu. Bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde böyle idi. İşte onların bu rahatsızlıkları cihad yoluyla kazanç sahibi olmalarını engelliyordu. Kâfirlerin müslüman olmalarına karşı gösterdikleri tepki ticaret yoluyla tasarrufta bulunmalarına engel oluyordu. O bakımdan fakir kaldılar. Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani kendilerini cihad etmeye adadıklarından dolayı (çalışamayan) kimseler demektir. Ancak birinci açıklama daha güçlüdür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- İffetli Oluşları Durumlarının Bilinmesini Engelliyordu: Yüce Allah'ın: "Bilmeyenin iffet etmelerinden dolayı kendilerini zenginlerden saydığı" yani içlerine kapanıp dilenmeyi terk ederek yüce Allah'a tevekkülleri dolayısıyla içyüzlerini bilmeyen kimse onları zengin diye zanneder. Bu âyette "fakirlik" adının belli bir değeri olan giyeceği bulunan kimseye fakir denilebileceğine ve bunun ona zekâtın verilmesine engel olmadığına delil vardır. Çünkü yüce Allah bu gibi kimselere vermeyi emretmektedir. Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çarpışan hasta ve âmâ olmayan muhacirlerden idiler. Teaffüf aiffetli davranmab; birşeyden uzak durup onu istemeye tenezzül etmediği vakit kullanılan bir ifadedir. Katâde ve başkaları bu anlamda bunu açıklamışlardır. " Kendilerini sandığı" âyetindeki "sin" harfinin üstün ve esreli okunması iki ayrı şivedir. Ebû Ali der ki: Üstün okunması kıyasa daha uygundur. Çünkü bunun mazisinin "ayn"ı (yani kökünün ikinci harfi) meksurdur. O bakımdan bunun babı, muzaride üstün gelmesidir. Bununla birlikte esreli okuyuş da güzeldir. Çünkü bu konuda kıyasa göre istisna teşkil etse bile bu şekilde kullanıldığı da işitilmiştir. Yüce Allah'ın: " İffet etmelerinden" âyetindeki " ....den" âyeti gayenin başlangıcını ifade eder. Cinsin beyanı için olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Seninse onları simalarından tanıdığın..." âyetinde şuna da delil vardır: Bir kimsenin üzerinde görülen alametleri (siması) durumunun değerlendirilmesinde itibara alınır. O kadar ki dar-ı İslâm'da üzerinde zünnâr bulunan ve sünnet edilmemiş bir ölü bulunacak olursa, müslümanlara ait kabristana gömülmez. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre; bu gibi alametlere göre hüküm vermek Dâr'a göre hüküm vermekten önce gelir. Yine yüce Allah'ın: "Yemin olsun sen onları söyleyişlerinden de tanırsın" (Muhammed, 47/30) âyeti de bu kabildendir. Âyet-i kerîme, elbisesi, giyeceği ve güzelleşmek için kıyafeti olan kimselere sadaka vermenin câiz olduğunun delilidir. İlim adamları bu hususta ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte ihtiyacı olduğu takdirde, alacağı şeyin miktarı hakkında farklı görüşleri vardır. Ebû Hanîfe kendisinde zekâtın vacip olacağı kadar bir miktarı nazar-ı itibara alır. Şâfiî ise bir yıllık yiyecek ihtiyacını gözönünde bulundurur. Mâlik ise kırk dirhemi esas alır. Şâfiî kazanç sağlayabilen kimseye zekât verilemeyeceği görüşündedir. Sima: Alamet demektir. Bazen (sonuna hemze getirerek) med'li de okunur. İlim adamları burada sîmânın muayyen olarak ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mücâhid der ki: Buradaki sîmâ huşu ve alçakgönüllülüktür. es-Süddî de der ki: Kasıt onların yüzlerindeki yoksuluğun ve ihtiyacın, ni'met azlığının etkileridir. İbn Zeyd der ki: Elbiselerinin eski püskü oluşudur. Mekki'nin naklettiği bir gruba göre ise secde izleridir. İbn Atiyye ise der ki: Secde izleridir. İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü bunlar başka işlerle uğraşmayan, Allah'a tevekkül eden, çoğunlukla namazdan başka uğraşacak işleri olmayan kimselerdi. O bakımdan secdenin etkileri üzerlerinde görülürdü. Derim ki: Secdenin izi olarak kabul edilen bu sîmâda ashab-ı kiramın tümü (Allah hepsinden razı olsun) ortaktırlar. Çünkü yüce Allah, Fetih Sûresi'nin sonlarında şu âyetiyle bize bunu haber vermektedir: "Secde izinden dolayı onların simaları yüzlerindedir." (el-Feth, 48/29) Bu açıdan onlarla başkaları arasında bir fark yoktur. Geriye sîmânın sadece fakirlik ve ihtiyacın izi olmasından yahut secde izinin daha fazla olmasından başka bir ihtimal kalmıyor. Bunlar geceleyin namaz kılıp gündüzün oruç tuttuklarından dolayı sararmış benizlerinden tanınırlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Huşû'a gelince; bunun yeri kalptir. Bu konuda zengin de fakir de ortaktır. O halde geriye bizim tercih ettiğimizden başka bir ihtimal kalmıyor. Başarı Allah'tandır. Yüce Allah'ın: "... ve yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemeyen fakirler içindir" âyetinde geçen: "Yüzsüzlük ederek" anlamına gelen kelimesi hal konumunda masdardır. Dilenirken ilhâf, ihfâ ve ilhâh (ısrar) etmek aynı anlamdadır. "İlhâf edene geri çevirmek (istediğini vermek) gibisi yoktur" denilir. İlhâf kelimesi (örtü anlamına gelen) lihâf tan gelmektedir. Bu ismin veriliş sebebi ise, örtünün örterken altına aldığı şeyleri kapsadığı gibi dilenirken bütün dilenme şekillerini kapsadığındandır. Yani bütün insanlar dilencinin dilendiği kimseler kapsamına girer, o da böylelikle onları (örtü gibi) örtmüş olur. İbn Ahmer'in şu beyiti de bu kabildendir: "Onları kanatları ile örtüp kapatmaya koyuldu Kaba olmakla birlikte ince bir şekilde onları örtüyordu." Şair burada kanatlarıyla yumurtalarını kucaklayan ve kaba olmakla birlikte incelikle kanatlarını âdeta bir örtü gibi yumurtaları üzerinde örten bir devekuşunu nitelendirmektedir. Nesâî ve Müslim Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yoksul kimse bir ve iki hurmanın bir ve iki lokmanın geri çevirdiği kimse değildir. Asıl yoksul iffetli davranan kimsedir. İsterseniz: «Yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemeyenler...» âyetini okuyunuz." Buhâri, Tefsir 2. sûre 48; Müslim, Zekât 102; Nesâî, Zekât 76. 5- İffetle İstemek ve Yüzsüzlük Ederek İstemek: Yüce Allah'ın: "Ve yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemeyenler..." âyetinin anlamı hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır: Aralarında et-Taberî ve ez-Zeccâc'ın da bulunduğu bir topluluk şöyle der: Bu hiçbir şekilde dilencilik etmezler, anlamındadır. Bu ise onların tam anlamıyla iffetli hareket edip dilencilik yapmadıklarını kabul etmek esasına göredir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. O takdirde iffetli davranmak, onların değişmez bir niteliğidir. Yani yüsüzlük ederek olsun etmeyerek olsun insanlardan hiçbir şekilde dilenmezler. Bir kesim de şöyle demektedir: Burada kastedilen, yüzsüzlük etmenin nefyi (sözkonusu olmadığı)dır. Yani onlar yüzsüzlük etmeksizin isterler. İlk anda anlaşılan da budur. Yani onlar isterler ama yüzsüzlük ederek değil. Böyle bir anlayış insanlardan yüzsüzlük ederek dilencilik edenlerin durumlarının kötü oluşuna dikkat çekme özelliğine sahiptir. Lâfız Müslim'in olmak üzere hadis İmâmları Hazret-i Muâviye b. Ebi Süfyan'dan Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet ederler: "Birşeyler isterken yüzsüzlük ederek ısrar etmeyin. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden birşey isteyip de o istemesi sebebiyle benim çıkarıp ona birşeyler vermeme -ben ondan hoşlanmadığım halde sebep olursa- asla ona verdiğim o şeyde, ona bereket ihsan olunmaz." Müslim, Zekât 99; Nesâî, Zekât 88, Müsned, IV, 98. Muvatta’''da da şöyle denilmektedir: Zeyd b. Eslem'den o Atâ b. Yesar'dan o Esedoğullarından bir adamdan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben ve aile halkım (hanımım) Baki' el-Ğarkad'da konakladım. Ailem bana: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına git, ondan bize yiyeceğimiz birşeyler iste, dediler ve ihtiyaçlarından söz etmeye koyuldular. Onun yanında Hazret-i Peygamber'den birşeyler isteyen bir adam gördüm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Sana verecek birşey bulamıyorum" diyordu. Adam kızgınlıkla yanından ayrılıp gitti, giderken de: Ömrüm hakkı için sen dilediğin kimseye verirsin, diyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu bana kendisine verecek birşeyler bulamıyorum diye kızıyor. Sizden her kimin bir ukıyyesi veya ona denk birşeyi olduğu halde dilencilik ederse o kimse yüzsüzlük ederek dilencilik etmiş olur." Esedoğullarından olan adam dedi ki: Kendi kendime dedim ki: Doğumu yaklaşmış süt veren bir dişi deve bizim için bir ukıyyeden daha hayırlıdır. -Mâlik dedi ki: Ukıyye ise kırk dirhemdir-. (Esedoğullarından olan adam) dedi ki: Hazret-i Peygamber'den birşeyler istemeden geri döndüm. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a arpa ve kuru üzüm getirildi, ondan bize -Allah bizi ihtiyaçtan kurtaracak kadar- paylaştırıp verdi. Muvatta’', Sadaka 11; Ebû Dâvûd, Zekât 24; Nesâî, Zekât 90. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu hadisi Mâlik böylece rivâyet etmiş, Hişam b. Sa'd ve başkaları da bu konuda ona uymuştur. Bu sahih bir hadistir. İsmi verilmeyen sahabinin hükmü, ilim adamlarına göre; sahabî dışındakilerin ismi verilmemesi halindeki hüküm gibi değildir. Çünkü ashabın tümü hakkında cerh sözkonusu değildir ve onlar için adalet sabit olmuştur. Bu Hadîs-i şerîf de bir ukıyye kadar gümüşü bulunan kimse için dilenmenin mekruh olduğunun delilidir. Bu sınırda, bu sayıda, bu miktarda gümüşü bulunup da veya bunun yerini tutacak kadar malı olup bu mal da ona denk düştüğü halde dilencilik eden bir kimse, yüzsüzlük eden bir kişi (mülhif) olur. -Bu hadisin zahirine göre- bu kadar gümüşü veya buna denk altını bulunan kimse için dilenmeyi mekruh kabul etmeyen -bu hadisin zahirine göre- ilim ehli kimse bilmiyorum. Dilenmeksizin kendisine birşeyler ulaşan bir kimsenin eğer zekâttan başka birşeyden ise onu alıp yemesi caizdir. Bu da hakkında görüş ayrılığı bilmediğim hususlardan birisidir. Şayet zekâttan ise bu hususta görüş ayrılığı vardır ki buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sadakalar ile ilgili âyet-i kerimede (et-Tevbe, 9/60'da) gelecektir. 6- Dilencilik Hakkında Gelen Rivâyetler: İbn Abdi’l-Berr dedi ki: Dilenmenin anlamı, mekruh oluşu, vera' ehlinin bu konuda tuttukları yol ile ilgili fukahânın verdiği cevaplar arasında gelen en güzel rivâyetlerden birisi de el-Esrem'in Ahmed b. Hanbel'den naklettiği şu rivâyettir: Ahmed b. Hanbel'e dilenmenin ne zaman helal olduğuna dair soru sorulmuş o da şöyle demiş: Sehl b. el-Hanzaliyye'nin hadisine göre Ebû Dâvûd, Zekât 24 eğer yanında sabah akşam yiyeceği yoksa (dilenmesi helal olur). Ebû Abdullah'a: Şayet dilenmek zorunda kalırsa? diye sorulunca o: Mecbur kalırsa dilenmek onun için helal olur, dedi. Şayet iffetli hareket ederse (ve dilenmezse)? diye sorulunca: Bu onun için daha hayırlıdır, dedi. Sonra da: Kimsenin açlığından öleceğini sanmıyorum. Allah ona rızkını gönderir, dedi. Sonra da Ebû Said el-Hudri'nin: "Her kim iffetli davranırsa Allah da onun iffetini korur" Buhârî, Zekât 18, Rikaak 20; Müslim, Zekât 124; Ebû Dâvûd, Zekât 28; Tirmizî, Birr 77; Nesâi, Zekât 85, 89; Dârimî, Zekât 18; Muvatta’', Sadaka 7; Müsned, III, 3, 9, 12, 93, 403, 434, IV, 138. hadisini ve Ebû Zerr arab'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine söylediği: "İffetli ol" Müsned, V, 149, 163. hadisini de zikreder. Ebû Bekr (el-Esremî) dedi ki: Ben ona hiçbir şeyi olmayan bir kimse insanlardan dilencilik mi etsin yoksa meyte mi yesin? diye sorulurken işittim, şöyle dedi: Kendisinden dilenecek bir kimse bulduğu halde meyte yiyebilir mi? Bu kötü bir iştir. Devamla dedi ki: Yine ona kişi başkası adına dilencilik yapabilir mi diye sorulduğunu işittim. Hayır dedi. Fakat bu konuda üstü kapalı işarette bulunur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine çıplak ayaklı, elbisesiz, siyah beyaz çizgili elbiseleri yırtarak kafalarından geçirmiş bir kavim geldiğinde: "Tasadduk ediniz" diye buyurmuş, bunlara veriniz, diye buyurmamıştır. Müslim, Zekât 69; ayrıca hadis yakın lâfızlarla: Müsned, IV, 358-359, 361'de de yer almaktadır. Ebû Ömer dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şefaat ediniz (başkalarına iltimas ediniz) size ecir verilir." Buhârî, Zekât 21, Edeb 36, 37, Tevhîd 31; Müslim, Birr 145; Ebû Dâvûd, Edeb 117; Tirmizî, İlm 14; Nesâî, Zekât 65; Müsned, IV, 400. Bu âyette başkası adına dilenmenin mutlak olarak sözkonusu edildiği görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Buna tasadduk edecek bir adam yok mu?" diye buyrumuştur. Ebû Dâvûd, Salât 55; Dârimî, Salât 98; Müsned, III, 64, V, 254, 269 Ebû Bekr dedi ki: Ona (yani Ahmed b. Hanbel'e) şöyle denildi: Adam bir başkasından sözederek: O muhtaçtır diyebilir mi? Ahmed b. Hanbel dedi ki: Bu üstü kapalı bir ifadedir. Bunda bir mahzur yoktur. Dilencilik: Ona ver, demesidir. Daha sonra şöyle der: Kişinin kendi adına dilencilik yapmasın dahi hoşuma gitmezken başkasının adına dilencilik yapması nasıl olabilir? Burada üstü kapalı ifadeyi daha çok severim. Derim ki: Ebû Dâvûd, Nesâî ve başkaları (Firâs b. Malikoğullarından) el-Fırası'nin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dileneyim mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, fakat şayet dilenecek olursan ve bu senin için kaçınılmaz hale gelirse o takdirde salih kimselerden dilen." Ebû Dâvûd, Zekât 28; Nesâî, Zekât 84; Müsned, IV, 334. Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ihtiyaç duyulması halinde fazilet ve sAllah ehli kimselerden dilenmeyi mubah kılmıştır. Şayet ihtiyacını Allah'tan dileyecek olursa elbette ki bu daha da üstündür. İbrahim b. Edhem der ki: İnsanlardan ihtiyaçların istenmesi seninle yüce Allah arasındaki hicabın kendisidir. O bakımdan sen ihtiyacını zarar ve fayda vermeyi elinde bulundurana arzet. Sen yüce Allah'a sığın ki, Allah da seni kendisinden başkasına muhtaç etmesin ve sevinç içerisinde yaşatsın. 7- Dilenmeden Kendisine Birşeyler Ulaşan Kimse: Dilenmeksizin kendisine birşeyler ulaşan kişi onu kabul edip red etmeyebilir. Çünkü bu Allah'ın kendisine verdiği bir rızıktır. Mâlik'in, Zeyd b. Eslem'den, onun da Atâ b. Yesar'dan rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ömer b. el-Hattâb'a bir hediye göndermiş, o da onu geri çevirmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ona: "Bu bağışımı ne diye geri çevirdin?" deyince şu cevabı vermişti: Ey Allah'ın Rasûlü demiş. Sen bizlere bizden herhangi bir kimsenin birşey almamasının o kimse için daha hayırlı olduğunu bildirmemiş miydin? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benim o sözünü ettiğim dilenmek ile ilgilidir. Dilenmeksizin gelene gelince o, Allah'ın sana verdiği bir rızıktır." Bunun üzerine Ömer b. el-Hattâb şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim, kimseden birşey istemeyeceğim. Dilenmeksizin birşey de bana geldi mi mutlaka onu alacağım. Muvatia, Sadaka 9. İşte bu, bu konuda açık bir nastır. Müslim'in Sahih'inde, Nesâî de Sünen'inde ve onlardan başkaları İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ben (babam) Ömer'i şöyle derken dinledim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bir bağışta bulunurdu, ben de: Bunu buna daha çok muhtaç olan birisine ver, derdim. Nihayet bir seferinde bana bir mal verdi. Yine: Bunu buna benden daha muhtaç birisine ver, dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen bunu al. Bu maldan sana sen göz dikmeksizin ve dilenmeksizin birşey gelirse onu al. Böyle olmayana gelince nefsin onun ardından gitmesin. (Gözün onda kalmasın)? " Müslim, Zekât 110; Nesâî, Zekât 94 ayrıca Buhârî, Ahkâm 17. Nesâî "onu al" sözünden sonra: "Onu al mal edin veya tasadduk et" ilavesini yapmaktadır. Nesâî, aynı yer; Buhârî, aynı yer Müslim de Abdullah b. es-Sa'dî el-Mâlikî'den rivâyet ediyor: Hazret-i Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: "Sen dilenmeksizin sana birşey verilecek olursa ye ve ondan tasadduk et." Buhârî, Ahkâm 17 ile Nesâî, Zekât 94'ün sonundaki rivâyet bu şekildedir. Ancak Müslim, Zekât lirdeki ifade: "Onu al, mal edin yahut onu tasadduk et!" şeklindedir. İşte bu, Mâlik'in mürsel hadisinin sahih derecesine ulaşmasını sağlamaktadır. el-Esrem der ki: Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen dilenmeksizin ve ona göz dikmeksizin sana birşeyler gelirse" âyetinde "göz dikmek"ten neyi kastetmiştir? diye soruldu, şöyle dedi: Ona göz dikip içinden: Keşke bana gönderilse demendir. Ona: İsterse bunu üstü kapalı ifade etmesin, öyle mi? O: Evet, bu göz dikme kalb ile olur, dedi. Ona: Bu çok ağır birşeydir, denilince şu cevabı verdi: Ağır dahi olsa bu böyledir. Ona denildi ki: Eğer adam bana birşeyler göndermeye beni alıştırmamış, bununla birlikte içinden geçip bana birşeyler gönderse diyecek olsam nasıl olur? Dedi ki: İşte bu da bir göz dikmektir. Şayet sen beklemeden ve kalbinden de geçmeksizin sana birşey gelirse işte o vakit onda göz dikmek sözkonusu olmaz. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Göz dikmek (işrâf) sözlükte başı kendisinden birşeyler umulan kimseye ya da tamah edilen birşeye kaldırmak, insanın onu arzulayıp canının çekmesi, onu ele geçirmeye çalışmasıdır. Ahmed'in göz dikmeyi yorumlamakla ilgili söyledikleri ise işi daraltmaktır, sıkmaktır. Bana göre bu yorum uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah bu ümmetin dili ile söylemedikçe yahut da bir azasıyla amel etmedikçe içinden geçirdiklerini affetmiştir. Kalbin kararlaştırdığı küfür dışındaki masiyetlere gelince; gereğince amel etmedikçe hiçbirşey değildir. Nefsin içinden geçenlerin bağışlanacağı ise icma ile kabul edilmiştir. Hem Ahmed b. Hanbel'den gelen bu yorum, hem de İbn Abdi'l-Berr'in farklı yorumu: İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, V, 88-90'de yer almaktadır. 8- Muhtaç Olmadığı Halde Israrla Dilenmek: Muhtaç olmamakla birlikte ısrarla yüzsüzlük ederek dilenmek haramdır, helal olmaz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Her kim insanlardan malı daha çok artsın diye dilenirse kor ateş dileniyor demektir. O bakımdan ister az ile yetinsin isterse de daha çok istesin." Ebû Hüreyre'den gelen bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Zekât 105; İbn Mâce, Zekât 26; Müsned, II, 231. İbn Ömer'den gelen rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz dilenciliğe devam eder durur(sa), sonunda yüzünde tek bir parça et kalmamış olarak Allah'ın huzuruna çıkar." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, 104; Nesâî, Zekât 83; Müsned, II, 15, 88. 9- Dilenci İhtiyaç İçinde Olursa: Dilenci muhtaç olduğu takdirde (karşısındakinin) mazereti kalmasın ve onu uyarmak üzere üç defa dilendiğini tekrarlamasında bir mahzur yoktur. Fakat evla olan bunu terketmektir. Şayet kendisinden dilenilen kişi bunu biliyor ve istediğini yerine getirebilecek güçte ise ona vermesi icabeder. Şayet onu bilmiyor ise dilenmesinde doğru olabilir korkusuyla ona verir. Çünkü onu geri çevirdiği taktirde iflah olmaz. 10- Bir Sünneti Yerine Getirmek İçin Birşeylere İhtiyaç Duyan: Eğer bayramda veya cuma gününde süslenmek üzere elbise giymek gibi bir sünneti yerine getirmek için ihtiyacı olursa, böyle bir kimse hakkında İbnu’l-Arabî şunu zikreder: "Bağdat'ta halife Camii'nde bir adamı şöyle derken işittim: İşte bu sizin kardeşinizdir. Sizinle birlikte cuma namazına geliyor. Bununla birlikte onun cumanın sünnetini yerine getirecek kadar elbisesi yoktur. Ertesi cuma olunca o adamın üzerinde başka elbiseler gördüm. Bana şöyle denildi: Bu elbiseyi ona övülmeye lâyık olsun diye Ebû Tahir el-Bersenî giydirdi." 274Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmezler de. Bu âyete dair açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunuyoruz: Gece-gündüz, Gizli-açık İnfak Edenlerin Ecri. İbn Abbâs, Ebû Zer, Ebû Umame, Ebû'd-Derda, Abdullah b. Bişr el Ğafikî ve el-Evzaî'den rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme, Allah yolunda bağlanıp beslenen atların yemleri anin karşılanmasıb hakkında nazil olmuştur. İbn Sa'd, Tabakat'ta şunu zikreder ve der ki: Bana Muhammed b. Şuayb b. Şabur'dan haber verildiğine göre o şöyle demiş: Bize Said b. Sinan, Yezid b. Abdullah b. Arîb'den naklederek haber verdi, o babasından, o dedesi Arîb'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, yüce Allah'ın: "Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmezler de" âyeti hakkında: "Burada sözü geçenler atları olan kimselerdir" diye buyurduğunu nakletmektedir. İbn Sa'd, Tabakât, VII, 433; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 100. Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl (Celaleyn kenarında, I, 68)de. Yine aynı isnadla dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Atın ihtiyaçlarına harcama yapan kimse, sadaka vererek elini açan ve hiçbir şekilde onu kapatmayan kimse gibidir. Atların sidikleri ve pislikleri Allah nezdinde Kıyâmet gününde miskin kokusu gibidir." İbn Sa'd, Tabakât, VII, 434 İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu âyet-i kerîme Ali b. Ebî Talib (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Onun dört tane dirhemi vardı. Bir dirhemini geceleyin, birisini gündüzün, birisini gizlice, diğerini de açıkça sadaka olarak verdi. Suyûtî, ed-Durr, II, 100-101. Bunu Abdurrezzak zikredip şöyle der: "Bize Abdulvehhab b. Mücâhid babasından o İbn Abbâs'tan naklederek dedi ki: İbn Cüreyc der ki: Bu âyet-i kerîme bu şekilde hareket eden bir kimse hakkında nazil olmuştur" der ve ne Hazret-i Ali'nin ne de başkasının ismini verir. Katâde de dedi ki: Bu âyet-i kerîme sallallahü aleyhi ve sellemurganlığa da kaçmadan cimrilik de yapmadan infak eden kimseler hakkında nazil olmuştur. "Gece gündüz" âyetinin anlamı, geceleyin ve gündüzün demektir. "Onlar için" anlamına gelen âyetinin başına "fe" harfinin gelmesi, ifadede bir çeşit (şart ve) cevap anlamı olduğundan dolayıdır. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiştir. "Zeyd gitmektedir" derken "gitmektedir" kelimesinin başına "fe" getirmek ise doğru olmaz. 275Riba yiyenler kabirlerinden ancak kendilerine çarpmaktan dolayı şeytanın, sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar. Bu onların: "Alışveriş de ancak riba gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helal, ribayı haram kılmıştır. Bundan böyle her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur. İşi de Allah'a kalmıştır. Kim de tekrar dönerse onlar da ateşliklerdir. Orada ebedi kalıcıdırlar. Bu üç âyet, faiz ile ilgili hükümleri ve satış akidlerinin câiz oluşunu, faizi helal kabul edip faiz alıp vermek üzere ısrar edenin tehdide lâyık olduğunu ihtiva etmektedir. Bu konuya dair açıklamalarımızı otuzsekiz başlık Otuzsekiz başlıkta yapılan açıklamalar, yalnız üç âyet-i kerîmeyi değil kaydedilen beş âyetin tümünü kapsamaktadır. halinde sunacağız: 1- Ribâ (Faiz) ve Onu Yiyenler: Yüce Allah'ın: "Riba yiyenler" âyetinden kasıt faiz alanlardır. Almaktan "yemek diye söz edilmiştir. Çünkü almaktan kasıt onu yemektir. "Riba" kelimesi sözlükte mutlak olarak artış demektir. Artan birşey hakkında bu tabir kullanılır. Hazret-i Peygamber'in hadisinde de geçen bu kelime bu anlamdadır: "Allah'a yemin ederim bir lokma aldık mı, mutlaka onun altından -ondan fazla- bir artış (radıyallahü anhbâ) olurdu." Buhârî, Mevâkît 41, Menâkıb 25; Müslim, Eşribe 176; Müsned, I, 197, 198. Bundan kastettiği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bereketlenmesi için dua ettiği yemektir. Bu hadisi Müslim (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivâyet etmiştir. Bu kelimenin yazılışı kıyasa göre baş harfindeki esre dolayısıyla "ya" ile olmalıdır. Ancak Kur'ân'ı Kerîm'de "vav" ile yazmışlardır. Daha sonra şeriat, mutlak olan bu artış ile ilgili olarak kendine has tasarrufta bulunarak, bu artışı, sözkonusu olduğu özel bazı yerlere münhasır kabul etmiştir. Kimi zaman bunu mutlak olarak haram kazanç hakkında kullanmaktadır. Yüce Allah'ın yahudiler hakkındaki şu âyetinde olduğu gibi: ".. kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen riba almaları..." (en-Nisâ, 4/161) Yüce Allah bu âyetinde, bizim hakkımızda haram kılınmış olma hükmü bulunan şer'î ribayı kastetmiyor. Bundan kasıt, haram olan maldır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar alabildiğine yalan dinleyenler haram yiyenlerdir." (el-Maide, 5/42) Burada da kasıt, haram olan rüşvet malları ile şu sözlerinde dile getirdikleri şekilde ümmilere ait mallardan kendilerine ahaksız yereb helal kabul ettikleri mallardır: "Ümmîler hakkında bizim aleyhimize bir yol yoktur." (Âl-i İmrân, 3/75) Buna göre buradaki nehiy (yasak), hangi yoldan kazandırsa kazanılsın, haram bütün malları kapsayıcıdır Şeriatte bilinen riba iki şeydir: Birincisi nesâ avade faizibnin haram kılınması, ikincisi ise ileride açıklayacağımız üzere akidlerdeki ve yenecek şeylerdeki fazlalıktır. Çoğunlukla Araplar mesela borçluya şöyle diyerek bu işi yapıyorlardı: Borcunu öder misin, faiz mi verirsin? O bakımdan borçlu ödemesi gereken malın miktarını artırır alacaklı da bu konuda tesbit edilen süreyi beklerdi. İşte bütün bunlar ümmetin ittifakı ile haram kılınmıştır. 2- "Faiz Yiyenler"in Kapsamına Girenler: Yasaklanmış satışların çoğunluğunun yasaklanış sebebi, genelde ya malın aynındaki; veya ertelemek ve buna benzer şekillerde taraflardan birisi lehine menfaatteki bir artış dolayısıyladır. Kimi alışverişlerde böyle bir fazlalık sözkonusu değildir. Meyvenin olgunlaşacağının ortaya çıkmadan önce satışı, cuma günü ezan okunduğu vakit satış gibi. Bu gibi işleri yapanlara "faiz yiyicisi" denilecek olursa, bu tabiri aşmak olur ve bir çeşit benzetmedir. 3- Ribâ ile İlgili Hazret-i Peygamberden Gelen Rivâyetler: Lâfız Müslim'e ait olmak üzere hadis İmâmları Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Altın altına, gümüş gümüşe, buğday buğdaya, arpa arpaya, hurma hurmaya, tuz tuza karşılık olarak, misli misline ve elden ele (satılır). Her kim daha fazla verir yahut daha fazla isterse o faiz almış olur. Bunda alan ile veren arasında da fark yoktur." Müslim, Musâkat 82; Nesâi, Buyû’ 44; Müsned, III, 49-50, 65-66, 97. Ubade b. es-Samit'in rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Eğer bu sınıflar farklı olursa elden ele olması şartıyla istediğiniz gibi satınız." Ebû Dâvûd da, Ubade b. es-Samit (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Külçe olanı ile olmayanıyla altın altına, külçe olanıyla olmayanıyla gümüş gümüşe, buğday buğdaya karşılıklı olarak (satıldığında) bir müdy'e bir müdy'e karşılıktır. Arpa arpaya bir müdy'e bir müdy karşılıktır. Hurma hurmaya bir müdy'e bir müdy karşılıktır. Tuz tuza bir müdy'e bir müdy karşılıktır. Mudy: Şam halkının kullandığı ve onbeş mekkûk olan bir ölçek. Bir mekkûk ise bir buçuk sa'dır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, IV, 310). Bir sa' da 4.2 litre Her kim daha fazlasını verir veya fazlasını isterse faiz almış (veya) vermiş olur. Buna karşılık altının, gümüş daha fazla olmak üzere, gümüş ile elden ele satılmasında da bir mahzur yoktur. Nesie (vadeli) olarak ise olmaz. Buğdayın, arpa daha fazla olmak üzere, buğday karşılığında elden ele satılmasında bir mahzur yoktur. Vadeli olarak satılması ise olmaz." Ebû Dâvûd, Buyû’ 12. Yakın ifadelerle; Müslim, Musâkaat 80, 81; Tirmizî, Buyû’ 23; Nesâî, Buyû’ 43; İbn Mâce, Ticârât 48. İlim adamları bu sünnet gereğince icma ile görüş belirtmişlerdir. Müslüman fukaha topluluğu da bu görüştedirler. Ancak buğday ve arpa ile ilgili Mâlik’in görüşü bir istisna teşkil etmektedir. Mâlik her ikisini tek bir sınıf olarak değerlendirmiştir. Buna göre bunlardan herhangi birisinden iki ölçeği, öbüründen tek bir ölçek ile satmak câiz olmaz. Aynı zamanda bu el-Leys'in, el-Evzaî'nin, Medine ve Şam âlimlerinin çoğunluğunun görüşüdür. Mâlik bu ikisine Sült'ü (bir çeşit kabuksuz arpa) da ekler. el-Leys der ki: Sült, beyaz darı ve mısır tek bir sınıftır. İbn Vehb de bu görüştedir. Derim ki: Sünnet (bir hususta) sabit olduğu takdirde bununla birlikte söylenecek söz olmaz. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "İşte bu sınıflar değişti mi elden ele olması şartıyla istediğiniz gibi satınız." Ayrıca: "Buğday buğday ile arpa arpa ile.." âyeti de buğdayın hurmadan farklı oluşu gibi bunların da birbirinden ayrı iki tür olduğunun delilidir. Çünkü nitelikleri de farklıdır, isimleri de farklıdır. Şeriat ona itibar etmediği takdirde bittiği yere ve biçildiği yere bakılmaz. Şeriat bunları birbirinden farklı görmüş ve ayırdetmiştir. İşte Şâfiî'nin, Ebû Hanîfe'nin, es-Sevrî'nin ve hadis ashabının da görüşleri budur. 4- Hazret-i Hazret-i Muâviye'nin Faiz ile İlgili Yanlış Kanaati: Hazret-i Hazret-i Muâviye b. Ebî Süfyan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yasak ve haram kılışının sikke halindeki dinar ile sikke halindeki dirhem hakkında olduğunu, külçe halindeki altın gümüşün sikke halinde ve aynı şekilde işlenmişin sikke halinde olan ile değiştirilmesinde yasağın sözkonusu olmadığı görüşünde idi. Onu yalnızca işlenmişler ile ilgili olarak bu kanaatte olduğu da söylenmiştir. Bu durum Müslim'in ve başkalarının rivâyet ettiği Hazret-i Muâviye ile Ubade b. es-Samit arasında cereyan eden olaya kadar devam etmiştir. (Ebû'l-Eş'as) dedi ki: Askerlerin başında Hazret-i Muâviye olduğu halde gazaya çıktık. Pek çok ganimetler ele geçirdik. Aldığımız ganimetler arasında gümüş kap kaçak da vardı. Hazret-i Muâviye birisine bunların askerlere verilecek atiyyeler (maaşlar) için satılmasını emretti. Bu hususta insanlar arasında anlaşmazlık başgösterdi. Durum Ubade b. es-Samit'e ulaşınca kalktı ve dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı altının altın ile gümüşün gümüş ile buğdayın buğday ile arpanın arpa ile hurmanın hurma ile tuzun tuz ile eşiti eşitine aynıyla olmadıkça satmayı yasaklarken duydum. Kim fazla verir veya isterse faize düşmüş olur. Bunun üzerine herkes aldığını geri bıraktı. Durum Hazret-i Muâviye'ye ulaşınca bir konuşma yapmak üzere ayağa kalktı ve dedi ki: Bazı kimselere ne oluyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan birtakım hadisler naklediyorlar. Halbuki biz de onu görüyor, onunla arkadaşlık ediyorduk ve biz bu hadisleri ondan işitmedik. Bunun üzerine Ubade b. es-Samit kalktı, olayı tekrar anlattı. Sonra dedi ki: Yemin olsun Hazret-i Muâviye hoş görmese dahi -veya ona rağmen- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işittiğimizi mutlaka anlatacağız. Karanlık bir gecede askerleri arasında onunla birlikte olmamak da hiç umurumda değil. (Hadisin ravilerinden birisi olan) Hammâd (b. Zeyd) bu şekilde veya buna yakın bir şekilde nakletti. Müslim, Müsâkaat 80; Nesâî, Buyû’ 44. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu olayın Ebû'd-Derdâ ile Hazret-i Muâviye arasında olduğu da rivâyet edilmiştir. Her ikisinin başından Hazret-i Muâviye ile birlikte böyle bir olayın geçmiş olması da muhtemeldir. Fakat Hadîs-i şerîf örfte Ubade'den diye bilinir. Riba bahsinde ilim adamlarının üzerinde durdukları asıl delil de budur. Hazret-i Muâviye'nin bu konudaki uygulamasının câiz olmadığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Ebû Derda ve Ubade (radıyallahü anhüma)'nın bildiği bir hususun Hazret-i Muâviye tarafından bilinmemesini olmayacak bir iş olarak değerlendirmemişlerdir. Çünkü her ikisi de ashabın fukahasından ve büyüklerinden saygın iki kişidir. Hatta Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in dahi, kendilerinden daha aşağı mertebedeki kimselerin bildikleri bazı hususları bilmedikleri olmuştur. Hazret-i Muâviye'nin böyle bir durumda olması öncelikle sözkonusudur. Onun kanaatinin de İbn Abbâs'ın kanati gibi olma ihtimali de vardır. İlimde bir derya olduğu halde İbn Abbâs bir dirhemin iki dirhem karşılığında satılmasında bir mahzur olmadığı görüşünde idi. Merhum Kurtubînin kısaca işaret ettiği rivâyet şu manadadır: Ebû Said el-Hudrî, İbn Abbâs ile karşılaştığı bir seferinde ona şöyle sormuş: Sarf ile ilgili olarak insanlara verdiğin fetva, Allah'ın Kitabı'nda bulduğun bir delile mi, yoksa Allah Rasûlü'nden bellediğin bir sünnete mi dayanıyor? İbn Abbâs: İkisine de dayanmıyor. Sizler Allah Rasûlü'nün ashabısınız. Onu benden iyi siz bilirsiniz. Ancak Üsâme b. Zeyd bana, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i: "Ribâ yalnızca nesîe (vadeli) alışverişte olur" diye buyurduğunu haber vermişti. (Buhâri, Buyû’ 79; Müslim, Müsâkaat 101; Nesâî, Buyû’ 50; İbn Mâce, Ticârât 49). Yani ben de buna dayanarak peşin olarak yapılacak sarf işlemlerindeki fazlalağın faiz olmayacağına hüküm vermiştim, demek istemektedir. Daha sonra İbn Abbâs, bu görüşünden -Ebû Said'in uyarısı ve rivâyeti dolayısıyla- vazgeçmiştir. (Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkar, XIX, 209 vd.) Ebû Said (el-Hudri) bu kanaatten onu vazgeçirinceye kadar böyle devam etti. Hazret-i Muâviye'nin Hazret-i Ubade ile birlikte başlarından geçen bu olay, Hazret-i Ömer'in halifeliği döneminde olmuştur. Kabisa b. Züeyb dedi ki: Ubade, Hazret-i Muâviye'nin bir işini uygun bulmadı, o bakımdan: Senin bulunduğun bir toprakta seninle birlikte ben de kalmam, dedi ve Medine'ye gitti. Hazret-i Ömer ona: Ne diye geldin, diye sorunca ona durumu anlattı. Hazret-i Ömer ona şu cevabı verdi: Geldiğin yere dön. Senin ve senin gibilerinin bulunmadığı bir toprağı Allah kahretsin. Ayrıca Hazret-i Muâviye'ye de: "Senin bunun üzerinde emredicilik yetkin yoktur" diye mektup yazdı. İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 18; İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., XIX, 214. 5- Faize Dair Hazret-i Ali'den Gelen Rivâyet ve İlim Adamlarının Görüşü: Lâfız Dârakutnî'nin olmak üzere hadis İmâmları Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dinar dinar ile dirhem dirhem ile (alınıp satılır). Aralarında fazlalık olmaz. Her kimin gümüşe ihtiyacı olursa elden ele olmak şartıyla altın ile onu sarfetsin. Kimin de altına ihtiyacı varsa onu da gümüş ile sarfetsin (alsın)." Dârakutni, III, 25. İlim adamları der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Dinar dinar ile dirhem dirhem ile (alınıp satılır); aralarında fazlalık olmaz" âyeti sikke olarak vurulmuş aslın cinsine bir işarettir. Buna delil ise Hazret-i Peygamber'in: "Gümüş gümüş ile altın altın ile.." hadisidir. Beyaz gümüş ile siyah gümüşün, kırmızı altın ile sarı altının herhangi birisini öteki ile satmak halinde durum ne olursa olsun, ancak misli misline ve eşit olarak satmak câiz olur. Açıkladığımız üzere ilim ehli bunun üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Fikirlerle ilgili olarak Mâlik’ten farklı rivâyet gelmiştir. O eşyanın semeni (değeri) olması açısından bunları da dirhemlere katmıştır. Bir sefer de her beldede semen olmayıp kimi yerlerde semen olduklarından dolayı, bunların da gümüş gibi değerlendirilmesini uygun görmemiştir. 6- Sikke Altın, Gümüşe İhtiyacı Olan ve Elinde Külçe Altın ve Gümüş Bulunan Kimsenin Durumu: Mâlik'in arkadaşlarından birçoğundan rivâyet edilen, kimisinin de bizzat Mâlik'ten rivâyet ettiği tüccarlarla çıkmak durumunda olan kişi ile ilgili yapılan rivâyete itibar olunmaz. Sözkonusu bu tacir yola çıkmak ihtiyacında olmakla birlikte sikke halinde gümüş dirhemlere yahut altın dinarlara ihtiyacı olduğundan dolayı, gümüş ya da altınını alarak darphaneye gider ve oradaki görevlilere: Benim bu gümüşümü yahut altınımı al, bir de el emeği miktarını al, ondan sonra altınım karşılığında sikke olarak vurulmuş dinar veya gümüşüm karşılığında sikke haline getirilmiş dirhem ver. Çünkü benim çıkmaya ihtiyacım var. Beraber yola çıkacağım kimselerin de beni bırakıp gideceklerinden korkuyorum. Rivâyete göre bu, zaruret dolayısıyla caizmiş ve bazı kimseler de bu şekilde uygulama yapmıştır. Bunu İbnu'l-Arabî, el-Kabes adlı eserinde Mâlik'ten tacir' olmayan kimse ile ilgili olarak nakletmektedir. Ve Mâlik'in bu hususta kolaylık sağladığını belirtmektedir. Buna göre yüz dirhem ağırlığındaki gümüşünü beş dirhem ücret ile birlikte yüze karşılık satmış olur ki, bu da katıksız faizdir. Bunun câiz oluşunu kabul edenin şöyle demesi gerekirdi: Şu gümüşü sikke haline getir demeli, buna karşılık da onun ücretini tesbit etmeliydi. Gümüş sikke haline getirildikten sonra o gümüşü ondan alır ve darp ücretini de ona verirdi. Mâlik'in önce yaptığı iş, sonra olması gereken iştir. Mâlik burada malı gözönünde bulundurmuş ve hali hazırdaki durumun hükmünü ona göre vermiştir. Ancak sair fukaha bunu kabul etmezler. İbnu'l-Arabî der ki: Burada delilin Mâlik'in lehine olduğu açıkça ortadadır. Ebû Ömer (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ise der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kim daha fazla verir ve daha fazla isterse o kimse faiz alıp vermiş olur" hadisinde haram kıldığı ribanın kendisi budur. İbn Vehb bu mes'elenin İmâm Mâlik tarafından bu şekilde hükme bağlandığını kabul etmez ve reddeder. el-Ebherî ise bunun ticaret kastıyla ve pazarı kaçırmamak için gösterilen bir müsamaha olarak mütalaa etmiştir. Faiz de zaten ancak maksadı bu olan ve bunu arayan kimse için sözkonusudur. Ancak el-Ebherı (Mâlik'in) zerai'i kesmek (harama giden yolları kapamak) ile ilgili asıl kaidesini ve Mâlik'in: Onu bir daha satın almak niyeti olmaksızın vadeli olarak bir kumaş sattıktan sonra çarşıda aynı kumaşın satıldığını gören kimsenin, o satan kişiden o kumaşı daha önce sattığı fiyattan aşağısına alması câiz değildir. İsterse böyle bir kastı olmamış ve bunu aramamış olsun, şeklindeki hükmünü de unutmuş gibidir. Bu konuda onun benzer kanaatleri pek çoktur. Şayet faiz ancak faiz almak kastı güdenler için sözkonusu olsaydı, sadece fakihler için haram kılınırdı. Halbuki Hazret-i Ömer şöyle demektedir: Bizim pazarımızda fakih olandan başkası ticaret yapmasın. Aksi takdirde faiz yer. İşte bu, kendisine insaf ihsan olunmuş ve doğru yol ilhamı verilmiş kimselere açıkça ortada olan bir durumdur. İbn Abdi'l-Berr, et-Temhtd, II, 246 vd. Derim ki: Fazlalığı yasaklamak hususunda Mâlik (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) oldukça aşırıya gitmiştir. O kadar ki o vehmî olan şeyi dahi tıpkı tahakkuk etmiş gibi değerlendirir. O bakımdan bir dinar ve bir dirhemin yine bir dinar ve bir dirheme karşılık satılmasını kabul etmez. Bundan maksat ise harama giden yolu kapatmak aseddü'z-zerâib ve vehmî olan şeyleri ortadan kaldırmaktır. Çünkü eğer (taraflar) bir fazlalık vehminde olmamış olsalardı, bunları değiştirmezlerdi. Bunun yasak kabul edilmesine, dağıtım esnasında mümaseletin sağlanmasının imkansız oluşu illet olarak gösterilmiştir. Çünkü böyle bir halde altın ve gümüşün bir arada altın mukabili satılmasını da gerektirir. Ancak bundan da daha açık gerekçe ise aradaki manevi bir fazlalık dolayısıyla bunu kabul etmemektir. . Şöyle ki; kaliteli altından bir dinar ve daha düşük kaliteli altından bir dinarın, kaliteli altın karşılığında kalitesizi yok sayarak, satılmasını kabul etmez. Bu ise onun konuyu inceden inceye tetkik etmesinden dolayıdır. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. O bakımdan bu, sözü geçen rivâyetin ondan nakledilmesinin münker olduğunu, sahih olmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7- Sikke ve Külçe Mübadelesinde Fark: el-Hattabî der ki: Külçe (tibr) sikke haline gelmeden önce ve dirhem ve dinar olarak basılan altın ve gümüş parçalarıdır. Bunun tekili "tibreh" şeklinde'gelir. Ayn ise sikke haline gelmiş dinarlar ve dirhemlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ayn olan bir miskal altının sikke, halinde vurulmamış külçe olan bir miskal ve biraz fazlası altın ile satılmasını haram kılmıştır. Aynı şekilde sikke olarak darbedilmiş gümüş ile darbedilmemiş gümüş arasındaki farkı da haram kılmıştır. İşte bu onun: "Bunların tibri (külçesi) de "ayn"ı (darbedilmişi) da aynıdır" Ebû Dâvûd, Buyû’ 12; Nesâî, Buyû’ 44. âyetinin anlamı budur. 8- Az veya Çok Yiyeceklerde Faiz: Hurmanın hurma ile ancak misli misline olması halinde câiz olacağı hususunda ilim adamları icma etmişlerdir. Ancak tek bir hurmanın iki tane hurma ile tek bir buğday tanesinin iki tane buğday tanesiyle satılması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Şâfiî, Ahmed, İshak ve Sevrî bunu kabul etmezler. Aynı zamanda Mâlik'in görüşlerine göre kıyas yapılırsa hüküm yine budur. Sahih olanı da budur. Çünkü çoğunda fazlalık dolayısıyla faizin cereyan ettiği birşeyin azı da kıyas gereği ve mantık gereği onun kapsamına girer. Bunu câiz kabul edenler ise, bir ve iki hurmayı telef eden bir kimsenin onların kıymetini ödemesi icab etmeyeceğini delil gösterirler. Derler ki: Çünkü bu şekilde bir ve iki tane mekîl (kile ile ölçülen) de değildir, mevzun (ağırlık ile tartılan) da değildir. O'bakımdan bu kadarında bir fazlalık caizdir. 9- Faiz ile İlgili Meselelerin Çokluğu ve Faizin İlleti: Allah'ın rahmeti üzerine olasıca şunu bil ki; bu konunun meseleleri pek çok, dalı budağı oldukça yaygındır. Bu çokluk ve yaygınlığı, senin için birbirine bağlayacak olan husus, ilim adamlarından her birisinin faizin illeti ile ilgili olarak neyi muteber kabul ettiğine bakmaktır. Ebû Hanîfe der ki: Faizin illeti, cins itibariyle mekil (kile ile ölçülen) veya mevzun (tartılan) birşey olmasıdır. Buna göre tartılan yahut ölçülen herşey, ona göre aynı cinstendir. Eğer bunun bir kısmı diğer bir kısmı mukabilinde fazlalıklı ya da vadeli olarak satılırsa bu câiz olmaz. O bakımdan Ebû Hanîfe toprağın toprak mukabili fazalıklı olarak satışını kabul etmez. Çünkü toprak kile ile ölçülen birşeydir. Buna karşılık bir ekmeğin iki ekmeğe karşılık olarak satılmasını câiz kabul etmiştir. Çünkü ona göre; asıl illet kabul ettiği keylin kapsamına girmemektedir. Dolayısıyla ekmek faizin sözkonusu olduğu cinsin dışına çıkmış, başka bir cins olmuş olur. Şâfiî de der ki: Faizin illeti cins olarak yenilecek şey olmasıdır. Bu onun cedid (yeni) görüşüdür. Ona göre ekmeğin un karşılığında, ekmeğin ekmek karşılığırida biri ötekinden fazla olarak da vadeli olarak da satılması câiz değildir. Bu ekmek ister mayalanmış olsun, ister mayasız olsun farketmez. Yine ona göre bir yumurtanın iki yumurta karşılığında, bir narın iki nar karşılığında bir kavunun iki kavun karşığında elden ele satılması da câiz değildir, vadeli olarak satılması da câiz değildir. Çünkü bunların hepsi yenen şeylerdir. Kadim görüşünde ise (Ebû Hanîfe gibi) mekil veya mevzun olmasını illet kabul etmektedir. Bizim Mâlikî mezhebine mensup âlimlerimizin bu konudaki ibareleri ise farklı farklıdır. Bu husustaki en güzel ve yerindeki ifade; çoğunlukla besleyici bir gıda olan, mÂişet için saklanabilen ve aynı cinsten oldukları nasta zikredilmiş buğday, arpa, hurma ve tuz ile bunlar hükmünde olan pirinç, beyaz darı, mısır ve susam gibi gıdalar ile börülce, mercimek, fasulye, nohut gibi yazdan kurutulup kışa saklanan şeyler etler, sütler, sirkeler, sıvı yağlar; ayrıca üzüm, kuruüzüm, zeytin gibi meyveler de -ancak incir hakkında farklı görüşler vardır-. Ek olarak bal ve şeker de dahil olmak üzere, bunlar, nesâ ile (vadeli olarak) satıldıkları takdirde faiz kapsamına girerler. Ancak fazlalık bunlarda caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bu sınıflar farklı oldukları takdirde elden ele olması şartıyla istediğiniz gibi satınız." Müslim, Müsakat 81; Ebû Dâvûd, Büyu’ 12. Elma, kavun, nar, armut, acur, salatalık, patlıcan ve buna benzer kalıcılığı olmayan meyveler ve sair sebzelerde faiz olmaz. Mâlik der ki: Fazlalıklı olarak yumurtanın yumurta karşılığı satılması câiz değildir. Çünkü yumurta saklanan şeylerdendir. Ona göre bunların misli misline satılması caizdir. Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem ise der ki: Bir yumurtanın iki yumurta ve daha fazlası karşılığında satılması caizdir. Çünkü yumurta saklanmayan şeylerdendir. Aynı zamanda bu el-Evzaî'nin de görüşüdür. 10- Ribâ Lâfzı ile İlgili Nahivcilerin Görüşleri: Nahivciler "ribâ" lâfzı hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Basralılar bu kelimenin (son harfinin) "vav"lı kelimelerden olduğunu söylerler. Çünkü bunun tesniyesi diye söylenir. Bu görüş Sîbeveyh'e aittir. Kûfeliler ise şöyle derler: Bu kelime "ya" harfiyle yazılır, tesniyesi de "ya" ile gelir. Buna sebep ise başındaki esredir. ez-Zeccâc der ki: Ben bundan daha çirkin ve daha kötü bir hata görmedim. Bunlar yazılışta hata etmekle yetinmiyorlar mı ki kalkıp bir de bunu tesniye ederken hata ediyorlar? Halbuki: "Artış göstersin diye ribâ türünden insanlara verdiğiniz..." (er-Rum, 30/39) âyetini da: şeklinde okumaktadırlar. Muhammed b. Yezid dedi ki: Mushafta "er-ribâ" kelimesi "vav" ile yazılarak onunla 'ez-zinâ' kelimesinin birbirinden ayrılması sağlanmak istenmiştir. Zaten "er-ribâ" kelimesinin "vav" ile yazılması ötekinden daha uygundur. Çünkü bu kelimeden gelmektedir. 11- Faizciler Kabirlerinden Çarpılmış Gibi Kalkacaklardır. Yüce Allah'ın: "Kabirlerinden ancak kendilerine çarpmaktan dolayı şeytanın sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar" âyeti; daha önce geçen "ribâ yiyenler..." mübtedâsının haberidir. Bunun anlamı ise "kabirlerinden... kalkarlar" şeklindedir. Bunu İbn Abbâs, Mücâhid, İbn Cübeyr, Katâde, er-Rabi', ed-Dahhak, es-Süddî ve İbn Zübeyr söylemiştir. Bazıları da şöyle demektedir: Onunla birlikte onu boğmakla görevli bir şeytan var eder. Bütün müfessirler hep birlikte şunu söylerler: Faiz yiyen kimse Mahşer halkının önünde bir ceza olmak ve Allah'ın gazabı üzerinde görülsün diye deli gibi diriltilecektir. İcma ile kabul edilmiş bu açıklamayı ise İbn Mes'ûd'un: Onlar kıyâmet gününde ancak .... kalkarlar" şeklindeki kıraatidir. İbn Atiyye der ki: Âyet-i kerimenin lâfızları, hırs ve tamahkârlık ile dünyevî ticarete kalkışan kimsenin durumunu delinin kalkışına benzetme ihtimalini de taşımaktadır. Çünkü onun bu tamahkârlık ve duyduğu şiddetli arzu dolayısıyla aklı başından gider; azaları çarpık bir hal alır. Bu ise çabucak yürürken ya korku veya başka sebepten dolayı davranışları bozulan bir kimse hakkında: Bu kişi delirmiştir, demeye benzer. el-A'şâ şu beyitinde devesinin sür'atlicg yürüyüşünü deliliğe benzetmektedir: "Gece boyunca aşırı yürümesinden dolayı âdeta Cinler çarptığından dolayı deliye dönmüş olur." Bir diğeri de şöyle demiştir: "Yemin olsun ki ben Esma'ya olan sevgiden dolayı deli gibiyim." Fakat İbn Mes'ûd'un kıraati ile müfesirlerin birbirini destekleyen görüşleri böyle bir açıklamayı zayıf düşürmektedir. Sar'aya düşürdüğü" kelimesiden gelmektedir. Onu mülk edindi ve köleleştirdi, demeye benzer. Yüce Allah bunu faiz yiyenlerin alameti kılmıştır. Çünkü faizi karınlarında artırmış ve bu kendilerine bir ağırlık vermiş olacaktır. Kabirlerinden çıkacakları vakit kalkıp düşeceklerdir. Şöyle de denilmektedir: Faiz yiyenler Kıyâmet günü hamileler gibi karınları şişkin bir şekilde diriltilecekler. Ayağa kalktıkları her seferinde onlar yere düşecek, insanlar da üzerlerinden yürüyüp gidecektir. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Bu, Kıyâmet gününde kendisi vasıtasıyla tanınacakları bir alametleri olacaktır. Daha sonra da bunun ardından azap gelecektir. Nitekim ganimetten hırsızlık yapan kimse de Kıyâmet günü kendisiyle teşhir edileceği bir alamet ile gelecek, daha sonra da ona azap edilecektir. Yüce Allah'ın: "Yiyenler" âyetinden kasıt, faiz kazancı elde edenler ve faiz alıp verenlerdir. Özellikle "yemek"ten sözedilmesi insanın maldan gözettiği en güçlü maksadın o oluşundandır. Ayrıca bu doymak bilmez tamahkârlığın ve aşırı hırsın da delilidir. Aç gözlü adam; Açgözlülük demektir. Aç gözlü kimseler, anlamındadır. Bu açıklamayı (İbn Fâris) el-Mücmel'de yapmıştır. İşte bundan dolayı kazanca bağlı olan bu kısım, kazancın tümünün yerine oturtulmuş ve öylece kullanılmıştır. Buna göre giymek, mesken için harcamak, saklamak, çoluk çocuğa harcamak masraflarını karşılamak (ve benzeri sair harcamalar) da: "Ribâ yiyenler..." tabirinin kapsamı içerisindedir. Bu âyet-i kerimede cinler tarafından sar'aya düşürülmeyi kabul etmeyen, bunun karakterlerin (tabiatların) etkisi ile ortaya çıktığını iddia eden, şeytanın insan içerisinde yol alabileceğini ve şeytanın insanı çarpmayacağını söyleyenlerin görüşlerinin tutarsızlığına bir delildir. Bu kitabın bundan önceki bölümlerinde bunların görüşlerini reddetmiş bulunuyoruz. Bk. el-Bakara, 2/102. âyet 7. başlık vd. Nesâî, Ebû'l-Yesar'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) duasında şöyle buyururdu: "Allah'ım, yüksekten düşmekten, göçük altında kalmaktan, suda boğulmaktan, yangından Sana sığınırım. Ölüm esnasında şeytanın beni çarpmasından Sana sığınırım. Senin yolunda geri kaçarken ölmekten Sana sığınırım ve zehirli bir hayvan tarafından sokularak ölmekten Sana sığınırım." Nesâî, İstiâze 60; Ebû Dâvûd, Vitr 32; Müsned, II, 356(da Ebû Hüreyre'den), III, 427 (de: Ebû'l-Yeser'den). Yine Muhammed b. el-Müsennâ yoluyla gelen bir hadiste şöyle rivâyet edilmektedir: (Muhammed dedi ki): Bize Ebû Dâvûd anlattı, bize Hemmam Katâde'den anlattı. Katâde, Enes'ten o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah'ım, delirmekten, cüzzamdan, alaca hastalığı ve kötü hastalıklardan Sana sığınırım." Ebû Dâvûd, Vitr 32; Nesâî, İstiâze 36; Müsned, III, 192. Âyet-i kerimede geçen çarpmak (el-mess): Delilik demektir. Deliren bir kimse hakkında köklerinden kelimeler kullanılır. Delirmiş birisine de denilir. İşte delirme, ahirette faiz yemenin alametidir. İsranın anlatıldığı Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "... Cebrâîl beni alıp götürdü. Her birisinin karnı kocaman ev gibi olan pek çok kimsenin yanından geçtim. Bunlar Fir'avun hanedanının (azâb için) gidip geldikleri yola koyulmuşlardı. Fir'avun hanedanı ise sabah akşam ateşe arz ediliyordu. Geriye ise susuzluktan dolayı çokça su içen, içtikçe kanmayan bundan dolayı da karnı şişkin develer gibi dönerler. Taşlar, ağaçlar arasında hiçbir şey işitmeksizin, akletmeksizin, gelişigüzel yürürler. İşte bu karınları büyük olan kimseler onların farkına vardıklarında ayağa kalkarlar, ancak karınları dengelerini bozar ve yere yıkılırlar. Daha sonra onlardan herhangi bir kimse kalkmak istedi mi yine karnı onun dengesini bozar ve yere yıkılır. Bir türlü yerlerinden kalkıp ayrılamazlar. Nihayet Fir'avun hanedanı üzerlerine gelir. Gidip gelirken onları ayakları altında çiğnerler. İşte dünya ve ahiret arasında berzahtaki azapları budur. Fir'avun hanedanı ise Allah'ım, ebediyyen kıyâmeti kopartma! derler. Çünkü yüce Allah: "Kıyâmetin kopacağı gün de: «Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun» derler" (el-Mü’min, 40/46) diye buyurmaktadır. Dedim ki: Ey Cebrâîl bunlar kimler oluyor? O bana: Bunlar fâiz yiyen kimselerdir. Bunlar kabirlerinden kendilerine çarpmaktan dolayı şeytanın sar'aya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar." Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, V, 196 Çarpmak (el-mess): Delilik demektir, el-evlak, el-uls ve er-raved de aynı anlamdadır. 13- Bu Azaba Uğramalarının Sebebi: Yüce Allah'ın: "Bu onların: «Alışveriş de ancak ribâ gibidir» demelerindendir" âyetinin ihtiva ettiği anlam, bütün müfessirlere göre kâfirler hakkındadır. İşte bunlara: "(Kim de) vazgeçerse geçen onundur" denilmiştir. Bu ise günahkâr (asi) bir mü’mine söylenecek bir söz değildir. Aksine onun yaptığı bir alışveriş -bilmeyen bir kimse olsa bile- nakzedilir yahut da bu iş reddedilir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her kim bizim bu işimize uygun olmayan bir iş yaparsa o reddolunur" Buhârî, Buyû’ 60; Müslim, Akdiye 18; Ebû Dâvûd, Sünne 5 diye buyurmaktadır. Fakat fâiz alarak isyan eden kimselerin, bu âyet-i kerimedeki tehditten bir parça pay almaları da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Alışveriş de ancak ribâ gibidir" (dediklerini aktaran) âyetinin anlamı şudur: Yani vade geldiği sırada vade sonunda istenen fazlalık akdin başında alınan asıl para gibidir. Şöyle ki; Araplar bundan başka bir ribâ (fâiz) bilmiyordu. O bakımdan herhangi birisinin alacağının vadesi geldi mi borçlusuna: Ya borcunu öde veya fâiz ver, yani borcun miktarını artır, derlerdi. Şanı yüce Allah, bunu haram kıldı ve onların bu şekildeki iddialarını kendi hak sözü olan: "Halbuki Allah alışverişi helâl ribâyı haram kılmıştır" âyeti ile reddetmekte ve vade geldiği takdirde eğer borçlunun borcunu ödeyecek imkânı yok ise kolaylıkla ödeyebileceği bir süreye kadar mühlet verileceğini açıklamaktadır. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Arefe günü: "Şunu bilin ki; her türlü ribâ (fâiz) kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk fâiz ise bizim faizimiz olan Abbas b. Abdulmuttalib'in faizidir. Şüphesiz ki o bütünüyle kaldırılmıştır" Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Tefsir 9- sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimî, Menâsik 34; Müsned, V, 73. sözleri ile neshetiği fâiz işte budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası, insanlar arasında en yakını olanının alacağı olan faizi kaldırmakla işe başladı. İşte bu İmâmın (devlet başkanının) adil uygulamasının bir gereği idi. İmâm adaleti önce kendisine ve en yakınlarına uygular ve ondan sonra adalet insanlar arasında yaygınlık kazanır. 15- Alışveriş Helâl, Fâiz Haramdır: Yüce Allah'ın: "Halbuki Allah alışverişi helâl ribâyı haram kılmıştır" âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in genel hükümlerindendir. (Alışveriş anlamına gelen) el-bey' kelimesinin başına gelen elif ve lâm, ahd için değil cins içindir. Çünkü daha önceden kendisine raci olacak herhangi bir bey'den söz edilmedi. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Asra yemin olsun. Muhakkak insan ziyandadır." Daha sonra da: "Îman edenler ve salih amel işleyenler müstesna..." (el-Asr, 103/1-3) diye istisnada bulunmuştur. "Alışveriş"in genel olduğu sabit olduğuna göre; bu sözünü ettiğimiz ribâ (fâiz) ile bunun dışında kalan, yasaklanan ve akid konusu edilmesi kabul edilmeyen sair alışverişler ile tahsis edilmiştir. Şarap, leş, devenin karnındaki yavrunun ve onun da doğuracağı yavru üzerine akid ve buna benzer sünnette sabit olan ümmetin de yasakladığı üzerinde icma ettiği diğer hususlar gibi. Bu âyete benzer bir diğer âyet ise: "... Artık müşrikleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile geneli kapsaması gereken ve daha sonra tahsisin sözkonusu olduğu sair zahir âyetler da böyledir. Fukaha'nın çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur. Kimisi de şöyle demektedir: Bu âyet, helâl ve haram kılınan alışverişler ile tefsir edilen Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel âyetindendır. Dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sünnetinden bir beyan edicinin birlikte bulunmaksızın alışverişin helâl veya haram kılınışına dair (bu âyetin) kullanılmasına imkân yoktur. İsterse bu âyet etraflı bir açıklama sözkonusu olmaksızın genel olarak bütün alışverişlerin mubah olduğuna delalet etsin. İşte umum ile mücmel arasındaki fark budur. Umum ifade eden âyet, genelde de özelde de -herhangi bir delil ile tahsis olunmadığı sürece- alışverişlerin mubah olduğuna delalet eder. Mücmel olan âyet ise onunla birlikte herhangi bir beyan olmadıkça özel hususlarda (alışverişin) mubah olduğuna delalet etmez. Ancak birinci görüş (yani bu âyetin umum ifade ettiği görüşü) daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sözlükte bey' (alışveriş); bunu buna karşılık sattı abâ'abdan masdardır. Yani bir bedel verdi, onun karşılığında da bedeli ödenen şeyi aldı demektir. Bu ise malın sahibi veya onun durumunda bulunan bir satıcı abâi'b, satılan şeyin bedelini ödeyen (mubtâ') ve satın alınan şey (mebî') bulunmalıdır ki, bu da karşılığında bedel ödenen şeydir. Buna göre bey'in (alışverişin) rükünleri dört tanedir: Bâi' (satıcı), mubtâ' (satın alan), semen (bedel) ve müsemmen abedeli ödenen malb. Diğer taraftan Araplarda karşılıklı ivazlaşma, bu ivazın kendisine izafe edildiği şeyin değişmesine göre değişiklik arzeder. Eğer ivazlardan birisi bir malın karşılığında verilmiş ise buna bey' (alışveriş) denilir. Şayet birşeyin menfaati karşılığında olursa ve eğer bu menfaat cinsi bir menfaat ise buna nikâh ismi verilir. Başka türlü bir menfaat ise buna icare ismi verilir. Şayet aynın ayn ile değiştirilmesi (yani nakdin satışı) sözkonusu olursa buna sarf ismi verilir. Eğer mal daha sonra alınacak ise bu selem alışverişidir. Buna dair açıklamalar da deyn âyetinde (el-Bakara, 2/282. âyet 3. başlık ve devamında) gelecektir. Sarfa dair hüküm önceden geçmiştir. İcarenin hükmü Kasas Sûresi'nde (28/21. âyette), nikâhta mehrin hükmü ise Nisa Sûresi'nde (4/4, 20, 21. âyetlerde) her birisi yüce Allah'ın izniyle yerli yerinde gelecektir. 17- Fıkhı (Hukukî) Açıdan Bey' (Alışveriş) Bey' müstakbel (gelecek zaman) yani geniş zamanı da ihtiva eden muzari fiildir. Mazi (dili geçmiş) lâfızlarla yapılan, kabul ve icabtır. Kullanılan mazi lâfız hakikaten, müstakbel lâfız da kinaye yoluyla alışveriş hakkında kullanılır. Bey' hem sarih hem mülkiyetin el değiştirmesi manası anlaşılan kinaye sözlerle olur. Sana bu malı on liraya sattım, demesi ile ötekinin ben de satın aldım, demesi yahut da müşterinin satın aldım, deyip satıcının ben de onu sana sattım demesi yahut satıcının ben sana on liraya satarım, demesi müşterinin buna karşılık ben de satın alırım yahut satın aldım demesi arasında bir fark yoktur. Aynı şekilde bunu on liraya satarım yahut on lira karşılığında bunu sana verdim. Bu senin olsun ya da sana mübarek olsun ya da bunu sana teslim ettim, deyip her ikisinin de bey'i kastetmesi halinde; bütün bunlar lazım (bağlayıcı) birer bey'dir. Şayet satıcı on liraya sana sattım, deyip müşteri kabul etmeden önce vazgeçerse (Mâlik) dedi ki: Müşterinin kabul ettiğini yahut reddettiğini işitmedikçe sözünden geri dönmek hakkı yoktur. Çünkü o böyle bir işi kendiliğinden yapmış ve kendisi hakkında bunu vacip kılmış ve müşteriye böyle bir sözü söylemiş bulunmaktadır. Çünkü akid henüz onun aleyhine tamamlanmış bulunmamaktadır. Şayet satıcı; ben oyun olsun diye söyledim, diyecek olsa ondan (Mâlik'ten) bu konuda farklı rivâyet gelmiştir. Bir seferinde satış onun için bağlayıcı olur demiş, bir seferinde de onun sözüne bakılmaz demiştir. Bir diğer sefer de sattığı malın kıymetine bakılır. Şayet öngörülen bedel malın kıymetine yakın ise satış bağlayıcıdır. Şayet arada bir fark var ise -bir dirhem karşılığında köle, bir dinar karşılığında ev satmak halinde olduğu gibi- onu bu özüyle satmayı kastetmediği, bu konuda gerçekten laf olsun diye söylediği ve şaka yaptığı anlaşılır ve böylelikle bu akid, onun için bağlayıcı olmaz. 18- Ribâ'nın Haram Oluşu ve Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Ribâ’yı haram kılmıştır" âyetinde yer alan "er-Ribâ" kelimesinin başındaki "elif" ve "lâm" harfleri ahid içindir. Bu da önceden de açıkladığımız gibi Arapların uyguladıkları faizdir. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haram kıldığı ve yasakladığı faizin kapsamına giren ve onun hükmünde olup yasak kılınmış olan diğer türleri de onun kapsamına girmektedir. 19- Ribâ Akdinin Hükmü: Ribâ akdi hiçbir şekilde câiz olmayan ve feshedilen bir akiddir. Çünkü -lâfız Müslim'e ait olmak üzere- hadis İmâmlan Ebû Said el-Hudri arab'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Bilal (radıyallahü anh) berni (bir çeşit kaliteli güzel hurma) hurması getirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Bunu nereden buldun?" diye sorunca Hazret-i Bilal: Yanımızda kalitesiz bir hurma vardı. O kalitesiz hurmadan iki sa'ı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yesin diye bir sa' karşılığında sattım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Eyvah, bu ribânın kendisidir. Böyle birşey yapma." Bu hurmayı satın almak istersen sendekini bir başka şekilde sat, sonra o bedel ile (öbür hurmadan) satın al!" Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "Fâiz işte budur, bunu geri çeviriniz, sonra bizim hurmayı satınız ve bizim için bundan (onun parasıyla) satın alınız." Kurtubî'nin de işaret ettiği gibi bu hadisin değişik rivâyetleriyle kaydedildiği bazı yerler: Buhârî, Vekâlet 11; Müslim, Musâkaat 96-98, 100; Nesâî, Buyû’ 41; Dârimî, Buyû' ", 40; Müsned, II, 21, III, 10, 45, 62, 67. İlim adamlarımız der ki: "Eyvah, bu ribânın kendisidir" yani bizzat haram kılınan ribâ budur. Buna benzeyen değil, demektir. Hazret-i Peygamber'in: "Onu geri veriniz" âyeti, ribâ akdinin feshedilmesinin vacip olduğuna ve herhangi bir şekilde bu akdin sahih olamayacağına delildir. Cumhûrun görüşü -Ebû Hanîfe'ye hilâfen- böyledir. Çünkü Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Ribâ satışı satış olması bakımından aslî itibariyle caizdir. Ancak ribâ olması açısından niteliği dolayısıyla men edilmiştir. O bakımdan ribâ kalkar ve satış sahih olur. Ancak durum belirtildiği gibi olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir akdi destekler ve sadece ona bir sa'dan fazla olan miktarını geri vermeyi emredip bir sa' karşılığında olanındaki alışverişi sahih kabul ederdi. 20- Feshedilen Akidlerin Sonuçları: Apaçık bir haram olup feshedilen herbir satışta satın alanın aldığı malı aynen geri ödeme yükümlülüğü vardır. Eğer o mal elinde iken telef olup kıymeti olan şeylerden ise kıymetini geri verir. Akar, ticaret malları ve hayvan gibi. Eğer yiyecek veya mal olup da tartılan veya ölçülen şeylerden olup, misli bulunan şeylerden ise onun mislini geri verir. Mâlik der ki: İster ortadan kalksın ister kalkmasın apaçık haram olan şey geri çevrilir. Şayet insanların hoş görmediği (mekruh) şeylerden ise telef olması hali dışında geri verilir. Şayet telef olursa o vakit terkedilir. 21- Öğütten Sonra Vazgeçenler ve Seddu'z-Zerâi tikesi: Yüce Allah'ın: "Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse..." âyeti ile ilgili olarak, Cafer b. Muhammed es-Sadık (Allah ikisine de rahmet buyursun) şöyle demektedir: Allah insanlar birbirlerine ödünç versinler diye faizi haram kılmıştır. İbn Mes'ûd'dan da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İki defa ödünç vermek bir defa sadaka vermeye denktir." Aynı zamanda ancak nisbeten farklı lâfızlarla: Beyhakî, Sünen, V, 578, 579; el-Âzizî, es-Sirâcu'l-Munlr Şerhu'l-Câmi’u's-Sağîr, III, 57. Bu hadisi el-Bezzâr rivâyet etmiştir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bazıları da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın faizi haram kılmasının sebebi, malları telef eden insanları da helâk eden bir yol olmasından dolayıdır. Yüce Allah'ın de" âyetinde te'nis alametinin düşüş sebebi Öğüt" âyetindeki te'nisin hakiki olmayışından dolayıdır. Burada (müzekker olarak) "öğüt" anlamındadır. el-Hasen ise te'nis alametini belirterek Her kime., gelir de" diye okumuştur. Bu âyet-i kerimeyi Hazret-i Âişe Zeyd b. Erkam'ın yaptığı iş haber verilince okumuştur. Dârakutnî Enfâ' kızı el-Âl-iye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben ve Umm Muhibbe Mekke'ye gittik. Âişe (radıyallahü anha)'nın huzuruna girdik, ona selam verdik. Bize: Sizler kimlerdensiniz? dedi. Biz: Kûfelilerdeniz, deyince bizden yüzçevirir gibi oldu. Ancak Um Muhibbe ona şöyle dedi: Ey mü’minlerin annesi benim bir cariyem vardı, onu Ensar'dan Zeyd b. Erkam'a sekizyüz dirhem karşılığında maaşı verileceği zamana kadar vadeli olarak sattım. Daha sonra o cariyeyi satmak istedi, ben de ondan otuz dirhem peşine aldım. (el-Aliye) dedi ki: Bize döndü, şöyle dedi: Satışın da çok kötü, satın alman da çok kötü. Zeyd'e şunu haber ver: O Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptığı cihadını -tevbe etmesi müstesna- boşa çıkarmıştır. Bu sefer Umm Muhibbe ona: Peki sermayemden başka (altıyüz dirhemden başka) ondan birşey almayacak olursam görüşün ne olur? Bu sefer Hazret-i Âişe: "Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur" âyetini okudu. Dârakutnî, III, 52. Burada sözü geçen el-Âl-iye Kûfeli Ebû İshak el-Hemdanî es-Sebîî'in hanımı Yûnus b. Ebi İshak'ın annesidir. Bu hadisi Mâlik, İbn Vehb rivâyetinde "Buyû'u’l-Âcâl (Vadeli Satışlar)" bahsinde rivâyet etmiştir. Bu vadeli satışlardan, haram olana düşme sonucunu verenleri yasaklanır. Zahiren câiz bir alışveriş olsa bile. Bu asıl kaide hususunda fukahânın Cumhûru Mâlik'e muhalefet eder ve şöyle derler: Hükümlerin esası zahirdir, zanlar değildir. Ancak bizim delilimiz ise Seddü'z-Zerâî' ilkesini kabul etmektir. Bu hüküm kabul edilirse mesele yoktur, aksi takdirde biz bunun doğru ve sahih olduğuna delil getiririz. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmiştir. Ayrıca bu hadis açık bir nastır. Hazret-i Âişe: "Zeyd'e şunu bildir. O tevbe etmesi hali dışında cihadını boşa çıkarmıştır" sözünü ancak Hazret-i Peygamber'den duyduğu bir söze istinaden söylemiş olabilir. Çünkü böyle bir hüküm şahsi görüşe dayanılarak verilemez. Amellerin boşa çıkartılmasını -önceden de geçtiği gibi- ancak vahiy yoluyla bilmek mümkün olur. Müslim'in Sahih'inde en-Numan b. Bişîr'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Helâl apaçıktır, haram apaçıktır. İkisi arasında şüpheli bazı işler vardır. İnsanların pek çoğu onları bilmez. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa dini ve ırzı lehine zimmetini ibra etmiş olur. Her kim şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Tıpkı yasak bölge etrafında sürüsünü otlatan çobanın o yasak bölgeye düşme ihtimalinin yüksek olduğu gibi. Şunu bilin ki; her bir hükümdarın bir yasak bölgesi vardır. Şunu bilin ki Allah'ın yasak bölgesi ise, onun haram kıldığı şeylerdir." Buhârî, Îman 39, Buyû’ 2; Müslim, Müsakaat 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3; Tirmizî, Buyû’ 1; Nesâî, Buyû’ 2, Eşribe 50; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Buyû’ 1; Müsned, IV, 269, 270. Bu hadisin delil olma yönü şudur: Haramlara düşme korkusuyla şüpheli şeyleri yapmaya kalkışmayı yasak kılmıştır. Bu da seddü'z-zerâî (yolun kapatılması)dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin anne babasına sövmesi büyük günahlardandır." Ashab: Kişi anne babasına nasıl söver? deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Kişi başkasının babasına söver, o da döner sövenin babasına söver. Annesine söver, o da döner sövenin annesine söver." Müslim, Îman 146; Tirmizî, Birr 4; Müsned, II, 164. Böylelikle Hazret-i Peygamber, babaya sövülmesi ile karşı karşıya kalmayı tıpkı kendi öz babasına sövmesi gibi değerlendirmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudileri kendilerine yenilmesi yasak kılınan şeylerin parasını yedikleri için lanetlemiştir. Hazret-i Peygamber, Mekke Fethi sırasında Mekke'de; "Allah ve Rasûlü'nün şarap, leş, domuz ve putların satışını haram kılmıştır" diye buyuranca, birisinin, leşin iç yağından faydalanmanın hükmünü sorması üzerine, Hazret-i Peygamber: "Hayır, onlar da haramdır" dedikten sonra şöyle buyurdu: "Allah yahudileri kahretsin! Onlara hayvanların iç yağlarını haram kılınca, onlar bu yağları erittiler, sonra da satıp parasını yediler." Buhârî, Buyû’ 112; Müslim, Mûsakaat 71; Ebû Dâvûd, Buyû’ 64; Tirmizî, Buyû’ 61; İbn Mâce, Ticârât 11. Kurtubî merhum bu hadise işaret etmektedir. Hazret-i Ebû Bekir de (zekâta dair) yazdığı mektubunda şöyle demektedir: Zekat (verecek kişi, vereceği zekât miktarı artar) korkusuyla dağınık olan sürüyü bir araya getirmez ve toplu olanı da dağıtmaz. Hazret-i Ebû Bekir'in mektubunda, ancak Resûlüllah'ın tespit ettiği belirtilerek: Buhârî, Zekât 34, Hiyel 3; Müsned, I, 12; Hazret-i Peygamber'in yazıp görevliye verdiği mektubundaki ibare olduğu belirtilerek: Ebû Dâvûd, Zekât 5, hd. no: 1579, 1580; Tirmizî, Zekât 4; Nesâî, Zekât 5, 10, 12; İbn Mâce, Zekât 11, 13; Dârimî, Zekât 8; Müsned, II, 15, IV, 315; Hazret-i Ömer'in mektubundaki ibare olarak: Muvatta’', Zekât 23. İbn Abbâs aralarında (az da olsa) bir fazlalık taşıyan dirhemlerin dirhemlerle takas edilmesini yasaklamıştır. İlim adamları da alışveriş ve vadenin birarada yapılmasının yasaklandığını ittifakla kabul ettikleri gibi; şarabın -sarhoşluk vermese dahi- azının da haram olduğunu, iktidarsız olsa dahi yabancı kadınla başbaşa kalmanın haram olduğunu, genç kadının yüzüne bakmanın haram olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ve buna benzer daha pek çok bilinen örnekler. Kesinlikle ve kafi olarak biliniyor ki; şeriat bunlar hakkında yasak hükmünü haramlara götüren yollar (zerâî) olduklarından dolayı vermiştir. Fâiz ise; otlanması yasak bölgelerden olması, yollarının tıkanması en uygun ve en gerekli yoldur. Bunların yollarını mubah kılan kimse müslüman erkek ve kadınların helâk olması için kuyular kazmayı, tuzaklar kurmayı da mubah görmelidir. Böyle bir şeyin mubah olduğunu hiçbir kimse söyleyemez. Yine bizler bu işi yapmakla tanınıyor ve bunu adet edinmiş ise, 'îne alışverişi yapanı engellemek hususunda ittifak etmiş bulunuyoruz. Bu alışveriş de bu kabildendir. Doğruyu bulma başarısı Allah'tandır. Ebû Dâvûd İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizler 'Îyne satışını yapıp ineklerin kuyruklarının arkasına takılıp ziraati beğenip cihadı terkettiğiniz takdirde, Allah üzerinize öyle bir zilleti musallat eder ki tekrar dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz." Ebû Dâvûd, Buyû’ 54; Müsned, II, 42, 84. Bu hadisin senedinde Ebû Abdurrahman el-Horasanî vardır. Bu ravi meşhur bir ravi değildir. Ebû Ubeyd el-Herevî, 'Îyne satışını açıklarken şöyle demektedir: Bir kimsenin herhangi bir malı belli bir bedeliyle belli bir vadeye satıp daha sonra o malı sattığı bedelden daha aşağı bir bedelle satın almasıdır. (Ebû Ubeyd) der ki: Eğer 'Îyne talebinde bulunan kişinin huzurunda malı bir başkasından belli bir bedel ile satın alıp kabzetse, sonra da satın aldığından daha pahalı bir fiyat ile belli bir vadeye kadar 'Îyne talebinde bulunana satsa, daha sonra bu satın alan birinci satıcıya daha aşağı bir bedelle nakden satacak olsa bu da 'Îyne alışverişidir. Ancak birincisinden daha ehvendir. Bazı fakihlere göre de bu caizdir. Bu alışverişe 'Îyne denilmesinin sebebi, 'Îyne talebinde bulunan kimsenin nakit almasıdır. Çünkü ayn hazır olan maldır. Müşteri ise bu hazır olan malı yine peşine satmak üzere ve derhal o peşini ele geçirmek arzusuyla satın alır. 23- 'İneye Benzer Satış Çeşitleri: İlim adamlarımız der ki: Bir kimse bir bedel karşılığında vadeli olarak bir mal satsa, sonra onu sattığı bedelin cinsinden bir başka bedelle satın alsa, bu malı ondan ya nakit ile yahut ilk sattığı vadeden daha kısa bir vade ile yahut daha uzun bir vade ile o semenin misli veya ondan az yahut daha fazlası ile satın almış olabilir. İşte bunlar üç ayrı mes'eledir. Birinci ve ikinci meselede, eğer o semenin misli veya daha fazlası ile satın almış ise caizdir. Daha aşağısı bir bedelle satın almışsa -Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği hadis gereğince- câiz olmaz. Çünkü sekizyüz dirhem almak üzere altıyüz dirhem vermiş olur. Aradaki mal ise yok gibidir. İşte bu bizatihi ribânın kendisidir. Daha uzun vadeye satmanın sözkonusu olduğu üçüncü meseleye gelince, şayet onu yalnız başına yahut bir fazlalıkla satın almışsa, semenin misliyle veya ondan daha az miktarıyla satın alması caizdir. Semenden daha fazlasını Ödeyerek alması câiz değildir. Eğer o malın bir kısmını satın almış ise, semenin misliyle de câiz olmaz, daha aşağısıyla da daha fazlasıyla da hiçbir durumda câiz olmaz. Bu konudaki mes'eleleri bizim ilim adamlarımız yirmiyedi mes'ele halinde derleyip toparlamışlardır. Hepsinin ise etrafında dönüp dolaştığı husus bizim açıkladığımız gibidir. Bu bilinmelidir. 24- Geçen Ona Aittir: Yüce Allah'ın: "... Kime bir öğüt gelir de vazgeçerse geçen onundur." Yani faizden aldıkları onun olmuştur. Dünyada da ahirette de bundan dolayı onun için bir sorumluluk olmaz. Bu açıklamayı es-Süddi ve başkaları yapmıştır. İşte bu Kureyş ve Sakif kâfirlerinden olup orada fâiz ticareti yapanlar arasında İslâm'a girenlerin lehinde yüce Allah'ın verdiği bir hükümdür. "Geçen;" zaman itibariyle önceden olan ve geçip gitmiş olan demektir. 25- "İşi Allah'a Kalmıştır" Âyetinin Anlamı: Yüce Allah'ın: "İşi de Allah'a kalmıştır" âyeti, dört türlü açıklanmıştır: Birincisine göre "işi" kelimesindeki zamir faize aittir. Yani faizin haram kılınma işinin devam ettirilmesi yahut başka türlü hususları Allah'a kalmıştır. Bir diğer görüşe göre zamir "geçen"e aittir. Yani o geçenin affedilmesi ve bundan sorumluluğun kaldırılması hususunda geçenin işi Allah'a kalmıştır. Üçüncüsü, zamir fâiz alacaklısına ait olur. Yani ona fâiz yasağına riâyet etmek üzere sebat vermek veya fâiz hususunda tekrar onu masiyete döndürmek hususunda işi Allah'a aittir. Bu görüşü en-Nehhâs tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, güzel ve açık bir görüştür. Yani gelecekte onun işi Allah'a kalmıştır. Allah dilerse onu haram görmek hususunda ona sebat verir. Dilerse de o bunu mubah görür. Dördüncüsü ise zamirin yasağa riâyet eden kimseye ait olmasıdır. Ancak bu, ona bir çeşit ünsiyet ve hayır hususunda öğüt vermek anlamında olur. Mesela, artık onun işi itaat ve hayırdır, demeye benzer. Yine: Onun işi artış ve yönelişinde yüce Allah'a ve ona itaata doğrudur, demeye benzer. 26- "Tekrar Faize Dönenlerin Durumu: Yüce Allah'ın: "Kim de dönerse" âyeti, kim de ölünceye kadar tekrar fâiz işlemeye dönerse demektir. Bunu Süfyan söylemiştir. Başkaları da şöyle demektedir: Kim de geri dönüp tekrar alışveriş de fâiz gibidir, diyecek olursa kâfir olur. İbn Atiyye der ki: Bizler âyetin, (yani "kim de dönerse onlar da ateşliklerdir. Orada ebedi kalıcıdırlar" hükmünün) kâfirler hakkında olduğunu kabul edersek, buradaki ebedi kalış, gerçek anlamıyla bir ebediliği ifade eder. Şayet bunun isyankâr bir müslüman hakkında olduğunu göz önünde bulundurursak, bu mübalağa anlamını ifade etmek üzere istiare yoluyla bir ebedilik ifade eder. Nitekim Araplar gerçek anlamda ebedi olarak kalıcılığı olmayan bir devamlılığı ifade etmek üzere: Ebedi bir mülk (hükümdarlık) tabirini kullanırlar. 276Allah ribayı yok eder, sadakaları ise artırır. Allah, çok nankör ve günahkâr hiçbir kimseyi sevmez. 27- Faizin Bereketi Yoktur: Yüce Allah'ın: "Allah rlbâyı yok eder" dünyada onu mahveder, demektir. Yani fâiz çok olsa bile Allah onun bereketini giderir. İbn Mes'ûd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Fâiz çok olsa bile onun akibeti azalmaktır." Müsned, I, 395, 424. "Allah ribâyı yok eder" âyetinin âhirette gerçekleşeceği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah ribâyı yok eder" âyeti hakkında İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah faizcinin sadakasını, haccını, cihadını, akrabalık bağını gözetmesini (sıla-ı rahim) asla kabul etmez. "Gidermek (el-mahk): Eksilmek ve yok olup gitmek anlamındadır. Ay'ın eksilmesini ifade etmek üzere de bu kökten kelime kullanılır. "Sadakaları ise artırır." Dünyada bereket ile sadakaları artırır âhirette de ecirlerini kat kat vermekle sevablarını artırır. Müslim'in Sahih'inde şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi birinizin verdiği sadaka yüce Allah'ın eline düşer. O sadakayı o kimse için sizden herhangi birinizin sütten kesilmiş tayını ya da deve yavrusunu beslemesi gibi Kıyâmet günü gelinceye kadar besleyip durur ve (o vakit) bir lokma Uhud dağı kadar olur." Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64; Tirmizî, Zekât 28; Nesâi, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28; Dârimî, Zekât 35; Muvatta’'', Sadaka 1; Müsned, II, 331, 381-382, 418..., VI, 251. İbn ez-Zübeyr Yok eder kelimesini "ya" harfi ötreli ve "ha" harfi şeddeli ve esreli olarak şeklinde okumuştur. (Anlamı mübalağa ifade ettiğinden, tamamıyla giderir, diye meallendirmek mümkündür). "Artırır" kelimesini ise "radıyallahü anh" harfi üstün "be" harfi ise şeddeli olarak; (besleyip büyütür, anlamında) okumuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de böyle bir okuyuş rivâyet edilmişir. Yüce Allah'ın: "Allah çok nankör ve günahkâr hiçbir kimseyi sevmez" âyetinde "nankör"ler "günahkâr" kelimesiyle lâfızlar farklı olduğundan dolayı mübalağa ifade etmek üzere nitelendirilmiştir. "Keflâr: Çok nankör" kelimesinde başkalarının da ortak olduğunu ortadan kaldırmak için bu nitelemenin yapıldığı da söylenmiştir. Çünkü bu kelime yerin içinde taneyi saklayan çiftçiler hakkında da kullanılabilir. Bu açıklama İbn Fûrek tarafından yapılmıştır. 277Şüphesiz îman edip de salih amel işleyenler, namazı dosdoğru kılanlar, bir de zekâtı veren kimselerin Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için hiçbir korku da yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz îman edip de salih amel işleyenler, namazı dosdoğru kılanlar bir de zekatı veren kimselerin... " âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (bk. 2/274. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Salih ameller" ifadesi onları kapsamakla birlikte özellikle namaz ve zekatın sözkonusu edilmesi, bu iki ibadetin şerefine, onların yüce değerlerine dikkat çekmek içindir. Çünkü bu iki amel bütün amellerin başıdır. Namaz beden amellerinin, zekat ise malî amellerin başıdır. 278Ey îman edenler, Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın; eğer mü’minler iseniz. 29- Îman Edenler Faizi Terkeder: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Allah'tan korkun, faizden kalanı da bırakın, eğer mü’minler iseniz" âyetinin zahirinden anlaşılan şudur: Yüce Allah faizin henüz ele geçirilmemiş olan bölümünü, -haram kılan âyetin nüzulünden önce akdi yapılmış olsa dahi- iptal ettiğini, ancak daha önceden kabzedilmiş olanın feshedilmekten kurtulacağını ifade etmektedir. (Âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak) şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme Sakifliler dolayısıyla nazil olmuştur. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile insanlardan alacakları olan faizin onlara bağışlanacağı, insanların kendilerinden alacağı faizin de kendilerinden kaldırılacağı şeklinde ahidleşmiş idiler. Alacakları faizlerin vadeleri gelince, bunları tahsil etmek üzere Mekke'ye haber gönderdiler. Alacaklılar, Sakiflilerden olan Amr b. Umeyroğulları olan Abdeoğulları idi. Borçlular ise Mahzumlu Muğireoğulları idiler. Muğireoğullari: Biz birşey ödemeyiz, çünkü fâiz kaldırılmıştır, dediler. Bu konudaki davalarını da Attab b. Esid (o zamanın Mekke valisi)'e götürdüler. O da durumu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yazılı olarak bildirdi. Âyet de nazil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti Attab'a yazılı olarak gönderince Sakif de bu âyeti öğrenmiş oldu ve bundan vazgeçti. Bk. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 95-96; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 107. İşte İbn İshak, İbn Cüreyc, es-Süddî ve başkalarının rivâyet ettiklerinin kısaca özetine göre âyetin nüzul sebebi budur. İfade ettiği anlam da şöyledir: Sizler faizin geri kalanını terketmek ve onu bağışlamak suretiyle kendiniz ile Allah'ın azâbı arasına koruyucu bir engel koyunuz. Yüce Allah'ın: "Eğer mü’minler iseniz" âyeti şart olarak Sakifliler hakkında katıksız bir şarttır. Çünkü bu, onların İslâm'a ilk girdikleri sırada olmuştur. Şayet âyet-i kerimenin, imanı iyice yerleşmiş kimseler hakkında olduğunu kabul edersek, o takdirde bu mübalağa yoluyla mecazî bir şart olur. Nitekim kışkırtmak istediğimiz kimseye: Erkeksen sen bunu yapmalısın denir. en-Nekkaş, Mukâtil b. Süleyman'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerimede: iseniz: Çünkü anlamındadır. İbn Atiyye de der ki: Ancak böyle bir açıklama reddedilir, çünkü dilde böyle birşey bilinmemektedir. İbn Fûrek de der ki: Burada: "Ey îman edenler" âyeti ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önceki peygamberlere îman edenler; "Allah'tan korkun; Caizden kalanı da bırakın; eğer mü’minler iseniz" âyeti ile de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e îman edenlerin kastedilmesi ihtimal dahilindedir. Çünkü önceki peygamberlere îman , ancak bununla fayda verebilir. Şu kadar var ki, âyetin nüzul sebebi ile ilgili gelen rivâyetlerle bu görüş de reddedilir. 279Şayet yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin; eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulm ediniz, ne de zulme uğrayınız. 31- Faizi Terketmeyenlerle Savaş: Yüce Allah'ın: "Şayet yapmaz iseniz Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin" âyeti faizi bırakmamaları halinde onlara yapılan bir tehdidi ifade eder. Savaş ise öldürme sebebidir. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Kıyâmet gününde fâiz yiyene: Savaşmak üzere silahını al, denilir. Yine İbn Abbâs der ki: Kim faize devam eder ondan vazgeçmezse, müslümanların İmâmının ondan tevbe etmesini istemek hakkıdır. Eğer vazgeçerse mesele yok, değilse boynunu uçurur. Katâde der ki: Yüce Allah faizcileri öldürülmekle tehdid etmekte, bulundukları yerde öldürülmelerinin, kanlarının mubah olduğunu ifade etmektedir. Denildiğine göre bu âyetin anlamı şudur: Şayet sizler faizden vazgeçmezseniz, Allah'a ve Rasûlüne karşı Savaş açmış kimselersiniz. Yani sizler onların düşmanlarısınız. İbn Huveyzimendad da der ki: Bir şehir halkı helâl görerek fâiz alıp vermek hususunda anlaşsalar mürted olurlar. Onlar hakkındaki hüküm, irtidad edenler hakkındaki hüküm gibidir. Şayet bunu helâl kabul ettiklerinden dolayı yapmayacak olurlarsa, o vakit İmâmın (İslâm devlet başkanının) onlarla Savaşması câiz olur. Nitekim yüce Allah şu âyetinde bunu ilan etmiş ve böyle bir Savaşa izin vermiş olduğu görülmektedir: "Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin." Ebû Bekir b. Âsım ise: "Sizin onlara karşı Savaş açmış olduğunuzu bildirin" anlamını vermek üzere diye okumuştur. 32- İnsanlığın İki Baş Belası, İçki ve Fâiz: İbn Bükeyr naklederek der ki: Bir adam Mâlik b. Enes'in yanına gelerek şöyle dedi: Ey Ebû Abdullah, sarhoş bir adamın içki içip durduğunu ve ayı yakalamak istediğini gördüm. Ben de: Şayet Âdemoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise, karım benden boş olsun dedim? Mâlik: Senin bu mes'eleni tetkik edebilmem için geri dön abana süre tanı! dedi. Ertesi gün gelince yine ona: Senin mes'eleni tetkik edebilmek için geri dön, dedi. Bir sonraki gün yine dönünce ona: Hanımın senden boş oldu, dedi. Çünkü ben Allah'ın Kitabı ile peygamberinin sünnetini sahife sahife tetkik ettim. Faizden daha kötü birşey göremedim. Çünkü yüce Allah fâiz dolayısıyla (faizcilere) Savaş ilan etmiştir. 33- Faizcilik Büyük Günahlardandır: Bu âyet-i kerîme, fâiz yemenin ve faizle uğraşmanın büyük günahlardan olduğunun delilidir. Açıklayacağımız üzere bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İnsanlar üzerinden öyle bir zaman gelecek ki fâiz yemedik bir kimse kalmayacak. Fâiz yemeyen kimseye de onun tozu bulaşacaktır." Nesâî, Buyû’ 2; İbn Mâce, Ticârât 58; Müsned, II, 494; Beyhakî, Sünen, V, 452. Dârakutnî de melekler tarafından yıkanmış Hanzala'nın oğlu Abdullah'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bir dirhem fâiz yüce Allah katında günah bakımından otuzaltı defa zina etmekten daha ağırdır." Dârakutnî, III, 16 Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ribâ doksandokuz bölümdür. Onun en basiti kişinin annesine varmasıdır." (Yani annesiyle zina etmesidir). İbn Mâce, Ticârât 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Buyû’ 4; Tirmizî, Buyû’ 2 İbn Mes'ûd da der ki: Fâiz yiyen, fâiz yediren, faizi yazan, ona şahitlik eden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından lanetlenmiştir. Beyhakî, Sünen, V, 452. Buhârî'nin rivâyetine göre Ebû Cuhayfe şöyle demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kan ücretini (yani hacamat yapma ücreti) köpek bedelini, zina eden kadının kazancını yasakladı. Fâiz yiyeni ve yedireni, dövme yapanı, yaptıranı ve suret yapanı da lanetlemiştir." Buhârî, Buyû’ 113, Libas 96; yakın ifadelerle: Buhârî, Talâk 51. Ayrıca bk. Buhârî, Tıb 51; Müslim, Müsakaat 40, 41; Ebû Dâvûd, Buyû’ 63; Tirmizî, Buyû’ 46, Nikâh 37, Tıb 23; Nesâî, Buyû’ 91, Sayd 30-32; Muvatta’', Buyû’ 68; Dârimi, Buyû’ 34 vs... Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre arab'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Helâk edici yedi büyük günahtan uzak durunuz... -Bunlar arasında da-: "..ve fâiz yiyen" de geçmektedir. Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 44; Müslim, îman 145; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 10; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâi, Vesâyâ 12 Ebû Dâvûd'un Mûsannefi'nde (Sünen'inde) İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fâiz yiyeni, yedireni, onu yazanı ve ona şahitlik edeni lanetlemiştir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 4; Tirmizî, Buyû’ 2; İbn Mâce, Ticârât 58. 34- Tevbe Edenler Ana Mallarını Alabilirler: Yüce Allah'ın: "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" âyet-i kelimesiyle ilgili olarak Ebû Dâvûd, Süleyman b. Amr'dan o babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Veda Haccı'nda şöyle buyururken dinledim: "Şunu bilin ki cahiliyye döneminin bütün faizleri kaldırılmıştır. Ana mallarınız sizindir, ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız" dedi ve hadisin geri kalan kısmını da zikretti. Ebû Dâvûd, Buyû’ 5; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 76; Dârimî, Buyû’ 3; Müsned, V, 73. Böylelikle yüce Allah tevbe etmekle birlikte ana mallarını geri alabileceklerini ifade etmekte ve onlara: Fâiz almak suretiyle "ne zulmediniz" ne de ana mallarınızdan herhangi bir miktar alıkonulup verilmeyerek mallarınızın gitmesi suretiyle de "ne de zulme uğrayınız" diye buyurmaktadır. Burada "ne de zulme uğrayınız" âyetinin borcunuzun vadesinden sonraya bırakılarak sallallahü aleyhi ve sellemsaklanmak suretiyle zulme uğramayınız, anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü varlıklının sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması bir zulümdür. Bk. Buhârî, Havalât 1, 2, İstikraz 12; Müslim, Musâkaat 33; Ebû Dâvûd, Buyû’ 10; Tirmizî, Buyû’ 68; Nesâî, Buyû’ 100-101; İbn Mâce, Sadakaat 8; Muvatta’', Buyû’ 48; Müsned, II, 71, 245... Buna göre bunun anlamı şöyle olur: Faizin kaldırılması ile birlikte borç ödenecektir. İşte sulhte izlenen sünnet (yol) de budur. Sulhe en çok benzeyen şey de budur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Ebi Hadred'deki alacağı hususunda Ka'b b. Mâlik'e borcunun yarısını bağışlamasını işaret edince Ka'b: "Olur" dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ötekine: "Kalk, onun borcunu öde" diye emir buyurdu. Buhârî, Salât 71, 83, Husumât 4, Sulh 14; Müslim, Müsakaat 20; Ebû Dâvûd, Akdiye İlim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde ödeme emrini karşılıklı yapılan sulhlerde bir sünnet olarak telakki etmişlerdir. İleride Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/114. âyet ile 128 âyet 3. başlıkta) sulha dair açıklamalar, sulhun câiz olanı ve olmayanına dair bilgiler -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. Yüce Allah'ın: "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" âyeti faizin kabzedilmemiş miktarının ibtal edildiğini ve faizsiz olarak ana malın alınmasını tekiden ifade etmektedir. Bazı ilim adamları bunu, kabzetmeden önce akdin haram kılınmasını gerektiren herhangi bir şey ortaya çıktı mı, onun akdi iptal etmiş olacağına delil göstermişlerdir. Mesela, müslüman bir kimse avlanmış bir av hayvanını satın alsa, sonra müşteri veya satıcı hayvanın kabzedilmesinden önce ihrama girse, satış batıl olur. Çünkü kabzetmeden önce bu akdin haram olmasını gerektiren bir durum ortaya çıkmıştır. Nitekim yüce Allah kabzedilmemiş olan faizi de haram kılmıştır. Buna sebep ise kabzdan önce onun haram olmasına sebep olan hususun ortaya çıkmasıdır. Şayet kabzedilmiş olsaydı buna tesir etmezdi. Ebû Hanîfe'nin görüşü budur. Şâfiî'nin arkadaşlarının da görüşü budur. Bu şuna da delil gösterilir: Kabzetmeden önce satılan malın satıcının elinde telef olması ve bu akidde kabzın sakıt olması -seleften bazı kimselere hilâfen- akdin batıl olmasını gerektirir. Böyle bir görüş ayrılığı Ahmed'den de rivâyet edilmektedir. Bu ise şöyle diyenlerin görüşlerine uygun düşmektedir: Fâiz hakkındaki akid, asıl itibariyle geçerli bir akid idi. Ancak kabzdan önce İslâm'ın ortaya çıkan hükmü ile fâiz batıl olmuştur. Asıl itibariyle fâiz akdinin sahih olacağını kabul etmeyenlere göre ise böyle bir açıklama doğru olamaz. Çünkü fâiz önceki günlerde de haram kılınmış idi. Cahiliyye döneminde Arapların yaptıkları ise müşriklerin adeti idi. Onların fâiz olarak kabzettikleri ise kendilerine gasb ve talan yoluyla ulaşmış diğer mallar mesabesinde idi ve o bakımdan (daha önceden alınmış olan) fâiz malına da el uzatılmadı. Buna göre, (öbür görüşü kabul edenlerin) sözünü ettikleri mes'elelere delil getirmeleri sahih olamaz. Bizden önceki peygamberlerin şeriatlerinin faizi haram kılma hükmünü ihtiva ettikleri meşhur bir şeydir ve yüce Allah'ın Kitabında bu sözkonusu edilmiştir. Nitekim yüce Allah yahudiler hakkında: "Kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faizi almaları.." (en-Nisa, 4/161) diye buyurmakta Hazret-i Şuayb kıssasında da kavminden kendisine tepki gösterenle: "Babalarımızın tapındığını yahut kendi mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hud, 11/87) demişledir. Buna göre bunun bu şekilde delil gösterilmesi uygun düşmez. Evet, bundan daru'l-harb'te yapılan akidlerin İmâm orayı ele geçirdiği takdirde şayet fasid esaslar üzere yapılmış iseler, bu akidleri feshetmeyeceği anlamı da çıkar. 36- Haram Mal ve Helâl Mal Birbirine Karışırsa: Vera' ehli arasından aşırılığa kaçan bazı kimseler, helâl mala ayırdedilemeyecek şekilde haram karıştığı takdirde, buna karışan haram miktarı kadar çıkartıp ayıracak olursa geri kalanın helâl ve temiz olmayacağı kanaatini benimsemişlerdir. Çünkü çıkartılıp ayrılan kısmın helâl, geri kalanın haram olması mümkündür. İbnu'l-Arabi ise şöyle demektedir: "Bu, dinde bir aşırılıktır. Çünkü ayırdedilemeyen herşeyden maksat onun bizzat kendisi değil mal oluşudur. Eğer bu telef olursa, onun misli olan birşey onun yerini tutar. Karıştırmak ise birbirinden ayırdetmek imkanını telef etmektir. Nitekim tüketmek de onun aynını telef etmektir. Onun misli gidenin yerini tutar. Bu ise hem maddi olarak açıkça anlaşılan bir husustur, hem de manevi olarak apaçık anlaşılan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Derim ki: İlim adamlarımız şöyle der: Elinde bulunan haram mallar eğer faizden ötürü ise, tevbe etmenin yolu bu aldığı faizleri kimden aldıysa ona geri vermektir. Eğer hazır değil ise onu araştırıp bulur. Onu bulmaktan ümidini keserse onun adına o miktarı tasadduk eder. Eğer haksızca zulüm yoluyla almış ise, zulmettiği kimse hakkında aynı uygulamayı yapsın. Şayet işin içinden çıkamaz ve elinde bulunan helâlle haramın miktarının ne olduğunu bilemiyor ise, elinde bulunan miktardan geri iade etmesi gerekenin ne olduğunu -geriye elinde kalanın artık temizlendiğine dair şüphesi kalmayıncaya kadar- araştırır ve elinden çıkardığı o miktarı zulmettiği ya da kendisinden fâiz aldığı bilinen kimselere geri iade eder. O kişiyi bulacağından ümidini keserse, o miktarı o kimsenin adına tasadduk eder. Şayet haksızlıklar onun bütün servetini kapsayacak ve çokluğu dolayısıyla ödemesi gerekenleri ebediyyen ödeyemeyeceğini bilirse, bundan tevbe etmenin yolu, elinde ne varsa hepsini ya yoksullara ya da müslümanların menfaatine olan işlere harcayarak çıkarmasıdır. Ve bunu elinde ancak namazda asgari olarak yetecek kadarıyla elbise bırakıncaya kadar sürdürür. Bu asgari miktar ise göbeğinden dizkapağına kadar olan avretini örtecek miktardır. Buna ek olarak bir de bir günlük yiyeceğini saklar. Çünkü başkasının malından -zorunlu ihtiyaç duyduğu takdirde- alabilmesi hakkı o kadardır. İsterse bu miktarı kendisinden aldığı kimse bundan hoşnud olmasın. Burada bu durumdaki bir kimse ilim adamlarından çoğunluğunun görüşüne göre müflisten ayrılmaktadır. Çünkü müflis başkalarının mallarını haksızlık yaparak ele geçirmiş değildir. Aksine o malları müflise veren, mal sahiplerinin kendileridir. Bundan dolayı hem onun avretini örtecek miktar, hem de mutad giyim miktarı ona bırakılır. Ebû Ubeyd ve başkalarının görüşüne göre ise, müflise namazda yeterli olan asgarî miktardan fazlası bırakılmaz. Bu ise göbeğinden dizkapağına kadar olan bölgeyi örtecek miktardır. Bundan sonra böyle birisinin eline mal geçtikçe onu elinden çıkartır ve dediğimiz miktardan başkasını elinde tutmaz. O ve onun durumunu bilenler, ödemesi gerekeni ödediğini bilinceye kadar bu uygulamayı sürdürür. 37- Fâiz ve Bazı Ziraî Akidler: Yüce Allah'ın fâiz hakkında yaptığı Savaş açma tehdidinin bir benzeri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan muhabere Muhabere; muzâraa ile aynı şeydir. Müzâraa da araziyi, mahsul aralarında belli bir oranda paylaşılmak üzere ekecek ya da orada çalışacak birisine vermektir. (İbn Kudâme, el-Muğni, V, 581). Müzâraa ile musâkatın hükmü aynıdır. (Aynı eser, V, 588). Ebû Hanîfe tarafından câiz görülmemekle birlikte, Hanbelîler, Ebû Yûsuf, Muhammed ve Şâfiilerce câiz, Mâlikîlerce bazı şartlarla câiz kabul edilmiştir. hakkında varid olmuştur. Ebû Dâvûd rivâyet eder ve der ki: Bize Yahya b. Maîn haber verdi, dedi ki: Bize İbn Reca' haber verdi, dedi ki: İbn Heysem bana Ebû'z-Zübeyr'den naklederek anlattı. Ebû'z-Zübeyr Cabir b. Abdillah'tan naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim muhabereyi terketmez ise Allah ve Rasûlü tarafından kendisine Savaş ilan edildiğini bilsin." Ebû Dâvûd, Buyû’ 33. İşte bu âyet muhaberenin yasaklandığının delilidir. Muhabere ise araziyi (ürünün) yarısı, üçte biri, ya da dörtte biri mukabilinde almaktır. Buna muzâraa da denir. Mâlik'in bütün arkadaşları, Şâfiî, Ebû Hanîfe, onlara uyanlar ve Dâvûd arazinin (ürünün) üçte biri, dörtte biri karşılığında olsun verdiği ürünün bir bölümünün karşılığında olsun vermenin câiz olmadığını icma ile kabul ederler. Şu kadar var ki Şâfiî, arkadaşları ve Ebû Hanîfe eğer miktarı belli ise, buğday karşılığında araziyi kiralamanın câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bilinen ve teminat altında olan birşey karşılığında (araziyi vermekte ise) bir mahzur yoktur." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Buyû’ 116; Ebû Dâvûd, Buyû’ 30; Nesâî, Eymân 45, hadis no: 3897. Ancak bu ifade Hazret-i Peygamber'in ifadesi değil, Râfi' b. Hadîc'in Hazret-i Peygamber dönemindeki uygulamayı anlatan sözlerindendir. Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem de bu görüştedir. Ancak Mâlik ve arkadaşları bunu kabul etmezler. Çünkü yine Müslim tarafından Rafî' b. Hadîc'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde araziyi muhâkale yoluyla veriyor ve üçte bir, dörtte bir ile miktarı tesbit edilmiş buğday karşılığında kiraya veriyorduk. Bir gün amcalarımdan bir adam bize gelip şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim için faydalı olan bir işi bize yasaklamış bulunuyor. Fakat Allah'a ve Rasûlüne itaat daha hayırlıdır. O bize araziyi muhakele yoluyla vererek üçte bir, dörtte bir ve miktan belli buğday karşılığında kiralamamızı yasakladı. Arazi sahibine de araziyi kendisinin ekmesini veya ekmek üzere başkasına vermesini emretti. Müslim, Buyû’ 113; Ebû Dâvûd, Buyû’ 31; Nesâî, Eymân 54, hadis no: 3893; Müsned, IV, 169 Böylelikle Hazret-i Peygamber araziyi kiraya vermeyi ve bunun dışındaki şeyleri mekruh görmüş olmaktadır. Bunlar derler ki: İster bir yiyecek olsun, isterse içilecek birşey karşılığında olsun, durum ne olursa olsun kiraya verilmesi câiz değildir. Çünkü bu vadeli, olarak buğdayın buğdaya karşılık satılması anlamındadır. Aynı şekilde bunlara göre araziden çıkan mahsulün herhangi bir miktan karşılığında yenecek veya içecek birşey olmasa dahi kiralanması câiz değildir. Bundan tek itisna odun, kamış ve kereste mukabili kiraya vermektir. Çünkü onlara göre böyle bir akid müzâbene hükmündedir. Müzâbene: Dalında bulunan taze hurma ya da üzümü, derilmiş hurma ya da kuru üzüme karşılık aynı ölçüde ya da tahmini olarak satmak demektir. Satılan malın miktarında bir cehalet sözkonusu olduğundan dolayı, garar (aldanış) bulunan alış-veriş türlerindendir. Mâlik ve arkadaşlarından bellenen budur. İbn Suhnûn ise el-Muğire b. Abdurrahman el-Mahzumî el-Medenî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Arazinin oradan çıkmayan bir yiyecek (buğday) karşılığında kiraya verilmesinde bir mahzur yoktur. Yahya b. Ömer de Mâlik'in diğer arkadaşlarının görüşü gibi el-Muğire'den bunun câiz olmadığını rivâyet etmektedir. İbn Habib de şunu zikreder: Kinane şöyle dermiş: Arazi tekrar oraya (tohum olarak) iade edildiği takdirde yeşerecek herhangi birşey karşılığında kiraya verilemez. Bunun dışında kalan herşey karşılığında, yenilsin yenilmesin, o araziden çıksın çıkmasın kiraya verilmesinde bir mahzur yoktur. Yahya b. Yahya da bu görüşte olup: Bu Malikin sözlerindendir, der. Ayrıca der ki: İbn Nafî' de şöyle derdi: Araziden çıksın yahut çıkmasın, arazinin yenecek herşey karşılığında kiraya verilmesinde mahzur yoktur. Bundan istisna, buğday ve onun benzerleridir. Çünkü bu yasaklanan muhâkaledir. Muhâkele: Başağında bulunan buğdayın tahmini olarak aynı ölçükte buğdaya karşılık satılmasıdır. Bu da müzâbene ile aynı nitelikte bir alışveriştir. Mâlik de el-Muvatta’''da der ki: Beyaz (ekinsiz, düz) araziden çıkacak üçte bir, dörtte bir karşılığında veren kimseye gelince; bu gararın sözkonusu olduğu akidlerdendir. Çünkü ekin kimi zaman az gelir, kimi zaman çok gelir. Kimi zaman tümüyle de telef olur gider. O takdirde arazinin sahibi miktarı belli bir kira ücretini terketmiş olur. Bu ise şuna benzer: Bir kimse belli birşey karşılığında yolculuk için ücretli birisini tutsa, sonra ücretle tutan kişi ücretle tuttuğu kimseye: Şu yolculuğumda sana ücret olmak üzere elde edeceğim kârın onda birini vermemi kabul eder misin? Böyle birşey helâl olmaz ve olmaması gerekir. Mâlik der ki: Kişinin kendisini olsun arazini, gemisini, bineğini olsun, bilinen ve zail de olmayan birşey karşılığında olmadıkça ücrete vermemesi gerekir. Muvatta’', Mûsakaat 2 no'lu hadis'ten sonra yaptığı açıklamalardan: (II, 707) Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir. Ahmed b. Hanbel, es-Sevrî, el-Leys, el-Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Yûsuf ile Muhammed ise der ki: Kişinin arazisini üçte bir ve dörtte bir gibi ordan mahsul olarak alınacak belli bir bölüm karşılığında vermesinde mahzur yoktur. Bu aynı şekilde İbn Ömer ve Tavus'un da görüşüdür. Bunlar delil olarak Hayber kıssasını ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hayber halkı ile arazilerinin vereceği mahsul ile meyvelerinin yarısı karşılığında muamele akdi yaptığını delil gösterirler. Ahmed der ki: Ziraat arazilerinin kiralanmasının yasaklanmasına dair Rafi b. Hadic'in hadisi lâfız itibariyle muzdariptir ve sahih değildir. Hayber kıssasını kabul edip ona göre görüş belirtmek ise daha uygundur ve bu sahih bir hadistir. Tabiinden bir kesim ile onlardan sonra gelenler de kişinin gemisini ve bineğini tıpkı arazisini verdiği gibi, Allah'ın bunların kullanılması ile ihsan edeceği rızkın bir bölümü karşılığında vermesini câiz görmüşlerdir. Onlar bu konuda kıyaslarına asıl delil olarak icma ile kabul edilen kırâd Kırâd: Mudârebe ya da muamele diye de bilinen bir ortaklık türüdür. Bu tür ortaklıkta mal sahibi, malını birisine ticaret yapmak üzere verir ve kâr aralarında anlaştıkları oranda paylaştırılır. akdini esas alırlar. Nitekim ileride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Müzemmil Sûresi'nde "... diğer bir kısmı da Allah'ın lütfundan arayarak yeryüzünde yol tepecekler..." (el-Muzemmil, 73/7) âyetini açıklarken gelecektir. "Bizler muhabere yapıyor ve bunda bir mahzur görmüyorduk. Nihayet Rafi b. Hadic Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nehyettiğini bize bildirinceye kadar. Yani biz araziyi oradan çıkan mahsulün bir bölümü karşılığında kiraya veriyorduk" şeklindeki İbn Ömer'in sözü ile ilgili olarak da Şâfiî: İşte bu emirle Hayber uygulamasının neshedildiği anlaşılmaktadır, der. Derim ki: Neshe dair Şâfiî'in bu sözünün sahih olduğunu ortaya koyan hususlardan birisi de lâfzı Dârakutnî'nin olan hadis İmâmlarının Hazret-i Cabir'den yaptığı şu rivâyettir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhâkale, muzâbene, muhabere ve bilinmesi hali dışında es-sünyâ es-Sünyâ: Satış akidlerinde meçhul (miktar ve mahiyeti bilinmeyen) bir şeyi istisna etmektir. (İbnu’l-Esîr, en-Nihaye, I, 224) yı yasakladı. Bu âyet sahihtir. Müslim, Buyû’ 85; Ebû Dâvûd, Buyû’ 33; Tirmizî, Buyû’ 74, Eymân 45, hadis no: 3879; Müsned, III, 313, 356, 364. Ebû Dâvûd da Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabereyi yasakladı. Ben: Muhabere nedir diye sordum. Şöyle dedi: Araziyi (mahsulün) yarısı yahut üçte biri ya da dörtte biri karşılığında almandır." Ebû Dâvûd, Buyû’ 33 Cumhûr " Kalanı" âyetini "ye" harfini fetha harekesiyle okumuş, el-Hasen ise sakin (harekesiz, med harfi olarak) okumuştur. Cerîr'in şu sözü de bunun gibidir: "O halifedir, sizin için beğendiğine razı olunuz; Kararı yerine gelendir, onun hükmünde zulüm yoktur." Ömer b. Ebî Rabia da der ki: "Seni ne kadar andım! Sizi anmaktan dolayı mükâfatlandırılacak olsam Ey insanlar arasında, bütün insanlar arasında aya en çok benzeyen Şüphesiz ben karşısına geçip «tg^mı etmekten sevinirim; Şekil itibariyle kendisine benzediğin kimseyi görmeyi sevdiğimden dolayı." Bu beyitlerde geçen kelimelerin aslı ile şeklindedir. Ancak şair(ler) bu kelimeleri sakin okumuşlardır. Şiirde bunun örneği pek çoktur. Bunun açıklaması ise şudur: "Yâ" harfi "elife benzer. Nasıl ki "elif hareke almıyor ise, işte burada da "ya" harfi hareke almaz. "Vav" ve "ya" harflerini sakin olarak Seni davet etmeyi seviyor ve sana (borcunu) ödemeyi arzu ediyorum, şeklinde okumak da bu kabildendir. İşte el-Hasen "elif ile diye de okumuştur ki, bu da Taylıların şivesidir. Onlar cariyeye nasiye'ye alın: derler. Şair de şöyle demiştir: "Yemin ederim dilencilik etmekten korkmam yeryüzünde develeri sürecek Kayslı bir kimse kaldığı sürece." Bütün kurrâ arasında Ebû's-Simmâl da "radıyallahü anh" harfini şeddeli ve esreli, "ba" harfini ötreli, "vav"ı da sakin olarak: "Faizden" şeklinde okumuştur. Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî ise böyle bir okuyuş iki sebepten dolayı şâz bir okuşuştur, der. Birincisi, evvela esreden sonra ötre gelmektedir. Diğeri ise, "vav" harfi ismin sonundaki zammeden sonra gelmiştir. el-Mehdevî der ki: Bu kıraatin açıklanması şöyledir: O "elifi aribânın sonundaki "a"yıb kalın olarak okumuş ve böylelikle "elifin kendisinden dönüştüğü "vav"a yakın düşmüştür. Başka bir şekilde de bunun açıklanmaması gerekir. Çünkü dilde öncesi ötre olan ve sonu sakin "vav" olan herhangi bir isim yoktur. Kisaî ve Hamza ise "re" harfi esreli olduğundan dolayı "er-ribâ" kelimesini imaleli okurken, diğerleri ise "be" fethah olduğundan dolayı tefhim (kalın) ile okumuşlardır. Ebû Bekr, Âsım ve Hamza'dan "başkasına bildiriniz" anlamında olmak üzere: diye okumuş ve mef'ûl hazfedilmiştir. Diğerleri ise "bilin, bilginiz olsun" anlamında diye okumuşlardır. Bu ise; ben bunu biliyorum, sözünden alınmadır. Bunu da Ebû Ubeyd, el-Esmaî'den nakletmiştir. Dilçilerin naklettiklerine göre birşeyi; "bildim anlamında" denilir. İbn Abbâs ve onun dışındaki diğer müfessirler ise şu açıklamayı yapmışlardır: "Bilin" âyeti: Yüce Allah tarafından size Savaş açıldığından katiyetle emin olun, demektir ki, bu da izin (bildirmek) anlamındadır. Ebû Ali ve başkalan ise medli okuyuşu (Âsım ve Hamza'nın okuyuşunu) tercih eder ve şöyle der: Çünkü onlara, bu işten vazgeçmeyen başkalarına durumu bildirmeleri emrolunduğuna göre, onlar da bu işi kaçınılmaz olarak bilmiş olurlar. Çünkü onların bilmeleri başkalarına bildirmenin kapsamı içerisindedir. Fakat başkalarına bildirmeleri, kendilerinin bilmesinin kapsamına girmez. Taberi ise kasr'lı kıraati (Âsım ve Hamza dışında kalanların kıraatini) tercih etmiştir. Çünkü bu şekildeki okuşuyun hükmü onlara hastır. Medli okuyuşa göre ise; başkalarına bildirmeleri emrolunmuş olur, o kadar. Bütün kurrâ "Ne zulmediniz" âyetini "te" harfini üstün olarak, ": Ne de zulme uğrayınız" âyetini da "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Ancak el-Mufaddal, Âsım'dan birincisinde "te" harfini ötreli, ikincisinde de "te" harfini üstün olarak yani bir önceki okuyuşun tam aksine okuduğunu rivâyet etmektedir. Ebû Ali der ki: Çoğunluğun kıraati yüce Allah'ın: "Eğer tevbe ederseniz" âyetine, her iki fiilin faile isnadı açısından uygun düştüğünden dolayı tercih edilir. O takdirde (ikinci okuyuşa göre) "te" harfinin üstün gelmesi, öncekinin öyle gelmesinden daha zor açıklanır. 280Eğer o darlık içindeyse geniş bir zamana kadar mühlet (veriniz). Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Borçlunun Ödeme Zorluğu Çekmesi: Yüce Allah, faizli alacaklıların ödeme imkânı bulanlardan mallarını alabilecekleri hükmünü verdikten sonra ödemekte zorluk çeken kimseler hakkında da: "Eğer o darlık içinde ise.." âyeti ile kolaylıkla ödeyebilecekleri duruma kadar mühlet tanınmasını hükme bağlamaktadır. Çünkü Sakifliler Muğireoğullarındaki alacaklarını isteyince Muğireoğulları sıkıntı içinde olduklarından söz ettiler ve: "Hiçbir şeyimiz yok" dediler. Mahsullerinin alınacağı zamana kadar süre tanınmasını istediler. İşte bunun üzerine bu: "Eğer o darlık içinde ise..." âyeti kerimesi nazil oldu. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 96-97. 2- Alacaklının Borçlu Üzerindeki Bazı Hakları: Yüce Allah'ın: "Eğer o darlık içindeyse..." âyeti ile birlikte: "Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" âyeti, alacaklının borçludan borcunu isteme hakkının sabit olduğunu ve rızası olmasa dahi malını almasının câiz olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde borçlu ödeme imkânı bulduğu halde borcunu ödemeyecek olursa, zalim olacağını da bu âyet göstermektedir. Çünkü yüce Allah: "Sermayeleriniz sizindir" diye buyurmakta ve alacaklı lehine ana malını isteme hakkını tesbit etmektedir. İsteme hakkına sahip olduğuna göre; kaçınılmaz olarak borçlunun da bu hakkı ödemesi vaciptir. 3- Cahiliyyede Borçlunun, Borcu Sebebiyle Satılması ve Âyetin Bu Hükmü Kaldırması: el-Mehdevî ve bazı ilim adamları şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme cahiliyye döneminde görülen, borcunu ödeyemeyenin satılması şeklindeki uygulamayı kaldırmıştır. Mekkî'nin naklettiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İslâm'ın ilk dönemlerinde bu uygulamanın yapılmasını emretmiştir. İbn Atiyye der ki: Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu işi yaptığı sabit ise o halde bu âyet o uygulamayı neshetmektedir. Aksi takdirde böyle bir nesih sözkonusu olmaz. Tahâvî der ki: İslâm'ın ilk dönemlerinde eğer borcunu ödeyecek bir malı yoksa hür bir kimse borcu karşılığında satılırdı. Şanı yüce Allah bu uygulamayı neshedip: "Eğer o darlık içindeyse geniş bir zamana kadar mühlet (veriniz)" âyetine kadar böyle idi. Bunlar Dârakutnî'nin Müslim b. Halid ez-Zinci yoluyla rivâyet etmiş olduğu hadisi de delil gösterirler. Müslim dedi ki: Bize Zeyd b. Eslem haber verdi, Zeyd İbnu'l-Beylemani'den o Sürrak'tan dedi ki: Bir adamın benim üzerimde bir malı -veya alacağı- vardı. Beni Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına götürdü. Benim herhangi bir malımı elde edemeyince beni ona sattı. Dûrakutnî, Sünen, III, 61. Hadisi el-Bezzâr bu sened ile bundan daha uzun bir şekilde rivâyet etmiştir. Müslim b. Halid ez-Zinci ile Abdurrahman el-Beylemani ise delil olarak gösterilmezler. İlim ehlinden bir topluluk ise şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Geniş bir zamana kadar mühlet (veriniz)" âyeti, insanlar hakkında umumîdir, ödeme zorluğu çeken herkese mühlet verilir. Bu, Ebû Hüreyre, el-Hasen ve genel olarak fukahânın da görüşüdür. en-Nehhâs der ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak söylenen en güzel söz Atâ, ed-Dahhak ve er-Rabi b. Haysem'in sözüdür. (en-Nehhâs) dedi ki: Bu âyet-i kerîme ödeme zorluğu çeken herkes hakkındadır. Faizde de bütün alacaklarda da azorluk çekeneb mühlet verilir. İşte bu, konu ile ilgili bütün görüşleri bir arada ifade etmektedir. Çünkü âyet-i kerimenin ribâ hakkında nazil olmuş ve genel olarak neshedici bir âyet olması, sonra da başkasının hükmünün de faizin hükmü gibi olması mümkündür. Diğer bir sebep ise ref ile kıraatin anlamı şöyle olur: Eğer bütün insanlar arasında darlık içerisinde bulunursa... Şayet bu özel olarak fâiz hakkımda olsaydı uygun okuma şekli nasb olması gerekirdi. Ve bunun anlamı da şöyle olurdu: Eğer üzerinde fâiz borcu bulunan kimse darlık içerisinde ise... İbn Abbâs ve Şureyh der ki: Bu, özel olarak fâiz hakkındadır. Borçlar vesair ilişkilerde ise mühlet sözkonusu değildir. Aksine avakti gelinceb alacak sahibine ödenir veya borçlu ödeyinceye kadar hapsedilir. Bu İbrahim'in de görüşüdür. Delil olarak da yüce Allah'ın şu âyetini gösterirler: "Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi... emreder." (en-Nisa, 4/58) İbn Atiyye de der ki: Böyle bir görüşün -eğer oldukça sıkıntıya düşürmüş bir fakirlik sözkonusu değilse- kabul edilmesi gerekir. Şayet yokluk ve apaçık bir fakirlik sözkonusu ise hüküm, zorunlu olarak mühlet vermektir. 4- Borca Batmış ve Alacaklıları Yakasına Yapışmış Kimsenin Durumu: Hakim borçları çok olup alacaklıları alacaklarını istedikleri bir kimsenin elindeki bütün malını alıp ona kendisi için zorunlu olan miktarı bırakma yetkisine sahiptir. İbn Nâfi' Mâlik'ten, ancak avretini örtecek kadarını o kimseye bırakacağını rivâyet etmektedir. Meşhur olan rivâyete göre ise fazlalık olmadığı sürece ona mutad olan elbisesini bırakır. Eğer onunla alay edilmesine sebep teşkil edecekse ridâsını üzerinden çıkarmaz. Hanımının elbiselerinin bırakılması ve eğer âlim bir kimse ise kitaplarının satılması hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Böyle bir kimsenin evi, hizmetçisi, kıymeti az olmadığı takdirde, cuma için giyindiği elbisesi de bırakılmaz. O takdirde de bu kimsenin aborcunu ödeyememesi dolayısıylab hapsedilmesi haram olur. Bu hükümlerin asıl dayanağı da yüce Allah'ın: "Eğer o darlık içindeyse geniş bir zamana kadar mühlet (veriniz)" âyetidir. Hadis İmâmları -lâfız Müslim'in olmak üzere- Ebû Said el-Hudrî arab'dan şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir adam satın aldığı meyveleri bir musibet sonucu kaybetti, borçları çoğaldıkça çoğaldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona sadaka veriniz" diye buyurdu. İnsanlar ona sadaka verdiler, fakat bu sadakalar borcunu karşılamaya yetmedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan alacaklı olan kimselere: "Bulduğunuzu alınız, bundan başka birşey alma hakkınız yoktur" buyurdu. Müslim, Musâkaat 19; Ebû Dâvûd, Buyû’ 58; Tirmizî, Zekât 24; Nesâî, Buyû’ 30, 95; İbn Mâce, Ahkâm 25; Müsned, III, 36. Ebû Dâvûd'un Mûsannefinde şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan alacaklı olanlara o adamın elindeki malı onlara vermekten başka birşey vermedi. İbn Mâce, Ahkâm 25'te: Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Muâz b. Cebel'i oruçlularının elinden kurtardıktan sonra onu Yemen'e vali gönderdi. Muâz dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni (yanında bulunan kadarıyla) malım karşılığında kurtardıktan sonra vali olarak tayin etti. İşte bu, bu hususta açık bir nastır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) adamın hapsedilmesini emretmedi. Bu ise Şureyh'in dediği gibi Muaz b. Cebel'dir. Ayrıca Resûlüllah bu borçluya mulâzemet edilmesini (takib altında tutulmasını)de emretmemiştir. Bu da Ebû Hanîfe'nin konu ile ilgili görüşüne muhaliftir, çünkü o şöyle der: Onun bir malının ortaya çıkması mümkün olduğundan dolayı mulâzemet edilir. Belirttiğimiz sebep dolayısıyla da mal kazanmakla da yükümlü tutulmaz. Başarımız Allah'tandır. Mâlik'in, Şâfiî'nin, Ebû Hanîfe ve başkalarının görüşüne göre müflis, ödeyememe durumu ortaya çıkıncaya kadar hapsedilir. Mâlik'e göre eğer malını ortalıktan yok etmekle itham edilmiyor ve haksızlığı açıkça ortaya çıkarılamıyor ise hapsedilmez. Aynı şekilde belirttiğimiz üzere; ödeyememe imkânı sahih olarak tesbit edilebiliyorsa yine hapsedilmez. 6- Müflisin Malı Toplanıp Hak Sahibine Ulaşmadan Telef Olursa: Müflisin malı toplanıp sonra da hak sahiplerine ulaşmadan ve satılamadan önce telef olursa, müflisin bu malın tazminatını ödemesi gerekir. Alacaklıların alacakları onun zimmetinde kalmaya devam eder. Hakim onun malını satar ve bedelini kabzettikten sonra, fakat alacaklıların kabzından önce o bedel telef olursa, o takdirde bu telefin tazminatını ödemek, alacaklılara aittir ve müflis ondan ibra olmuş olur. Muhammed b. Abdulhakem ise der ki: Alacaklılara ulaşıncaya kadar o malın tazminatını ödemek ebediyyen müflise aittir. 7- Ödememeyi Mümkün Kılan Darlığın Mahiyeti Darlık (el-usre): Mal yokluğu dolayısıyla darlık halidir. İşte (zorluk ordusu anlamına gelen:) "ceyşu’l-usra" tabiri de burdan gelmektedir. Mühlet Ertelemek, demektir. "Geniş bir zaman "; ise kolaylık anlamına bir mastardır. merfu olması ise; var olmak, meydana gelmek anlamına gelen tam (nakıs fiil olmayan): oldu, iledir. Sîbeveyh, Ebû Ali ve başkalarının görüşü de budur. Sîbeveyh (bunu delillendirmek kastıyla) şu beyiti zikreder: "Feda olsun Şeybanoğlu Zühloğullarına benim dişi devem Eğer (parıldayan silahlar dolayısıyla) yıldızlan parlak bir gün gelirse." Bununla birlikte bu kelimenin (ıî şeklinde) mansup olması da mümkündür. Ubey b. Ka'b'ın Mushafında da şeklindedir. Bu okuyuş: Eğer alacaklı darlık içindeyse... anlamındadır. el-A'meş:" Eğer o darlık içindeyse., mühlet (veriniz)" şeklinde okumuştur. Ebû Amr ed-Dânî, Ahmed b. Mûsa'dan naklederek der ki: Ubey b. Ka'b'ın Mushaf'ında da böyledir. en-Nehhâs, Mekkî ve en-Nekkaş der ki: Buna göre âyetin lâfzı faizcilere has olur. Ancak diye okuyanlara göre ise bu bütün borçlular hakkında umumî bir hüküm ifade eder. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Mehdevî, Hazret-i Osman Mushafında "fe" harfiyle "Eğer o darlık içindeyse" diye okumuştur. el-Mu'temir ise Haccac el-Verrâk'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hazret-i Osman Mushafında: şeklindedir, der. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. Çoğunluk da "zı" harfini esreli olarak mühlet" şeklinde okumuşlardır. Mücâhid, Ebû Recâ ve el-Hasen ise "zı" harfini sakin olarak (.......) diye okumuştur. Bu ise bir Temim şivesidir. Onlar "Zeyd'in lütufkârlığı" anlamında tabirini derler. Yine Karaciğer anlamında derler. Yalnızca Nâfi' " Geniş bir zaman" kelimesindeki "sin" harfini ötreli olarak okurken Cumhûr bunu fethalı olarak okumuştur. en-Nehhâs, Mücâhid ve Atâ'dan emir anlamı ifade edecek şekilde; " Kolaylık zamanına kadar ona mühlet tanı" şeklinde "sin" harfi ötreli, "radıyallahü anh" harfi esreli ve sonunda "ye" harfini isbat ile okumuştur. Ayrıca bu diye de okunur ise de Ebû Hâtim bu şekilde bir okuyuş câiz değildir, demiştir. Ancak böyle bir kelime en-Neml Sûresi'nde (27/35. âyette): "Bakarım" anlamındadır. Çünkü orada bu kelime kadın tarafından nazar etmek kökünden gelen bir kelimedir. Bakara'daki bu kelime ise ertelemek'ten gelir. Günlük konuşmada erteledim anlamında: Sendeki borcumu erteledim tabirinden alınmadır. Yüce Allah'ın: "Bana diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" (el-A'raf, 7/14) âyeti de (nizar etmek: mühlet vermek) buradan gelmektedir. Ebû İshak ise bunu câiz kabul eder ve der ki: Bu ifade masdar isimlerdendir. Yüce Allah'ın: " Onun vaki olacağında yalan yoktur" (el-Vakıa, 56/2) ile "Kendisine bel kemiklerini kıracak bir belâlı iş yapılacağını bilir." (el-Kıyame, 75/25) ve: "Gözlerin hain bakışını... bilir" (el-Mu'min, 40/19) ve benzeri diğer âyetler gibidir. 8- Ödeme Zorluğu Çeken Borçluya Bağışlamak: "Sadaka olarak bağışlamanız ise" âyeti mübtedâdır, "sizin için daha hayırlıdır" âyeti de onun haberidir. Yüce Allah bu buyruklarla borcunu ödeme zorluğu çeken kimseye sadaka vermeyi teşvik etmekte, bunu ona mühlet vermekten daha hayırlı olarak değerlendirmektedir. Bu açıklamayı, es-Süddî, İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. Taberi de der ki: Başkaları da şöyle demektedir: Zengine de fakire de sadaka vermeniz sizin için hayırlıdır. Ancak doğru olan birincisidir. Âyet-i kerimede zengin ile alakalı herhangi bir taraf yoktur. 9- Ödeme Zorluğu Çeken Borçluya Mühlet Vermenin Fazileti: Ebû Cafer et-Tahâvî, Büreyde b. el-Hasîb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim ödeme zorluğu çeken borçluya mühlet verirse her bir gün için ona bir sadaka (ecri) vardır." Sonra: Her gün için onun misli bir sadaka mı vardır? dedim. O da şöyle dedi: Borç vadesi gelmediği sürece "her bir gün için bir sadaka, eğer vade geldikten sonra ona mühlet verirse her bir gün için onun gibi bir sadaka (ecri) vardır." İbn Mâce, Sadakat 14; Müsned, V, 351, 360. Müslim de Ebû Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden öncekilerden bir adam hesaba çekildi. Hayır namına bir şeyi tesbit edilmedi. Ancak o insanlarla birlikte oturup kalkan, varlıklı bir kimse idi. Kölelerine ödeme zorluğu çeken kimseyi bağışlamalarını emrederdi. Aziz ve celil olan Allah da şöyle buyurdu: Böyle bir işi yapmaya biz ondan daha lâyıkız. Haydi onu affediniz." Müslim, Musâkaat 30, 31; Tirmizî, Buyû’ 67; ayrıca bk. İbn Mâce, Sadakat 14. Ebû Katâde'den rivâyet edildiğine göre bir alacaklısını aradı. Ancak bu alacaklısı ondan saklandı. Daha sonra onu bulunca adam: Ödeme imkanım yok, dedi. Allah adına ödeyemez misin? diye sorunca o: Allah adına yemin ederim ki ödeyemem. Bunun üzerine Ebû Katâde dedi ki: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet günü sıkıntılarından Allah'ın kendisini korumasını arzu eden bir kimse ödeme zorluğu çekeni rahatlatsın yahut onun borcunu düşürsün." Müslim, Musâkaat 32 ve Dârimî, Buyû’ 50 (kısaca); Müsned, V, 308. İsmi Ka'b b. Amr olan Ebû'l-Yeser tarafından rivâyet edilen uzunca bir Hadîs-i şerîfe göre Ebû'l-Yeser Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Ödeme zorluğu çekene mühlet veren yahut onun borcunu indireni Allah (kıyâmet gününde) kendi gölgesi altında barındırır." Müslim, Zühd 74; Dârimî, Buyû’ 50; İbn Mâce, Sadakat 14; Tirmizî, Buyû’ 67 (Ebû Hüreyre'den) İşte Hadîs-i şerîflerde ve âyet-i kerimede açık nas ile belirtilen bu husus teşvik edilmektedir. Ebû Katâde'nin hadisi de alacaklı kimsenin eğer borçluyu zor durumda olduğunu bilse veya bunu zannedecek olsa ondan borcunu istemenin haram olduğuna delalet etmektedir. İsterse hakimin huzurunda ödeme güçlüğü çektiği sabit olmasın. Zorluk çekene mühlet vermek ise, ödeyebileceği vakte kadar onu ertelemektir. Onun borcunu düşürmek de borcunu zimmetinden iskat etmektir (silmektir). İşte Ebû'l-Yeser borç belgesini şilince alacaklısına her iki şekilde de davranmış oldu ve ona şöyle dedi: Eğer ödeyecek imkanrn olursa öde, aksi takdirde ben borcumu sana helâl ediyorum. 281Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından dokuz gün önce nazil olmuştur. Bundan sonra da herhangi bir şey nazil olmadı. Bunu İbn Cüreyc söylemiştir. İbn Cübeyr ve Mukâtil ise yedi gün önce demişlerdir. Üç gün önce nazil olduğu da rivâyet edilmiştir. Benzer rivâyetler için bk. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 116. Yine bu âyet-i kerimenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından üç saat önce indiği ve Hazret-i Peygamber'in: "Bu âyeti fâiz ile borç âyetleri arasına koyunuz" dediği rivâyet edilmektedir. Mekkî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Cebrâîl bana geldi ve bunu Bakara'nın 280. âyetinin sonuna (yani 281. âyet olarak) koy, dedi." Derim ki: Ubey b. Ka'b, İbn Abbâs ve Katâde'den nakledildiğine göre son nazil olan "Yemin olsun içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (et-Tevbe, 9/128) âyetidir. Müsned, V, 134. Ancak birinci görüş daha çok bilinmekte, daha çok nakledilmekte, daha sahih ve daha yaygındır. Ayrıca bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan da rivâyet etmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'den en son nazil olan: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir" âyetidir. Buhârî, Buyû’ 25. Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Ey Muhammed. Sen bunu Bakaranın 280. âyetinden sonra koy." Bunu Ebû Bekr el-Enbarî "Kitabu'r-Red" adlı eserinde zikretmektedir. Bu aynı zamanda İbn Ömer arab'ın da görüşüdür. Ona göre son nazil olan âyet budur. Hazret-i Peygamber bundan sonra yirmibir gün yaşamıştır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde..." (en-Nasr, 110/1) Sûresi'nin sonunda gelecektir. Bu âyet-i kerîme bütün insanlara bir öğüttür. Her insanı ilgilendiren bir emirdir. "Bir gün" mef'ûl olduğu için nasbedilmiştir, zarf olarak nasbedilmemiştir. "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz" âyeti de bu günün sıfatlarındandır. Ebû Amr ise bunu "te" harfini üstün, "cim" harfini de esreli olarak Döneceğiniz, şeklinde okumuştur. Bu ise: "Şüphesiz dönüşleri yalnız bizedir" (el-Ğaşiye, 88/25) âyetine benzemektedir. Ayrıca Ubey'in: Allah'a döneceğiniz bir günden" kıraati de itibara alınmıştır. Diğerleri ise "te" harfini ötreli, "cim" harfini de üstün okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Onlar hak mevlaları olan Allah'a döndürülürler" (el-En'am, 6/62) ile ve: "Yemin olsun eğer Rabbime döndürülsem dahi" (Kehf, 18/36) ile yine Abdullah (b. Mes'ûd)'ın: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günde" okuyuşu nazar-ı itibara alınmıştır. el-Hasen ise bunu "ye" harfi ile "bütün insanların döndürüleceği" anlamını ifade etmek üzere "Döndürülecekleri" diye okumuştur. İbn Cinnî der ki: Âdeta yüce Allah mü’minlere merhametinden dolayı huzuruna dönüşü hatırlamakla karşı karşıya getirmek istemiş gibidir. Çünkü bu kalpleri paramparça eden bir olaydır. O bakımdan onlara: "Bir günden korkun" diye buyurmakta, sonra da bu dönüşün hatırlatılması için onlara merhamet olmak üzere gaip zamiri kullanmış bulunmaktadır. İlim adamlarının Cumhûruna göre sakındırılan bu gün, Kıyâmet günü, hesaba çekilme ve amellerin karşılığının verileceği gündür. Bazıları da, bu ölüm günüdür, demişlerdir. İbn Atiyye der ki: Âyet-i kerimedeki lâfızların hükmü gereğince birinci görüş daha sahihtir. Yüce Allah'ın: "Allah'a" âyetinde mahzuf bir muzaf vardır. "Allah'ın hükmüne ve herşeyi birbirinden ayırdeden kazasına..." takdirindedir. : onlar" âyeti "herkes" âyetinin anlamına aittir. Lâfız olarak ona ait değildir. Şu kadar var ki el-Hasen'in kıraati olan: Döndürülürler" âyetindeki: zamiri, "döndürülürler" âyetindeki çoğul (...ler) zamire aittir. Bu âyet-i kerimede sevap ve cezanın kazanılan amellerle alakalı olduğuna açık bir nas vardır ki, bu da Cebriyye'nin bu konudaki görüşlerini reddetmektedir. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. 282Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun. Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa biri diğerine hatırlatır diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise, onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah indinde adalete daha uygun, şahadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir beis yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahitlik edin. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer yaparsanız, bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı elliiki başlık halinde sunacağız: 1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın..." âyetiyle ilgili olarak Said b. el-Müseyyeb şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre Kur'ân-ı Kerîm'in Arşta en yeni (son nazil olan) âyeti borçlanma âyetidir. İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme özel olarak selem hakkında nazil olmuştur. Yani Medine halkının yaptığı selem alışverişi âyetin nazil olmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan bu âyet-i kerimenin bütün borçlanmaları kapsadığı -icma ile- kabul edilmiştir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerîme otuz tane hüküm ihtiva etmektedir. Bazı ilim adamlarımız bu âyet-i kerimeyi -Mâlik'in de söylediği üzere- kârzlardaki ertelemenin câiz olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü bu âyette mudayenelerde (borçlanma akidlerinde) karz ile sair akidler arasında bir ayrım gösterilmemiştir. Şâfiîler ise bu hususta muhalif kanaat belirtir ve şöyle derler: Âyet-i kerîme sair borçların ertelenmesinin câiz olduğunu ifade eden bir hüküm ihtiva etmemektedir. Bu âyet-i kerimede eğer vadeli bir deyn (borç) değil ise, şahit tutma emri vardır o kadar. Diğer taraftan bir başka yoldan delâlet ile, deynde ertelenmenin câiz olduğu veya olmadığı bilinir. 2- Deyn'in Anlamı: Yüce Allah'ın: " Bir borç" âyeti te'kiddir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve iki kanadıyla uçan bütün kuşlar..." (el-En'am, 6/38); "Meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler." (el-Hicr, 15/30.) Deyn'in gerçek mahiyeti, iki bedelden birisinin peşin, diğerinin ise zimmette vadeli olduğu her türlü muameledir. Ayn Araplar tarafından hazır (peşin olan) şeydir. Deyn ise gaib olan (hazır bulunmayan) şeyin adıdır. Şair der ki: "İki dirhemimize karşılık olarak peşin ve deyn olmaksızın Bizlere kaynatılmış üzüm şırası ve kızarmış et vereceğini vadetti." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ölümler beni dilediği yere atıversin Beni iki çukurun arasına atmadığı sürece Odun ve ateş yaktıkları vakit işte nakden (peşin) Ve deyn olmayan ölüm budur." Şanı yüce Allah bu anlamı hak âyeti olan: "Belirlenmiş bir vadeye..." diye açıklamaktadır. 3- Vadenin Belirlenmesi ve Selem'de Vade: Şanı yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti ile ilgili olarak İbnu’l-Münzir şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti bilinmeyen bir süreye kadar yapılan selem akdinin câiz olmadığını göstermektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti de yüce Allah'ın Kitabındaki bu anlamın bir benzerini ortaya koymuştur. Sabit olduğu üzere Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye vardığında Medine halkı iki ve üç yıllığına meyvelerde selem yapıyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim herhangi bir hurma hakkında selef (selem) yaparsa, ölçeği belli ve tartısı belli miktarda ve bilinen bir vadeye kadar selef yapsın." Bu hadisi İbn Abbâs nakletmektedir. Bunu Buhârî, Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Buhârî, Selem 1, 2, 7; Müslim, Müsakat 127-128; Ebû Dâvûd, Buyû’ 55; Nesâî, Buyû’ 63; İbn Mâce, Ticârât 59; Dârimî, Buyû’ 45; Müsned, I, 217, 222, 282, 358. İbn Ömer der ki: Cahiliyye dönemi insanları, deve etlerini, hamile olan dişi deve yavrusunun, bir daha hamile kalacağı zamana kadar satarlardı. Hamilenin yavrusunun hamile kalması (habelu'l-habelet), dişi devenin yavrulaması sonra da yavruladığı bu yavrunun bir daha hamile kalması demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bu şekilde alış-veriş yapmalarını yasakladı. Buhârî, Buyû’ 61, Selem 8, Menâkıbu'l-Ensâr 26; Müslim, Buyû’ 6; Ebû Dâvûd, Buyû’ 24; Tirmizî, Buyû’ 16; Nesâî, Buyû’ 68: Muvatta’', Buyû’ 62; Müsned, II, 5, 11, 15, 63, 76, 80, 108, 144, 155. İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes icma ile, câiz olan selem şeklinin, kişinin arkadaşıyla, miktarı belli, nitelikleri belirlenmiş ve benzerinde hata edilmeyecek şekilde genel olarak bir araziden gelecek mahsulde, belli bir ölçek ile belli bir vadeyle belli dinarlar yahut dirhemler mukabilinde yapılması ve alışverişi yaptıkları yerlerinden ayrılmadan önce selemin bedelini ödeyip yiyeceğin kabzedileceği yeri belirlemeleri şeklinde olacağını kabul etmişlerdir. Eğer bu işi yaparlar ve yaptıkları bu iş (satış) câiz ise sahih bir selem olur. İlim ehlinden herhangi bir kimsenin bunu iptal ettiğini bilmiyorum." Derim ki: Bizim (mezhebimize) mensup ilim adamlarımız der ki: Hasat vaktine kadar, meyvelerin toplanma zamanına, nevruz ve mihrican günlerine kadar selem caizdir. Çünkü bütün bunların özel ve bilinen zamanları vardır. İlim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) selemi tarif eder ve şöyle derler: "Zimmette olmak üzere nitelikleri tesbit edilmiş, malum olan bir şeyin peşin bir mala ya da onun hükmündeki bir şey karşılığında, bilinen bir vadeye satılmasıdır." Bu alışverişin, "zimmette olmak üzere... malum olan bir şeyin" diye belirlenmesi bilinmeyen bir şeyden ve muayyen olan aynlarda selem yapmaktan sakınmak (bunları tanımın dışında tutmak) içindir. Mesela, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye geldiği sırada Medinelilerin yaptıkları selem şekilleri buna örnektir. Onlar muayyen bir takım hurma ağaçlarının meyvelerini seleme konu yapıyorlardı. Ancak böyle bir akiddeki ğarar (tehlike ve ihtimal) dolayısıyla bu şekilde akid yapmayı onlara yasakladı. Çünkü bu ağaçlar afete maruz kalıp hiçbir şekilde meyve vermeyebilir. "Nitelikleri tesbit edilmiş" ifadeleri teferruatıyla belirtilmeksizin, genel özellikleriyle bilinen şeyleri tanım dışında bırakmak içindir. Mesela, türünü ve muayyen niteliklerini tesbit etmeksizin hurma, elbise veya balıklar üzerinde selem yapmak bu kabildendir. "Peşin bir mala" ifadesi ise veresiyenin veresiye karşılığında olmasını tanım dışında tutmak içindir. "Ya da onun hükmündeki.." ifadesi ile de selemin rasumalinin (selem bedelinin) iki ve üç gün gibi ertelenmesi câiz olan ertelemeyi anlatmak için zikredilmiştir. Bize göre şartlı olsun olmasın, süre yakın olduğundan dolayı bu kadarcık bir erteleme caizdir. Ancak, bunun şart koşulması câiz değildir. Şâfiî ile el-Kûfî, selemin rasumalinin akidden ve ayrılmadan sonraya bırakılmasını câiz kabul etmez ve bunun tıpkı sarf akdi gibi olduğunu belirtirler. Bizim delilimiz şudur: Bu iki akid özel nitelikleri itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. Sarfın kapısı oldukça dardır. Selemden farklı olarak şartlan pek çoktur. Çünkü sarf muameleleri ile ilgili şaibeler daha fazladır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bilinen bir vadeye" ifadesi ise peşin selemi dışarıda tutmak içindir. Meşhur olan görüşe göre böyle bir selem câiz olmaz, ileride de gelecektir. Vadenin "bilinen" ile nitelendirilmesi, cahiliyye döneminde bilinmeyen vadelere yaptıkları selemi kapsam dışında tutmak içindir. 5- Selem Akdini İfade Etmek Üzere Kullanılan Tabirler: Selem ve selef, aynı anlamda iki tabirdir. Her ikisi de Hadîs-i şerîfte kullanılmıştır. Şu kadar var ki, bu akdin özel ismi "selem"dir. Çünkü selef, karz hakkında da kullanılır. Selem, ittifakla câiz olduğu kabul edilen satışlardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "yanında olmayanı satma"yı yasaklamasından istisna edilmiştir. Hazret-i Peygamber, selem yapma ruhsatını vermiştir. Çünkü selem zimmette olmak üzere malum bir şeyin satılması olduğuna göre, akid taraflarından her birisinin içinde bulunduğu zorunluluk gereği, hazır olmayan birşeyin satışını gerektirmektedir. Çünkü rasulmal sahibi aselemin bedelini ödeyen kimseb meyveyi satın alma ihtiyacındadır. Meyve sahibi ise, ona harcamak üzere vaktinden önce o meyvenin bedeline muhtaçtır. Böylelikle selem satışının ihtiyaç duyulan mesalihten olduğu ortaya çıkmaktadır. Fukaha buna "bey'u'l-mahavic (muhtaçların satışı)" ismini vermişlerdir. Eğer, ancak peşin olarak câiz olsaydı, bu hikmet sözkonusu olmaz, böyle bir maslahat ortadan kalkar ve yanında olmayan birşeyin satılmasından istisna edilmesinin bir faydası da kalmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Selemin kimi üzerinde ittifak, kimi üzerinde ihtilaf edilen dokuz tane şartı vardır. Bu şartların altısı (seleme konu olan mal demek olan) muslemun fîh'te, üçü de selemin (ücreti olan) radıyallahü anh'sumalindedir. Muslemun fih'te aranan altı şart: Zimmette olacak, nitelikleri tesbit edilecek, miktarı tayin edilecek, vadeli olacak, vade belli olacak, vadenin gelmesi esnasında mevcut olacak. Selemin radıyallahü anh'sumalinde aranan üç şarta gelince: Cinsi, miktar olarak ve nakit olarak belli olacak. Radıyallahü anh'sumalde aranan bu üç şart -az önce geçtiği gibi- nakit olması dışında, ittifakla kabul edilmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Birinci şart, zimmette oluştur. Bundan gözetilen maksadın zimmette olmak olduğunu anlamakta zorluk yoktur. Çünkü bu bir müdâyene (borçlanma) akdidir. Şayet böyle olmasaydı deyn (borç) olarak meşru kılınmaz ve insanların da kâr elde etmesi ve insanlara şefkat kastıyla meşru kılınmazdı. İnsanlar bu görüşü ittifakla kabul ederler. Şu kadar var ki Mâlik, selem muayyen olan birşeyde ancak iki şart ile caizdir, der. Bunlardan birisi köyün güvenlik altında olması, ikincisi ise onun alınmaya başlanmasıdır. Sütün koyundan, taze hurmanın hurma ağacından alınması gibi. Ondan başka böyle birşey söyleyen yoktur. Bu iki mes'ele delil itibariyle sıhhatlidir. Çünkü selemde tayinin kabul edilmeyişi, muzâbene ve zarar korkusu iledir ki, vade geldiği vakit bunun gerçekleşme imkânı ortadan kalkmasın. Eğer selem yapılan yer güvenilir bir yer olup çoğunlukla müslemun finin varlığı imkânsız değil ise, bu câiz olur. Çünkü fıkıh mes'elelerinde sonuçların kat'iyetle teminat altına alınmasından hiçbir zaman emin olunamaz. Basit bir garar ihtimali kaçınılmazdır. Bu, fer'î mes'elelerde pek çoktur. Bunların sayım ve dökümü mes'eleleri konu alan kitaplardadır. Bunları almaya başlamakla birlikte süt ve taze hurmada selem yapmaya gelince; bu Medine'ye ait bir mes'eledir. Medine halkı bunu icma ile kabul ederler. Bu mes'elenin de esası maslahat kaidesidir. Çünkü kişi, günbegün süt ve taze hurma almaya gerek duyabilir. Her gün yeniden böyle satın alması onun için zor olabilir. Çünkü nakit bulmayabilir ve ayrıca fiyat da aleyhine olarak değişebilir. Hurma ve sütün sahibi ise, nakde gerek duyar. Çünkü onun yanında bulunan şey, bir ticaret malıdır. Tasarrufta bulunması için uygun düşmeyebilir. Karşılıklı ihtiyaç onlar için ortak bir özellik olduğundan dolayı, ârâyâ Bey'u'l-ârâyâ: İhtiyaç dolayısıyla Şâfiî, Hanbelî ve tercih edilen görüşe göre Mâlikî mezhebinde câiz kabul edilen bir alış-veriş şeklidir. Şâfiîlerin tarifine göre, dalındaki taze hurmanın, yerde (dalından koparılmış) bulunan hurma karşılığında tahminî olarak ve ölçekle satılmasıdır. Dalında üzümün kuru üzüm ile aynı şekilde satılması da böyledir. Ancak bunun beş veski (1.250 kg.) aşmaması ve mecliste bedellerin karşılıklı kabzedilmesi şarttır. Hanefi Mezhebine göre ise böyle bir alış-veriş ancak zaruret dolayısıyla caizdir... Konu ile ilgili hadisler için bk. Buhârî, Buyû’ 83, 84, Mûsakaat 17; Müslim, Buyû’ 57, 62, 66, 71, 81-83; Ebû Dâvûd, Buyû’ 19, 22, 33; Tirmizî, Buyû’ 63; Nesâî, Buyû’ 28, 32, 33, 35, 74; İbn Mâce, Ticârât 55; Dârimî, Buyû’ 24; Muvatta’', Buyû’ 14... ve buna benzer ihtiyaç ve mesalih gibi asıl kaidelere kıyas edilerek, böyle bir muamelede bulunmaya taraflara ruhsat verilmiştir. Nitelikleri tesbit edilmiş olması şeklindeki ikinci şart da ittifakla kabul edilmiştir, üçüncü şart da böyledir. Miktarın tesbiti üç şekilde olur. Keyl (ölçek ile ölçmek), vezn (ağırlıkla ölçmek) ve sayı. Bu ise örfe bağlıdır. Örf ise ya insanların örfüdür veya şeriatin örfüdür. Dördüncü şart olan vadeli olması hususunda görüş ayrılığı vardır. Şâfiî der ki: Peşin selem caizdir. İlim adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmezler. İbnu'l-Arabî der ki: Sürenin tesbiti hususunda Mâlikîler oldukça farklı görüşler ortaya atmışlardır ki bunun bir gün kadar olacağını dahi söylemişlerdir. Hatta kimi ilim adamlarımız peşin selem caizdir, demektedir. Sahih olan ise selemde vadenin kaçınılmaz olduğudur. Çünkü mebi' (satılan şey) iki türlüdür. Ya muaccel olur, bu ise ayndır; veya müeccel (deyn) olur. Şayet peşin olur da müslemun ileyhin yanında bulunmuyor ise; o vakit bu, yanında bulunmayan şeyi satmak kabilindendir. O bakımdan her bir akdin niteliklerine ve şartlarına uygun olarak gerçekleşebilmesi için vadenin tesbiti kaçınılmazdır. Çünkü Şer'î hükümler olması gereken şekilde yapılır ve ona göre değerlendirilirler. Bizim ilim adamlarımıza göre vadenin süresinin sınırlandırılması hususunda pazarlar arasında farklılık vardır. Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti ile Hazret-i Peygamber'in: "Bilinen bir vadeye" diye buyurması, başka hiçbir kimsenin sözüne gerek bırakmayacak kadar açıktır. Derim ki: İlim adamlarımızın câiz kabul ettikleri peşin selem türü, fiyatları birbirinden farklı beldelerdeki selemdir. Aralarında bir, iki yahut üç günlük mesafe bulunan yerlerde (peşin) selem caizdir. Aynı beldede ise böyle bir selem câiz olmaz. Çünkü o beldenin fiyatı birdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Beşinci şarta gelince, bu da vadenin belli olmasıdır ki, ümmet arasında bu şart ile ilgili görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah ve onun Peygamberi "vadeyi" bilinen ve belli olmakla nitelendirmişlerdir. İslâm bölgelerinin fakihleri arasında yalnızca Mâlik, meyvelerin toplanması vaktine, ekinlerin hasadına kadar satışın câiz olduğunu kabul eder. Çünkü onun görüşüne göre bu, bilinen bir vadedir. Bu hususa dair bilgiler, yüce Allah'ın: "Sana hilalleri soruyorlar..." (el-Bakara, 2/189. âyet 9- başlıkta) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Altıncı şart olan vade esnasında var olması şartı hakkında yine ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Eğer vadenin geleceği vakit satılan şey, yüce Allah tarafından bir takdir gereği bulunmayacak olursa, bütün ilim adamlarına göre akid fesholur. 7- Selem ile İlgili İhtilaflı Bazı Şartlar: Müslemun ileyhin, müslemun fîhe malik olması -seleften bazılarına hilafen- selemin şartlarından değildir. Çünkü Buhârî, Muhammed b. el-Mucalid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah b. Şeddad ile Ebû Bürde beni Abdullah b. Ebi Evfâ'ya göndererek dediler ki: Ona sor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde buğdayda selef (selem) yapıyorlar mıydı? Abdullah dedi ki: Bizler Şam halkından olan Nabîtlilere Nabîtler: Irak bölgesinde bulunan, su akan yerlerde yerleşik bir toplumun adıdır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, V, 9; İbn Mânzûr, Lisânu'l-Arab, VII, 411). buğday, arpa ve zeytinyağında belli ölçeklerde ve belli bir vadeye kadar selef yapardık. Ben: Aslı kendisinde bulunan kimselerle mi? diye sordum, o: Bu konuda biz onlara soru sormazdık, dedi. Daha sonra beni Abdurrahman b. Ebzâ'ya gönderdiler. Ona sordum şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde selef yapıyorlardı. Biz de onlara ekip biçtikleri tarlaları var mıdır, yok mudur diye sormazdık. Buhârî, Selem 3, ayrıca 2 ile 7'de daha kısaca; yakın ifadelerle de; Ebû Dâvûd, Buyû’ 55; Nesâî, Buyû’ 61, 62; İbn Mâce, Ticârât 59; Müsned, IV, 354. Ebû Hanîfe ise akid vaktinden vade zamanına kadar muslemun fihin var olmasını şart koşmuştur. Çünkü muslemun fihin aranıp bulunmaması, buna bağlı olarak da bu akdin garara dönüşmesi korkusuyla böyle söylemiştir. Sair fukaha ise, ona muhalefet eder ve şöyle derler: Göz önünde bulundurulması gereken, vade vaktinde onun var olmasıdır. Kûfeliler ve es-Sevrî taşınmayı gerektiren ve masrafı gerektiren şeyler ile ilgili olarak kabz yerinin de sözkonusu edilmesini şart koşar ve: Bu durumda kabz yeri sözkonusu edilmeyecek olursa, selem fasittir, derler. el-Evzaî ise, bu mekruhtur, der. Bize göre ise eğer bunu sözkonusu etmezlerse akid fasid olmaz ve kabz yeri taayyün eder. Ahmed, İshak, hadis ehlinden bir grup da böyle demiştir. Çünkü İbn Abbâs yoluyla gelen hadiste, selem yapılan malın kabzedileceği yerden söz edilmemektedir. Şayet bu, akdin şartlarından olsaydı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tıpkı ölçeği, tartıyı ve vadeyi açıkladığı gibi bunu da açıklardı. İbn Ebi Evfa'nın (az önce nakledilen) hadisi de bunun gibidir. 8- Vade Geldiği Halde Satılan Mal Bulunmazsa: Ebû Dâvûd, Sa'd (yani et-Taî)dan, o Atiyye b. Sa'd'dan, o Ebû Said el-Hudrî'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim herhangi bir şeyde selef yaparsa onu başkasına değiştirmesin." Ebû Dâvûd, Buyû’ 57; İbn Mâce, Ticârât 60. Ebû Muhammed Abdulhak b. Atiyye dedi ki: O el-Avfî'dir (el-Avfî, Atiyye b. Sa'd'ın lakabıdır) dedi ki: Kimse onun hadisini delil diye göstermez. Oldukça değerli muhaddisler ondan rivâyet etmiş olsa dahi. Mâlik der ki: Belli bir fiyata, belli bir vadeye yiyecek birşeyde selef yapıp da vade geldiğinde satın alan, satın aldığı şeyi satıcının ödeyemeyeceğini görüp de onu ikale ederse; (akdi fesheden) kimsenin durumu bize göre şöyledir: Böyle bir kimse ondan ancak gümüşünü yahut altınını veya ona ödemiş olduğu bedeli aynen almalıdır. Bu bedel karşılığında selem dolayısıyla verdiği malı ondan geri kabzedinceye kadar, ondan başka birşey satın almaz. Çünkü ona ödediği değerden başkasını alsa yahut ondan satın almış olduğu yiyecekten başkası ile onu değiştirse; o vakit bu, ödeme gerçekleşmeden (yani selem akdi ile alması gerekeni almadan) önce yiyeceği satmak demektir. Mâlik dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise tamamiyle alınmadan önce yiyeceğin satılmasını yasaklamıştır. Bu manadaki bazı hadisler için bk. Buhârî, Buyû' 49, 51, 55; Müslim, Buyû’ 29, 32, 34, 35, 40, 41; Ebû Dâvûd, Buyû’ 65; Tirmizî, Buyû’ 56; Nesâî, Buyû’ 55; İbn Mâce, Ticârât 37; Muvatta’', Buyû’ 40, 43. Yüce Allah'ın: "Onu yazın" âyetinden kasıt, borcun ve vadenin yazılmasıdır. Şöyle de denilmektedir: Yüce Allah burada yazmayı emretmiştir; fakat yazmaktan kasıt, şahit tutmaktır. Çünkü şahitsiz yazı delil olmaz. Bize unutmayalım diye yazma emri verilmiştir, diye de açıklanmıştır. Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'inde Hammâd b. Seleme'den o Ali b. Zeyd'den, o Yusuf b. Mihran'dan, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aziz ve celil olan Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın..." âyeti hakkında dedi ki: "İlk kabul etmeyen kişi Âdem (aleyhisselâm)'dir. Allah ona zürriyetini gösterdi. Nuru yukanlara doğru yükselen parlak beyaz tenli bir adam gördü. Rabbim bu kimdir? dedi. Bu, senin oğlun Dâvûd'dur dedi. Rabbim onun ömrü ne kadardır? diye sorunca; altmış yıl, diye buyurdu. Rabbim, ömrünü artır, deyince; hayır diye buyurdu. Ancak sen ona kendi ömründen verirsen (olur). Peki benim ömrüm ne kadardır? diye sorunca; bin yıl diye buyurdu. Hazret-i Âdem: Ben ona kırk yıl bağışlıyorum, dedi. Yüce Allah ona dair bir yazı yazdı ve meleklerini ona şahit tuttu. Hazret-i Âdem'in vefatı gelince melekler yanına geldi. O: Benim ömrümden daha kırk yıl kalmıştır, deyince melekler: Sen bunu oğlun Davud'a bağışladın, dediler. Âdem: Kimseye ben birşey bağışlamadım, deyince yüce Allah o yazılı belgeyi çıkardı ve melekleri ona karşı da şahitlik etti. -Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Yüce Allah Davud'un ömrünü yüzyıla tamamladı Âdem'in ömrünü de bin yıla tamamladı. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiştir. Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi't-Tayalisl Müsnedi Ebî Dâvûd, Beyrut, 1400, II, 82; Tirmizî, Tefsir 7. sûre 3; Müsned, I, 251-252, 299, 371. Yüce Allah: "Onu yazın" âyetinde borcu açıklayıcı bütün nitelikleriyle bütün özellikleriyle yazmaya açıkça işaret etmektedir. Bundan kasıt ise akid tarafları arasında vehmedilecek ihtilâfların ortadan kaldırılması, her ikisinin de hakime gitmeleri halinde hakimin hükmedeceği esasların bildirilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bazıları borçların yazılmasının ilgililer hakkında vacip olduğu görüşündedir. Bu ister satış olsun, ister kabz olsun bu âyet-i kerîme ile farz kılınmıştır. Böylelikle bu konuda inkâr yahut unutkanlık önlenmiş olur. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur. İbn Cüreyc ise şöyle demektedir: Borç alan kimse onu yazsın, satan da şahit tutsun. en-Nehaî de der ki: Öncekiler yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerinize güvenirse..." (el-Bakara, 2/283) âyetinin yazma emrini neshettiği görüşünde idiler. Buna yakın bir görüşü İbn Cüreyc de nakletmiştir. İbn Zeyd de böyle demiştir. Ebû Said el-Hudrî'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. er-Rabi' ise bunun bu lâfızlarla vacip (farz) olduğu kanaatindedir. Daha sonra yüce Allah bunu: "Eğer biriniz diğerinize güvenirse..." (el-Bakara, 2/283) âyeti ile hafifletmiştir. Cumhûr der ki: Yazma emri malların korunması ve şüphelerin izale edilmesi için bir teşviktir. Eğer borçlu takva sahibi bir kimse ise, yazmanın ona bir yararı olmaz. Böyle olmazsa yazmak borcu hususunda bir zekâ mahsulü ve hak sahibinin de bir belgesi olur. Kimisi de şöyle demiştir: Eğer şahit tutarsan bu bir azimettir, şayet güvenirsen sen helâl edilmiş olan bir işi yapmış olursun. İbn Atiyye der ki: İşte sahih olan görüş de budur. Bu görüşe göre de herhangi bir nesh sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah, kişinin bağışlamak ve terketme hakkının icma ile kabul edildiği bir hususu yazmaya teşvik etmektedir. O'nun bu teşviki insanlar lehine bir ihtiyat olsun diyedir. 11- Yazan Adaletle Yazmalıdır: Yüce Allah'ın: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" âyeti hakkında Atâ ve başkaları şöyle demişlerdir: Yazı yazabilenin yazması vaciptir. eş-Şa'bi de böyle demiştir. Eğer ondan başka yazacak kimse bulunmazsa onun yazması onun için vaciptir. es-Süddî der ki: İşi bitirmekle beraber vacib olur. Birinci "yazsın" fiilinin başında emir "lâm"ı hazfedildiği halde, ikincisinde "lâm" getirilmiştir. Çünkü ikincisi gaib, birincisi muhatab içindir. Muhatab için de bu "lâm"ın kullanıldığı olur. Nitekim yüce Allah'ın: "Sevinsinler" (Yûnus, 10/58) âyetinin "te" ile "Sevininiz" kıraati de bu kabildendir. Gaib'de bu "elifin hazfedildiği de olur. Şairin şu beyiti bu kabildendir: "Ey Muhammed! Feda olsun sana bütün canlar; Bir şeyin düşmanlığından korkarsan." Yüce Allah'ın: "Adaletle" âyeti, hak ve doğrulukla, demektir. Yani hak sahibi olan kimseye söylediğinden fazla veya daha azını yazmayın. "Aranızda" diye buyurup da "birinize" diye buyurmaması alacaklının yazma hususunda borçlu olanı itham edebilme ihtimalindendir. Aynı şekilde bunun aksi de böyledir. İşte bu bakımdan şanı yüce Allah onların dışında bir kâtibin adaletle yazmasını teşri' buyurmuştur. Bu kimsenin de kaleminde de kalbinde de birisinin lehine, ötekinin aleyhine herhangi bir sevgi bulunmasın. Şöyle de denilmiştir: İnsanlar, istisnasız olarak karşılıklı ilişkilerde bulunduklarından aralarında yazı yazmasını bilen ve bilmeyen olduğundan dolayı şanı yüce Allah, taraflar arasında bir kâtibin adaletle yazmasını emir buyurmuştur. 13- Yazmak ile Görevlendirilenler: Yüce Allah'ın: " Adaletle" âyetindeki "be" harfi, yüce Allah'ın "Yazsın" âyetine mutaallaktır; "kâtip" âyetine değil. Eğer böyle olsaydı bizatihi adil olandan başkasının herhangi bir belgeyi yazmaması icabederdi. Halbuki kimi zaman çocuk ve köle, ayrıca hacr altında bulunan kimse iyice yazma kurallarını bildikleri takdirde, yazabilmektedir. Bunları yazmak üzere tayin edilen kimselere gelince; yöneticilerin bunları ancak adaletli ve razı olunan kimseler olarak görevde tutmaları icabeder. Mâlik (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: İnsanlar arasındaki belgeleri ancak yazmayı bilen ve bizatihi adaletli ve güvenilir kimseler yazsın. Çünkü yüce Allah: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" diye buyurmaktadır. Derim ki: Bu görüşe göre "be" harfi "kâtip" kelimesine mutaallaktır. Yani aranızda adaletle yazan bir yazıcı yazsın, demektir. Buna göre "adaletle" âyeti sıfat mahallinde olur. 14- Yazıyı Bilen Yazmaktan Yüz Çevirmesin: "Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın" âyetinde yüce Allah, yazı yazmasını bilen kimsenin yazmaktan yüzçevirmesini yasaklamaktadır. İnsanlar yazı yazmasını bilen kimsenin yazmasının, şahidin de şehâdette bulunmasının vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Taberî ve er-Rabi': Yazı yazmasını bilen kimsenin yazması emrolunduğu takdirde yazması vaciptir, derler. el-Hasen der ki: Kendisinden başka yazı yazacak kimsenin bulunmadığı bir yerde yazmadığından dolayı alacaklı zarar görecekse yazması vaciptir. Çünkü durum böyle olduğu takdirde onu yazmak (onun için) bir farzdır. Şayet ondan başka yazabilecek kimse bulunabiliyor ise, başkası bu işi yaptığı takdirde, onun için bu konuda genişlik vardır. es-Süddî der ki: İşi olmadığı takdirde onun için yazmak vaciptir. Bu görüş, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Mehdevî de er-Rabi' ve ed-Dahhak'tan yüce Allah'ın: "Çekinmesin" âyetinin daha sonra gelen yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile neshedilmiş olduğunu söylediklerini nakletmektedir. Derim ki: Bu açıklama şu görüş sahiplerinin yahut şu kanaat sahiplerinin şu sözlerine uygundur: Önceleri alışveriş taraflarının seçtiği herkes için yazmak vacip idi ve bunu kabul etmemesi, o kimse için câiz olmazdı. Bu durum yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile neshedilinceye kadar böylece sürüp gitti. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü kim olursa olsun, alışveriş taraflarının istedikleri herkese bunun vacip olduğu sabit değildir. Eğer yazmak vacip olsaydı, yazmak için ücretle tutmak sahih olmazdı. Çünkü farz olan fiiller için icare batıldır. İlim adamları ise belge yazma karşılığında ücret almanın câiz olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. İbnu’l-Arabî der ki: Sahih olan, bu emrin bir irşad emri olduğudur. Yazıcı hakkını almadıkça yazmayabilir. "Çekindi, çekinir" anlamındaki fiilin: şeklinde gelmesi istisnaidir. fiillerinden başka buna benzer şekilde kullanılan fiil yoktur. Fiillerin sırasıyla anlamı: Darıldı-darılır; çekindi, yüzçevirdi-çekinir, yüzçevirir; (gece) karardı-kararır; haracı topladı-toplar. 15- Allah Kendisine Yazmayı Öğrettiği Gibi O da Yazsın: Yüce Allah'ın: " Allah'ın kendisine öğrettiği gibi... yazsın" âyetindeki Gibi'deki "kâf" harfi yüce Allah'ın Yazmaktan" âyetine mutaallaktır. Yani Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin. Bunun yüce Allah'ın: " Çekinmesin" âyetinin anlamına mutaallak olması ihtimali de vardır. Yani Allah ona yazma bilgisini ihsan ettiği için o da yazmaktan yüzçevirmesin; Allah ona lütufta bulunduğu gibi, o da başkasına iyilikte bulunsun. Böyle bir açıklmaya göre sözün yüce Allah'ın: “Yazmaktan" âyetinde tamamlanıp bitmesi sonra da "Allah'ın kendisine öğrettiği gibi" âyetinin da yeni bir cümlenin başlangıcı olma ihtimali vardır. O takdirde "kâf harfi de yüce Allah'ın: "Yazsın" âyetine taalluk eder. Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan da yazdırsın" âyetinde sözü edilen "Üzerinde hak olan kişi," kendisinden alacak istenen borçludur. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi diliyle kendisi hakkında ikrarda bulunur. Yazdırmak anlamına gelen iki ayrı kullanımdır. (........) şeklinde gelir. Birincisi Hicazlılarla Esedoğullarının şivesidir. Temimliler de ikincisini kullanırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de her ikisi de kullanılmıştır. Allah şöyle buyurmaktadır: " Onlar sabah akşam ona okunur." (el-Furkan, 25/5) Bunun aslı ise şeklindedir. Daha hafif olduğu için "lâm" yerine "ye" harfi gelmiştir. Şanı yüce Allah, borçlunun yazdırmasını emretmiştir. Çünkü şahitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir. Ayrıca yüce Allah, yazdırdığı hususta kendisinden korkmasını emretmekte ve üzerindeki haktan herhangi bir şey eksiltmesini yasaklamaktadır. "Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" âyetindeki , eksiltmek, eksik bırakmak demektir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl değildir" (el-Bakara, 2/228) âyetinde de bu anlam dile getirilmiştir. Buna göre de âyetin anlamı şöyle olur: "Hiçbir kâtip yazmaktan çekinmesin. Allah ona nasıl öğrettiyse o da (öylece) yazsın." Yüce Allah'ın: "Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur..." âyeti ile ilgili olarak bazıları bundan kasıt, küçüktür, demişlerdir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü beyinsiz (sefih), ileride de açıklanacağı üzere büyük de olabilir. "Veya zayıf" yani aklı olmayan büyük demektir. "Yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse" âyetine gelince; yüce Allah üzerinde hak bulunan kişiyi (borçluyu) dört gruba ayırmaktadır: Birisi bizzat yazdırabilen bağımsız kimse, diğer üçü ise kendileri yazdıramayan ve her zaman benzerleri görülebilen kimselerdir. Hakkın onlar lehine bazı yönlerde ortaya çıkması paylaştırılması halinde, miras ve buna benzer muamelât dışındaki hallerdedir. Bu üç tür beyinsiz (sefih), zayıf ve bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimsedir. Sefih (beyinsiz) mal ile ilgili görüşü yerli yerinde olmayan, kendisi adına doğru dürüst alamayan ve o mallardan birşey veremeyen kimsedir. Tıpkı dokuması hafif ve ince olan (sefih) kumaşa benzetilmektedir. Ağzı bozuk kimseye de sefih denilir. Çünkü bu şekilde ağzı bozukluk, ancak cahil insanlarda ve hafif akıl sahibi kimselerde görülür. Araplar sefihliği kimi zaman zayıf akıllılık, kimi zaman da güçsüz beden hakkında kullanırlar. Şair der ki: "Akıllarımızın zayıflamasından korkarız Zaman akıllıya karşı da cahillik eder." Zür'r-Rimme de şöyle demektedir: "Esen rüzgarların uçlarını zayıf bulup hareket ettirip Sarstığı mızraklar gibi; yürüdü gitti o kadınlar." Şöyle de demişlerdir: "Dât" harfi ötreli olarak "du'f" beden zayıflığı hakkında, üstün olarak da görüş zayıflığı hakkında kullanılır. Bunun iki ayrı şive olduğu da söylenmiştir. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü Ebû Dâvûd'un Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir adam aklında zayıflık (da'f) olduğu halde alışveriş yapardı. Onun akrabaları Allah'ın Peygamberine gelip: Ey Allah'ın Peygamberi, dediler, filanı hacr altına al. O aklında zayıflık olduğu halde alışveriş yapıyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu çağırdı ve ona alışveriş yapmayı yasakladı. Ey Allah'ın rasûlü, dedi ben bir an dahi alışveriş yapmaksızın duramam. Bunun üzerine Resûlüllah ona şöyle buyurdu: "Eğer alışverişi terketmiyor isen o vakit al ve ver ve: Aldatmaca yoktur, de." Bu hadisi Ebû Îsa Muhammed b. Îsa, es-Sülemî et-Tirmizî de Enes'ten rivâyet etmiş ve: Bu sahih bir hadistir dedikten sonra: "Aklında zaaf olan bir adam vardı..." dedi ve hadisin geri kalan kısmını kaydetmektedir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 66; Tirmizî, Buyû’ 28; Nesâî, Buyû’ 12. Buhârî de bu hadisi Sahihi'nde zikreder ve orada şöyle der: "Alışveriş yaptığın vakit aldatmaca yoktur, de ve sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin." Burada sözü geçen kişi, Habban b. Münkiz b. Amr el-Ensârî'dir. Habban, Yahya ve Vasi'in babasıdır. Onun Mâlik'in hocaları olan Yahya ve Vasi'in dedesi Münkiz olduğu, babasının da Habban olduğu da söylenmiştir. 130 yaşında vefat etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yaptığı gazalardan birisinde beynine kadar ulaşan bir yara almıştı. Bundan dolayı aklı da nisbeten hafiflemiş, dili de ağırlaşmıştı. İbnu’l-Esîr, Vsdu'l-Ğâbe, I, 437. Dârakutnî der ki: Habban b. Münkiz zayıf, gözleri görmez bir adam idi. Başına gelen bir darbe dolayısıyla kafası beynine kadar yarılmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ona satın aldığı şey hususunda üç gün muhayyerlik tanımıştı. Dilinde de bir ağırlık olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Alıp sat ve: Aldatmaca yok de" diye buyurmuştu. Ben onun yerine dediğini işitirdim. Bunu İbn Amr yoluyla rivâyet etmektedir. Dârakutnî, III, 55; İbn Amr'dan değil, İbn Ömer'den. Hadiste geçen Aldatmaca, aldatmak, kandırmak demektir. Arapların: eğer yenii düşüremezsen o takdirde hile yoluyla sat, şeklindeki deyimleri de burdan gelmektedir. Buna göre de âyetin anlamı şöyle olur: "Hiçbir kâtip yazmaktan çekinmesin. Allah ona nasıl öğrettiyse o da (öylece) yazsın." 18- Hacr Altına Alınabilenler (Kısıtlanabilenler): Bilgisinin azlığı ve aklının zayıflığı dolayısıyla alışverişte aldatılan kimsenin hacr altına alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ahmed ve İshak böylesinin hacr altına alınacağını söylerken, başkaları hacr altına alınmaz, derler. Bu iki görüş de (Maliki) mezhebinde vardır. Bu âyet-i kerîme ile Hadîs-i şerîfteki: "Ey Allah'ın Peygamberi, filanı hacr altına al" ifadesi dolayısıyla sahih olan birinci görüştür. Hazret-i Peygamber sözü geçen kişinin: "Ey Allah'ın Peygamberi, ben alışveriş yapmadan duramam demesi üzerine hacr altına almaktan vazgeçmiş ve ona alışverişi mubah kılıp bu müsadeyi ona has kılmıştır. Çünkü bir kimsenin alışverişte özellikle aklındaki bir kıtlık dolayısıyla aldatılması halinde, hacr altına alınması gerekir. Bunun o kişiye özel bir izin olduğunu gösteren delillerden birisi de Muhammed İbn İshak'ın yaptığı şu rivâyettir: İbn İshak dedi ki: Bana Muhammed b. Yahya b. Habban anlatarak dedi ki: Bu kişi benim dedem Munkiz b. Amr'dır. Başında beynine kadar ulaşan bir yara almış, bundan dolayı dilinde ağırlık olmuş, aklı da hafiflemişti. Ticaretten bir türlü vazgeçmiyor fakat devamlı da aldatılıyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi, bu durumunu ona anlattı. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Alışveriş yaptığın zaman, aldatmaca yok, de. Sonra sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin. Beğenirsen onu yanında alıkoyarsın, beğenmezsen onu sahibine geri iade edersin." Uzunca bir ömür sürmüştü. Yüzotuz yıl yaşadı. Osman b. Affan (radıyallahü anh) döneminde insanların etrafa yayılıp çoğaldığı bir dönemde çarşıda alışveriş yapar, birşeyler satın alır, satınaldığını akrabalarına götürür, ileri derecede aldatılmış olduğu görülürdü. Onlar bundan dolayı onu kınar ve: Hâlâ satın mı alıyorsun? derlerdi. O da şu cevabı verirdi: Ben muhayyerim. Beğenirsem alırım, beğenmezsem geri veririm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana üç gün süreyle muhayyerlik hakkı vermiştir. Sonra aldığı o malı bir veya iki gün sonra sahibine geri verirdi. Adam: Allah'a yemin ederim ben bunu kabul etmem, derdi. Çünkü sen malımı almış, bana dirhemlerini vermiştin. O da şöyle derdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana üç gün muhayyerlik vermişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir adam geçer, ticaret sahibine: Yazıklar olsun sana, o doğru söylüyor. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona üç gün süreyle muhayyerlik vermişti, derlerdi. Bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dûrakutnî, III, 55-56. Ayrıca Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) el-İstiab'da bunu zikreder ve der ki: Buhârî bunu et-Tarihinde Ayyaş b. el-Velid'den, o Abdu'l-Alâ'dan, o İbn İshak senediyle rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Veya zayıf olur" âyetinde geçen "zayıf," aklı pek yerinde olmayan, tabiatı itibariyle eksik ve yazdırmaktan aciz olan kimse demektir. Yazdırmaktan acizliği ya konuşamamasından ya dilsizliğinden ya da doğru dürüst ifade edememesinden dolayıdır. Böyle birisinin de velisi baba veya vasisi olur. Yazdıramayan kimse ise küçüktür. Velisi ise onun vasisi ya da babasıdır. Hastalık veya bundan başka bir özür sebebiyle şahit tutma mahallinde bulunmayan kimse de bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimseler arasındadır. Bunun velisi ise vekilidir. Dilsize gelince böyle bir kimse zayıflardan sayılabilir. Evla olan ise, gücü yetmeyen kimselerden sayılmasıdır. Bunlar birbirlerinden ayırdedilmesi gereken gruplardır. Yüce Allah'ın izniyle bunlara dair açıklamalar ve gerekli bilgiler Nisa Sûresi'nde (4/5. âyette) gelecektir. 20- Velinin Adaletle Yazdırması: Yüce Allah'ın: "Onun velisi adaletle yazdırsın" âyetinde yer alan "onun velisi"ndeki zamirin Taberî, "hak ile" âyetine ait olduğu kanaatine sahiptir. Bu konuda er-Rabi' ve İbn Abbâs'tan da senediyle bu rivâyet nakledilmektedir. (Buna göre: Hak sahibi kimse adalet ile yazdırsın, anlamına gelir). Bu zamirin "üzerinde hak olan"a ait olduğu da söylenmiştir ki, sahih olan da budur. İbn Abbâs'tan gelen rivâyet sahih değildir. Beyyine (olan yazılı belge), nasıl bir şeye şahitlik eder ve alacaklı olanın yazdırması ile sefihin zimmetinde bir mal olduğunu tesbit edebilir? Bu şeriatte olmayan birşeydir. Bu sözün sahibinin: Hastalık veya yaşlılık dolayısıyla dilindeki bir ağırlıktan ötürü veya dilsizliği sebebiyle yazdıramayan kimseyi kastetmiş olması hali müstesnadır. Eğer durum böyle olursa, hastanın da, dilsiz olduğu için yazdıramayan kimsenin de kimi ilim adamına göre velisi yazdırır.. Tıpkı sabi (küçük) ile onu hacr altında kabul eden sefih ile ilgili olarak sabit olan hükümde olduğu gibi. Durum böyle olduğu takdirde hak sahibi adaletle yazdırır ve yazdırmaktan aciz olanı (borçlu) da işittirir. Bu şekilde yazdırma tamamlandığı takdirde de aciz olan kimse bunu ikrar eder. Bu ise âyet-i kerimenin ele almadığı bir husustur ve bu, ancak hastalık dolayısıyla ve onunla birlikte sözü geçen kimselerden olup yazdıramayan kimseler hakkında sahih olabilir. 21- Yazdıracak Olan Kişi Borçludur: Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan yazdırsın" diye buyurması, yazdıracak olan kimsenin getirip götüreceği hususunda güvenilir olduğunun delilidir. Bu ise râhin (rehin bırakan kişi) ile mürtehin (rehin alan, alacaklı) borcun miktarında anlaşmazlığa düşüp rehnedilen (rehin bırakılan) şey ortada olduğu takdirde, yemini ile birlikte râhinin sözünün kabul edilmesini gerektirir. Bu anlaşmazlık halinde râhin: Ben elli (dirhem) karşılığında bunu rehin bıraktım, derken mürtehin de: Yüz (dirhem) karşılığında bu rehini aldığını iddia ederse bu konuda rehnedilen şey mevcut ise, rehin bırakanın sözü kabul edilir. Fukahanın çoğunluğunun görüşü budur. Süfyan es-Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih eder ve der ki: Çünkü fazlalık iddiasında bulunan kişi mürtehin (rehin alan alacaklı)dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Beyyine iddia sahibine (davacıya) yemin de müddea aleyhe (davalıya) aittir" Tirmizî, Ahkâm 12. diye buyurmuştur. Mâlik der ki: Rehin bırakılan malın kıymeti ile iddia ettiği miktar çerçevesinde olması şartıyla mürtehinin sözü kabul edilir. Fakat bunun kıymetinden fazlasını iddia etmesi halinde sözü doğru kabul edilmez. İmâm Mâlik bu görüşüyle âdeta relini ve onun yapacağı yemini mürtehin lehine bir şahit olarak değerlendiriyor gibidir. Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan da yazdırsın" âyeti ise onun görşünü reddetmektedir. Çünkü üzerinde hak olan kişi râhin (rehin bırakan) kimsedir. Bu husus ayrı bir başlık halinde ele alınacaktır. Birisi dese ki: Yüce Allah rehini şahitlik ve yazmaktan bedel kılmıştır. Şehadet lehine şahitlik yapılan kimsenin iddia edilen miktar ile rehin kıymeti arasında olmak üzere doğru söylediğine delalet eder. Relinin kıymetine ulaştığı takdirde ondan fazlası için bir belgeye de gerek yoktur. Şöyle cevap verilir: Relinin verilmesi rehin kıymetinin borcun miktarı kadar olmasını gerektirmez. Çünkü herhangi bir şeyi az veya çok şey karşılığında rehin olarak bırakmış olabilir. Evet, çoğunlukla rehin bırakılan şeyin kıymeti, borcun miktarından az olmaz. Fakat relinin borca eş bir değerde olması şart değildir. Böyle bir itirazı ileri süren kişi şunu da söyler: Rehin alan kişi alacağının miktarı hususunda yemin ile birlikte rehin aldığı şeyin kıymetine ulaşıncaya kadar yeminiyle birlikte doğru söylüyor kabul edilir. Fakat örf bu şekilde değildir. Çünkü borç -ki çoğunlukla görülen budur- rehnin kıymetinden daha azdır. O bakımdan bu itirazı yapanların bu konudaki sözleri bir neticeye götürmez. 22- Velinin Velayeti Altında Bulunanın Aleyhine İkrarı: Bu âyetten kastın, veli olduğu sabit olduğuna göre, velinin velayeti altındaki yetimin aleyhine yapacağı ikrarın câiz olduğuna delildir. Çünkü veli yazdırdığı takdirde; yazdırdığı şeyde velayeti altında bulunan kimse aleyhindeki sözleri geçerli kalacaktır. 23- Kısıtlının (Mahcurun), Velisinin İzni Olmaksızın Tasarrufu: Hacr altında bulunan sefihin velisinin izni olmaksızın yapacağı tasarruf, icma ile fasittir ve kat'iyyetle feshedilir, hiçbir hükmü gerektirmez ve hiçbir etkisi olmaz. Eğer hacr altında olmayan bir sefih tasarrufta bulunursa, ileride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/6. âyet 8. başlıkta) açıklanacağı üzere, görüş ayrılığı vardır. Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" âyetinde geçen (mealde: şahit tutmak anlamı verilen) istişhâd, şahitlik yapma talebidir. Acaba şahitlik yapmak farz mıdır yoksa mendup mudur? Bu konuda görüş ayrılığı vardır Sahih olan -ileride de yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- bunun mendub olduğudur. 25- Hakların Şehadetle Sabit Oluşu: Yüce Allah'ın: "İki şahit" âyeti ile ilgili olarak şunları belirtelim: Şanı yüce Allah, hikmeti gereği malî ve bedenî haklarda ve hadlerde şahitliği öngörmüştür. Her birisi ile ilgili -zina müstesna- iki şahidi öngörmüştür. İleride buna dair açıklama da Nisa Sûresi'nde (4/15. âyet 5 ve 6. başlıklarda) gelecektir. "Şehîd" mübalağa ifade eder. Bu ise şehadette bulunan ve bunu tekrar tekrar yapan kimsenin bu şahitliğinin, onun adaletine bir bakıma bir işaret olduğuna delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 26- Şahitler Öncelikle Müslüman Erkek Olmalıdır: Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" âyeti, kâfirlerin, çocukların ve kadınların şahitliğinin reddedileceği hususunda açık bir nastır. Kölelere gelince, lâfız onları da kapsamına almaktadır. Mücâhid ise bu âyetten kasıt hür kimselerdir, der. Kadı Ebû İshak da bu görüşü tercih etmiş ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur. Kölelerin şahitliği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şureyh, Osman el-Bettî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr der ki: Kölenin şehadeti adil olduğu takdirde caizdir. Bunlar bunu söylerken âyetin lâfzına ağırlık verirler. Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve ilim adamlarının çoğunluğu ise kölenin şahitligi câiz değildir, derler ve bu konuda köleliğin "ehliyette" eksikliğine ağırlık verirler. en-Nehaî ve en-Nehaî, önemsiz şeylerde şahitliğini kabul etmişlerdir. Sahih olan ise Cumhûrun görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Ey îman edenler, belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman..." diye buyurmakta ve bu hitabı: "Erkeklerinizden" âyetine kadar sürdürmektedir. Hitabın zahiri borçlanan kimseleri kapsamına alır. Köleler ise efendilerinin izni olmaksızın borçlanma hakkına sahip değildirler. Karşı görüşü savunanlar: Âyetin baş tarafının hususiliği son bölümlerinin umum ifade eden âyetlerini esas kabul etmeye mani değildir, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Bunu ileride de açıklanacağı üzere yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti tahsis etmektedir. "Erkeklerinizden" âyeti ise âmâ olan kimsenin şahitlik yapmaya ehil kimselerden olduğunun delilidir. Fakat yakin bilgi sahibi olması da şarttır. Nitekim İbn Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şahitlik hakkında sorulunca şöyle buyurdular: "Şu güneşi görüyor musun? Ya onun gibi şeyler hakkında şahitlik et veya bırak." Hâkim, Müstedrek, IV, 110. İşte bu, şahidin şahitlik ettiği şeyi gözüyle görmesinin şart olduğuna delildir. Hata etmesi mümkün olan istidlal yoluyla şahitlik edenin değil. Evet, sesini tanıması halinde kendi hanımıyla ilişki kurması caizdir. Çünkü ilişki kurmaya kalkışmak galip zan ile caizdir. Ona bir hanım getirilip zifafa sokulsa ve: Bu senin hanımındır, denilse o da onu tanımıyor ise onunla ilişki kurması caizdir. Elçinin sözü ile kendisine gelen hediyeyi kabul etmesi helâldir. Bir kimse Zeyde dair bir ikrarı, bir satışı, bir zina iftirasını veya bir gasbı haber verecek olsa, o takdirde kendisine dair haber verilene bakarak şehadette bulunması câiz olmaz. Çünkü şahitlik yakin bilgiyi gerektirir. Başka hallerde ise zannı galibin (ağır basan kanaatin) kullanılması caizdir. Bundan dolayıdır ki Şâfiî, İbn Ebi Leyla ve Ebû Yûsuf şöyle demiştir: Kör olmadan önce bir işi kafi olarak bilirse körlüğünden sonra ona dair şehadette bulunması caizdir. Bu durumda kendisiyle hakkında şehadette bulunduğu kimse arasında bir engel olan körlüğü, hakkında şehadet edeceği kimsenin gaib olması ve ölmesi gibidir. Bunların kabul ettiği görüş budur. Gözünün gördüğü zamanda şahit olduğu bir şeye daha sonra âmâ olan kimsenin şehadet etmesini kabul etmeyenlerin görüşünün açıklanır bir tarafı yoktur. Körün yaygın habere istinaden sabit olan nesebe dair şahitliği sahihtir. Bu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hükmü tevatüren nakledilen şeyi haber vermeye benzer. İlim adamlarından kimisi ses yoluyla bilinebilen şeyler hakkında âmânın şahitlik etmesini kabul etmiştir. Çünkü bu ilim adamları böyle bir istidlalin yakin derecesine ulaşabileceği görüşündedirler. Seslerin benzemesinin de şekil ve renklerin benzemesi gibi olduğu görüşündedir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü kabul etmek gören kimsenin sese dayanarak şehadette bulunmasını da câiz kabul etmeyi gerektirir. Derim ki: Mâlik'in sese dayanarak âmânın şahitliği ile ilgili görüşü, boşama ve buna benzer hallerde sesi tanıması şartına bağlı olarak caizdir, şeklindedir. İbnu'l-Kasım der ki: Mâlik'e dedim ki: Bir kimse duvarının arkasından onu görmeksizin komşusunun sesini işitse ve bunun hanımını boşadığını kulağıyla duysa, sesi de tanımış ise onun hakkında şahitlik eder mi? Mâlik dedi ki: Onun şahitliği caizdir. Ali b. Ebî Tâlib, el-Kasım b. Muhammed, Şureyh el-Kindi, eş-Şabî, Atâ b. Ebi Rebah, Yahya b. Said, Rabia, İbrahim en-Nehaî, Mâlik ve el-Leys de böyle demiştir. 27- Şahitlik Edecek Erkek Bulunmadığı Hallerde Kadınların Şehadeti: Yüce Allah'ın: "Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun" âyetinin anlamı şudur: Şahit gösteren kimse iki erkek gösteremiyor ise bir erkek ve iki kadını şahit göstersin. Cumhûrun görüşü budur. "Bir erkek" âyeti mübteda olmak hasebiyle merfudur. "İki kadın" âyeti de ona atfedilmiştir. Haber ise hazfedilmiştir. Yani bir erkek, iki kadın, iki erkeğin yerini tutar, demektir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında agünlük konuşmadab nasb da caizdir. Yani sizler bir erkek ve iki kadını şahit getirin, demektir. Bazıları da şöyle demiştir: Hayır, bunun anlamı şudur: Eğer iki erkek olmazsa yani bulunmazsa iki kadının şahit getirilmesi, ancak erkeklerin bulunmaması halinde câiz olabilir. İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir görüştür. Âyetin lâfzından bu anlaşılmamaktadır. Aksine âyetin lâfzından anlaşılan Cumhûrun görüşüdür. Yani eğer şahitlik etmesi istenen iki erkek bulunmuyor, ise yani hak sahibi bu konuya dikkat etmezse veya herhangi bir mazeret dolayısıyla kasten bunu yapamamış ise, bir erkek ve iki kadın şahit tutsun. Şanı yüce Allah, erkekle birlikte iki kadının şahitliğini -iki erkeğin varlığıyla birlikte- bu âyette câiz kılmakta ve başka bir yerde de bundan söz etmemektedir. O bakımdan Cumhûrun görüşüne göre kadının bu şahitliği yalnızca malî konularda câiz kabul edilmiştir. Bunun için de iki kadın ile birlikte bir erkeğin bulunması şartını koşmuşlardır. Bunun yalnızca malî konularda böyle olmasının sebebi ise şudur: Allah malların elde edilme yollarının çokluğu ve malî ilişkilerin umumî belva halini alıp tekrarlanıp durması dolayısıyla belgelendirilme sebeplerini de çoğaltmıştır. O bakımdan bu hususta belgelendirmeyi kimi zaman yazmakla, kimi zaman şahit tutmakla, kimi zaman rehin ile kimi zaman tazminat ile öngörmüş ve bütün bunlarda ise erkeklerle birlikte kadınların şehadette bulunmasını da sözkonusu etmiştir. Akıl sahibi hiçbir kimse yüce Allah'ın: "Borçlandığınız zaman" âyetinin gerdeğe girmekle birlikte mehir borcunu ve kasten öldürmenin diyeti hakkında sulh yapmayı da kapsadığı vehmine kapılmaz. Çünkü böyle bir şehadet borca dair şehadet değildir. Aksine bu, nikâha dair şehadettir. İlim adamları kadınlardan başkalarının muttali olmadığı hususlarda yalnızca kadınların şehadette bulunmasını -zaruret dolayısıyla- câiz görmüşlerdir. Yine kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şahitlik etmesi de bunun gibi -zaruret dolayısıyla- câiz kabul edilmiştir. İlim damları (bir sonraki başlıkta görüleceği gibi) yaralamalarda çocukların şahitliği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki başlığın konusudur. Aralarında anlaşmazlık olmadığı, farklı farklı şeyler söylemedikleri takdirde Mâlik çocukların şahitliğini câiz görmüştür. Küçüğün büyük lehine, küçüğün aleyhine ve büyük lehine küçüğün aleyhine iki çocuğun şahitliğinden daha aşağısı câiz olmaz. Kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şehadetine göre hüküm verenlerden birisi de Abdullah b. ez-Zübeyr idi. Mâlik der ki: Bizce üzerinde icma olunan husus da budur. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Ebû Hanîfe'nin arkadaşları çocukların şahitliğini câiz kabul etmez. Çünkü yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" ve "razı olacağınız şahitlerden" ile; "aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun" (et-Talâk, 65/2) buyrukları bunu gerektirmektedir. Bu buyruklarda sözü geçen nitelikler küçük çocukta bulunmaz. 29- Öngörülen Şekliyle Şahit Bulunamazsa ve Sünnetin Kur'ân'ı Açıklayıcılığı: Şanı yüce Allah iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine bedel kılması, ikisinin hükmünün, erkeğin hükmünün aynısı olmasını gerektirir. Bize göre (iddia sahibi), bir erkek şahit ile birlikte yemin etmek hakkına sahiptir. Şâfiî'de de böyledir. O halde bu bedelin mutlak olarak zikredilmesi gereği, iki kadının şahitliği ile birlikte (iddia sahibinin) yemin etmesi(nin) kabulü icab eder. Ancak bu konuda Ebû Hanîfe ve arkadaşları muhalefet eder ve şahit ile birlikte yemin yapılacağı görüşünü kabul etmeyip şöyle derler: Şanı yüce Allah şahitliği kısımlara ayırmış ve bunları tek tek saymıştır. Şahit ve onunla birlikte yemini de sözkonusu etmemiştir. Dolayısıyla şahit ile birlikte yemin gereğince hüküm vermek câiz olmaz. Çünkü bu yüce Allah'ın ayırdığı kısımlara fazladan bir kısım eklemektir. Bu ise nassa bir ziyade bir ilavedir. Bu da bir neshtir. Bu görüşü kabul edenler arasında es-Sevrî, el-Evzaî, el-Hakem b. Uteybe ve bir grup daha vardır. Bazıları da şöyle demiştir: Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek, Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir. Atâ ise bu şekilde hüküm veren ilk kişinin Abdulmelik b. Mervan olduğunu iddia eder. el-Hakem der ki: Yemin ve şahide göre hüküm vermek bid'attir. Bu şekilde hüküm veren ilk kişi de Hazret-i Muâviye'dir. Ancak bütün bunlar yanlıştır, zandır. Gerçekle bir ilgisi yoktur. Reddedip bilmeyen kimse, tesbit edip bilen kimse gibi değildir. Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" âyetinden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahit ile beraber yemine dayanarak hüküm vermesini reddedecek bir ifade yoktur. Ayrıca bundan haklar, sadece bu âyet-i kerimede sözü geçen yollar ile hak edilir, başka bir yolla olmaz, diye bir sonuç da çıkartılamaz. Çünkü böyle bir iddia, yemin etmesi istenenin yemini kabul etmemesi, fakat isteyenin de yemin etmesi halinde ortaya çıkacak hükmü iptal etmeyi gerektirir. Halbuki, böyle bir durumda davacı, icma ile sözkonusu olan mala hak kazanır. Ve bu, yüce Allah'ın Kitabı'nda yoktur. İşte bu, bu görüşü kabul etmeyenlerin kanaatlerini reddeden kat'î bir delildir. Mâlik der ki: Bu görüşü ileri sürenlere karşı getirilecek delillerden birisi de onlara şöyle demektir: Bir adam bir başkası aleyhine bir mal iddiasında bulunsa, kendisinden bu mal istenen kişi üzerinde böyle bir hakkın olmayacağına dair yemin etmez mi? Yemin ettiği takdirde onun üzerinde olduğu iddia edilen bu hak ortadan kalkmaz mı? Şayet yemin etmeyecek olursa hak sahibi yemin edip hakkının hak olduğunu belirtirse ve bu şekilde karşı taraftaki adam aleyhine hakkı sabit olmaz mı? Ne dersin? Bu hususta hiçbir kimse ve hiçbir belde halkı ihtilaf etmiş değildirler. Peki bu hüküm nerden alınmıştır? Bu hükmü kabul edenler, bunu Allah'ın Kitabı'nın neresinde bulmuşlardır? Bunu kabul eden bir kimse şahit ile birlikte yemini de kabul etmelidir. İlim adamlarımız der ki: Diğer taraftan hadislerin meşhur ve sahih olmasına rağmen, bu hadislerle amel edenlerin bid'at işlediğini ileri sürüp sonunda bunlar gereğince hüküm verenlerin hükmünü nakzetmeleri, onun kısır görüşlü olduğunu söylemeleri hayret edilecek bir şeydir. Bununla birlikte, dört halife, Ubey b. Ka'b, Hazret-i Muâviye, Şureyh ve Ömer b. Abdulaziz -ki bu şekilde amel etmek üzere valilerine de mektup yazmıştır-, İyaz b. Hazret-i Muâviye, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Ebû'z-Zinad ve Rabia da böylece amel etmişlerdir. Bundan dolayı Mâlik şöyle der: Bu husustaki sünnetin ne olduğuna dair geçmiş uygulama yeterlidir. Ne dersiniz, acaba bunların hükümleri nakzedilecek ve bid'at işlediklerine hüküm verilecek midir? Bu büyük bir gaflettir ve hiç de doğru olmayan bir görüştür. Hadis İmâmları İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahid ile birlikte yemin ile hükmettiğini rivâyet etmektedirler. Müslim, Akdiye 3; Ebû Dâvûd, Akdiye 21; İbn Mâce, Ahkâm 31; Muvatta’', Akdiye 5; Beyhakî, Sünen, X, 281. Amr b. Dinar dedi ki: Bu, malî konulara hastır. Bunu Seyf b. Süleyman, Kays b. Sa'dan, o Amr b. Dinar'dan o da İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Ebû Ömer der ki: Bu, bu hadisin en sahih senedidir. İsnadında hiçbir kimsenin en ufak bir tenkidi bulunmayan bir hadistir. Hadis bilgisine sahip olan kimseler arasında ravilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yahya el-Kattan dedi ki: Seyf b. Süleyman sağlam bir ravidir. Ondan daha iyi belleyen kimseyi görmedim. en-Nesâî der ki: Bu, ceyyid bir isnaddır. Seyf de sikadır, Kays da sikadır. Müslim, İbn Abbâs'ın bu hadisini rivâyet etmiştir. Ebubekr el-Bezzâr der ki: Seyf b. Süleyman ve Kays b. Sad sika iki ravidir. Onlardan sonraki ravileri ise sika ve adalet hususundaki şöhretleri dolayısıyla sözkonusu edilmelerine ihtiyaçları yoktur. Ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi reddettiğine dair bir rivâyet gelmemiştir. Aksine bunu kabul ettiklerine dair rivâyetler gelmiştir. Medine âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Şu kadar var ki, Urve b. ez-Zübeyr ve İbn Şihab'dan bu konuda farklı rivâyetler gelmiştir. Ma'mer der ki: Ben ez-Zührî'ye şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeye dair soru sordum. Şöyle dedi: Bu, sonradan insanların ortaya çıkardıkları birşeydir. İki şahit mutlaka gereklidir. Yine ondan rivâyet edildiğine göre hakimlik görevine getirilir getirilmez ilk olarak bir şahit ve ilmine dayanarak hüküm vermiştir. Mâlik, arkadaşları, Şâfiî, ona uyanlar, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr, Dâvûd b. Ali ve eser ehlinden bir topluluk bu görüştedir. Bence buna muhalefet etmek câiz değildir. Çünkü bu konuda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyetler tevatür derecesindedir, Medineliler de nesiller boyunca böylece amel edegelmiştir. Mâlik dedi ki: Her yerde şahit ile birlikte yemine göre hüküm verilir. Muvatta’''ında bu mes'ele dışında başka herhangi bir şey için delil getirmiş değildir. Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek hususunda ondan, Medine'deki arkadaşlarından olsun Mısır ve diğer bölgedeki arkadaşlarından olsun herhangi bir kimseden farklı rivâyet gelmemiştir. Her beldede bulunan bütün Mâlikîler, -bizde Endülüs dışında- mezheplerine dair bundan başka bir görüş bilmezler. Çünkü Yahya b. Yahya, el-Leys'in buna göre fetva verdiğini görmediği gibi, bu görüşte olmadığını da ileri sürmüştür. Yahya hem sünnete hem hicret yurdundaki uygulamaya muhalefet etmekle birlikte bu hususta Mâlik'e de muhalefet etmiştir. Diğer taraftan şahit ile birlikte yemin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konulmuş ek bir hükümdür. Tıpkı Hazret-i Peygamber'in kadının halası ve teyzesiyle birlikte nikâhlanmasını, yüce Allah'ın: "Bunlardan başkası... size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti ile birlikte yasaklamasına ve yine: "De ki: ... (yemesi) haram kılınmış başka birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) âyetine rağmen, ehil merkep ederiyle yırtıcı hayvanlardan azı dişleri olan bütün hayvanları yemeyi yasaklamasına, yine mestler üzerine meshi öngörmesine benzer. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de yalnızca ayakların yıkanması veya meshedilmesi hükmü variddir. Bunun benzeri ise pek çoktur. Eğer: Kur'ân-ı Kerîm Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahit ile birlikte yemine göre hüküm verme hükmünü neshetmiştir, demek câiz olursa, o takdirde Kur'ân-ı Kerîm yüce Allah'ın: "Allah alışverişi helâl faizi haram kılmıştır. Meğer ki aranızda karşılıklı bir rızadan doğan bir ticaretten dolayı olsun." (en-Nisâ, 4/29) âyetini da müzabene, bey'ul-ğarar ve henüz halkedilmemiş şeylerin satılması ile satışlarda nehyettiği diğer hükümleri neshettiğini söylemek de mümkün olur. Hiç kimse böyle birşey söyleyemez; çünkü Sünnet, Kitabı beyan edicidir. İbn Abdi'l-Berr'e ait bu açıklamalar için bk. el-İstizkâr, XXII, 48-55. Eğer: Hadîs-i şerîfte varid olan, muayyen bir mesele hakkındadır. O halde bunun genelliği sözkonusu değildir, denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Aksine bu, bu kaideyi kurallaştıran bir ifadedir. Hadisi rivâyet eden İbn Abbâs şöyle demiş gibidir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi vacip kılmıştır. Böyle bir yorumun lehine tanıklık eden hususlardan birisi de Ebû Dâvûd'un İbn Abbâs'tan naklettiği hadisteki şu ifadelerdir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) haklara dair bir şahit ve yemin ile hüküm vermiştir." Ebû Dâvûd, Akdiye 21. Kıyas ve aklî bakımdan konuya baktığımız takdirde; bizler yeminin iki kadının şahitliğinden daha güçlü olduğunu görürüz. Çünkü kadınların Hânda herhangi bir müdahaleleri olmamakla birlikte Hânda yeminin varlığı sözkonusudur. Diğer taraftan sünnet, sahih olarak geldi mi, onun gereğince hüküm vermek icabeder. Sünnetin ayrıca ona tabi olacak (ona uygun) başka şeylere ihtiyacı yoktur. Çünkü sünnete muhalefet eden, sünnetin gösterdiği delili kabul etmek zorundadır. Başarı Allah'tandır. 30- Malî ve Bedenî Haklara Dair Hüküm Vermenin Dayanakları: Şahit ile birlikte yemin ile hüküm vermek, anlaşıldığına ve sabit olduğuna göre, Kadı Ebû Muhammed Abdulvehhab'ın şöyle dediğini hatırlatalım: Bu, mallar ve onlara taalluk eden hususlara dairdir. Bedenî haklarda geçerli değildir. Çünkü şahid ile birlikte yemin ile hüküm verileceğini kabul eden herkes, bu konuda icma etmiştir. (Kadı Ebû Muhammed) der ki: Çünkü mallara dair haklar, bedene dair haklardan daha aşağı seviyededir. Buna delil ise bu haklar hakkında kadınların şahitliklerinin kabul edilmesidir. Kasten yaralama hususunda şahit ve yemin ile kısas icabeder mi etmez mi hususunda Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. Bu konuda iki rivâyet vardır. Birincisine göre bu durumda kısas ve diyet arasında ahak sahibinib muhayyer bırakmak gerekir. Diğerine göre ise, bunlara dayanılarak birşeye hükmetmek gerekmez. Çünkü bu (kısas) bedenî haklardandır. (Kadı Ebû Muhammed) dedi ki: Sahih olan da budur. Muvatta’''da Mâlik dedi ki: Bu (bir şahit ve yemin ile birlikte hüküm verme) özel olarak mallarda olur. Amr b. Dinar da böyle demiştir. el-Mâzerî der ki: Sırf mal hakkında, görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın (yemin ve şahide dayanılarak) hüküm kabul edilir. Fakat sırf, nikâh ve talâk hakkında kabul edilmeyeceğinde de görüş ayrılığı yoktur. Eğer şehadetin muhtevasında mal ile alâkalı birşey yoksa, fakat sonuçta mala götürüyor ise; sübutundan, malın dışında amaçlanmayan ölümden sonra vasiyet ve nikâha dair şehadette bulunmak ve benzeri şehadetlere gelince; bu gibi şahitliğin kabulünde görüş ayrılığı vardır. Bu noktada malı göz önünde bulunduran, katıksız mal davası hakkında kabul ettiği gibi; burada da bunu kabul eder. Durumu göz önünde bulunduran kimse ise bunu kabul etmez. el-Mehdevî dedi ki: Hadlere dair kadınların şahitliği fukahanın genelinin görüşüne göre câiz değildir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre nikâh ve talâkta da böyledir. Mâlik, Şâfiî ve başkalarının görüşü de budur. Bunlara göre kadınlar ancak malî konularda şahitlik ederler. Kadınların hakkında şahitlik edemediği bütün meselelerde, başkalarının şahitliği üzerinde de şehadette bulunamazlar. Beraberlerinde ister erkek bulunsun, ister bulunmasın. Bir erkek ve bir kadından şehadet nakleden kadınlarla beraber bir erkek bulunmadıkça yine şehadeti nakledemezler. Doğum, doğan çocuğun ağlaması ve buna benzer ancak kadınların hazır bulunabileceği bütün hususlarda ise, iki kadının şehadetine göre hüküm verilir. Bütün bunlar Mâlikî mezhebinin görüşleridir. Bazılarında da görüş ayrılığı vardır. Yüce Allah'ın: "O halde razı olacağınız şahitlerden..." âyeti bir erkek ve iki kadına sıfat olarak ref mahallindedir. İbn Bükeyr ve başkaları der ki: Bu âyet ile hakimlere hitab edilmektedir. İbn Atiyye de der ki: Bu uygun bir açıklama değildir. Hitap bütün insanlaradır. Fakat bu mes'ele ile içli dışlı olanlar ancak hakimlerdir. Yüce Allah'ın Kitabında, bazı kimselerin içli dışlı olduğu hususlarda hitabın herkese yöneltildiği benzeri hususlar pek çoktur. Şanı yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" âyeti şahitler arasında razı olunmayacak durumda bulunanlar olduğuna delildir. Bundan şu sonuca ulaşılır: İnsanlar adalet sıfatını baştan beri taşımazlar ki, onlar lehine bu sıfat sabit olsun. Adalet İslâm'dan ayrı ve ona ek bir manadır. Cumhûrun görüşü budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Açık bir fısktan uzak olmakla birlikte İslâm'ı açıkça görülen her bir müslüman -hali bilinmese dahi- adaletli bir kimsedir. Şureyh, Osman el-Bettî ve Ebû Sevr der ki: Burada kastedilenler -köle olsalar dahi- müslümanların adil olanlarıdır. Derim ki: Bunlar hükmü genelleştirmişlerdir. Bu genelleştirmeden bedevî bir kimsenin, adil ve razı olunan bir kimse olduğu takdirde, yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin kabul edilmesini gerektirir. Şâfiî ve ona muvafakat edenler bu görüşü benimsemiştir. Çünkü böyle bir kimse bizim erkeklerimizden ve bizim dindaşlarımızdandır. Bedevi olması ise bir başka şehirden olması gibidir. Adaletli kimselerin şahitliğini kabule delalet eden Kur'ân-ı Kerîm'deki genel âyetler, bedevi (göçebe) kimse ile yerleşik kimse arasında ayrım gözetmemektedir. Şanı yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" ile: "... aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun" (et-Talâk, 65/2) diye buyurmaktadır. Burada "aranızdan" âyeti müslümanlara yönelik bir hitaptır. Bu da kafi olarak adaletin İslâm'dan ayrı bir anlam olduğunu zorunlu olarak ifade etmektedir. Çünkü sıfat mevsufa (nitelenene) fazladan bir özellik kazandırır. Aynı şekilde: "Razı olacağınız şahitlerden" ifadesi de onun gibidir ve bu Ebû Hanîfe'nin söylediğine muhaliftir. Diğer taraftan bir kimsenin razı olunacak bir kimse olup olmadığı, durumu görülmedikçe bilinemez. O bakımdan İslâm'ın zahiri ile yetinmemek gerekir. Ahmed b. Hanbel ve İbn Vehb'in naklettiği rivâyete göre Mâlik, bedevinin yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin reddedilmesi, Ebû Hüreyre arab'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan söylediğini naklettiği şu hadis dolayısıyladır: "Bedevinin kasabada yaşayan kimse hakkındaki şahitliği câiz değildir." Ebû Dâvûd, Akdiye 17; İbn Mâce, Ahkâm 30. Sahih olan ise ileride en-Nisâ (4/135. âyet 3- başlıkta) ile et-Tevbe (9/97. âyet 2. başlıkta) sûrelerinde yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere adaletli ve razı olunan bir kimse olması şartıyla şahitliğin câiz olacağıdır. Ebû Hüreyre'nin hadisinde ise şehirde yaşayan kimsenin pazarda olması ile seferde olması arasında bir fark yoktur. Yolculukta olduğu zaman şehadetinin kabul edileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız der ki: Adalet dini hallerde i'tidalli olmak demektir. Bu ise büyük günahlardan kaçınmak, mürüvvetini korumak, küçük günahları da terketmek, emaneti zahir olmak ve ahmak olmamak suretiyle tamam olur. Bir görüşe göre de adalet, adil olduğunu kabul eden kimsenin kanaatine göre; iç temizliği ve yaşayışın müstakim olması demektir. Mana birbirine yakındır. 33- Konum Olarak Şahitlik ve İçtihadın Delili: Şahitlik, büyük bir velayet ve şerefli bir mertebe olduğundan dolayı -ki bu da başkasının başkası hakkındaki sözünü kabul etmektir- şanı yüce Allah şahitlikte razı olmayı ve adaleti şart koşmuştur. O bakımdan şahitlik edecek kimsenin kendine has birtakım özelliklerinin, kendisiyle bezeneceği birtakım faziletlerinin olması gerekir ki, başkasına göre bir meziyeti olsun. Bu meziyet de özel olarak sözünün kabul edilmesi rütbesini ona vermeyi gerekli kılsın ve kendisinden hak taleb edilenin zimmetinde, onun şehadetine dayanılarak alınacak bir hak olduğuna hüküm edilsin. İşte bu, bizim ilim adamlarımıza göre açıkta olmayan birtakım husus ve hükümlere dair emareler ve alâmetlerle istidlal edip ictihad etmenin câiz olduğunun en açık delilidir. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair diğer açıklamalar Yusuf Sûresi'nde (12/26. âyet 1 ve 3- başlıklarda) gelecektir. Yine bunda işin hakimlerin içtihadına havale edilebileceğine dair delil de vardır. Çünkü şahitteki bir gafilliği yahut şüphe edilecek bir durumunun olduğunu ferasetiyle anlayabilir ve bundan dolayı onun şehadetini red edebilir. 34- Adalet ve Ebû Hanîfe'nin Şahidin Zahiriyle Yetinmesi: Ebû Hanîfe der ki: Hadlerde değil de malî konularda zahiren müslüman olmakla yetinilir. Ancak bu onun kendi görüşünü çürüten ve maksadını ortadan kaldıran bir çelişkidir. Çünkü bizler "haklardan herhangi bir hakka dair..." demekteyiz. O bakımdan hadlerde olduğu gibi bir kimse aleyhine hakka dair şahitlikte bulunmakta da zahiren dindarlığı ile yetinilmez. Bunu da İbnu'l-Arabi söylemiştir. 35- Nikâh Şahitliğinde Adalet Şart mı ? Yüce Allah, açıkladığımız gibi borçlanmalarda razılığı ve adaleti şart koştuğundan dolayı, bunun -nikâh iki fasıkın şahitliği ile de akdolur diyen Ebû Hanîfe'ye hilâfen- nikâhta şart koşulması öncelikle sözkonusudur. Ebû Hanîfe bu sözüyle mali konularda emrolunan ihtiyatı nikâh için öngörmemiştir. Halbuki helâllik, haramlık, had ve neseb ile alakalı olduğundan dolayı nikâhta ihtiyat öncelikle sözkonusudur. Derim ki: Bu konuda Ebû Hanîfe'nin görüşü son derece zayıftır. Çünkü yüce Allah razı olunmayı ve adaleti şart koşmuştur. Halbuki mücerred müslüman olmakla razı olunacak bir kimse olduğu bilinemez. Bu, ancak önceden de geçtiği üzere durumunun tetkik edilmesiyle bilinebilir. Ben müslümanım, şeklindeki sözün zahirine aldanmamak gerekir. Belki de içten içe şahitliğinin reddedilmesini gerektiren özellikleri vardır. Tıpkı yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Öyle insanlar vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar... Allah ise fesadı sevmez." (el-Bakara, 2/204); "Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider..." (el-Münafıkun, 63/4). 36- Şahitlikte Bir Erkek Yerine İki Kadının Öngörülmesindeki Hikmet: Yüce Allah'ın: "Biri unutursa" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyd der ki:"unutursa" demektir. Şehadetten sapmak (dalâl) onun bir bölümünü unutup diğer bir bölümünü hatırlamaktır. Kişi bu ikisi arasında şaşırır kalır. Şahitliği tümüyle unutan kimse hakkında ise bu tabir kullanılmaz. Hamza şart anlamında hemzeyi esreli olarak: " Hatırlatır" âyetindeki "fe" harfini de cevabı anlamında okumuştur. (Buna göre anlamı şöyle olur: Şahit kadınlardan biri unutursa diğerine hatırlatsın). Şart ve cevabı ise iki kadın ve erkeğin sıfatı olmak üzere ref mahallindedir. "Hatırlatır" kelimesinin merfu okunuşu ise yeni bir cümle (isti'naf) olması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah'ın: "Fakat kim bir daha dönerse Allah ondan intikam alır." (el-Maide, 5/95) âyetinin merfu olarak gelmesi de böyledir. Sîbeveyh'in görüşü budur. Diğer taraftan daki hemzeyi üstün olarak okuyan kimse bunu mefûlun leh yapmış olur. Bundaki âmil de mahzûf olur. (.......) âyetinin cemaatin okunuşuna göre üstün olması ile nasb edilen fiile atfolması dolayısıyladır. en-Nehhâs der ki: kelimesinin "te" ve "dât" harflerinin üstün olarak okunması caizdir. Bununla birlikte "te" harfi esreli, "dât" harfi de üstün olmak üzere şeklinde de okunabilir. "Te" ve "dât" harflerini üstün okuyanlar bu fiili şeklinde kullananlar gibi kullanmış olur. Buna bağlı olarak şeklinde "te" harfi esreli okunarak mazi şeklinin vezninde olduğuna delâlet etmesi sağlanmış olur. el-Cehderî ve îsâ b. Ömer de "başka bir sebeple unutursa" anlamına olmak üzere "te" harfini ötreli, "dat" harfini üstün olarak diye okumuşlardır. Ebû Amr ed-Dâni onlardan bunu böylece nakletmiştir. en-Nekkâş ise el-Cehderî'den "şahitlik unutulursa" anlamına "te" harfini ötreli, "dat" harfini de esreli olarak okumuştur. At ve deve telef olup da bulunmamak üzere gittikleri vakit kişi der. Yüce Allah'ın: " Hatırlatır" âyetinde İbn Kesîr ve Ebû Amr "zel" ve "kef" harflerini şeddesiz okumuştur. Bu okuyuş; öbürü diğer kadını şahitlikte erkek gibi yapar, anlamına gelir. Çünkü kadının şahitliği yarım şahitliktir. İki kadın birlikte şahitlik ettikleri takdirde, toplam olarak bir erkeğin şahitliği gibi olur. Bu açıklamayı Süfyan b. Uyeyne ve Ebû Amr b. el-Alâ yapmıştır. Ancak böyle bir açıklamanın doğruluğu uzak bir ihtimaldir. Çünkü unutma anlamına gelen (ed-dalâl)ın karşılığında ancak "hatırlama" sözkonusu olabilir. İşte bu çoğunluğun kıraati olan " Hatırlatır" şeklinde şeddeli okuyuşun anlamıdır. Yani biri yanılır ve unutursa, öteki onu uyarır. Derim ki: Ebû Amr'ın kıraati de aslında bu anlama racidir. Yani onlardan birisi unutacak olursa, diğeri ona hatırlatsın. İşte -şeddeli olarak O şeyi hatırladım, O şeyi- başkasına hatırlattım ve Onu hatırlattım, denildiği zaman hep aynı anlama gelir. Bu açıklamayı (el-Cevherî) es-Sıhhah'ta yapmıştır. 38- Şahitler Şahitlik Etmekten Çekinmesinler: Yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme iki hususu bir arada ifade etmektedir. Bunlar da bir şeye şahit olmak üzere çağrıldığın zaman yüzçevirmeyeceksin, şahit olduğun bir şey hakkında şahitlikte bulunmak üzere de çağrıldığında yine yüzçevirmeyeceksin. İbn Abbâs da böyle demiştir. Katâde, er-Rabî ve İbn Abbâs da der ki: Yani şahit olmak ve bunu yazılı belgeye tesbit etmek üzere (çağrıldığında çekinmeden gideceksin) demektir. Mücâhid de der ki: Âyetin anlamı şudur: Sen bir şeye şahit olmuş isen şahitlikte bulunmaya çağrıldığın vakit (çekinmeyeceksin) demektir. en-Nekkaş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini kaydederek âyet-i kerimeyi bu şekilde tefsir ettiğini belirtmektedir. Mücâhid der ki: Öncelik ve ilk olarak şahit olmak üzere çağrıldığın takdirde arzu edersen git, etmezsen gitme. Ebû Miclez, Atâ, İbrahim, İbn Cübeyr, es-Süddî, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir. Buna göre şahitlerin akdi yapan taraflar yanında hazır olmaları vacip değildir. Ancak borçlanma taraflarının şahitlerin yanında hazır olmak yükümlülüğü vardır. Bu iki şahidin yanına gidip onlardan şahitliklerini yazılı belgede tesbit etmeyi istemeleri haline gelince; yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti ile kastedilmiş olması mümkün olan durum işte budur. Ve bu, şahitliği tesbit etmek içindir. Onların şahitlikleri bu şekilde tesbit edildikten sonra hakimin huzurunda şahitlikte bulunmak üzere çağrıldıkları vakit, işte bu çağırma (davet) hakimin huzurunda bulunmaları ile -ileride de geleceği üzere- gerçekleşir. İbn Atiyye de der ki: Âyet-i kerîme el-Hasen'in de dediği gibi mendup olmak üzere iki hususu bir arada ifade etmektedir. Müslümanlara kardeşlerine yardımcı olmak teşvik edilmiştir. Eğer şahitlerin rahatlıkla bulunabildiği genişlik halinde ve hakkın askıya alınmayacağından yana emin bulunuluyor ise, çağrılan kimsenin gitmesi mendubdur. Bununla birlikte en basit bir özür sebebiyle çağrıyı kabul etmeme hakkı da vardır. Eğer mazeretsiz olarak gitmeyecek olursa, yine günah da kazanmaz, sevap da alamaz. Şayet ortada bir zorunluluk var ve hakkın askıya alınacağından asgari seviyede olsa bile korkuluyor ise, mendubluk güç kazanır ve vacibe doğru yaklaşır. Eğer şahidin (akde) şahitlik etmekten geri kalması sebebiyle hakkın yok olup telef olacağını bilir ise, o takdirde bu şahitliği yapmak onun için vacip olur. Özellikle şahid olmuş ve şehadette bulunmak üzere çağrılmış ise, o vakit bu şartlarda şehadette bulunması daha pekiştirici bir hüküm kazanır. Çünkü artık bu boyuna geçirilmiş bir boyunduruk ve yerine getirilmesi gereken bir emanet haline gelmiştir. Derim ki: Bu âyet-i kerimenin şuna delil görülmesi de mümkündür: İmâmın insanlar için şahitlik etmek üzere görevliler tayin etmesi ve bunlara beytü’l-malden ihtiyaçlarına yetecek kadar bir maaş bağlaması caizdir. Bu gibi kimselerin insanların haklarını -o hakları korumak üzere- insanların haklarına şahit olarak, onlara dair bilgi sahibi olmaktan başka bir işleri olmaz. Eğer böyle birşey olmazsa haklar zayi olur ve batıl olur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Haklarını aldıkları takdirde şahitler, şahitlik etmek üzere çağrılmayı reddetmeye kalkışmasınlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Eğer: Bu ücretle şahitliktir, denilecek olursa deriz ki: Bu, haklarını beytü’l-malden almış bir topluluk tarafından yapılan katıksız (halisane) bir şahitliktir. Onların aldıkları bu ücret, hakimlerin, valilerin ve bütün müslümanların menfaatleri için çalışan kamu görevlilerinin aldıkları erzaka (maaşlara) benzer. İşte onların aldıkları ücret de bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan yüce Allah da: "Onun için çalışmak üzere tayin edilenlere..." (et-Tevbe, 9/60) âyeti ile bunlara da farz olarak bir hisse ayırmaktadır. 39- Şahit Şahitlik İçin Hakimin Huzuruna Gider: Yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurması, hakimin huzuruna gidecek olanın şahit olduğunu göstermektedir. Bu, şeriatın üzerinde yükseldiği ve bütün çağlarda uygulanan, ümmetin tümünün anladığı bir hakikattir. Arapların mesellerinden birisinde şöyle denilmektedir: "Hakemin yanına, evine gidilir." Bu husus sabit olduğuna göre köle şahitlik edeceklerin kapsamı dışında kalır. Bu ise yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" âyetinin genel ifadesini tahsis etmektedir. Çünkü kölenin çağrıyı kabul etme imkânı yoktur. Bu çağrıyı kabul edip gitmesi de köle için sahih değildir. Çünkü köle bizatihi bağımsız değildir. O ancak başkasının izniyle tasarruf edebilir. O bakımdan velayet etme konumuna çıkamadığı gibi, şahitlik konumunda da değildir. Evet, Cum'a, cihad ve hac farzlarını da edâ etmekle yükümlü değildir. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır. 41- Hak Sahibi Şahitlik Edecek Kimseyi Tanımıyor İse... İlim adamlarımız (Maliki mezhebi âlimleri) der ki: Sözü geçen bu hükümler şahitlik etmek üzere çağrılma haliyle ilgilidir. Şayet bir kimse şahitlik edecek bilgiye sahip olup o şahitlikle yararlanacak hak sahibi bunu bilmiyor ise, bazıları böyle bir şahitliği yapmak mendubdur, demişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurmakta ve çağrılma esnasında şahitlik etmeyi farz kılmaktadır. O halde çağrılmadığı takdirde şahitlik etmesi mendub olur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şehadette bulunan kimsedir." Bunu hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Müslim, Akdiye 19; Ebû Dâvûd, Akdiye 13; Tirmizî, Şehâdât 1; İbn Mâce, Ahkâm 18; Muvatta’', Akdiye 3. Sahih olan görüşe göre; böyle bir şahitlikte bulunmaması halinde, eğer hakkın zayi olmasından veya yok olmasından korkuyor ise, şahitlik etmesi istenmese dahi, şahitlikte bulunması farz olur. Boşama yahut köle azad etme gibi, hanımından faydalanmak, köleyi de hizmetinde kullanmak tasarrufuna şahit tutmuş kimse ve buna benzer haller ile ilgili şahitlikte de hüküm aynıdır. Bütün bunlara dair herhangi bir şekilde şahit tutulmuş olan kimsenin, bu şahitliğini yerine getirmesi vaciptir. Onun bu şahitliği yapması, şahitlik etmesi istenmesine bağlı değildir. Çünkü yapmayacak olursa hak zayi olur. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Şahitliği Allah için dosdoğru yapın" (et-Talâk, 65/2); "Bilerek hak ile şehadet edenler müstesna" (ez-Zuhruf, 43/86). Sahih hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Zalim olsun yahut mazlum olsun kardeşine yardımcı ol." Buhârî, Mezâlim 4, İkrah 7; Tirmizî, Fiten 68; Dârimî, Rikaak 40; Müsned, III, 99, 201. Buna göre (karşı tarafın) inkârının öldürdüğü kardeşinin hakkını diriltmek üzere, kendisinin şahit olduğu olaya dair şahitlikte bulunmakla kardeşine yardımcı olması, artık onun için teayyün etmiş demektir. 42- Şahitlik Etmekten Kaçınmanın Hukuki Cezası: Sözünü ettiğimiz şekillerden herhangi birisine göre şahitlikte bulunması icabeden bir kimse, eğer bu şahitliği yapmayacak olur ise, hem şahidin kendisinde, hem de şahitlik edilecek hususta tenkidi gerektiren bir husus olduğunda şüphe yoktur. Yüce Allah'ın hakları ile insanların hakları arasında bu bakımdan bir fark yoktur. İbnu'l-Kasım'ın ve başkalarının görüşü budur. Kimisine göre de böyle bir şahitlik, eğer insanoğlu haklarından bir hak ile ilgili ise, bu özel olarak sadece o şahitliğin kendisinde tenkidi hak ettiren bir konudur. Artık bundan sonra o konuda şahitliği bir daha yapamaz. Fakat sahih olan birincisidir. Çünkü şahitlikten kaçınanın tenkid edilmesini gerektiren şey, yapması vacip olan bir işi özürsüz olarak yerine getirmediğinden dolayı fasık olmasıdır. Fasık olmak ise, kayıtsız ve şartsız olarak şahitlik ehliyetini ortadan kaldırır. Bu da açık bir husustur. 43- İstenmeden Şahitlik Etmek: Hazret-i Peygamber'in: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şahitlikte bulunandır" Hadis, 41 no'lu başlıkta geçti. âyeti ile İmrân b. Husayn'dan rivâyet edilen şu Hadîs-i şerîf arasında bir tearuz yoktur: "Şüphesiz sizin en hayırlılarınız benimle çağdaş olanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler, daha sonra da onların ardından gelenler." -Sonra İmrân (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi çağından sonra iki mi üç mü dedi bilemiyorum-. "Daha sonra onların ardından şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecek, kendilerine güvenilmeyen ve hainlik edecek, adakta bulunup adaklarını yerine getirmeyecek bir topluluk gelecektir. Ve onlarda şişmanlık da başgösterecektir." Bu iki hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Rikaak 7, Eymân 27, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 1; Şehâdât 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 214; Ebû Dâvûd, Sünne 9; Tirmizî, Fiten 45; Nesâî, Eymân 29; Müsned, IV, 426, 427, 436, 440 Bu son Hadîs-i şerîf üç ayrı şekilde yorumlanabilir: 1- Bununla yalancı şahitliği kastetmiş olabilir. Çünkü yalan şahitlik yapan kimse şahitlik etmesi istenmeyen bir şeye şahitlik etmiş olur. Yani ne şahit olduğu bir şeyi söyler, ne de şahit olması istenmiş bir şeyi. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'nin naklettiğine göre Ömer b. el-Hattâb, el-Câbiye kapısında yaptığı konuşmasında şunları söyledi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim bu şekilde aranızda ayağa kalktığım gibi aramızda ayağa kalktı, sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, ashabım hakkında Allahtan korkunuz, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler (hakkında). Daha sonra yalan ve yalan şahitlik yayılacaktır." Tirmizî, Fiten 7; İbn Mâce, Ahkâm 27; Müsned, I, 18. 2- İkinci yorum: Bu Hadîs-i şerîf ile şahitlikte bulunmak üzere son derece iştahlı olan kimse kast edilmiş olabilir. Bu iştahı sebebiyle şahitlik etmesi istenmeden önce elini çabuk tutar. Böylesinin şahitliği reddedilir. Çünkü onun bu şekilde davranması şahidin belli bir hevâ ve hevesin etkisi altında olduğunu göstermektedir. 3- Üçüncü yorum ise bu hadisin bazı yollarının ravisi olan İbrahim en-Nehaî'nin söylediği şu şekil olabilir: Bizler daha küçük çocuk iken bizlere yeminden ve şahitliklerden uzak durmayı emrederlerdi. 44- Hakkın Belgelenmesinden Üşenmemek Gerekir: Yüce Allah'ın: "Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin" âyetinde yer alan "Üşenmeyin" usanmayın, demektir. el-Ahfeş der ki: denilir. Şair de şöyle demektedir: "Hayatın yükümlülüklerinden bıktım, usandım Her kim yetmiş yıl yaşarsa -babasız kalasıca- usanır." “Yazmakta" ibaresi "üşenmeyin" fiili nasb mahallindedir. "Küçük veya büyük olsun" âyeti ise "onu... yazmaktan" âyetindeki zamirden hâl olan iki kelimedir. Âyet-i kerimede zamirin öne alınması ona gösterilen ihtİmâm dolayısıyladır. Bu şekilde üşenmenin yasaklanması, borçlanmanın aralarında sık sık görülmesi dolayısıyladır. O bakımdan bunu yazmaktan üşenmelerinden ve aralarından herhangi birisinin: Bu az birşeydir. Bunu yazmaya gerek duymuyorum, demesinden korkulduğundan dolayı, şanı yüce Allah, az olsun çok olsun yazmaya teşviki daha bir pekiştirmiştir. İlim adamlarımız der ki: Bundan istisna bir kırat ve buna yakın meblağlardır. Çünkü bunlar ehemmiyetsiz, basit miktarlardır ve bunu kabul etmek veya reddetmek bakımından insan nefsinin herhangi bir isteği olmaz. 45- Yazmak, Adalete, Şehadetin Doğruluğuna Sebeptir: Yüce Allah'ın: "Bu" yani azın da çoğun da yazılması ve buna şahit tutulması "Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam" daha sıhhatli ve daha güçlü koruyucu "ve şüpheye düşmemeniz için de daha yakındır." Şüphe ihtimalini daha da uzaklaştırır. 46- Şahit Yazılı Olanı Hatırlayamazsa: Yüce Allah'ın: "Şehadet için daha sağlam" âyeti, şuna delildir: Şahit yazılı belgeyi görüp de şahitliği hatırlayamayacak olursa bu konuda tereddüde düştüğünden dolayı şahitlikte bulunmaz. Bildiğinden başka birşeyin şahitliğini yapmaz. Bunun yerine şöyle der: Bu benim yazımdır, fakat şu anda orada ne yazdığımı hatırlamıyorum. İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen ilim ehlinin çoğunluğu, eğer şahitlikte bulunduğunu hatırlamayacak olursa yazısına bakarak şehadet etmesini kabul etmezler. Mâlik ise bunun câiz oluşuna yüce Allah'ın: "Biz bildiğimizden başkasına şehadet etmedik" (Yusuf, 12/81) âyetini delil göstermiştir. Bazı âlimler de der ki: Şanı yüce Allah yazmayı adalete nisbet ettiğinden dolayı, kişinin, kendi hattına dayanarak -hatırlamayacak olsa dahi- şahitlik etme imkânı vardır. İbnu'l-Mubarek, Ma'mer'den, o İbn Tavus'tan, o babasından birşeye şahitlik edip de sonradan bunu unutan adam hakkında şöyle dediğini zikretmektedir: Şayet sakde (yazılı borç belgesinde) kendi alametini yahut kendi el yazısını bulursa şahitlik etmesinde bir mahzur yoktur. İbnu'l-Mubarek dedi ki: Ben de bunu gerçekten güzel buldum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberlerden de anlaşıldığına göre o, birden çok şey hakkında delâletler ve belgelere dayanarak hüküm vermiştir. Onun tarafından gönderilen elçilerin varlığı da bu görüşün sağlıklı olduğuna delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride yüce Allahın izniyle Ahkaf Sûresi'nde (46/ 4. âyet, 4. başlıkta) buna dair daha başka açıklamalar gelecektir. 47- Ticari Akidlerin Yazılması: Yüce Allah'ın: "Meğer ki bu aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun" âyetinde yer alan ilkinden olmayan ve istisna olmak üzere nasb mahallindedir. el-Ahfeş Ebû Said der ki: Yani, bir ticaret olması hali müstesnadır. O bakımdan bu istisna meydana gelmek ve gerçekleşmek anlamındadır. Başkası ise: "Devredeceğiniz" âyeti haberdir, der. Burada yalnızca Âsım, diye okumuştur. Bu ise bu kelimenin in haberi olarak böyle okunmuştur. İsmi ise içinde gizlidir. “Hazır" ticaretin sıfatıdır. İfadenin takdiri şöyledir: Ancak ticaret hazır devredeceğiniz bir ticaret olursa. Veya; meğer ki alışveriş hazır bir ticaret olsun.. Mekkî ve Ebû Ali el-Farisî böyle takdir etmişlerdir. Bunun benzerleri ve buna dair istişhadlar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, onlar için yazmanın zor olduğunu bildiğinden dolayı nakit olarak yapılan bütün alışverişlerde bunu terkedebileceklerini açıkça belirtmiş ve bunu terketmekten dolayı vebali kaldırmıştır. Bu ise yiyecek ve buna benzer miktarı az olan, çoğunlukla yapılan şeyler hakkında böyledir. Yoksa mülkler ve benzeri miktarları çok olan şeyler hakkında böyle değildir. es-Süddî ve ed-Dahkak der ki: Bu ayazma yükümlülüğünün kaldırılmasıb elden ele alınıp teslim edilen şeyler ile ilgilidir. 48- Peşin ve Veresiye Alışverişlerde Yazışma: Yüce Allah'ın: "Aranızda devredeceğiniz" âyeti karşılıklı kabzetmeyi ve kabzedilen şeyi ayırmayı gerektirir. Fakat başkasının yüklenilen diyetleri, arazi ve birçok hayvan satışları halinde ayrılmaları ve saklanmaları kabil olmadığından dolayı bunların yazılması güzeldir. Bunlar da o bakımdan borçlu alım satımlara ilhak edilmiştir. Buna göre yazmak, ileride meydana gelebilecek durum değişikliklerini kalplerdeki değişiklikleri belgeye bağlamak içindir. Şayet akid muamelesinde birbirinden ayrılır ve taraflarkabzederher biri karşı taraftan satın aldığını alıp ayrılabilir ise adeten -ancak bilinmesi oldukça zor sebepler müstesna- anlaşmazlığa düşme korkusu azalır. İşte şeriat vadeli ve peşin satma hallerinde saklanabilen ve saklanamayan şeyler ile ilgili olarak, yazmak, şahit tutmak ve rehin gibi maslahatlara dikkatimizi çekmektedir. Şâfiî der ki: Üç türlü satış vardır. Birisi yazılı ve şahitli satış, birisi rehinli satış, birisi emanet ile satış. Daha sonra bu âyet-i kerimeyi okur. İbn Ömer de peşin sattığında şahit tutar, vadeli sattığında da yazardı. 49- Alışverişlerde Şahit Tutmak: Yüce Allah'ın: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" âyeti ile ilgili olarak Taberî şöyle der: Bu küçük olsun büyük olsun bütün satışlarınız için şahit tutunuz, anlamındadır. Bu hususta insanlar, (şahit tutmak) vacip midir mendub mudur farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, İbn Ömer, ed-Dahhak, Said b. el-Müseyyeb , Cabir b. Zeyd, Mücâhid, Dâvûd b. Ali ve onun oğlu Ebubekir, burada emir vücup ifade eder, demektedir. Bu konuda işi en sıkı tutanları ise Atâ'dır. O şöyle demiştir: Bir dirheme, yarım dirheme, üçte bir dirheme ya da bundan daha az bir meblağa alsan da satsan da şahit tut. Çünkü yüce Allah: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" diye buyurmaktadır. İbrahim'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir demet bakla dahi olsa, sattığın zaman da satın aldığın zaman da şahit tut. Bu kanaatte olup da bunu tercih edenlerden birisi de Taberî idi. Taberî şöyle der: Sattığı ve satın aldığı zaman herhangi bir müslümanın şahit tutmaması helâl değildir. Böyle yapmayacak olursa aziz ve celil olan Allah'ın Kitabına aykırı hareket etmiş olur. Aynı şekilde bu vadeli ise bunu yazması ve bir yazıcı bulması halinde de şahit tutması görevidir. en-Nehaî ve el-Hasen'in kanaatine göre ise burada emir mendubluk ve irşad ifade etmektedir. Kat'î bir emir değildir. Bunun Mâlik'in, Şâfiî'nin ve re'y ashabının görüşü olduğu da nakledilmektedir. İbnu'l-Arabî bunun hepsinin görüşü olduğunu ileri sürer ve: Sahih olan da budur, der. Dahhak dışında bunun vacip olduğunu kimsenin söylediğini de nakletmez. O devamla der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) satmış ve yazmıştır. Hazret-i Peygamber'in bu konudaki belgesinin sünneti de şöyledir: Rahmân ve rahim Allah'ın adıyla. Bu, el-Addâ b. Halid b. Hevze'nin Muhammed Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan satın aldığı(na dair bir belgedir). Ondan bir köle -yahut bir cariye- satın almıştır. Herhangi bir kusuru saklanmamıştır. Bir gailesi ve bir kötülüğü yoktur. Bir müslümanın bir müslümana sattığıdır. Buhârî, Buyû’ 19; Tirmizî, Buyû’ 8; İbn Mâce, Ticarât 47. Ancak Buhârî'de ifade: "Bu, el-Addâ b. Halid b. Hevze'nin... satın aldığı" şeklinde değil de: "Bu, Allah'ın Rasûlü Muhammed'in el-Addâ' b. Halid'den satın aldığı(na dair belgedir)" şeklindedir. Ayrıca bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 363. Yine Hazret-i Peygamber satmış ve şahit tutmamıştır. Satın almıştır ve şahit tutmaksızın zırhını bir yahudinin yanında rehin bırakmıştır. Eğer şahit tutmak vacip olsaydı anlaşmazlık korkusuyla, rehin ile birlikte şahit tutmak icab edecekti. Derim ki: ed-Dahhak'ın dışında kalıp bunun vacip olduğunu söyleyenleri de zikretmiş bulunuyoruz. ed-Addan'ın bu hadisini Dârakutnî ve Ebû Dâvûd Dârakutnî, III, 77. da rivâyet etmişlerdir. İslâm'a girmesi Mekke'nin fethinden ve Huneyn gazasından sonra olmuştur. Şu sözler de onundur: Huneyn günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaştık. Allah bize üstünlük vermedi, bizi muzaffer etmedi. Sonra da İslâm'a girdi ve güzel bir şekilde İslâm'a bağlandı. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) zikretmiştir. Bu hadisini de zikrettikten sonra şunları söyler: "el-Esmaî dedi ki: Ben Said b. Ebî Arube'ye burada geçen "gaile"nin ne olduğunu sordum, şöyle dedi: Kaçma, hırsızlık ve zina alışkanlığıdır. Yine burada geçen "hibse"nin ne demek olduğunu sordum. Bana müslümanlarla ahdi bulunan kimselerin satılması demektir, dedi." İmâm Ebû Muhammed b. Atiyye dedi ki: Bu konuda hükmün vücup ifade etmesi pek tutarlı değildir. Basit ve önemsiz hususlarda bu oldukça zordur, meşakkatlidir. Çok olan şeyler hakkında ise tacir kimi zaman şahit tutmayı terketmekle karşı tarafın kalbini ısındırmayı kastedebilir. Böyle birşeyi terketmek bazı beldelerde adet de olabilir. Kimi zaman alimden, saygı duyulan yaşlı bir adamdan utandığından dolayı ona şahit tutmayabilir. İşte bütün bunlar güven duymak kapsamına girer, geriye de şahit tutma emrinin mendubluk ifade etmesi kalır. Çünkü çoğunlukla bunda bir maslahat vardır. Elverir ki belirttiğimiz gibi şahit tutmaya mani herhangi bir özrün varlığı olmasın. el-Mehdevî, en-Nehhâs ve Mekkî bir topluluktan: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" âyetini yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse" (el-Bakara, 2/283) âyeti ile neshedildiğini söylemişlerdir. en-Nehhâs bunu Ebû Said el-Hudrî'den senedini kaydederek zikreder. Onun: "Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazınız" âyetini: "Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emaneti eksiksiz ödesin" (el-Bakara, 2/283) âyetine kadar okudu ve: Bu âyet-i kerîme kendisinden öncekini neshetmiştir, dedi. en-Nehhâs dedi ki: Aynı zamanda bu, el-Hasen'in, el-Hakem'in ve Abdurrahman b. Zeyd'in de görüşüdür. et-Taberî ise şöyle der: Bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bu hüküm (283. âyetteki hüküm) birinci hükümden (282. âyetteki hükümden) farklıdır. Bu, yazacak kâtib bulamayan kimsenin hükmünü ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet bir yolculukta bulunup da katip bulamazsanız, o zaman alacağınız rehinler (de yeter) Eğer biriniz diğerine güvenirse" yani ondan rehin istemezse "kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin." Taberî der ki: Şayet bunun birinci âyetteki hükmü neshetmesi câiz olsaydı, yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse..." (en-Nisa, 4/43) âyetinin yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Namaza kalkacağınız zaman..." (el-Maide, 5/6) âyetini neshettiğini söylememiz, yine aynı şekilde yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa iki ay aralıksız oruç tutmalıdır" (en-Nisa, 4/92. âyetin sonları) âyetinin, yüce Allah'ın: "Mü’min bir köleyi azad etmesi (gerekir)" (en-Nisâ, 4/92. âyetin baş tarafları) âyetini neshettiğini söylememiz mümkün olurdu. Bazı ilim adamları da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse..." âyetinin şahit tutma emrini ihtiva eden âyet-i kerimenin baş tarafından sonra nazil olduğu açıkça ortada değildir. Aksine hep birlikte varid olmuşlardır. Nasih ile mensubun bir arada ve aynı durumda varid olmaları ise câiz değildir. (Taberî) dedi ki: İbn Abbâs'tan kendisine: Deyn âyeti (2/282. âyet) neshedilmiştir, denilince şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Hayır, Allah'a yemin ederim deyn âyeti muhkemdir, onda nesh yoktur. (Devamla) dedi ki: Şahit tutmak ancak kalbi rahatlatmak öngörülmüştür. Çünkü şanı yüce Allah, borcun belgelendirilmesi için birtakım yollar tesbit etmiştir. Bunlardan birisi yazmaktır, birisi rehin tutmaktır, diğeri de şahit tutmaktır. Bölge âlimleri arasında relinin vücup yoluyla değil de mendub olmak üzere meşru olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İşte bundan şahit tutmanın da benzeri bir hüküm taşıdığı öğrenilmektedir. İnsanlar yolculuk halindeyken, mukim iken, karada, denizde, dağda, ovada şahit tutmaksızın alışveriş yapagelmişlerdir. İnsanlar da bunu bilmekle birlikte buna karşı herhangi bir tepki göstermemişlerdir. Şayet şahit tutmak vacip olsaydı bunu terkedene tepki göstermeyi ihmal etmezlerdi. Derim ki: Bütün bunlar güzel istidlaldir. Bundan da daha güzeli şahit tutmanın terki hususunda varid olan sahih sünnettir. Bu da Dârakutnî'nin Tarık b. Abdullah el-Muharibi'den yaptığı şu rivâyettir: Tarık dedi ki: Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden bir kafile ile birlikte geldik. Medine yakınlarında konakladık. Beraberimizde bir hanım da vardı. Biz oturuyor iken üzerinde beyaz iki elbise bulunan bir adam geldi, bize selam verdi, biz de onun selamını aldık. Bu kafile nereden gelmektedir? dedi. Biz de Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden, dedik. Beraberimizde kırmızı bir devemiz de vardı. Bize: Şu devenizi bana satar mısınız? dedi. Biz de şu kadar sa' hurmaya, dedik. Bizden daha aşağı düşmemizi hiç istemedi. Bunu aldım, dedi. Daha sonra devenin başını (yularını) aldı. Sonra Medine'ye girdi ve biz onu göremez olduk. Sonra biz kendi aramızda birbirimizi kınayarak dedik ki: Devenizi tanımadığınız kimseye verdiniz. Beraberimizde bulunan hanım şöyle dedi: Birbirinizi kınamayınız. Ben adamın yüzünü gördüm. O size hainlik edecek birisi değildir. Onun yüzünden daha çok bir kimsenin yüzünü ondördündeki aya benzediğini görmüş değilim. Akşam olunca bir adam yanımıza gelip: Esselamu aleyküm, dedi. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın size gönderdiği elçisiyim. O sizlere bundan doyuncaya kadar yemeyi ve hakkınızı tastamam alıncaya kadar ölçmeyi emretti. (Tarık) dedi ki: Doyuncaya kadar yedik ve hakkımızı tamamiyle alıncaya kadar ölçtük. Dârakutnî, III, 45. Bu hadisi ez-Zührî, Umare b. Huzeyme'den zikretmektedir. Amcası kendisine -ki o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabındandır- anlattığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir bedevî araptan bir at satın aldı.... diye hadisi zikretmektedir. Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: A'rabî (bedevî) şöyle demeye koyuldu: Bu atı sana sattığıma dair şehadet edecek bir şahit getir. Huzeyme b. Sabit dedi ki: Ben şehadet ederim ki o atı sen ona satmış bulunuyorsun. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huzeyme'ye dönüp dedi ki: "Neye dayanarak şahitlik ediyorsun?" Huzeyme şöyle dedi: Seni tasdik etmekle ey Allah'ın Rasûlü. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Huzeyme'nin şahitliğini iki kişinin şahitliğine bedel kıldı. Bu hadisi de Nesâî ve başkaları rivâyet etmiştir. Nesâî, Buyû’ 81. 50- Şahide de Kâtibe de Zarar Verilemez: Yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile ilgili üç görüş vardır: 1- Kâtip, kendisine yazdınlmadıkça yazmaz. Şahit de şahitliğinde ne ona birşey ekler, ne ondan birşey eksiltir. Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde, Tavus, İbn Zeyd ve başkaları yapmıştır. 2- İbn Abbâs, Mücâhid ve Atâ'dan rivâyet edildiğine göre bunun anlamı şudur: Yazan yazmaktan, şahit de şahitlik etmekten imtina etmesin. Bu iki görüşe göre "zarar verilmesin" diye meali verilen: .......ın aslı "re" harfi esreli olarak şeklindedir. Daha sonra idğam olmuş ve birincisinin sakin olması sebebiyle fetha da hafif olduğundan dolayı "radıyallahü anh" harfi fethalı gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben Ebû İshak'ın bu görüşe meylettiğini gördüm. Dedi ki: Çünkü bundan sonra: "Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur" âyeti gelmektedir. O halde evla olan doğru olmayan bir şekilde şahitlik eden veya yazıda tahrif yapan kimseye "fâsık" demektir. Birisinden şahitlik etmeyi isteyip de o meşgul olduğu için şehadet edemeyen kimseden çok, buna böyle demek daha uygundur. Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs, İbn Ebi İshak, birinci "radıyallahü anh" harfini esreli olarak diye okumuşlardır. 3- İbn Abbâs'tan da rivâyet edilen ve Mücâhid, ed-Dahhâk, Tavus ve es-Süddî'ye göre "yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyetinin anlamı, meşgul oldukları halde şahit şahitlikte bulunmaya, yazan da yazmaya çağırılırlasın. Eğer bunlar mazeretlerini ortaya koyacak olurlarsa ayine de bu işi onlara yaptırırsab onları zora koşmuş ve onlara eziyet vermiş olur. Onlara: Siz abu işi yapmamaklab Allah'ın emrine muhalefet ediyorsunuz ve buna benzer sözler söylerse onlara zarar vermiş olur. Bu açıklamaya göre ise akelimesinin aslı "radıyallahü anh" harfi üstün olarak şeklindedir. İbn Mes'ûd da birinci "re" harfini üstün olarak şeklinde okumuştur. İşte yüce Allah böyle bir zarar vermeyi yasaklamaktadır. Çünkü şayet yüce Allah, bu emri mutlak vermiş olsaydı, şahitlik edecek ve yazıyı yazacak olanların bu işlerle uğraşması, dinî görevlerini yerine getirmelerine, mÂişetlerini kazanmalarına engel olabilirdi. Diğer taraftan: "Karşılıklı zarar vermek" lâfzında iki taraftan zarar sözkonusu olduğuna göre, bütün bu manaları gerektirir. Katip ve şahit ilk iki görüşe göre (onlar zarar vermesinler anlamındaki) fiilleri dolayısıyla merfu olmuşlardır. Üçüncü görüşe göre ise meçhul bir fiilin, naib-i faili olduklarından dolayı merfu olmuşlardır. 51- Zarar Vermek Fâsıklığı Gerektirir: "Eğer yaparsanız" yani zarar verirseniz "bu size dokunacak bir fısk" yani masiyet "olur" demektir. Bunun masiyet anlamına geldiği, Süfyan-ı Sevrî'den nakledilmiştir. Kâtip de şahit de fazla veya eksik tesbit ile asi olurlar. Bu ise mal ve bedenlerde eziyete sebep olan yalan kabilindendir. Ayrıca bunda hakkın iptali de sözkonusudur. Aynı şekilde eğer başka bir meşguliyetleri var ise onlara eziyet vermek de ayazmak ve şahitlik etmek zorunda bırakmak dab bir masiyettir ve Allah'ın emrine muhalefet olması bakımından doğrunun dışına çıkmaktır. Yüce Allah'ın: "Size" âyeti ise; size dokunacak bir fasıklıktır, takdirindedir. 52- Herşeyi Bilen Allah Size Öğretiyor; O Bakımdan Allah'tan Korkun: Yüce Allah'ın: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah herşeyi çok iyi bilendir" âyeti, yüce Allah tarafından kendisinden korkan takvâlılara onlara öğreteceğine dair bir vaaddir. Yani takvâlıların kalbine kendisi vasıtasıyla kalblerine bırakılanları kavrayıp anlayabilecekleri bir nûr halkeder. Allah herşeyden önce takvâlı olanın kalbinde bir furkan da halkedebilir. Yani hakkı batıldan kendisiyle ayırdedebileceği bir ölçü verebilir. Şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız O, size (iyiyi kötüden ayırdedecek) bir furkan verir..." (el-Enfal, 8/29) âyeti de bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 283Şayet bir yolculukta olup da kâtip bulamazsanız alacağınız rehinler (de yeter). Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyetin Önceki Âyetle İlişkisi: Yüce Allah, malların ve Allah'a itaatin korunması maslahatına binaen şahit tutmaya, yazı yazmaya teşviki sözkonusu ettikten sonra yazmayı engelleyen birtakım özür hallerini zikretmekte ve bu haller için rehni öngörmektedir. Çoğunlukla mazeret teşkil eden hallerden birisi olan yolculuk halini sözkonusu etmektedir. Özellikle gazaların çokluğu sebebiyle o dönemlerde yolculuk daha fazla idi. Her bir mazeret de mana bakımından bunun kapsamına girer. Nice vakitler vardır ki, ikamet halinde de yazacak kimse bulmak mümkün olmayabilir. İnsanların meşgul oldukları zamanlar ve gece vakitleri gibi. Aynı şekilde borçlunun yükümlülüğünü yerine getiremeyeceğinden korkmak da rehin istemeyi gerektiren bir özürdür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine arpa borç vermesini istediği bir yahudiye zırhını rehin bırakmıştı. Çünkü bu adam: Muhammed benim malımı alıp götürmek istiyor demişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştu: "Yalan söylemiştir. Şüphesiz ki ben yeryüzünde de eminim, gökyüzünde de eminim. Eğer bana güvenip verseydi elbette borcunu eksiksiz öderdim. Ona zırhımı alıp götürün." Tirmizî, Buyû’ 7 (yakın lâfızlarla). Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) biraz sonra açıklanacağı üzere zırhı rehin olduğu halde vefat etmişti. 2- Yolculukta ve İkamet Halinde Rehin Bırakmak: İlim adamlarından büyük bir topluluk der ki: Yolculukta rehin Allah tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerîm'in nassı gereğidir. İkamette ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti ile sabittir. Bu doğrudur. Biz rehinin ikamet halinde âyetin manası ile câiz görüldüğünü açıklamış bulunuyoruz. Çünkü ikamet halinde de birtakım özürler sözkonusu olabilir. İkamet halinde rehnin yasak olduğu Mücâhid, ed-Dahhak ve Dâvûd'dan başka kimseden rivâyet edilmiş değildir. Bunlar bunu söylerken âyet-i kerimeye dayanırlar. Halbuki âyet-i kerimede buna dair bir delil yoktur. Çünkü bu âyetler her ne kadar şart hükmünde ise de bundan kastedilen çoğunlukla rastgelinen hallerdir. Âyet-i kerimede rehnin yolculuk halinde sözkonusu edilmesi yoluculuk dışında yasak olduğu anlamına gelmez. Buhârî, Müslim ve başkalarında Âişe (radıyallahü anha)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir yahudiden belli bir vadeye yiyecek satın aldığını ve ona karşılık demirden bir zırhını rehin bıraktığı rivâyet edilmektedir. Bu hadisi ayrıca Nesâî, İbn Abbâs yoluyla gelen rivâyette nakletmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde onun zırhı bir yahudinin yanında aile halkı için aldığı otuz sa'lık bir arpa karşılığında rehin idi. Bu hususun zikredildiği rivâyetlerin yer aldığı kaynakların bazısı: Buhârî, İstikraz 1, Buyû’ 14, 33. 88, Selem 5, 6, Rehn 1, 2. 5. 6. Cihâd 89, Meğâzî 86; Müslim, Müsâkaat 124-126: Tirmizî, Buyû’ 7: Nesâi, Buyû’ 58, 59, 83; İbn Mâce, Ruhun 1; Dârimî, Buyû’ 44. 3- Yazacak Kâtip ve Yazma Araçları Bulunmazsa: Yüce Allah'ın: "Kâtip bulamazsanız" âyetini Cumhûr yazacak adam anlamında "Kâtip" diye okumuşlardır. İbn Abbâs, Ubey, Mücâhid, ed-Dahhak, İkrime ve Ebû'l-Âl-iyye ise "Yazacak şey bula mazsanız" diye okumuşlardır. Ebubekr el-Enbari der ki: Mücâhid bunu açıklayarak şöyle demiştir: Bu anlamı yolculuklarda eğer mürekkep bulamazsanız, anlamındadır. İbn Abbâs'tan da " Yazıcılar" diye rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Böyle bir kıraat şaz bir kıraattir. Umumun kıraati buna muhaliftir. Zaten umumun kıraati dışına çıkıp da tenkid edilecek tarafı bulunmayan kıraat pek azdır. Sözün akışı "kâtip" şeklinde olmasını gerektirmektedir. Çünkü yüce Allah bundan önce: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" (el-Bakara, 2/282) diye buyurmaktadır. "Küttâb: Yazıcılar, kâtipler" ise bir topluluğun olmasını gerektirmektedir. İbn Atiyye der ki: Küttab: Kâtipler kıraati her bir olayın bir katibi olması bakımından güzel ve uygun bir kıraattir. Burada topluluğa: Eğer yazıcılar, kâtipler bulamazsanız., denilmektedir. el-Mehdevî, Ebû'l-Âl-iyye'den bu kelimeyi "Kitaplar" diye okumuş olduğunu rivâyet etmektedir. Bu da "kitap: yazılı belge"nin çoğuludur ve karşılaşılan ve yazıya geçirilmesi gereken olayların çeşitli olması açısından böyle okunabilir. Ubey ve İbn Abbâs'ın "Küttab: Yazıcılar, kâtipler" diye okuması ile ilgili olarak da en-Nehhâs ve Mekkî şöyle demiştir: Bu kelime "kâtip" kelimesinin çoğuludur. Tekil olan "kaim: ayakta duran" kelimesinin çoğulunun "kuvvâm" şeklinde gelmesi gibi. Mekkî der ki: Anlamı da şudur: Şayet, mürekkep, kalem ve kağıt bulunmazsa... Kâtibin olmayışı, uygun herhangi bir yazı aracının bulunmaması halinde sözkonusudur. Yine kâtibin olmayışı, kitabın (yazılı belgenin) da olmaması sonucunu verir. O bakımdan her iki kıraat de güzel olmakla birlikte; Mushafın hattı açısından durum farklıdır. (Yani Cumhûrun kıraatini uygun göstermektedir). 4- "Rehin" Kelimesiyle İlgili Açıklamalar: Yüce Allah'ın: "Alacağınız rehinler" âyetini Ebû Amr ve İbn Kesîr şeklinde "radıyallahü anh" ve "he" harfleri ötreli olarak okumuşlardır. "He" harfini hafif (sakin) okudukları da onlardan rivâyet edilmiştir. et-Taberî der ki: Bazıları "re" ve "he" harfi ötreli şekildeki okuyuşunun, aâyet-i kerimedeki başka krraatlerde in çoğulu olduğunu söylemişlerdir. O vakit bu cem'ul-cem'dir. (Yani çoğulun da çoğuludur). Bunu ez-Zeccâc, el-Ferrâ''dan nakletmektedir. el-Mehdevî der ki: "Rehineler" âyeti mübtedâdır. Haberi ise hazfedilmiştir. Yani alıkonulacak rehineler bunun için yeterlidir. en-Nehhâs der ki: Âsım b. Ebi'n-Nucud ise "he" harfi sakin olarak şeklinde okumuştur. Bu okuyuş, Mekke halkından da rivâyet edilmektedir. Bu konuda uygun şekil, şeklidir. Nitekim Katır katırlar, koç koçlar gibi. kelimesinin ise kelimesinin çogulu olması gerekiyor. Kitap, kitaplar gibi. Bunun ın çoğulu olduğu da söylenmiştir. Tavan tavanlar, boğaz boğazlar ve benzerleri. "He" harfi sakin olarak kelimesinde ise, ötrenin ağırlığı sebebiyle hazfedilmiş olması dolayısıyla izahı mümkündür. Bunun in çoğulu olduğu da söylenmiştir. İnce bir ok ve bunun çoğulu olarak İnce oklar gibi. Ancak birincisi daha uygundur. Çünkü birincisi sıfat değildir. Bu ise burada sıfattır. Ebû Ali el-Farisî der ki: kelimesinin en az sayıyı ifade etmek üzere kırık çoğulunun yapıldığını bilmiyorum. Eğer böyle bir çoğul yapılsa kıyasen bunun vezninde gelmesi gerekirdi. Köpek köpekler gibi. Sanki burada onlar az ile yetinmiş ve çoğa ihtiyaç duymamış gibidirler. Tıpkı şu sözlerinde çokluk için kullanılan yapısı ile yetinip azlık için kullanılan kelime yapısına gerek duymayışları gibi: Üç tane ayak bağı gibi. Bazen de azlık bildiren çoğul yapısı ile yetinir ve çokluk bildiren yapıya gerek duymazlar. Yular, yularlar gibi. Buna göre Rehin kelimesi iki şekilde çoğul yapılabilir. Bunlar da kalıplandır. el-Ahfeş der ki: kalıbındaki kelimelerin çoğulunun şeklinde gelmesi hem çirkindir, hem de az ve istisnaîdir. Yine el-Ahfeş der ki: kelimesinin kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. Âdeta o kelimesinin şeklinde çoğul yapıyor; daha sonra da şeklinde çoğul yapıyor gibidir. Tıpkı Yatak yataklar, gibi. 5- Rehinin Anlamı ve Mahiyeti: Aynın, hak karşılığında sağlam bir belge olmak üzere alıkonulması ve bu hakkın borçludan alınmasının imkânsız olması halinde, bu hakkın o aynın yahut da menfaatlerinin semeninden karşılanması maksadıyla alıkonulmasıdır. İlim adamları rehni böylece tarif etmişlerdir. Arapların dilinde ise rehin devamlılık ve süreklilik anlamındadır. İbn Sîde der ki: Bir şeyi rehin etmek onu devam ettirmek demektir. Relinin, devam etmek anlamına geldiği sözlerden birisi de şairin şu beyitidir: "Ekmek ve et onlar için devamlıdır (râhin) Bir de bardağı taşıp dökülen şarap." el-Cevherî der ki: Birşeyin rehnolması, onun devam etmesi demektir. "Onlara yiyeceği ve içeceği rehnettim" o şeyi onlara devamlı verdim, anlamındadır. İşte buna: Rahin yiyecek (devamlı gelen yiyecek), denilir. Rahin, sabit demektir. Yine bu kelime, zayıf deve ve insanlar hakkında da kullanılır: Şair der ki: "Sen benim bedenimi sıskalaşmış, zayıflamış, gevşemiş görsen de Şunu bil ki erkeklerin şanı şerefi şişmanlıkla değildir." İbn Atiyye der ki: Bir belge anlamını ihtiva eden rehin anlamına gelen "rehn"den: şeklinde gelir. Bunu bazıları nakletmiştir. Ebû Ali der ki: tabiri pahalılık, aşırılık hakkında, karz ve satış hakkında ise kullanılır. Ebû Zeyd der ki: Onu pahalı satmak istedim, demektir. Bu sadece pahalılık hakkında kullanılır. Şair bir dişi deveyi anlatırken şöyle demektedir: "Ona verilen dinarların yüksekçe bir paha olduğu 'îdî bir deve... Îd: Araplarca meşhur ve oldukça değerli bir erkek deve çeşididir. (Kurtubî, VI, 368, el-Mâide, 5/114. âyetin tefsiri). Îd, Mehra b. Haydanoğullarına mensup bir koldur. Mehralıların develeri ise üstün soylulukları ile nitelenirler. ez-Zeccâc da der ki: Rehn hakkında tabirleri kullanılır. İbnu'l-A'râbî ve el-Ahfeş de böyle demiştir: Abdullah b. Hemmam es-Selûli der ki: "Onların tırnaklarından korkunca Kendimi kurtardım ve Mâlik'i onlara rehin bıraktım." Sa'leb der ki: Bütün raviler Rehin bıraktım, şeklinde rivâyet ederler; şeklinde de kullanılabilir. Ancak el-Esmaî bu beyitteki bu kelimeyi şeklinde istikbal ifade eden bir fiili mazi fiile atfetmesi şeklinde rivâyet etmiş ve bunu Arapların şu deyimine benzetmiştir. Kalktım ve yüzüne tokat vuracağım. Bu da güzel bir yoldur. Çünkü buradaki "vav" hal "vav"ıdır. O burada "tokatlayacağım" kelimesini birinci fiile hal yapmıştır. Yani onun yüzünü tokatlayarak kalktım, demek olur. Yani (beyitin ikinci mısraının anlamı) Mâlik'i onların yanında ikamet eder bıraktım, şeklinde olur. Çünkü: değil, denilir. Dilimi şuna karşılık rehnettim, denilirse de denilmez. İbnu's-Sikkît der ki: Burda Borç verdim anlamındadır. Mürtehin, rehin alan kimsedir. Alınan şeye de merhun ve rehin denilir. Dişisi "rehine" ...diye gelir. Filan kişi ile şu şey karşılığında murahane yaptım: Kazanan o mükâfatı almak üzere yarıştım, anlamındadır. Ona karşılık oğlumu irhan ettim, yani onlarla giriştiğim bir müsabakada mükâfat olarak onu bıraktım, demektir. Rehine tekildir, çoğulu rehâin gelir. Bütün bu bilgiler el-Cevherî'den alınmıştır. İbn Atiyye der ki: Satışta ve karzda: denileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Daha sonra bu mastar rehin olarak verilen şeye ad oldu. O bakımdan Bir rehin bıraktım, dediğin gibi Kumaşı rehin bıraktım, da denilir. 6- Rehin Herhangi Bir Şekilde Mürtehinin Elinden Çıkıp Râhinin Eline Geçerse: Ebû Ali dedi ki: Rehin sabit olmak ve devamlılık anlamına geldiğinden dolayı fukahâya göre rehin, herhangi bir şekilde mürtehinin elinden çıkıp râhinin eline geçecek olursa, rehin batıl olur. Çünkü mürtehinin seçtiği sebebin dışına çıkmış olmaktadır. Derim ki: Mezhebimizdeki muteber görüşe göre; rehin mürtehinin isteğiyle ne zaman râhine geri dönerse, rehin batıl olur. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Ancak o şöyle der: Şayet rehin bir ariye veya bir vedia olarak gelecek olursa batıl olmaz. Şâfiî de der ki: Rehinin, râhinin eline mutlak olarak geri dönmesi önceki kabzın hükmünü iptal etmez. Bizim delilimiz: "Alacağınız rehinler" âyetidir. Burada rehin alanın (kabzedenin) elinden çıktığı takdirde kelime anlamı itibariyle âyet-i kerimedeki bu lâfzın onun hakkında kullanılması uygun düşmez. Dolayısıyla hükmün de onun hakkında uygunluğu sözkonusu olmaz. Bu da açıkça görülen bir konudur. 7- Sözlü Rehin Akdi Yapmakla Birlikte Fiilen Rehin Kabzedilmezse: Sözlü olarak birisine rehin bıraksa, fakat fiilen o rehni kabzetmesi için vermezse bu, herhangi bir hükmü gerektirmez. Çünkü yüce Allah: "Alacağınız rehinler" diye buyurmaktadır. Şâfiî der ki: Şanı yüce Allah, hükmü ancak kabz ile nitelenmiş bir rehine bağlı olarak zikretmiştir. Bu nitelik bulunmadığı takdirde, hükmün de bulunmaması icabeder. Bu ise oldukça açık bir husustur. Mâlikîler ise şöyle demektedir: Rehin akid ile bağlayıcıdır. Ve râhin mürtehinin onu eline geçirebilmesi için relini vermeye mecbur tutulur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Akidlerinizi tastamam yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) Bu da bir akiddir. Yine yüce Allah: "Ahidlere bağlı kalınız" (el-İsra, 17/34) diye buyurmaktadır. Bu da bir ahiddir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Mü’minler şartlarının yanındadır (yerine getirirler)" diye buyurmaktadır. Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvûd, Akdiye 12; Tirmizî, Ahkâm 17. Bu da bir şarttır. Bundan dolayı bize göre kabz, rehnin faydasının tamamlanması hususunda bir şarttır. İkisine (Ebû Yûsuf, Muhammed'e) göre ise lüzum (bağlayıcılığı) ve sıhhati için bir şarttır. 8- Rehnin Mürtehin Tarafından Kabzedilmesi: Yüce Allah'ın: "Alacağınız (kabzedilen anlamına: makbûda)" âyeti, mürtehinin relini alıp alıkoymasını gerektirir. Herkes mürtehinin kabzının sıhhatini icma ile kabul eder. Aynı şekilde mürtehinin kabzının sahih olacağını da kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki yanında relinin bırakılacağı adil kimsenin kabzı hususunda görüş ayrılığı vardır. Mâlik, bütün arkadaşları ve ilim adamlarının Cumhûru der ki: Adil bir kimsenin kabzı da kabzdır. İbn Ebi Leyla, Katâde, el-Hakem ve Atâ ise: Bu kabz değildir, derler. Mürtehinin yanında olmadıkça rehin kabzedilmiş olmaz. Onların görüşüne göre bu kabz, bir taabbüddür. Fakat anlam itibariyle Cumhûrun görüşü daha sahihtir. Çünkü rehin adaletli bir kimsenin yanına ulaştığı takdirde, hem sözlük anlamı itibariyle, hem de gerçek manası itibariyle kabzedilmiş olur. Çünkü adaletli bir kimse hak sahibinin vekili ve vekil konumundadır. Bu da açıkça görülen bir husustur. 9- Yedi Eminde Bırakılan Rehin Kaybolursa: Rehin adaletli bir kimsenin elinde bırakılır ve kaybolursa mürtehin de tazminatını ödemez; relini yanında bıraktığı kimse de tazminat ödemez. Çünkü mürtehinin elinde tazminatını ödemesini gerektiren birşey yoktur. Rehnin elinde bırakıldığı kimse ise emin kimsedir. Emin (güvenilen) kişi ise tazminat ödemez. Mûşâ': Şayi' (yani malın her cüzünde aynı oranda yaygın kabul edilen) payları ihtiva eden ortak şeylerin her biri. İki kişinin bir malda yarı yarıya ortak olması gibi. Bu gibi mallardaki paylara "şayi' hisse" denilir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, İstanbul 19701, VI, 11). Yüce Allah: "Alacağınız" diye buyurduğundan dolayı ilim adamlarımız da şöyle demiştir: Bu âyetin zahiri ve mutlak ifadesi, müşâın rehnedilmesini câiz kılmaktadır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları bunu kabul etmezler. Onlara göre evin üçte birini, kölenin veya kılıcın yarısını rehin bırakması câiz değildir. Daha sonra şöyle derler: İki kişinin bir kişiden ortaklaşa alacakları bir malları bulunsa o kişi de alacaklı iki kişiye borcu karşılığında bir arazi rehin bırakacak olursa alacaklılar bunu kabzettikleri takdirde bu caizdir. İbnu’l-Münzir der ki: Bu ise müşâın rehnine cevaz vermektir. Çünkü onlardan her birisinin evin (arazinin) yarısına mürtehin olması (rehin alması) sozkonusudur. İbnu'l-Münzir der ki: Satışı câiz olduğu gibi müşaın rehnedilmesi de caizdir. Bizim ilim adamlarımıza göre başkasının zimmetindeki alacağın rehin olması caizdir. Çünkü bu -bunu kabul etmeyenlerin görüşüne hilafen- kabz edilmiştir. Mesela: Akidleşen iki kişiden birisinin ötekinden bir alacağı varsa ayeni akid dolayısıyla kendisinin meydana gelen borcu karşılığındab alacağını rehin bırakır. İbn Huveyzimendâd der ki: Satılması câiz olan her bir malın rehnedilmesi de caizdir. İşte bu illet dolayısıyla alacağın rehin olmasını câiz görmekteyiz. Çünkü onun satılması da caizdir. Diğer taraftan bu kendisi ile vesika (belgeleme)nin gerçekleşeceği bir maldır. O bakımdan rehin olması da -var olan bir mala kıyas yoluyla- caizdir. Bunu kabul etmeyenler ise şöyle derler: Çünkü bunun karşı tarafa kabzettirilmesi gerçekleşmemektedir. Kabz ise rehnin lüzumu (bağlayıcı olması için) bir şarttır. Çünkü vadenin gelmesi esnasında alacak olan hakkın ondan tahsil edilmesi kaçınılmaz birşeydir. Bu hakkın tahsil edilmesi ise mal oluşundan mümkün olur. Aynından değil. Deyn'de (alacakta) ise bu düşünülemez. 12- Rehinden Faydalanma: Buhârî, Ebû Hüreyre arab'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Binek rehin bırakıldığı takdirde yapılan masraf karşılığında ona binilir. Rehin bırakıldığı takdirde ona yapılan masraf karşılığında sağımlık hayvanın sütü içilir. Binenin ve içenin de masrafını karşılaması gerekir." Buhârî, Rehn 4. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmiş olup her iki yerde de "sütünü içer" yerine "sütünü sağar" demiştir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 76. Hem Buhârî'nin, hem Ebû Dâvûd'un rivâyetinden kısmen farklı rivâyetler için bk. Tirmizî, Buyû’ 31, İbn Mâce, Ruhun 2; Müsned, II, 228, 472 el-Hattabî der ki: Bu müphem bir ifadedir. Bizzat lâfzın kendisinde kimin bineceği ve sütü kimin sağacağı beyan edilmemiştir. Bu kişi acaba rehin bırakan (radıyallahü anhhin) mıdır, rehin alan (mürtehin) mıdır yoksa rehnin elinde bırakıldığı adil (güvenilir) bir kimse midir? Derim ki: Bu husus iki hadiste beyan ve tefsir edilmiştir. Bunlar dolayısıyla da bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Dârakutnî, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Binek hayvanı rehin olduğu takdirde mürtehinin ona yem vermesi görevidir. Sağmal hayvanın da sütü içilir. Onun sütünü içenin de masrafını karşılamak görevidir." Dârakutnî, III, 34. Sonunda: "... ve biner" fazlalığı da vardır. Bu hadisi, Ahmed b. Ali b. el-Ala'dan şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ziyad b. Eyyûb anlattı. Bize Huşeym anlattı, bize Zekeriyya eş-Şa'bi'den o Ebû Hüreyre'den rivâyetle anlattı. Aynı zamanda bu, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür: Mürtehin (rehin alan) masrafı miktarınca rehinden sütünü sağarak sırtına binerek faydalanabilir. Ebû Sevr der ki: Şayet onun masrafını karşılayan rahin ise mürtehin ondan faydalanamaz. Eğer rahin ona masraf yapmayıp ve bunu mürtehinin elinde bırakırsa, mürtehin de ona masraf yaparak binek hayvanına binebilir, köleyi hizmetinde kullanabilir. el-Evzaî ve el-Leys de böyle demişlerdir. İkinci Hadîs-i şerîfi de yine Dârakutnî rivâyet etmiştir. İsnadı hakkında tenkid vardır. Buna dair açıklama da gelecektir. Hadîs-i şerîf İsmail b. Ayyaş'tan, o İbn Ebi Zi'b'den, o ez-Zührî'den, o el-Makburî'den, o Ebû Hüreyre'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Rehin (borç vaktinde ödenmedi diye) alıkonulmaz. Onun faydası da masrafı da rehin sahibine aittir." Dârakutnî, III, 33. Bu Şâfiî, eş-Şa'bi ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. Aynı zamanda Mâlik ve arkadaşlarının görüşüdür. Şâfiî der ki: Rehnin menfaati rehin bakan arâhinbedir. Masrafı da ona aittir. Mürtehin ise belge olsun diye koruma dışındarehnindenhiçbir yolla faydalanamaz. el-Hattabî der ki: Bu, bu konudaki görüşlerin en uygun ve en sahih olanıdır. Bunun delili ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Rehin onu rehin bırakan kimseden alıkonulamaz. Onun faydası da ona aittir, masrafı da ona aittir." Dârakutnî, III, 33 -yakın lâfızlarla- el-Hattabî der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Sahibinden alıkonulamaz" âyeti sahibinin ondan yararlanması engellenemez, demektir. Derim ki: Bu şekliyle zaten açık bir ifade olarak gelmiştir. Dolayısıyla te'vile de gerek yoktur. Tahâvî de der ki: Bu engelleme faizin mubah olduğu, arkasından menfaat getiren borcun yasaklanmadığı, birşeye karşılık -eşit olmasalar dahi- bir başka şeyin olmasının yasaklanmadığı zamanda idi. Bundan sonra fâiz haram kılındı. Ümmet icma ile şunu kabul etmişlerdir. Rehin bırakılan cariye ile rahinin ilişki kurması câiz değildir. Aynı şekilde o cariyenin rahine hizmeti de câiz değildir. en-Nehaî der ki: Rahin rehinden herhangi bir şekilde faydalanamaz. İşte bu en-Nehaî hadisi hem rivâyet ediyor hem de ona muhalif fetva veriyor. Ona göre bunun câiz olabilmesi ancak hadisin mensuh olması halinde sözkonusudur. İbn Abdi’l-Berr der ki: Rehin bırakılan hayvanın sütünün ve ona binmenin rahinin hakkı olduğunu (fukaha) icma ile kabul etmişlerdir. Mürtehinin sağmal hayvanın sütünü sağması ise ya rahinin izniyle olur veya onun izni olmadan olur. Şayet o izin vermeden sağmışsa İbn Ömer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Hiçbir kimse bir başkasına ait davarı onun izniyle olmadıkça sağmasın." Buhârî, Lukata 6; Müslim, Lukata 13; Ebû Dâvûd, Cihâd 86; İbn Mâce, Ticârât 68; Muvatta’', İsti'zân 17; Müsned, II, 6 İşte bu, buna muhalif kanaatleri reddetmekte ve bunun aksini ifade eden hadislerin neshedildiğini gerektirmektedir. Eğer sahibinin izniyle hayvanı sağmışsa, bilinmeyenin satışının ve gararın haram kılınması, yanında olmayanı satmanın ve henüz yapılmamış olanın satılmasının haram olduğu üzerinde icma ile kabul edilen esaslar, bunu da reddetmektedir. Çünkü bütün bunlar faizin haram kılındığını belirten âyet indirilmeden önce idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Huveyzimendad der ki: Eğer mürtehin (rehin alan), rehinden yararlanmayı şart koşarsa, bunun iki hali sözkonusudur. Şayet rehin karz dolayısıyla olmuşsa câiz değildir. Eğer alışveriş yahut icare dolayısıyla alınmış ise caizdir. Çünkü o takdirde o malı, tesbit edilen bedel ve belli bir süre rehin bırakılan şeyin menfaati karşılığında satmış olur. Âdeta bu aynı zamanda bir satış ve bir icare gibi olur. Karzda bunun câiz olmayışına gelince; çünkü o takdirde bu, arkasından menfaat getiren bir karz olur. Diğer taraftan karzın asıl konusu Allah'a bir yakınlık olması için verilmesidir. Ona bir menfaat katılacak olursa bu, cinste bir fazlalığı gerektirir. Bu ise fâiz olur. 13- Rehnin Alıkonulup Çözülmemesi: Rehnin çözülmeyip alıkonulması (ğalak) câiz değildir. Bu ise mürtehinin, eğer vadesi geldiği vakit hakkını getirmediği takdirde alacağı olan hak mukabilinde rehnin kendisine ait olacağını şart koşmasıdır. Bu, cahiliyye dönemi uygulamalarındandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu: "Rehin alıkonulmaz" âyeti ile iptal etmiştir. Biz bunu bu şekilde haber olmak üzere "kaf" harfini ötreli olarak tesbit ettik. Yani rehin herhangi bir şekilde alıkonulmaz, demektir. Rehin çözülmediği takdirde mürtehinin elinde kaldı, çözülmedi, anlamında denilir. Şair de der ki: "Ey komşumuz! Bir araya gelen ayrılır Olaylara rehin olan kimse bundan kurtulmaz." Züheyr de der ki: "Senden asla çözülmeyecek bir rehin ile ayrıldı Veda gününde artık rehin çözülmez bir hal almıştır." 14- Rehnin Alıkonulması Gelirleri ve Masrafları ile İlgili Rivâyetler: Dârakutnî rivâyet ediyor. Süfyan b. Uyeyne, Ziyad b. Sa'd'dan, o ez-Zührî'den, o Said b. el-Müseyyeb'den o Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Rehin alıkonulup engellenmez. Geliri de ona (rehin sahibine)dır, masrafı da ona aittir." Ziyad b. Sa'd, sika hafızlardan birisidir ve bu hasen bir isnaddır. Dârakutnî; III, 32. Bunu ayrıca Mâlik, İbn Şihab'dan o Said b. Müseyyeb'den mürsel olarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan: "Rehin engellenmez" diye rivâyet etmiştir. Muvatta’', Akdiye 13. Ebû Ömer dedi ki: Bildiğim kadarıyla Muvatta’''ı Mâlik'ten rivâyet eden bu hadisi böylece rivâyet etmiştir. Bundan tek istisna Ma'n b. Îsa'dır, o bu hadisi vasletmiştir. Ma'n ise sika bir ravidir. Şu kadar var ki ben bunda hatanın, Ali b. Abdulhamid el-Ğadairî'nin, Mücâhid b. Mûsa'dan onun Ma'n b. Îsa'dan yaptığı rivâyette olacağından korkarım. Bu hadiste Ebû Abdullah Amrus, el-Ebherî'den senediyle: "Geliri de onadır, masrafı da ona aittir" fazlalığını kaydeder. Bu lâfzın merfu olarak rivâyet edilmesinde ise raviler ihtilaf etmişlerdir. Bunu İbn Ebi Zi'b, Ma'mer ve başkaları merfu olarak rivâyet etmişlerdir. İbn Ömer de bunu rivâyet eder ve der ki: Yûnus dedi ki: İbn Şihab dedi ki: Said b. el-Müseyyeb şöyle derdi: Rehin rehin aldığı kimseden olup onun geliri de onadır, masrafı da ona aittir. İbn Şihab'ın bildirdiğine göre bu Said'in sözüdür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilmiş değildir. Ancak Ma'mer, bunu İbn Şihab'dan merfu olarak zikretmektedir. Ma'mer ise İbn Şihab hususunda insanlar arasında en sağlam ravidir. Bunu merfu olarak rivâyet etmek hususunda Yahya b. Ebi Uneyse de ona tabi olmuştur. Fakat Yahya pek kuvvetli değildir. Nakil ilmini bilenlere göre bu hadis, aslında mürseldir. Pek çok cihetten mevsûl olarak rivâyet edilse dahi onlar bu cihetlerin illetli olduğunu söylerler. Bununla birlikte bu hadis hiçbir kimse tarafından te'vilinde ve anlamında ihtilaf etseler dahi, merfu olarak rivâyet edilmez. Dârakutnî de bunu İsmail b. Ayyaş'tan, o İbn Ebi Zi'b'den, o ez-Zührî'den, o Said'den, o Ebû Hüreyre'den merfu olarak rivâyet etmektedir. Ebû Ömer dedi ki: İsmail, İbn Ebî Zi'b'den hadis işitmemiştir. O bunu Abbad b. Kesir'den o İbn Ebi Zi'b yoluyla işitmiştir. Onlara (hadis âlimlerine) göre Abbad zayıftır, onun rivâyeti delil gösterilmez. Yine onlara göre İsmail, eğer kendi beldesi halkından başkalarından hadis rivâyet edecek olursa, hadisi makbul olan bir kimse değildir. Şayet Şamlılardan hadis naklederse hadisi doğrudur. Eğer Medine âlimlerinden ve başkalarından hadis rivâyet edecek olursa rivâyet ettiği hadiste pek çok hata ve ızdırap vardır. İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, VI, 425 vd... Eğer şişmanlamak gibi ayırdedilemiyor ise veya yavrulamak gibi nesil olursa -ki hurma ağacının fidanı da bu kabildendir- relinin kapsamına girer. Bunun dışında kalan gelir, meyve, süt, yün gibi şeyler ise şart koşulmadıkça rehnin kapsamına girmez. Aralarındaki fark da şudur: Yavrular zekâtta annelere tabidir. Ancak yün, süt ağaçların meyvesi böyle değildir. Çünkü bunlar zekâtta annelere tabi değildir, onların şekline de benzememektedir, onların anlamını da ihtiva etmemektedir, varlıkları da onlarla birlikte olmaya bağlı değildir. O bakımdan bunlar kendi hükümlerine tabi olurlar. Yavruların hilâfına aslın hükmüne tabi olmazlar. Bunun doğru olanını en iyi bilen Allah'tır. 16- Borcu Serveti Kadar Olanın Rehin Bırakması: Borçlan malını kuşatmış kimsenin relini, iflas etmediği sürece caizdir. Mürtehin diğer alacaklılara göre rehin üzerinde daha bir hak sahibi olur. Bunu Mâlik ve bir topluluk söylemiştir. Mâlik'ten buna muhalif görüş de rivâyet edilmiştir. Bu görüşü aynı zamanda Abdulaziz b. Ebi Seleme de benimsemiştir. Buna göre alacaklılar o rehinde rehin alanla birlikte ortaktırlar. Ancak bu görüş birşey ifade etmez. Çünkü hacr altına alınmayan kimsenin alım-satım kabilinden tasarrufları bütün hallerinde sahihtir. Alacaklılar ise onunla alışveriş yaparak ve borcunu ödeyecek şekilde onunla muamele etmişlerdir. Bu konuda (aslında) Mâlik'in farklı görüşleri yoktur. Rehinde de durum böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 17- Biri Diğerine Emanet Bırakırsa: Yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse..." âyeti bir şarttır. Borçlunun borcunu ödemesi tavsiyesi ve sallallahü aleyhi ve sellemsaklamayı terketmeyi tavsiyesi bununla bağlantılı olarak zikredilmiştir. Yani, eğer borçlu kimse hak sahibine göre emin ve güvenilir bir kimse ise, o hak sahibine kendisine güvenerek üzerinde bıraktığı hakkını eksiksiz ödesin. Yüce Allah'ın: "Ödesin" âyeti, "edâ" kökünden hemze'li bir kelimedir. Şartın cevabıdır. Hemzenin hafifletilerek "vav"a kalbedilmesi caizdir. Ancak "elif de okunmaz "elif" ile "hemze" arası da okunmaz. Çünkü "elifin bir önceki harfin harekesi ancak meftuh olur. Bu âyet vücup ifade eden bir emirdir. Buna karine ise borçların eksiksiz ödenmesinin vacip olduğu üzerindeki icma ile buna dair hakimin hükmünün sübutu ve borçluları ödemeye mecbur etmesidir. Ayrıca başkasının malının haram kılınmasına dair sahih hadisler de bu vücubu ortaya koyan başka karinedir. Yüce Allah'ın: "Emanetini" âyetindeki emanet kelimesi masdardır. Zimmette olan şey aborçba bu ad verilmiş ve ona nisbet edilmesi bakımından üzerinde borç olan kimseye izafe edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Mallarınızı sefihlere vermeyiniz" (en-Nisâ, 4/5) âyetinde olduğu gibi. 19- Şahitlik Gizlenmesin: Haktan herhangi bir şeyi gizlememek hususunda "Rabbi olan Allah'tan korksun." "Şahitliği de gizlemeyin" âyeti yüce Allah'ın: "Zarar vermesin" âyetinin açıklamasıdır. Burada şahide şahitliği gizlemek suretiyle zarar verilmesi yasaklanmaktadır. Bu ise, birisi tehdid olmak üzere pek çok karine ile vücup belirten bir nehiydir. Nehyin mahalli ise şahidin hakkın zayi olmasından korktuğu yerdir. İbn Abbâs dedi ki: Şahidin, şahitlik etmesi istenen yerde şahitlik etmesi gerekir. Haber vermesi istenen yerde de haber vermesi gerekir. Yine İbn Abbâs der ki: Ben bu şahitliği emirin huzurunda bildireceğim demeyesin. Onu orada bildir. Belki döner ve aklını başına alır. Ebû Abdurrahman gaib için nehiy olarak "ye" harfiyle: "Şahitliği gizlemesinler, diye okumuştur. 20- Şahitler Birden Çok Olursa Şahitlik Etmenin Hükmü: Hakka dair şahit olanlar pek çok olurlarsa kifâye yoluyla bu şahitliği yapmaları taayyün eder. Aralarından iki kişi bu şahitliği yapar, hakim de bu iki kişinin şahitliği ile yetinirse farz, diğerlerinden düşer. Hakim iki kişinin şahitliği ile yetinmezse, isbat gerçekleşene kadar hakimin huzuruna gitmek teayyun eder. Bu ise şahitlik edecek kimsenin çağrılması ile bilinir. Şayet ona: "Benim lehime senin bildiğin şahitliği eda etmek üzere hakkımı dirilt!" denilecek olursa, o kimse için bu şahitliği yapmak taayyün eder. 21- Şahitliği Gizleyen Günahkârdır: Yüce Allah'ın: "Kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günahkârdır" âyetinde özellikle kalbin zikredilmesi, gizlemenin kalbin fiillerinden olduğundan dolayıdır. Diğer taraftan öyle bir et parçasıdır ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da buyurduğu gibi onun düzelmesiyle bütün ceset düzelir. Böylelikle burada geneli kastetmek üzere onun bir parçası sözkonusu edilmiştir. Buna dair açıklamalar sûrenin baş tarafında geçmiştir. (el-Bakara, 2/7. âyet 4. başlıkta). el-Kiyâ (et-Taberî) der ki: Kalp, şehâdeti edâ etmemeyi kararlaştırıp dil ile edayı da fiilen terk ettiğinden, her iki bakımdan da günahkâr olur. Buna göre: "Kalbi günahkârdır" ifadesi bir mecazdır. Tehdide delâlet ise hakikatten daha ileridir. Bu oldukça harika (bedi) bir beyan ve manevi halleri oldukça ince bir üslûpla dile getiren bir ifadedir. Denildiğine göre, kalbin günah kazanması başka bir yaratığa dönüşmesine sebebtir. Allah, bir kalbin hilkatini değiştirdi mi, onu münafık bir kalp kılar ve onu mühürler. Bundan Allah'a sığınırız, buna dair açıklamalar, sûrenin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Onun kalbi" âyeti "günahkârdır" âyeti ile refedilmiştir. "Günahkârdır" âyeti de "(........) muhakkak" âyetinin haberidir. Burada "günahkârdır" âyeti mübteda olarak da merfu olabilir. "Onun kalbi" ise haber yerini tutan bir faildir. Cümle bütünüyle 'nin haberidir. Arzu edilirse "günahkârdır" kelimesi muahhar bir mübtedanın haberi olarak da merfu kabul edilebilir. Yine "onun kalbi" âyeti, "günahkârdır" âyetinden cüz'ün külden bedeli olarak bedel de olabilir. "Günahkârdır" kelimesindeki zamirden bedel de olabilir. 22- Allah'ın Emir ve Hükümleri İnsanların Lehinedir: Şunu bil ki; Allah'ın emretmiş olduğu şahitlik ve yazışma, insanların arasının düzelmesine riâyet ve ilişkilerinin bozulmasına götüren anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak içindir. Böylelikle şeytanın insana hakkı inkâr etmeyi güzel göstermesi ve şeriatın kendisi için çizmiş olduğu sının aşmayı ona süslü göstermesi önlenmiş olur veya hak edilen miktar ile yetinmeyi terketmenin önüne geçilmiş olur. İşte bunun için şeriat alışkanlık haline getirildiği takdirde anlaşmazlıklara, insanlar arası ilişkilerin bozulmasına, kinlerin ve ayrılıkların başgöstermesine götüren meçhul alışverişleri haram kılmıştır. Bunlar arasında yüce Allah'ın şu âyetiyle haram kılmış olduğu içki ve kumar da vardır: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranızda kin ve düşmanlık bırakmak... ister." (el-Maide, 5/91) Emir ve yasakları hususunda Allah'ın teklif ettiği edep ile edeplenenler dünyasını da dinini de düzene koyar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlar kendilerine öğütlenenleri yapsalardı elbette haklarında çok hayırlı olurdu." (en-Nisâ, 4/66) 23- İyi ve Kötü Yanlarıyla Borç: Buhârî'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Onları geri ödemeyi isteyerek insanların mallarını alan kimsenin yerine Allah ödeme yapar. Onları telef etmek kastıyla başkalarının mallarını alanı da Allah telef eder." Buhârî, İstikraz 2; İbn Mâce, Sadakat 11; Müsned, II, 361, 417. en-Nesâî'nin rivyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Meymune borç alırdı. Ey mü’minlerin annesi! Yanında ödeyebilecek imkân olmadığı halde borç alıyorsun, denilince şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ödemek isteyerek kim bir borç alırsa Allah ona o borcu ödemesi için yardımcı olur." Nesâî, Buyû’ 99; Müsned, VI, 332, 335. et-Tahâvî, Ebû Cafer et-Taberî ve el-Haris b. Ebû Usame, Müsned'inde Ukbe b. Amir'den rivâyetlerine göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Emniyete kavuştuktan sonra nefisleri korkutmayınız." (Ashâb): Ey Allah'ın Rasûlu! Bu ne demektir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Borçtur" dedi. Müsned, II, 146, 154. el-Heytemî, bu hadisin İmâm Ahmed tarafından zikredilen iki senedinden birisinin ricalinin sika râviler olduğunu belirtmektedir. (Mecmau'z-Zevâid, IV, 126-127). Buhârî rivâyet ediyor: Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir duasında şöyle dediğini zikreder: "Allah'ım, ben kederden, sıkıntıdan, acizlikten, tembellikten, korkudan, cimrilikten, borcumun çok olmasından ve insanların bana galip gelmesinden Sana sığınırım." Buhârî, Cihâd 74, Et'ime 28, Deavât 36, 40; Ebû Dâvûd, Vitr 32; Tirmizî, Deavât 70; Nesâî, İstiâze 7, 8, 25, 45; Müsned, III, 226. İlim adamları der ki: Borcun çok olması (dalau'd-deyn) o borcu alan kimsenin ödeyecek imkânı bulamamasıdır. Bu, Arapların: Ağır yük anlamına gelen tabirinden alınmadır. Yük taşıyamayan bineğe de denilir. Bu açıklamaları Kitabu'l-Ayn’ın müellifi (Sîbeveyh) yapmıştır. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Deyn (borç) dinin çirkinliğidir." el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munîr Şerhu'l-Câmü's-Sağîr, II, 274, "sahih" olduğu kaydıyla. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Borç geceleyin keder, gündüzün de zillet sebebidir." İlim adamlarımız der ki: Deyn'in çirkinlik ve zillet sebebi olması kalbi ve hafızayı meşgul etmesi, onu ödemek için gösterilmesi gereken çaba ve gayrettir. Diğer taraftan borçlunun alacaklısını gördüğü vakit, alçalması ve zamanına kadar ertelenmesi için alacaklısının minnetine katlanması dolayısıyladır. Kimi zaman o borcunu ödeyeceğine vaadde bulunur fakat sözünde duramaz. Yahut borç dolayısıyla borçlu birtakım şeyler söyler, fakat yalancı çıkar veya alacaklısına yemin eder, yeminini bozar... ve buna benzer başka hususlar. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) günah kazanmaktan ve borçlanmaktan Allah'a sığınırdı. Ey Allah'ın Rasûlü, borçtan ne kadar da sığınıyorsun? denilince şöyle buyurdu: "Kişi borçlandı mı konuşur yalan söyler, söz verir ve sözünde durmaz." Buhârî, Ezan 149, İstikraz 10; Müslim, Mesâcid 129; Ebû Dâvûd, Salât 149; Nesâî, Sehv 64; Müsned, VI, 89, 244. Aynı zamanda belki de borcunu ödeyemeden vefat eder ve bu sefer borcu karşılığında rehin tutulur. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Mü’minin canı borcu karşılığında borcu ödeninceye kadar kabrinde rehin olarak alıkonulur.". İşte bütün bu sebepler dinin güzelliğini gideren, kemalini eksilten, dindeki çirkinliklerin sebepleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın, yazışmayı, şahit tutmayı, rehin almayı emretmiş olması, malların korunması ve artırılmasına gereken riâyetin gösterilmesi için kat'î bir nastır. Bunun böyle olmadığı görüşünde olan cahil ve tıpkı davar güdenlere benzeyen mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflara bir reddir. Bunlar bütün mallarını elden çıkarır, kendilerine, ailelerine yetecek kadarını elde tutmazlar. Diğer taraftan kendisi muhtaç olup ailesi fakir olunca, ya kardeşlerin minnetlerine ve sadakalarına maruz kalır yahut da dünya ehli kimselerden ve bunların zâlimlerinden almak zorunda kalır. Bu ise yerilmiş ve yasaklanmış bir fiildir. Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Ben bilgilerinin azlığı ile birlikte bu şekilde hareket eden ve zahid geçinen kimselere şaşmıyorum. Asıl belli bir ilim ve akla sahip birtakım kimselerin şeriata ve akla zıt olmakla birlikte bu işi teşvik etmelerine, bunu emretmelerine şaşıyorum. el-Muhasibî bu konuda uzun uzun sözler nakleder. Ebû Hamid et-Tusî de onun bu konudaki görüşlerini tebcil eder, onu destekler. Bana göre Haris el-Muhasibî, Ebû Hamid'e göre daha çok mazur görülebilir. Çünkü Ebû Hamid daha fakih idi. Şu kadar var ki onun tasallallahü aleyhi ve sellemvufa girmesi, girip kabul ettiği şeye yardımcı olmasını gerektirmiştir. el-Muhasibî bu konuda uzun açıklamaları arasında şunları söyler: Bana ulaştığına göre, Abdurrahman b. Avf vefat edince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bazıları şöyle dedi: Terkettikleri şeyler hakkında Abdurrahman için korkuyoruz. Ancak Ka'b (el-Ahbâr) şöyle dedi: Sübhanallah, Abdurrahman'a ne diye korkuyorsunuz? Helâlden kazandı, güzel bir şekilde infak etti ve helâl şeyler bıraktı. Bu sözler, Ebû Zerr'e ulaşınca, Ka'b'ı görmek isteyerek kızgınlıkla dışarı çıktı. Yolda bir devenin çene kemiğini gördü, onu eline aldı. Sonra Ka'b'ı aramaya koyuldu. Ka'b'a: Ebû Zerr seni arıyor denilince çıkıp kaçtı. Nihayet Hazret-i Osman'ın yanına çıktı, ondan himaye edilmeyi istedi ve durumu ona bildirdi. Ebû Zerr ise Ka'b'ı takip edip duruyordu. Nihayet Hazret-i Osman'ın evine ulaştı. İçeri girince Ka'b kalkıp Ebû Zerr'den kaçarak Hazret-i Osman'ın arkasına oturdu. Ebû Zerr ona: Ey yahudi kadının oğlu: Sen Abdurrahman'ın geriye bıraktığı şeyler dolayısıyla onun için bir mahzur olmadığını mı ileri sürüyorsun? Yemin olsun ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün dışarı çıktı ve şöyle dedi: "Malları pek çok olanlar Kıyâmet gününde pek az olacaklardır. Ancak şöyle ve şöyle diyenler (ve servetini infak edenler) müstesna." Buhârî, İstikraz 3, Rikaak 14; Müslim, Zekât 32, 33; Nesâî, Zekât 2; Müsned, II, 391, 399, 525 (hep Ebû Hüreyre'den), V, 152 (Ebû Zerr'den) el-Muhasibî dedi ki: İşte Abdurrahman b. Avf, faziletine rağmen Kıyâmet gününde helâlden kazandıkları dolayısıyla Arasat'ta durdurulacaktır. Bunların iffetlerini korumak ve iyilikler yapmak için mal elde etmeleri, fakirlerle birlikte cennette yürümelerine engel olmuştur. Onların ardından emekleyerek gitmek zorunda kalmışlardır (der) ve buna benzer diğer sözleri... Bunları Ebû Hamid zikrettikten sonra bu sözleri takdir eder ve Sa'lebe hadisiyle de güçlendirir. Sa'lebe'ye mal ihsan edildiğini fakat onun da zekât vermediğini kaydeder. Ebû Hamid dedi ki: Peygamberlerin ve velilerin hallerini sözlerini tetkik eden bir kimse mala sahip olmamanın, malın varlığından daha faziletli olduğunda şüphe etmez. İsterse bu var olan mal hayırlı yollarda harcansın. Çünkü malın en asgarî hali, o malı yoluna koymak için kalbin onunla uğraşması ve Allah'ın zikrinden uzak durmasıdır. O bakımdan müridin, elinde zarurî olan miktarı dışında hiçbir mal kalmayacak şekilde malını elinden çıkarması gerekir. Çünkü elinde bir dirhem kaldığı sürece kalbi ona meyi eder ve onun kalbi böylelikle yüce Allah'tan perdelenmiş olur. el-Cevzî der ki: İşte bütün bunlar şeriate de akla da muhaliftir. Maldan kastın ne olduğunun yanlış anlaşıldığını ortaya koymaktadır. Halbuki Allah malı şereflendirmiş, kadrini yüceltmiş, korunmasını emretmiştir. Zira Allahü teâlâ malı Âdemoğlunun hayatını ayakta tutan bir unsur kılmıştır. Şerefli Âdemoğlunu ayakta tutacak konuma getirdiği şey de elbette ki şereflidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın, sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin." (en-Nisâ, 4/5.) Yine yüce Allah, malın reşid olandan başkasına teslim edilmesini şu âyetiyle yasaklamaktadır: "Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz mallarını onlara teslim edin." (en-Nisâ, 4/6) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da malın zayi edilmesini nehyetmiştir. Yüce Allah'ın bizler için hoş görmediği şeylerden birisi olarak malın zayi edilmesi olduğunu belirten Hadîs-i şerîfe işaret etmektedir. Buhârî, İstikraz 19, Zekât 53, Edeb 2; Müslim, Akdiye 1, 12, 13; Muvatta’', Kelâm 2; Müsned, II, 327, 360, IV, 246, 249, 254. Hazret-i Sa'd'e de şöyle demiştir: "Şüphesiz ki senin, mirasçılarını zengin bırakman onları insanlara avuç açacak şekilde fakir bırakmandan daha hayırlıdır." Buhârî'nin bu hadisi zikrettiği yerlerden bazıları: Cenâiz 37, Vesâyâ 2, Nefekaat 69; Müslim, Vasiyye 5, 8; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 2; Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesâyâ 3; İbn Mâce, Vesâyâ 5; Dârimî, Vesâyâ 7; Muvatta’', Vesâyâ 4; Müsned, I, 168, 172, 173, 176, 179. Yine Hazret-i Peygamber: "Ebû Bekir'in malı gibi bana hiçbir malın faydası dokunmamıştır" İbn Mâce, Mukaddime 11; Müsned, II, 253, 366. diye buyurmuştur. Amr b. el-As'a da şöyle demiştir: "Salih olan mal salih olan adama ne güzel yakışır." Müsned, IV, 197, 202. Ayrıca Hazret-i Enes'e dua etmiş ve duasının sonunda şöyle buyurmuştur: "Allah'ım ona çokça mal ve evlat ver ve bunları ona mübarek kıl." Buhârî, Deavât 19; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 141 Ka'b: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Benim tevbemin bir bölümü de Allah'a ve Rasûlüne sadaka olmak üzere malımı bütünüyle elimden çıkarmaktır. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Malının bir kısmını elinde tut. Böylesi senin için daha hayırlıdır. " Buhârî, Zekât 18, Vesâyâ 16, Meğâzî 79, Eymân ve Nüzûr 24; Müslim, Tevbe 53; Ebû Dâvûd, Eymân 23; Nesâi, Eymân 37; Dârimî, Zekât 25; Muvatta’', Nüzûr ve Eymân 1; Müsned, III, 454, 456, 459, VI, 389; Ebû Lübâbe de tevbe ettiğinde Resûlüllah'a benzer sözler söylenmiş ve aynı cevabı almıştı: Müsned, III, 453, 502. el-Cevzî dedi ki: Bu hadisler sahih kitaplarda rivâyet edilmiştir ve bunlar mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların malı çoğaltmanın bir hicap ve bir ceza olduğu ve malı elde tutmanın tevekküle aykırı olduğu şeklindeki kanaatlerine muhaliftir. Mal fitnesinden korkulduğu inkâr olunamaz. Pek çok kimsenin bu korku dolayısıyla maldan uzak durdukları, malın uygun yoldan toplamanın çok nadir görüldüğü, kalbin mal fitnesinden uzak durmasının az olduğu, malın varlığı ile birlikte kalbin ahireti hatırda tutmasının nadir görüldüğü inkâr olunamaz. İşte bundan dolayı mal fitnesinden korkulmuştur. Mal kazanmaya gelince; helâl yoldan ihtiyaç kadarını kazanmakla yetinmek kaçınılmaz bir iştir. Yine helâl yoldan mal toplamak ve malı çoğaltmak maksadını güdenin ise, maksadına bakılır. Eğer bununla övünmeyi, başkalarına karşı iftihar etmeyi kastetmiş ise, bu çok kötü bir maksattır. Şayet kendisinin ve aile halkının iffetini koruyup kendisinin ve onların karşı karşıya kalacakları sıkıntılı zamanlar için saklayacak olursa, kardeşlerinin darlıklarını genişletmek, fakirleri zengin kılmak, türlü menfaatleri yapmak kastı ile bu işi yaparsa, bu maksadı dolayısıyla ona sevap verilir. Bu niyet ile onun mal toplaması pek çok itaatten daha faziletlidir. Ashab-ı kiramın büyük bir çoğunluğunun mal toplama hususundaki niyetleri, bu konudaki maksatları güzel olduğundan dolayı kötülükten uzaktır. O bakımdan mala karşı tutkuları vardı ve mallarının artırılmasını dilemişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ez-Zübeyr'e atının koşabildiği kadar bir yeri ikta olarak verince atını koşturdu, nihayet ayağa kalktı, sonra da kamçısını ileri attı, Hazret-i Peygamber de: "Kamçısının ulaştığı yere kadarını ona veriniz" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Harac 36. Sa'd b. Ubade de duasında: Allah'ım, bana genişlik ver, derdi. Hazret-i Yusuf'un kardeşleri de: "Bir deve yükü de fazladan zahire alırız" (Yusuf, 12/65) demişlerdi. Hazret-i Şuayb da Hazret-i Mûsa'ya: "Şayet on yıla tamamlarsan o senin iyiliğindendir." (el-Kasas, 28/27) demişti. Hazret-i Eyyub'a da afiyet verilince büyük bir kitle halinde altından çekirgeler saçılmıştı. O da elbisesine doldurdukça doldurmaya çalıştı. Ona: Doymadın mı denilince: Rabbim hiç fakir senin lütfundan doyar mı? demişti. Buhârî, Ğusl 20, Enbiyâ 20, Tevhîd 35; Nesâî, Ğusl 7. Bu, insan tabiatında yer etmiş olan bir husustur. el-Muhasibî'nin sözlerine gelince; bu bilgisizliğe delalet eden bir hatadır. Ka'b ve Ebû Zerr ile ilgili naklettiği hadise gelince; bu imkânsızdır. Cahillerin uydurmasıdır. O kafileye (mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflara) katıldığı için bu hadisin sahih olmadığını bilememiştir. Rivâyet tariki sabit olmamakla birlikte kısmen rivâyet edilmiştir. Çünkü onun senedinde İbn Lehia vardır İbn Lehia da tenkid edilmişir. Yahya: Hadisi delil olmaz, demiştir. Tarihî bakımdan sahih olan ise Ebû Zerr'in hicri 25 yılında vefat ettiği, Abdurrahman b. Avf'ın ise otuz iki hicri yılında vefat ettiğidir. Buna göre Abdurrahman b. Avf, Ebû Zerr'den yedi yıl daha fazla yaşamış bulunmaktadır. Diğer taraftan onların hadis diye zikrettikleri şeyin lâfzı, bu hadislerin uydurma olduğunu göstermektedir. Ashab-ı Kiram: Bizler Abdurrahman b. Avf için korkuyoruz, nasıl diyebilir? Malın helâl yoldan toplanmasının mubah olduğuna dair icma yok mudur? Mubah olmakla birlikte böyle bir korku nasıl açıklanabilir? Şeriat önce bir şeye izin, vermişken sonra da bundan dolayı cezayı öngörebilir mi? Bu gerçekten az bir kavrayış ve az bir fıkhın eseridir. Diğer taraftan hiç Ebû Zerr Abdurrahman b. Avf'a karşı çıkar mı? Abdurrahman b. Avf, Ebû Zerr kendisine yaklaşamayacak kadar ondan hayırlıdır. Onun yalnızca Abdurrahman b. Avf ile bu açıdan ilgilenmesi, ashab-ı kiramın siretini gereği gibi tetkik etmediğinin delilidir. Çünkü Hazret-i Talha, her birisinde üç kantar bulunan üçyüz yük miras bırakmıştı. ez-Zübeyr'in malı 250.000 (dirhem) idi. İbn Mes'ûd geriye doksan bin (dirhem) bırakmıştı. Ashab-ı kiramın pek çoğu mal kazanmış, bunları geriye bırakmıştı. Kimse de bunların bu yaptıklarına tepki göstermemişti. Onun: "Abdurrahman Kıyâmet gününde emekleyerek gidecektir" demesine gelince; bu onun hadisi bilmediğinin delilidir. Kıyâmet gününde Abdurrahman b. Avf'ın emeklemesini söylemekten Allah'a sığınırım. Ne dersiniz! İlk müslümanlardan cennete gireceklerine dair şahitlik edilen on kişiden birisi, Bedir'e katılmış ve Hazret-i Ömer'in halifeyi tayin etmek üzere tesbit ettiği şura üyelerinden birisi emekler mi? Ayrıca bu hadisi Umare b. Zazan rivâyet etmektedir. Buhârî der ki: Kimi zaman onun rivâyet ettiği hadisler muzdariptir. Ahmed der ki: Enes'ten pek çok münker hadis rivâyet eder. Ebû Hâtim er-Râzî de der ki: Onun rivâyeti delil olmaz. Dârakutnî der ki: Zayıftır. el-Muhasibî'nin: "Helal malı terketmek toplamaktan daha faziletlidir" sözlerine gelince; durum hiç de öyle değildir. Toplama maksadı sahih olduğu takdirde; onu toplamanın ilim adamlarına göre daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Said b. Müseyyeb şöyle derdi: Mal taleb etmeyende hayır yoktur. Mal ile borcunu öder ve yine onunla ırzını korur. Ölürse o malı kendisinden sonrakilere miras bırakır. İbn Müseyyeb geriye 400 dinar miras bırakmıştı. Süfyan es-Sevri, 200 dinar. Süfyan şöyle derdi: Mal bu zamanda bir silahtır. Selef malı övüp durur ve karşı karşıya kalacakları sıkıntılar için fakirlere yardımcı olmak için mal toplarlardı. Aralarında bazılarının mal toplamaktan uzak durmaları, ibadetle uğraşmayı tercih etmelerinden dolayıdır. Bütün gayretlerini bu hususta bir araya toplamak istediklerinden dolayı da az mal ile kani olmuşlardır. Eğer bu kişi, şüphesiz az mal daha iyidir, deseydi haktan fazla uzaklaşmış olmazdı. Ancak o bu konuda söyledikleriyle günah işlemek mertebesine doğru yaklaşmıştır. Derim ki: Malları korumaya ve onları görüp gözetmeye delil olan hususlardan birisi de malı korumanın ve mal için çarpışmanın mubah kılınmasıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Malı uğrunda öldürülen kişi de şehittir." Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, îman 236; Ebû Dâvûd, Sünne 29; Tirmizî, Diyât 21; Nesâi, Tahrîmu'd-Dem 22-24; İbn Mâce, Hudûd 21; Müsned, I, 188, 189, 190, II, 163, 193, 194... İleride buna dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- Maide Sûresi'nde (5/33, 34. âyetler 13. başlıkta) gelecektir. 284Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azablandırır. Allah herşeye kadirdir. Yüce Allah'ın: "Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır" âyetinin anlamı(na dair açıklamalar) önceden geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/116 ve 225. âyetler vs.) Yüce Allah'ın: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: İnsanlar yüce Allah'ın: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" âyeti hakkında beş ayrı görüş ileri sürmüşlerdir: 1- Bu görüşe göre bu âyet neshedilmiştir. Bunu İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Âişe, Ebû Hüreyre, en-Nehaî, Atâ, Muhammed b. Şîrîn, Muhammed b. Ka'b, Mûsâ b. Ubeyde, ashab ve tabiinden bir grup ileri sürmüştür. Bu mükellefiyet, yüce Allah'ın: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) âyeti ile, bu zorlu durum sona erinceye kadar tam bir sene devam etti. Bu da İbn Mes'ûd, Âişe, Atâ, Muhammed b. Sirîn, Muhammed b. Kab ve başkalarının görüşüdür. Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Yüce Allah'ın: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" âyeti nazil olunca ashab-ı kiramın kalplerine öyle bir duygu yerleşti ki, hiçbir şeyden dolayı benzeri bir duygu kalplerine girmiş değildir. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Dinledik, itaat ettik ve teslim olduk, deyiniz" buyurdu. Allah kalplerine imanı yerleştirdi daha sonra da yüce Allah şu buyrukları indirdi: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme!" Yüce Allah: "Ben de bunu yaptım" der. "Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme!" Yüce Allah: "Ben de yaptım" diye buyurur. "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et." Yüce Allah da: "Yaptım" diye buyurur. " Müslim, Îman 200; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 40; Müsned, I, 233, 332 (yakın lâfızlarla). Bir rivâyette de: Onlar bunu yapınca şanı yüce Allah bu âyeti atefsirini yapmakta olduğumuz buyruğub neshetti, daha sonra da: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" âyetini indirdi. Buhari, Tefsir 2. SÛRE 55; Tirmizî, Tefsir 2. SÛRE 38. İleride gelecektir. 2- İbn Abbâs, İkrime ve eş-Şabî ile Mücâhid dedi ki: Bu âyet-i kerîme muhkem ve tahsis edilmiştir. Bu âyet-i kerîme gizlenmesi yasak kılınmış şahitlik ile ilgilidir. Yüce Allah bu âyet-i kerimede şahitliği gizleyip bunu içinde saklayanın hesaba çekileceğini bildirmiştir. 3- Âyet-i kerîme nefislerde başgösteren şüphe ve yakîn hakkındadır. Bunu da yine Mücâhid söylemiştir. 4- Bu âyet-i kerîme muhkemdir, umumîdir, neshedilmemiştir. Allah kullarını yaptıkları dolayısıyla da işlemeyip de içlerinde yerleşen içlerinde gizledikleri niyet ettikleri ve yapmak istedikleri şeyler dolayısıyla da hesaba çekecektir. Bunu mü’minlere bağışlayacak ve bu yapılmak istenen şeyler dolayısıyla münafıklar sorumlu tutulacaktır. Bunu Taberî bazı kimselerden nakletmiş ve İbn Abbâs'tan buna benzer bir nakilde de bulunmuştur. Ali b. Ebi Talha'dan, o İbn Abbâs'tan, İbn Abbâs'ın bu âyetin neshedilmediğini söylediğini rivâyet etmektedir. Fakat yüce Allah bütün yaratıkları bir araya getireceğinde şöyle diyecektir: "Ben sizlere içinizde gizlediklerinizi bildireceğim." Mü’minlere gizlediklerini bildirecek, sonra onlara mağfiret edecektir. Şüphe ve tereddüt sahibi olan kimselere de içlerinde gizledikleri yalanlamayı haber verecektir. İşte yüce Allah'ın: "Allah onunla sizi hesaba çeker, kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır" âyetinde kastedilen budur. Yine yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar" (el-Bakara, 2/225) âyeti de böyledir. Burada şüphe ve münafıklıktan dolayı sorumlu tutar, anlamındadır. ed-Dahhak da der ki: Allah, Kıyâmet gününde kişiye kendisi için gizli kalmadığını bildirmesi için dünyada iken neler gizlemekte olduğunu bildirecektir. Haberde şöyle denilmektedir: Şüphesiz yüce Allah kıyâmet günü şöyle buyuracaktır: Bu, gizli saklı sırların sınanan kalpteki gizliliklerin açığa çıkarıldığı bir gündür. Benim kâtiplerim sizin amellerinizden ancak görülenleri yazmışlardır. Onların muttali olmadıkları, haberdar olamadıkları ve yazmadıkları şeylere muttali olan benim. Bunları Ben size haber vereceğim ve bunlardan dolayı sizi hesaba çekeceğim. Sonra da dilediğime mağfiret edecek, dilediğime de azap edeceğim." Ardından mü’minlere mağfiret edecek, kâfirlere azâb edecektir. Bu âyet bu konuda varid olmuş en sahih rivâyettir. Bunun doğruluğuna ileride zikredilecek olan necvâ (Kıyâmet Günü Allah'ın kulu ile özel olarak konuşması)ya dair hadis delâlet etmektedir. Hadis biraz sonra zikredilecek, kaynakları da orada belirtilecektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu sabittir: "Allah ümmetimin konuşup söylemedikçe yahut gereğince amel etmedikçe içlerinden geçirdiklerini affetmiştir" Buhârî, Itk 6, Talâk 11, Eymân 15; Müslim, îman 201, 202; Ebû Dâvûd, Talâk 15; Tirmizî, Talâk 8; Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 14, 16; Müsned, II, 425, 474, 481, 491. hadisi ileri sürülerek buna itiraz edilemez. Çünkü biz bu konuda şöyle diyoruz: Bu âyet dünya hükümleri hakkında yorumlanır. Sözlü olarak söylemedikçe, hükümleri kendileri için bağlayıcı olmayan boşama, köle azad etme ve satış (niyetleri) gibi. Âyet-i kerimede sözkonusu edilip kendisi dolayısıyla hesaba çekileceği belirtilen hususlar ise, ahirette olacak ve kişinin kendisiyle Allah arasında olan şeyler hakkındadır. el-Hasan der ki: Âyet-i kerîme muhkemdir, mensuh değildir. 5- et-Taberî der ki: Başkaları da İbn Abbâs'tan nakledilen bu anlama yakın açıklamalarda bulunmuşlar, ancak onlar şunu da eklemişlerdir: İçten geçen ve insanın düşüncesinde yer eden şeylere ceza olarak verilen azap, dünya musibetleri, acıları vesair hoşlanılmayan şeyleriyle gerçekleşir. Daha sonra bu konuda Hazret-i Âişe'den bu anlama yakın bir rivâyeti senediyle zikrederler. İşte beşinci görüş budur. Taberî de âyet-i kerimenin muhkem olup mensuh olmadığı görüşünü tercih etmektedir. İbn Atiyye der ki: İşte doğru olan da budur. Çünkü şanı yüce Allah'ın: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" âyetinin anlamı, sizin takatiniz içerisinde ve kendi kazancınız çerçevesinde olan şeyler hakkındadır. Bu ise kalbî kanaat ve düşünce ile gerçekleşir. Âyet-i kerimenin lâfzının kapsamına, gelip geçen düşüncelerin de girmesi mümkün olduğundan dolayı, ashab-ı kiram da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bundan dolayı korkmuş ve çekinmişlerdir. Yüce Allah ise öbür âyet-i kerîme ile bununla neyi murad ettiğini beyan etmiş, bu âyet-i kerimeyi tahsis etmiş ve bunun hükmünü, hiçbir kimseye takatinden; fazlasını yüklemeyeceğini dile getirmek suretiyle nass ile belirtmiştir. İçten gelip geçen düşünceler ise bu kabilden değildir, onların önlenmesi de insanın gücü çerçevesinde değildir. Aksine bunlar insanın karşı koyamadiği duygulardır ve fiilen kazandığı şeylerden değildir. İşte sonra gelen âyet-i kerimenin açıklaması ile kurtuldular, sıkıntıları da açılmış oldu. Âyet-i kerimenin geri kalan kısmı ise muhkemdir ve onda nesh sözkonusu değildir. Nesih olmadığını ortaya koyan hususlardan birisi de âyet-i kerimenin haber kipinde oluşudur. Haberler hakkında ise nesih sözkonusu olmaz. Herhangi bir kimse burada neshin var olduğu kanaatinde olursa, âyet-i kerimeden korkup dehşete kapıldıkları vakit ashab-ı kiram hakında sözkonusu olan hükmün de onun için sözkonusu olması gerekir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kirama söylediği: "Dinledik ve itaat ettik, deyiniz" sözünden anlaşılmaktadır. Bu, onlara bu hâl üzerinde sebat göstermeleri, buna bağlı kalmaları ve mağfiret etmesi için Allah’ın lütfunu beklemek üzere sebat etmelerine dair bir emirdir. Eğer bu hüküm bu şekilde kabul edilecek olursa, bunda neshin vaki olduğu iddiası sahih olur. O takdirde âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa onlar ikiyüz kişiye galip gelirler" (el-Enfal, 8/65) âyetine benzer. Bu âyetin da lâfzı haberdir. Ancak bunun anlamı: Siz bu sınıra bağlı kalıp riâyet ediniz, bunun üzerine sebat gösteriniz ve buna göre sabrediniz, şeklindedir. Daha sonraları ise bu nesh olundu. Bildiğim kadarıyla bütün insanlar (ilim adamları) cihada dair bu âyet-i kerîme, ikiyüz kişiye karşı yüz kişinin sabır ve sebat göstermesini ifade eden âyet ile nesh olunmuştur. İbn Atiyye der ki: Bakara Sûresi'ndeki bu âyet-i kerîme ise buna en çok benzeyen âyet-i kerimedir. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerimenin âyetinde takdirî ifade ve kayıtlama vardır. Bunun takdiri şöyledir: Dilerse ondan dolayı Allah sizi hesaba çeker. Bu görüşe göre nesih sözkonusu olmaz. en-Nehhâs da der ki: âyet-i kerîme hakkında söylenen en güzel ve âyetin zahirine en yakın açıklama İbn Abbâs'ın bunun umum olduğunu söylemesidir. Diğer taraftan bu âyete en yakın açıklamayı İbn Ömer'in necvâ'ya agizli konuşmayab dair rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfidir. Bu hadisi Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Lâfzı Müslim'e ait şekliyle Hadîs-i şerîf şöyledir: İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet günü mü’min aziz ve celil olan Rabbine yaklaştırılır. Nihayet Allah onu kendi gölgesi (veya rahmeti) altına alır. Ona günahlarını tek tek söyletir. Biliyor musun? der. O: Evet Rabbim biliyorum, der. Allah: Dünyada iken bunları Ben senin için gizledim. Bugün de bu günahları Ben sana bağışlıyorum, der. Daha sonra ona hasenatının yazılı olduğu sahife verilir. Kâfirlerle münafıklara gelince bütün insanların önünde onlar hakkında: İşte bunlar Allah'a iftira eden, yalan söyleyenlerdir, diye seslenilir." Buhârî, Tefsir 11. sûre 5, Mezâlim 2, Edeb 60, Tevhîd 36; Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, II, 74, 105 Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme mü’minler arasından kâfirleri veli adost, sırdaş, yöneticib edinenler hakkında nazil olmuştur. Yani; ey mü’minler! Sizler içinizdeki kâfirleri veli edinme duygusunu açıklasanız da gizleseniz de onunla Allah sizi hesaba çekecektir. Bu açıklamayı el-Vakıdî ve Mukâtil yapmıştır. Buna da Âl-i İmrân Sûresi'nde yer alan yüce Allah'ın: "De ki: Göğüslerinizde olan akâfirleri veli edinmeyib gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir." (Âl-i İmrân, 3/29) âyetini delil göstermişlerdir. Bu âyetin (3/29. âyetin) kâfirleri veli edinmekten söz ettiğine delalet eden de bundan önce yer alan: "Mü’minler mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmesinler" (Âl-i İmrân, 3/28) âyetidir. Derim ki: Âyet-i kerimenin bu anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü âyetin akışı bunu gerektirmemektedir. Ancak Âl-i İmrân Sûresi'ndeki âyetin bu anlama uyduğu ise gayet açıktır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. ; Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre peygamberler kavimlerine: "Göklerde ne var yerde ne varsa Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır" âyetini tebliğ ederlerdi. 2- Kıraate ve Bazı Lâfızlara Dair Açıklamalar: Yüce Allah'ın: "Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır" âyetini İbn Kesîr, Nâfi, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî şartın cevabına atıf olmak üzere: "Mağfiret eder, azaplandırır" fiillerinin sonunu sakin okumuşlardır. İbn Âmir ve Âsım ise her iki fiili de kat' olmak üzere merfu okumuşlardır. Yani o, mağfiret eder ve azaplandırır, demektir. İbn Abbâs, el-A'rec, Ebû'l-Âl-iyye ve Âsım b. Cehderi de bir ( ot ) edatını takdir ederek, her iki fiili de mansûb okumuştur. Ancak bunun gerçek şekli, manaya atfolduğudur. Yüce Allah'ın: "O verdiğini ona kat kat artırır" (el-Bakara, 2/245) âyetinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar ise önceden (2/245. âyet 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ancak lâfza atfedilmesi, benzerlik dolayısıyla daha güzeldir. Buna göre Kurtubî, İbn Kesîr, Nafi', Ebû Amr, Hamza ve Kisâî'nin kıraatinin daha uygun olduğunu kabul etmektedir. Şairin şöyle dediği gibi: "Ne zaman senden bir söz bellerse Konuşur ve sana akıllıca cevap verir." en-Nehhâs da der ki: Talha b. Mûsarrif'ten, bedel olmak üzere "fâ" harfi olmaksızın: " Allah onunla sizi hesaba çeker... mağfiret eder" diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. İbn Atiyye der ki: el-Cu'fi ve Hallad da böyle okumuşlardır. İbn Mes’ûd'un Mushaf'ında da böyle olduğu rivâyet edilmiştir. İbn Cinnî der ki: Bu şekildeki kıraat "sizi hesaba çeker" âyetinden bedeldir ve hesaba çekmenin tefsiri mahiyetinde bir cümledir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Yavaş olun Şeybanoğulları size tehdidimin bir kısmı İle yarın karşı karşıya geleceksiniz: Atlılarım Sefevan tepesindedir Savaştan yan çizmeyen güzel atlarla karşı karşıya kalacaksınız Oldukça sıkışık ve dar yerlerde oldukları vakit." İşte burada da (ikinci beyitteki ifadeden) bedel gelmiştir. Ve şair fiili tekrarlamıştır. Çünkü asıl anlatılmak istenen ondan sonra söylenecek olan sözlerdir. en-Nehhâs der ki: Eğer "fâ" harfi olmasaydı merfu okunması cezmden de güzel olur ve o takdirde hal mahallinde olurdu. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Her ne vakit ona gidersen, akşamleyin parlayan ateşine doğru gidersen; En iyi ateşi bulursun ve yanında en hayırlı ateş yakan olduğu halde." 285Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene îman etti. Mü’minler de. Her biri Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır" dediler. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyetlerin Nüzul Zamanı, Şekli ve Mânâları: Yüce Allah'ın: "Peygamber kendisine Rabbinden indirilene îman etti" âyeti el-Hasen, Mücâhid ve ed-Dahhak'tan rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerimeanin nüzulüb Miraç kıssasında sözkonusu olmuştur. İbn Abbâs'tan gelen bazı rivâyetlerde de böyle belirtilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını Cebrâîl (aleyhisselâm) Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirmiştir. Ancak bu âyet müstesnadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç gecesinde bu âyet-i kerimeyi bizzat işitmiştir. Bazıları da: Miraç kıssasında böyle birşey olmamıştır, derler. Çünkü Miraç gecesi Mekke'de olmuştur, bu sûre ise bütünüyle Medine'de inmiştir. Bunun miraç gecesi vahyolunduğunu söyleyenler olayı şöyle anlatırlar: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) miraca çıkıp semavatta Hazret-i Cebrâîl ile birlikte oldukça yüksek biryere ulaştı. Nihayet es-Sidretu’l-Müntehâ'yı da geçince Cebrâîl ona: Ben ileri geçemem. Senden başka da bu yeri geçme emri kimseye verilmiş değildir, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın dilediği yere ulaşıncaya kadar orayı aşıp gitti. Hazret-i Cebrâîl ona: Rabbine selam ver, diye işarette bulununca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Bütün selamlar, salatlar ve iyi ameller (tayyibât) yalnız Allah'ındır, dedi. Yüce Allah da: Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmeti ve bereketleride (üzerine olsun), diye buyurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin de bu selamdan bir pay sahibi olmasını istediğinden şöyle buyurdu: Selam bize ve Allah'ın salih kullarına. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl ve bütün semavat ehli şöyle dediler: Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür. Yüce Allah da ameli mükâfatla karşılayacağı anlamında: "Peygamber Rabbinden kendisine indirilene îman etti" yani tasdik etti, diye buyurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şeref ve fazilete ümmetinin de ortak olmasını istediğinden şöyle buyurdu: "Mü’minler de her biri Allah'a, onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız." Yani onlar biz bütün peygamberlere îman ettik, derler. Onlardan herhangi birisini inkâr etmeyiz. Yahudilerle hıristiyanların ayrım gözettiği gibi ayrım gözetmeyiz. Bunun üzerine Rabbi Hazret-i Peygamber'e: İndirmiş olduğum bir âyeti kabulleri (karşılamaları) nasıl oldu? diye sordu. Bununla kastettiği ise: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de..." âyetidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz, Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak sanadır dediler." Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." Yani takatinden başkasını yüklemez. Takatinden aşağısı diye de açıklanmıştır. Hayır kabilinden "kazandığı kendisine" şer kabilinden "yaptığı da onun aleyhinedir." Bu sırada Cebrâîl şöyle dedi: Dile, dileğin sana verilecektir. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Rabbimiz, unuttuk" yani bilmedik "yahut yanıldıysak" yani kasten kötülük işlediysek "bizi sorguya çekme." Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Eğer bizler unutarak veya hata işleyerek amel edersek bizi sorumlu tutma. Cebrâîl ona: Bu, isteğin sana verilmiştir. Ümmetinden hata ve unutma(nın sorumluluğu) kaldırılmıştır. Başka birşey iste. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme." Daha öncekilere Allah zulümleri sebebiyle hoş ve temiz şeyleri haram kılmıştı.. Onlar geceleyin bir günah işledikleri vakit bunun kapıları üzerine yazıldığını görürlerdi. Üzerlerindeki namaz vakti sayısı elli idi. Allah bu ümmetin yükünü hafifletti ve elli vakit namazı farz kıldıktan sonra daha da aşağıya indirdi. Daha sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Şöyle demek istiyor: Altından kalkamayacağımız amelleri bizden isteyerek bize ağırlık verme, o takdirde Sen bize azap edersin. Bize zor gelecek ameller yükleme, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü elli vakit namaz kılmaları emrolunmuş olsaydı bunu yapabilirlerdi, fakat onlara zor ve ağır gelirdi. Bunu devamlı kılmak gücüne sahip olamazlardı. "Bize" bütün bunlardan "günahlarımızı bağışla." Şu şekilde de açıklanmıştır: "Bizi" meshten (başka yaratıklara dönüştürülmekten) "affet. Bize" hasften (yerin dibine geçirilmekten) "mağfiret buyur. Ve bize" kazften (gökten gelen azaptan) "merhamet eyle." Çünkü geçmiş ümmetlerin kimisine mesh, kimisine hasf, kimisine de kazf isabet etmişti. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Sensin bizim mevlâmız." Gerçek dostumuz ve koruyucumuz. "Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et." Ve Hazret-i Peygamber'in bu duası kabul buyuruldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Bir aylık mesafeden korku ile bana yardım olundu"' Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3; Nesâî, Gusl 26; Dârimî, Salât 111, Siyer 29; Müsned, III, 304, IV, 416, V, 248, 256. dediği rivâyet edilmiştir. Denildiğine göre gaziler ihlaslı bir niyet ile yurtlarından çıkıp Savaş davullarını vurduklarında dört bir yandan bir aylık mesafe uzaklıkta kâfirlerin kalplerine korku ve heybet düşer. Onların Savaşa çıktıklarını ister bilsinler, ister bilmesinler. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), miracdan geri dönünce ümmetine bunu bildirsin diye bu âyet-i kerimeleri yüce Allah vahiy yoluyla indirdi. Bu âyet-i kerimenin bir başka tefsiri daha vardır. ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah bu sûrede namazın ve zekâtın farz olduğunu zikredip haccın hükümlerini, ay halinin, boşamanın, ilânın hükümlerini beyan edip peygamberlerin kıssalarını anlatıp faizin de hükmünü açıkladıktan sonra: "Göklerde ne var yerde ne varsa Allah'ındır" diyerek kendi azametini sözkonusu etti. Daha sonra Peygamberinin tasdikini, arkasından da mü’minlerin bütün bunları tasdikini sözkonusu ederek: "Ve Peygamber kendisine Rabbinden indirilene îman etti..." diye buyurdu. Yani Allah'ın Rasûlü sözü geçen bütün bunları tasdik etti. Aynı şekilde mü’minlerin hepsi de Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve rasûllerini tasdik etti. Bu Âyetin Nüzul Sebebi: Denildiğine göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, ondan önce yer alan: "Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır. Allah her şeye kadirdir" (mealindeki) âyet-i kerimesidir. Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilince durum Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına çok ağır geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip dizleri üstüne çöktüler ve: Ey Allah'ın Rasûlü dediler. Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef tutulduk. Allah bize bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Biz bunun altından kalkamıyoruz. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizler de sizden önceki iki kitap ehli gibi dinledik ve isyan ettik, mi demek istiyorsunuz? Bunun yerine: Dinledik itaat ettik. Rabbimiz, Senden mağfiret dileriz. Ve dönüş ancak Sanadır" deyiniz. Onlar da: Dinledik, itaat ettik, Rabbimiz senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak sanadır" dediler. Bu buyrukları okumaya başlayınca dilleri buna alıştı. (İtaate boyun eğdi). Bunun akabinde de yüce Allah: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene îman etti. Mü’minler de. Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik itaat ettik. Rabbimiz Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır, dediler" âyetini indirdi. Onlar bunu yapınca yüce Allah (az önce sözü geçen) o âyeti neshederek şu âyeti inzal buyurdu: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme." Yüce Allah: "Evet, (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme!" Yüce Allah: "Evet (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" Yüce Allah: "Evet (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlamız, kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et." Yüce Allah: "Evet (yapacağım)" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 199; Müsned, II, 412. İlim adamlarımız der ki: Hadisin bundan önce kaydedilen rivâyetinde "evet yaptım" (el-Bakara, 2/284. âyet 1. başlıkta) denilmesi, burada ise "evet" diye buyurulması Hadîs-i şerîfin mana yoluyla nakledilebileceğine delildir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Nihayet ashab: Dinledik ve itaat ettik, demeye koyulunca yüce Allah bu âyet-i kerimede onları övdü ve güzel bir şekilde onlardan söz etti. İçlerinden geçirecekleri düşünceler hususundaki zorluğu da kaldırdı. İşte bu da itaatin ve yalnızca Allah'a bağlanmanın meyvesidir. İsrailoğulları hakkında ise bunun tam zıddı sözkonusu olmuştur. Onlar yerilmiş, zillet, miskinlik, topraklarından sürülme gibi oldukça zorluklarla maruz bırakılmıştır. Çünkü onlar: İşittik ve isyan ettik demişlerdi. İşte bu da isyanın Allah'a karşı diklenmenin sonucudur. Allah lütuf ve keremiyle bizleri intikamından azabından, muhafaza buyursun. Hadîs-i şerîfte nakledildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle denilmiş: Sabit b. Kays b. Şemmas'ın evi her gece kandillerle aydınlatılıyor. O: "Herhalde Bakara Sûresi'ni okuyor olmalıdır" diye buyurdu. Sabit'e durum sorulunca şöyle dedi: Bakara Sûresi'nden "Amenerrasûlü..."yü okudum. Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kiramı, Allah'ın kendilerine vedettiği şekilde içlerinde gizlediklerinden dolayı hesaba çekilecekleri bildirilince, bunun kendilerine ağır gelmesi üzerine nazil oldu. Onlar bunun kendilerine ağır geldiğinden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyette bulununca o da şöyle dedi: "Galiba sizler İsrailoğullarının söylediği gibi işittik ve isyan ettik diyeceksiniz." Onlar, hayır işittik ve itaat ettik, dediler. Bunun üzerine yüce Allah onları övmek üzere: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene îman etti..." âyetini indirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Zaten onlara îman etmek yaraşır" diye buyurdu. Hâkim, Müstedrek, II, 315. 2- Îman: Yüce Allah'ın: "Îman etti" âyeti tasdik etti, demektir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. İndirilen ise Kur'ân-ı Kerîm'dir. İbn Mes'ûd da: "Mü’minler de her biri Allah'a... îman ettiler" âyetini: "Mü’minler de îman etti, her biri Allah'a.... îman etti" diye okumuştur. Bunun Kur'ân-ı Kerîm'den başka anlamına göre "îman ettiler" diye çoğul olarak okunması caizdir. Nafi', İbn Kesîr ve Ebû Bekr'in rivâyetinde Âsım ile İbn Amir "Kitaplarına diye çoğul olarak okumuşlardır. Ancak et-Tahrim Sûresi'nde (66/12. âyette) tekil olarak "kitabına" anlamında: diye okumuşlardır. Ebû Amr ise, hem burada hem de et-Tahrim Sûresi'nde çoğul olarak "kitaplarına" diye okumuştur. Hamza ve el-Kisaî, her iki yerde de tekil olarak "Kitabına" diye okumuşlardır. Çoğul okuyan kimse "kitap" kelimesinin çoğulunu kasteder. Tekil okuyan ise Allah tarafından indirilmiş bulunan yazılı her şeyi ifade eden masdarı kastetmiş olur. Yine tekil okuyanların okuyuşuna göre çoğulun kastedilmesi de mümkündür. O takdirde "el-Kitap" cins ismi olur ve böylelikle her iki kıraat birbirine eşit olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve beraberlerinde...kitabı indirdi." (el-Bakara, 2/213) Çoğunluk "sin" harfini ötreli olarak "Peygamberlerine" diye okumuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen çoğul olarak: " Peygamberlerimiz, Peygamberleriniz, peygamberlerin" âyetini da bu şekilde (yani "sin" harfini ötreli olarak) okumuşlardır. Ancak Ebû Amr'dan, onun "Peygamberlerimiz, peygamberleriniz"i "sin" harfini sakin olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberlerin" kelimesini ise hem ötreli hem de sakin olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Ebû Ali der ki: "Peygamberlerin" âyetini ötreli olarak okuyanların okuyuşu, kelimenin aslına uygundur. Bunu sakin olarak okuyan kimse ise benzer şekilde fakat tekil kelimeleri sakin okuduğu gibi okur. Boyun, çadırı kazığa bağlayan ip, kelimelerinde olduğu gibi. Tekil kelimeler bu şekilde sakin okunduğuna göre daha ağır olan çoğul kelimelerin de böyle olması daha uygundur. Mekkî de bu anlamda açıklamalarda bulunmuştur. İnsanların Cumhûru (çoğunluğu) "nun" harfi ile: "Ayırmayız" diye okumuşlardır. Yani ayırmayız derler, demektir. Burada "demek" hazfedilmiştir. Bu kelimenin hazfi çokça rastlanılan bir durumdur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler de her kapıdan onların yanına girip., selam sizlere..." (er-Rad, 13/23) Yani selam sizlere derler demektir. Yine: "Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz Sen bunları boşuna yaratmadın." (Âl-i İmrân, 3/191). Yani, Rabbimiz.. derler, demektir. Ve buna benzer diğer buyruklarda da böyledir. Saîd b. Cübeyr, Yahya b. Ya'mer, Ebû Zür'a b. Amr b. Cerir ve Yakub ise "ya" harfiyle: Hiç biri ayırım gözetmez, anlamında okumuşlardır. Harun der ki: Bu kelime, İbn Mes'ûd'un kıraatinde Ayrım gözetmezler" şeklindedir. Yüce Allah'ın burada: "Hiç birini diğerinden" diye tekil olarak "hiç birilerini" anlamına gelecek şekilde: diye çoğul buyurulmaması "hiçbir"in aynı şekilde tekili de çoğulu da kapsaması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O zaman da sizden hiç bir kimse ondan bunu engelleyiciler olamazsınız." (el-Hakka, 69/47) Burada "engelleyiciler" "kimse"nin sıfatıdır. Çünkü bu kelime çoğul anlamını ifade etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Ganimetler siyah başlı olup da sizden başka kimseye helâl kılınmış değildir" Tirmizî, Tefsir 8. sûre 7. diye buyurmuştur. Ru'be de şöyle demektedir: "İnsanların işleri senin itaatine göre düzenlenirse Senden başka kimseden korkmazlar." Bu âyet-i kerimenin anlamı da şudur: Mü’minler bir kısmına îman edip bir kısmını inkar eden yahudi ve hıristiyanlar gibi değildir. Hâkim, Müstedrek, II, 315. 3- Huzuruna Varılacak Olan Allah'ı Dinleyip İtaat Etmek: Yüce Allah'ın: "Dinledik, itaat ettik., dediler" âyetinde bir hazif vardır. Bizler kabul edenlerin işitmesi gibi işittik, demektir. "İşittik" kelimesinin "kabul ettik" anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Allah kendisine hamdedeni işitti" denildiği vakit "onun hamdini kabul etti" denilmektedir. O takdirde bu âyette hazf sözkonusu değildir. Kısacası, bu sözü söyleyenin öğülmüş olmasını gerektirmektedir. İtaat, verilen emri kabul etmek demektir. "Senden mağfiret dileriz": anlamındaki âyeti "küfran ve hüsran" gibi bir masdardır. Bu âyette amil olan ise mukadder bir fiildir. Bunun takdiri ise bize mağfiretini ihsan et (anlamında) şeklindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Başkaları ise takdiri: Senden mağfiretini isteriz (anlamında) şeklindedir, derler. "Dönüş ancak Sanadır" âyeti ise öldükten sonra dirilmeyi ve yüce Allah'ın huzurunda durmayı ikrar ve kabulü ifade eder. Bu âyet-i kerîme nazil olunca Hazret-i Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Allah sana ve ümmetine övgüde bulunmaktadır. Dilekte bulun sana verilecektir" dedi, bunun üzerine sûrenin sonuna kadar bulunan buyruklarla dileğini ifade etti. Ebû Dâvûd, Edeb 88; Tirmizî, Ru'yâ 8; İbn Mâce, Ta'biu'r-Ruyâ 8; Müsned, I, 216, 246, II, 504. Burada arpaya düğümlemeleri emrolunacak olanların suret yapanlar değil, yalan rüya uydurup anlatanlar olacakları belirtilmektedir. Suret yapanlara ise, suretlerine ruh vermeleri emredilecektir. (Bk. Müsned, belirtilen yerler). 286Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme! Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükletme! Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle! Sensin bizim mevlâmız. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et! 4- Allah'ın İnsanlara Teklifi: Yüce Allah'ın: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" âyetinde geçen teklif: İnsana zor ve ağır gelen şeyi emretmek, demektir. Tekellüf zor olan bir işin altına girmek, onu omuzlamaya çalışmak demektir. Bu açıklamaları el-Cevherî nakletmiştir. Gücün yetmesi (el-Vus'): Takat ve imkân anlamındadır. Bu, kat'î bir haberdir. Yüce Allah, bu âyetin nüzulünden itibaren, ister kalbin ister azaların yerine getireceği türden olsun, kullarını mükellef tutacağı her bir amelin, mutlaka mükellefin gücü çerçevesinde, idrâk ve bünyesinin kaldırabileceği boyutlarda olacağını açıkça nassa bağlamaktadır. İşte bu âyet ile müslümanların içlerinden geçip giden duygular ile ilgili kanaatlerinden dolayı içine düştükleri sıkıntı açılmış oldu. Ebû Hüreyre arab'ın naklettiği de bu âyet-i kerimenin anlamını ifade eder. O der ki: Cafer b. Ebi Talib müstesna hiçbir kimsenin annesinin beni doğurmuş olmasını arzulamış değilim. Bir gün aç olduğum halde Cafer'in arkasından gidiyordum. Evine varınca evinde etrafında ufak tefek artıklar kalmış bir yağ tulumundan başka birşey bulamadı. Onu önümde yardı. Onda bulunan yağı ve kaynatılmış hurma pekmezini sıyırmaya başladık. Bu arada şu beyiti okuyordu: "Allah hiçbir kimseye gücünden fazlasını yüklememiştir Ve hiçbir kimse cömertlik edip elinden bulunandan başkasını veremez." Hâkim, Müstedrek, II, 315. 5- Teklif-i mâ lâ yutak (Güçten Fazlasının Teklif Edilmesi): İnsanlar dünya ahkâmı hususunda güç yetirilemeyen şeylerin teklif edilmesinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bununla birlikte şeriatte böyle bir mükellefiyetin bulunmadığını ve bu âyet-i kerimenin de böyle bir teklifin olmadığını ilan ettiğini ittifakla kabul ederler. Ebû'l-Hasan el-Eş'arî ve kelamcılardan bir topluluk şöyle demektedir: Güç yetirilemeyen teklif aklen caizdir (mümkündür) ve bu şeriatin öngördüğü akaid esaslarından herhangi bir şeye aykırı düşmez. Böyle bir teklif (olduğu takdirde) mükellefin azâb edilmesine ve bunun kat'î olacağına bir emare olur. Buna benzer bir teklif ise Suret yapanların (Hadîs-i şerîfte belirtildiği şekilde) bir arpayı düğümlemekle mükellef tutulması buna benzer. Bunun câiz olduğunu kabul edenler Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın risaletinde vaki olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim bu Ebû Leheb olayında gerçekleşmiştir. Çünkü ona şeriatin bütününe îman etme teklif edildiği halde; yine Şeriatin bir hükmü ile onun îman etmeyeceği bildirilmiştir. Çünkü onun hakkında iki elinin kuruması ve cehennemi boylaması hükmü verilmiştir. Bu ise onun îman etmeyeceği anlamına gelir. Bir taraftan o îman etmekle mükellef tutulurken, diğer taraftan etmemekle mükellef tutulmuştur. Bir kesim de şöyle demiştir: Böyle birşey katiyyen vaki olmamıştır. Bu konuda icma olduğu da nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Alevli bir ateşe girecektir" (Tebbet, 111/3) âyeti eğer bu haliyle ölürse böyle olacaktır, anlamındadır. Bunu da İbn Atiyye nakletmiştir. "Teklif etmek" fiili iki mef'ûle taaddî eder (geçiş yapar). Bunlardan bir tanesi mahzuftur. Bunun takdiri de bir ibadet veya bir şey olabilir. Şanı yüce Allah, bizim üzerimizdeki lütuf ve in'amı ile bize tek kişinin on kişiye karşı sebat göstermesi, insanın vatanından hicret edip çıkması, ailesinden vatan ve alışkanlıklarından ayrılması gibi ağır ve zor şeylerle mükellef tutsa bile, hiçbir zaman oldukça ağır gelen meşakkatli işlerle acı ve ıstırap veren şeylerle -bizden öncekileri kendilerini öldürmek, elbise ve tenlerinde sidiğin değdiği yerleri kesmek gibi mükellefiyetlerle- yüklü tutmamıştır. Aksine bizim için kolaylaştırmış, bize acımış, üzerimizden ağırlıkları ve bizden öncekilerin boynuna koymuş olduğu prangaları kaldırmıştır. O bakımdan Allah'a hamdederiz, minnet O'nadır, lütuf ve nimet O'ndandır. 6- Kazandıklarınız Lehinize veya Aleyhinizedir: Yüce Allah'ın: "Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir" âyetinde hasenat ve seyyiâtı kastetmektedir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Müfessirlerden bir topluluk da bu görüştedir ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Bunu da İbn Atiyye belirtmiştir. Bu âyet, yüce Allah'ın: "Hiçbir yük yüklenici bir diğerinin yükünü yüklenmez..." (el-En'am, 6/164); "Herkesin kazandığı yalnız kendi aleyhinedir" (el-En'am, 6/164) âyetine benzemektedir. İnsanın iradesi olmaksızın içinden gelip geçen duygular ve benzeri şeyler ise, insanın kazandığı şeyler arasında yer almaz. Hasenat ile ilgili tabir, onları kazanınca insan sevinip neş'elendiğinden dolayı" Kendisine, lehine" diye gelmiştir. Ve böylelikle bunlar âdeta onun mülkiyetine izafe edilmektedir. Seyyiâtı ifade etmek için ise ağırlıklar, ağır yükler ve zor taşınabilir şeyler oldukları için Aleyhinedir" tabiri kullanılmıştır. Bu, kişinin: Benim malım vardır ve üzerimde borç vardır" demesine benzer. "Kazanmak" fiili değişik kalıplarda kullanılmak suretiyle sözün akışına da güzellik kazandırılmıştır. Tıpkı: "Bundan ötürü o kâfirlere mühlet ver. Onlara azıcık bir mühlet ver" (et-Tarık, 86/17) âyetinde olduğu gibi. İbn Atiyye der ki: Bu âyetten ben şunu anlıyorum: Hasenat, herhangi bir zorlanma ve sıkıntı olmaksızın kazanılan şeyler arasında yer alır. Çünkü bunları kazanan kimse, yüce Allah'ın tesbit ettiği yolun ve şeriatinin çizgisi üzerindedir. Seyyiât ise mübalağa ifade eden bir kip ile kullanılarak, zorlukla kazanıldığına işaret edilmek istenmektedir. Çünkü bu günahları kazanan kimse, yüce Allah'ın yasak perdesini delmekte, bu perdeyi aşarak günahlara ulaşmaktadır. İşte böyle bir anlam dolayısıyla bu âyet-i kerimede aynı fiilin farklı şekilde gelmesi gerçekten güzeldir. 7- Kulların Fiilleri Hakkında Kullanılması Gereken Uygun Tabir: Bu âyet-i kerimede İmâmlarımızın, kulların fiilleri hakkında: "Kesb ve iktisâb" fiillerini kullandığının doğru olduğuna delil vardır. Bundan dolayı fiilleri hakkında "yarattı ve yaratıcı" kelimeleri kullanmamışlardır. Bu konuda bu kelimeleri kullanan cür'etkâr bid'atçilere muhalif tutum izlemişlerdir. İmâmlarımız arasından bunu kul hakkında kullanıp kulun fail olduğunu belirtenler ise, katıksız mecazî anlamıyla kullanmışlardır. el-Mehdevî ve başkası der ki: Âyetin, kimse kimsenin günahından dolayı sorgulanmaz manasına olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye ise der ki: Bu, aslında doğru bir sözdür. Fakat bu âyet-i kerimeden değil, başkasından anlaşılan bir gerçektir. 8- Bu Âyetten Kısasa Dair Çıkartılan Hükümler: el-Kiya et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" âyeti başkasını ağır bir cisim ile yahut boğarak veya suda boğmak suretiyle öldürenin, kısas ya da diyet ödeyerek cezalandırılacağına delildir. Ve bu, böyle bir maktulün diyetini katilin akilesi öder, diyenlerin görüşlerine muhaliftir. Çünkü bu görüş zahire aykırıdır. Ayrıca kısasın, babadan sakıt olduğuna delildir. Ancak bu, katilin ortağından sakıt olmasını gerektirmez. Ayrıca bu âyet akıllı bir kadının, bir delinin kendisiyle zina etmesine fırsat verdiği takdirde ona haddin uygulanması gerektiğine de delildir. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: "Bizim ilim adamlarımız, bu âyet-i kerimenin Ebû Hanîfe'ye hilafen baba ile ortak bir şekilde cinayet işleyene kısas uygulanacağına delil olduğunu zikretmişlerdir. Aynı şekilde hata yoluyla öldürenin ortağına da -Şâfiî ve Ebû Hanîfe'ye hilafen kısas uygulanacağını söylemişlerdir. Çünkü bunların her birisi öldürme fiilini kazanmıştır. Derler ki: Üzerine kısas düşmeyen kimsenin, kısas düşen kimse ile ortaklaşa cinayet işlemesi, şüphe dolayısıyla bertaraf edilmesi gereken hadlerin bertaraf edilmesi için şüphe teşkil etmez." 9- Unuttuk ya da Yanıldıysak Bizi Sorgulama: Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme" âyetinin anlamı şudur: Bu iki halde veya birisine göre işleyeceğimiz günahları affet. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi: "Ümmetimden hata, unutma ve yapmak için zorlandıkları şey(in sorumluluğu) kaldırılmıştır." İbn Mâce, Talâk 16; el-Azizî, es-Sirâcu'l-Munîr Şerhu'l-Câmü's-Sağîr, II, 294-295. Ayrıca bk. 284. âyet 1. başlık, 4. şıkta yer alan benzeri hadisin kaynakları. Burada kaldırıldığı belirtilen şey, bu tür davranışların günahıdır. Günahın kaldırıldığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak buna bağlı olarak meydana gelen hükümler hakkında görüş ayrılığı vardır. Acaba bu hükümler de kaldırılıp herhangi bir şey uygulamak gerekmez mi, yoksa bütün bunların hükümlerini uygulamak gerekir mi? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Doğrusu bunun olaylara göre farklılık arzedeceğidir. Tazminatlar, diyetler ve farz namazlar gibi. Bir kısmı da ittifakla düşer, kabul edilmiştir. Kısas, küfür sözünü söylemek gibi. Bir kısmı hakkında da ihtilaf sözkonusudur. Ramazan ayında unutarak yemek yiyen yahutyanılarakyeminini bozan kimse ve buna benzer yanılarak ve unutarak yapılan sair işler. Bunların hangilerinin ne türden oldukları fürua dair (fıkıh) kitaplarından öğrenilir. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme!" âyetindeki: "Isr; ağır yük" ile ilgili olarak Mâlik b. er-Rabi' der ki: Oldukça zor ve ağır emir demektir. Said b. Umeyr: Zor amel demektir. İsrailoğullarına ağır gelen sidik vesair şeylere dair hükümlerdir, der. ed-Dahhâk der ki: Onlara oldukça zorlu işler yükletilirdi. Bu da Mâlik ve er-Rabi'in açıklamalarına yakındır. en-Nâbiğa'nın şu sözü de bu kabildendir: "Ey zulmün ve zilletin kavmini örtmesine mani olan Ve onlar suda boğulduktan sonra üzerlerinden ağır yüklerini kaldırıp taşıyan." Son kelime, nüshalardan birisinde yer aldığı belirtilen "arakû" şekline göre tercüme edilmiştir. Atâ der ki: Isr, maymun ve domuzlara dönüştürülmektir. Bunu İbn Zeyd de söylemiştir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre, tevbe ve keffareti sözkonusu olmayan günahtır. Isr, sözlükte söz ve ahid demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "İkrar ettiniz mi ve buna dair ahdini aldınız mı (kabul ettiniz mi?)" (Âl-i İmrân, 3/81) Yine Isr, darlık, günah ve ağırlık anlamındadır. İşar ise yüklerin ve benzerlerinin kendisiyle bağlandığı ip demektir. Bu fiil aynı zamanda hapsetmek anlamında da kullanılır. İşte ısr da buradan gelmektedir. el-Cevherî der ki: Bunun mekân ismi "me'sır ve me'sar" gelir. Çoğulu da "meâsir"dir. Ancak halk bunu a"ayn" harfiyleb "me'âsir" diye kullanır. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerimenin zahiri, karşı görüşü savunanların ağır olduğu ileri sürdükleri her ibadet hakkında karşı delil olarak kullanılabilir (o ibadetin ağır olmadığı bununla isbatlanabilir). Bu, yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hacc, 22/78) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini da andırmaktadır: "Din kolaylıktır, o halde kolaylaşırınız, zorlaştırmayınız." Hadisin: "Din kolaylıktır" bölümünü: Buhârî, Îman 29; Nesâî, Îman 28; Müsned, V, 69'da; "kolaylaştırın, zorlaştırmayın" bölümünü: Buhârî, Meğâzî 60, Ahkâm 22'de kaydetmektedir. Allah'ım, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine zorluk çıkartanlara sen de zorluk çıkart. Derim ki: el-Kiyâ et-Taberî de buna yakın ifadelerle şöyle demektedir: Bu âyet, zahiri itibariyle müsamahakâr Hanif dinine aykırı olan zorluk ve darlığın reddedilmesi hakkında delil olarak kullanılabilir ve bu açıkça anlaşılan bir husustur. 11- Gücümüzden Fazlasını Yükleme: Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükletme" âyeti ile ilgili olarak Katâde şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Bizden öncekilere işi zorlaştırdığın gibi bize de zorlaştırma. ed-Dahhak der ki: Altından kalkamayacağımız, güç yetiremeyeceğimiz amelleri işlemekle bizi yükümlü tutma. İbn Zeyd de buna yakın bir açıklama getirmiştir. İbn Cüreyc der ki: Bizleri maymun ve domuzlara çevirme. Selam b. Sâbûr da der ki: Bizim takat getiremeyeceğimiz iş, şehvetin aşırı derecede kabarmasıdır. en-Nekkaş da bunu Mücâhid ve Atâ'dan nakletmiştir. Rivâyet edildiğine göre Ebû'd-Derda duasında şöyle dermiş: "Hazırlığı bulunmayan bir şehvet taşkınlığından Sana sığınırım!" es-Süddî der ki: Burada kasıt, takat getirilmeyen şeyler, İsrailoğullarına yükletilmiş bulunan ağır yükler ve prangalardır, (bk. el-A'raf, 7/157) "Bizi" yani günahlarımızı "affet." Terkedip ceza verilmediği vakit bu kelime kullanılır. "Bize mağfiret buyur." Yani günahlarımızı ört. Çünkü el-ğafr: Örtmek demektir. "Bize merhamet eyle." Sen üzerimize lütfunla rahmetini gönder! "Sensin bizim mevlamız" bizim velimiz, dostumuz, yardımcımız Sensin. Bu âyetler insanlara nasıl dua edeceklerini öğretmek sadedindedir. Muaz b. Cebel'den rivâyet edildiğine göre; o bu sûreyi okumayı bitirdi mi "amin" dermiş. İbn Atiyye der ki: Böyle söylemenin onun tarafından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiği zannedilmektedir. Eğer böyle ise bu bir mükemmelliktir. Şayet değilse Fâtiha Sûresi'ne kıyasen "amin" demektedir. Çünkü orada da dua vardır, burada da dua vardır. O bakımdan (burada da amin demek) güzel birşeydir. Ali b. Ebî Tâlib de der ki: Bu iki âyeti okumaksızın uyuyan bir kimsenin İslâm'ı akledip idrâk etmiş olduğunu sanmıyorum. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 14; yakın lâfızlarla. Derim ki: Müslim bu manada Ebû Mesud el-Ensarî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim bir gecede Bakara Sûresi'nin sonundaki şu iki âyet-i kerimeyi okursa bu iki âyet ona yeter." Buhârî, Meğâzî 12, Fedâilu'l-Kur'ân 10, 27, 34; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 255, 256; Ebû Dâvûd, Ramadân 9; Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 4; İbn Mâce, Bunları okumak, gece namazının yerini tutar şeklinde açıklanmıştır. Nitekim İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah, üzerime bu iki âyeti cennet hazinelerinden indirdi ve bunlarla Bakara Sûresi'ni sona erdirdi. Rahmân (olan Allah) bu iki âyeti bütün mahlukatı yaratmadan bin yıl önce kendi eliyle yazdı. Her kim yatsı namazından sonra bu iki âyeti iki defa okursa, gece namazı yerine ona kâfi gelirler. Bunlar "Âmenerrasûlu"den itibaren Bakara'nın sonuna kadar olan âyetlerdir. " Bu iki âyetin şeytanın şerrine karşı kişiye yeterli olacağı da söylenmiştir. Şeytanın onun üzerinde herhangi bir etkisi olmaz. Ebû Amr ed-Dânî, Huzeyfe b. el-Yeman'dan isnadıyla şöyle dediğini zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin yıl önce bir kitap yazdı. İşte o kitaptan, Bakara Sûresi'ni kendileriyle sona erdirdiği üç âyet-i kerîme indirdi. Her kim evinde bunları okursa üç gün süreyle şeytan onun evine yaklaşmaz." Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 6; Dârtmî, Fedâilu'l-Kur'ân 14. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu da rivâyet edilmektedir: "Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyet-i kerimeler bana Arşın altındaki bir hazineden verilmiştir. Benden önce bunlar hiçbir peygambere verilmiş değildir." Yakın lâfızlarla, Dârimî, aynı yer. Bu âyet, sahihtir. Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde, meleğin Fâtiha ile birlikte bu âyetleri indirdiği belirtilmişti. Hamd Allah'a mahsustur. ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ(Medine'de inmiştir. 200 âyettir). Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile 1Elif, Lâm, Mim. Âyetin tefsiri için bak:2 2Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır, Kayyûm'dur. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır, Kayyûm'dur" âyeti ile başlayan bu sûrenin Medine'de indiği icmâ' ile kabul edilmiştir. en-Nekkaş, bu sûrenin Tevrat'taki adının "Taybe" olduğunu nakletmektedir. el-Hasen, Amr b. Ubeyd, Âsım b. Ebi'n-Necûd ve Ebû Ca'fer er-Ruâsî vasl "Elifini kat' ile şeklinde ve Bir, iki, üç, dört" gibi sayı isimleri vasl olmakla birlikte vakf takdir ettikleri gibi, "Elif, Lâm, Mîm" üzerinde de vakf takdir ederek "Elif, Lâm, Mîm Allahu..." şeklinde okurlar. el-Ahfeş Said der ki: İki sakinin birarada bulunması dolayısıyla "Elif, Lâm, Mîm"'in "Mîm" harfini esreli olmak üzere şeklinde okumak da caizdir. ez-Zeccâc ise der ki: Bu, bir hatadır. Ağırlığı dolayısıyla Araplar böyle demezler. en-Nehhâs der ki: Evla olan kıraat şekli âmmenin okuyuşudur. Eski nahiv âlimleri bu hususta değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Sîbeveyh'in görüşüne göre "Mîm"in fethalı okunması iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyladır. "Mîm"in fethalı okunmasını seçmeleri esre, "yâ" ve yine ondan önce esrenin bir araya getirilmemesi isteğidir. el-Kisaî der ki: Hecâ (alfabe) harfleri ile vasl Elifleri bir araya gelecek olurlarsa, vasl Elifi hazfedilir ve hecâ harfi vasl Elifinin harekesi ile harekelenerek (meselâ) şöyle denilir: " Elif, Lâm, Mîmallah, Elif Lâm, mizkür, Elif, Lâm mîmiktarabet." el-Ferrâ' da der ki: Asıl olan er-Ruâsî'nin de okuduğu şekilde "Elif, Lâm, Mîm Allahu..." şeklinde okumaktır. Böylelikle hemze'nin harekesi Mîm'e verilmiş olmaktadır. Ömer b. el-Hattâb da: "el-Hayyu’l-kayyâm" şeklinde okumuştur. Harice der ki: Abdullah (b. Mes'ûd)ın Mushafında: "el-Hayyu'l kayyimu" şeklindedir. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında sûrelerin başlarında yer alan Mukatta Harflere dair ilim adamlarının görüşlerini önceden açıklamış bulunuyoruz. Bu sûrede "Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur, Hay'dır, Kayyûm'dur" başlı başına bir cümle olarak geldiğinden dolayı bu hususa dair bu görüşlerin tümünün bir anda burada düşünülmesi mümkündür. 2- Aynı Sûreyi Birden Çok Rek'atte (Zammı Sûre Olarak) Okumak: el-Kisâî'nin rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yatsı namazını kıldırdığı bir seferinde Âl-i İmrân Sûresi'ni okumaya başlayarak "Elif Lâm Mim..." diye okumuş ve birinci rek'ate yüz âyet, ikinci rek'atte de geri kalan yüz âyeti okumuştur. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Bir sûreyi iki rekatta okumamalıdır. Eğer namaz kılan böyle yapacak olsa bu da yeterli gelir. Mâlik, el-Mecmua'da, bunda bir mahzur yoktur, fakat yapılması gereken de bu değildir, demektedir. Derim ki: Sahih olan bunun câiz olduğudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da akşam namazında A'raf Sûresi'ni iki rekate bölerek okumuştur. Bunu da yine Nesâî rivâyet etmiştir. Ayrıca Ebû Muhammed Abdulhak da bunun sahih olduğunu bildirmiştir ki, ileride gelecektir. 3- Bu Sûrenin Faziletine Dair Rivâyetler: Bu sûrenin faziletine dair birçok haber ve rivâyet gelmiştir. Bunlardan bazılarına göre bu sûre yılan sokmasına karşı bir emân, yoksullara bir hazine, âhiret gününde bu sûreyi okuyanı sallallahü aleyhi ve sellemunacağı ve onun son âyetlerini geceleyin okuyan kimseye geceyi namazla kılmış gibi ecir yazılacağı ve buna benzer diğer haberler bu kabildendir. Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde şunu zikretmektedir: Bize Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm nakletti, dedi ki: Bana Ubeydullah el-Eşcaî naklederek dedi ki: Bana Mis'ar nakletti, dedi ki: Bana Câbir, içinde düştüğü duruma düşmeden önce en-Nehaî'den naklederek dedi ki: en-Nehaî dedi ki: Abdullah dedi ki: Gecenin son bölümünde kılacağı namazda Âl-i İmrân Sûresi'ni okumak yoksul bir kimse için ne büyük bir hazinedir. Bize Muhammed b. Said anlattı, bize Abdusselam, el-Cüreyrî'den, o Ebû's-Sillîl'den naklederek dedi ki: Bir adam kısas dolayısıyla takip edilecek oldu. O da gidip Mecenne vadisine sığındı. Burası öyle bir vadi idi ki, orada yürüyen bir kimseyi mutlaka bir yılan sokardı. Vadinin kenarında yüksekçe bir yerde iki rahip de vardı. Akşam olunca rahiplerden biri diğerine: Allah'a yemin olsun ki bu adam helâk oldu demektir, dedi. Derken o adam Âl-i İmrân Sûresi'ni okumaya başladı. Bu sefer rahipler şöyle dediler: Bu adam Taybe Sûresi'ni okudu, kurtulması muhtemeldir Sabahı sağ salim etti. Mekhul'den de müsned olarak şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim Cum'a günü Âl-i İmrân Sûresi'ni okuyacak olursa, gece oluncaya kadar melekler ona rahmetle dua eder. Osman b. Affân'dan da senedini kaydederek şöyle dediğini zikreder: Geceleyin Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarını okuyana bu kişi bir geceyi namazla geçirmiş gibi yazılır. Ancak bu rivâyetin senedinde İbn Lehîa vardır. Müslim'de en-Nevvâs b. Sem'ân el-Kilâbî'den şöyle dediğini belirten bir rivâyet yer almaktadır: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet günü Kur'ân-ı Kerîm ve onun gereğince amel eden ehl-i Kur'ân olanlar getirilir. Kur'ân'ın önünde Bakara Sûresi ve Âl-i İmrân yer alır." -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu iki sûreye üç örnek verdi ve ben daha sonra bu üç örneği unutmadım. Devamla dedi ki: "Bu iki sûre ya iki bulut yahut da aralarında ışık ve aydınlık bulunan iki siyah gölgelik veya sahiplerini savunan dizi dizi kuşlardan iki topluluk gibidir." Yine Müslim, Ebû Umame el-Bâhilî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân-ı Kerîm'i okuyunuz. Çünkü o Kıyâmet gününde ashabına bir şefaatçi olarak gelecektir. İki ışık saçıcı sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini de okuyunuz. Çünkü her ikisi de Kıyâmet gününde iki bulut yahut iki gölgelik ya da sahiplerini savunan dizi dizi iki bölük kuş gibi geleceklerdir. Bakara Sûresi'ni okuyunuz. O sûreyi almak (öğrenmek) bereket, onu terketmek hasrettir. Bâtılcılar da onun altından kalkamaz." Hazret-i Muâviye der ki: Burada geçen "batılcılar"dan kastın, sihirbazlar olduğu haberi bana ulaşmıştır. 4- Bakara ve Âl-i İmrân Sûrelerine "ez-Zehrâveyn" Adının Verilişi: Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine "ez-Zehrâveyn" adının verilişiyle ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır: 1- Bunlar, ışık saçan iki sûredir. Bu da "ez-Zehr ve ez-Zuhre" kelimesinden alınmadır. Bu adın veriliş sebebi ya o sûreleri okuyanın nurlarından yani manalarından aldığı aydınlık ile hidâyet bulmasıdır. 2- Ya da onları okumaya karşılık, Kıyâmet gününde (okuyucularına) verilmesi sözkonusu olan eksiksiz nûr dolayısıyladır. Bu da ikinci görüştür. 3- Bu iki sûreye bu ismin veriliş sebebi, her ikisini de Ebû Dâvûd ve başkalarının kaydettikleri şekilde yüce Allah'ın İsm-i Azam'ını müşterek olarak ihtiva etmeleridir. Yezid kızı Esmâ'dan gelen rivâyete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz yüce Allah'ın İsm-i Azamı şu iki âyet-i kerimededir: "Ve ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Rahmândır, Rahîmdir" (el-Bakara, 2/263) âyetiyle Âl-i İmrân Sûresi'nde yer alan: "Allah O'dur ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, o Haydir, Kayyûm'dur" âyetidir. Bunu aynı zamanda İbn Mâce de rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfte (bu iki sûreyi nitelemek üzere geçen) "el-ğamâm: Bulut" kelimesi, sarmaş dolaş bulut demektir. Tepeye yakın olduğu takdirde buna el-ğayaye (gölgelendirici herşey) ismi verilir. "ez-Zulle (gölgelik)" de aynı şeydir. Hadîs-i şerîfin manası da şudur: Bu iki sûreyi okuyan kimse onları okumanın sağladığı sevabın gölgesindedir. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Kişi sadakasının gölgesindedir" denilmektedir. Hadîs-i şerîfteki: "Onu sallallahü aleyhi ve sellemunurlar" ifadesinden kasıt da şudur: Yüce Allah, onların sevabı dolayısıyla, onun adına savunma yapacak melekler yaratır. Nitekim kimi Hadîs-i şerîfte: "Şüphesiz her kim: "Allah şahitlik etti ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetini okuyacak olursa Allah, Kıyâmet gününe kadar kendisine mağfiret isteyecek yetmiş melek yaratır" buyurulmuştur. Hadîs-i şerîfte geçen: "Aralarında (her iki bulut arasında) ışık ve aydınlık olacaktır" ifadesi ise bunlardaki aydınlığa dikkat çekmektedir. Çünkü "siyah" kaydı getirilince bunların karanlık olacağı vehmi uyanabileceğinden böyle bir vehim "her ikisi arasında da bir aydınlık vardır" âyeti ile ortadan kaldırılmaktadır. Yani bu iki bulutun siyah olmalarından kasıt, oldukça kesif oluşları ve bu kesiflikleri sebebiyle altlarında bulunan ile güneşin sıcaklığı ve aşın harareti arasında engel teşkil etmeleri dolayısıyla bu böyle olacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Sûrenin Baş Taraflarının Nüzul Sebebi: Bu sûrenin baş tarafları, Muhammed b. İshak'ın, Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre Medine'ye gelen Necran heyeti dolayısıyla nazil olmuşun Bu heyette bulunanlar hıristiyan olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına Medine'ye altmış süvari olarak geldiler. Bunların arasında şereflilerinden ondört kişi vardı. Bu ondört kişi arasında da bütün işlerinin başı üç kişi vardı ki, bunlar heyetin emiri, görüş sahibi ve asıl ismi Abdulmesih olan el-Âkib, diğeri ise gerçek koruyucuları, efendileri, toplantılarının başkanı el-Eyhem ismini taşıyan kişi, diğeri ise papazları ve âlimleri bulunan, Bekr b. Vâiloğullarından birisi olan Ebû Harise b. Alkame idi. Bunlar ikindi namazının akabinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdiler. Üzerlerinde bir çeşit Yemen elbisesi olan hibârları, cübbe ve ridâları vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı: Biz onlar gibi güzel ve heybetli bir başka heyet görmedik, dediler. Dua vakitleri girince kalktılar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinde doğuya doğru ibadet ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onlara ilişmeyin" buyurdu. Arkasından Medine'de birkaç gün daha kaldılar. Bu süre zarfında ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Îsa hakkında tartışıp durdular. Onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiler ve buna benzer daha başka oldukça çirkin ve tutarsız iddialarda bulundular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da gözkamaştırıcı apaçık delillerle onların görüşlerini cevaplandırıyor, iddialarını çürütüyordu. Fakat onlar bunu bir türlü görmüyorlardı. Onlar hakkında bu sûrenin başından itibaren seksen küsur kadar âyet nazil oldu. Nihayet iş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onları Mübahaleye davet etmesi noktasına kadar gelip dayandı. İbn İshak'ın Siretinde ve başka eserlerinde zikredildiğine göre durum böyle olmuştur. 3O sana Kitabı, hak ile önündekileri doğrulayıcı olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de indirdi; "O sana kitabı" yani Kur'ân-ı Kerîm'i "hak ile" yani doğruluk ile "indirdi." Burada "hak ile" âyetinin açık ve nihaî delil ile indirdi, anlamına geldiği de söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm peyderpey, kısım kısım indirilmiştir. İşte bundan dolayı ardı arkasına indirmeyi ifade eden tef îl kökünden "nezzele" diye buyurmuştur. Tevrat ve İncil ise bir defada indirilmiştir. İşte bundan dolayı (onlar hakkında): "enzele" diye buyurulmuştur. Hak ile" âyetindeki "be" harfi "kitab"ın halini bildirmektedir. Bu harf, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk eder. Bu ise; Kitap, sana hak ile gelerek... takdirindedir. Bu kelime kelimesine taalluk etmez. Çünkü bu kelime, bir tanesi cer harfi ile olmak üzere iki mef'ûle geçiş yapmıştır, üçüncüsüne geçiş yapamaz. "Doğrulayıcı olarak" kelimesi ise intikal eden (değişebilen) bir hal olmayıp te'kid edici bir haldir. Çünkü onun başka türlü olması imkânsızdır. Yani uygun olmaması düşünülemez. Cumhûrun görüşü budur. Bazıları ise bunda intikal olduğunu da takdir etmişlerdir. Yani o hem kendisini doğrulayıcı hem başkasını doğrulayıcı. "Önündekileri" âyeti ile kastedilen daha önce indirilmiş kitaplardır. Tevrat, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime çakmak taşının alevi görüldüğü vakit kullanılan kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin aslı ise "tef ele" vezni üzere şeklindedir. "Te" harfi zaiddir. "Te" harfi hareke alıp ondan öncesi fetha olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir. Bu kelimenin tef'ile vezninde olup "re" harfinin esre'den fetha'ya intikal ile mümkündür. Nitekim (bazı lehçelerde): şeklinde söylendiği de görülür. Bu iki açıklama da el-Ferrâ''dan nakledilmiştir. Halil ise der ki: Bu kelimenin aslının vezni "fev'ale" veznidir. Buna göre kelimenin aslı da şeklindedir. Birinci "vâv" kelimesinde olduğu gibi "te"ye kalbedilmiştir. Halbuki bu kelimenin aslı olup veznindedir ve aslı şeklindedir. Harekesi ile önceki harf fethalı olduğundan dolayı "ye" harfi "elife kalbedilmiştir. Arapçada "fev'ale" binası ise tef ale binasından daha çok kullanılır. "Tevrat" kelimesinin: " Tevriye"den alındığı da söylenmiştir. Bu ise birşeyi ta'riz yoluyla (üstü kapalı) açıklarken diğer tarafını gizlemek demektir. Âdeta Tevrat'ın çoğunluğu, gereken tasrih ve açıklama verilmeksizin birtakım tariz ve işaretlerden meydana geldiğinden dolayı bu isim verilmiş gibidir. Bu da el-Müerric'in görüşüdür. Cumhûr ise birinci görüşü kabul etmiştir. Buna sebep ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "....Biz Mûsâ ile Hârûn'a furkanı ışık veren ve takva sahiplerine bir öğüt olarak verdik" (el-Enbiyâ, 21/48) âyetidir. Burda "Furkan"dan kasıt ise Tevrat'tır. İncil kelimesi ise "asi" demek olan "en-necl" kelimesinden "if'îl" vezninde bir kelimedir. Çoğulu "enacîl" gelir. Tevrat'ın çoğulu ise "Tevârin" şeklindedir. İncil, birçok ilim ve hikmetin aslı demektir. Kişinin aslı olduklarından dolayı, anne ve babası kastedilerek "Allah onun iki nâciline de lanet etsin" denilir. İncil kelimesinin birşeyi çıkartmak, halini anlatmak için kullanılan; dan geldiği de söylenmiştir. Buna göre; İncil vasıtasıyla birçok ilim ve hikmet elde edildiği için ona bu isim verilmiş olmaktadır. Çocuğa ve soy-sopa, anne-babasından çıktığı için "neci" denilmesi bundan dolayıdır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Öyle bir topluluğa ki, onların ataları küçüklerine adiliği miras bırakmamıştır Aksine her babayiğit onların çocuklarıdır." Neci aynı zamanda sızıntı halinde çıkan su demektir. Su bir yerden sızıntı halinde çıktığı vakit ifadeleri kullanılır. İşte bundan dolayı İncil'e bu ad verilmiştir. Zira yüce Allah, onun vasıtasıyla silinmiş, izleri kaybolmuş hakkı ortaya çıkarmıştır. İncil kelimesinin gözün genişliğini ifade etmek üzere kullanılan dan alınma olduğu da söylenmiştir. Oldukça geniş bir mızrak yarasını ifade etmek için tabiri kullanılır. Şair der ki: "Busra arasında parlak keskin bir kılıçla vurulmuş nice darbe ve Oldukça geniş nice mızrak yarası..." Bu anlam göz önünde bulundurularak, İncil'e bu isim verilmişin Çünkü İncil, onlar için çıkartılan, genişletilen ve onlar için hem nûr ve hem bir aydınlık olan aslî bir kaynaktır. (İncil'den gelen): Tenâcul'un karşılıklı anlaşmazlık anlamında olduğu söylenmiştir. Buna göre insanların onun hakkında anlaşmazlıkları dolayısıyla bu kitap İncil ismini almıştır. Şemir kimi lügatçilerden şunu nakletmektedir: Satırları fazla yazılı her bir kitaba "incil" denilir. "Necele" kelimesinin, yaptı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair der ki: "Onun, o işte yaptığı gibi ben de yapıp gidiyorum." Tevrat ve İncil'in Süryanice olduğu da söylenmiştir. İncil'in Süryanice "İncilon" olduğu da söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi nakleder. el-Cevherî de der ki: İncil, Hazret-i Îsa'ya verilen kitabın adıdır. Bu kelime hem müzekker, hem müennes olur. Bunu müennes olarak zikreden, sahifeyi kasteder, müzekker olarak kabul eden de kitabı kasteder. Başkaları ise şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'e de aynı şekilde İncil ismi verilmiştir. Nitekim Hazret-i Mûsa'nın münacaat kıssasında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Rabbim, ben Levhalarda, İndileri kalplerinde olan bir kavmin geleceğini görüyorum. Onları ümmetim kıl!" Ancak yüce Allah ona şöyle buyurdu: "O ümmet Ahmed ümmetidir." Salat ve selâm ona. İşte burada "İnciller" ile Kur'ân kastedilmektedir. el-Hasen "el-Encîl" şeklinde okurken, diğerleri "iklîl" gibi esreli olarak "İncîl" okumuşlardır. Bu da iki ayrı söyleyiştir. Eğer bu kelime Araplardan işitilmiş ise Arapların arapçalaştırdığı, Arapça olmayan isimlerden olması ve Arap dilinde benzeri bir kelime olmaması da mümkündür. 4Bundan önce insanlara hidâyet olmak üzere. Furkan'ı da indirdi. Muhakkak ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere çetin bir azap vardır. Allah Azîz'dir, intikam alıcıdır. Yüce Allah'ın: "Bundan önce" Kur'ân'dan önce "insanlara hidâyet olmak üzere" âyeti hakkında İbn Fûrek der ki: İfadenin takdiri, takva sahibi olan insanlara hidâyettir, şeklindedir. Bunun delili ise Bakara Sûresi'nde: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) âyetidir. Böylelikle o, buradaki umumî ifadeyi Bakara Sûresi'ndeki özel ifadeye göre açıklamış bulunmaktadır. "Hidâyet olmak üzere" âyeti hal olmak üzere nasb mahallindedir. "Furkân" kelimesi ise Kur'ân demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştır. 5Yerde olsun, gökte olsun şüphesiz hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bu, yüce Allah'ın eşyaya dair bütün hususları etraflıca bildiğini haber vermektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer âyetler pek çoktur. Yüce Allah olanı da olacağı da olmayanı da bilendir. Durum böyle olduğuna göre; eşyaya dair bilgiler Îsa'ya gizli kalabildiğine göre; o, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabilir? 6Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Azizdir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur" âyeti ile, yüce Allah bizlere, insanları annelerin rahimlerinde kendisinin şekillendirdiğini haber vermektedir. "Rahîm" kelimesi rahmetten gelmektedir. Çünkü rahim (akrabalık) kendisi sebebiyle insanların karşılıklı olarak merhamet göstermelerine sebeptir. "Suret (şekil)" kelimesi ise birşeyi meylettirmek için kullanılandan gelmektedir. "Suret" buna göre belli bir şekle ve belli bir konuma benzemeye meyleden şeyin adıdır. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, tazim edilmektedir. Muhtevası içerisinde Necrân hıristiyanlarının görüşleri reddedilmekte, Hazret-i Îsa'nın şekil verilen kimselerden olduğu ifade edilmektedir. Bu ise aklı başında herhangi bir kimsenin inkâr edemeyeceği bir husustur. Yüce Allah Haşr Sûresi (22/5. âyette) ile Mü’minûn Sûresi'nde (23/12-14. âyetlerde) şekillendirmeye dair açıklamalarda bulunmuştur. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de İbn Mes'ûd tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte buna dair açıklamalarda bulunmuştur ki, bu Hadîs-i şerîf de yüce Allah'ın izniyle (az önce belirtilen yerde) gelecektir. Yine bu âyet-i kerimede tabiatçıların görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü tabiatçılar tabiatı mutlak kahhâr (etkin güç) olarak kabul etmektedirler. Onların görüşlerini redde dair açıklamalar ise Tevhîd âyetinde (el-Bakara, 2/164. âyet 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İsmi Muhammed b. Sencer olan İbn Sencer'in Müsned'inde de şu Hadîs-i şerîf yer almaktadır: "Muhakkak yüce Allah ceninin kemiğiyle kıkırdaklarını erkeğin menisinden, onun yağ ve etlerini de kadının menisinden yaratır" denilmektedir. İşte bu, çocuğun hem erkeğin hem de kadının menisinden yaratılmış olduğunun en açık delilidir. Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Şüphesiz Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık..." (el-Hucurât, 49/13) âyetinden açıkça anlaşılan da budur. Müslim'in Sahihinde de Sevbân yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: Yahudi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedi ki: Ben sana yeryüzü insanları arasında bir peygamberin, yahut bir ya da iki kişinin dışında hiçbir kimsenin bilmediği bir hususu sormaya geldim. Hazret-i Peygamber: "Buna dair bilgiyi sana verecek olursam bunun sana faydası olur mu?" diye sorunca Yahudi, dedi ki: Ben de kulaklarımla duymuş olurum. (Devamla) dedi ki: Ben sana çocuğun durumu hakkında sormaya geldim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu sarıdır. Bir araya gelip de erkeğin menisi kadının menisinden üstün gelirse yüce Allah'ın izniyle erkek çocukları olur. Şayet kadının menisi erkeğin menisinden üstün gelirse Allah'ın izniyle çocukları kız olur." Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle Şûra Sûresi'nin sonlarında (42/49-50) gelecektir. 2- Allah, Dilediği Şekilde Şekillendirendir: Yüce Allah'ın: "Dilediği gibi şekillendiren" âyeti; güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir noksanlık ve buna benzer mutluluk ve bedbahtlık gibi hususları ifade, eder. İbrahim b. Edhem'den nakledildiğine göre Kur'ân okuyuculan onun meclisinde bildiği hadislerin bir kısmını dinlemek üzere bir araya geldiler. Onlara şöyle dedi: Beni meşgul eden dört şey vardır. Bunlarla uğraştığım için hadis rivâyet edecek boş vaktim olmuyor. Ona: Seni meşgul eden şeyler nelerdir? denilince şu cevabı verdi: Bunlardan birincisi şudur: Ben yüce Allah'ın şu âyetinde sözünü ettiği Mîsâk Günü üzerinde düşünüyorum: "Bunlar cennetliktir ve aldırış etmiyorum, bunlar da cehennemliktir aldırış etmiyorum." İşte ben bu ayrımın yapıldığı vakit, bu iki kesimden hangisinde idim, bilemiyorum. İkinci husus rahimde bana şekil verildiği zamanda rahimler üzerinde görevli olan melek: "Rabbim, bu bedbaht mıdır yoksa mutlu mudur?" diye sorduğunda cevabın ne olduğunu bilemeyişimdir. Üçüncü husus ölüm meleği ruhumu kabzedeceğinde: "Rabbim, küfür ile birlikte mi îman ile birlikte mi (ruhunu kabzedeyim)?" diyeceğinde ne cevap verileceğini bilemiyorum. Dördüncü husus ise: "Ey günahkârlar, siz bugün ayrılın!" (Yâsîn, 36/59) buyrulacağı vakit, ben iki kesimden hangisi arasında olacağımı bilemeyişimdir. Daha sonra yüce Allah: "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" diye buyurmaktadır. Yani O'ndan başka yaradan, O'ndan başka suret ve şekil veren yoktur. İşte bu, O'nün vahdaniyyetinin delilidir. Nasıl olur da Îsa kendisi şekillendirilmiş iken şekil veren, kuvvet veren olabilir? "O Azizdir" asla mağlub edilemez, "Hakimdir" hikmet sahibi olandır veya herşeyi sapasağlam yapandır. İşte bu da özellikle sözkonusu ettiği şekillendirme hakkında daha da özel bir ibaredir. 7Sana Kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Kur'ân'ın Müteşâbih Olanına Uyanlar: Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'yiline yeltenmek İçin onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar: «Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır» derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır" âyetini okudu. (Hazret-i Âişe) devamla dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan sakınınız." Ebû Ğâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebû Umâme ile birlikte gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik) başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen Hâricîlerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebû Umame şöyle dedi: Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarladı- sonra da ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebû Umâme? deyince şöyle dedi: Onlara olan merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslâm'dan çıktılar. Daha sonra yüce Allah'ın: "Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir..." âyetinden itibaren birkaç âyet okudu, daha sonra da: "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın..." (Âl-i İmrân, 3/105) âyetini okudu. Ben: Ey Ebû Umâme, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu senin kendi görüşüne dayanarak söylediğin "birşey mi yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme dayanarak söylüyor isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkâr bir kimseyim demektir. Aksine ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir değil, iki değil, üç değil, dört değil beş değil, altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim. Daha sonra da parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklarım sağır olsun, dedi ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde olacaktır. " 2- Muhkem ve Müteşâbihe Dair İlim. Adamlarının Görüşleri: İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sevrî'nin ve diğerlerinin görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri arasında muhkem, olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen âyetlerdir. Müteşâbih olanlar ise yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan âyetlerdir. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyâmetin kopacağı vakit, Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hazret-i Îsa'nın inmesi, sûre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir. Derim ki: Müteşâbihe dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında er-Rabî' b. Haysem'den yüce Allah'ın bu Kur'ân-ı Kerîm'i indirdiğini ve dilediğinin bilgisini yalnızca kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivâyeti nakletmiş bulunuyoruz. Ebû Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın namazın kabul olunmadığı Fâtihatu’l-Kitap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki: Muhkem İhlas Süresidir. Çünkü bu sûrede tevhidden başka hiçbir şey yoktur. Şöyle de denilmiştir: Kur'ân-ı Kerîm, bütünüyle muhkemdir, çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) Yine Kur'ân'ın bütünüyle müteşâbih olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Müteşâbih bir kitap olarak..." (ez-Zümer, 39/23) diye buyurmuştur. Derim ki: Ancak bu açıklamanın âyet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" âyetinin anlamı şudur: Yani bu âyetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır. "Müteşâbih bir kitap olarak" âyeti ise, bir kısmı'diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte, demektir. Yoksa yüce Allah'ın: "Bazı âyetleri muhkemdir" âyeti ile "diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu mana değildir. Bu âyet-i kerimedeki "müteşâbih" tabiri ihtimal ve benzerlik kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Bize göre birçok inekler birbirine benziyor" (el-Bakara, 2/70) âyeti kabilindendir. Yani biz onları birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına gelme ihtimali vardır. Bu âyette "muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali bulunmayan âyetlerdir. Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu sefer müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'î hususların kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer'î durumundadır. İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler, yüce Allah'ın En'âm Sûresi'nde yer alan: "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım.." (el-En'am, 6/151) âyetinden itibaren üç âyetin sonuna kadar olan âyetlerdir. İsrailoğulları hakkındaki: "Rabbin: «Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyilikle muamele edin» diye hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) âyeti de muhkem âyetlerdendir. İbn Atiyye der ki: Bu bana göre (İbn Abbâs'ın) muhkem âyetlere dair vermiş olduğu bir örnektir. Yine İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler Kur'ân-ı Kerîm'in nâsih âyetleri, haram kılan âyetleri, farz kılan âyetleri, kendisine îman edilen ve gereğince amel olunan âyetleridir. Müteşâbihler ise, mensûh âyetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri, kendisine îman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı âyetlerdir. İbn Mes'ûd ve başkaları ise der ki: Muhkem âyetler neshedici âyetlerdir. Müteşâbihler ise nesholunan âyetlerdir. Katâde, er-Rabî' ve ed-Dahhâk da böyle demiştir. Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr der ki: Muhkem âyetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı) kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden âyetlerdir. Bunların herhangi bir manaya hamledilmeleri veya asıl anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir. Müteşâbih âyetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir. Mücâhid ve İbn İshak da bu görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu, bu âyetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhâs ise der ki: Muhkem âyetler ile müteşâbih âyetler hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli şudur: Muhkem âyetler bizatihi ayakta durabilen ve anlaşılması için başka âyetlere başvurmayı gerekli kılmayan âyetlerdir: "Kimse O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-İhlâs, 112/4) ile: "Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyrukları gibi. Müteşâbih âyetler ise: "Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret edicidir" (ez-Zümer, 39/53) âyetinin gereği gibi anlaşılabilmesi için yüce Allah'ın: "Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" âyeti ile: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48, 116) âyetine başvurulur. Derim ki: en-Nehhâs'ın bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü "muhkem" kelimesi (........) kelimesinden ism-i mef'ûldur. "İhkâm" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt bulunmayan âyetlerin böyle olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu âyetlerin kelime manaları gayet açıktır ve kelime dizilişi de sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmayacak olursa o vakit müteşâbihlik ve karışıklık sözkonusu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Huveyzimendâd der ki: Müteşâbih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil ise, ilim adamları arasında iki âyetten hangisinin diğerini neshettiği hususu ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hazret-i Ali ile İbn Abbâs'ın, kocası vefat etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak bekleyeceği görüşündedirler. Hazret-i Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ûd ve başkaları ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Sûresi (Talâk Sûresi)nin dört ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbâs ise bunun nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir. Ayrıca eğer nesih olup olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz halinde olan âyetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da buna bir örnektir. Mesela, yüce Allah'ın: "Ve size bunlardan başkaları helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti kendilerine malik olunması (cariye olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna karşılık: "İki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak geçen müstesna.." (en-Nisâ, 4/23) âyeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu tür müteşâbihlere bir örnek de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen haberler ile kıyasların birbirleriyle tearuz etmesidir. İşte sözü geçen müteşâbih budur. Ancak bir âyet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşâbih türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı âyet gibidir. Her ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim: âyet-i kerimesi -ileride yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/6. âyette) açıklanacağı üzere- hem üstün hem de esreli okunmuştur. 3- Müteşâbih Sanılan Bazı Âyetlere Örnekler: Buhârî, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi İbn Abbâs'a şöyle dedi: Ben Kur'ân-ı Kerîm'de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler görüyorum. İbn Abbâs: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle dedi: Yüce Allah: "Sûr'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağı yoktur. Birbirlerini de sormazlar" (el-Mü’minûn, 23/101) diye buyururken, bir başka yerde: "Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (Sâffât, 37/27) diye buyurmaktadır. Bir yerde: "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) diye buyrulurken bir başka yerde: "Rabbimiz, Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23 diyerek bu âyet-i kerimede de birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Nâziât Sûresi'nde yer alan: "Sizi yaratmak mı daha zordur yoksa göğü mü? Onu bina etmiştir... Bundan sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Nâziât, 79/27-30) âyetinde göklerin yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte, bir başka yerde ise: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar mı kılıyorsunuz?... İkisi de isteyerek geldik dediler" (Fussilet, 41/9-11) diye buyurmakta ve bu âyetinde yerin yaratılmasından göğün yaratılmasından önce söz etmektedir. Yine yüce Allah: "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" (en-Nisâ, 4/100); "Allah Azizdir, Hakimdir" (en-Nisâ, 4/158) ile: "Allah Semi'dir, Basirdir" (en-Nisâ, 4/134) diye buyurmaktadır. Bu âyetler ise âdeta daha önce böyle idi de şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır. Bunun üzerine İbn Abbâs şu cevabı verdi: "Aralarında akrabalık bağı yoktur" (el-Mü’minûn, 23/101) âyetinde Birinci Nemadaki durum anlatılmaktadır. Bundan sonra Sûra bir defa daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler müstesna, göklerde ve yerde bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır. Bilâhare son üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru soracaklardır. Yüce Allah'ın: "Biz müşriklerden değildik" (el-En'âm, 6/23) âyeti ile "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) âyetine gelince; yüce Allah ihlâs sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine müşrikler şöyle diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim. Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azaları yaptıkları işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü saklayamayacakları ortaya çıkacaktır ve o vakit kâfirler keşke müslüman olsalardı, diye temennide bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde yarattıktan sonra semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı. Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte yüce Allah'ın: "Bundan sonra da arzı yayıp döşedi" (en-Nâziât, 79/30) âyetinde anlatılan budur. Buna göre arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" âyeti ise bizzat Allah kendi zatını kastetmektedir. Yani yüce Allah ezelden beri de böyleydi, ebediyyen de böyle kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse mutlaka onun dilediği olur. Yazıklar olsun sana, Kur'ân-ı Kerîm senin için anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir. Bu kelime "elif-lâm"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı, munsarif değildir. Çünkü bu kelimede asıl olan "büyüklük, küçüklük" kelimelerinde olduğu gibi elif-lâm ile sıfat olmasıdır. Elif-Lâm'a ihtiyacı kalmadığından munsarif bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebû Ubeyd der ki: Arapların bu kelimeyi munsarif yapmamalarının sebebi bunun tekilinin marife olsun, nekre halinde olsun munsarıf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip der ki: Durum böyle olduğu takdirde kelimelerinin de munsarif olmaması gerekir. el-Kisâî der ki: Bu kelimenin munsarif olmayış sebebi sıfat oluşudur. Yine el-Muberred bunu kabul etmeyip der ki: kelimeleri de sıfattır, fakat bunlar munsarıftır. Sîbeveyh der ki: Bu kelimenin elif Llâm'a muhtaç olmaması düşünülemez. Çünkü böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim kelimesinden alındığı için kelimesinin de bütün görüşlere göre marife olduğu görülmektedir. kelimesi de bu kelime elif-lâm’lı halin yerine kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu kelimesi elif-lâm'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi. Halbuki yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş bulunmaktadır. 5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar: Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" âyeti mübtedâ olmak üzere merfû'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşâbih olanına uyarlar" âyetidir. ez-Zeyğ: (Eğrilik); meyletmek (sapmak) demektir, Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip bırakıldığında da bu kökten gelen fiil kullanılır. Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi (saptırdı)" (es-Saff, 61/5) âyetindeki "sapma" kelimeleri de bu kökten gelmiştir. Bu âyet-i kerîme kâfir, zındık, cahil, bid'at sahibi bütün kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necrân hıristiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katâde, yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar..." âyetinin tefsiri ile ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Harurâlılar ile Hâricîlerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini bilemiyorum. Derim ki: Bu şekildeki tefsir Ebû Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır. O kadarı sana yeterlidir. 6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler: Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar" âyeti ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbâs (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşâbih olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmak ve ayağı saptırmak için müteşâbihe tabi olmaları ve bu maksatla müteşâbih olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan Zındıklarla Karmatîler böyle yapmışlardır. Diğer bir maksatları da müteşâbihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren Allah'ın cisim özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki buyrukları bir araya getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar yüce yaratıcının mücessem, bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu cisim ve suretin onlara göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce Allah bunlardan yüce ve münezzehtir. Yahut da bunlar müteşâbih olana bunların te'villerini açıklamak, manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu hususta Hazret-i Ömer'e çokça soru soran Sabîğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna göre müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur: 1- Kâfir olduklarından şüphe olmayan ve Allahü teâlâ'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler. 2- Haklarındaki sahih görüşe göre kâfir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara, şekillere ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irtidat edene yapılan uygulama gibi bunlar da öldürülürler. 3- Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen, bunun câiz olup olmadığı hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bilindiği gibi selefin gösterdiği yol, müteşâbih âyetlerin zahirinden anlaşılanın imkânsız olduğunu kesin olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terketmek şeklindedir. Bu konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece okuyup gidiniz. Bazıları ise bu âyetlerin te'vilini açıkça yapmış ve onlardan mücmel olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'î olarak tayin etmeksizin, dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir. 4- Hazret-i Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyu sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye lâyık bir kimsedir. Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir. Çünkü o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadî'nin bize naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi. Süleyman Hammâd b. Zeyd'den, o Yezid b. Hâzim'den, o Süleyman b. Yesâr'dan naklettiğine göre; Sabîğ b. İsi Medine'ye geldi. Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih âyetine ve bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (radıyallahü anh) durumdan haberdar olunca arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı. Önceden de ona kuru hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hazret-i Ömer ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im dedi. Hazret-i Ömer de: Ben de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam etti. Daha sonra Sabîğ: Bu kadarı yeter ey mü’minlerin emiri, dedi. Allah'a yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor. Sabîğ'in te'dibine dair rivâyetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivâyetlerden ez-Zâriyât Sûresi'nde söz edilecektir. Daha sonra yüce Allah Sabîğ'a tevbe etme ilhamını vermiş, tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir şekilde tevbesinde sebat gösterdi. Yüce Allah'ın: "Fitne çıkarmak" âyetinin anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak arzusu, mü’minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını istemeleri ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: "Ve teviline yeltenmek için" âyetinin anlamı şudur: Bu gibi kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat verilmesinin açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini (gerçekleşeceği vakti) ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini onlara bildirdi. Ebû İshak der ki: Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onlar onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar. Onun tevilinin geleceği gün" yani onlara vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi ve azap gibi kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için "evvelce onu unutanlar: «Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi» diyeceklerdir." (el-A'raf, 7/53) Yani bizler peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları şeylerin te'vilini (akıbetini) görmüş bulunuyoruz. (Ebû İshâk devamla) der ki: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez demektir. 7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girerek şöyle dediler: Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lâm, Mîm" âyeti nazil olmuştur. Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü ancak yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lâm otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini yalnızca Allah bilir" âyeti nazil oldu. Buna göre burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve işin sonunda evi edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim, ise onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fakihler bunu tarif ederek şöyle demişlerdir: Te'vil, lâfzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır. Tefsir ise lâfzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir. Bunu ifade etmek üzere:şekli kullanılır. Te'vil ise anlamın beyan edilmesidir. Mü’minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu değildir, ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve bizatihi şüpheyi kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği olabilir; şeklindeki açıklama da buna örnektir. İbn Abbâs'ın ced (dede) hakkında: O da babadır, demesi de böyledir. Çünkü o, yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları" âyetini te'vil ederek bu hükme varmıştır. 8- İlimde Derinleşmiş Olanlar: Yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti ile ilgili olarak; bu, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki âyete atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi kullanılmıştır hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki âyetlerden ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın: "Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyetinde tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulaziz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisaî, el-Ahfeş, el-Ferrâ', Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir. Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: Sizler bu âyet-i kerimeyi vasl ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz. Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların: "Biz O'na îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" sözleridir. Ömer b. Abdulaziz de buna benzer bir söz söylemiştir. Taberî buna yakın bir ifadeyi Yûnus'tan, o Eşheb'den o da Mâlik b. Enes'ten rivâyet etmiştir. Buna göre "derler" âyeti derinleşmiş olanlar âyetinin haberidir. el-Hattabî der ki: Şanı yüce Allah, kendisine îman edip içindekileri tasdik etmemizi emrettiği Kitabının âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısım halinde indirmiştir. Aziz ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır: "Sana Kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir... Hepsi Rabbinizin katındandır." Burada yüce Allah kitabının müteşâbih olanına dair bilgisini kendisine tahsis ettiğini ve O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber vermekte, daha sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinleşmiş olanların: Biz O'na îman ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz etmektedir. Şayet onların îmanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye lâyık olmazlardı. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerimede tam vakıf yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde olduğu ve bundan sonraki âyetlerin ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki âyet ise: İlimde derinleşmiş olanlar: Biz ona îman ettik... derler" âyetidir. Bu, İbn Mes'ûd'dan, Ubey b. Ka'b, İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den de rivâyet edilmiştir. Ancak Mücâhid'den: "İlimde derinleşmiş olanlar"ı kendisinden önceki âyete nesak atfı yaptığı ve derinleşmiş olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun: "İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve îman ettik... diyerek.." şeklindedir, der ve "derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef'ûlu bir arada hazf etmezler. Hali ise fiil açıkça söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hal de sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı "Abdullah binerek geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur. Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın halini bildirir. Nitekim şair -ki bunu Ebû Ömer: Ebû'l-Abbas Sa'leb şu beyiti okudu, diyerek bana okumuştur şu sözleri söyler: "Ben orada oldukça kızgın ve kısa bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım; Yürürken kısadır, otururken uzun görülür." Yani yürürken boyu kısadır, demektir. O halde; nahivcilerin de konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının genelinin görüşü, yalnızca Mücâhid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur. Aynı şekilde şanı yüce Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde, daha sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetine bakalım: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65); "Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187); "Onun Vechi (zatı) dışında herşeyyok olacaktır" (el-Kasas, 28/88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı yüce Allah, yalnız kendisine tahsis etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak etmez. Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir" âyeti de böyledir. Şayet: "ilimde derinleşmiş olanlar" âyetindeki "vav," nesak atfı için olmuş olsaydı, yüce Allah'ın: "Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinin herhangi bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Hattabî'nin naklettiği ve Mücâhid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti aziz ve celil olan Allah’ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yeralıp onlar bu müteşâbihi bilmelerine rağmen: "Biz ona îman ettik" demektedirler. Ayrıca er-Rabî', Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi "derinleşmiş olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve rüzgar ağlıyor kederinden Şimşek de bulutlar arasında çakıyor." Bu beyitin iki anlama gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi mübteda, "parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre- Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan ("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip "parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri sürenler şanı yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl övmüş olabilir? Ayrıca İbn Abbâs da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim" demiştir. Mücâhid de bu âyet-i kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu sözünü İmâmu'l-Harameyn Ebû'l-Mealî ondan nakletmiştir. Derim ki: Bir takım ilim adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle demişlerdir: Sözün tam olarak takdirî ifadesi "Allah nezdindedir" şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah bilir, ifadesi ise müteşâbihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona îman ettik. Hepsi Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan deliller ve müteşâbihatın muhkem âyetlere havale edilerek açıklanma imkânıdır. Onlar müteşâbihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını bilemeyince: Biz hepsine îman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun sâlih şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz nezdindedir. Birisi kalkıp: Müteşâbihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbâs: Ben "evvâh" ve "ğislîn" kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye sorarsa, ona şöyle cevap verilir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü İbn Abbâs daha sonra bunu öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye uygun olarak tefsir etmiştir. Bundan daha kesin bir cevap da şöyledir: Şanı yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa bir diğeri bilebilir. İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hazret-i Peygamber'in İbn Abbâs'a: "Allah'ım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret" şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona öğret anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti üzerinde vakıf yapmak ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur demiştir. Çünkü onların "ilimde derinleşmiş olanlar" diye adlandırılmaları Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsallallahü aleyhi ve sellemi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka birşey bilmiyor iseler onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allahü teâlâ'nın gaybın bilgisini yalnızca kendisine ayırdığı Kıyâmet saatinin kopması gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmezler, diyenlerin bu sözden kastettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üslûplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir. Bununla olabilecek doğru olmayan birtakım te'vil ihtimalleri de izale edilebilir. Yüce Allah'ın Hazret-i Îsa hakkında "Ve O, kendisinden bir ruhtur" (en-Nisâ, 4/171) âyeti ve benzerleri böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla bu kabilden pek çok şey bilmedikçe hiçbir kimseye râsih (ilimde derinleşmiş) ismi verilemez. Müteşâbih, mensûh olan âyetlerdir, diyenlerin görüşlerine göre ise, râsih olanların te'vili bilmek (durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşâbih âyetlerin bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz. Rusûh (derinleşmiş olmak); bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye râsih denilir. Bu kelime aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusûhu) ve ağacın yerde râsih olması gibi. Şair der ki: "Kalbimde derin kök salmıştır Leylâ'nın sevgisi, Belirtileri dahi değişiklik gösterme yi kabul etmiyor." "Filanın kalbinde îman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan): söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını ifade eder. Bu tabiri İbnu'l-Fâris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt anlamlı bir kelimedir. (......) kelimeleri hep bir şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir. " Şanı yüce Allah: "Biz sana bu Zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın" (en-Nahl, 16/44) diye buyurmuşken, Kur'ân-ı Kerîm'de nasıl müteşâbih olabilir ve Allah Kur'ân'ın tümünü nasıl apaçık kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir: Bundaki hikmet -Allahu a'lem- âlimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in tümü açık seçik olsaydı âlim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için bir yer bırakır. Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin güzelliği de az olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Kur'ân Muhkemiyle Müteşâbihiyle Allah'tandır: "Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinde, muhkemiyle müteşâbihiyle yüce Allah'ın Kitabına ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin katındandır, şeklindedir. "Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür. Daha sonra yüce Allah: "Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani böyle bir sözü söyleyen îman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir. Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla "lübb" ismi verilmiştir. Sahipleri" kelimesi ise kelimesinin çoğuludur. 8"Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme! Katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz sen pek çok bağışlayansın." Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Rabbimiz... kalplerimizi çevirme" âyetinde ".... derler" takdirinde hazfedilmiş bir söz vardır. Bu şekilde söylemek, ilimde derinleşmiş olanların sözü olarak nakledilmektedir. Anlamının: Ya Muhammed.... de!... şeklinde olması da mümkündür. Denildiğine göre, kalbin çevrilmesi (zeyğ'i) dinden meyledip uzaklaşmak demektir. Peki, bunlar hidâyete ulaştırılmış iken, yüce Allah'ın kendilerini fesada döndürmesinden korkuyorlar mıydı denilecek olursa şöyle cevap verilir: Onlar, yüce Allah kendilerine hidâyet verdikten sonra kendilerine ağır gelecek ve bunun sonunda altından kalkmaktan kendilerini acze düşürecek şeyler ile sınamamasını dilemişlerdir. Meselâ, yüce Allah'ın: "Şayet Biz onlara kendinizi öldürünüz yahut yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık..." (en-Nisâ, 4/66) âyetinde sözü edilen sınama bu kabildendir. İbn Keysan der ki: Bunlar yüce Allah'tan sapmamayı ve bunun sonucunda da Allah'ın kalplerini haktan çevirmemesini istemişlerdir. Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini çevirdi" (es-Saf, 61/5) âyetinde olduğu gibi. Yani (dualarının anlamı şudur): Bize hidâyet verdiğine göre; hidâyetin üzere bize sebat da ver. Bizler haktan dönmeyelim ki, Senin de kalplerimizi haktan çevirmene müstehak olmayalım. Bir görüşe göre de bu duanın önceki ifadelerle bir ilgisi yoktur. Şöyle ki: Yüce Allah, sapkın kimseleri sözkonusu ettikten sonra kullarına sözü geçen haktan sapmış ve yerilen kesimden olmamalan için kendisine ne şekilde dua edeceklerini öğretmiş olmaktadır. Muvatta’''da Ebû Abdullah es-Sunabibî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ebû Bekr es-Sıddîk'in halifeliği döneminde Medine'ye geldim. Onun arkasında akşam namazını kıldım. İlk iki rek'atte Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha Sûresi) ile birlikte mufassal bölümünün kısa sûrelerinden birer sûre okuduktan sonra üçüncü rek'ate kalktı. Ben de ona yaklaştım, âdeta elbiselerim onun elbiselerine değiyor gibiydi. O esnada Fâtiha'yı ve: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme.." âyetini okuduğunu işittim. İlim adamları der ki: Hazret-i Ebû Bekir'in bu âyet-i kerimeyi okuması bir çeşit kunut ve duadır. Çünkü o dönemde, irtidad edenlerin sıkıntılı durumları başgöstermişti. Kunut ise bir grup ilim adamına göre, müslümanların kendileri adına korkmalarına sebep teşkil edecek büyük bir durum ile karşı karşıya kalmalarında akşam namazında da bütün namazlarda da caizdir. Tirmizî'nin rivâyetine göre Şehr b. Havşeb şöyle demiş: Ben Umm Seleme'ye şöyle sordum: Mü’minlerin annesi, senin yanında bulunduğu sıralarda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın en çok yaptığı dua ne idi? Şu cevabı verdi: En çok yaptığı dua şuydu: " Ey kalpleri evirip çeviren, kalbime dinin üzere sebat ver." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. "Ey kalpleri evirip çeviren, dinin üzere kalbime sebat ver!" duasını ne kadar da çok yapıyorsun? Şöyle buyurdu: "Ey Umm Seleme, kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmak arasında bulunmayan hiçbir Âdemoğlu yoktur. O dilediğini doğru bırakır, dilediğini de çevirir (hidâyetten uzaklaştırır)." Bunun üzerine Muâz (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme" âyetini okudu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Bu âyet-i kerîme Mu'tezile'nin: Allah kulları saptırmaz, yani "kendi fiillerini yaratanlar kullardır" şeklindeki sözlerine karşı bir delildir. Şayet meylettirme, saptırma Allah tarafından olmasaydı yapılması câiz olmayan bir işin önlenmesi hususunda Allah'a dua etmek uygun düşmezdi. Ebû Vâkid el-Cerrâh ise, "Rabbimiz!... kalplerimizi saptırma!" anlamındaki âyetini (.......) şeklinde fiili kalplere isnad etmek suretiyle okumuştur. Bu ise yüce Allah'a yöneltilen bir dilektir. Her iki okuyuş şekline göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: Artık Sen, kalplerimizde hidâyetten sapıklığa doğru bir meyil yaratarak, kalplerimiz haktan çevrilmesin. 2- "Bize Katından Bir Rahmet Ver" Yüce Allah'ın: "Katından bize bir rahmet ver" yani nezdinden, Senin tarafından lütfederek bize rahmet bağışla, bizden herhangi bir sebep veya herhangi bir amelin dolayısıyla değil. Bu ifade Allah'a bir teslimiyet ve O'na karşı bir acizliğin ifadesidir. "Ledün" kelimesinin dört türlü söylenişi vardır. Birisi "lâm" harfi üstün, "dal" harfi ötreli, "nün" harfi sakin "ledun" şeklinde. En fasih söyleyiş budur. Diğeri ise "lâm" harfi üstün, "dal" ötreli ve "nun" harfi de hazf edilmiş şeklinde (ledu diye); üçüncüsü ise "lâm" harfi ötreli, "dal" harfi sakin, "nûn" harfi de üstün olmak üzere "lüdne" şeklinde; dördüncüsü ise "lâm" harfi üstün, "dal" sakin, "nûn" harfi de üstün "ledne" şeklinde. Muhtemeldir ki mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların cahilleri ile batınîlerin zındıkları bu ve benzeri âyet-i kerimelere yapışarak şöyle derler: İlim denilen şey, Allah'ın baştan beri herhangi bir kesb (ilim tahsili) sözkonusu olmaksızın kendiliğinden bağışladığı birşeydir. Kitapları ve yaprakları tetkik etmek ise bir perdedir. Ancak ileride bu konuya dair gelecek açıklamalarda belirtileceği üzere böyle bir iddia red olunur. Âyetin anlamı da şudur: Bize rahmetinden sadır olan bir nimet bağışla. Çünkü rahmet, zati sıfata racidir. Rahmetin kendisinin hibe edilmesi düşünülemez. 9"Rabbimiz, muhakkak ki geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan Sensin. Şüphesiz Allah va'dinden dönmez." Darmadağın olmalarından sonra onları öldükten sonra diriltecek olan Sensin. Bu âyetle Kıyâmet günü için diriliş ikrar edilmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte ilimde derinleşmiş olanların bildikleri ve ikrar ettikleri; buna karşılık öldükten sonra dirilişe dair kendileri için müteşâbih (tereddüdü gerektiren) hale düşüp sonunda inkâra kadar giderek; muhalefet ettikleri şeyin manası budur. Rayb, şüphe demektir. Bunun ne anlama geldiğine dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/2. âyet) geçmiş bulumaktadır. Mîâd, kelimesi va'dden "miPâl" veznindedir. (Va'dolunan zaman, demektir). 10Kâfir olanların malları ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmaz ve onlar ateşin yakıtıdırlar. Bu âyetin anlamı açıktır. Yani onların malları da çocukları da onlara gelecek Allah'ın azabından hiçbir şeyi önleyemezler. es-Sülemî: "Hiçbir faydası olmaz" âyetini diye okumuştur. Buna sebep ise fiilin önceden geçmesi ve isim ile fiil arasına başka bir kelimenin girmesidir. el-Hasen de şeklinde ve ikinci ya'yi tahfif olsun diye sakin olarak okumuştur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Esma dolayısıyla bu ye's(im) yeter artık, yeter Onun hastalığına -uzayıp gittiği için- şifa verecek de yoktur." Şairin burada yerine demesi gerekirken, "ya" harfini (elifsiz olarak) serbest bırakmıştır. Buna benzer bir söyleyişin yer aldığı bir beyiti de el-Ferrâ' nakletmektedir: "Onların elleri sanki tertemiz çakılı bulunmayan hoş kokuda Birbirlerine gümüş para alıp veren kızların elleri gibidir." Yüce Allah'ın: âyetinde yer alan: edatı "yanında, nezdinde" demektir. (Yani Allah'ın nezdinde faydası olmaz). Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. "Ve onlar ateşin yakıtıdırlar." Yakıt (el-vekûd); odunun adıdır. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/124. âyette) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasan, Mücâhid ve Talha b. Mûsârrif, "vav" harfini ötreli olarak “.....” şeklinde ve "ateşin yakıtı olan bir odun" şeklinde muzaf takdir ederek (muzafın hazfedildiğini kabul ederek) okumuşlardır. Arapçada "vav" harfi ötreli olduğu takdirde; demek gibi, demekde mümkündür. Bu kelimenin "vav" harfi ötreli olarak okunması halinde, kelime masdar olur. Ateş alevli bir şekilde yandığı vakit, bu tabir kullanılır. İbnu'l-Mübarek, el-Abbas b. Abdulmuttalib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu din öyle bir yayılacaktır ki denizleri aşacak, denizler Allah tebâreke ve teâlâ yolunda atlarla aşılacak, daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan topluluklar gelecek. Bunlar Kur'ân'ı okuduklarında bizden daha güzel okuyan (bilen) kim vardır, bizden daha bilgili kim vardır? diyecekler." Sonra ashabına yönelerek şöyle buyurdu: "Siz böylelerinin bir hayra sahip olacağını zanneder misiniz?" Ashab: Hayır deyince şöyle buyurdu: "İşte bunlar sizdendirler; bunlar bu ümmettendirler ve bunlar ateşin yakıtıdırlar. " 11Tıpkı Fir'avun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar âyetlerimizi yalanladılar da, Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın azâbı çok çetindir. "De'b (mealde: gidiş)": Âdet ve durum demektir. Kişi çalışıp çabaladığı takdirde onun bu durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Deve binicisi tarafından yorulacak olursa yine bu kelime kullanılır. Gece ve gündüze de "ed-dâibân" ismi verilir. (Çünkü adetleri üzere sürekli olarak devam eder, giderler). Ebû Hâtim der ki: Ben Yakub'un " Gidişi gibi" kelimesini hemzeyi üstün olarak okuduğunu ve ben küçük bir çocukken bana şöyle söylediğini hatırlıyorum: diye okumak, neye göre doğru olur? Ben ona: Sanırım: kökünden gelirse böyle söylemek doğru olur dedim. Benim bu açıklamamı kabul etti ve küçüklüğüme rağmen çok iyi bir değerlendirmede bulunduğumdan dolayı hayret etti. Bense böyle söylenip söylenemeyeceğini bilmiyordum. en-Nehhâs der ki: "Böyle bir söz yanlıştır. Hiçbir zaman: denilmez. Aksine denilebilir. Nahivciler böyle nakletmektedir ki, bunlardan birisi de el-Ferrâ''dır. Bu söyleyişi "el-Mesâdir" adlı kitabında nakletmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays şöyle demektedir: "Ondan önce Umm el-Hureyris'ten de gördüğün gibi Ve Me'sel'de komşusu olan Umm er-Rebab'dan gördüğün gibi." "Deeb" söyleyişi de caizdir. Nitekim da söylenebilir. Çünkü bunda boğaz harflerinden bir harf vardır." Âyet-i kerimenin başındaki "kâf" harfi hakkında (dilciler) farklı görüşlere sahiptir. Bunun şu takdirde ref mahallinde olduğu söylenmiştir: Onların gidişi Fir'avun hanedanının gidişi gibidir. Yani kâfirlerin sana karşı yaptıkları, Fir'avun hanedanının Mûsa'ya yaptıklarına benzer. el-Ferrâ' ise şu anlama geldiğini iddia etmiştir: Fir'avun hanedanının kâfir oluşu gibi, Araplar da kâfir oldular. en-Nehhâs ise der ki: Burada "kef" harfinin "kâfir oldular"a taalluk etmesi câiz değildir. Çünkü "kâfir oldular" kelimesin cümlenin sılasına dahildir. Bir diğer görüşe göre buradaki "kef" harfi "Allah.... onları yakalayıverdi" âyetine taalluk etmektedir. Yani Allah onları Fir'avun hanedanım azapla yakaladığı gibi yakaladı. Yine bir diğer görüşe göre bu âyet: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmaz" âyeti ile alakalıdır. Yani mallarının ve çocuklarının Fir'avun hanedanına fayda vermediği gibi, kendilerine de mal ve çocuklarının faydası olmayacaktır. Bu âyet ise, "cihaddan geri kalıp bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı" diyenlere bir cevaptır. Bunda "vekûd (yakıt)" dan türeyen mukadder bir fiilin amel etmesi, bu durumda benzetmenin yanmanın kendisi hakkında olması da mümkündür. Bu anlamı yüce Allah'ın şu âyetleri de desteklemektedir: "Fir'avun hanedanının ise kötü azap......ateştir. Onlar sabah akşam ona arzolunurlar. Kıyâmetin kopacağı günde: Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun (diyecekler)". (el-Mu'min, 40/45-46) Bununla birlikte birinci görüş daha tercihe değerdir. İlim adamlarından birden çok kişi de o görüşü tercih etmişlerdir. İbn Arefe der ki: "Tıpkı Fir'avun hanedanı... gidişi gibi" âyeti Fir'avun hanedanının adeti gibi; anlamındadır. Şöyle demek istiyor: Fir'avun hanedanı peygamberlere zorluk çıkarmayı adet haline getirdikleri gibi; bunlar da inkârı ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a zorluk çıkarmayı adet haline getirmişlerdir. el-Ezherî de bu anlamda açıklamalarda bulunmuştur. el-Enfal Sûresi'nde yer alan "Fir'avun hanedanının gidişi gibi" (el-Enfal, 8/52) âyetine gelince; bunun da anlamı şudur: İşte Fir'avun hanedanı suda boğulmak ve helâk edilmekle cezalandırıldığı gibi, bunlar da öldürülmekle ve esir edilmekle cezalandırıldı. Yüce Allah'ın: "Onlar âyetlerimizi yalanladılar" âyetinde "okunan âyetler"i kastetmesi muhtemel olduğu gibi, Allah'ın vahdaniyetine delalet etmek üzere dikilmiş bulunan âyetleri de kastetmiş olması muhtemeldir. "... Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın azâbı çok çetindir." 12Kâfirlere de ki: "Siz mutlaka yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü döşektir!" Burada kasıt yahudilerdir. Muhammed b. İshâk der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de Kureyş'i mağlub edip Medine'ye döndükten sonra yahudileri toplayıp onlara şunu dedi: Ey Yahudiler topluluğu! Bedir günü Kureyş'in başına gelenlerin bir benzerini Allah'ın başınıza getirmesinden sakınınız. Sizler de biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu Kitabınızda Allah'ın size ahdinde (âyetinde) görmektesiniz. Yahudiler ona: Ey Muhammed dediler. Savaşın ne olduğunu bilmeyen gafil bir topluluğu yenik düşürüp de onlara karşı eline bir fırsat geçti diye gurura kapılma! Allah'a yemin ederiz, bizimle Savaşacak olursan asıl Savaşçıların biz olÖuğumuzu göreceksin. Bunun üzerine yüce Allah: "Kâfirlere de ki: Siz mutlaka yenileceksiniz..." âyetini inzal buyurdu. Buradaki "Yenileceksiniz" kelimesinin "te" okunuşu yahudilere hitap olup bozguna uğratılacaksınız ve âhirette: "Toplanıp cehenneme sürüleceksiniz" demektedir. İkrime ve Saîd b. Cübeyr'in, İbn Abbâs'tan rivâyeti budur. Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre ise; yahudilerin, Uhud günü müslümanların başına gelen musibete sevinmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Buna göre bu kelime Yenileceklerdir" anlamında olur. Yani Kureyşliler yenilecekler ve: toplanıp sürüleceksiniz" kelimesi de: şeklinde ve "toplanıp sürülecekler" anlamında okunur ki bu da Nâfi'in kıraatidir. Yüce Allah'ın: "Orası ne kötü döşektir!" âyetinde kastedilen yer, cehennemdir. Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Mücâhid der ki: Anlamı ise, onların kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Bunun manası şöyle gibidir: Kendilerini cehenneme götüren o fiilleri ne kötüdür! 13Karşılaşan iki topluluğun durumunda sizin için bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kâfirdi. Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır. Yüce Allah'ın: "Karşılaşan iki topluluğun... bir ibret (yani alâmet) vardır." Burada (......) denilerek (.......) denilmeyişinin sebebi "âyet: ibret, alâmet" kelimesinin müennesliğinin hakiki olmayışındandır. Bunun beyan anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani bu, sizin için bir beyan bir açıklama idi. Bu görüşte olanlar manayı göz önünde bulundurup lâfza riâyet etmemişlerdir. İmruu'l-Kays’ın şu beyitinde olduğu gibi: "Dümdüz, yumuşak tenli, genç ve güzel, yumuşak huylu Taptaze yaprakları tomurcuklanmak üzere dalları kabarmış sorgun ağacının çubuğu gibi..." Burada şairin demeyişinin sebebi, sıfatın (lafzen müzekker olan -önceden geçmiş- asa anlamındaki kelimeye) ait olmasıdır. el-Ferrâ' der ki: Âyet-i kerimede fiilin müzekker gelmesi, fiil ile isim arasında sıfatın girmesinden dolayıdır. Sıfat, fiil ile isim arasına girdiğinden fiil müzekker gelmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar, Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Üzerinize yazıldı ki: Sizden birine Ölüm gelip çattığı zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa... vasiyette bulunsun" (el-Bakara, 2/180. âyet 2. başlıkta) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. "Karşılaşan iki topluluğun" Bedir günü karşı karşıya gelen müslümanlarla müşriklerin "durumunda sizin için bir ibret vardır." Cumhûr: (......): Biri" kelimesini onlardan birisi, anlamında olmak üzere ötreli okumuştur, el-Hasen ve Mücâhid ise bunu esreli olarak («s») şeklinde, daha sonra da: "Diğeri ise kâfirdi" diye bedel olmak üzere okumuştur. İbn Ebi Able ise bu her iki kelimeyi de nasb ile okumuştur. Ahmed b. Yahya der ki: Hal olmak üzere nasb ile okumak caizdir. Yani her iki fırka, birbirinden ayrı ve birileri. Mü’min diğerleri kâfir olmak üzere iki fırka idiler. ez-Zeccâc der ki: Nasb ile okunması; yani ben şu iki topluluğu kastediyorum, anlamına gelir. Bir insan topluluğuna "fie" denilmesinin sebebi, ona fey' edilmesi yanı sıkıntılı zamanlarda ona dönülmesi dolayısıyladır. ez-Zeccâc der ki "fie" fırka, topluluk demektir. Başı gövdeden ayrıldığını ifade etmek üzere "kılıçla başını fe'vetti" tabirinden alınmıştır. Bu "iki topluluk" ile Bedir günü karşılaşan topluluklara işaret edildiğinde görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun muhatabının kim olduğu hususunda farklı kanaatler vardır. Bir görüşe göre bununla mü’minlere hitap edilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bütün kâfirlere olması da muhtemeldir. Medine yahudilerinin muhatab alınmış olması da muhtemeldir. Her bir ihtimali bir grup ileri sürmüştür. Mü’minlere hitabın faydası, ruhlarına sebat vermek, onlarda kahramanlık duygularını uyandırarak; -fiilen gerçekleştiği gibi- kendilerinin iki misli hatta birçok kat fazlası olan düşmanları üzerine atılacak hale gelmeleridir. Yüce Allah'ın: "Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır." Ebû Ali der ki: Bu âyet-i kerimedeki "görmek" göz ile görmektir. Bundan dolayı tek bir mef ûle geçiş yapmıştır. Mekkî ve el-Mehdevî der ki: Buna "gözleriyle" âyeti de delâlet etmektedir. Nafi' burada "görüyorlardı" anlamına gelen kelimeyi diye (yâ ile) okumayıp "te" ile: onları görüyordu" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise bunu "yâ" ile okumuşlardır. "Kendilerinin iki katı" âyeti ise "onları görüyordunuz" âyetinde bulunan "siz görüyordunuz"dan hal olmak üzere nasb mahallindedir. Cumhûra göre ise burada "görüyordunuz" âyetinin faili mü’minlerin kendileridir. (Yani: Ey mü’minler! Siz kendiniz görüyordunuz). "Onları görüyordunuz" âyetindeki "hum: onları" zamiri ise kâfirlere aittir. Ancak Ebû Amr, bu kelimenin "te" harfi ile şeklinde okunmasını kabul etmeyip şöyle der: Eğer durum böyle olsaydı bunun yerine: "Onları kendinizin iki katı görüyordunuz" denmesi gerekirdi. en-Nehhâs der ki: Bu gerekmeyebilir. Fakat; arkadaşlarınızın iki katı, anlamında olması mümkündür. Mekkî der ki: "Onları görüyordunuz" şeklinde "te" ile okunuş "sizin için" âyetindeki hitaba uygundur. O bakımdan burada hitabın müslümanlara "onları" zamirinin de müşriklere ait olması güzeldir. "Te" ile bu kelimeyi okuyanların "sizin iki katınız" anlamında şeklinde okumaları gerekirdi. Böyle bir okuyuş ise hatta muhalefet dolayısıyla câiz değildir. Fakat hitaptan gaibe yönelmek şeklindeki konuşma ve söz söyleyişleri görülegelmiş bir üsluptur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgarla gemileri götürdüklerinde"(Yûnus, 10/22); "Verdiğiniz her bir zekât" (er-Rum, 30/39) âyetinde (mü’minlere) hitap ettikten sonra gaib zamir kullanılarak: "İşte onlar kat kat mükâfat alanlardır" (er-Rum, 30/39) diye buyurmaktadır. Buna göre "kendilerinin iki katı" anlamındaki kelimesindeki "hâ" ve "mîm" harflerinden oluşan zamirin müşriklere ait olması muhtemeldir. Yani ey müslümanlar, siz müşrikleri gerçek sayılarının iki katı kadar görüyordunuz. Bu ise mana itibariyle uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah, müslümanların gözlerinde müşriklerin sayısını çoğaltmaz. Aksine O, bizlere müşriklerin sayısını mü’minlerin gözünde az gösterdiğini haber vermektedir. Buna göre mana şöyle olur: Ey mü’minler, sizler müşrikleri sayıca kendinizin iki katı görüyordunuz. Gerçekte ise onlar mü’minlerin üç katı idiler. Yüce Allah böylelikle müşriklerin sayısını mü’minlerin gözünde azaltarak müşrikleri kendilerine, kendilerinin iki katı gösterdi ki, manen güçlensinler ve cesaretleri artsın. Zaten onlara mü’minlerden yüz kişinin ikiyüz kâfiri yeneceği bildirilmişti. Diğer taraftan müslümanların sayısını müşriklerin gözünde azaltarak gösterdi ki, müşrikler müslümanlara karşı cesaretlensinler ve böylelikle Allah'ın onlar hakkındaki hükmü yerini bulsun diye. Buradaki "kendilerinin iki katı" âyetindeki zamirin müslümanlara ait olması da muhtemeldir. Yani siz ey müslümanlar, müslümanları sahip olduğunuz gerçek sayının iki katı gibi görüyordunuz. Yani siz bizzat kendinizi gerçektekinin iki katı gibi görüyordunuz. Allah'ın bunu bu şekilde onlara göstermesinin sebebi, müşriklerle karşılaşmaya karşı maneviyatlarını güçlendirmekti. Fakat birinci te'vil daha uygundur. Buna yüce Allah'ın şu âyetleri de delâlet etmektedir: "Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti..." (el-Enfal, 8/43); "Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu.." (el-Enfâl, 8/44) İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yanımda bulunan bir adama: Onları yetmiş kişi kadar görebiliyor musun? O: Zannederim onlar yüz kişidirler, demişti. Fakat esirleri aldıktan sonra bizlere bin kişi olduklarını haber verdiler. Taberî'nin bazılarından naklettiğine göre şöyle demişler: Allah, kâfirlerin gözlerinde mü’minlerin sayısını çok gösterdi. Öyle ki kâfirler mü’minleri kendilerinin iki katı zannettiler. Ancak Taberî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Evet, bu görüş çeşitli açılardan reddedilir. Aksine Allah, müşriklerin sayısını (az önce de geçtiği üzere) mü’minlerin gözünde az göstermiştir. Bu te'vile göre "görüyordunuz" şeklindeki okuyuşta görenler, kâfirler olur. Yani siz ey kâfirler, mü’minleri kendilerinin iki katı olarak görüyordunuz. Önceden de geçtiği üzere kendinizin iki katı olarak görüyordunuz anlamına gelme ihtimali de vardır. el-Ferrâ' ise bunun anlamının, kendilerini kendilerinin iki katı yani üç misli olarak görüyordunuz. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Dilde böyle bir anlatım şekli bilinmemektedir. ez-Zeccâc der ki: Bu bir yanlışlıktır. Bütün ölçülere göre burada yanlışlık vardır. Çünkü bizler birşeyin mislini aklen ona eşit olarak biliyoruz. Onun iki mislini de onun iki katına eşit olarak aklımızla kavrıyoruz. İbn Keysan der ki: el-Ferrâ', görüşünü şu sözleriyle açıklar: Sen yanında bir köle varken: Bunun gibi bir köleye ihtiyacım vardır, dediğin takdirde senin hem o köleye, hem onun gibi başka bir köleye ihtiyacın olduğunu ifade ediyorsun. Aynı şekilde, ben bunun gibi iki kişiye muhtacım, dediğin vakit senin üç köleye ihtiyacın var, demektir. Ancak kelimenin anlamı onun söylediği gibi değildir, dildeki kullanış da öyle değildir. el-Ferrâ''yı böyle bir yanlışlığa düşüren ise müşriklerin Bedir gününde mü’minlerin üç misli olmalarıdır. Böylelikle o, müşrikleri ancak bu şekilde gerçek sayılan kadar görmelerinin mümkün olacağı vehmine kapılmıştır. Böyle bir ihtimal ise uzaktır, mana da bu şekilde değildir. Aksine şu iki sebepten dolayı Allah müşrikleri mü’minlere gerçek sayılarından başka şekilde göstermiştir. Bu sebeplerden birisi şudur: Yüce Allah, bunun daha uygun olduğunu görmüştür. Çünkü bu şekilde mü’minlerin kalpleri güç kazanmıştır. Diğer sebep ise bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir âyet (mucize ve alâmet)dir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- Bedir vak'asına dair açıklamalar (Âl-i İmrân, 3/123-125. âyetlerin tefsirinde) gelecektir. Bu kelimenin "ye" ile okunuşuna gelince İbn Keysân der ki: Onları görüyorlardı" kelimesindeki "he" ve "mîm" (onlar) zamiri "diğeri ise kâfirdi" âyetine aittir. "Kendilerinin iki katı" âyetindeki zamir ise "biri Allah yolunda çarpışıyordu" âyetine aittir. Bu ise ifadelerin akışının delalet ettiğine uygun olarak zamir kullanmak kabilindendir. Bu da yüce Allah'ın: "Allah dilediğini yardımıyla destekler" âyetidir. İşte bu da kâfirlerin gözle görme itibariyle müslümanların iki katı olduklarını, fakat sayıca onların üç misli olduklarını göstermektedir. (İbn Keysân devamla) der ki: Burada görme, yahudilere aittir. Mekkî ise der ki: Görmek Allah yolunda çarpışan kesim hakkındadır. Görünen ise kâfir topluluktur. Yani Allah yolunda çarpışan topluluk, kâfirler topluluğunu mü’min topluluğunun iki katı olarak görüyorlardı. Halbuki kâfirler topluluğu mü’min topluluğunun üç katı idi. Önceden de geçtiği üzere Allah kâfirlerim sayısını mü’minlerin gözünde azaltmıştır. Burada "sizin için bir ibret vardır" âyetindeki hitap yahudileredir. İbn Abbâs ve Talha ise " Onları görüyorlardı" âyetini "te" harfini ötreli olarak Size iki katı oldukları gösteriliyordu" okumuşlardır. es-Sülemî de meçhul fiil olarak "te" harfi ötreli okumuştur. "Allah dilediğini yardımıyla destekler, şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır." Bu âyetin anlamı önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 14Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma atlara, develere ve ekinlere aşırı düşkünlük insanlara süslenip hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- İnsanlara Güzel Gösterilen Şeyler: Yüce Allah'ın: "... süslenip hoş gösterildi" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları süsleyip hoş gösterenin kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim der ki: Bunu süsleyip hoş gösteren Allah'tır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın sözünün zahiri de budur. Bu sözü Buhârî nakletmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz yeryüzünde ne varsa ona bir zinet kıldık." (el-Kehf, 18/7) Hazret-i Ömer: Şimdi ey Rabb, onu bize süslü gösterdiğin zaman (biz ne yapabiliriz)? deyince yüce Allah'ın: "De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (bir sonraki âyet) âyeti nazil oldu. Bir diğer kesim ise; burada süslü gösteren şeytandır, demektedir. el-Hasen'in sözünün zahirinden anlaşılan budur. O: Bunu kim süslü gösterdi? Dünyayı onu yaratandan daha çok zemmeden kimse yoktur, demiştir. Yüce Allah'ın süslü göstermesi, ancak faydalanmak için varetmek, gerçek şekilde hazırlamak ve insanın mayasında bu gibi şeylere eğilimi yaratmak şeklinde olur. Şeytanın süslü göstermesi ise vesvese, aldatma, uygun olmayan yollardan dünyalık elde etmeyi güzel gösterme şeklindedir. Âyet-i kerîme her iki halde de bütün insanlara yeni bir öğüdün ifadesidir, demektir. Bunun muhtevasında da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşı olan yahudilere ve diğerlerine bir azar vardır. Cumhûr, meçhul fiil olarak: " Süslü gösterildi" şeklinde ve Aşırı düşkünlük" kelimesini merfu olarak okumuşlardır. ed-Dahhâk ve Mücâhid ise malum fiil şeklinde: " Süsledi" ve: Sevgisini" şeklinde mansub olarak okumuştur. kelimesindeki "he" harfinin fetha ile harekelenmesi, isim ve sıfattan ayırdetmek içindir. Şehevât; "şehvet" kelimesinin çoğuludur. Anlamı bilinen bir kelimedir. Arzulara uyup gitmek, insanı aşağılatır. Onlara itaat, bir helâk demektir. Müslim'in Sahih'inde: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır, ateş de arzu ve şehvetlerle kuşatılmıştır" denilmektedir. Bunu Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfteki bu temsilin faydası şudur: Cennet ancak hoşa gitmeyen yollan aşmak ve bunlara katlanıp sabretmekle elde edilir. Cehenemden kurtulmak ise ancak arzu ve şehvetleri terkedip insanın bunlara karşı kendisini dizginlemesi ile mümkün olur. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Cennetin yolu oldukça zordur ve yüksektir. Cehenneme giden yol ise son derece kolaydır ve toprağı yumuşaktır. " İşte Hazret-i Peygamber'in: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de arzularla kuşatılmıştır" hadisinin manası da budur. Yani cennetin yolu zordur ve tepelerden daha yüksek olan zorlu yerleri vardır. Cehenneme giden yol ise kolaydır. Zorluğu yoktur. Bunda herhangi bir tehlike ve sıkıntıya sebep olacak birşey yoktur. Hazret-i Peygamber'in: "Toprağı yumuşaktır" âyetinin anlamı da budur: Yüce Allah: "Kadınlara" âyetinde, insanların nefisleri onlara çokça arzu duyduğundan önce kadınları sözkonusu ederek başladı. Çünkü kadınlar, şeytanın attığı kementler ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne terketmiş değilim." Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Kadın fitnesi herşeyden daha çetin ve zorlu bir fitnedir. Denilir ki: Kadınlarda iki fitne vardır. Çocuklarda ise tek bir fitne vardır. Kadınlardaki fitnenin birisi, akrabalık bağlarını kesmeye götürür. Çünkü kadın kocasına annelerle, kızkardeşlerle bağı kesmeyi emreder. İkinci fitne ise helâl, harama bakmaksızın mal toplama fitnesidir. Oğullara gelince onlardaki fitne bir tanedir. O da onlar için mal toplama tutkusudur. Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızı yüksek odalarda iskân etmeyiniz ve onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz." Bu şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) erkekleri bundan sakındırmış olmaktadır. Çünkü onların yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri dolayısıyla erkekleri görmeleri sözkonusudur. Bu ise onları himaye etmek ve onları setretmek değildir. Çünkü kimi zaman erkekleri görüp de bundan dolayı fitne ve bela sözkonusu olabilir. Diğer taraftan kadınlar erkekten yaratılmışlardır. O bakımdan kadının bütün derdi, erkektir. Erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmıştır. Kadın da erkeğin sükûn bulduğu bir varlık kılınmıştır. Bu sebeble onlardan birine öteki hakkında güven duyulamaz. Onlara yazı yazmayı öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede sözkonusudur. eş-Şihâb'ın Kitabında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kadınlara (gereğinden çok) elbise almayınız ki, evlerinden dışarıya çıkmasınlar." diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı insan bu dönemlerde eğer (evlenmeden) duramıyor ise dininin zarar görmemesi için dindar kadını araştırmalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "Elleri toprakla dolasıca, sen dindar olan kadını seç" diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. İbn Mâce'nin Sünne'inde de Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Güzellikleri dolayısıyla kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü onların güzellikleri onları aşağılatabilir. Malları dolayısıyla da kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü malları onları azdırabilir. Fakat dinleri dolayısıyla onlarla evleniniz. Şüphesiz burnu delik, siyah fakat dindar bir cariye daha faziletlidir. " Yüce Allah'ın: "Oğullara" âyeti önceki âyete atfedilmiştir. Oğullar (anlamına gelen: el-benin) kelimesinin tekili: "ibn"dir. Yüce Allah, Hazret-i Nûh'tan haber vererek: "Şüphesiz benim oğlum benim aile halkımdandır" (Hud, 11/45) diye niyaz ettiğini bildirmektedir. Küçültme ismi de -Hazret-i Lukman'ın söylediği gibi- "büney" şeklindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Eş'as b. Kays'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Hamza'nın kızından bir oğlun var mı?" O: Evet ondan bir oğlum var; fakat onun yerine Cebeleoğullarından geri kalanlara yedirebileceğim bir tencere yemeğim olmasını tercih ederdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen böyle desen dahi şüphesiz ki onlar, kalbin meyvesidir. Gözün aydınlığıdır. Bununla birlikte onlar (ölüm tehlikesine atılmaya karşı) insanı korkutur, cimriliğe iter, üzüntü ve kedere sebep olurlar. " el-Kenâtîr kelimesi "kıntâr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim yüce Allah: "Ve öbürüne kıntârla (mehir) vermiş olsanız..." (en-Nisâ, 4/20) diye buyurmaktadır. Kıntar ise oldukça büyük ölçüde bağlanıp düğümlenmiş mal demektir. Rıtıl ve rubu' gibi ağırlık ölçüsü olarak kullanılan şeyin ismi olduğu da söylenmiştir. Bu kadar ağırlığa ulaşan şeye de bu bir kıntardır, yani bir kıntara denk ağırlıktadır, denilir. Araplar bir kişinin malı kıntar ağırlığını bulduğu takdirde: derler. ez-Zeccâc der ki: Kıntar kelimesi, birşeyin bağlanıp düğümlenmesinden ve sağlam hale getirilmesinden alınmıştır. Araplar birşeyi sağlam olarak yapan kimseye: O şeyi sağlam yaptın, derler. İşte köprüye "el-kantara" denilmesinin sebebi de bu şekilde sağlam yapılışından dolayıdır. Tarafe der ki: (Devem) Rumlardan birinin muhkem yapmak ve her tarafını Tuğlalarla pekiştirmek üzere yemin ettiği bir köprü (kantara) gibidir." Kantara üstüne düğüm atılmış demektir. Âdeta kantar düğümlenmiş bir mal gibi kabul edilir. İlim adamları kıntâr'ın miktarını tesbit etmekte çok farklı görüşlere sahiptirler. Ubey b. Ka'b, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kıntar binikiyüz ukıyyedir." Muaz b. Cebel, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre ve ilim adamlarından birçok grup da bu görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahih olanı budur. Fakat Kıntar, buna göre ukıyye'nin miktarının bölgelerdeki farklılığına göre farklılık gösterir. Kıntâr'ın on iki bin ukıyye olduğu da söylenmiştir. Bunu senediyle el-Büstî, Sahih Müsned'inde Ebû Hüreyre'den rivâyetle kaydetmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıntar onikibin ukiyyedir. Bir ukıyye ise sema ile arz arasındakilerden hayırlıdır." Ebû Hüreyre bu görüşü de benimsemiştir. Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Her kim bir gecede on âyet okursa o zikredenlerden diye yazılır. Her kim yüz âyet okursa kânitlerden yazılır, her kim beşyüz ile bin âyet okursa bir kıntar ecir almış olarak sabahı eder." Kıntar nedir? diye sorulunca: "Bir öküzün derisini dolduracak kadar altındır" diye cevap verdi. Bu hadis mevkuftur. Ebû'n-Nadra el-Abdi de bu görüştedir. İbn Sîde, Süryanicede de böyle söylendiğini zikretmektedir. en-Nekkaş, İbnu'l-Kelbî'den, bu kelimenin Rumcada böyle söylendiğini nakletmekdedir. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve el-Hasen der ki: (Kıntar) bin ikiyüz miskal gümüştür. el-Hasen bunu merfu' olarak zikreder. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre kıntar onikibin dirhem gümüştür. Altın olarak ise bin dinardır. Yani müslüman bir erkeğin diyeti kadardır. el-Hasen ve ed-Dahhâk'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, bir kıntar seksenbin (dirhem)dir, derken; Katâde kıntar yüz rıtıl altın yahut seksenbin dirhem gümüştür. Ebû Hamza es-Sumâlî ise der ki: Kıntar, Afrika ve Endülüs'te altın veya gümüşten sekiz bin miskaldır. es-Süddî, dörtbin miskaldir, derken; Mücâhid yetmişbin miskaldir, demektedir. Bu görüş, İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Mekkî'nin naklettiği bir görüşe göre kıntar, altın veya gümüş olsun kırk bin ukıyyedir. İbn Side, el-Muhkem adlı eserinde de bunu belirtmektedir. Devamla der ki: Kıntar berberîcede bin miskal demektir. er-Rabi' b. Enes ise der ki: Kıntar üstüste yığılmış pek çok mal demektir. Araplarca bilinen anlamı da budur. Yüce Allah'ın: "Ve onlardan birisine bir kıntar vermiş olsanız dahi" (en-Nisâ, 4/20) âyeti de böyledir. Yani ona pek çok mal verdiyseniz, demektir. Hadîs-i şerîfteki kıntar da bu anlamdadır: "Şüphesiz Safvan b. Umeyye cahiliyye döneminde kantar kantar mal biriktirdi. Babası da öylece kantar kantar biriktirdi." Yani onu kantar kadar malı oldu demektir. el-Hakem'den nakledildiğine göre kıntar yer ile gök arasıdır. "el-Mukantara" kelimesinin anlamı hakkında da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Taberî ve başkaları der ki: Bu kat kat katlanmış demektir. Âdeta kantarlar üç, mukantara da dokuz kantar ifade ediyor gibidir. el-Ferrâ''dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: el-Kanâtîr kelimesi kıntar'ın çoğuludur. el-Mukantara ise çoğulun da çoğuludur. O takdirde el-Mukantara dokuz kanâtîra eşit olur. es-Süddî der ki: el-Mukantara dinar yahut dirhem oluncaya kadar sikke haline getirilmiş olan maldır. Mekkî de el-Mukantara tamamlanmış anlamındadır der. Bunu el-Herevî de nakletmiştir. Nitekim: da denilmektedir. Kimi (dilciler) der ki: İşte yapının üstüste gelmesi dolayısıyla binalara "el-kantara" denilmesi bundandır. İbn Keysan ve el-Ferrâ' der ki: Mukantara, dokuz kıntardan daha aşağı olamaz. Yine denildiğine göre; mukantara malın hazır olduğuna ve mevcud olduğuna bir işarettir. el-Büstî'nin Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim on âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa kanitlerden yazılır. Her kim bin âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa mukantirlerden (yani kantar kantar sevaba nail olanlardan) diye yazılır. " Yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşe" âyetindeki "altın" kelimesi (ez-zeheb) müennestir. O bakımdan: Güzel altın" denilir. Çoğulu ise; ...diye gelir. Bunun kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. O vakit bu diye çoğul yapılır. Filan kişi güzel bir yolda gitti, demektir. Yine "zeheb" kelimesi Yemen halkı için bir ölçektir. Bir kişi altın madenini görüp dehşete kapıldığı vakit: denilir. Gümüş (fıdda)ün ne demek olduğu da bilinen birşeydir. Çoğulu şeklinde gelir. Buna göre (altın anlamına gelen) zeheb kelimesi gitmek anlamına gelen dan alınmadır. (Gümüş anlamına gelen); fıdda kelimesi ise dağılan birşey hakkında kullanılan dan alınmadır. Ben topluluğu dağıttım, onlar da dağıldılar, tabiri de buradan gelmektedir. İşte bu iki kelimenin türedikleri köklerin bunlar olması, bunların geçici oldukları ve sabit olmadıkları hissini vermektedir. Nitekim görülen de budur. Bu anlamı ifade etmek üzere söylenen sözlerin en güzeli bir şairin şu beyitleridir: "Son söylediğin dinar işte ateştir Şu geçip giden dirhemin sonu ise kederdir İkisi arasında kişi evet, takva sahibi olursa Keder ile ateş arasında kalbi muazzebdir." Yüce Allah'ın: "Atlara" âyeti müennestir. İbn Keysân der ki: Bana Ebû Ubeyde'den şöyle dediği nakledildi: "el-Hayl: Atlar" kelimesinin tekili "hâil" şeklindedir. " (Kuş anlamına gelen) tâir ve tayr" ile "(koyun anlamına gelen) dâin ve dayn" kelimeleri gibi. Bir diğer ismi "el-feres" olan "el-hayl"e bu adın veriliş sebebi, yürüyüşünde böbürlenmesidir (böbürlenmek demek olan ihtiyâl ile aynı kökten). Başkaları ise şöyle demektedir: Bu aynı kökten tekili olmayan çoğul isimdir. Tekili ise "feres"tir. Nitekim kavm, raht, nisa, ibil ve benzeri kelimeler de böyledir. Hazret-i Ali'den nakledilen haberde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Şüphesiz Allah atı rüzgardan yarattı. Bundan dolayı onu kanatsız olduğu halde uçucu kıldı." Vehb b. Münebbih der ki: Allah, atı güney rüzgarından yarattı. Yine Vehb der ki: Sahibinin getirdiği ne kadar teşbih, tekbir ve tehlil varsa mutlaka o at onu işitir ve onun gibisini söyleyerek ona cevap verir. Atlara ve onların nitelikleri el-Enfâl Sûresi'nde (8/60. âyette) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Allah, Âdem'e bütün hayvanları arzetti. Ona bunlardan tek bir tanesini seç denildi, o da atı seçti. Ona; kendin için güç kaynağı olan bir şeyi seçtin, denildi. Bu bakımdan ata "el-hayr: hayır" ismi verilmiş oldu. Diğer taraftan ata "hayl" adının veriliş sebebi ise, onda aziz olma alametinin bulunuşudur. Atâ binen bir kimse, Allahü teâlâ'nın bunu kendisine bağışlaması sebebi ile azizlik duygusunu duyar, yüce Allah'ın düşmanlarına karşı da böbürlenir. Atâ "feras" adının veriliş sebebi, aslanın avının üzerine atılması gibi, ileri atılarak mesafeleri katetmesidir. O bu uzaklıkları âdeta birşeyi elleriyle yakalayıp tüketircesine katetmektedir. Atâ "arabî" adının veriliş sebebi, Hazret-i Âdem'den sonra Hazret-i İsmail'e Beytullah'ın temellerini yükseltmesine mükâfat olarak verilmiş olmasıdır. Hazret-i İsmail de araptır. Böylelikle bu Hazret-i İsmail'e yüce Allah tarafından verilmiş bir nimet ve bağış oldu. Ondan dolayı da ata "arabî" ismi verildi. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İçinde atîk bir atın bulunduğu eve şeytan girmez." Ona "atîk" deniliş sebebi ise, dişi aygırdan ve Arap attan doğmamış olması (yani erkeği de dişisi de Arap at olmasıdır). Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Atların hayırlısı siyah, alnında beyazlık, burnu ve üst dudağı beyaz olandır. Bundan sonra ise yine alnında beyazlık olup da dört ayağı da bileklerine kadar beyaz olandır. Sonra üç ayağı beyaz olup ön sağ ayağı vücudunun renginden olandır. Şayet siyah olmazsa siyah ile kırmızı arası rengi olup da bu şekilde benekleri olan at gelir." Bu hadisi Tirmizî, Ebû Katâde'den rivâyet etmiştir. Dârimî'nin Müsned'inde yine Ebû Katâde'den rivâyete göre adamın birisi: Ey Allah'ın Rasûlü demiş, ben bir at almak istiyorum, hangisini alayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen siyah renkli, alnında beyazlık bulunan, üç ayağı bileklerine kadar beyaz olup sağ (ön) ayağı beyaz olmayan veya bu şekilde rengi siyah ile kırmızı arası olan bir at al ki, hem ganimet elde edersin, hem de esenliğe kavuşursun." Nesâî de Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlardan sonra atlardan fazla birşeyi sevmezdi. Hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "At üç türlüdür. Bir adam için ecre sebeptir, bir adam için örtüdür, bir adam için de vebaldir." Hadis uzuncadır. Hadisin yaygınlığı onun tamamını zikretmeye ihtiyaç bırakmamaktadır.' İleride Enfâl Sûresi (8/60) ile Nahl Sûresi (16/8. âyet)de yüce Allah'ın izniyle atlara dair hükümlerden yeteri kadar söz edilecektir. Yüce Allah'ın: "Nişanlı atlar" âyetinden kasıt, Saîd b. Cübeyr'e göre otlak ve meralarda yayılan atlar demektir. Çünkü bu şekilde yayılan hayvan ve koyunlara "sâime" denilir. (Nişanlı atlar diye meali verilen: el-müsevveme ile aynı kökten). Yine bu maksatla salınan hayvan hakkında denilir. salıverilen hayvanı anlatmak için kullanılır. İbn Mâce'nin Sünen'inde Hazret-i Ali'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin doğuşundan önce hayvanların (develerin) otlaklara salınmasını (sevm) ve süt veren hayvanların kesilmesini yasaklamıştır. Burada "es-sevm" kelimesi otlamak üzere salmak anlamındadır. Yüce Allah da: "Ve içinde (hayvanlarınızı) yaymakta olduğunuz (ot ve) ağaç(lar) bundandır" (en-Nahl, 16/10) diye buyurmaktadır. el-Ahtal der ki: "İbn Bez'a'nın (Husayn ez-Zühlî'nin kardeşi Şeddâd b. el-Münzir) yahut da onun gibi diğerinin (bununla da Havşeb b. Rüeym'i kastediyor) misali; Senin için daha uygundur! Ey develeri otlatan (deve çobanın)ın oğlu!" Otlayan her bir davara da: "es-sevâm" denilir. Bir görüşe göre burada "nişanlı atlar"dan kasıt, cihâd için hazırlanmış olan atlardır. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Mücâhid der ki: Salma atlar demek, semiz ve güzel atlar demektir. İkrime der ki: Salma atlar'dan kasıt, güzelliğin gözkamaştırıcı hale getirdiği atlar demektir. en-Nehhâs da bu açıklamayı tercih etmiştir ki; bu da Gözalıcı adam, ifadesinden alınmadır. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir. el-Müsevveme, alamet demek olan sîmâ kelimesinden gelmekte olup atların yüzlerine alamet vurmak demektir. el-Kisâî ve Ebû Ubeyde'nin görüşü budur. Derim ki: Lâfzın bütün bu anlamlara gelmesi muhtemeldir. O halde "salma atlar"dan kasıt otlaklarda yayılan, diğerlerinden ayırdedilmeleri için nişanlanmış, güzel ve (cihad için) hazırlanmış atlar demektir. Ebû Zeyd der ki: Bunun aslı atın üzerinde vücudunun diğer bölgelerinden farklı olacak şekilde bir yün parçası veya bir alamet koymaktır. Bu da o atların meralarda diğerlerinden ayrılması için yapılır. Dilci İbn Faris, Mücmel adlı eserinde der ki: el-Müsevveme, eyer takımları üzerinde olduğu halde salınan atlar demektir. el-Muerric (Ebû Feyd Amr b. el-Haris es-Sedusî Basralı nahiv bilgini) der ki: Müsevveme'den kasıt, dağlanarak nişanlanmış atlar demektir. el-Muberred ise her tarafta bulunup tanınan anlamındadır der. İbn Keysan ise, ablak atlar demektir, der. Hepsinin de "sima" kelimesine yakın bir anlamı vardır. er-Rabia der ki: "Ve eğiltilerek zayıflatılmış, ok gibi alâmetti (müsevvemât) atlar ki; Üzerlerinde cinleri andıran bir topluluk vardır." Yüce Allah'ın: "Davarlara" âyeti ile ilgili olarak İbn Keysân der ki: Eğer "neam" denilecek olursa, bununla yalnızca develer kastedilir. Şayet "en'âm" denilecek olursa, hem deve hem de otlayan bütün davarlar buna girer. el-Ferrâ' der ki: Bu kelime müzekker olup bunun müennesi yoktur. O bakımdan Araplar: "(.......): İşte bu, suya giden bir davardır" derler. Çoğulu ise en'âm şeklinde gelir. el-Herevî der ki: "en-neam" kelimesinin müzekkeri de gelir, müennesi de gelir, "el-en'âm" kelimesi deve, sığır ve koyun türünden davarları ifade etmek için kullanılır. Şayet "en-neam" denilecek olursa o takdirde özellikle deve kastedilir. Şair Hassan der ki: "Eskiden de böyleydi, halen de böyledir, orada bir tanıdık vardır Onun otlakları arasında alâmetti develeri var." İbn Mâce'nin Sünen'inde Urve el-Bârikî'den merfu olarak (Hazret-i Peygamber'den) şöyle dediği nakledilmektedir: "Develer sahipleri için bir güç kaynağıdır, koyunlar berekettir, hayır ise kıyâmet gününe kadar atların perçemlerinde düğümlenmiştir." Yine İbn Mâce'nin Sünen'inde İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Koyun cennetin hayvanlarındandır." Yine orada Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zenginlere koyun edinmelerini, fakirlere de tavuk edinmelerini emretti. Devamla buyurdu ki: "Eğer zenginler tavuk edinecek olurlarsa o takdirde Allah kasabaların helâk edilmelerine izin verir." Yine orada Um Hani'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle demiştir: "Koyun edininiz, çünkü onda bereket vardır." Bu hadisi Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den, o Veki'den o Hişam b. Urve'den, o babasından o Um Hani'den rivâyet etmiştir ki, isnadı sahihtir. Yüce Allah'ın: "Ekinlere" âyetinde geçen "el-hars" kelimesi sürülen herşeyin adıdır. Bu kelime masdar olup ekine bu ad verilmiştir. Ekin kastı ile toprağı altüst eden kimse hakkında: denilir. O bakımdan "hirâse" ismi tahıl ekimi, bostan yapımı ve buna benzer diğer ziraat işleri hakkında kullanılır. Hadîs-i şerîfte: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek" denilmektedir. Ekin ektim manasına denilir. Abdullah b. Mesud'dan gelen Hadîs-i şerîfte de: "Bu Kur'ân-ı Kerîm'i harsediniz" denilmektedir. Onu iyice tetkik ediniz, demektir. İbn Arabî der ki: Hars etmek, tetkik etmek, teftiş etmek demektir. Hadîs-i şerîfte: "En doğru isim ise el-Hâris'tir" denilmektedir. Çünkü haris kazanan demektir. Malın "ihtiras (peltek se ile) edilmesi" kazanılması demektir. "Milıras" ateş yakan "el-harâs" ise yayın kirişlerinin bağlandığı yerdir. Çoğulu da "ahrise"dir. Kişi dişi devesini zayıflattığı takdirde "ahrese" tabiri kullanılır. Hazret-i Muâviye yoluyla gelen hadiste şöyle sorduğu bildirilmektedir: "Su taşıyan develeriniz ne yaptı?" Onlar da: Bedir günü biz de onları biçtik, dediler. Ebû Ubeyd der ki: Bununla biz onları o günü zayıf ve güçsüz düşürdük, demek istemişlerdir. Buhârî'nin Sahih'inde Ebû Umâme el-Bâhilî'den -toprağı sürmek için bir demir ve yine toprak sürmek için bazı aletler gördüğünde- şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bu bir topluluğun evine girdimi, mutlaka o eve zillet girer." Denildiğine göre buradaki zillet'ten kasıt, yöneticilerin ve sultanların toprakla uğraşan kimselerden istedikleri arazideki haklardır. el-Mühelleb der ki: Hazret-i Peygamber'in bu Hadîs-i şerîfteki âyetinin anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- üstün hallere teşvik ve rızkı en şerefli sanatlar yoluyla talep etmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin ziraatle uğraşarak Allah yolunda atlara binip cihad etmeyi zayi etmelerinden korkmuştur. Zira, çiftçilik ile uğraşacak olurlarsa, atların sırtına binmekle geçimlerini kazanan ve atlara binen diğer ümmetler onlara galip gelir. Böylelikle Hazret-i Peygamber onları araziyi imar etmek ve bu gibi yorucu mihnetlere meyledip onlarla uğraşmak suretiyle değil de cihad ile geçimlerini sağlamaya teşvik etmiştir. Nitekim Hazret-i Ömer'in şu sözlerine bakalım: "Zorlu ve haşin yaşayışa alışın. Yüklerinizi develerin sırtına vurun, atlara da bindikçe binin. Sakın deve çobanları bu konuda sizi mağlub etmesin." Bu sözleriyle atlardan uzaklaşmamalarını ve atlara binerek bedenleri eğitmelerini emretmektedir. Buhârî ve Müslim'de de Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir müslüman bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya bir hayvan yiyecek olursa mutlaka bu, onun için bir sadaka olur." İlim adamları der ki: Yüce Allah burada dört tür malı zikretmektedir. Bunların her birini bir sınıf insan mal edinir. Altın ve gümüşü ticaret erbabı kimseler mal edinir. Otlaklara salınan atları hükümdarlar mal edinir. Davarları, çölde yaşayanlar mal edinir. Ekini ise köy ve kasabalarda yaşayanlar mal edinirler. Böylelikle her bir sınıfın fitnesi mal edindiği bu tür ile olur. Kadın ve çocuklar ise herkes için fitne sebebidir. "Bunlar dünya hayatının geçimidir." Yani dünya hayatında kendileriyle yararlanılan sonra da geçip giden, kalıcılığı olmayan şeylerdir. Bu âyetle yüce Allah dünyaya karşı zâhid olmayı teşvik etmekte; âhirete de rağbeti artırmaktadır. İbn Mâce ve başkalarının Abdullah b. Ömer'den rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünya bir metadır. Dünya metaı arasında ise salih bir kadından daha üstün hiçbir şey yoktur. " Yine Hadîs-i şerîfte: "Dünyada zahid ol (dünyaya rağbetin olmasın) Allah seni sever." Yani dünya metaından olan ve zorunlu ihtiyaç fazlası olan mal ve makama rağbet etme. Hazret-i Peygamber bir diğer Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlunun şu hususlar dışında kalanlarda bir hakkı yoktur: Mesken olarak kullanacağı bir ev, avretini örtecek bir elbise ve kuru bir ekmek ile su." Bu hadisi Tirmizî el-Mikdam b. Madi Kerib'den rivâyet etmektedir. Sehl b. Abdullah'a soruldu: Kul dünyayı ve bütün arzularını kolaylıkla nasıl terkedebilir? O: Kendisine emrolunanlarla meşgul olarak, diye cevap verdi. 11- Güzel Akıbet Allah Nezdindedir: Yüce Allah'ın: "Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir" âyeti mübtedâ ve haberdir. Meâb; dönüş yeri demektir. Dönmeyi ifade etmek üzere denilir. İmruu’l-Kays der ki: "Her uzak yerde dolaştırılıp durdum, o kadar ki; Sonunda ganimet olarak dönüşe razı oldum." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ayrılıp giden herkes geri döner Fakat ölüm ile ayrılan geri gelemez." kelimesinin aslı şeklindedir. Burada "vav"ın harekesi hemzeye kalbedilip, ibdal ile "vav" yerine "elif" getirilmiştir. "Mekaal" kelimesi gibi. . Âyet-i kerîme dünyalığın azlığını vurgulamak, onun önemsizliğini belirtmek, buna karşılık âhirette yüce Allah'a güzel bir şekilde dönmeye teşvik etmek anlamındadır. 15De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber veriyim mi? Takvaya erenler için Rablerinin katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Tertemiz eşler ve Allah'ın rızası da vardır. Allah kullarını çok iyi görendir. Soru: "Bunlardan" (Türkçede: Vereyim mi? (âyeti) ile sona ermektedir. "Takvaya erenler için" âyeti öne alınmış bir haberdir. "Cennetler" kelimesi ise mübtedâ olmak üzere ref edilmiştir. Sorunun: "Rablerinin katında..." âyetinde bittiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre "cennetler" kelimesi "bunlar öyle cennetlerdir ki" takdirinde gizli bir mubtedânın (haberi olmak üzere) merfudur. Bu açıklamaya göre ise "daha hayırlısını" kelimesinden bedel olarak "cennetler" kelimesinin iki esreli okunması da câiz olur. Fakat birinci şekle göre böyle bir okuyuş câiz olmaz. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber'in şu âyetini andırmaktadır: "Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı, şerefi, güzelliği ve dini. Ey elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikâhlayarak zafere ulaş." Hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. İşte "dindar olanı nikâhlamakla zafere kavuş" âyeti bu âyet-i kerimeye bir örnektir. Bundan öncekiler ise, bir önceki âyet-i kerimeye örnektir. Yüce Allah bunu dünyayı terkedenlerin maneviyatlarını güçlendirmek ve dünyalığa sahip olamadıkları dolayısıyla da onları teselli etmek için zikretmektedir. Bu âyet-i kerimenin kelimelerinin anlamları, daha önce Bakara Sûresi'nde-(el-Bakara, 2/25. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Rıdvan (rıza)" kelimesi "nza"dan masdardır. Bu da yüce Allah'ın cennet ehlini cennete koymasından sonra gerçekleşecektir. Yüce Allah onlara: "Size daha fazla vermemi istediğiniz birşey var mı?" diye soracaktır. Onlar da: Rabbimiz bundan daha üstün herhangi bir şey olabilir mi? diyecekler. Yüce Allah: "Benim rızam (var); bir daha ebediyyen size azap etmeyeceğim." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah kullarını çok iyi görendir" âyeti hem bir vaaddir, hem bir tehdit. 16Onlar ki: "Rabbimiz, biz gerçekten îman ettik. Artık günahlarımızı bize bağışla ve o ateş azabından bizleri koru" diyenler; "Onlar ki" âyeti yüce Allah'ın: "Takvaya erenler" âyetinden bedeldir. Bunu mef'ûl de kabul edebiliriz. Yani: "Onlar... diyenlerdir." Övmek suretiyle nasb olarak da kabul edilebilir. "Ey Rabbimiz biz gerçekten îman ettik" tasdik ettik. "Artık günahlarımızı bize bağışla." Bu, günahların bağışlanması için Allah'a yapılan bir duadır. "Ve o ateş azabından bizleri koru." Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/201. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 17Sabredenler, doğru olanlar, gönülden ibadet edenler (Allah yolunda) infak edenler ve seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. "Sabredenler" masiyetlere ve arzularına karşı direnenler. İtaatlere devam edenler diye de açıklanmıştır. "Doğru olanlar" yani davranışlarında, sözlerinde samimi olanlar: "Gönülden ibadet edenler" itaat edenler "infak edenler" Allah yolunda mallarını harcayanlar. Yine Bakara Sûresi'nde bu hususlara dair açıklamalar eksiksiz bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede kendilerine cennetlerin vadolunduğu takva sahiplerinin durumlarını açıklamaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir" âyetinin anlamı hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Enes b. Mâlik der ki: Burada sözü geçenler, Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. Katâde ise, sözü geçenler namaz kılanlardır, demektedir. Derim ki: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunlar hem namaz kılarlar, hem Allah'tan mağfiret isterler. Özellikle "seher vakti"nin söz konusu edilmesi duanın vakti olması ve isteklerin karşılanma ihtimali yüksek bir zaman olmasıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın Hazret-i Yakub'un çocuklarına söylediğini naklettiği: "Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" (Yusuf, 12/98) âyetini açıklamak üzere şöyle buyurur: "Yakub onların bu mağfiret isteklerini seher vaktine erteledi." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. İleride gelecektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Cebrâîl'e: "Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?" diye sorunca Hazret-i Cebrâîl: Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde sarsılır" diye cevap verdi. "Seher" denildiği gibi "sehr" de denilir. ez-Zeccâc der ki: "Seher" gecenin geçip ikinci fecrin çıktığı vakte kadarki zamandır. İbn Zeyd ise, bu vakit gecenin sonuncu altıda biridir, demektedir. Derim ki: Bundan daha sahih olanı, hadis İmâmlarının Ebû Hüreyre'den naklettikleri şu Hadîs-i şerîftir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah, her gece gecenin ilk üçte biri geçince dünya semasına iner ve der ki: Ben melik olanım. Ben melik olanım. Var mı Bana dua eden? Ben de onun duasını kabul edeyim. Var mı Benden dilekte bulunan? Ben de ona istediğini vereyim? Benden mağfiret isteyen var mı? Ben de ona mağfiret edeyim. Ve bu tan yeri ağarıncaya kadar böyle devam eder, gider." Müslim'in bir rivâyetinde ise "sabah fecr ağarıncaya kadar" şeklindedir. Lâfız Müslim'indir. Bu âyetin te'vili hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivâyettir: Ebû Hüreyre ile Ebû Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivâyete göre şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verilecek." Ebû Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivâyet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır. Buna dair açıklamalarımızı da "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ ve Sifatihî el-Ulâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'tan Mağfiret Dilemenin Hükmü: Allah'tan mağfiret dilemek mendubtur. Yüce Allah bu âyet-i kerimede olsun, başka âyetlerde olsun mağfiret dileyenlerden övgü ile söz etmiştir. Başka bir âyet-i kerimede: "Seherlerde de onlar mağfiret dilerler" (ez-Zâriyât, 51/18.) diye buyurmaktadır. Enes b. Mâlik der ki: Biz seher vakti yetmiş defa istiğfar getirmekle emrolunduk. Süfyan es-Sevrî der ki: Bana ulaştığına göre gecenin ilk bölümü oldu mu bir münadî kânitûn (Allah'a dua edip de yalvaranlar)ın kalkması için seslenir. Onlar da bu şekilde kalkarlar ve seher vaktine kadar namaz kılarlar. Seher vakti oldu mu yine bir münadî: Nerde mağfiret isteyenler? diye seslenir. Bunun üzerine onlar da mağfiret isterler. Başkaları da kalkıp namaz kılar ve onlar da bunlara katılırlar. Tanyeri ağardı mı yine bir münadî şöyle seslenir: Haydi gafiller kalksın. Bunlar da kabirlerinden diriltilen ölüler gibi yataklarından kalkarlar. Enes'ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz yüce Allah buyuruyor ki: Ben yeryüzü halkını azâb etmek istiyorum da mescidlerimi imar edenlere, Benim rızam için birbirlerini sevenlere, teheccüd kılanlara, seher vaktinde mağfiret isteyenlere bakınca; onlar sebebiyle yeryüzü halkından azâbı defederim." Mekhûl der ki: Bir ümmet arasında her gün yirmibeş defa Allah'tan mağfiret dileyen onbeş kişi varsa Allah herkesi azâb etmek suretiyle o ümmeti helâk etmez. Bunu Ebû Nuaym "el-Hilye" adlı eserinde zikretmektedir. Nâfi' der ki: İbn Ömer bütün geceyi ihya eder sonra ey Nâfi' seher vakti geldi mi? diye sorardı. Ben de kendisine: Hayır derdim. Bu sefer yine namaz kılmaya devam eder sonra aynı soruyu sorardı. Ben kendisine: Evet de diğim vakit oturur, Allah'tan mağfiret dilerdi. İbrahim b. Hâtıb babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Seher vakti mescidin bir kenarında bir adamın şöyle dediğini işitirdim: Ya Rabbi, Sen bana emrettin, ben de Sana itaat ediyorum. İşte bu bir seher vaktidir, bana mağfiret buyur. Kim olduğuna baktım, onun İbn Mes'ûd olduğunu gördüm. Derim ki: İşte bütün bunlar istiğfarın, kalbin huzuru ile birlikte dil ile mağfiret dilemek olduğunu göstermektedir. Yoksa İbn Zeyd'in dediği gibi, burada mağfiret isteyenlerden kasıt, sabah namazını cemaatle kılanlar değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Lokman, oğluna şöyle demiş: "Oğulcuğum, horoz senden daha akıllı olmasın. Sen uykuda iken o seher vakitleri seslenmesin." İstiğfarda söylenecek sözler arasından tercih edilenler Buhârî'nin Şeddâd b. Evs'ten yaptığı şu rivâyette zikredilenlerdir. Buhârî'nin el-Cami' es-Sahih'inde (Şeddâd'ın) bundan başka bir rivâyeti de yoktur. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İstiğfarın başı şöyle demendir: "Allah'ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. Gücüm yettiğince Sana olan ahdim Sana olan va'dim üzereyim. Yaptıklarım kötülüklerinden Sana sığınırım. Üzerimdeki nimetlerini itiraf ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Bana mağfiret buyur. Şüphesiz günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur." (Devamla) buyurdu ki: "Her kim gündüzün bunu inanarak söyler de o gün akşamı etmeden ölürse cennet ehlindendir. Her kim bunu geceleyin buna inanarak söyler de sabahı etmeden o gece ölürse cennet ehlindendir. " Ebû Muhammed Abdulgani b. Said, İbn Lehia'dan, o Ebû Sahr'dan o Ebû Hazret-i Muâviye'den, o Saîd b. Cübeyr'den o Ebû's-Sahbâ el-Bekrî'den o Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın elinden tuttuktan sonra şöyle buyurdu: "Sana günahların, karınca adımları sayısınca -veya ufak karıncaların adımlan sayısınca- olsa dahi, Allah'ın günahlarını -ki sana mağfiret olmuştur ya- mağfiret etmesini sağlayacak sözler öğreteyim mi? Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, ben kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur. Çünkü günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur. " 18Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azizdir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Saîd b. Cübeyr dedi ki: Kabe'nin etrafında 360 tane put vardı. Bu âyet-i kerîme nazil olunca bu putlar yüzüstü secde eder gibi yıkıldılar. el-Kelbî de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'de olduğu haberi yayılınca onun huzuruna Şam halkı yahudilerden iki alim geldi. Medine'yi görünce biri diğerine bu şehir ahir zamanda çıkacak peygamberin Medine'sinin niteliklerini ne kadar da andırıyor! Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna vardıklarında sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. Ona: Sen Muhammed misin? dediler. O: Evet buyurdu. Yine aynı zamanda Ahmed misin diye sordular. Yine evet buyurdu. Bu sefer şöyle sordular: Biz sana bir şehadete dair soru soracağız. Eğer sen bunu bize haber verirsen sana îman eder ve seni takdis ederiz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Sorunuz" deyince şöyle dediler: Bizlere Allah'ın Kitabında yer eden en büyük şahitlik hakkında haber ver. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) şu: "Allah, -adaleti ayakta tutarak- şehadet eder ki gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler" âyetini indirdi. Her iki ilim adamı da İslâm'a girdi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etti. Burada sözü geçen "ilim sahipleri"yle meleklerin kastedildiği söylenmiştir. İbn Keysan da der ki: Burada "ilim sahipleri"nden kasıt muhacirler ve ensardır. Mukâtil de; Kitap ehlinin îman edenleridir, derken; es-Süddî ile el-Kelbî; bütün mü’minlerdir derler; ki daha kuvvetli olan görüş budur. Çünkü umumîdir. 2- îlmin ve Âlimlerin Fazileti: Bu âyet-i kerimede ilmin faziletine, ilim adamlarının şeref ve üstünlüğüne delil vardır. Çünkü şayet ilim adamlarından daha şerefli bir kimse bulunsaydı yüce Allah ilim adamlarını birlikte sözkonusu ettiği gibi; onları da elbette kendi ismiyle, meleklerinin ismiyle birlikte burada zikrederdi. Yüce Allah ilmin şerefi ile ilgili olarak Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) şunu buyurmuştur: "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (Ta-Hâ, 20/114) Eğer ilimden daha şerefli birşey olsaydı elbette ki yüce Allah peygamberine ilmini artırmasını istemesini emretmiş olduğu gibi; onun da artırılmasını istemesini emrederdi. Hazret-i Peygamber de: "Şüphesiz ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır" dediği gibi: "İlim adamları Allah'ın, yaratıkları üzerindeki eminleridir" diye de buyurmuştur. Bu da ilim adamları için, büyük bir şereftir; dinde onların çok büyük bir yer işgal ettiklerini göstermektedir. Hadis hafızı Ebû Muhammed Abdulgani yine hafız olan Bereka b. Naşit'dan -asıl ismi Ankel b. Hakarik'dir. Bunun anlamı da Bereke b. Naşît'dir- rivâyetle der ki: Bize Ömer b. el-Müemmil anlattı. Bize Muhammed b. Ebi'l-Hasîb anlattı. Bize Ankel anlattı. Bize Muhammed b. İshak anlattı, bize Şerîk, Ebû İshak'tan anlattı. O el-Berâ'dan şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İlim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Sema ehli onları sever ve öldükleri takdirde Kıyâmet gününe kadar denizdeki balıklar dahi onlara mağfiret diler." Bu konuda Ebû Dâvûd tarafından rivâyet edilen Ebû'd-Derda yoluyla gelen bir Hadîs-i şerîf de vardır. Gâlib el-Kattân rivâyetle der ki: Ben bir ticaret maksadıyla Kûfe'ye gittim. el-A'meş'e yakın bir yerde konakladım. Ona zaman zaman gidip gelirdim. Bir gece Basra'ya doğru gitmek isteyince geceleyin kalkıp teheccüd kıldığını gördüm. Şu: "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur, o Azizdir, Hakimdir. Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/18-19) âyetlerini okudu. el-A'meş dedi ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şehadet ediyorum. Bu şehadetimi Allah'a emanet bı rakıyorum. Ve bu benim Allah nezdindeki bir emanetimdir. Ve: "Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır" -sözlerini defalarca tekrarladı-. Sabahleyin yanına gittim, onunla vedalaştıktan sonra şöyle dedim: Ben senin bu âyet-i kerimeyi okuduğunu işittim. Bu âyet hakkında sana ulaşan haber nedir? Ve bir seneden beri senin yanında olduğum halde bunu bana anlatmış değilsin. Bana: Allah'a yemin ederim, bir sene daha kalsan yine sana anlatacak değilim. (Gâlib devamla) dedi ki: Onun yanında ikamet ettim ve kapısına bana bu sözleri söylediği günün tarihini yazdım. Üzerinden bir sene geçince ona: Ey Muhammed'in babası işte sene geçmiş bulunuyor, dedim. Deki ki: Bana Ebû Vail, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde bu emanetin sahibi getirilir. Yüce Allah şöyle buyurur: Kulum bana bir ahid vermişti. Verilen sözleri yerine getirmeye en lâyık olan Benim, haydi kulumu cennete koyunuz." Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Gâlib el-Kattan, Gâlib b. Hattâf el-Kattân'dır. el-A'meş'ten: "Allah adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki" hadisini rivâyet etmekte ise de bu, mu'dal bir hadistir. İbn Adiy der ki: Onun rivâyet ettiği hadislerin zayıf olduğu açıkça görülmektedir. Ahmed b. Hanbel de der ki: Galib b. Hattâf el-Kattân sikadır. İbn Maîn de: Sikadır derken, Ebû Hâtim de: Çok doğru sözlü salih bir kimsedir, demektedir. Derim ki: Galib'in adaletli ve sika bir ravi olduğunu anlamak için Buhârî ve Müslim'in, Kitaplarında ondan rivâyet kaydettiklerini bilmek bizim için fazlasıyla yeterlidir. Yine Enes'ten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim: "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîzdir, Hakimdir" âyet-i kerimesini uyuyacağı vakit okuyacak olursa, Allahü teâlâ ona Kıyâmet gününe kadar kendisi için mağfiret dileyecek yetmişbin tane melek var eder." Şöyle de denilmektedir: Her kim bu şahitliği kalbinden inanarak ikrar ederse o, adaleti ayakta tutmuş olur. Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ka'be'nin etrafında üçyüzaltmış tane put vardı. Arap kabilelerinden her birisinin bir ya da iki putu vardı. Bu âyet-i kerîme nazil olunca sabahleyin putların secde halinde yıkılmış oldukları görüldü. 4- Âyet-i Kerîme ile İlgili Açıklamalar: "Allah... şehadet etti" açıkladı ve bildirdi, demektir. Nitekim filân kişi hakkın kimin lehine yahut kimin aleyhine olduğunu açıkladığı vakit, "hakimin yanında şahitlik etti" denilir. ez-Zeccâc dedi ki: Şahit birşeyi bilen ve açıklayan kimse demektir. Yüce Allah bize vahdaniyetini, yarattıkları ile delillendirdi ve açıkladı. Ebû Ubeyde der ki: "Allah şehadet etti" âyeti, Allah hükmetti, yani bildirdi, anlamındadır. İbn Atiyye ise der ki: Bu birkaç bakımdan reddedilir. el-Kisaî âyetinin ilk hemzesini üstün okuduğu gibi, "Muhakkak din..." âyetindeki hemzeyi de bu şekilde okumuştur. el-Müberred der ki: Bu okuyuşa göre takdirî ifade şöyle olur: Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik ederek, Allah katında dinin de İslâm olduğuna (şahitlik etti). el-Kisaî der ki: İki hemzeyi de nasb ile oku. Bunun anlamı şöyle olur: Allah şuna şuna şehadet etti ve Allah katında dinin İslâm olduğuna da şehadet etti. İbn Keysân der ki: İkinci olarak gelen: birincisinden bedeldir. Çünkü İslâm, tevhid demek olan bu âyetin muhtevasını açıklamaktadır. el-Kisâî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs da: âyetinde: "Allah şahitlik etti ki muhakkak ki O" âyetindeki hemzeyi esreli okurken; âyetindeki hemzeyi üstün olarak okumuştur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Allah, Allah katındaki dinin İslâm olduğuna şahitlik etmiştir. Daha sonra yine -sözün başına dönerek- şöyle buyurdu: Şüphesiz O'ndan başka ilâh yoktur. Ebû'l-Muhelleb -ki kurra birisiydi- hal olmak üzere nasb ile: "Allah'ın şahitleri olarak... şahitlik ettiler" diye okumuştur. Yine ondan: "Ki Allah'ın şahitleridirler" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Şu'be, Âsım'dan o Zir'den o Ubey'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle okuduğunu rivâyet etmektedir: "Muhakkak Allah katında din, haniflik dinidir, yahudilik de değildir, hıristiyanlık da mecusilik de değildir. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Ayırdetme gücüne sahip olan kimse açıkça şunu anlar: Bu sözler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından tefsir (açıklama) olmak üzere söylenmiştir. Hadisi nakleden bazı kimseler ise bunu Kur'ân'danmış gibi rivâyet etmişlerdir. "Ayakta tutarak" âyeti yüce Allah'ın: "Allah şehadet etti" âyetindeki ismini te'kid etmek üzere hal olarak ya da "O'ndan başka ilâh yoktur" daki zamirin hali olarak mansuptur. el-Ferrâ' ise der ki: Bu kelime kat' dolayısıyla nasbedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslı …..şeklindedir. Ancak elif-lâm kat' edilince (kaldırılınca) yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi nasbolundu: "Din de daima O'nundur" (en-Nahl, 16/52). Abdullah'ın kıraatinde ise sıfat olmak üzere: "Adaleti ayakta tutan Allah" diye okumuştur. Kist ise adalet demektir. "Ondan başka ilâh yoktur, o Azizdir, Hakimdir" Bu âyetin tekrarlanmasının sebebi birinci (O'ndan başka ilâh yoktur) âyetin tez durumunda olması, ikinci şehadetin (O'ndan başka ilâh yoktur âyetinin) ise hükmün yerini tutmasıdır. Ca'fer es-Sadık der ki: Birinci cümle vasfetmek ve tevhid etmek, ikincisi ise resmetmek ve talim etmektedir. Yani "Siz Allah'tan başka ilâh yoktur, O Azîzdir, Hakîmdir deyiniz" demektir. 19Muhakkak Allah katında din İslâm'dır. Kitap verilenler ise ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" âyetindeki "din" kelimesi itaat ve millet anlamındadır. İslâm ise îman ve itaatler anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû'l-Aliye yapmıştır. Kelamcıların Cumhûru da bu görüştedir. Aslolan "îman " ve "İslâm"ın ad olduğu şeylerin birbirlerinden farklı olmasıdır. Çünkü Cibril Hadisi diye bilinen hadis bunu ifade etmektedir. Bazan bunlar eş anlamlı da olabilir; o takdirde her birine ötekinin ismi verilebilir. Nitekim Abdulkays Heyetî ile ilgili hadiste bunu görüyoruz. Orada Hazret-i Peygamber, kendilerine yalnızca Allah'a îman etmelerini emretmiş ve şöyle demiştir: "Îman nedir bilir misiniz?" Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir.. " Yine Hazret-i Peygamber'in: "Îman yetmiş küsur bölümdür. Onun en alt seviyesi yolda eziyet veren şeyleri kaldırmak, en üst seviyesi ise Allah'tan başka ilâh yoktur (lâ ilahe illallah) demektir." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Müslim de ayrıca: "Ve haya imandan bir şubedir" kısmını da eklemektedir. Kimi zaman bu kelimelerin her birisinde karşılıklı bir tedahül (örtüşme) de sözkonusu olabilir. Şöyle ki; kişi bunlardan birisini zikreder ve aslında onun ad olduğu şeyi kastetmekle birlikte; diğerinin de ad olduğu şeyi kastedebilir. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi. Çünkü bunun kapsamına hem tasdik, hem de ameller girmektedir. Hazret-i Peygamber'in şu âyeti bu kabildendir: "Îman kalbin bilmesi, dil ile söylemek ve erkân ile amel etmektir" Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Önceden de geçmişti. Gerçek ise; birinci anlamın hem kelime anlamı itibariyle hem şer'î anlamı itibariyle kastedildiğidir. (Yani îman ile İslâm'ın ayrı şeyler olduğudur). Bunun dışındaki anlam ve yorumlar ise terimdeki kapsamın genişletilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Kitap verilenler ise ancak.... ayrılığa düştüler." Yüce Allah, kitap ehlinin gerçekleri bilmelerine rağmen görüş ayrılığına düştüklerini ve bunun aralarındaki çekememezlik ve dünyalık aramaktan kaynaklandığını haber veriyor. Bunu İbn Ömer ve başkaları söylemiştir. Âyette bir takdim ve te'hir vardır. Manası şudur: Kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düşmeleri, ancak kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr de der ki: Bu âyet-i kerîme ile kastedilenler hıristiyanlardır ve bu, Necran hıristiyanlarına bir azardır. er-Rabi' b. Enes ise, bununla kastedilenler Yahudilerdir demektedir. Bununla birlikte "Kitap verilenler" tabiri yahudileri de hıristiyanları da kapsamına alır. Yani "kendilerine kitap verilenler" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvveti hususunda "ancak kendilerine ilim" yani kitaplarında o peygamberin nitelikleri ve peygamberliğine dair açıklamalar "geldikten sonra aralarındaki ihtilaftan dolayı ayrılığa düştüler." Şöyle de denilmiştir: Yani kendilerine İncil verilenler, Îsa hususunda ancak yüce Allah'ın tek bir ilâh olduğuna, Îsa'nın da Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi geldikten sonra ihtilâfa düştüler ve onun hakkında farklı görüşler, iddialar ortaya attılar. " İhtiras" kelimesi mef'ûlün leh olmak üzere mansubtur. Yahut da: " ...ler" den hal olmak üzere nasb edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 20Seninle tartışmaya girişirlerse "Ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a teslim ettim" de. Kendilerine kitap verilenlere ve (kitapsız) ümmîlere: "Siz de İslâm oldunuz mu?" de. Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Şayet yüzçevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir. Yüce Allah'ın: "Seninle tartışmaya girişirlerse: «Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim» de" âyeti şu demektir: Şayet onlar seninle uydurma sözlerle ve kelime oyunlarıyla tartışacak olurlarsa, senin işin mükellef kılınmış olduğun îmana sahip çıkmak ve onu tebliğ etmek olsun. Sana yardımcı olmak ise Allah'a aittir. Yüce Allah'ın: "Yüzünü" âyeti kendini, zatını anlamındadır. Hazret-i Peygamber'in: "Yüzüm onu yaratana ve ona suret verene secde etmektedir" hadisindeki "yüz" kelimesi de bu kabildendir. Buradaki "yüz" kelimesinin, kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Kişinin: Filan kişi şu yüze (yöne) doğru çıktı, demesi gibi. Buna dair bu anlamdaki açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/112. âyette) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Ancak birinci açıklama daha uygundur. Kişinin kendisini ifade etmek üzere "yüz" tabirinin kullanılması, kişinin en şerefli organının ve en çok duyu organının toplandığı organ o olmasından dolayıdır. Şair der ki: "Ben yüzümü teslim ettim, kendisine teslim olduğu Tatlı ve berrak suyu taşıyan bulutların." Yüce Allah'ın: "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise baki kalır" (er-Rahmân, 55/27) âyeti hakkında yetkin kelamcılar bunun "zatı" ifade eden bir ibare olduğunu söylemişlerdir. Kendisi ile vechi (rızası) kastedilen amel, diye de açıklanmıştır. Allah'ın: "Bana uyanlarla" âyetindeki "Ben" kelimesi "Teslim ettim" âyetindeki "te" harfine atfedilmiş ve mahallen merfudur, yani bana uyanlar da teslim olmuşlardır, demektir. Bu şekilde arada te'kid olmaksızın merfu zamire atıf, aralarındaki fasıl (araya başka kelimelerin girmesi) dolayısıyla caizdir. Nâfi', Ebû Bekr ve Ya'kub: "Bana uyanlar" âyetinin sonunda "ye" harfini, aslında olduğu şekilde tesbit etmişlerdir, diğerleri ise Mushafa tabi olarak; bunu hazfetmişlerdir. Çünkü (Hazret-i Osman) Mushafında bu kelime "yâ"sızdır. Şair de şöyle demektedir: "Bir gün dahi, bolluk içinde olduğumu gizlemiyor Fakat sıkıntımı ise, (devamlı) gizli tutar karakterim." Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere: «Siz de İslâm oldunuz mu?» de. Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Şayet yüzçevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir" âyetinde kasıt yahudiler ve hıristiyanlardır. "Ümmiler" ise kitabı olmayanlar demek olup kasıt Arap müşrikleridir. "Teslim oldunuz mu?" âyeti hem takrir (durumu söyletmek) anlamında bir istifhamdır (soru) hem muhtevasında emir de vardır. İslâm'a giriniz, demektir. Taberî ve başkaları böyle demiştir. ez-Zeccâc: "İslâm oldunuz mu?" âyeti tehdid anlamındadır der. Bu da güzel bir açıklamadır. Çünkü bu, İslâm oldunuz mu, olmadınız mı? anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Doğru yola girmişlerdir" ibaresinin dili geçmiş (mazi) sigasıyla gelmesi, onlar için hidâyetin gerçekleşip elde edileceğinin mübalağa yoluyla haber verilmesi kastı iledir. Tebliğ" ise fiil kökünün ikinci harfinin (aynu'l-fi'linin) hafif okunmasıyla nın mastarıdır. Sana tebliğ etmek düşer, demektir. Bu âyetin cihad ile neshedilen emirlerden olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak bu, âyetin nüzul tarihini bilmeyi gerektirir. Bu âyet-i kerimelerin Necrân heyeti hakkında nazil olduğuna dair rivâyetin zahirine bakılacak olursa, bunun anlamı şöyle olur: Sana düşen, sana indirilen buyrukları Savaşmak ve benzeri diğer yollarla tebliğ etmekten ibarettir. 21Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenlere; işte onlara elem verici bir azâbı müjdele. Âyetin tefsiri için bak:22 22İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmış olanlardır. Ve onların hiç bir yardımcıları yoktur. Bu âyete dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere...." âyeti ile ilgili olarak Ebû'l-Abbâs el-Müberred der ki: İsrailoğullarından birtakım kimselere kendilerini aziz ve celil olan Allah'a davet eden peygamberler geldi. Onlar da o peygamberleri öldürdüler. Daha sonra bazı mü’minler kalkıp onlara İslâm'a bağlanmalarını emrettiler. Onları da öldürdüler. İşte bu âyet-i kerîme onlar hakkında nazil olmuştur. Ma'kil b. Ebi Miskin de böyle demektedir: Peygamberler (Allah'ın salâtı selâmı üzerlerine olsun) İsrailoğullarına Allah'tan yeni bir kitap getirmeksizin- gelirlerdi. İsrailoğulları da o peygamberleri öldürürlerdi. O peygamberlere tabi olanlardan bir topluluk kalkar ve kendilerine adaleti emrederler, bunları da öldürürlerdi. İbn Mes’ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlardan adeleti emredenleri öldüren topluluk ne kötü bir topluluktur! İyiliği emretmeyip kötülükten sakındırmayan bir topluluk ne kötü bir topluluktur! Mü’minin aralarından takiyye yaparak (kendisini gizleyerek) yürüdüğü topluluk, ne kötü bir topluluktur!" Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ın rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İsrailoğulları bir günün başının kısa bir bölümünde tam kırküç peygamber öldürdü. İsrailoğulları arasında âbid kimselerden on iki kişi kalkıp iyiliği emrettiler, kötülükten sakındırdılar. Aynı günün son demlerinde de işte bunların hepsi öldürüldü. Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın sözünü ettikleri de bunlardır." Bunu da el-Mehdevî ve başkaları zikretmiştir. Şube, Ebû İshak'tan o Ebû Ubeyde'den o Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İsrailoğullarının bir günde yetmiş peygamber öldürdüğü olurdu. Daha sonra da günün sonuna doğru onların sebze pazarları kurulurdu. Birisi: Kendilerine bununla (bu âyet-i kerîme ile) öğüt verilen kimseler, herhangi bir peygamber öldürmüş değillerdir; diyecek olursa, buna şu şekilde cevap verilir: Ancak âyetlere muhatap olanlar peygamberleri öldürenlerin yaptıklarına razı idiler. O bakımdan onların seviyesindedirler. Yine bu âyetlere muhatap olanlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ve onun ashabı ile Savaştıkları gibi; onları öldürmeye de kalkıştılar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da seni çıkarmak için tuzak kuruyorlardı..." (el-Enfal, 8/30) 2- Geçmiş Ümmetlerde Ma'rufu Emretmek ve Münkerden Alıkoymak: Bu âyet-i kerîme, önceki ümmetlerde de ma'ruf emrinin, münkerden alıkoymanın vacip (farz) olduğunu göstermektedir. Risaletin ve nebevî hilafetin asıl faydası da budur. el-Hasen der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsa o Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Rasûlünün halifesidir, kitabının halifesidir. " Ebû Leheb'in kızı Dürre'den ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde (hutbe irad etmekte) iken adamın birisi gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, insanların en hayırlısı kimdir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Aralarında ma'rûfu en çok emreden, münkerden en çok alıkoyan, Allah'tan en çok korkan, akrabalık bağlarını en çok gözetendir. " Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Onlar münkeri emreder, mâruftan alıkoyarlar." (et-Tevbe, 9/67). Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Bunlar da iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." (et-Tevbe, 9/71) Böylelikle yüce Allah iyiliği (mârufu) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymayı mü’minler ve münafıklar arasındaki fark olarak göstermektedir. İşte bu da mü’minin en belirgin özelliklerinden birisinin, iyiliği emretmek, münkerden de alıkoymak olduğunu göstermektedir. Bunun başı ise İslâm'a davet etmek ve bu uğurda Savaşmaktır. İyiliği emretmek, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Öncelikle bunu sultan (devlet yetkilisi) yerine getirmelidir. Çünkü hadlerin uygulanma yetkisi ona aittir, tazir de onun görüşüne göre yapılır. Hapsetmek, serbest bırakmak, sürgün etmek, gurbete göndermek, onun yetkisi içerisindedir. O her bir şehirde, salih, güçlü, alim ve emin bir kimseyi tayin eder ve bunları yerine getirmesi için emir verir. Herhangi bir ziyade sözkonusu olmaksızın o da gereği gibi hadleri uygular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O mü’minlere ki eğer Biz yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, münkerden alıkoyarlar." (el-Hacc, 22/41) 3- Kötülükten Alıkoyanın Nitelikleri: Kötülüğü yasaklayan kimsenin adaletli bir kimse olması, Ehl-i Sünnete göre şart değildir. Bu görüş bid'atçilerin konu ile ilgili kanaatlerine muhaliftir. Çünkü bid'atçiler: Münkeri ancak adil olan bir kimse değiştirmeye kalkışır, derler. Bu ise yersizdir. Çünkü adalet, insanlar arasında çok az kimsede bulunabilen bir özelliktir. Buna karşılık ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak ise bütün insanlar hakkında geneldir. Eğer yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) âyeti ile: "Sizin yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir hışmı gerektirir" (es-Saf, 61/3) âyetine ve benzerlerine delil diye sarılacak olurlarsa onlara şöyle denilir: Burada yasaklanmış bir işin yapılmasından dolayı kınama sözkonusudur. Yoksa bir kimsenin münkerden alıkoyması dolayısıyla yergi sözkonusu değildir. Bir kötülüğü işleyip de onu yasaklamanın onu işlemeyeninkine göre daha, çirkin olduğunda şüphe yoktur. İşte bundan dolayıdır ki böyle yapanlar, cehennem ateşi içerisinde eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi döneceklerdir. Nitekim biz bunu yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emreder de..." (el-Bakara, 2/44) âyetini tefsir ederken açıklamış bulunuyoruz. İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre; müslümanlar, gücü yeten her kişinin, eğer münkeri değiştirdiğinden dolayı kınamaktan başka bir şeyle karşılaşmayacak ve bu ona eziyet etmek noktasına varmayacak olursa, gücü yeten her kimsenin o münkeri değiştirmesinin vacip olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Şayet kınamadan başka birşeyle karşılaşmayacak olursa, bu kınamanın onu münkeri değiştirmekten alıkoymaması gerekir. Eğer eliyle değiştirmeye güç yetiremiyorsa diliyle değiştirir. Buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle değiştirir ve bundan fazlasını yapmakla mükellef değildir. Şayet kalbiyle değiştirerek red edecek olup başkasına gücü yetmiyor ise, üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş olur. (İbn Abdi’l-Berr) devamla der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı vurgulayan Hadîs-i şerîfler oldukça çoktur. Fakat bu hadisler "güç yetirmek" kaydı ile mukayyeddir. el-Hasen der ki: Bu konuda kendisiyle konuşulacak kimse, ancak düzelmesi umulan bir mü’min yahut da kendisine birşey öğretilecek bir cahil olabilir. Kılıcını yahut kamçısını eline alıp da: Benden kork! Benden kork! diyene gelince; böylesiyle senin bir ilgin yoktur. İbn Mes'ûd der ki: Değiştirme gücü bulunmayan bir münkeri gören bir kimse için kalbinden o münkerden tiksinmesi ve Allah'ın da bunu bilmesi, onun için yeterlidir. İbn Lehîa el-A'rec'den, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’minin kendisini zelil kılması helâl değildir." Ey Allah'ın Rasûlü, kendisini zelil kılması ne demektir? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Altından kalkamayacağı şekilde birtakım belâlara kendisini maruz bırakmasıdır. " Derim ki: Bu hadisi İbn Mâce, Ali b. Zeyd b. Cüd'ân'dan o el-Hasen b. Cündeb'den o Huzeyfe'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Bununla birlikte her iki senet hakkında da tenkid edici sözler söylenmiştir. Ashab-ı kiramdan kimisinin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Şüphesiz bir kişi karşı çıkabilme gücü olmayan bir münkeri gördüğü takdirde üç defa: "Allah'ım, şüphesiz bu bir münkerdir" demelidir. Bunu söylediği takdirde üzerine düşeni yapmış olur. İbnu'l-Arabî'nin iddia ettiğine göre; eğer bir kimse o münkeri izâle edeceğini umuyor, bununla birlikte onu değiştirmeye kalktığı takdirde dövüleceğinden yahut öldürüleceğinden korkuyor ise, ilim adamlarının çoğunluğuna göre, kendisini böyle bir tehlikeye atması caizdir. Şayet onun ortadan kalkmasını umut etmiyor ise, böyle bir işe kalkışmanın faydası yoktur. (İbnu'l-Arabi) der ki: Benim kabul ettiğim görüşe göre; niyeti halis ise; durum ne olursa olsun o kendisini böyle bir tehlikeye atsın ve hiçbir şeye aldırış etmesin. Derim ki: Bu Ebû Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) sözünü ettiği icmaya muhaliftir. Bu âyet-i kerîme ise, öldürme tehlikesi olmakla birlikte iyiliği emretmenin ve münkerden alıkoymanın câiz olduğunu göstermektedir. Nitekim yüce Allah: "Mâ'rûfu emret, münkerden alıkoy. Ve sana isabet edenlere da sabret..." (Lukman, 31/17) diye buyurmaktadır ki; bu da (bu uğurda) gelebilecek eziyetlere bir işarettir. 5- Münkeri El, Dil, ve Kalp ile Değiştirmenin Mahiyeti ve Sorumluları: Hadis İmâmları Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizden bir münker gören onu eliyle değiştirsin, gücü yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin). Bu ise imanın en zayıf halidir. " İlim adamları der ki: El ile marufu emretmek, yöneticilere; dil ile ilim adamlarına; kalb ile değiştirmek ise zayıflara yani insanlar arasındaki avama ait bir görevdir. Şayet münkerin onu yasaklayan tarafından dil ile ortadan kaldırılması mümkün ise onu yapsın. Eğer ancak cezalandırmak yahut öldürmekle bu münkeri ortadan kaldırabilecekse onu da yapsın. Öldürmekten daha aşağısı ile münkeri izale etmek mümkünse öldürmek câiz değildir. Bu ise yüce Allah'ın şu âyetinden çıkartılmaktadır: "O haddi aşan grupla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (el-Hucurât, 49/9) İlim adamları da bunu esas alarak şunu söylemişlerdir: Cana yahut mala saldıran bir kimseyi, canına yahut malına veya başkasının canına zarar vermeye kalkışanı önleyebilir ve bundan dolayı onun için sorumluluk sözkonusu değildir. Zeyd Amr'ı Bekr'in malını almak isterken görür ise, şayet mal sahibi Amr'a gücü yetmiyor ve malının alınmasına da razı değil ise Zeyd'in Amr'ı önlemesi ona engel olması gerekir. Hatta ilim adamları şöyle demiştir: İsterse bundan dolayı ona kısas uygulanacağını farzetsek dahi (Allah katında sorumlu tutulması sözkonusu değildir). Şöyle de denilmiştir: Bir şehirde eğer dört türlü insan varsa ora halkı beladan korunmuş olurlar: Zulmetmeyen adil bir başkan, hidâyet yolu üzere âlim bir kimse, ma'rûfu emreden münkerden alıkoyan, ilmin ve Kur'ân'ın tahsiline teşvik eden hocalar ve hanımları, ilk cahiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayanlar. 6- İyiliği Emredip Münkerden Alıkoymanın Terki: Enes b. Mâlik'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Biz ne zaman iyiliği emretmeyi münkerden alıkoymayı terkedelim? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerde başgösteren şeyler aranızda başgösterdiği takdirde." Ey Allah'ın Rasûlü, bizden önceki ümmetlerde neler başgösterdi? Şöyle buyurdu: "Yöneticilik küçükleriniz arasında, ahlâksızlık büyükleriniz arasında, ilim de sizin ayak takımınız arasında (olursa)." Zeyd der ki: Peygamber efendimiz'in: "İlim de ayak takımınız arasında" âyeti fasıklar arasında ilim yayılırsa demektir. Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar Mâide Sûresi'nde (5/89. âyette) ve diğerlerinde yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Yüce Allah'ın: "Amelleri boşa gitmiş olanlardır" âyeti ile; "Onlara.... müjdele" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Tekrarının anlamı yoktur. 23Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek üzere Allah'ın Kitabına çağırdıyorlar da sonra onlardan bir zümre arkasını çevirerek gidiyor?" Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yahudilerden bir topluluğun yanına Beytu'l-Midras'a gelip de onları Allah'ın yoluna davet etmesi sebebiyle nazil olmuştur. Nuaym b. Amr ile el-Haris b. Zeyd ona: Ey Muhammed, sen hangi din üzeresin? diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben İbrahim'in dini üzereyim" diye cevap verince şöyle dediler: İbrahim yahudi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Haydi Tevrat'ı getiriniz; o sizin ve bizim aramızda hakem olsun." Ancak Tevrat'ı getirmeyi kabul etmediler. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre ise bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Yahudilerden bir topluluk Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Haydi Tevrat'ı getiriniz orada benim sıfatlarım yazılıdır" dedi. Ancak onlar bunu kabul etmediler. Cumhûr: "Hüküm vermek üzere" diye okumuşlardır. Ebû Cafer Yezid b. el-Ka'ka' ise "ya" harfini ötreli olarak diye okumuştur. Ancak birinci kıraat daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İşte bu, size karşı hakkı söyleyen Kitabımızdır." (el-Câsiye, 45/29) 2- Hakime Davet Edilenin Durumu: Bu âyet-i kerimede hakime çağırılan kimsenin, hakimin huzuruna gitmesinin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü o kimse, Allah'ın Kitabına davet edilmiştir. Şayet onu kabul etmeyecek olursa emre muhalif olur ve muhalefet e-den ile kendisine muhalefet edilenin durumuna göre, onun te'dib edilerek azarlanması gerekir. Bu bizde Endülüs'te ve Mağrib ülkelerinde uygulanan bir hükümdür. Fakat Mısır diyarında bu yoktur. Sözünü ettiğimiz bu hüküm ise Kitab-ı Kerîm’de Nûr Sûresi'nde yüce Allah'ın şu âyetinde açıklanmış bulunmaktadır: "Aralarında hüküm vermek için Allah'a ve Rasûlüne davet olunduklarında onlardan bir grubun yüzçevirdiklerini görürsün... Hayır, onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (en-Nûr, 24/48-50) ez-Zührî, el-Hasen'den senedini kaydederek, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Hasmı, müslüman âlimlerden birisine kendisini çağırdığı halde, bunu kabul etmeyen zalimdir, onun alacak bir hakkı yoktur. " İbnu'l-Arabi der ki: Bu, batıl bir hadistir. Ancak buradaki "o kişi zalimdir" sözü doğrudur. Onun "alacak bir hakkı yoktur" sözü ise doğru olamaz. Bununla birlikte hak üzere değildir, demek istemiş olması da muhtemeldir. Mâlikî mezhebine mensup İbn Huveyzimendâd der ki: Hakimin meclisine çağrılan herkesin, hakimin fasık olduğunu bilmediği yahut da davacıya ya da davalıya düşmanlığı bilinmediği sürece bu çağrıyı kabul etmesi gerekir. 3- Bizden Öncekilerin Şeriati Bize Delil Olur mu? Bu âyet-i kerimede bizden öncekilerin şeriatinin, nesholunduğunu bildiklerimiz dışında, bizim için de şeriat olduğuna dair delil vardır. Ayrıca -ileride açıklanacağı üzere- bizden önceki peygamberlerin şeriatiyle hükmetmekle görevli olduğumuza dair de delil bulunmaktadır. Şu kadar var ki; bu, biz Tevrat okuyup ordaki hükümlerle amel ederiz, demek değildir. Çünkü elinde Tevrat'ın bulunduğu kimseler, bu konuda güvenilir kimseler değildir ve onu değiştirmişlerdir tağyir etmişlerdir. Şayet onda değişikliğe, uğramamış ve değiştirilmemiş olduğunu bildiğimiz birşey bulursak, onu okumanız câiz olur. Buna yakın bir görüş Hazret-i Ömer'den de nakledilmiştir. O Ka'b'a şöyle demişti: Eğer sen onun yüce Allah'ın İmrân oğlu Mûsa'ya indirdiği Tevrat olduğunu biliyor isen onu oku. Hazret-i Peygamber de Tevrat'ın değişikliğe uğratılmamış olan bölümlerini biliyordu. İşte bundan dolayı onları Tevrat'a davet etti ve Tevrat gereğince hüküm vermelerini istedi. Buna dair açıklamalar Maide Sûresi'nde (5/49. âyette) gelecektir. Ayrıca bu konuda varid olmuş haberler de yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir. Bu âyet-i kerimenin bu hususta nazil olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 24Bu, onların: "Sayılı günlerden başka bize asla ateş dokunmayacak" demeleri yüzündendir ve uydurageldikleri yalanlar dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır." Burada onların yüzçevirip dönüp gitmelerine ve: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (el-Mâide, 5/18) şeklindeki sözlerine ve buna benzer diğer sözlerine aldandıklarına işaret etmektedir. Yüce Allah'ın: "Bize asla ateş dokunmayacak" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/80. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 25Ya geleceğinde şüphe olmayan bir günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak? Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetine konu üzerinde durup düşünmeleri ve hayret edilecek bir halde olduklarının anlaşılması için bir hitaptır. Yani Kıyâmet gününde haşredilip artık dünyada iken ileri sürdükleri o aldatıcı sözlerin tutarsızlığı, çürüklüğü ortaya çıkıp da küfür ve inkârları cüretkârlıkları ve çirkin amellerinden kazandıkları şeylere karşılık cezalandırılacakları vakit durumları ne olacaktır? Yahut ne yapacaklardır. Yüce Allah'ın: "Bir günde" âyetindeki "lâm"; " ...de" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Basralılar ise şöyle demektedir: Bunun anlamı Hesap günü için onları topladığımız... şeklindedir. et-Taberî ise; o günde meydana geleceklerden dolayı... diye açıklamıştır. 26De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayr yalnız Senin elindedir. Sen şüphesiz herşeye kadirsin." Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah Fâtiha'yı, Âyetu’l-Kürsî'yi, "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki..." (Âl-i İmrân, 18) âyetini "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah., dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" âyetlerini indirmeyi murad edince, kendileriyle Allah arasında herhangi bir perde olmaksızın Arş'a tutundular ve şöyle dediler: Rabbim, Sen bizleri günahlar diyarına ve Sana isyan edenlere mi indiriyorsun? Yüce Allah şöyle buyurdu: İzzet ve celalim hakkı için her farz namazın akabinde sizleri okuyan bir kimseyi mutlaka -yaptıkları ne olursa olsun- Haziratu'l-kuds'a yerleştireceğim ve mutlaka her gün gizli olan gözümle ona yetmiş defa nazar edeceğim. Her gün asgarileri mağfiret olan yetmiş ihtiyacını göreceğim, bütün düşmanlarından onu koruyacağım, düşmanlarına karşı ona yardım edeceğim ve onu cennete girmekten ölümden başka hiçbir şey alıkoymayacak." Muaz b. Cebel der ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidemedim. Onunla birlikte cuma namazını kılamadım. Şöyle buyurdu: "Ey Muaz, seni cuma namazına gelmekten alıkoyan nedir?" Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Yahudi olan Bariyaoğlu Yuhanna'nın bende bir ukıyye külçe altın alacağı vardı. Kapıma gelmiş benim dışarı çıkmamı gözetleyip duruyordu. Onun beni yanına gelmekten alıkoymasından korktum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Muaz, Allah'ın, borcunu ödemeni (sağlamasını) arzu eder misin?" diye sorunca ben: Evet, dedim. Şöyle buyurdu: "Her gün: "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım..." dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin. Dünya ve âhiretin Rahmânı her ikisinin Rahîmisin. Sen bu ikisinden dilediğini verirsin ve dilediğinden de alıkoyarsın. Bana borcumu ödemeyi kolaylaştır. Şayet yer dolusu altın borcun olsa Allah o borcunu sana ödetir." Bu hadisi hafız Ebû Nuaym de Atâ el-Horasanî'den rivâyet etmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler -yahut kelimeler- öğretti ki yeryüzünde bulunan her bir müslüman şayet kederli yahut borçlu veya üzerinde bir alacak varsa mutlaka Allah onun borcunu ödetir ve kederini giderir. Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidemedim... deyip hadisin geri kalan kısımlarını zikreder. Bu hadisin Atâ yoluyla gelen rivâyeti gariptir. Atâ bunu Muaz'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince ümmetine İran ve Bizans mülkünü vadetti. Münafıklarla yahudiler: Heyhat, heyhat, dediler. Muhammed nerde, İranlılarla Bizanslıların mülkünü ele geçirmek nerde? Onlar bunu kaptırmayacak kadar güçlü ve kuvvetlidirler. Muhammed'e Mekke ile Medine yetmiyor mu ki İran ve Bizanslıların mülküne göz dikiyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme Necranlı hıristiyanların: "Îsa, Allah'ın kendisidir" şeklindeki batıl iddialarını çürütmek üzere nazil olmuştur. Çünkü Îsa'nın sahip olduğu nitelikler, fıtratı sağlıklı olan herkese Îsa'nın ulûhiyete ait niteliklerin hiçbirisine sahip olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İbn İshak der ki: Aziz ve celil olan Allah bu âyet-i kerîme ile onların inat ve küfürlerini bildirdiği gibi; Hazret-i Îsa'nın da her ne kadar yüce Allah tarafından kendisine peygamberliğine delil olacak şekilde ölüleri diriltmek ve buna benzer mucizeler verilmiş olsa dahi, bu niteliklere tek başına yüce Allah'ın sahip olduğunu bildirmektedir. Bu nitelikleri ifade eden âyetler ise yüce Allah'ın: "Mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın dilediğini aziz edersin dilediğini zelil edersin" âyeti ile: "Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin, ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" (Âlî-İmrân, 3/27) âyetleridir. Şayet Îsa bir ilâh olsaydı bu özelliklerin onda bulunması gerekirdi. İşte bu âyette hem ibret alınacak taraf ve hem de (Hazret-i Îsa'nın ilâh olmadığına) apaçık bir belge vardır. Yüce Allah'ın: "De ki: Ey... Allah'ım" âyetinde yer alan "Allahumme" kelimesinin terkibi hususunda nahiv bilginlerinin farklı görüşleri vardır. Bununla birlikte bu kelimenin "he" harfinin ötreli, "mim" harfinin de şeddeli ve üstün ve münâda olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. el-A'şâ'nın şu sözlerinde ise "mîm" harfi şeddesiz olarak gelmiştir: "Ebû Rebâh'ın yaptığı bir dua gibi ki Onu o büyük Allah'ım işitir." Halil, Sîbeveyh ve bütün Basralı nahivciler der ki: "Allahumme" kelimesinin asli; "ya Allah"tır. Bu kelime "yâ" nida harfi olmaksızın kullanılmaya başlayınca, onun yerine sonundaki şeddeli "mîm"i koydular. Böylelikle iki harf olan şeddeli "mîm"i "yâ" ile "eliften ibaret olan iki harfin yerine kullandılar. "He" harfindeki ötre ise, müfred münada olan ismin ötresidir. el-Ferrâ' ve Kûfeliler ise "Allahumme" kelimesinin aslının: "Ey Allah! Karşımıza hayır çıkar" şeklindedir. Bu diğer kelimeler hazfedilerek, her iki kelime birbirine karıştırılarak "Allahumme" lâfzı ortaya çıktı. "He"nin üzerindeki ötre ise deki ötredir. Hemze hazfedilince hareke oraya intikal etti. en-Nehhâs ise der ki: Bu, Basralıların büyük bir yanlışlığıdır. Bu konuda doğru açıklama Halil ve Sîbeveyh'in söyledikleridir. ez-Zeccâc ise der ki: Müfred olan nidaya delil teşkil eden ötrenin terkedilerek “.....” kelimesindeki ötrenin "Allah" lâfzına konulması imkânsız bir olaydır ve bu, yüce Allah'ın ismine karşı büyük bir saygısızlıktır. İbn Atiyye der ki: Bu da ez-Zeccâc'ın bir aşırılığıdır. Ayrıca o hiçbir şekilde: "Allah'ım karşımıza hayır çıkar" sözünü işitmediğini ileri sürer. Arapların "ya Allahumme" demediğini söyler. Kûfeliler ise der ki: Bazen nida harfi (yani yâ ve benzerleri) "Allahumme" lâfzının başına gelebilir. Buna örnek olmak üzere de recez veznindeki şairin şu mısraını delil gösterirler: "Ey Allah'ım, mağfiret buyursan yahut azâb etsen bile..." Bir diğer şairin de şu beyitlerini buna örnek gösterirler: "Teşbih yahut tehlil getirdiğin her seferinde "Ey Allah'ım!" demenin senin için sakıncası ne ki (veya: sakıncası yoktur); Bizim ihtiyarımızı bize salimen geri çevir Çünkü biz onun hayrından asla mahrum kalmayız!" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Şüphesiz, ben, bir musibet gelip çattığı zaman Ey Allah'ım, ey Allah'ım! derim." Bu kanaatte olanlar derler ki: Şayet "mim" harfi "yâ" harfinin yerine gelmiş olsaydı, her ikisi birlikte (bu beyitlerde olduğu gibi) kullanılmazdı. ez-Zeccâc ise der ki: Böyle bir söyleyiş şaz (kuraldışı) ve istisnadır. Bunu kimin söylediği de bilinmemektedir. Bundan dolayı Allah'ın Kitabında ve bütün Arapların divanında (şiirlerinde) bulunan söyleyişler bir kenara bırakılamaz. Bununla birlikte bunun bir benzeri de şairin şu beyitinde zikredilmiştir: "Her ikisi benim ağzıma kendi ağızlarından üflediler (ilham verdiler) Uluyan, havlayana karşı en etkin üfürükleri." Kûfelilerden biri kelimelerinde şeddesiz olarak "mîm" ilave edilebilirse de şeddeli olarak ilave edilemez, der. Bazı nahivciler de şöyle demektedir: Kûfelilerin söyledikleri bir hatadır. Çünkü şayet durum dedikleri gibi olsaydı: "Allahumme" denilmesi ve sadece bununla yetinilmesi gerekirdi. Çünkü bu sözle birlikte dua da vardır. Yine kişi: Allah'ım, Rezzâk olansın Sen, der. Şayet durum iddia ettikleri gibi olsaydı, mübteda ile haber arasına iki cümle daha koymak gerekirdi. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Her kim "Allahumme" diyecek olursa, yüce Allah'a bütün isimleriyle dua etmiş olur. el-Hasen de der ki: Allahumme lâfzı dua (sırasında çağrılacak bütün isimleri) ifade eder. "Mülkün sahibi olan" âyeti hakkında Katâde der ki: Bana ulaştığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), aziz ve celil olan Allah'tan ümmetine İranlıların mülkünü vermesini diledi. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Mukâtil de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'tan İran ve Bizans mülkünü ümmetine vermesini diledi yüce Allah da ona bu duayı yapmasını emretti. Bu anlamdaki rivâyetler az önce geçmiş bulunmaktadır. "Mâlik: Sahip" kelimesi Sîbeveyh'e göre ikinci bir nida olduğu için nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "De ki: Ey göklerin ve yeri yaratan... Allah'ım!" (ez-Zumer, 39/46) âyeti de bu kabildendir. Sîbeveyh'e göre "Allahumme" kelimesinin bir sıfat ile nitelenmesi câiz değildir. Çünkü buna ayrıca "mim" harfi ilave edilmiştir. Bununla birlikte Muhammed b. Yezid ile İbrahim b. es-Serrî ez-Zeccâc ona muhalefet ederek şöyle derler: "Mâlik: Sahip" kelimesi i'rab bakımından yüce Allah'ın isminin sıfatıdır. Yine "gökleri ve yeri yaratan" âyeti de bu şekildedir. Ebû Ali der ki: Ebû Abbas el-Muberred'in görüşü bu olmakla birlikte, Sîbeveyh'in söylediği daha doğru ve daha açıktır. Çünkü vasf edilen isimler arasında "Allahumme"ye benzeyen bir başka isim yoktur. Çünkü bu, kendisine ek bir ses ilave edilmiş müfred bir isimdir. Sesler ise sıfat ile nitelendirilmez. "Gâk" ve benzeri sesler gibi. Bu şekildeki tekil ismin hükmü ise, sıfat ile nitelendirilmemektir. Bazı yerlerde böyle bir ismi sıfat ile nitelendirmiş olsalar dahi, durum böyledir. Burada kıyasa göre sıfat ile nitelendirilmemesi gereken birşey, bu isme ilave edildiğine göre bu kelime (Allahumme kelimesi) bir sese eklenmiş diğer bir ses durumunda olur. (Hayyaalelfelah'ı anlatmak üzere): "Hayye hele" sözü gibidir. Bu da sıfat ile nitelendirilmez. Burdaki "Mülk" Mücâhid'den nakledildiğine göre, peygamberlik demektir. Galip olmak yahut mal ve köleler anlamına geldiği de söylenmiştir, ez-Zeccâc der ki: Anlamı, ey kullara ve kulların malik olduklarına malik olan zat! demektir. Dünya ve âhiretin Mâlikî, anlamına olduğu da söylenmiştir. "Mülkü" yani imanı ve İslâm'ı "dilediğine verirsin." Bunları vermeyi istediğin kimseye verirsin. Bundan sonraki buyruklardaki aynı kelimeler de bu anlamdadır. Bununla birlikte hazfedilmiş birtakım kelimelerin takdiri de kaçınılmazdır. Yani sen o mülkü kimden çekip almak istersen, ondan çekip alırsın, demektir. Daha sonra bu kelimeler hazfedilmiştir. Sîbeveyh şu beyiti zikreder: "Acaba bu zamanın (yaptıkları dolayısıyla) ileri süreceği bir mazereti var mıdır? İnsanlara (yaptıkları dolayısıyla) O insanlara neyi yapmak itiyorsa yapıveriyor." ez-Zeccâc der ki: Yani insanlara neyi yapmak isterse onu yapar, demektir. Yüce Allah'ın: "Dilediğini aziz edersin" âyetindeki izzet yükselmek, kahretmek ve galip gelmek anlamındadır. Yine Allah'ın: "Ve o söz söylemede beni mağlub etti" (Sâd, 38/23) âyeti de bu kabildendir. "Dilediğini zelil edersin." Yenik düşürüp başkası ona üstünlük sağlayarak kahredilen kimse hakkında kullanılır. Şair Tarafe der ki: "Önemli ve görüş belirtilmesi gereken işlerde ağır hareket eder; fakat eli çabuktur hayasızca konuşmalarda; Yiğitlerin yumruklarıyla zelil düşendir, vurularak itilendir." "Hayr yalnız Senin elindedir" yani hayır da şer de senin elindedir; anlamında olup "şer" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyeti de böyledir. Özellikle hayrın zikredilişinin sebebinin, ifadelerin dua olması ve O'nun hazinesine rağbetin artırılması dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. en-Nekkâş der ki: Hayr, yani zafer ve ganimet Senin elindedir. İşarî metodla yorumlayanlar da derler ki: Ebû Cehil, çok miktarda mala sahipti. Bedir günü kuyuya atıldı. Fakirler ise Suayb, Bilal ve Ammâr gibileri olup bunların da mal diye birşeyleri yoktu. Onların bütün varlıkları imandı. "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verirsin." Ebû Talib'in yetimi olan Resûlüllah'ı, kuyunun başında durdurur ve kuyuya atılmış birtakım bedenlere. Ey Utbe, ey Şeybe, diye seslenmesini sağladı: İşte "sen dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin." Ey Suhayb, ey Bilal, sizin buğzedilmeniz suretiyle sizden dünyayı alıkoyduğumuz kanaatinde olmayınız. "Hayır senin elindedir" yani sizin dünyalığa sahip olmayışınız acizlikten kaynaklanmamaktadır. "Sen hiç şüphesiz herşeye kadirsin." Hakkın nimet olarak bağışlanması umumidir ve Allah dilediğini veli (kendisine dost) edinir. 27Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin." İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hasen, Katâde ve es-Süddî, yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin...." âyetinin anlamı hakkında şunu söylemişlerdir: Yani Sen, birisinden eksileni ötekine geçirirsin ve nihayet gündüz onbeş saat olur ki bu da gündüzün en uzun olduğu süredir. Gece ise dokuz saat olur, bu da gecenin en kısa olduğu süredir. Aynı şekilde: "Gündüzü geceye geçirirsin" âyeti de böyledir. Bu el-Kelbî'nin de görüşüdür. İbn Mes’ûd'dan da bu açıklama rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerimenin lâfızlarının kapsamına gece ile gündüzün ardarda gelmesinin girme ihtimali de vardır. Âdeta birinin gitmesi, ötekine girmesi gibidir. Müfessirler yüce Allah'ın: "Ölüden diriyi çıkarırsın" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptirler. el-Hasen der ki: Bunun anlamı kâfirden mü’mini, mü’minden de kâfir çıkartırsın, şeklindedir. Buna yakın bir açıklama Selman-ı Farisî'den de rivâyet edilmiştir. Ma'mer'in ez-Zührî'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarının yanına girdiğinde görünüşü güzel bir kadın ile karşılaşır ve: "Bu kadın kimdir?" diye sorar. Hanımları: Senin teyzelerinden birisidir, diye cevap verirler. "Hangisi?" diye sorunca hanımları: Bu el-Esved b. Abd Yeğûs'un kızı Halide'dir, derler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüden diriyi çıkartan Allah'ın şanı ne yücedir!" Halide, saliha bir kadın idi, babası ise kâfir idi. Bu açıklamaya göre maksat kâfirin kalbinin ölü olduğu, mü’minin kalbinin ise diri olduğudur. Buna göre ölüm ve hayat tabirleri istiare yoluyla kullanılmış olmaktadır. İlim adamlarının birçoğunun kanaatine göre ise âyet-i kerimede geçen "dirilik ve ölüm" gerçek anlamlarıyla kullanılmıştır. İkrime der ki: Bu, canlı olan tavuktan cansız olan yumurtanın çıkartılması, cansız olan yumurtadan canlı olan tavuğun çıkartılması gibidir. İbn Mes'ûd ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, cansız olan nutfenin canlı olan erkekten çıkması, canlı olan erkeğin cansız olan nutfeden çıkmasıdır. İkrime ve es-Süddî de der ki: Maksat başaktan çıkan dane ve daneden çıkan başak, hurma ağacından çıkan çekirdek ile çekirdekten çıkan hurma ağacıdır. Buna göre hurma ağacındaki ve başaktaki hayat, bir benzetmedir. Daha sonra yüce Allah: "Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" yani rızkı darlık ve azlık sözkonusu olmaksızın, pek çok verirsin. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak verir, demek de bu kabildendir. Âdeta o verdiği şeyleri hesap etmiyor gibidir, anlamındadır. 28Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor ve dönüş Allah'adır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Mü’minlerin Kâfirlere Karşı Tutumu: İbn Abbâs der ki: Yüce Allah mü’minlere, kâfirlere karşı yumuşak davranarak onları veli (dost ve sırdaş) edinmelerini yasaklamaktadır. Yüce Allah'ın: "Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin" (Âl-i İmrân, 3/118) âyeti de buna benzemektedir. Orada bu hususa dair açıklamalar gelecektir. Yüce Allah'ın: "Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz" âyeti; o kimse ne Allah'ın hizbindendir, ne de Allah'ın dostları arasındadır, demektir. Bu yüce Allah'ın: "Bu kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyetine benzemektedir. Sîbeveyh ise; O benden iki fersah uzaktadır" ifadesi benim arkadaşlarımdandır, benimle birliktedir anlamında olduğunu kaydetmektedir. Daha sonra yüce Allah veli edinme yasağından istisnada bulunmaktadır ki; bu da bir sonraki başlığın konusudur. Yüce Allah'ın: "Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesna" âyeti hakkında Muâz b. Cebel ile Mücâhid şöyle derler: Müslümanların güçlenmesinden önce, İslâm'ın yeni olduğu dönemlerde takiyye sözkonusuydu. Bugün ise Allah İslâm'ı mü’minlerin düşmanlarına karşı takiyye yapmalarına gerek bırakmayacak şekilde güçlendirmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: Takiyye kalbi îman ile mutmain olduğu halde dili ile (îmana aykırı) sözler söyleyip öldürülmemesi ve bir günah da işlememesi demektir. el-Hasen der ki: Takiyye, kişi için Kıyâmet gününe kadar caizdir. Fakat öldürmede takiyye sözkonusu değildir. Cabir b. Zeyd, Mücâhid ve ed-Dahhâk ise bunu: "Ancak onlardan takiyye yaparak sakınmanız müstesnadır" diye okumuşlardır. Şöyle de denilmiştir: Mü’min, kâfirler arasında ikamet ediyor ise, eğer canına bir zarar geleceğinden korkuyorsa, kalbi îman ile mutmain olduğu halde diliyle onları idare etme yoluna gidebilir. Bununla birlikte takiyye ancak öldürülme yahut bir azanın kesilmesi veya büyük bir eziyet ve işkenceden korkulması halinde helâl olabilir. Kâfir olmak üzere zorlanan bir kimsenin, -doğru görünen görüşe göre- direnmesi ve küfür sözünü söyleme teklifini kabul etmemesi hakkı vardır. Hatta bu onun için ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet 40. başlıkta) geleceği üzere, caizdir. Hamza ve el-Kisaî kelimesini imâle ile okurken, diğerleri tefhîm ile okumuşlardır. kelimesinin aslı "fuale" vezninde şeklindedir. "Tuhm ve Tu'ne kelimeleri gibi. Burada "vav" "te" harfine "ya" da "elif harfine kalbedilmiştir. ed-Dahhâk'ın İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre; bu âyet-i kerîme Ensardan olan Ubâde b. es-Sâmit hakkında nazil olmuştur. Ubâde, Bedir gazasına katılmış takva sahibi bir kişi idi. Bazı yahudilerle antlaşması vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab (Hendek) günü Savaşa çıkınca Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, beraberimde beşyüz yahudi var. Ben bunların benimle birlikte çıkarak düşmana karşı güç gösterisinde bulunmayı uygun görüyorum. Bunun üzerine yüce Allah: "Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler" âyetini inzal buyurdu. Bu âyet-i kerimenin -ileride Nahl Sûresi'nde açıklanacağı şekilde- müşriklerin kendisinden söylemesini istedikleri bazı sözleri söylemesi üzerine Ammâr b. Yâsir hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demiştir: Yani Allah size kendisinden sakınıp korkmanızı emrediyor. Daha sonra bu şekildeki (âyet-i kerimedeki söyleyişi) kabul benimseyip onunla yetindiler ve kullanılan söyleyiş bu oldu. Nitekim yüce Allah: "Sen benim nefsimde olanı bilirsin bense Senin nefsinde olanı bilmem" (el-Mâide, 5/116) âyetinin anlamı da budur: Sen benim nezdimde olanı ve benim hakikatimde olanı bilirsin. Ben ise Senin nezdinde olanı ve Senin hakikatinde olanı bilmem, demektir. Başkası ise şöyle demektedir: Bunun anlamı, Allah sizi cezası ile korkutup sakındırmaktadır, şeklindedir. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti buna benzemektedir. Diğer taraftan: "Sen nefsimde olanı bilirsin" âyeti ise, benim gaybımda gizleyip sakladıklarımı bilirsin, demektir. Burada "nefis" kelimesi, saklanan şey anlamında kullanılmıştır. Çünkü, kalpte saklanan şeyler, nefiste cereyan eder. "Ve dönüş Allah'adır." Yani Allah'ın amellerin karşılığını vermesine dönülecektir. Bu âyette öldükten sonra dirilişin ikrarı vardır. 29De ki: "Kalplerinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde olanı da O bilir. Allah herşeye kadîrdir." O kalplerin gizlediklerini, kalplerin içindekileri, göklerde ve yerde olanları, onların ihtiva ettiklerini bilendir. O bütün gizlilikleri çok iyi bilir. Zerre ağırlığı dahi birşey ona gizli kalmaz. Hiçbir şey O'na saklı değildir! O'nun şanı ne yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O gizli olanı da, açıkta olanı da bilendir. 30O günde herkes ne hayır işlediyse ve ne kötülük yaptı ise karşısında onu hazırlanmış bulacak. Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah size kendisinden korkmanızı emreder; Allah kullarına çok merhamet eder. Yüce Allah'ın: "O günde" âyeti; "Allah size kendisinden korkmanızı emreder. O günde herkes....." âyetine muttasıl olmak üzere "mansub" gelir. Bunun yüce Allah'ın: "Ve dönüş Allah'adır. O günde herkes..." âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. "Allah herşeye kadirdir. O günde herkes" âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. Bunun "O günü hatırla ki" şeklinde "hatırla" kelimesinin takdiri ile munkatı' (yani yeni bir cümle) olması da caizdir. Yüce Allah'ın: "Allah mutlak galiptir, intikam alıcıdır. O gün yer bir başka yere.... tebdil olunacaktır" (İbrahim, 14/47-48) âyeti de (bu yönüyle) buna benzemektedir. "Hazırlanmış" kelimesi ise nın sılasından hazfedilmiş bulunan zamirden haldir. Takdiri şöyledir: O günde her bir nefis, hayır kabilinden neyi işlediyse onu hazır bulacaktır. Bu takdir, kaybolan şeyi bulmak anlamında olan: dan gelmesi halinde sözkonusudur. Diğer taraftan: Ve ne kötülük yaptı ise" âyetindeki ise daha önce geçen, ya atfedilmiştir. Arzu edecektir" kelimesi ise; ikinci olarak gelen dan hal mahallindedir. Şayet kelimesini "bilmek" anlamında kabul edersek, o takdirde: " Hazırlanmış" kelimesi ikinci mef'ûl olur. Aynı şekilde: "Arzu edecektir" kelimesi ise ikinci mef'ûl yerinde olur. Bunun da takdiri şöyle olur: O gün her bir nefis yaptıklarının karşılığını hazırlanmış olarak bulacaktır. Diğer taraftan ikinci nın mübteda olmak üzere merfu olması, buna karşılık "Arzu edecektir" kelimesinin mübtedanın haberi olmak üzere nasb mahallinde olması da uygundur. nın ceza (şart edatı) anlamın da olması, uygun düşmez. Çünkü "Arzu edecektir" fiili merfudur. Şayet mazi olsaydı ceza (şartın cevabı) olması câiz olurdu ve o takdirde de âyetin anlamı şöyle olurdu: Yaptığı kötülüklerin ise; kendisi ile onun arasında büyük bir uzaklığın bulunmasını arzu edecekti. Yani doğu ile batı arasındaki kadar uzak bir mesafe olmasını isteyecekti. edatını şart için kabul ettiğimiz takdirde, gelecek zaman fiili (muzarî fiil) ancak meczum gelir. Şu kadar var ki; (cevabın başına gelen) "fâ" harfinin hazfedildiği şeklinde yorumlanması ve şu takdirde olması müstesna olur: Yaptığı kötülüğe gelince; o nefis... arzu edecektir. Ebû Ali der ki: Bu, el-Ferrâ''nın görüşüne kıyasen böyledir. Çünkü o yüce Allah'ın: "Eğer onlara itaat ederseniz elbette siz de müşriklerden olursunuz" (el-En'âm, 6/121) âyeti hakkında burada "fe" harfi hazfedilmiştir, demektedir.
"Uzak bir mesafe": nihaî uzaklık demektir. Çoğulu da “.....” şeklinde gelir. Önceden galip gelmişti, istila etmişti anlamında olmak üzere: ) denilmektedir. Şair Nâbiğa der ki: "Ancak senin gibisine yahut da senin kendisini geride bıraktığın kimseye Tıpkı asîl bir atın önceden galip gelmesi gibi." Emed kelimesi gazap anlamına da gelir. O taktirde mazi ve mastarı “.....” şeklinde gelir. 31De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Sevgi (el-hubb): Muhabbet demektir. Esreli olarak el-hibb de bu manadadır. Bu son şekliyle sevilen sevgili anlamına da gelir, "el-hıdn" ve "el-hadin" kelimeleri gibi. Seven kişiye "muhib", sevilene de "mahbûb" denilir, el-Cevherî der ki: Bu ise istisnaîdir. Çünkü mudâaf kelime esreli olarak "yefilu" şeklinde gelmez. Ebû’l-Feth der ki: Bunun aslı ise "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Birinci "be" harfi sakin okunup ikincisine idğam edilmiştir. İbn Dehhân Said ise der ki: "Habbe"nin söylenişinde iki şekil vardır: Habbe ve ehabbe şeklinde. Bu binası ile kelimenin aslı, "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Buna delil ise Arapların bu kökten demeleridir. Ancak daha çok görülen "feule" vezninden "feîl" şeklidir. Ebû’l-Feth der ki: Bu kelimenin "ehabbe" şeklinde kullanıldığına delil yüce Allah'ın: "onları sever, onlar da O'nu severler." (el-Maide, 5/54) âyeti ile bu âyet-i kerimede geçen: "Bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyetidir. Araplar "habîb" şeklinde kullandıklarından dolayı "habbe" kelimesi "feule" vezninde de gelir. Aynı şekilde "mahbûb" da dedikleri için "feile" şeklinde geldiği de olur. "Habbe" fiili müteaddi anlamıyla kullanıldığı takdirde ism-i faili varid olmaz. O bakımdan: denilmemektedir. Çok nadir haller dışında "efalu"den ism-i mef'ûl varid değildir. Şairin şu sözü (nadir hallerden) olduğu gibi: "(Sanma ki başkası) benim yanımda kendisine ikram olunan ve sevilen bir konumdadır." Ebû Zeyd de: "Onu sevdim, seviyorum" kullanışını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir: "Allah'a yemin ederim hurması olmasaydı sevmezdim onu Ve Uveyf ile Haşim'den de daha yakın olmazdı." Yine şu beyiti de zikretmektedir: "Ömrün hakkı için benim durumum ile bir beldeye varmak isteyişim Sevdiğinden gittikçe uzaklaşanın durumuna benzer." el-Asmaî, bu fiilin muzâri' olarak kullanılması halinde, muzâraat harflerinden yalnızca "yâ" harfinin meftuh olarak kullanıldığını nakletmektedir, el-Hubb kelimesi su doldurulan testi gibi kaplara denilir. Farsçadan arapçaya girmiştir. Çoğulu "hibâb" ve "hibebe" şeklinde gelir. Bunu el-Cevherî nakletmektedir. Âyet-i kerîme Necrânlılardan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hazret-i Îsa ile ilgili olarak iddialarının, yüce Allah'a olan sevgilerinin ifadesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve İbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerîme bizler Rablerimizi seven kimseleriz, diyen Kitap ehlinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Rivâyet edildiğine göre müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki şüphesiz bizler Rabbimizi seviyoruz dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz..." âyetini indirdi. İbn Arafe der ki: Araplara göre muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir. el-Ezherî de der ki: Kulun Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü yüce Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz" diye buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesi, ise mağfirette bulunmak suretiyle onlara nimette bulunmasıdır. Yüce Allah: "Muhakkak Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 32) diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret buyurmaz, demektir. Sehl b. Abdullah da der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmenin alâmeti sünneti sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır. Ebud'd-Derdâ'nın rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani iyilik, takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda (bana tabi olunuz) demektir." Bu hadisi Ebû Abdullah et-Tirmizî (el-Hakîm) rivâyet etmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah tarafından sevilmeyi isteyen bir kimse doğru söz söylemeye, emaneti gereği gibi eda etmeye ve komşusuna eziyet etmemeye dikkat etsin." Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filanı seviyorum, onu sen de sev, der. Bunun üzerine Cebrâîl onu sever, sonra semada nida ederek der ki: Şüphesiz Allah filan kişiyi seviyor, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu sever. Daha sonra yeryüzünde ona hüsnü kabul bırakılır. Yine Allah bir kula buğzetti mi Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filana buğzediyorum, sen de ona buğzet, def. Bunun üzerine Cebrâîl ona buğzeder. Sonra sema halkı arasında şöyle nida eder: Muhakkak Allah filan kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz. Onlar da ona buğzederler, daha sonra yeryüzünde onun için buğz bırakılır." Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nin sonlarında (19/96. âyette) gelecektir. Ebû Recâ el-Utaridî "bana uyunuz" âyetini "be" harfi üstün olarak şeklinde okumuştur. "Ve günahlarınızı bağışlasın" âyeti "Allah da sizi sevsin" âyetine atfedilmiştir. Mahbûb, Ebû Amr b. el-Ala'dan rivâyet ettiğine göre Ebû Amr, kelimesinin sonundaki harfini kelimesinin başındaki "lâm" harfine idğâm ederek okumuştur. en-Nehhâs ise der ki: Halil ve Sîbeveyh "re" harfini "lâm" harfine idğam etmeyi câiz görmezler. Ebû Amr ise böyle bir yanlışlığa düşmekten uzaktır. Onun, birçok kelimede yaptığı gibi, harekeyi gizlemiş olması da muhtemeldir. 32De ki: "Allah'a ve Peygambere itaat edin." Şayet yüzçevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez. Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'a ve Peygambere itaat edin" âyetine dair açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/59. âyette) gelecektir. "Şayet yüzçevirirlerse" âyeti bir şarttır. Şu kadar var ki fiil mazi olduğundan dolayı i'rab almaz. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer küfürleri üzere sebat edip Allah'a ve Rasûlüne itaati kabul etmeyip dönecek olurlarsa "şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." Yani onların yaptıklarından razı olmaz ve asla onlara mağfiret buyurmaz. -Az önce geçtiği gibi.- Burada "Şüphesiz o" buyrulmayıp: "Şüphesiz ki Allah" diye buyurulmasının sebebi şudur: Araplar birşeyi ta'zim ettikleri vakit onu tekrar zikrederler. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir: Ölümü görmüyorum, ölümü birşeyin geçtiğini Ölüm zengin olanın da fakir olanın da hayatını zehir eder." 33Muhakkak Allah Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah Âdem'i Nûh'u., üstün kıldı" âyetinde geçen "istafâ" seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet) "Âdem" kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin takdiri şu şekildedir: Şüphesiz Allah, onların da dini olan İslâm dinini seçmiştir. ez-Zeccâc der ki: Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından peygamberlik için seçmiştir, şeklindedir. "Nûh" kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan (Acemî) bir isim olmakla birlikte munsarıftır. Çünkü üç harflidir. Hazret-i Nûh, rasûllerin piridir. Yüce Allah'ın Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin ve diğer yakın akrabaların nikâhlanmalarının haram kılınması onun risaletindeki hükümler arasındadır. İdris'in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler yanılmışlardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/59. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir. "İbrahim ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı" âyetine dair açıklamalara gelince; Bakara Sûresi'nde (2/49- âyet 2. başlıkta) "âl: aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Buhârî'de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve Muhammed ailelerinden mü’min olan kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da mü’minlerin velisidir" (Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır. İbrahim'in ailesinin İsmail, İshak, Yakub ve onun oğulları (Esbât) olduğu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da İbrahim ailesinden (âlinden) olduğu da söylenmiştir. İbrahim âlinden kastın, bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân'ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve Mûsâ ile Hârûn aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır." (el-Bakara, 2/248) âyeti de bu kabildendir. Hadîs-i şerîfte de: "Gerçekten ona Davud ailesinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir. Şair de der ki: . "Ali'nin, Abbas'ın ve Ebubekr âlinin (Ebubekr’in kendisinin) sevmiş olduğu Birisi vefat ettikten sonra artık, vefat etmiş hiçbir kimse için ağlama!" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Yılan tarafından sokulmuş ve sayılı günlerini bekleyenin çektiği gibi; O da Leylâ âlini (kendisini) hatırlamaktan sıkıntılar çekiyor." Burada şair bizat Leylâ'nın kendisini hatırlamaktan sıkıntı çektiğini anlatmak istemektedir. İmrân ailesinin İbrahim ailesi (âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah (bir sonraki âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmaktadır. Kastın Hazret-i Îsa olduğu da söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân'ın kızıdır. Önceden de açıkladığımız gibi kendisinin kastedildiği de söylenmiştir. Mukâtil der ki: İmrân, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babasıdır. Nesebi (geriye doğru) şöyledir: İmrân b. Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub. el-Kelbî de der ki: Buradaki İmrân, Meryem'in babası olan İmrân'dır. O da Hazret-i Süleyman'ın soyundandır. es-Süheylî'nin naklettiğine göre ismi İmrân b. Mâtân'dır. Hanımının ismi ise Hanne'dir. Bütün peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu edilmesi ise, peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle onların soyundan gelmiş olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve "nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir. "Âlemlere" âyetinden kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne göre çağdaşları olan âlemlerdir. Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün insanlardır. Bir diğer görüşe göre "âlemlere" âyeti Sûr'a üfleneceği güne kadar bütün âlemlere üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle ki; bunlar: Rasûl ve peygamberdirler. O bakımdan bütün insanların en hayırlıları, seçkinleridir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik) mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere yaratılmışlardır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar için bir eman olmuştur, Yüce Allah onu peygamber olarak gönderince, insanlar Sûr'a üfürüleceği vakte kadar dünya(da helâk olmak) azabından yana güvenlik altına girmiş oldular. Sair peygamberler ise böyle bir makamı işgal edememişlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber: "Ben hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim" diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah'tan insanlara rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" âyetinin anlamı ise Allah'tan insanlara gönderilmiş bir hediye demektir. Denildiğine göre; Hazret-i Âdem beş şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce Allah'ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hazret-i Âdem'i yaratması, ikincisi ona bütün isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmış olmasıdır. Nûh (aleyhisselâm)'ı da beş şey ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların (ikinci) atası kılmış olması. Çünkü bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı. İkincisi Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması. "Ömrü uzayıp da ameli güzel olana ne mutlu!" denilmiştir. Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da mü’minler hakkındaki duasını da yüce Allah'ın kabul etmiş olması. Dördüncüsü onu gemide taşımış olması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise teyzelerle ve halalarla evlenmek haram değildi. Hazret-i İbrahim'i de şu beş özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin atası kıldı. Çünkü rivâyet edildiğine göre onun sulbünden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar bin peygamber gelmiştir. İkinci özelliği Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah'ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara İmâm kılması, beşincisi ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan etmiş olması. Daha sonra yüce Allah: "İmrân ailesini" diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmrân'dan kasıt Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babası ise bunun açıklaması şöyle olur: Yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah İmrân'ın kavmine men ve selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere verilmiş değildir. Şayet kasıt Hazret-i Meryem'in babası ise, yüce Allah ona babasız olarak Hazret-i Îsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş demektir. Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 34Birbirinin soyundan olarak. Allah Semîdir, Alimdir." Daha önce Bakara Sûresi'nde "Zürriyet: Soy sop" kelimesinin anlamı ve bunun türeyişi ile ilgili açıklamalar (2/124. âyet 19- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada "zürriyet" kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan olmak üzere seçmiştir. Yani onların kimisi kimisinin soyundan gelmektedir. Kûfeliler ise bunun önceki âyetle (i'rab bakımından) alakalı olmadığını söylerken, ez-Zeccâc bedel olduğunu söylemektedir. Yani yüce Allah biri diğerinden olan bir zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah'ın: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler" (et-Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi. Yani sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katâde yapmıştır. Bunun, seçilmek, üstün kılınmak ve peygamberlik hususlarında olduğu da söylenmiştir. Kastın soy bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söylenmiş ise de, konu ile ilgili görüşlerin en zayıfı budur. 35Hani İmrân'ın karısı: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım. Benden kabul buyur. Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen Sensin Sen" demişti. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Ebû Ubeyde, yüce Allah'ın: "Hani İmrân'ın karısı., demişti" âyetindeki "Hani" kelimesinin zâid olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Yezid ise burada bu kelime "hatırla" takdirindedir, demektedir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca İmrân'ın karısı... dediğinde; o İmrân ailesini seçmişti, anlamındadır. İmrân'ın karısının ismi Hanne'dir. Babası ise Fâkûd b. Kunbul'dur. Meryem'in annesidir ve Hazret-i Îsa'nın anneannesidir. Hanne, Arapça bir isim değildir. Arapçada Hanne diye bir kadın ismi bilinmemektedir. Bununla birlikte Arapçada Ebû Hanne el-Bedrî diye bir isim kullanılmıştır. Bunun adının "Ebû Habbe" olduğu da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. İsmi Âmir'dir. Şam taraflarında ise Deyr Hanne (Hanne Manastırı) diye bir yer vardır. Yine bu isimle anılan bir başka manastır daha vardır. Ebû Nuvâs der ki: "Ey Zatü'l-Ukeyrah'daki Deyr Hanne (Hanne Manastırı) Senden kim ayıkabilir ki? Şüphesiz ben ayık değilim." Araplar arasında "Habbe" ismi çok kullanılır. Ebû Habbe el-Ensarî bunlardandır. "Subey'a hadisi" diye bilinen hadiste sözü geçen Ebû's-Senabil b. Ba'kek'in ismi da Habbe'dir. (Noktalı) "hı" ile "Hanne" İsmi ile Kadı Yahya b. Eksem'in kızından başka bir kimseyi bilmiyoruz. Bu ise Muhammed b. Nasr'ın annesidir. Ebû Cenne dışında "Cenne" ismi taşıyan kimse de bilinmemektedir. Bu ise şair Zu er-Rimme'nin dayısıdır. Bütün bu açıklamaları İbn Mâkûla'nın kitabından naklettik. Yüce Allah'ın: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım" âyetinde bir adaktan söz edilmektedir. Adağın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/270. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Adak, kulun kendisi için o işi bağlayıcı kılması halinde bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmrân'ın karısı hamile kalınca şöyle demiş: Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam, karnımdakini hür kılacağım. Burada "Sana" âyetinin anlamı ise, ibadetine adıyorum, demektir. "Hür olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. Hazfedilmiş bir mef'ûlün sıfatı olduğu da söylenmiştir. Yani ben Sana karnımdakini hür kılınmış (yalnız Sana tahsis edilmiş) bir köle olarak adıyorum. Ancak, tefsir ve sözün akışı ile i'rab bakımından birinci açıklama daha uygundur. İrab açısından uygunluğuna sebep, sıfatın mevsufun yerine kullanılması bazı yerlerde câiz değildir, kimi yerde de mecazen caizdir. Tefsir açısından uygunluğuna gelince; denildiğine göre İmrân'ın karısının bu sözü söylemesinin sebebi, doğum yapamayacak kadar ileri yaşta olmasıdır. Kendileri ise Allah nezdinde üstün yerleri olan bir aile halkı idiler. O sırada bir ağacın altında bulunuyor iken bir kuşun kursağından yavrusunun ağzına yiyecek boşalttığını görür. O da içinden böyle birşeyi arzuladı ve Rabbine kendisine bir evlat bağışlaması için dua etti. Eğer doğumunu yaparsa bu çocuğu hür kılacağını da adadı. Yani sırf yüce Allah için azad edilmiş, kiliseye hizmet edecek ve yalnızca o hizmetle uğraşacak, kendisini sadece Allah'ın ibadetine verecek, hür bir kimse olmak üzere onu adadı. Böyle bir adak onların şeriatlerinde câiz idi. Çocuklarına da bu şekilde anne babasına itaat etmek bir görevdi. Hazret-i Meryem, doğumunu yapınca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Yani kız kilisenin hizmetine uygun değildir. Denildiğine göre buna sebep, ay hali olması ve bu şekilde rahatsızlanmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre, erkeklerle beraber oturup kalkması uygun olmadığından dolayıdır. Halbuki kendisi erkek çocuk doğuracağını ümit etmişti. İşte onu "hür olarak" adamasının sebebi de budur. 3- Imrân'ın Karısının Adağının Hükmü: İbnu'l-Arabî der ki: İmrân'ın karısının hamile kaldığı yavruyu, bizzat kendisi hür olduğundan dolayı (yavrusu da hür doğacağından) adamasının sözkonusu olamayacağında görüş ayrılığı yoktur. Şayet İmrân'ın karısı cariye olsaydı, kişinin kendi çocuğu hakkında adakta bulunmasının sahih olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı yoktur. Hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, hüküm budur. Çünkü eğer adakta bulunan kimse köle ise, onun böyle bir söz söyleme yetkisi sözkonusu olmaz. Şayet hür bir kimse ise, yavrusunun kendisine köle olması düşünülemez. Kadının durumu da onun gibidir. Peki burada böyle bir adakta bulunmak nasıl açıklanabilir? Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur: Kişi, çocuğunu onunla teselli bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak için ister. İşte bu kadın da çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için istedi. Yüce Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu teselliden payına düşeni, O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil) olanlarının yaptığı adak şeklidir. O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir. Sûfilerden bir adam annesine şöyle demiş: Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na ibadet edeyim, ilim öğreneyim. Annesi: Olur, deyince o da yola koyuldu. Nihayet basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi: Kim o? deyince o da: Ben oğlun filanım, dedi. Annesi: Biz seni Allah için bıraktık, tekrar seni geri dönüp kabul edemeyiz, diye cevap verdi. Yüce Allah'ın: "Hür olarak" âyeti, ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı olan "hürriyet"ten alınmadır. Kitabın tahrîr edilmesi (yazılması) da burdan gelir. Tahrîr ise kitabın bozulmaktan ve karışıklıktan, yanlışlıktan kurtarılması, arındırılması demektir. Husayf in rivâyetine göre İkrime ve Mücâhid şöyle demişlerdir: Muharrar (hür olarak), aziz ve celil olan Allah için halis kılınmış, dünya işinden hiçbir şaibe ile şaibelenmemiş demektir. Bu ise dinde bilinen bir manadır. Katıksız ve arı olan herşeye "hür" denilir. "Muharrar" da aynı anlama gelir. Şair Zû er-Rimme der ki: "Küpe, boynunun yan taraflarında kulağında asılı duruyor İp (i andıran) boynundan ise oldukça uzaktır ve o (küpe) sallanıp durur." Kum taneleri bulunmayan çamura " hur çamur" denilir. Kadına kocası ilk gece yaklaşmayacak olursa; "Filan kadın hür bir gece geçirdi" denilir. Eğer kocası ona yaklaşabilmiş ise o takdirde denilir. 36Fakat onu doğurunca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu.- "Erkek ise kız gibi değildir. Gerçekten ben ismini Meryem koydum. Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım." 5- Kızın Adanması: Yüce Allah'ın: "Fakat onu doğurunca Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs der ki: İmrân'ın karısı bu sözlerini adak olarak erkeklerden başkasının kabul edilmeyişi dolayısıyla söylemişti. Ancak yüce Allah Hazret-i Meryem'i kabul etti. "Kız olarak" anlamındaki kelime haldir. ("Onu" kelimesinden) bedel olarak da kabul edilebilir. Denildiğine göre annesi, gelişip serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı. Bunu Eşheb, Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Bir diğer görüşe göre kızını kundağına sardı ve mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve ondan elini tamamiyle çekti. İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi onlarda da hicab (tesettür) emrinin bulunmayışı ihtimali de vardır. Buhârî ve Müslim'de rivâyet edildiğine göre siyahî bir kadın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde mescidi süpürür, temizlerdi ve sonra vefat etti. 6- Allah Adağını Kabul Buyû' rdu: Yüce Allah'ın: "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" âyetinde yer alan: "Doğurdu" kelimesinin: " Doğurdum" şeklinde "te" harfinin ötreli olarak okunuşuna göre; bu da onun söylediği sözlerin bir devamıdır ve o takdirde bu ifade önceki ifadelerle muttasıl olur. Bu şekildeki okuyuş Ebû Bekr ve İbn Âmir'in kıraatidir. Bu okuyuş yüce Allah'a teslimiyet, O'na itaat ve boyun eğmek ve O'na herhangi bir şeyin gizli kalmasından O'nu tenzih etmek anlamını ifade eder. Bu sözünü haber vermek kastıyla söylemiş değildi. Çünkü yüce Allah'ın herşeye dair bilgi sahibi olduğu, mü’minin kalbinde yer etmiş bir esastır. O bu sözleri yüce Allah'ı tazim ve tenzih kastıyla söylemiştir. Cumhûrun kıraatine göre ise bu, yüce Allah'ın takdim edilmiş buyrukları cümlesindendir. Bu ifadenin takdiri de: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetinden sonra "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" şeklinde olmasıdır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. Mekkî ise der ki: Bu, yüce Allah tarafından bize sebat vermek üzere bildirdiği bir gerçektir. O: Allah Meryem'in annesinin ne doğurduğunu bilendir. O ister bu sözü söylesin, ister söylemesin, demektir. Bu açıklamayı pekiştiren bir husus da şudur: Eğer bu sözler Meryem'in annesinin sözlerinden olsaydı, sözünü şöyle söylemesi uygun düşerdi: Ve sen benim ne doğurduğumu daha iyi bilensin. Çünkü "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" şeklinde sözlerinin başında O'na nida etmişti. İbn Abbâs'tan ise "be" harfi esreli olarak “.....” şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Yani ona böyle söylendi anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Erkek ise kız gibi değildir" âyetini bazı Şâfiî âlimleri şuna delil göstermişlerdir: Ramazan ayında gündüzün kocasının cima talebine itaat eden bir kadının keffaret ödemesinin vücubu erkek ile eşit değildir. İbnu'l-Arabî (der ki): Ancak böyle bir görüşü ortaya koymak bir yanlışlıktır. Çünkü burada anlatılanlar, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir ve onlar (Şâfiîler) bunu delil kabul etmiyorlar. Bu saliha kadın bu sözleriyle, durumunun delaleti ile sözünün kafi ifadesinin tanıklığı ile anlaşıldığına göre; bu saliha kadın, çocuğunu mescide hizmet etmesi için adamıştı. Ancak bunun kız olduğunu, hizmete uygun olmadığını, avret olduğunu görünce, bu konuda maksadına muhalif bir çocuğu olduğundan dolayı, Rabbine özür beyan etmektedir. "Meryem" kelimesi hem müennes hem de marife olduğundan dolayı munsarıf değildir. Aynı zamanda a'cemî (Arapça olmayan) bir kelimedir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8- Kişinin Soyunu Şeytandan Sakındırması: Yüce Allah'ın: "Gerçekten ben ismini Meryem koydum" âyetinde "Meryem" kelimesi onların dillerinde rabbin hizmetçisi anlamındadır. "Ben onu" yani Meryem'i "da soyunu da" yani Îsa'yı "kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım." Bu ifade soy (zürriyet) kelimesinin bazen özel olarak evlat hakkında kullanıldığını göstermektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şeytan tarafından dürtülmemiş hiçbir çocuk yoktur. İşte çocuk şeytanın dürtüsünden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem'in oğlu ve onun annesidir." Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz yüce Allah'ın: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım" âyetini okuyunuz. İlim adamlarımız der ki: Bu Hadîs-i şerîf şunu ifade etmektedir: Yüce Allah, Meryem'in annesinin duasını kabul etti. Çünkü şeytan peygamberler ve veliler dahil olmak üzere Âdem'in çocuklarının tümünü dürter. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur. Katâde der ki: Şeytan doğan her bir çocuğu doğduğu sırada böğründen dürter. Ancak Hazret-i Îsa ve onun annesi bundan müstesnadır. Bunların arasına perde konuldu. Onun dürtmesi perdeye isabet etti, fakat hiçbir şey bu perdeyi aşıp onlara ulaşmadı. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamları der ki: Eğer durum böyle olmasaydı her ikisinin bu konudaki özellikleri sözkonusu olmazdı. Bununla beraber şeytanın herkesi dürtmesi, dürttüğü kimseleri saptırması ve azdırmasını gerektirmemektedir. Böyle birşeyi zannetmek yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü şeytan peygamberlere ve velilere, nice defalar çeşitli bozgunculuklarla azdırma istekleriyle yaklaşmıştır. Bununla birlikte yüce Allah, onları şeytanın maksadına maruz kalmaktan yana muhafaza buyurdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun yoktur" (el-Hicr, 15/42). Bununla birlikte -Allah Rasûlünün de belirttiği gibi- her bir Âdemoğluna onun yanından ayrılmayan bir şeytan görevlendirilmiştir. Meryem ve oğlu her ne kadar şeytanın dürtmesinden yana korunmuş iseler de şeytanın onlarla birlikte bulunmasından, onların yanında olmasından korunmuş değillerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 37Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır. Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı" âyeti, Allah onu kutlu olanların yoluna iletti, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: "Kabul" onu terbiye etmeyi, işlerini görmeyi üstlenmek demektir. el-Hasen der ki: Kabul etmenin anlamı şudur: O gece veya gündüzün kısacık bir anında dahi ona azap etmemiştir. "Ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü." Yani hilkatini eksiksiz ve fazlasız olarak gayet güzel bir şekilde tamamladı. Bir günde bir başka çocuğun bir yıllık sürede büyüdüğü kadar büyüyordu. "Kabul" ve "nebat" (kabul etmek ve bitirmek), gelmeleri gereken vezinden başka şekilde gelmiş masdardırlar. Yani bunlar (birer mutlak mef'ûl olarak) aslında şeklinde gelmeli idiler. Şair der ki: "Ölümü benden geri çevirdikten sonra Ve sen bana yayılan yüz deve verdikten sonra nankörlük mü ederim?" Şair "vermen" şeklinde masdarı kastetmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Onu bir bitki gibi büyüttü" diye buyurmuş olması; Bitti, fiil köküne delil teşkil etmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays: "Sonunda o en güzel yere vardık ve oldukça nazikleşti sözlerimiz, Ben boyun eğdirmek istedim zorluğa o da ne biçim boyun eğdi!" Burada Boyun eğdi, kelimesinin masdarı dır. Ancak o bu masdarı Boyun eğdirdi, anlamına kullanmıştır. Bu kabilden karşılaşılacak bütün kelimeler bu şekildedir. Buna göre ile nin anlamı (kabul etmek demek olup) birdir. Öyleyse burada âyetin anlamı: Onun Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu, şeklindedir. Ru'be'nin şu sözü de bunu andırmaktadır: "Ve ben yılanın büküldüğü gibi büküldüm." Çünkü nın anlamı ile ın anlamı (büküldüm demek olup) birdir. el-Katâmî'nin şu sözü de bu türdendir: "İşin en hayırlısı senin karşına çıkandır Yoksa onun arkasından giderek bulmaya çalıştığın değil." Çünkü burada ile (arkasından gittiğin, demek olup) birdir. İbn Mes'ûd: " Melekler indirildikçe indirilir" (Furkan, 25/25) âyetini Melekleri indirdikçe indirir" diye okumuştur. Çünkü ile indirdi, demek olup anlamlan birdir. el-Mufaddal der ki: Âyet: O, onu bitirip yetiştirdi, o da güzel bir şekilde bitip yetişti; anlamındadır. Ancak belirttiğimiz gibi manaya riâyet daha uygundur. "Kabul" kelimesinde aslolan ötreli olmasıdır. Çünkü bu kelime de "duhul ve huruç: Girmek ve çıkmak" kelimeleri gibi bir masdardır. Üstün ise çok az harflerde sözkonusu olur. el-Velû' ile el-Vezû' gibi. İşte bu şekilde üstün olma (kabul) gibi yalnız şu üç kelimededir başkalarında yoktur. Bunu Ebû Amr ile el-Kisaî vesair lügat İmâmları (ileri gelen bilginleri) söylemiştir. ez-Zeccâc ise aslı üzere "kaf" harfini ötreli olarak "kubûl" şeklindeki okuyuşu da câiz kabul eder. Yüce Allah'ın: "Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" âyeti , yani onu Zekeriyya'ya kattı demektir. Ebû Ubeyde ise, işlerini görmeyi Zekeriyya üstlendi, diye açıklamıştır. Kûfeliler bu kelimeyi şeddeli olarak: “.....” diye okumuşlardır. O bakımdan bu kelime iki mef'ûle geçiş yapar. İfadenin takdiri şöyledir: Rabbi, onu Zekeriyya'nın himayesine verdi. Yani onu himaye etmekle Zekeriyya'yı görevlendirdi. Bunu ona takdir buyurdu ve ona kolaylaştırdı. Ubeyy (b. Kâ'b)in Mushafında ise bu kelime şeklindedir. Bu şekilde başa gelen hemze ise, mef ûle geçiş konusunda kelimenin şeddeli olması gibidir. Bundan önceki " Onu kabul etti, onu büyüttü" kelimeleri de böyledir. Yüce Allah kendi zatı hakkında Meryem için ne yaptığını haber vermekte ve buna bağlı olarak âyet: Onu himayesine verdi" şeklinde gelmiştir. Diğer kıraat İmâmları ise fiili Zekeriyya'ya isnad etmek esasına göre hafif (şeddesiz) okumuşlardır. Buna göre yüce Allah bize, onun bakımını ve işlerini görmeyi üstüne alanın Zekeriyya olduğunu haber vermiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak?" (Âl-i İmrân, 3/44) âyeti buna delalet etmektedir. Mekkî der ki: Tercih edilen de budur. Çünkü kelimenin şeddeli olmasının anlamı hafif olmasının anlamına racidir. Zira yüce Allah onu Zekeriyya'nın himayesine verecek olursa, o da Allah'ın emriyle bunu himayesine almış olur. Diğer taraftan eğer Zekeriyya bizzat bunu kendiliğinden himayesine almış ise, bu da Allah'ın meşîet ve kudretiyle olmuş bir iştir. Buna göre her iki kıraatin anlamı birbiriyle içiçedir. Amr b. Mûsâ, Abdullah b. Kesir'den ve Ebû Abdullah el-Müzenî'den bu kelimeyi "fe" harfi esreli olarak şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. el-Ahfeş der ki: Bu kelime şeklinde söyleniyor ise de ben diye söylendiğini işitmedim. Ancak bu şekilde bir söyleyiş de sözkonusu edilmiştir. Mücâhid, "Onu kabul etti" kelimesini, kabul buyur, şeklinde dua ve niyaz anlamını vermek üzere "lâm" harfini sakin olarak şeklinde "rabbi" kelimesini de bir muzafın nidası olmak üzere mansub olarak; (şeklinde, "büyüttü" kelimesini diye "te" harfini sakin olarak "onu (himayesine verdi)" kelimesini "lâm" harfini sakin olarak şeklinde, "Zekeriyya" kelimesini de medli ve mansub olarak diye okumuştur. Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise "Zekeriyya" kelimesini medsiz ve hemzesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise medli ve hemzeli olarak okumuşlardır. el-Ferrâ' der ki: Hicaz halkı "Zekeriyya" kelimesini hem medli hem medsiz olarak okurlar. Necid halkı ise bundan "elif" harfini hazfeder ve bu kelimeyi munsarıf yapar ve derler. el-Ahfeş der ki: Bu kelimenin dört türlü söyleyişi vardır: Medli kasırh, "ya" harfi şeddeli ve munsarıf olarak şeklinde ve (cer ve nasb halinde): şeklinde kullanırlar. Ebû Hâtim der ki: şeklinde munsarıf değildir. Çünkü bu kelime Arapça olmayan (Acemî) bir kelimedir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü bu şekilde "ya" bulunan bir kelime "kürsî ve Yahya" kelimeleri gibi munsarıf olur. Ancak med ve kasr halinde Zekeriyya munsarıf olmaz. Çünkü bunda hem müenneslik elifi hem ucmelik (Arapçadan başka bir dilden olmak) ve hem de marife (özel isim) olmak sözkonusudur. Yüce Allah'ın: "Zekeriyya onun yanına mihraba her gelişinde yanında bir yiyecek bulurdu... Muhakkak Sen duayı işitensin dedi" âyetine dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Meryem ile Hazret-i Zekeriyya: Yüce Allah'ın: "Zekeriyya onun yanına mihraba her girişinde..." âyetindeki mihrab kelimesi sözlükte, oturulan bir yerdeki en değerli mekân demektir. İleride buna dair daha etraflı açıklamalar Meryem Sûresi'nde (19/11. âyet 1. başlıkta) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Hazret-i Meryem yüksekçe bir odada bulunuyordu. Hazret-i Zekeriyya da yanına bir merdivenle çıkıyordu. Veddâhu'l-Yemen der ki: "O bir mihrabın sahibidir yanına geldiğimde Bir merdivenle çıkmadıkça onunla karşılaşamıyorum." Yani, onun yüksekçe bir odası vardır demektir. Ebû Salih de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İmrân'ın karısı yaşlandıktan sonra hamile kaldı. Karnında bulunanı hür olarak adadı. İmrân ona: Yazık sana ne yapıyorsun? Ya doğurduğun dişi olursa? diye sordu. Bundan dolayı her ikisi de kedere kapıldı. Hanne henüz hamile iken İmrân vefat etti ve kız doğurdu. Allah da onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu. Halbuki o zamana kadar erkeklerden başkaları hür olarak hizmete alınmıyordu. Hahamlar kendileriyle vahyi yazdıkları kâlemleriyle -ileride geleceği üzere- aralarında kur'a çektiler. Zekeriyya onu himayesine aldı ve onun için özel bir yer yaptı. Yaşı ilerleyince ona ancak bir merdivenle çıkılabilecek bir mihrab (yüksekçe bir oda) yaptı, onun için bir süt anneyi ücretle tuttu. Kapıyı da üzerine kapatıyordu. Onun yanına Zekeriyya'dan başka kimse girmiyordu. Büyüyünceye kadar böyle devam etti. Ay hali olduğu vakit, onu çıkartıp evine götürür ve teyzesi yanında kalırdı. Teyzesi el-Kelbî'nin görüşüne göre Zekeriyya'nın hanımı idi. Mukâtil der ki: Meryem'in kızkardeşi Zekeriyya'nın hanımı idi. Ay halinden temizlendiği vakit gusleder ve Zekeriyya da onu geri mihrabına götürürdü. Kimi ilim adamı der ki: Meryem ay hali olmazdı, o ay halinden temizlenmişti. Zekeriyya da onun yanına girdiği vakit, yazın kış meyvesini, kışın da yaz meyvesini yanında bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden geliyor? diye sorunca o: Allah'tan, diye cevap verirdi. Bunun üzerine Zekeriyya çocuk sahibi olmayı arzulayarak ona bunları veren, bana da bir evlat bağışlamaya kadirdir, dedi. Ebû Ubeyde'ye göre "Nereden" demektir. en-Nehhâs ise der ki: Ancak böyle bir açıklama kolaya kaçıştır. Çünkü "Nere" kelimesi yerler hakkında soru için kullanılır. kelimesi ise yer ve yol hakkında soru edatı olmak üzere kullanılır. Burada ise, bu meyve sana hangi taraftan, hangi cihetten geliyor? demektir. el-Kumeyt bu iki edatı farklı anlamda kullanarak şöyle demiştir: "Nereden ve hangi taraftan sevinç sana gelip döndü? Şevk ve arzunun da olmadığı, şüphenin de bulunmadığı bir yerden (mi)? "Her" anlamına gelen kelimesi ise "bulurdu" kelimesiyle nasbedilmiştir. Yanına girdiği her seferinde... bulurdu, anlamındadır. "Şüphe yok ki Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır" âyetinin Hazret-i Meryem'in sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte onun sözleri olmayıp yeni bir cümle olması da mümkündür. İşte bu, Hazret-i Zekeriyya'nın Allah'a dua edip evlat istemesine sebep olmuştu. 38İşte orada Zekeriyyâ Rabbine dua etti: "Rabbim, bana katından temiz bir soy bahşet. Muhakkak Sen, duayı işitensin" dedi. 2- Her Türlü Dua Allah'adır. Yüce Allah'ın: "İşte orada Zekeriyya Rabbine dua etti" âyetindeki: "Orada" kelimesi asıl itibariyle mekân için olmakla birlikte, hem zaman hem mekan için kullanılabilen bir zarf edatıdır ve burada nasb mahallindedir. el-Mufaddal b. Seleme ise der ki: kelimesi zaman için (o takdirde anlamı: O vakit, olur); kelimesi ise mekân için kullanılır. Kimi zaman birinin diğerinin yerine kullanıldığı da olur. "Rabbim bana katından" nezdinden "temiz bir soy" salih bir nesil "bahşet" bağışla! Soy (zürriyet) tekil de olabilir, çoğul da olabilir, erkek için de kullanılabilir, dişi için de kullanılabilir. Burada ise tekildir. Buna yüce Allah'ın: "Bana kendi katından bir veli (evlat) ihsan et!" (Meryem, 19/5) âyeti delalet etmektedir. Burada "veliler" dememiştir. "Temiz" anlamına gelen kelimesinin müennes gelmesi ise, zürriyet lâfzının müennes olduğundan dolayıdır. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Senin baban bir halifedir, onu bir başkası doğurmuştur Ve sen de halifesin işte kemal budur." Burada görüldüğü gibi Onu doğurmuştur, kelimesini müennes söylemesinin sebebi Halife kelimesinin müennes oluşundan dolayıdır. Enes yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim ölür de geriye iyi bir soy bırakırsa, Allah ona o kimselerin amellerinin ecrinin bir benzerini yazar ve onların ecirlerinden de hiçbir şey eksiltmez. " Bakara Sûresi'nde (2/124. âyet 19. başlıkta) "soy" anlamına gelen "zürriyet" kelimesinin türeyişine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Temiz" yani salih ve mübarek "bir soy bahşet. Muhakkak Sen duayı işitensin" onu kabul edensin. "Allah hamdeden kulunu işitti yani "duasını kabul buyurdu" ifadesi de buradan gelmektedir. 3- Allah'tan Çocuk Sahibi Olmayı Dilemek: Bu âyet-i kerîme çocuk sahibi olmayı istemenin lehine bir delildir. Böyle bir istekte bulunmak, rasûllerin ve sıddîklarin sünnetidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun Biz senden önce peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve zürriyet (evlâtlar) verdik." (er-Radıyallahü anh'd, 13/38) Müslim'in Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Osman dünyadan el etek çekmek istedi. Ancak Resûlüllah böyle birşey yapmayı ona yasakladı. Şayet izin vermiş olsaydı biz de kendimizi iğdiş ederdik. İbn Mâce de Âişe (radıyallahü anhnha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Nikâh benim sünnetimdendir. Her kim sünnetim gereğince amel etmezse benden değildir. Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim. Her kimin imkânı müsaitse nikâhlansın. İmkân bulamayan ise oruç tutsun. Çünkü oruç şehveti keser. " İşte bu; "çocuk isteyen ahmaktır" diyen kimi cahil mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların kanaatini reddetmektedir. Böyle bir kimse, asıl ahmak ve şaşkın olduğunu bilmiyor. Yüce Allah İbrahim el-Halil'den şu şekilde dua ettiğini bize haber vermektedir: "Ve benden sonrakilerde de benim için güzel övgü (lisan-ı sıdk) bırak!" (Şuarâ, 26/84) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ki: Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak kimseler ver ve bizi takva sahiplerine önder kıl! diye dua ederler." (el-Furkan, 25/74) Buhârî de buna binaen: "Çocuk İsteme Babı" diye bir başlık açmıştır. Hazret-i Peygamber de oğlu vefat ettiğinde Ebû Talha'ya şöyle dedi: "Bu gece hanımınla bir arada oldun mu?" Ebû Talha: Evet deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah geçirdiğiniz gecenizi mübarek kılsın." Ebû Talha dedi ki o gece hanımım hamile kaldı. Yine Buhârî'de şöyle denilmektedir: Süfyan dedi ki: Ensardan bir adam şöyle dedi: Ben onun dokuz çocuğunu gördüm hepsi de Kur'ân'ı okuyup öğrenmişlerdi." Yine Buhârî şöyle bir başlık açmıştır: "Bereket ile birlikte çok çocuk sahibi olmak için dua etmek." Daha sonra Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği hadisi naklederek der ki: Umm Süleym: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bu Enes senin hizmetkârındır. Sen onun için Allah'a dua et. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım, sen ona çokça mal ve evlat ver ve ona verdiklerinde de bereket ihsan et." Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Ebû Seleme'ye mağfiret buyur. Onun hidâyete ermiş olanlar arasındaki derecesini yükselt ve onun soyundan geleceklere sen halef ol!" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: "Doğurgan ve sevecen kadınlarla evleniniz. Ben çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim." Bu hadisi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Bu anlamdaki haberler pek çoktur ve bunlar çocuk sahibi olmayı teşvik etmektedir. Çünkü insan hayatında da ölümünden sonra da çocuğundan faydalanmayı umud eder. Hazret-i Peygamber de: "Sizden bir kimse öldü mü üç şey müstesna ameli kesilir" diye buyurduktan sonra: "Yahut da kendisine dua edecek salih bir evladı olursa" diye buyurmuştur. Şayet bu konuda bu hadisin dışında bir âyet olmasaydı bile bu dahi yeterdi. 4- Çoluk Çocuğun Hidâyet Bulmaları İçin Allah'a Dua Etmek: Bu sabit olduğuna göre insana düşen görev, çocuğunun, hanımının hidâyete ermesi için yaratıcısına yalvarıp yakarması, onların hidâyet, salah, iffet ve emir ve âyetlere riâyeti onlara ihsan etmesini; din ve dünyası için kendilerine yardımcı olmalarını istemesi gerekir. Böylelikle dünyasında da âhiretinde de bunlardan büyük bir fayda sağlamış olur. Nitekim Hazret-i Zekeriyya: "Rabbim, Sen onu razı olduklarından kıl" (Meryem, 19/6) diye dua ettiği gibi: "Bana katından temiz bir soy bahşet" diye de dua etmiştir. Yüce Allah (bir başka yerde salih insanların dualarını bize nakletmekte ve) şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak (salih evlat)Zar yer..."(Furkan, 25/74) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Enes'e dua ederek şöyle buyurmuştur: "Allah'ım malını ve çocuklarını çoğalt ve bunları onun için mübarek kıl" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Bu kadarı da bizim için yeterlidir. 39O mihrabda ayakta namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." Yüce Allah'ın: "Melekler ona seslendiler" âyetindeki: "Ona seslendiler" kelimesini Hamza ve Kisaî müzekker olarak ve "elif ile diye okumuşlardır. Ayrıca bu kelimeyi okurken imale de yaparlar. Çünkü bunun aslı "ya" harfidir ve bu harf kelimede dördüncü harftir. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'un kıraati de "elif"lidir. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat şekli de budur. Cerir'den rivâyet edildiğine göre o Muğire'den, Muğire İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedir: Abdullah (b. Mes'ûd) Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde geçen: " Melekler" kelimesini müzekker kabul ederek okurdu. Ebû Ubeyd der ki: Görüşümüze göre o bunu müşriklere muhalefet olsun diye tercih etmiş olmalıdır. Çünkü müşrikler, melekler Allah'ın kızlarıdır, diyorlardı. en-Nehhâs der ki: Ancak böyle bir delillendirmeden hiçbir sonuç elde edilemez. Çünkü Araplar, "erkekler dedi" anlamını ifade etmek üzere hem (müennes olarak) derler, hem de (müzekker olarak) diye söylerler. Kadınlar hakkında da aynı şekilde kullanılır. Peki onlara karşı bu şekilde Kur'ân-ı Kerîm ile nasıl delil getirilebilir? Eğer bu şekilde onlara (müşriklere) karşı Kur'ân-ı Kerîm'in bu âyetiyle delil göstermek câiz olsaydı, onların da yüce Allah'ın: " Melekler dediğinde..." (Mesela, Âl-i İmrân, 3/42, 45 gibi) âyetini delil göstermeleri mümkün olurdu. Fakat böyle diyen müşriklere karşı delil, yüce Allah'ın: "Acaba onlar yaratılışlarına şahit mı oldular" (ez-Zuhruf, 43/19) âyeti aleyhlerine delildir. Yani onlar böyle bir şeye şahit olmamışlardır. Peki, meleklerin dişi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Böylelikle onların bu iddialarının bizzat bir hevâdan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak " Ona seslendiler" âyetinin çoğulun müzekker kabul edilmesi esasına göre böyle gelmesi caizdir. Aynı manadaki: âyeti ise çoğulun müennes kabul edilmesine göredir. Mekkî der ki: Melâike: Melekler kelimesi kırık çoğul bakımından akıllı varlıklar durumundadır. O bakımdan müennes yapıldıkları vakit de aklı olmayan varlıklar durumunda kullanılır. Buna göre;"Onlar erkeklerdir, onlar ağaç kökleridir, onlar develerdir. Araplar dediler ki" şeklinde (müennes zamirler) kullanmak mümkündür. Bunu yüce Allah'ın: " Melekler dediğinde" (Âl-i İmrân, 3/42) âyeti pekiştirmektedir. Bir başka yerde de yüce Allah'ın: "Melekler de ellerini uzatmış olarak..." (el-En'âm, 6/93) âyetinde ise fiil, müzekker olarak gelmiştir. Bu şekilde okuyuş üzerinde de icma vardır. Yüce Allah bir başka yerde: "Melekler de her kapıdan onların yanına gelip..." (er-Radıyallahü anh'd, 13/23) diye buyurmaktadır. Bu âyette ise çoğul olan kelimenin müzekker kabul edilmesi de güzeldir, müennes kabul edilmesi de. es-Süddî ise der ki: Ona nida eden yalnızca Hazret-i Cebrâîl'dir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de böyledir. Yine: "O kendi emriyle... melekleri ruh ile indirir" (en-Nahl, 16/2) âyetinde de "melek"ten kasıt Hazret-i Cebrâîl, "ruh"tan kasıt ise vahydir. Arapçada çoğul kullanılarak tek kişi hakkında haber vermek caizdir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar ki insanlar kendilerine... dediklerinde" (Âl-i İmrân, 3/173) âyeti yer almaktadır. İleride geleceği üzere burada çoğul olan "insanlar"dan kasıt, Nuaym b. Mes'ûd'dur. Burada Hazret-i Zekeriyya'ya nida edenin, bütün melekler olduğu da söylenmiştir. Daha zahir olan görüş de budur. Yani onlar tarafından nida geldi, demektir. Yüce Allah'ın: "O mihrabda ayakta namaz kılarken... Allah sana ... müjdeler" âyetindeki "o ayakta" âyeti mübteda ve haberdir. "Namaz kılarken" âyeti ise ref mahallindedir. Bununla birlikte mahzuf bir zamirin hali olarak mansub da kabul edilebilir. Allah..." âyetini Hamza ve Kisaî diye okumuşlardır. Melekler muhakkak Allah...; anlamındadır. "Seslenmek" söylemek manasındadır. Sana... müjdeler" âyeti Medinelilerin kıraatine göre şeddelidir. Hamza ise bunu şeddesiz olarak; diye okumuştur. Humeyd b. el-Kays el-Mekkî de bu şekilde okumakla birlikte o "şin" harfini esreli "ya" harfini ötreli ve "be" harfini ise hafif (hareke vermeksizin) okumuştur. el-Ahfeş der ki: Bu kelime bu şekilde üç türlü okunur ve aynı anlamı ifade eder. Birinci kıraatin delili, çoğunluğun bu şekilde okuyuşudur: Kur'ân-ı Kerîm'de bu kabilden bulunan mazi yahut emir fiiller bu şekilde şeddeli olarak gelmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Benim kullarıma müjde ver." (ez-Zümer, 39/39); "Ona bir mağfireti müjdele" (Yasin, 36/11); "Biz ona İshak'ı müjdeledik" (Hud, 11/71); "Biz sana hakk olarak müjde verdik dediler" (el-Hicr, 15/55). İkinci kıraat ise Abdullah b. Mes'ûd'un kıraati olup Tihâmelilerin söyleyişi olan 'den gelmektedir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Ben aile halkıma müjde verdim Sana Haccac'dan yazılı olarak okunan bir sahife geldiğini gördüğüm zaman." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Kurak, düzlük bir arazide geçip giderken Avuçlarını şevkle yağmura açanları görürsen Yardımcı ol onlara ve onların sevindiklerine sen de sevin; Sıkıntılı dar bir yere konaklarlarsa sen de konakla!" Üçüncü söyleyiş ise 'dan gelmektedir. Şairin şu beyiti de buna uygundur: "Ey Um Amr (sırtlanın künyesidir); sana müjdeyi müjdeliyorum Yaygın ve seri bir ölüm ile ardı arkası kesilmeyen çekirgeleri." Yüce Allah'ın: "Yahya'yı" âyetine gelince; ilk kitapta onun ismi "Hayya" idi. Hazret-i İbrahim'in eşi "Sârre"nin ismi ise "Yesâre" şeklinde idi. Bunun Arapça karşılığı ise "doğum yapmayan, kısır" demektir. Ona Hazret-i İshak'ın müjdesi verilince "Sâre" denildi. Bu ismi ona Hazret-i Cebrâîl verdi. Hazret-i İbrahim'e: Ey İbrahim benim ismimden neden bir harf eksildi? diye sorunca Hazret-i İbrahim de bunu Cebrâîl (aleyhisselâm)'a sordu, şu cevabı aldı: "Onun adından eksilen harf, peygamberlerin en faziletlilerinden olan ve ismi Hayya olup Yahya diye adlandırılan soyundan gelecek bir evladının ismine ilave edilmiştir." Bunu en-Nekkâş zikretmiştir. Katâde der ki: Ona "Yahya" adının verilmesi, yüce Allah'ın onu îman ve nübüvvet ile diriltmesinden dolayıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Ona bu adın veriliş sebebi, yüce Allah'ın onun vasıtasıyla gönderdiği hidâyetle insanları diriltmiş olması, onlara hayat vermiş olmasıdır. Mukâtil de der ki: Yahya ismi, yüce Allah'ın "Hayy" adından türetilmiştir. O bakımdan ona "Yahya" ismi verilmiştir. Onun vasıtasıyla annesinin rahmini canlandırdığı için bu adın verildiği de söylenmiştir. "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici.... olarak" âyetinde kastedilen ise müfessirlerin çoğunluğunun görşüne göre Hazret-i Îsa'dır. Hazret-i Îsa'ya "kelime" adının veriliş sebebi, yüce Allah'ın "ol" kelimesiyle olmasıdır. Hazret-i Îsa babasız dünyaya gelmiştir. Ebû's-Simmal el-Adevî ise Kur'ân-ı Kerîm'in tümünde bu kelimeyi "kâf" harfi esreli "lâm" harfi de sakin olarak okumuştur. O bakımdan bu kelimeyi burada “.....” şeklinde okumuştur ki, bu da fasih bir söyleyiş olup kol, uyluk kelimelerine benzemektedir. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Îsa'dan "kelime" diye söz edilmesinin sebebi, insanların yüce Allah'ın kelâmı ile hidâyet bulduğu gibi, onun vasıtasıyla hidâyet bulmalarıdır. Ebû Ubeyd ise der ki: "Allah'tan bir kelime" âyetinin anlamı, Allah'tan bir kitap demektir. Devamla der ki: Araplar: Bana bir kelime okudu, derken bana bir kaside okudu, demek isterler. Nitekim el-Huveydera (Kutbe b. Muhsan b. Cervel'in lakabıdır)'den Hassan'a söz edilince Hassan: Allah onun kelimesine lanet etsin, demiştir. "Kelimesi"yle kastettiği ise onun kasidesidir. Başka görüşler de ileri sürülmüştür. Şu kadar var ki birinci görüş, daha yaygındır ve ilim adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmiştir. Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'ya îman edip onu tasdik eden bir kişidir. Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'dan üç yaş daha büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da söylenmiştir. Bunlar teyze çocukları idiler. Hazret-i Zekeriyya (Hazret-i Yahya'nın) Hazret-i Îsa hakkındaki tasdik edici tanıklığını işitince kalkıp Hazret-i Îsa'yı -henüz daha kundaktayken- kucakladı. Taberî'nin naklettiğine göre Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsa'ya gebe kalınca onun kızkardeşi de Hazret-i Yahya'ya gebe kalmıştı. Hazret-i Yahya'nın annesi kızkardeşinin ziyaretine gittiğinde: Ey Meryem, benim de hamile kaldığımı haber aldın mı? diye sorunca Hazret-i Meryem ona: Ya sen benim hamile olduğumdan haberdar mısın? diye sordu. Hazret-i Yahya'nın annesi ona: Ben karnımdaki yavrumun senin karnındaki yavruna secde ettiğini hissediyorum. Bunun da onun karnındaki ceninin başını, Hazret-i Meryem'in karnına doğru eğdiğini hissetmesi ile olduğu rivâyet edilmiştir. es-Süddî der ki: İşte yüce Allah'ın: "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici olarak" âyetinde kastedilen budur. "Tasdik edici olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. "Bir efendi" (anlamına gelen: Seyyid); kavmine efendilik eden ve sözüne başvurulan ileri gelen kişi, demektir. Bu kelimenin aslı: şeklindedir. Filan kişi filandan daha bir efendidir, denirken bu kelime 'den ism-i tafdil olur. Bu âyet insana "aziz veya kerim" adının verilmesinin câiz olduğu gibi "seyyid" adının verilmesinin de câiz olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kurayzaoğullarına şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Haydi, efendiniz için ayağa kalkınız." Buhârî ve Müslim'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Hasan hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Benim bu oğlum bir seyyiddir. Muhtemeldir ki yüce Allah onun sayesinde müslümanlardan çok büyük iki kesimin arasını bulacaktır." Nitekim böyle de oldu. Hazret-i Ali şehid edildikten sonra kırk binden çok kişi Hazret-i Hasan'a bey'at etti. Daha önce babasına bey'at etmemiş, babasına yaptığı bey'ati bozanlardan çok kimse de ona bey'at etmiş idi. Yedi ay kadar bir süre Irak'ta ve onun dışında Horasan bölgesinde halifelik yaptı. Arkasından Hicaz ve Iraklılarla birlikte Hazret-i Muâviye'nin üzerine yürüdü. Hazret-i Muâviye de Şam halkıyla birlikte ona karşı yürüdü. Her iki ordu Enbar'a yakın Irak Sevadından Meşkin denilen yerde karşı karşıya gelince; Hazret-i Hasan Savaşmaktan hoşlanmadı. Çünkü karşı tarafın çoğunluğu helâk olmadıkça iki ordudan birisinin galip gelemeyeceğini biliyordu. Bu ise müslümanlârın telef olması demekti. O bakımdan ileri sürdüğü birtakım şartları kabul etmesi üzerine işi Hazret-i Muâviye'ye terketti. Bunlardan birisi ise Hazret-i Muâviye'den sonra kendisinin halife olması idi. Hazret-i Muâviye bütün bunları kabul etti. Böylelikle Hazret-i Peygamber'in: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir." âyeti yerine gelmiş oldu. Allah'ın ve Rasûlünün Seyyidlik makamına çıkardığı kimseden daha seyyid olamaz. Katâde de yüce Allah'ın: "Bir efendi" âyetini ilim ve ibadette ileri gelen diye açıklamıştır. İbn Cübeyr ve ed-Dahhak ilim ve takvada ileri gelen diye açıklarken; Mücâhid de; seyyid keremli, şerefli demektir, der. İbn Zeyd ise bunu kızgınlığına yenik düşmeyen diye açıklamıştır. ez-Zeccâc der ki: Seyyid, bütün hayırlarda akranı olan kimselerin üstüne çıkabilen demektir. Bu da oldukça kapsamlı bir açıklamadır. el-Kisaî der ki: Keçi cinsinden "seyyid" iki yaşındakilere denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Üç yaşındaki bir koyun iki yaşındaki keçiden hayırlıdır. " Şair de der ki: "Misafire kesmek için ona yaklaşan ister bir yaşındaki koyun olsun, İster iki yaşındaki koyun olsun, farketmez onun için." "Nefsine hakim" demek olan kelimesi aslında alıkoymak, hapsetmek anlamına gelen "el-hasr"dan türemiştir. Birşeyin engel olup alıkoymasını anlatmak için bu fiil kullanılır. Şair İbn Meyyade der ki: "Leylâ'nın senden uzaklaşması darılması değildir, İşlerin, meşguliyetlerin de seni alıkoymaz." Ferci dar olan dişi deveye denilir. el-Hasûr ise âdeta onlardan engellenip alıkonulmuşcasına kadınlara yaklaşmayan kimse demektir. Nitekim yiyeceğini alıkoyup içki içenlerin ortaya koydukları (mezeleri) koymayan kimseye de "hasûr ve hasîr" denilir. "Filan kişiler içtiler de filan kişi onlara karşı hasûr davrandı; yani cimrilik etti demektir. Bu açıklamaları Ebû Amr'dan naklettik. Şair el-Ahtal der ki: "Ve yağlı develeri kesip dolu kâselerle içki içen, içki arkadaşım oldu benim; Ne yiyeceğini alıkoyup cimrilik etti, ne de tatsızlık çıkardı." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz cehennemi kâfirler için bir zindan (hasîr) yaptık" (el-İsrâ, 17/8); yani bir hapishane kıldık. Hasîr aynı zamanda hükümdar demektir. Çünkü başkalarının göremeyeceği bir yerdedir. Şair Lebîd der ki: "Boyunları kalın ve pek kalabalıktırlar; âdeta onlar cinler gibidir; Engel olan (hasîr) kapının yanında ayakta duruyorlar gibi." Hazret-i Yahya, hasûr (nefsine hakim kılınmış) idi. Bu kelime mef'ûl anlamını verecek şekilde "fa'ûl" veznindedir. Yani kadınlara yaklaşmazdı. Âdeta erkeklerde bulunan özelliklerden alıkonulmuş gibi idi. Bu açıklama şekli İbn Mes'ûd ve başkalarından nakledilir. Arap dilinde mef'ûl anlamında fe'ûl vezninde kelime çok kullanılır. Nitekim "halûb" kelimesi mahlûb anlamındadır. (Birincisi çok süt veren, ikincisi süt sağılan anlamındadır.) Şair der ki: "Orada sütü sağılan simsiyah kırkiki (deve) vardır Karganın yeni biten kanat tüyleri gibi siyahtırlar." Yine İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Katâde, İbn Cübeyr, Atâ, Ebû'ş-Şa'sâ, el-Hasen, es-Süddî ve İbn Zeyd der ki: Hasûr, iktidar sahibi olmakla birlikte, kadınlardan uzak duran ve onlara yaklaşmayan demektir. İki sebep dolayısıyla bu, bu konudaki görüşlerin en sahih olanıdır. Birinci sebep, bunun Hazret-i Yahya için övgü olmasıdır. Övgü ise çoğunlukla insanın yapısında olan için değil de kazanılan bir fiil için sözkonusu olur. İkinci sebep ise dilde (hasûr kelimesinin vezni olan) "feûl" vezni ise fail hakkında kullanılan sîğalardandır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Kılıcın ucuyla onların (develerin) en semizlerinin bacaklarını (kesmek için) pek çok vuransın, Kıtlık dolayısıyla azık bulamadıkları takdirde, işte sen develeri boğazlayansın." Buna göre "hasûr" kelimesinin anlamı, kendi nefsini şehvetlerden alıkoyup dizginleyen kimsedir. Belki de Hazret-i Yahya'nın şeriati öyle idi. Bizim şeriatimizde ise aslolan az önce geçtiği gibi nikâhtır. Hasûr'un, evlenmesi umulmayan ve menisi gelmeyen, erkeklik organı bulunmayan anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklama da yine İbn Abbâs'tan, Said b. el-Müseyyeb'den ve ed-Dahhâk'tan zikredilmiştir. Ebû Salih ise Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bütün Âdemoğulları yüce Allah'ın huzurunda dilediği takdirde kendilerini azâb edeceği, yahut merhamet edip bağışlayacağı bir günah ile Allah'ın huzuruna çıkar. Bundan tek istisna Zekeriyya'nın oğlu Yahya'dır. Çünkü o seyyiddi, hasûrdu ve salihlerden bir peygamberdi." Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) eğilip eli ile yerden ufacık bir çöp aldı ve şöyle dedi: "Onun erkeklik organı işte bunun gibiydi, bu çöp gibiydi." Bunun anlamının kendisini Allah'a masiyet olan işlerden alıkoyan olduğu da söylenir. "Ve salihlerden bir peygamber" âyeti hakkında da ez-Zeccâc şöyle demiştir: Salih, Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getiren, insanların haklarını da eda eden kimse demektir. 40"Rabbim, ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?" dedi. "Öyle, Allah dilediğini yapar" dedi. Denildiğine göre burada "rabb"dan kasıt Hazret-i Cebrâîl'dir. Yani o Hazret-i Cebrâîl'e: Rabbim -ey efendim- nasıl oğlum olabilir? diye sordu. Bu el-Kelbî'nin görüşüdür. Kimisi de şöyle demektedir: "Rabbim"den kastı, yüce Allah'tır. Burada edatı da "nasıl" anlamındadır ve zarf olarak nasb mahallindedir. Bu şekilde sorunun anlamı iki türlü açıklanmıştır: Birincisine göre; o hem kendisi hem de hanımı bu durumları üzere mi çocuk sahibi olacak, yoksa çocuk sahibi olabilecek hale mi döndürülecekler? İkinci açıklamaya göre o çocuğu kısır hanımından mı yoksa başkasından mı bağışlanacağını öğrenmek üzere soru sormuştur. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şöyledir: Ben ve hanımım bu durumda iken, nasıl çocuk sahibi olmaya lâyık görülebilirim? O böyle bir soruyu alçakgönüllük göstererek sormuştu. Yine rivâyet edildiğine göre dua ettiği vakit ile kendisine çocuk sahibi olacağı müjdesinin verildiği zaman arasında kırk günlük bir süre geçmiştir. Ona bu müjde verildiği zaman kendisi doksan yaşında idi. Hanımının yaşı da ona yakın idi. İbn Abbâs ile ed-Dahhâk der ki: Ona çocuk sahibi olacağı müjdesi verildiğinde yüzyirmi yaşında idi. Hanımı ise doksansekiz yaşındaydı. İşte onun: "Karım da kısırken" yani çocuk doğuramayacak halde iken, ifadesinin manası da budur. (Kısır anlamına gelen): Âkir kelimesi aynı şekilde erkek ve kadın için kullanılır. "Âkir" denildiği gibi (kadın hakkında): Ukâre de denilebilir. Âkir, aynı zamanda üzerinde hiçbir bitkinin bitmediği büyük kum yığını anlamına gelir. Ukr, şüphe bulunmakla birlikte kendisiyle ilişki kurulan kadına mehir olarak verilen şeye de denilir. Ukr yumurtası'nın horoz yumurtası demek olduğu söylenmiştir. Çünkü horoz bütün ömrü boyunca tek bir yumurta yapar. Ateşin ukru ise ortası ve büyük bir bölümü demektir. Havuzun akrı ise su içmek üzere gelen develerin durdukları son noktadır. Bu kelime ukr şeklinde söylendiği gibi ukur diye de söylenebilir. Usr ve usur gibi. Çoğulu a'kâr gelir ve bu müşterek bir lafızdır. Yüce Allah'ın " Öyle" kelimesi nasb mahallindedir. Yani, işte yüce Allah bunun gibi dilediğini yapar. "Oğul" anlamına gelen kelimesi ileri derecede nikâh arzusu anlamına gelen (........)'dan türetilmiştir. tabiri ise, dişisine yaklaşmak için duyduğu aşın arzudan dolayı galeyana gelmek demektir. Leylâ el-Ahyeliyye der ki: "Şifa verdi ona onulmaz hastalığından Bir oğul ki, kanalı salladığında onun su içmesini sağladı." "Ğulâm," bıyıkları yeni terlemiş genç demektir. Çoğulu ğılma ve ğılmân ...diye gelir. "Ğaylem"in genç erkek ve genç kız anlamına geldiği de söylenmiştir. Yine bu kelime erkek kaplumbağa demektir. el-Ğaylem aynı zamanda bir yerin de adıdır. Deniz coşup da ardı arkasına dalgalandığı vakit de: ) denilir. 41"Rabbim, bana bir alâmet ver" dedi. "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve akşam sabah tesbih et" buyurdu. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah'ın: "Rabbim, bana bir alâmet ver dedi" âyetindeki kelimesi burada iki mef'ûle geçiş yaptığı için "kıldı" anlamındadır. "Bana" kelimesi de ikinci mef'ûl mahallindedir. Hazret-i Zekeriyya'ya çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince yüce Allah'ın kudretinin bunu gerçekleştireceğine dair kanaati onun için uzak bir ihtimal olmamakla birlikte, Allah'tan bu emrin doğruluğunu ve bunun Allah'tan olduğuna dair kendisi vasıtasıyla anlayacağı bir âyet veya bir alâmet gelmesini istedi. Yüce Allah da onu melekler doğrudan doğruya kendisiyle konuştuktan sonra, böyle bir alâmeti istediği için, üç gün süreyle insanlarla konuşamaması ile cezalandırdı. Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamış ve şöyle demişlerdir: İşte, eğer dilsizlik ve buna benzer bir hastalık olmamakla birlikte, böyle bir durum olursa, her halükârda bu bir çeşit cezadır. İbn Zeyd der ki: Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın hanımı kendisinden Yahya'ya hamile kalınca hiç kimse ile konuşamaz bir halde sabahı etti. Bununla birlikte Tevrat'ı okuyabiliyor yüce Allah'ı zikredebiliyordu. Fakat herhangi bir kimseyle konuşmak istedi mi buna güç yetiremiyordu. Yüce Allah'ın: "İşaretten başka" âyetindeki (işaret anlamına gelen:) "er-remz" kelimesi sözlükte dudaklarla ima etmek, işaret etmek demektir. Kaş, göz ve el ile işaret anlamına da kullanılabilir. Kelimenin asıl anlamı harekettir. Bir açıklamaya göre Hazret-i Zekeriyya bu alâmeti itmi'nanının artması için istemiştir. Buna göre anlamı şöyle olur: Sen bana bir alâmet vermekle ni'metini tamamla. O takdirde böyle bir alâmet ek bir nimet ve bir lütuf (keramet) olur. Bunun üzerine ona: "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır" diye cevap verildi. Yani üç gün süreyle senin konuşmana engel olunacaktır. Bu görüşün delili de yüce Allah'ın, meleklerin kendisine bu müjdeyi vermesinden sonra ona: "Nitekim sen daha önce birşey değilken ben seni yarattım" (Meryem, 19/9) diye buyurmuş olmasıdır. Yani Ben seni önceden kudretimle var ettiğim gibi; yine kudretimle senden bir evlat var edeceğim. en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek der ki: Katâde'nin, Zekeriyya (aleyhisselâm) konuşamamakla cezalandırıldı şeklindeki açıklaması, kabul edilmemiş bir açıklamadır. Çünkü yüce Allah bize, onun günah işlediğini haber vermediği gibi, böyle birşeyi istemeyi kendisine yasakladığını da bildirmemiştir. Bu bakımdan söylenecek söz şu olur: Bunun anlamı şöyledir: Rabbim, Sen bana çocuğun var olduğuna delalet edecek bir alâmeti yarat. Çünkü ben onun olup olmadığını bilemem, benim için bu bir gaybdır. "İşaret" anlamına gelen kelimesi, munkatı' istisna olarak nasbedilmiştir. Bunu el-Ahfeş söylemiştir. el-Kisaî der ki: Bu kelime şekillerinde gelir. Ayrıca "mim" harfi üstün olmak üzere şeklinde, yine hem "mim" harfi hem de "radıyallahü anh" harfi ötreli olmak üzere diye de okunmuştur. Bunun tekili şeklinde gelir. 3- Hukukî Bakımdan İşaretin Değeri: Bu âyet-i kerimede, işaretin söz söyleme seviyesinde değerlendirildiğine dair bir delil vardır. Ayrıca sünnet-i seniyyede de böyle değerlendirildiğini gösteren pek çok rivâyet vardır. İşaretler arasında en pekiştirici ifade Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine dayanarak siyah bir cariyenin durumu hakkındaki hükmüdür. Hazret-i Peygamber ona "Allah nerededir?" diye sorunca, cariye başıyla semayı işaret etmiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Sen onu azad et, çünkü o mü’mine bir cariyedir" diye buyurmuştur. Böylelikle İslâm dini kendisi ile cennete hak kazanılıp ateşten korunulabilen diyanetin esası hakkında işareti geçerli kabul etmiştir ve Hazret-i Peygamber, imanı belirten sözleri bizzat diliyle söyleyenin hükmü gibi o cariyenin mü’min olduğuna hüküm vermiştir. O bakımdan işaretin dinin diğer hususları hakkında da geçerli ve etkili olması gerekir. Genel olarak fukâhanın kabul ettiği görüş budur. İbnu'l-Kasım'ın, Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre dilsiz bir kimse hanımım boşadığını işaretle ifade ederse bu boşama onun aleyhine geçerli kabul edilir. Şâfiî de hastalanıp da dili tutulan bir erkeğin karısına ric'at yapmak ve onu boşamak hususunda dilsiz gibi olduğunu belirtmiştir. Ebû Hanîfe ise der ki: Bu, eğer yaptığı işaretin ne anlama geldiği biliniyor ise böyledir. Şayet bu işaretin anlamı hususunda şüphe sözkonusuysa batıldır. Ancak onun bu sözü kıyas değil, istihsan yoluyla söylenmiştir. Bütün bu hususlarda kıyasa göre hüküm verilecek olursa, batıldır, demek gerekir. Çünkü dilsiz bir kimse ne konuşur, ne de onun işaretinin anlamı akıl ile kavranılabilir. Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Ebû Hanîfe'yi bu sözü söylemeye iten, onu dine dair çeşitli hükümler hakkında işaretlerin câiz olduğunu belirten sünnetteki rivâyetleri bilemeyişidir. Muhtemelen Buhârî "Talâk ve Benzeri İşlerde İşaret" diye bir başlık açmakla onun görüşünü reddetmek istemiştir. Atâ da der ki: Yüce Allah: "İnsanlarla konuşamamandır" âyetinden kasıt, üç gün süreyle oruç tutmasıdır. Çünkü onlar oruç tuttukları vakit ancak işaret ile konuşurlardı. Fakat böyle bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Kur'ân'ın Sünnet ile Nesholunacağını Kabul Edenler: Kur'ân'ın Sünnet ile neshedilebileceğini kabul eden bazıları şöyle demektedir: Zekeriyya (aleyhisselâm) güç yetirebildiği halde konuşmaktan alıkonuldu. Bu ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bir gün boyunca akşama kadar susup konuşmamak yoktur" Hadîs-i şerîfi ile neshedilmiştir. Bununla birlikte ilim adamlarının çoğunluğu burada nesh bulunmadığını ve Hazret-i Zekeriyya'nın kendisini konuşmaktan alıkoyan bir hastalık sebebiyle konuşamaz hale geldiğini söylemişlerdir. Sözkonusu bu rahatsızlık ise, sağlıklı olmakla birlikte konuşamama halidir. Müfessirler de böyle demişlerdir. İlim adamlarının önemli bir çoğunluğu ise: "Akşama kadar bir gün boyunca susmak yoktur" hadisinin Allah'ı zikretmekten uzak olunmaz anlamında olduğunu söylemişlerdir. Anlamsız ve faydasız şeyler söylemeye gelince; elbette ki bunları söylemeyip konuşmamak daha güzeldir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah tesbih et" âyetine gelince, birinci görüşe göre yüce Allah, dilinin tutulmuş olmasına rağmen, kalbinde Allah'ı zikretmeyi terketmemesini emretmektedir. Bundan önce Bakara SÛRESİ'nde (2/40. âyette) zikrin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Eğer Allah'ı zikretmeyi terk hususunda herhangi bir kimseye ruhsat verilmiş olsaydı elbette yüce Allah'ın şu âyetinde Hazret-i Zekeriyya'ya ruhsat verilmeli idi. Çünkü: "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an" diye buyurulmuştur. Yine Savaşta bulunan kimseye yüce Allah'ın şu âyeti ile zikirde bulunmama hususunda izin verilmesi gerekirdi: "Bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça zikredin." (el-Enfâl, 8/45). İbn Ka'b'ın bu görüşünü Taberî nakletmiştir. "Tesbih et" namaz kıl, anlamındadır. Namaza: "Sübha" denilmesinin sebebi, namazda yüce Allah'ın her türlü kötülükten tenzih edilmesidir. " Akşam" kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun tekil olduğu da söylenmiştir. Akşam ise güneşin zeval vaktinden batacağı vakte kadarki süredir. Bu açıklama Mücâhid'den nakledilmiştir. Muvatta’''da el-Kasım b. Muhammed'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben yetiştiğimde insanlar öğlen namazını aşıy vaktinde (akşam, yani güneşin zevalinden sonra) kılmakta idiler. "Sabah" ise tan yerinin ağardığı vakitten, kuşluk vaktine kadar olan süredir. 42Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz Allah, seni seçip temizledi ve seni âlemlerin kadınlarından üstün tuttu" demişlerdi. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah seni seçip temizledi" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Temizledi", Mücâhid ve el-Hasen'den nakledildiğine göre küfürden arındırdı, demektir. ez-Zeccâc ise ay hali, lohusalık ve buna benzer diğer kötülüklerden temizledi ve seni Hazret-i Îsa'yı doğurmak üzere seçip üstün kıldı, diye açıklamıştır. "Seni âlemlerin" yani el-Hasen, İbn Cüreyc ve diğerlerinden rivâyete göre çağdaşı olan âlemlerin kadınlarından üstün tuttu. Burada geçen "âlemlerin kadınlarından" âyetinin, Sûr'a üfürüleceği ana kadar bütün kadınlardan anlamına geldiği de söylenmiştir. İleride yapacağımız açıklamaya göre de sahih olan budur. Bu, ez-Zeccâc ve başkalarının da görüşüdür. Seçilme ve üstün kılınmanın tekrar edilmesinin sebebi de şudur: Birincisinin anlamı ona ibadet etmek üzere seçilmesidir, ikincisinin anlamı ise Hazret-i Îsa'yı doğurmak üzere seçilmesidir. Müslim, Ebû Mûsa'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Fir'avun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir. " İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve eksiksiz olmak demektir. Bu kelimenin mazisi "mim" harfi hem üstün hem de ötreli olmak üzere şeklinde gelir. Muzarîsi ise mim harfi ötreli olarak ...diye gelir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemal ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklardan, şehidlerden ve salihlerden oluşan Allah'ın evliyası gelir. Durumun böyle olduğu kabul edildiğinden şöyle denilmiştir: Hadîs-i şerîfte sözü geçen kemâl ile kastedilen peygamberlik olduğuna göre Hazret-i Meryem ile Hazret-i Âsiye'nin iki kadın peygamber olması gerekir. Nitekim böyle bir görüş de vardır. Sahih olan Hazret-i Meryem'in peygamber olduğudur. Çünkü yüce Allah önceden de geçtiği gibi, sair peygamberlere vahyettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiş bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar da ileride Meryem Sûresi'nde (19/12-26. âyetleri tefsir ederken) gelecektir. Âsiye'ye gelince; onun peygamberliğine açıkça delâlet eden bir âyet vârid olmuş değildir. Aksine yine ileride Tahrîm Sûresi'nde (66/11. âyette) açıklanacağı üzere, onun sıddîk oluşuna ve faziletine delalet eden âyetler gelmiştir. Sahih yollarla gelen rivâyetlerde Ebû Hüreyre'nin naklettiğine göre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu da rivâyet edilmektedir: "Dünya kadınlarının en hayırlısı dört tanedir. Bunlar İmrân kızı Meryem, Fir'avun'un karısı Muzâhim'in kızı Âsiye, Huveylid kızı Hadice ve Muhammed kızı Fatıma'dır." Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennet halkı hanımlarının en faziltelisi Huveylid kızı Hadice, Muhammed kızı Fatıma, İmrân kızı Meryem ile Fir'avun'un karısı Muzâhim kızı Âsiye'dir." Yine ondan gelen bir diğer rivâyete göre şöyle buyurmuştur: "Meryem'den sonra cennet halkı kadınlarının efendisi Fatıma ile Hadice'dir." Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hadîs-i şerîflerin zahir ifadesi Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Havva'dan Kıyâmetin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine yüce Allah'tan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtiva eden vahyi -diğer peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. O halde Hazret-i Meryem bir peygamber kadındı. Peygamber ise veliden daha faziletlidir. O bakımdan Hazret-i Meryem mutlak olarak geçmiş ve gelecek, öncekilerin ve sonrakilerin bütün kadınlarından daha faziletlidir. Ondan sonra ise fazilette, Hazret-i Fatıma, sonra Hazret-i Hadice ve sonra da Hazret-i Âsiye gelir. Nitekim Mûsâ b. Ukbe de bunu Kureyb'den böylece rivâyet etmiştir. Kureyb'in rivâyetine göre İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dünya kadınlarının efendisi Meryem, sonra Fatıma, sonra Hadice, sonra da Asiye'dir." Bu hasen bir hadis olup rivâyetler arasındaki müşkilliği kaldırmaktadır. Nitekim yüce Allah Hazret-i Meryem'e hiçbir -kadına vermediği şeyleri özellikle vermiştir. Bunlar Ruhu'l-Kudüs'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş özellikler değildir. Ayrıca Hazret-i Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk doğacağı müjdesi kendisine verilince Hazret-i Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı yüce Allah indirdiği Kitab-ı Hakiminde ona "Sıddîka: çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan kadın" ismini vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir kadındı." (el-Maide, 5/75). Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O kânitlerden (Allah'ın âyetine itaat edenlerden) idi" (et-Tahrim, 66/12). Böylelikle yüce Allah Hazret-i Meryem'in hem sıddîk oluşuna, hem müjde kelimelerini tasdik edip doğruladığına, hem de itaat eden kânitlerden olduğuna tanıklık etmiş bulunmaktadır. Ancak Hazret-i Zekeriyya'ya çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince o, yaşının büyüklüğünü ve karısının da kısırlığını gözünün önüne getirerek: Karım da kısırken benim nasıl çocuğum olabilir? diye sormuş ve kendisine bir alemet verilmesini istemişti. Hazret-i Meryem'e çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince o, kendisinin bakire olduğunu, ona hiçbir insan elinin değmediğini hatırına getirince de kendisine: "Evet, öyledir ve Rabbin buyurdu ki:" (Meryem, 19/21) diye ona cevap verilmiş, o da bu kadarı ile yetinmiş, Rabbinin kelimelerini doğrulamış, bu işin içyüzünü bilenden ayrıca bir alâmet istememiştir. Peki, bütün âlemler arasında Hazret-i Âdem'in kız çocuklarından böyle üstün menkıbeleri bulunan bir başka kadın var mıdır? İşte bundan dolayı rasûllerle birlikte cennete es-sabikûnu (ileri gidenleri) geride bıraktığı rivâyet edilmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennete benim ümmetimin ileri gidenlerinden, aralarında İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub, Esbat (Hazret-i Yakub'un evlatları) Mûsâ, Îsa ile İmrân kızı Meryem gibi ondört adam dışında, hiç kimse daha önce cennete gitmeyecektir diye yemin edecek olursa şüphesiz ki benim bu yeminim doğrudur. " Zahir bilgisini öğrenip de zahir şeyleri gizli şeylere delil gösteren kimselerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîflerine de dikkat etmeleri gerekirdi: "Ben Âdem evladının efendisiyim, bununla birlikte övünmüyorum..." Devamla onun: "Kıyâmet gününde Hamd sancağı benim elimde olacaktır. Kerem anahtarları elimde olacaktır. Ben ilk konuşacak olanım, ilk şefaat edecek olanım, ilk müjde verecek olanım, ilk... ve ilk... olanım" âyetinde işaret edilen bu dünya hayatındaki sair peygamberlere olan üstünlük ve efendiliğe ancak batındaki çok büyük bir özelliği dolayısıyla nail olduğuna da dikkat etmeleri gerekirdi. İşte Hazret-i Meryem'in de Kur'ân-ı Kerîm'de sıddîk olduğuna ve Rabbinin kelimelerini tasdik ettiğine dair Allah'ın şahitliğine mazhar olması, ancak onu oldukça yücelten, yaklaştıran bir mertebe dolayısıyla olmuştur. Hazret-i Meryem'in peygamber olmadığını söyleyen kimselerin açıklaması da şöyledir: Onun meleği görmesi, ashabın Hazret-i Cebrâîl'i İslâm'a ve îmana dair soru sormak üzere Dihyetu'l-Kelbi'ye benzer bir şekilde görmelerini andırmaktadır. Ashab-ı Kiram o meleği bu şekilde görmekle peygamber olmadılar. Ancak birinci görüş daha zahir (daha güçlü)dir ve çoğunluk da bu kanaattedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kurtubî -merhum- de işaret ettiğimiz âyetleri tefsir ederken "erkekler" anlamına gelen "rical" kelimesini "Âdemoğulları" diye tefsir etmekle birlikte; bilhassa Yûsuf, 12/109. âyeti tefsir ederken el-Hasen'in: "Allah ne bedevilerden, ne kadınlardan ne de cinlerden bir Peygamber göndermiştir" sözlerini nakletmekte daha sonra da şunları söylemektedir: "İlim adamları derler ki: Rasûlün şartlarından biri de Âdemoğlundan, erkek ve şehirli olmasıdır." 43"Ey Meryem, kunut ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan, rükû' edenlerle birlikte rükû' et." Mücâhid'den nakledildiğine göre "kunût et"; namazda uzunca kıyamda dur, demektir. Katâde ise, devamlı olarak O'na itaat et anlamındadır, der. "Kunut"un anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/116. âyet 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Evzaî der ki: Melekler ona bunu deyince kalkıp namaza durdu. Ayakları şişinceye ve ayaklarından kan ve irin akıncaya kadar ayakta namaz kılmaya devam etti. Selam olsun ona... "Secdeye kapan, rükû' edenlerle birlikte rükû' et." Burada rükû'dan önce secdeye kapanmanın sözkonusu edilmesinin sebebi "ve" atıf harfinin tertibi gerektirmeyişindendir. Bu hususa dair görüş ayrılıkları ise Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" (el-Bakara, 2/158) âyeti açıklanırken ele alınmıştır. Şayet: "Zeyd ve Amr kalktı" denilecek olursa Amr'ın Zeyd'den önce kalkmış olması mümkündür. Buna göre buradaki âyetin anlamı: Rükû' et ve secde yap" şeklinde olur. Bir görüşe göre ise onların şeriatinde sücud, rükû'dan önce imiş. "Rükû' edenlerle birlikte rükû' et" âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Yani onlarla birlikte namaz kılmıyor isen de onların yaptıklarını yap, anlamındadır. Bundan kastın, cemaatle namaz kılmak olduğu da söylenmiştir. Yine buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/43. âyet 5. başlık ve devamı) geçmiş bulunmaktadır. . 44Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye kâlemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Çekişirlerken de sen yanlarında bulunmadın. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir" âyetinden kasıt şudur: Yani Zekeriyya, Yahya ve Meryem (hepsine selam olsun)'ın durumlarına dair sözünü ettiğimiz bu hususlar gayba dair haberlerdendir. "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyetinde de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine açık bir delil vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber geçmişlerin kitaplarını okumamış olduğu halde, Hazret-i Zekeriyya ile Hazret-i Meryem'in kıssalarını indirdiği gibi; bunlara dair haberler vermiştir ve bu konuda kitap ehli de onu tasdik etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyeti ile "Bunlar" âyetine işarette bulunmuştur. İşte bu kelimenin müzekker gelmesinin sebebi de budur. Burada "vahyetmek"ten kasıt ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a risalet vermek demektir. Vahiy ise, ilham ile de olabilir, işaretle de olabilir, başka şekillerde de olabilir. Sözlükte bunun asıl anlamı birşeyi gizlice bildirmek demektir. İşte bundan dolayı ilham da vahiy diye adlandırılır olmuştur. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu kabildendir: "Hani Ben Havarilere vahyetmiş idim." (el-Maide, 5/111); "Ve Rabbin arıya vahyetti ki.." (en-Nahl, 16/68). "Havarilere vahyettim" âyetinin onlara emrettim, anlamına olduğu da söylenmiştir, ile aynı anlamda olup, "vahyetti" demektir, el-Accac der ki: "Ve ona karar bulmasını vahyetti, o da karar buldu.! Yani Allah arza karar bulmasını emretti, o da karar buldu. Hadîs-i şerîfte de "Sür'atlice, sür'atlice" denilmektedir. Bu kelimeden fiil ise; şeklinde gelir. İbn Faris der ki: Vahiy, işaret, yazmak ve haber göndermek (risalet) demektir. Senden başkasına bilmek üzere bıraktığın herşeye (vahy) denir. Nasıl olursa olsun. Vahiy aynı zamanda hızlı demektir. Sese de 'el-Vahâ' denilir. Onlara bağırdık, çağırdık anlamında (vahiy kökünden olmak üzere) “.....” denilir. 2- Hazret-i Meryem'in Himayesi: Yüce Allah'ın: ".... sen yanlarında değildin" yani ya Muhammed, sen onların bulundukları yerde, huzurlarında bulunmuyordun, demektir. "Kâlemlerini atarlarken." Kalem kelimesi birşeyi kesmek anlamına gelen; (........)'dan gelmektedir. Bunun fal için kullandıkları oklar anlamına olduğu söylenmiştir. Kendileriyle Tevrat'ı yazdıkları kâlemleri olduğu da söylenmiştir, daha uygun açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah fal oklarını kullanmayı yasaklayarak: "Bu, bir fısktır" (el-Maide, 5/3) diye buyurmuştur. Şu kadar var ki, onların bu işi cahiliyye döneminde yaptıkları şekilden başka türlü ve başka maksatla yapmış olmaları da düşünülebilir. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye.." Hangisi onu büyütecek diye. Zekeriyya (aleyhisselâm): "Onu almaya en çok hak sahibi benim. Çünkü teyzesi benim yanımdadır" demişti. Meryem'in annesi olan Fâkûd kızı Hanne'nin kızkardeşi Fakud kızı Eşyi' onun hanımı idi. Sair İsrailoğulları ise: Hayır biz onu almaya daha hak sahibiyiz. Çünkü o bizim büyük ilim adamımızın kızıdır, demişlerdi. Bunun üzerine onu himayelerine almak üzere kur'a çektiler. Herkes kendi kalemini getirdi ve kâlemlerini akan suya atmaları, kimin kalemi durup da su onu akıntısıyla sürükleyerek götürmezse, o kimsenin Meryem'i yanına alacağı üzerinde ittifak ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sair kâlemler suyun akıntısına kapılıp gitti, fakat Zekeriyya'nın kalemi üstte kaldı." Bu da Hazret-i Zekeriyya için bir mucize idi. Çünkü o bir peygamberdi ve onun eliyle mucizeler ortaya çıkardı. Başka açıklamalar da yapılmıştır. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye" âyeti mübtedâ ve haber olup sözün delâlet ettiği gizli fiil ile nasb mahallinde mübteda ve haberdir. İfadenin takdiri ise şöyledir: Meryem'i hangisi himayesine alacak diye bakıyorlardı. Burada fiilin: "Hangisi" kelimesinde amel etmeyişinin sebebi, istifham (soru) için oluşudur. 3- Kur'a Çekmenin Hukukî Değeri: Kimi ilim adamımız bu âyet-i kerimeyi Kur'ânın kabul edileceğine delil göstermiştir. Kur'a bizim şeriatimizde paylaştırmada adaleti isteyen herkes için aslî bir ilkedir. Fukahânın Cumhûruna göre delilleri eşit seviyede olan kimselere göre kur'a sünnettir. Böylelikle taraflar arasında adalet sağlansın, kalpleri mutmain olsun ve onların arasında hakları paylaştıran kimse hakkında zanda bulunma ihtimalleri ortadan kalksın ve eğer paylaştırılan tek bir cinsten ise, hak sahiplerinden birisi ötekinden daha fazla hak almasın. Kitap ve Sünnete uymak, bunun böyle olmasını gerektirir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları kur'a gereğince uygulamada bulunmayı kabul etmezler. Bu konuda vârid olmuş Hadîs-i şerîfleri red ederek, bunların hüküm bakımından bir anlam ifade etmediklerini ve yüce Allah'ın yasaklamış olduğu fal oklarına benzediğini söylemişlerdir. İbnu'l-Münzir ise Ebû Hanîfe'den kurayı câiz kabul ettiğini ve şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'a, kıyasa göre uygun bir yol değildir. Fakat bizler bu konuda kıyası terkedip ilgili rivâyetleri ve sünnetteki delilleri alıp kabul ettik. Ebû Ubeyd der ki: Üç peygamber kur'a ile amel etmişlerdir. Bunlar Yûnus, Zekeriya ve peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. İbnu'l-Münzir der ki: Kur'a ile uygulama yapılacağı hususu, ortak kimseler arasında paylaştırılan şeyler hakkında ilim adamları tarafından âdeta icma ile kabul edilmiş gibidir. O bakımdan kurayı reddedenin sözünün bir anlamı yoktur. Buhârî "Kitabu'ş-Şehâde"nin sonlarında: "İçinden çıkılmaz işlerde kur'a ve yüce Allah'ın: "Kâlemlerini atarlarken" âyetini" açtıktan sonra en-Nu'man b. Beşir'in şu Hadîs-i şerîfini nakleder: "Allah'ın sınırları üzerinde duran ve onlar hakkında riyakârlık yapan kimsenin misali, bir geminin (yerlerini) paylaştırmak üzere kur'a çekenlerin durumuna benzer...." İnşaallah el-Enfal Sûresi (8/25. âyet 1. başlıkta) ile Zuhruf Sûresi'nde (43/34. âyet 5. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca Um-el-Ala'nın Ensar, Muhacirlerin nerede kalacaklarına dair kura çektikleri vakit paylarına Osman b. Maz'ûn'un düştüğüne dair rivâyeti; Hazret-i Âişe'nin de: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payı çıkarsa onunla birlikte yolculuğa çıkardı" anlamındaki hadisi de (Buhârî) orada zikretmektedir. Bu hususta (yolculukta hanımlardan birisi ile çıkma) İmâm Mâlik'ten farklı rivâyet gelmiştir. Bir seferinde bu Hadîs-i şerîf dolayısıyla kur'a çeker derken, bir diğer seferinde yolculukta kendisine hangisini daha uygun buluyorsa onunla yola çıkar, demiştir. Ebû Hüreyre yoluyla gelen Hadîs-i şerîfe göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şayet insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların bulunduğunu bilip de sonra da bunu yapmak için kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak olsalardı elbette kur'a çekerlerdi." B¥u anlamda Hadîs-i şerîfler pek çoktur. Kur'ânın ne şekilde çekileceği ve konu ile ilgili görüş ayrılıkları fıkıh kitaplarında sözkonusu edilmiştir. Ebû Hanîfe şu sözleriyle delilini açıklar: Hazret-i Zekeriyya ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasında kur'a çekmesi şayet kur'asız olarak aralarında razı olup anlaşabilselerdi câiz olacak şeyler kabilindendi. İbnu'l-Arabî ise der ki: Böyle bir gerekçe zayıftır. Çünkü Kur'ânın faydası ancak taraflardan her birisinin o hakkın kendisinin olmasını istediği hallerdeki gizli hükmü ortaya çıkarmaktır. Karşılıklı rıza ile ortaya çıkacak olan birşey ise başka bir konudur. Herhangi bir kimse: Kur'a, karşılıklı rızanın sözkonusu olmasıyla birlikte yapılır, diyecek olursa şunu belirtelim ki kur'a karşılıklı rıza ile birlikte hiçbir zaman yapılmaz. Kur'a ancak tarafların karşılıklı olarak cimrilik gösterdiği ve başkasına vermeyi kendiliğinden razı olmadığı şeyler hakkında olur. Şâfiî'ye ve kur'ayı kabul edenlere göre de Kur'ânın şekli şöyle olur: Birbirine eşit küçük parçalar kesilir. Her bir parçanın üzerine pay sahibinin ismi yazılır. Bundan sonra yine aralarında fark olmayacak şekilde çamurdan birbirine eşit parçalar arasına yerleştirilir. Sonra bu çamurlar azıcık kurutulup arkasından bu işlemlerde hazır bulunmayan bir adamın elbisesine bırakılıp elbisesi üzerine örtülür, sonra bu adam elini uzatır ve bir yuvarlak çamur parçası çıkarır. Bir adamın ismi çıktı mı, kendisi için kur'a çekilen pay, o kişiye verilir. Âyet-i kerîme aynı şekilde teyzenin hadâne (annesi ölmüş küçük çocuğun bakımını üstlenme) hakkının nine dışında diğer akrabalardan daha öncelikli olduğunu göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da -Emetullah adındaki- Hazret-i Hamza'nın kızını, teyzesi nikâhı altında bulunan Ca'fer'e verilmesi hükmünü vermiş ve: "Teyze anne makamındadır" demiştir. Bu mesele daha önce Bakara Sûresi'nde (2/233- âyette 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Zeyd b. Harise Mekke'ye gitti ve Hamza'nın kızını getirdi. Ca'fer: Ben onu yanıma alacağım. Çünkü onu almaya daha çok ben hak sahibiyim. Hem amcamın kızıdır, hem de teyzesi benim yanımdadır ve teyze de anne demektir, dedi. Hazret-i Ali de: Hayır, onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Hem benim amcamın kızıdır, hem benim yanımda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı vardır. O bu kızı almaya daha bir hak sahibidir, dedi. Zeyd de: Onu almaya ben daha çok hak sahibiyim. Çünkü onun için ben yolculuk yaptım, yola koyuldum ve onu ben getirdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına çıktı ve bazı şeylerden söz ederek dedi ki: "Bu kız çocuğuna gelince; ben onun Cafer'e verilmesini hükme bağlıyorum. Teyzesiyle birlikte olacak ve zaten teyze bir annedir." İbn Ebî Hayseme'nin naklettiğine göre Zeyd b. Harise Hazret-i Hamza'nın vasisi idi. Buna göre teyze, vasiden daha bir hak sahibi olur. Amcaoğlu ise, eğer teyzenin kocası ise, hadane hususunda -her ne kadar- teyze kızı için mahrem olmasa dahi- hadaneyi kesen bir engel değildir. 45Hani melekler şöyle demişti: "Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. İsmi Meryem oğlu Îsa Mesih'tir. Dünyada da âhirette de şanı yücedir, Allah'a yakın kılınanlardandır. Bu âyette da önceden geçtiği üzere Hazret-i Meryem'in peygamberliğine bir delil vardır. "Hani" anlamında kelimesi "çekişirlerken" âyetine taalluk etmektedir. Bunun yüce Allah'ın: "Sen onların yanında bulunmadın" âyetine taalluk etmesi de mümkündür. "Kendinden bir kelimeyi" anlamındaki âyetini Ebû's-Semmâl: şeklinde okumuştur ki buna dair açıklamalar önceden (39. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "İsmi Meryem oğlu Îsa Mesih'tir." Burada "kelime" kelimesi, erkek çocuk anlamına geldiğinden dolayı dişi olarak; Onun ismi; dememiştir. "Mesih" Hazret-i Îsa'nın lakabı olup sıddîk anlamındadır. Bunu İbrahim en-Nehaî söylemiştir. Denildiğine göre bu kelime, arapçalaştırılmış bir kelimedir. Bunun aslı ise şin'lidir (meşih). Bu kelime müşterek bir lafızdır. İbn Fâris der ki: Mesîh, damar, sıddîk, üzerinde yazı ve nakış bulunmayan düz dirhem anlamındadır. Mesh ise cima demektir. Erkek kadın ile cima ettiği vakit bu tabir kullanılır. Düz olan yere de (aynı kökten gelmek üzere): "el-emsah denilir. Kaba etleri oldukça zayıf olan kadına da "el-meshâ" denilir. tabiri; filân güzeldir, demektir. Güzel olan yaya "mesîha" denilir ki çoğulu da "mesâih" ...diye gelir. Şair der ki: "Onların yan taraflarında yana yatmış yumuşak yayları vardır Fakat bu yaylar zayıf da değildir, ince de değildir." Hazret-i Meryem'in oğlunun unvanı olan "Mesih" kelimesinin nereden alındığı konusunda da farklı görüşler vardır. Yeryüzünü meshettiği, yani orada karar bulmaksızın gidip geldiği için bu adın verildiği söylenmiştir. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre ise Hazret-i Îsa, musibet sahibi birisine meshetti mi (elini sürdü mü) mutlaka iyileşirdi. Ona "Mesîh" ismi bundan dolayı verilmiş gibidir. Buna göre "Mesîh" kelimesi fail anlamında fe'îl veznindedir. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Îsa, bereket yağı ile meshedildiği için bu ismi almıştır. Peygamberlere bu yağdan sürülürdü. Bu, kokusu hoş olan bir yağ idi. Bu yağ birisine sürüldü mü peygamber olduğu bilinirdi. Yine denildiğine göre Hazret-i Îsa'nın ayak tabanlarındaki iki çukur, düz olduğu (mensûh) için bu ismi almıştır. Güzelliğin onu meshetmesi yani güzelliğinin açıkça görülmesi dolayısıyla bu ismi aldığı da söylenmiştir. Ona bu adın veriliş sebebinin günahlardan temizlenmekle meshedildiğinden dolayı olduğu da söylenmiştir. Ebû'l-Heysem ise der ki: (Sonu ha'lı olarak) el-mesîh kelimesi (sonu hı’lı olarak) el-mesîh kelimesinin zıddıdır. "Allah onu meshetti" denildiği zaman, güzel ve mübarek bir hilkat ile yarattı, denilir. (Hı’lı olarak) "onu meshetti" ise çirkin ve lânetli bir şekilde yarattı, anlamındadır. İbnu'l-Arabî der ki: Mesîh sıddîk demektir. Mesîh (hı’lı olarak) bir gözü kör demektir ki Deccal bu ad ile anılır. Ebû Humeyd de der ki: Mesih'in İbranice aslı "şin"li olarak "meşih"tir. "Muşa" kelimesi Arapçaya "Mûsa" şeklinde geçtiği gibi, bu da "mesih" şeklinde gelmiştir. Deccâl'e "mesih" adının veriliş sebebi ise, iki gözünden birisinin meshedilmiş (kör) olmasından dolayıdır. Deccâl'in ise "mim" esreli ve "sin" harfi de şeddeli olmak üzere "missîh" diye adlandırıldığı da söylenir. Bazıları da bu kelimeyi aynı şekilde son harfi "noktalı hı" olarak da söylemişlerdir. Bazı dilciler ise bu kelimeyi "mim" harfini üstün, "hı" harfini deşeddesizolarak "mesîh" şeklinde söylemişlerdir. Ancak birincisi daha uygundur, çoğunluğun kabul ettiği de budur. Ona bu adın veriliş sebebi onun (Deccal) yeryüzünü dolaşacak olmasıdır. Yani Mekke, Medine ve Beyt-i Makdis dışında yeryüzündeki bütün beldelere girebilecektir. O bakımdan bu da faîl anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Deccal, yeryüzünü mihnet ile mesh edecek (dolduracaksa); Hazret-i Meryem'in oğlu ise ni'met ile meshedecektir. (Deccâl'in ismi olarak) Mesih'in gözünün birisi meshedilmiş (kör) anlamına gelmesi halinde bu kelime, "mef'ûl" anlamında fail veznindedir. Şair der ki: "Şüphesiz Mesih (ha ile); Mesih (hı ile)'i öldürecektir." Müslim'in Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Deccal'in uğrayıp geçmeyeceği bir belde yoktur. Mekke ile Medine müstesna." Abdullah b. Amr yoluyla gelen rivâyette ise: "Ka'be ve Beytü'-l-Makdis müstesna" şeklindedir. Bunu Ebû Cafer et-Taberî zikretmektedir. Ebû Cafer et-Tahâvî ise şunu ilave etmektedir: "Ve Tür Mescidi müstesna." Tahavi bunu Cunâde b. Ebi Umeyye yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisinden rivâyet eder. O da Hazret-i Peygamber'den bunu rivâyet eder. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'nin Samura b. Cündüb'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "O (Deccal) bütün yeryüzünde ortaya çıkacaktır, ancak Harem, Beytü'l-Makdis müstesna ve o Beytü'l-Makdis'te mü’minleri muhasara altına alacaktır." Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikreder. Müslim'in Sahihinde ise şöyle denilmektedir: "O bu halde iken yüce Allah Meryem oğlu Mesih'i gönderecektir. O da, iki elbiseye bürünmüş, iki elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak Dımaşk'ın doğusunda el-Menartu'l-Beydâ (Beyaz Minare )nin yakınında nazil olacaktır. Başını eğdiği vakit damlar, yukarı kaldırdığı vakit ondan inciyi andıran gümüş taneleri saçılacaktır. Onun nefesinin kokusunu alan bir kâfir mutlaka ölür. Onun nefesi ise gördüğü son noktaya kadar ulaşır. (Îsa) onu (Deccal'i) takip edecektir ve sonunda ona Babu Lüd denilen yerde yetişecek ve onu öldürecektir" diyerek hadisi bütünüyle nakleder. Şöyle de denilmiştir: Mesih Hazret-i Îsa'nın başka bir kökten türememiş bir ismidir. Bu ismi ona Allah vermiştir. Buna göre "Îsa" kelimesi "Mesih" kelimesinden aynıyla bedel olur. Îsa ise Arapça olmayan bir isimdir. Bundan dolayı munsarıf değildir. Eğer bunu Arapça bir kelime kabul edecek olsak dahi, özel isim olunca da nekre olunca da munsarıf olmaz, çünkü bu kelimenin sonunda te'nis "elifi vardır. Şayet bu kelime müştak (başka kökten türemiş) bir kelime olursa, yönetmek ve başında işlerini idare etmek anlamına gelen 'dan türemiş olur. "Şanı yücedir (vecîh)": Yani makam ve mevkisi yüksek, şerefli kimse demektir. Hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. "Allah'a yakın kılınmışlardandır." Allah nezdinde yakın olanlardandır. Bu kelime az önce geçen: "Şanı yücedir" kelimesine atfedilmiştir. Yani aynıştu mes :kul İmal 30/4 46"Beşiğinde de yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır ve salihlerdendir." "Ve salihlerdendir." Bu kelime de yine aynı şekilde: "Şanı yücedir" kelimesine atfedilmiştir. Yani o, Allah'ın salih kullarındandır da. Ebû Bekr b. Ebû Şeybe şunu rivâyet etmektedir: Bize Abdullah b. İdris, Husayn'dan o Hilal b. Yesaf'dan naklederek dedi ki: Beşikte yalnız üç kişi konuşmuştur. Bunlar Îsa, Yûsuf’un sahibi (yani kıssasında sözü edilen kişi) ile Cüreyc'in kıssasında sözü edilen kişidir. O, bu şekilde "Yûsuf’un sahibi" diye ifade kullanmıştır. Müslim'in Sahih'inde ise Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Beşikte üç kişiden başkası konuşmuş değildir. (Bunlar) Meryem oğlu Îsa, Cüreyc'in sahibi ile zorba birisinin adamıdır. Küçük bir çocuk annesinden süt emmekte iken ..." diyerek hadisi uzun uzadıya nakleder. Ashab-ı Uhdud kıssasına dair Suhayb'ın rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kadın da imanı dolayısıyla ateşe atılmak üzere getirildi. Beraberinde de bir küçük çocuk vardı." Müslim'den başka eserlerde: "Süt emen bir çocuk getirdi. Ateşe düşmekte tereddüt etti. Çocuk ona: Anacığım, sabret, çünkü sen hak üzeresin, dedi." ed-Dahhâk ise der ki: Altı kişi beşikte konuşmuştur. Bunlar Yûsuf’un şahidi, Fir'avun'un karısı Maşita'nın küçük çocuğu, Îsa, Yahya, Cüreyc'in adamı ile zorba olan kişinin adamı. ed-Dahhâk Ashab-ı Uhdud'dan söz etmez. Böylelikle o Ashab-ı Uhdud kısasında konuşan çocuktan söz etmemektedir. Onu da ilave ettiğimiz takdirde konuşanların sayısı yedi kişi olur. Bunun ile Hazret-i Peygamber'in: "Beşikteyken üç kişiden başka konuşan olmamıştır" hadisi arasında bir tearuz yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber bu hadisi söylediği durumda iken kendisine vahyedilenlerden elde ettiği bilgiye göre konuşmuştur. Daha sonra yüce Allah bu hususta dilediği şeylerin bilgisini verdi; o da bunların haberini verdi. Derim ki: Yusuf kıssasında kendisinden söz edilen kişiye dair açıklamalar ileride geleceği gibi, Cüreyc kıssasında konuşan küçük ile zorba adamın ve Ashab-u Uhdudun kıssasında konuşan küçüğe dair açıklamalar da Müslim'in Sahih'inde yer almaktadır. Uhdud ashabı kıssası ise ileride yüce Allah'ın izniyle Buruc Sûresi'nde (85. sûre) gelecektir. Fir'avun'un hanımı Maşita'nın küçük çocuğuna gelince; Beyhakînin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya çıkarıldığım gece hoş bir kokunun geldiği bir yerde yürüdüm. Bu neyin kokusudur diye sordum. Bana Fir'avun'un kızı Maşita ile onun çocuklarının, dediler. Maşita'nın tarağı elinden düşmüş o da: Bismillah demişti. Fir'avun'un (diğer) kızı: Babam mı, diye sorunca o şöyle dedi: Benim de Rabbim, senin de Rabbin, babanın da Rabbi. Senin babamdan başka Rabbin mi var? diye sorunca: Evet benim de Rabbim, senin de Rabbin babanın da Rabbi Allah'tır. Fir'avun onu çağırdı ve: Benden başka Rabbin var mı? diye sordu. O: Evet, benim de Rabbim senin de Rabbin Allah'tır. Bunun üzerine Fir'avun bakırdan büyük bir kazanın kızdırılmasını emretti. Daha sonra Maşita'nın oraya atılmasını emredince: Senden bir isteğim var, dedi. Nedir o? diye sorunca şöyle dedi: Benim ve çocuklarımın kemiklerini bir yere getirip koyacaksın. Fir'avun: Evet senin bu istediğini üzerimizdeki hakkın dolayısıyla yerine getireceğiz. Emir verdi ve çocukları biri ötekinin ardına ateşe atıldılar. Nihayet aralarında süt emen bir çocuğa sıra geldi. O da (annesine): Anneciğim atıl, tereddüt gösterme. Çünkü biz hak üzereyiz, dedi." (İbn Abbâs) dedi ki: - Küçükken dört kişi konuşmuştur. İşte bu çocuk, Yusuf'un lehine şahitlik eden kişi ile Cüreyc kıssasında kendisinden söz edilen kişi ve Meryem oğlu Hazret-i Îsa'dır. 47Meryem dedi ki: "Rabbim bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?" Dedi ki: "Öyledir, Allah dilediğini yaratır. O birşeyin olmasını dilerse ona "ol" der; o da oluverir." Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Rabbim..." Efendim, demektir. O bununla Hazret-i Cebrâîl'e hitap etmektedir. Çünkü Hazret-i Cebrâîl, ona insan suretinde görününce: Ben, senin Rabbinin sana tertemiz bir evlat bağışlaması için gönderdiği elçisiyim, demişti. Hazret-i Meryem, onun bu sözlerini işitince, hangi yolla çocuk sahibi olacağını sordu ve dedi ki: Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? Yani nikâh yoluyla kimse bana dokunmamışken. Kendi adıyla anılan sûrede ise: "Ve ben ahlâksız bir kadın da değilim." (Meryem, 19/20) dediği nakledilmektedir. Bunu ise te'kid olmak üzere zikretmişti. Çünkü onun: "Bana bir beşer dokunmamışken" şeklindeki sözleri helâl yolla olanı da haram yolla olanı da kapsamaktadır. Demek istiyor ki: Yüce Allah'ın yaratmakta uyguladığı adeti, çocuğun ya nikâh veya ahlâksızlık yoluyla dünyaya gelmesidir. Şöyle de açıklanmıştır: O herhangi bir şeyi Allah'ın kudretinin dışında görmüş değildir. Fakat bu çocuğun nasıl olacağını öğrenmek istemişti. Bu çocuk ileride evleneceği kocasından mı olacak; yoksa doğrudan Allah'ın yaratmasıyla mı var edilecek? Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Cebrâîl kendisine: "Öyledir, Allah dilediğini yaratır" ile "Öyle, fakat Rabbin, bu benim için pek kolaydır. Nitekim sen daha evvel birşey değilken seni yarattım; buyurdu" (Meryem, 19/9) deyince; gömleğinin yakasına ve yenine üfledi. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. İbn Abbâs da der ki: Hazret-i Cebrâîl parmağı ile gömleğinin yenini tuttu ve ona üfledi. Anında Hazret-i Îsa'ya gebe kaldı. Yine -yüce Allah'ın izniyle onun adıyla anılan sûrede açıklanacağı üzere- başka açıklamalar da yapılmıştı. Kimisi de şöyle der: Hazret-i Cebrâîl'in üflemesi onun rahmine vardı ve öylelikle hamile kaldı. Kimisi de şöyle cevap verir: Hazret-i Îsa Hazret-i Cebrâîl'in üflemesinden yaratılmış olamaz. Çünkü o takdirde bu çocuğun bir kısmı melekten bir kısmı insandan olur. Fakat bunun sebebi de şudur: Yüce Allah Hazret-i Âdem'i yaratıp onun zürriyetinden mîsak alınca, suyun bir bölümü babaların sülblerinde bir bölümü de annelerin rahminde vardı. İki su bir araya geldiği vakit çocuk olur. Yüce Allah bu iki türlü suyu Hazret-i Meryem'de bir arada yaratmıştı. Onun bir bölümünü rahminde bir bölümünü de sulbünde. Hazret-i Cebrâîl sulbüne, şehveti harekete gelsin diye üfledi. Çünkü kadının şehveti harekete gelmedikçe hamile kalmaz. Hazret-i Cebrâîl'in üflemesiyle şehveti harekete gelince; sulbünde bulunan su, rahmine düştü. Böylelikle her iki su birbirine karıştı ve bundan dolayı da hamile kaldı. İşte yüce Allah'ın: "O birşeyin olmasını dilerse" yani herhangi bir varlığı yaratmak isterse "ona: Ol der o da oluverir" âyetinde anlatılan budur. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/117. âyet 2. başlıkta) yeterince yapılmış bulunmaktadır. 48Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek. Yüce Allah'ın: "Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek" âyeti ile ilgili olarak İbn Cüreyc şöyle demektedir: Kitaptan kasıt, yazı yazmak ve hattır. Bunu yüce Allah'ın, Îsa (aleyhisselâm)'a öğretmiş olduğu Tevrat ve İncil'den başka bir kitap olduğu da söylenmiştir. 49Onu İsrailoğullarına peygamber olarak gönderecek ve (onlara şöyle diyecektir): "Ben size Rabbinizden bir âyet getirdim. Ben size çamurdan kuş gibi birşey yapıp ona üfleyeceğim ve Allah'ın izniyle hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenler iseniz elbette bunlarda sizin için bir delil vardır." "Onu İsrailoğullarına peygamber olarak göndereceğiz." Onu peygamber kılacağız, demektir. Yahut peygamber olarak onlarla konuşacak, anlamındadır. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın: "Şanı yücedir" âyetine atıf olduğu da söylenmiştir. el-Ahfeş der ki: Dilediğiniz takdirde Bir peygamber olarak" âyetindeki "vav"ı fazladan gelmiş "rasûl: Peygamber" kelimesini de "ona öğretecek" anlamındaki: kelimesinin sonundaki "he" harfinden hal kabul edebilirsiniz. O zaman ifade: "Ve bir rasûl olarak ona Kitabı öğretir" takdirinde olur. Ebû Zerr yoluyla gelen uzunca Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "İsrailoğullarının ilk peygamberi Mûsa'dır, son Peygamberleri ise Îsa'dır." "Ben size çamurdan" kuşa benzer bir suret ve onu andıran ölçülerde "kuş gibi birşey yapıp ona üfleyeceğim." el-A'rec burada geçen; gibi birşey" kelimesini Ebû Cafer ile birlikte şeddeli olarak şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise hemzeli okumuşlardır. Kuş anlamına gelen: "Tayr" kelimesi hem müzekker hem müennes gelebilir. "Ona üfleyeceğim", yani yaptığım o kuşlardan birisine yahut çamura üfleyeceğim o da bir kuş olacak. "Tacir" kelimesinin çoğulu "tecr" geldiği gibi "tair" kelimesinin çoğulu da "tayr" ...diye gelir. Vehb der ki: Hazret-i Îsa'nın bu şekilde yaptığı kuş, insanlar ona baktıkları sürece uçardı. İnsanların gözünden kayboldu mu yere ölü düşerdi. Böylelikle yaratığın yaptığı iş ile yüce Allah'ın fiili arasındaki fark ortaya çıkmış oluyordu. Şöyle de denilmiştir: O yarasadan başka bir kuş yapmıyordu. Çünkü yaratılış itibariyle en mükemmel olan kuş odur. Böylelikle bu, ileri derecede ilâhî kudretin ifadesi oluyordu. Çünkü yarasanın hem memesi, hem dişleri hem de kulağı vardır. Ayrıca ay hali olur, temizlenir ve yavrular. Şöyle de denilmektedir: Onların Hazret-i Îsa'dan yarasa yaratmasını istemelerinin sebebi, diğer mahlukattan daha bir hayret verici oluşundandır. Onun ayırdedici özelliklerinden bir tanesi de; o yarasanın sadece et ve kandan ibaret olması, tüysüz olduğu halde uçması ve diğer canlıların yavruladığı gibi yavrulamasıdır. Fakat sair kuşların yumurtladığı gibi yumurtlamaz. Yavruladıktan sonra memelerine süt gelir ve memelerinden süt çıkar. Ne gündüzün aydınlığında ne gecenin karanlığında görür. O yalnız güneşin batışından sonra bir süre; tan yerinin ağarmasından sonra ve iyice aydınlanmadan önce bir süre görür. İnsanın güldüğü gibi güler, kadının ay hali olduğu gibi o da ay hali olur. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Hazret-i Îsa'dan böyle bir şeyi yaratmasını istemeleri işi yokuşa sürmek içindir. O bakımdan onlar Hazret-i Îsa'ya: Eğer bu sözlerini doğru söylüyor isen, bize bir yarasa yarat ve bunun canı olsun, dediler. Hazret-i Îsa da bir çamur aldı, onu yarasa şekline soktu, sonra da ona üfledi. O da havada uçan bir kuş oldu. Çamura şekil vermek ve çamura üflemek Hazret-i Îsa tarafından, yaratmak ise Allah tarafındandır. Üflemenin Hazret-i Cebrâîl tarafından, yaratmanın da Allah tarafından oluşu gibi. Yüce Allah'ın: "Anadan doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle" âyetine gelince; bu âyetteki "anadan doğma kör: el-ekmeh" kelimesi İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre anadan doğma kör olarak açıklanmıştır. Ebû Ubeyde de böyle demektedir. el-Ekmeh kör olarak doğan kimse demektir. Ebû Ubeyde, Ru'be'ye ait olan şu mısraı da zikreder: "Ve o anadan doğma körün geri dönüşü gibi geri döndü." İbn Fâris de der ki: Anadan kör doğana "ekmen" denildiği gibi; bu bazen sonradan da görülebilir. Şair Suveyd der ki: "Ve iki gözü de kör oldu, tâ ki gözlerine ak düşünceye kadar." Mücâhid, gündüzün gören, geceleyin göremeyen kimsedir, der. İkrime, ışıktan gözleri kamaşan kişi demektir, der. Fakat sözlükte körlük anlamında, fiil şekillerinde kullanılışı şeklindedir. ise, ben onu kör ettim, demektir. Baras (abraşlık) ise bilinen bir hastalıktır ki, deride görülen beyazlıktır. el-Abraş ayın bir diğer adıdır. ise bilinen bir (zehirli keler) çeşididir. Çoğulu "ebâris" şeklinde gelir. Özellikle bu iki hastalığın sözkonusu edilmesi doktorları aciz bırakan hastalık olmalarındandır. Hazret-i Îsa döneminde ise en yaygın ve ileri meslek doktorluk idi. İşte yüce Allah insanlara çağlarında ilerlemiş bir meslek türünden bir mucize göstermiştir. "Ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle." Denildiğine göre Hazret-i Îsa dört kişiyi diriltti. Bunların biri arkadaşı olan el-Âzir, diğerleri kocakarının oğlu, vergi memurunun kızı ile Hazret-i Nûh'un oğlu Sam idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Âzir adındaki kişi Hazret-i Îsa'nın mucizesinden birkaç gün önce vefat etmişti. Hazret-i Îsa yüce Allah'a dua etti. O da Allah'ın izniyle vücudundan yağları damlayarak kalktı, yaşadı ve çocukları dahi oldu. Kocakarının oğluna gelince yanında bu kadının oğlu naaşın üzerinde taşınırken Hazret-i Îsa geçti. Yüce Allah'a dua etti, oğlu ayağa kalktı, elbiselerini giyindi, naaşım kendisi boynu üzerinde taşıdı, sonra akrabalarının yanına gitti. Vergi memurunun kızına gelince, ölümü üzerinden bir gün geçmişti. Yüce Allah'a dua etti, bundan sonra o da yaşadı ve çocukları oldu. Çevredekiler bunu görünce: Sen ölümü üzerinde fazla zaman geçmemiş kimseleri diriltiyorsun. Belki de bunlar ölmemişlerdi de geçici bir sekteye yakalanmış olabilirler. O bakımdan sen bize Hazret-i Nûh'un oğlu Sâm'ı dirilt. Onlara: Bana onun kabrini gösterin, dedi. Daha sonra Hazret-i Îsa ve onunla birlikte bir topluluk yola koyuldular. Nihayet onun kabrinin yanına vardılar. Yüce Allah'a dua etti, o da kabrinden saçları ağarmış olarak çıktı. Hazret-i Îsa ona: Sizin döneminizde saç ağarması diye birşey yoktu. Nasıl oldu da saçların ağardı, diye sorunca: Ey Allah'ın ruhu dedi. Sen beni çağırınca ben: Allah'ın ruhuna icabet et diyen bir ses işitim. Kıyâmetin koptuğunu zannettim, işte bunun dehşetinden olacak saçlarım ağardı. Hazret-i Îsa ona ruhun nasıl kabzedildiğini sordu, şu cevabı verdi: Ey Allah'ın ruhu, ruhun kabzedilmesinin acısı hançeremden gitmiş değildir. Oysa ölümü zamanından itibaren dört bin yıllık bir süreden fazla bir zaman geçmişti. Çevresindekilere de: Onu tasdik ediniz, bu bir peygamberdir, dedi. Bir kısmı Hazret-i Îsa'ya îman etti, bir kısmı da onu yalanlayarak; bu bir büyüdür, dedi. İsmail b. Ayyaş'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Bana Muhammed b. Talha bir adamdan naklederek, Meryem oğlu Îsa ölüleri diriltmek istediğinde iki rek'at namaz kılardı, dedi. Birinci rek'atte Tebâreke Sûresi'ni, ikinci rek'atte ise Secde Sûresi'ni okurdu. Namazını bitirdikten sonra Allah'a hamd-ü senada bulunur, sonra da şu yedi isim ile Allah'a dua ederdi: Ey Kadîm, ey Hafiy, ey Daim, ey Ferd, ey Vitir, ey Ahad, ey Samed! Bunu Beyhakî zikreder ve: Bu hadisin senedi kavi değildir, der. "Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenler iseniz elbette bunlarda sizin için bir delil vardır" âyetine gelince, yani ben sizin yediklerinizi de sakladıklarınızı da bilenim, demektir. Şöyle ki; Hazret-i Îsa onların isteği üzere ölüleri diriltince, ondan bir başka mucize göstermesini isteyip şöyle dediler: Haydi evlerimizde neler yediğimizi ve yarına ne saklayacağımızı bize haber ver. Hazret-i Îsa onlara haber vererek derdi ki: Ey filan, sen şunu şunu yedin, sen de şunu şunu yedin ve şunu şunu sakladın. İşte ".. haber vereceğim" âyeti ile kastedilen budur. Mücâhid, ez-Zührî ile es-Sahtiyanî, “.....” kelimesini "zel" harfi ile ve şeddesiz olarak; “.....” diye okurlardı. Saîd b. Cübeyr ve başkaları ise şöyle demektedir: Hazret-i Îsa, ilk mektep çocuklarına neler sakladıklarını haber verirdi. Nihayet o çocukların babaları, çocuklarına Hazret-i Îsa ile birlikte oturmalarını yasakladılar. Katâde der ki: Kendilerine sofrada neler yediklerini ve başkalarından gizlice neler sakladıklarını haber verirdi. 50"Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım diye (gönderildim). Size Rabbinizden bir âyet de getirdim. Allah'tan korkun, bana da itaat edin. Âyetin tefsiri için bak:51 51"Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Doğru yol işte budur." Yüce Allah'ın: "... tasdik edici olarak" âyeti deha önce geçen: "Peygamber olarak" âyetine atfedilmiştir. Bunun: Ben size tasdik edici olarak geldim, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Önümdeki" yani benden önceki "Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size" yiyeceklerden "haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım diye." Bu âyette hazf vardır. Yani size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılayım diye geldim, anlamındadır. Denildiğine göre Hazret-i Îsa, onlara günahları sebebiyle kendilerine haram kılınmış ve Tevrat'ta bulunmayan şeyleri helâl kılmıştır. İçyağlarını yemek ve tırnaklı her bir hayvanı yemek gibi. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Îsa kendilerine aslında Tevrat'ta onlara haram kılınmamış olmakla birlikte, ilim adamlarının haram kıldığı birtakım şeyleri helâl kılmıştı. Ebû Ubeyde der ki: Burada geçen "bazı" kelimesinin, herşey, hepsi anlamına olması da muhtemeldir. Lebîd der ki: "Eğer beğenmeyecek olursam, (o) yerleri pek çok terkederim; Yahut da birtakım nefislere (herkese) ölümü gelip yapışır." Ancak böyle bir açıklama tetkikçi, inceleyici dilcilere göre yanlıştır. Çünkü "bazı" ve "cüz" ifadeleri böyle bir yerde hepsi ve bütün anlamını ifade etmez. Çünkü Hazret-i Îsa, onlara Hazret-i Mûsa'nın haram kılmış olduğu birtakım şeyleri helâl kılmıştı. İçyağlarının yenmesi ve buna benzer şeyler gibi. Fakat onlara öldürmeyi, hırsızlığı ve ahlâksızca herhangi bir işi helâl kılmamıştı. Buna delil ise Katâde'den söylediği rivâyet edilen şu sözlerdir: Hazret-i Îsa onlara Hazret-i Mûsa'nın getirdiğinden daha yumuşak hükümler getirmişti. Her ikisine de bizim peygamberimize de Allah'ın selamı olsun. Çünkü Hazret-i Mûsâ kendilerine deve etlerini ve bazı içyağlarını haram kılmıştı. Hazret-i Îsa da bunların bir kısmını helâl kıldı. en-Nehaî ise: "Size haram kılınan bazı şeyleri" âyetini şeklinde okumuştur. Yani "size haram olan bazı şeyleri" anlamındadır. Delalet eden bir karine ek olarak bulunduğu takdirde "bazı" kelimesi nadiren bütün anlamına da kullanılabilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ey Ebâ Münzir, sen (çok kimseyi) yok ettin, bir kısmımızı hayatta bırak!; Merhametinle; (çünkü) kötülüğün bir kısmı, bir diğer kısmından daha hafiftir." Kötülüğün bir kısmı tamamından daha hafiftir, demek istiyor. "Size Rabbinizden bir âyet de getirdim" âyetindeki "âyet" kelimesini birden çok oldukları halde tekil olarak sözkonusu etmesi, bu âyetlerin risaletine delalet etmek bakımından tek bir tür oluşundan dolayıdır. 52İsâ onların inkârlarını sezince: "Allah'a (giden yolda) yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler de: "Biziz Allah'ın yardımcıları, Allah'a îman ettik, sen de şahid ol ki, biz muhakkak müslümanlardanız" dediler. Yüce Allah'ın: "Îsa onların inkârlarını sezince" İsrailoğullarının inkâr edeceklerini sezince, demektir. Burada geçen (ve "sezince" anlamı verilen: kelimesi, bilince ve bulunca demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'a aittir. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu anlayınca anlamındadır. Bunun asıl anlamı ise birşeyin his (duyu) ile var olduğunun anlaşılmasıdır. İhsas, birşeyi bilmek demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan hiçbirini görüyor musun?" (Tâ-Hâ 20/98) Bir başka âyette "el-hass" öldürmek anlamında kullanılmıştır: "Onun izniyle onları öldürüyordunuz." (Âl-i İmrân, 3/152). Çekirgelere dair Hadîs-i şerîfteki: Nihayet soğuk onu öldürünce" ifadesi de burdan gelmektedir. "Onların inkârlarını sezince" âyeti, Allah'ı inkâr edip kâfir olduklarını farkedince; bir açıklamaya göre onların küfrü gerektiren sözü söylediklerini işitince, demektir. el-Berrâ ise onu öldürmeyi istemişlerdi, demektedir. "Allah'a (giden yolda) yardımcılarım kimlerdir? dedi." Hazret-i Îsa böylelikle o inkarcılara karşı yardım istedi. es-Süddî, es-Sevrî ve başkaları der ki: Bu: Allah ile birlikte... (bana kim yardımcı olur?) anlamındadır. Buna göre buradaki "Birlikte, beraber" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve onların mallarını mallarınıza (katarak) yemeyin." (en-Nisa, 4/2) Mallarınızla birlikte yemeyin, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen de yüce Allah'tır. el-Hasen ise der ki: Bu; Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir? demektir. Çünkü onları aziz ve celil olan Allah'a davet etmişti. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kim yardımını yüce Allah'ın bana olan yardımına katar? Bu iki görüşe göre edatı asıl anlamında kullanılmıştır. Güzel bir açıklamadır. Onun bu şekilde yardım dilemesi ise kavmine karşı korunmak ve davetini açığa vurmak içindi. Bu gerekçe el-Hasen ve Mücâhid tarafından gösterilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın peygamberleri ve velileri hakkındaki sünneti budur. Hazret-i Lût da şöyle buyurmuştu: "Keşke size yetecek gücüm olsaydı yahut güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud, 11/80) Bir aşirete ve bana yardımcı olacak arkadaşlara sığınabilseydim, demektir. "Havariler de: Biziz Allah'ın yardımcıları., dediler." Yani O'nun peygamberine ve dinine yardımcı olacak olanlar bizleriz. Havariler Hazret-i Îsa'nın ashabıdır. Bunlar on iki kişi idiler. Bunu el-Kelbî ve Ebû Ravk söylemiştir. Onlara bu ismin verilmesi ile ilgili olarak farklı açıklamalar yapılmıştır. İbn Abbâs der ki: Onlara bu isim elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir. Bunlar avcı kimseler idi. İbn Ebi Necîh ile İbn Artae şöyle demektedir: Bunlar elbise beyazlatıcıları idiler. Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu isim verilmiştir. Atâ der ki: Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsa'yı türlü meslekleri öğrenmek üzere çırak vermişti. Son olarak onu Havarilere vermişti. Bunlar ise elbise temizleyicisi, ağartıcısı ve boyacısı idiler. Hazret-i Îsa'nın ustası yolculuğa çıkmak istedi. Hazret-i Îsa'ya: Yanımda çeşitli renklerde pek çok elbise var. Ben de sana boya yapmayı öğretmiş bulunuyorum. Bu elbiseleri boya, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa tek bir çömleği ısıttı ve o çömleğe bütün elbiseleri koyup: Allah'ın izniyle nasıl olmanızı istiyorsam öylece ol! dedi. Ustası geldiğinde bütün elbiselerin tek bir çömlek içerisinde olduklarını gördü. Bunu görünce: Bunları berbat ettin, dedi. Hazret-i Îsa elbiselerin birisini kırmızı, sarı, yeşil ve buna benzer her bir elbiseyi üzerinde yazılı olarak renklerde çıkartınca boyacı bu işe hayret etti. Bunun Allah'tan olduğunu anladı ve sair insanları çağırıp ona îman etmelerini söyledi, onlar da buna îman ettiler. İşte Havariler bunlardır. Katâde ile ed-Dahhâk derler ki: Bunlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu ismi aldılar. Bununla kalplerinin temizliğini kastetmektedirler. Şöyle de denilmiştir: Bunlar hükümdar idiler. Şöyle ki, bir hükümdar bir yemek hazırladı ve insanları bu yemeğe davet etti. Hazret-i Îsa'nın yemek yediği kap bir türlü eksilmiyordu. Hükümdar ona: Sen kimsin? deyince Hazret-i Îsa ona: Meryem oğlu Îsa'yım, dedi. Hükümdar kendisine: Ben bu hükümdarlığımı bırakıyor ve sana uyuyorum, dedi. Ve kendisine uyanlarla Hazret-i Îsa ile yola koyuldu. İşte Havariler bunlardır. Bu açıklamayı da İbn Avn yapmıştır. Sözlükte "el-haver" beyazlık demektir. Elbiseyi ağartıp beyazlattığımız vakit; Elbiseyi beyazlattım, deriz. Beyazlatılan una ise denilir. Beyazlandı, ağardı anlamındadır. Ateşte beyazlatılmış tencere demektir. Havari aynı zamanda yardımcı demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim ise ez-Zübeyr'dir." Beyaz tenli kadınlara da: "el-havariyyât" denilmektedir. Şair der ki: "Beyaz tenli kadınlara söyle ki: Bizden başkaları için ağlasınlar, Bizim için uluyan köpeklerden başkası ağlamasın." 53"Rabbimiz! İndirdiğine îman ettik ve peygamberinin ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla beraber yaz." "Rabbimiz: İndirdiğine îman ettik." Yani; Rabbimiz.. îman ettik derlerdi. "İndirdiğine" Kitabında indirip açıkça bildirdiğin hükümlere îman ettik "ve peygamberinin" yani Îsa'nın "ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla beraber" Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti ile birlikte "yaz!" Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Anlamı da şudur: Sen bizim isimlerimizi onların isimleriyle birlikte yaz ve bizi onlardan kıl. Bizleri Peygamberlerinin doğru söylediklerine şahitlik edenlerle birlikte yaz; anlamında olduğu da söylenmiştir. 54Hile yaptılar. Allah da hilelerine karşılık verdi Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir. Yüce Allah'ın: "Hile yaptılar" âyetinden kasıt, Hazret-i Îsa'nın kendilerinden küfür ve inkârı sezdiği, yani onu öldürmek istemelerini sezdiği İsrailoğullarının kâfir olanlarıdır. Şöyle ki; Hazret-i Îsa'yı ve annesini kavmi kendi aralarından çıkarttıktan sonra, Havarilerle birlikte kavmine döndü ve açıkça onlara davetini ilan etti. Onlar da Hazret-i Îsa'yı öldürmek istediler ve ona suikast tertiplemek üzere anlaştılar. İşte âyet-i kerimede sözü geçen "hile yapmaları" budur. Allah'ın mekri (hile yapanların cezasını vermesi) ise; el-Ferrâ' ve başkalarından nakledildiğine göre kullarına bilmedikleri yerden istidrâcı (yani onları yavaş yavaş, farkına varmadan azaba yaklaştırması) demektir. İbn Abbâs ise der ki: Onlar her yeni bir günah işledikçe, biz de onlara yeni bir nimet verdik, demektir. ez-Zeccâc da der ki: Allah'ın mekri, onların mekirlerine (hilelerine) karşılık onları cezalandırmasıdır. Bu şekilde onlara verilen karşılık (ceza), onların ilk olarak yaptıkları işin İsmi ile adlandırılmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah onlarla alay eder." (el-Bakara, 2/15); "Halbuki O, onları aldatandır (hilelerini başlarına geçirendir)." (en-Nisâ, 4/142). Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Sözlükte "mekr"in karşılığı hile yapmak, aldatmaya çalışmak demektir. Bacağın güzel ve dolgun olmasına da mekr denir. Yine bir çeşit elbise de bu ad ile anılır. Bunun elbise değil de boyacılıkta kullanılan kırmızı kil olduğu da söylenmiştir. Bunu İbn Fâris nakletmektedir. "Allah'ın mekri"nin burada, Hazret-i Îsa'nın suretinin bir başkasına verilmesi ve Hazret-i Îsa'nın Allah'ın katına yükseltilmesi olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; yahudiler, Hazret-i Îsa'yı öldürmeyi kararlaştmnca onlardan kaçmak üzere eve gitti. Hazret-i Cebrâîl onu evin üst tarafındaki havalandırma deliğinden çıkardı. Onların hükümdarları kendilerinden adi birisi olan Yahuda adındaki kişiye: Haydi yanına gir ve onu öldür, dedi. O da odaya girdi, fakat Hazret-i Îsa'nın içeride olmadığını gördü. Yüce Allah da onun suretini Hazret-i Îsa'ya benzetti. Dışarı çıkıp Hazret-i Îsa'ya benzediğini gördüler; bunun üzerine onu yakalayıp öldürdüler, sonra da haça astılar. Daha sonra da: Yüzü Îsa'ya benzemekte, fakat bedeni bizim adamımızın bedenine benzemektedir. Eğer bu bizim arkadaşımızsa Îsa nerede ve eğer bu Îsa ise bizim arkadaşımız nerede? dediler. Bunun üzerine aralarında bir kavga başgösterdi. Kimisi kimisini öldürdü. İşte yüce Allah'ın: "Hile yaptılar. Allah da hilelerine karşılık verdi" âyetinde anlatılan budur. İleride geleceği üzere bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır. "Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir." Burada "el-Mâkir: Hile yapan, hileye karşılık veren" kelimesi 'dan ism-i faildir. Bazı ilim adamları bunun yüce Allah'ın isimleri arasında zikretmiştir. O bakımdan kulv bu ismi anarak dua edecek olursa: Ey hilelere karşılık verenlerin en hayırlısı, benim lehime (bana yapılan hilelere) karşılık ver, der. Nitekim Hazret-i Peygamber de dua ettiğinde: "Allah'ım, sen lehime mekr yap, fakat aleyhime mekr yapma!" diye dua ederdi. Biz bunu "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 55Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey Îsa, senin vefatını Ben gerçekleştireceğim. Seni kendime kaldırıp yükseltecek, seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tabi olanları Kıyâmet gününe kadar küfre sapanlardan üstün tutacak olan da Benim. Sonra dönüşünüz yalnız bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim. Yüce Allah'ın: "Hani Allah şöyle buyurmuştu: Ey Îsa, senin vefatını ben gerçekleştireceğim..." âyetinde yer alan: "(ip: Hani" âyetinde âmil, ya "hile yaptılar" fiilidir yahut da gizli bir fiildir. Aralarında ed-Dahhak ve el-Ferrâ''nın da bulunduğu meânî âlimlerinden bir topluluk da yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim, seni kendime kaldırıp yükselteceğim..." âyetinde takdim ve te'hir vardır, demişlerdir. Çünkü "vav" harfi tertibi gerektirmez. Buna göre mana şöyle olur: Ben seni kendime kaldırıp yükseltecek ve kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak, semadan indikten sonra da senin vefatını gerçekleştireceğim. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz olmasaydı (azap) lazım olurdu ve belli bir vade olmasaydı." (Tâ-Hâ, 20/129) Burada ifade: Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir vade olmasaydı, azap onlara lazım olurdu, takdirindedir. Şair de şöyle demektedir: "Ey Zat-ı Irk'taki hurma ağacı; üzerine olsun; Allah'ın rahmeti ve selâm." Yani, selâm ve Allah'ın rahmeti üzerine olsun, takdirindedir. el-Hasen ve İbn Cüreyc de der ki: Burada yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" seni semaya ölüm sözkonusu olmaksızın kaldırıp yükselteceğim, demektir. Tıpkı; filan kişideki malımı eksiksiz aldım,alamındabu kelimeyi kullanmak halinde olduğu gibi. Vehb b. Münebbih de der ki: Yüce Allah Îsa (aleyhisselâm)'yı gündüzün üç saat kadar öldürdü, sonra da onu semaya çıkardı. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen sahih haberlerde Hazret-i Îsa'nın semadan ineceği ve Deccâl'i öldüreceği belirtilmiştir ki "et-Tezkire" adlı eserimizde sözü geçen bütün bu hususlara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride de gelecektir. İbn Zeyd de der ki: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" âyeti, seni kabzedeceğim, demektir. Vefatını gerçekleştireceğim ve seni yükselteleceğim, tabirleri aynı anlamdadır ve henüz Hazret-i Îsa ölmüş değildir. İbn Talha da İbn Abbâs'tan: "Vefatını Ben gerçekleştireceğim" âyetinin "seni öldürecek olan Benim" anlamında olduğunu rivâyet etmiştir. er-Rabi' b. Enes de der ki: Burada sözü geçen "vefat", uyku halinde kastedilen vefattır. Nitekim yüce Allah: "Geceleyin sizleri vefat ettiren O'dur" (el-En'âm, 6/60); yani sizi uyutan odur, demektir. Çünkü uyku da ölümün kardeşidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Cennette uyku var mıdır? diye sorulunca o: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir, cennette ise ölüm yoktur" diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiştir. Sahih görüş şudur: Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı ölüm de uyku da sözkonusu olmaksızın semaya yükseltmiştir. Nitekim el-Hasen ve İbn Cübeyr de böyle demiştir. Taberî de bu görüştedir. İbn Abbâs'tan gelen sahih rivâyet de budur. ed-Dahhâk da bu görüştedir. ed-Dahhâk der ki: Olay şöyle olmuştur: Hazret-i Îsa'yı öldürmek istediklerinde, Havariler on iki kişi oldukları halde bir odada toplandılar. Hazret-i Îsa, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de yahudi topluluklarını durumdan haberdar edince dörtbin kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hazret-i Mesih Havarilere: Hanginiz, cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir? dedi. Onlardan birisi: Ben ey Allah'ın peygamberi, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hazret-i Îsa'nın suretine benzetildi. Yahudilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler. Hazret-i Îsa'ya gelince; Allah onu kuş tüyleriyle donattı, nurdan giydirdi ve ondan yemek ve ekmekten lezzet alma duyusunu aldı, meleklerle birlikte uçtu. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize Ebû Hazret-i Muâviye nakletti, bize el-A'meş, el-Minhal'den nakletti, el-Minhal, Saîd b. Cübeyr'den o İbn Abbâs'tan naklederek dedi ki: Allah Tebareke ve Teâlâ, Hazret-i Îsa'yı semaya yükseltmeyi murad edince Hazret-i Îsa, on iki kişi olan arkadaşlarının yanına, evde bulunan bir su gözesinden başından su damlayarak çıktı. Onlara şöyle dedi: Sizden biriniz bana îman ettikten sonra on iki defa beni inkâr edecektir. Sonra şöyle dedi: Hanginiz bana benzetilip de benim yerime öldürülmeyi ister? Buna karşılık benimle birlikte benim derecemde bulunacaktır. En genç olanlarından bir delikanlı kalkıp: Ben deyince, Hazret-i Îsa: Otur dedi. Daha sonra Hazret-i Îsa sözünü tekrarladı, yine aynı delikanlı kalkıp: Ben dedi. Hazret-i Îsa yine: Otur dedi, Sonra aynı sözü bir defa daha onlara tekrarladı yine bu genç delikanlı kalkıp: Ben dedi. Bu sefer Hazret-i Îsa: Evet işte sen osun, dedi. Yüce Allah o genci Hazret-i Îsa'ya benzetti. Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı odadaki havalandırma deliğinden semaya yükseltti. Daha sonra yahudilerden olan takipçiler geldi, Hazret-i Îsa'ya benzeyeni aldılar, önce onu öldürdüler, sonra da çarmıha gerip astılar. Onlardan bir kişi ise Hazret-i Îsa'ya îman ettikten sonra on iki defa Hazret-i Îsa'yı inkâr etti. Sonunda bunlar üç gruba ayrıldılar. Onlardan bir grup şöyle dedi: Allah dilediği kadar bir süre aramızda bulundu, sonra da semaya yükseldi. Bunlar Yakubîlerdir. Bir diğer grup da şöyle dedi: Allah'ın oğlu, Allah'ın dilediği kadar bir süre aramızda kaldı, sonra Allah onu kendisine yükseltti. Bunlar da Nasturîlerdir. Bir diğer kesim ise; Allah'ın kulu ve elçisi Allah'ın dilediği bir kadar aramızda kaldı; sonra Allah onu kendi katına yükseltti, dediler. İşte bunlar da müslümanlardır. Kâfir olan iki grup müslîiman gruba karşı birbirleriyle yardımlaştılar ve müslümanları öldürdüler. O bakımdan yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönderinceye kadar İslâm bu şekilde üstü örtülü kalmaya devam etti. Hazret-i Peygamber'in gönderilmesiyle bu kâfirler öldürüldü. Buna dair yüce Allah da şu âyeti inzal buyurdu; "Bunun üzerine İsrailoğullarından bir zümre îman etti. Ve bir zümre de inkâr edip kâfir oldu. Biz îman edenleri" yani Hazret-i Îsa döneminde ataları îman edenleri mü’minlerin dinlerini kâfirlerin dinlerine üstün kılmak suretiyle "düşmanlarına karşı destekledik de galibler oluverdiler" (es-Saf, 61/14). Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim. Şüphesiz Meryem'in oğlu adaletli bir hakim olarak inecektir ve şüphesiz haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Genç dişi develeri serbest bırakacaksınız, kimse onlara çobanlık etmeyecektir. Kin, karşılıklı düşmanlık, kıskançlık ortadan kaybolup gidecektir. Malı almak için çağrılacaklar da onu kimse kabul etmeyecektir." Yine Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Nefsim elimde olana yemin olsun ki Meryem'in oğlu, Fec er-Ravhl denilen yerden haccetmek yahut umre yapmak üzere veya her ikisini birlikte ifa etmek üzere ihrama girecektir." Bununla birlikte Hazret-i Îsa şeriatimizî neshederek yeni bir şeriat ile inmeyecektir. Aksine bizim şeriatimizden uygulanması terk edilmiş olan hükümleri yenileyerek ve bu şeriate tabi olarak nazil olacaktır. Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiği gibi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Meryem'in oğlu aranızda inip de sizin İmâmınızın da sizden olacağı vakit haliniz ne olacaktır?" Bir diğer rivâyette de: "Sizden olanla size İmâmlık ederse..." denilmiştir. İbn Ebi Zi'b (Müslim'in senette ismini verdiği üçüncü râvi) der ki: "Sizden olanla size İmâmlık yaparsa ifadesinin ne anlama geldiğini biliyor musun? Ben: Bana haber ver(irsen öğrenirim), deyince şöyle dedi: Yani, yüce Rabbinizin Kitabı ile Peygamberinizin sünneti ile size İmâmlık yaparsa (sizi yönetirse) demektir. Biz bu hususa dair daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" kelimesinin aslı şeklindedir. (Yâ üzerindeki) damme ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. Bu (âyetin başında geçen) nin haberidir. "Seni kendine kaldırıp yükseltecek" fiili de ona atfedilmiştir. "Seni... tertemiz çıkaracak, ve sana tabi olanları.. üstün tutacak" fiilleri de aynı şekilde atfedilmiştir. 'ın şeklinde okunması da mümkündür. Asıl şekil de budur. Tam bir vakfın yüce Allah'ın: "Seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracağım" âyetinin nihâyetinde olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir görüştür. "Ve sana tabi olanları" da ey Muhammed "küfre sapanlardan üstün tutacak olan da Benim." Yani delilleriyle ve bunlar lehine delil ve belgeleri ortaya koymak suretiyle. Güç, kuvvet ve galip gelmekle bunu gerçekleştireceği de söylenmiştir. ed-Dahhâk ile Muhammed b. Eban der ki: Burada üstün kılınacaklardan kasıt, (Muhammed ümmeti değil) Havarilerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 56Kâfir olanları da dünyada ve âhirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. Âyetin tefsiri için bak:57 57Îman edip salih amel İşleyenlere gelince; onların mükâfatlarını da eksiksiz ödeyecektir. Allah zâlimleri sevmez. "Kâfir olanları da dünyada" öldürülmek, asılmak, esir edilmek ve cizye vermek zorunda bırakılmakla, "âhirette de" cehenneme atılmakla "şiddetli azaba uğratacağım." 58İşte bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'dan okuyoruz. "İşte bunları sana., okuyoruz" âyetindeki "İşte" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise "okuyoruz" âyetidir. Bunun mübteda gizli olmak suretiyle; "durum işte böyledir" şeklinde (haber) olması da caizdir. 59Gerçek şu ki; Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı, sonra ona: "Ol" dedi, o da oluverdi. Âyetin tefsiri için bak:60 60Hak Rabbindendir. Öyleyse şüphecilerden olma. Yüce Allah'ın: "Gerçek şu ki; Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı" âyeti kıyas yapmanın doğruluğuna delildir. Benzetmenin mahiyeti şudur Hazret-i Îsa da Hazret-i Âdem gibi babasız yaratılmıştır. Yoksa Hazret-i Îsa da onun gibi topraktan yaratılmış değildir. Birgey bir başka şeyle belli bir ortak niteliğe sahip olduğu taktirde -aralarında büyük bir fark bulunsa dahi- benzetilebilir. Gerçekten Hazret-i Âdem topraktan yaratıldığı halde, Hazret-i Îsa topraktan yaratılmış değildir Bu açıdan her ikisi arasında Fark vardır. Fakat aralarındaki benzerlik, her İkisini de Allahü teâlâ’nın babasız yaratmış olması bakımındandır. Diğer bir sebep de şudur: Her ikisinin de yaratılışının aslı topraktır. Çünkü Âdem, bizzat topraktan yaratılmadı. Fakat toprak çamur haline getirildi, sonra bu ses veren bir kuru çamura dönüştürüldü, sonra da Hazret-i Âdem ondan yaratıldı. İşte yüce Allah Hazret-i Îsa'yı da bir halden diğer bir hale dönüştürdü, arkasından onu babasız olarak bir insan haline getirdi, Bu âyet-i kerîme Necran heyetinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz Îsa Allah'ın kulu ve kelimesidir" şeklindeki sözünü reddederek: Sen bizç babasız yaratılmış bir kul göster; demeleri sebebiyle inmiştir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendilerine: "Âdem'in babası kimdi? Siz insanın babasız oluşuna hayret mi ettiniz? Âdem'in babası da yoktu, annesi de yoktu" Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Onlar sana" Îsa hakkında "her neyi örnek getirirlerse muhakkak biz sana" Âdem hakkında "hakkı ve daha güzel bir açıklamayı getiririz" (el-Furkan, 25/33) âyeti de böyledir. Yine rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Necran heyetini İslâm'a davet edince onlar: Biz senden önce de müslümandık, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yalan söylüyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan alıkoyan üç şey vardır: Allah bir oğul edindi, demeniz, domuzu yemeniz ve haça secde etmeniz." Bunun üzerine: Peki Îsa'nın babası kimdir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Gerçek şu ki Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir" âyetinden itibaren: "... Allah'ın lanetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim" (61. âyet) âyetine kadar olan âyetler nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları (Mübâheley'e) çağırdı; fakat birbirlerine şöyle dediler: Eğer onun dediğini yapacak olursanız bu vadi size karşı alevli ateşle dolar taşar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e: Sen bize bundan başka birşey arzetmiyor musun? deyince; Hz- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ya İslâm'ı kabul edersiniz, ya cizye verirsiniz yahut Savaşırız." İleride geleceği üzere onlar da cizyeyi kabul ettiler. Yüce Allah'ın: "Âdem" kelimesi ile birlikte söz tamam olmaktadır. (Mealde: Gibidir" ile cümle tamamlanıyor). Daha sonra yüce Allah: "Allah onu topraktan yarattı, sonra ona, «ol» dedi, o da oluverdi" diye buyurmaktadır Buradaki yekûn fiili geniş zaman için olmakla birlikte; burada dili geçmiş zaman anlamında "oluverdi" şeklindedir. Gelecek zaman ifade eden. "muzari" fiili anlamı bilindiği takdirde mazi yönünde kullanılır. el-Ferrâ' der ki: "Hak Rabbindendir" âyeti "o" zamiri gizli olarak takdir edilmek suretiyle merfû'dur. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu, yeni bir söz başlangıcıdır ve bunun haberi yüce Allah'ın "Rabbindendir" âyetidir. Bunun fail olduğu da söylenmiştir, Yani; hak sana gelmiştir, anlamında olur. "Öyleyse şüphecilerden olma" âyetinde hitap Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olmakla birlikte; maksat onun ümmetidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Îsa (aleyhisselâm) hakkında asla şüphe etmemişti. 61Sana İlim geldikten sonra kim onun hakkında seninle tartışırsa de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra lânetleşelim, Allah'ta lanetinin yalancılara olmasını dileyelim." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yâ Muhammed!: "Sana ilim" Hazret-i Îsa'nın Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi "geldikten sonra kim onun" Îsa hakkında "seninle tartışırsa" ve sana karşı iddialarda bulunursa "de ki: Gelin..." Haydi buyurun... Bu ifade aslında üstünlüğü ve değeri olan kimseler İçin kullanılır. Daha sonra bu kelime gelmesi istenen herkes için kullanılmaya başlandı. İleride En'am Sûresi'nde (6/151. âyette) buna dair daha etraflı açıklamalar gelecektir. "... Çağıralım" âyeti cezm mahallindedin "Oğullarımızı" ifadesi, kız çocukların oğullarına "ebnâ: oğullar" denileceğine delildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i getirdi; Hazret-i Fatıma onun arkasında, Hazret-i Ali de Hazret-i Fatıma'nın arkasından yürüyerek geldi. Hazret-i Peygamber de onlara: "Ben dua edersem siz de âmin deyiniz" diyordu. İşte yüce Allah'ın: "Sonra... dileyelim" âyetinin anlamı budur, İbtihâl dua ederken yalvarıp yakarmak, tazarruda bulunmak demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî ise: Lanet okuyalım, anlamında olduğunu söylemiştir. İbtihâl, aslında dua ederken yakarışta lanet okumak olsun başka hususlarda olsun alabildiğine gayret göstermek, tazarru ve niyazını uzunca yapmak demektir. Şair Lebid der ki; "Kavminden, efendi ve yaşlı başlı kimseler arasında (birlikte geldi) Dehr (zaman) onlara baktı da ibtihâl etti." Yani onların helâk edilmesi İçin (dua etmekte) alabildiğine gayret gösterdi. Allah ona behletti, ona lanet etti, demektir. el-Behl de lânetlemek anlamındadır. Az miktardaki suya da "el-behl" denilir. Bir kimseyi kendi istediğiyle başbaşa bırakmak halinde ile denilir, Ebû Ubeyde, Allah onu behletti'nin ona lanet etti, lanet etsin anlamında olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs der ki: Burada sözü edilen kimseler, Necranlıların ileri gelenleri olan es-Seyyid, el-Âkib ve İbnu'l-Hâris'tir. "... Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim." 2- Peygamberliğin Belgelerinden Birisi: Bu âyet-i kerîme, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinin alâmetlerindendir. Çünkü Hazret-i Peygamber onları lânetleşmeye davet ettiği halde, bunu kabul etmediler. Bunların büyükleri olan el-Âkib'in, kendilerine; eğer lânetleşme isteğini kabul edecek olurlarsa bu vadinin onları yakmak üzere ateşle dolacağım belirtmesinden sonra cizyeyi kabul ettiler. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, demişti. Ve siz de biliyorsunuz ki o Îsa hakkında açık ve kesin doğruyu getirmiştir. Bu sözleri üzerine Necranlılar Hazret-i Peygamberle lânetleşmeyi kabul etmeyip kendi topraklarına her sene Safer ayında bin ve Recep ayında da bin elbise (toplam iki bin elbise) ödemek şartıyla geri döndüler Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da islâm'a girmek yerine onlardan bu cizyeyi kabul ederek onlarla barış yaptı. 3- Torun, Evlat Kabul Edilebilir mi? Çoğu ilim adamı der ki: Hazret-i Peygamberin Mübâhale esnasında Hazret-i Hasan ile Hz Hüseyin hakkında: "Oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım" âyeti ile: "Şüphesiz benim bu oğlum seyyiddir. âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iki oğlu" olarak adlandırılmaları onlara hastır. Başkaları için böyle birşey sözkonusu değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde her bir sebep ve her bir neseb koparılmış olacaktır. Benim nesebim ve sebebim müstesna." İşte bundan dolayı Şâfiî mezhebine mensup kimi ilim adamı: "Filanın oğluna" diye vasiyette bulunup da eğer o kişinin kendi sulbünden oğlu yoksa fakat oğlunun oğlu yahut kızının oğlu varsa; o takdirde bu vasiyyet yalnızca oğlun oğlu için geçerlidir, kızın oğlu için geçerli olmaz. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle En'âm Sûresi (6/84-86. âyetler 2. başlıklarda) ile Zuhruf Sûresinde (43/28. âyet 3. başlıkta) gelecektir. 62Doğrusu kıssanın hak ifadesi işte budur. Allah'tan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki Allah Azizdir, Hakimdir. Âyetin tefsiri için bak:63 63Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah, fesat çıkaranları çok iyi bilendir. Yüce Allah'ın: "Doğrusu kıssanın hak İfadesi işte budur" âyetinde yer alan "doğrusu... işte bu" ile Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalara işaret edilmektedir. Buna "kasas" denilmesinin sebebi ise, kıssadaki anlamların birbirinin ardınca gelmesidir. Bu da Arapların: Filan kişi filan kişinin izini kaseder, yani takip eder, demelerinden alınmıştır. "Allah'tan başka ilâh yoktur" âyetindeki te'kid için fazladan gelmiştir, "Azîz" yani asla mağlub edilemeyen, "Hakîm", hikmet sahibi olan demektir ki; buna benzer açıklamalar önceden geçmiştir. Hamd, Allah'a mahsustur. 64De ki: "Ey Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse o vakit "Şahit olunuz ki biz Müslümanlarız" deyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; 1- Kitap Ehli de Herkes Gibi Allah'tan Başkasına İbadet Edemez: Yüce Allah'ın: "De ki: Ey Kitap ehli.." âyetinde hitap, -el-Hasen, İbn Zeyd ve es-Süddî'nin görüşüne göre- Necranlılaradır. Katâde, İbn Cüreyc ve diğerlerinin görüşüne göre; Medine yahudilerinedir. Onlara bu şekilde hitap edilmesinin sebebi, itaat hususunda kendi âlimlerini rabler gibi bir konuma çıkartmalarından dolayıdır. Burada hitabın bütün yahudi ve hıristiyanlara olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Herakliyus'a gönderdiği mektubunda şöyle denilmektedir: "Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Rumların büyüğü Herakliyus'aleyhisselâmelam hidâyete tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm daveti ile davet ediyorum. İslâm'a gir, kurtulursun. İslâm'a gir, Allah sana ecrini iki defa versin. Ve şayet yüzçevirecek olursan o takdirde ırgat ve çiftçilerinin günahları sanadır. "Ve ey Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim... Şahit olunuz ki biz müslümanlarız, deyin." Bu rivâyette lâfız Müslim'e aittir. Sevâ' (eşit); kelimesi, adalet ve insaf demektir. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Şair Züheyr de der ki: "Bana bir yol gösterin ki onda zillet ve haksızlık olmasın Bununla aramızda eşitlik sağlansın." el-Ferrâ' der ki: "Adalet" anlamında denilir. "Sin" harfi üstün okunursa (kelimenin sonu) medli (sevââ) şeklinde gelir. Şayet esreli ve ötreli gelirse, o takdirde (gösterildiği şekilde) medsiz gelir. Yüce Allah'ın: "Eşit bir buluşma yeri" (Tâ-Hâ, 20/58) âyetinde olduğu gibi. Yine (el-Ferrâ') der ki: Bu âyet Abdullah (b. Mes'ûd)'un kıraatinde: Sizinle bizim aramızda adaletli olan bir kelimeye" diye okumuştur. Ka'neb burada, "kelime" kelimesini "lâm" harfi sakin olarak "küme" şeklinde okuyarak "lâm"ın harekesini "kef"e vermiştir. Nitekim (karaciğer anlamına gelen) kebid kelimesini kibd şeklinde de okuruz. Bu âyetin anlamı sudur: Çağrıldığınız şeyi kabul edin. Bu ise haktan en ufak bir uzaklaşmanın sözkonusu olmadığı, dosdoğru ve adaletli bir sözdür. Yüce Allah bu sözü: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim..." âyeti ile açıklamış bulunmaktadır. âyetindeki Kelime"den bedel olmak üzere mecrurdur. Yahut da gizli bir mübteda takdir edilerek merfudur. Bu durumda İfadenin takdiri şöyle olur: Bu kelime: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim'dir. Ya da bu i'rabda mahalli olmayan müfesire (açıklayıcı) bir edattır. Bununla birlikte; " ibadet etmeyelim" âyeti ile buna atfedilen edatlarda hem merfu olma hem de meczum olma hali caizdir. Bunun meczum olabilmesi "yani" anlamına gelen müfesire olması halinde söz konusudur. Nitekim yüce Allah: "Yani yürüyün...." (Sâd, 38/6) âyetinde olduğu gibi. Ve bu durumda olumuzluk edatı cezmedici edat olur. Sîbeveyh'in görüşü budur. Buna göre; İbadet etmeyelim haber olması mümkündür. Merfu olması halinde de anlamı: Biz ibadet etmeyiz... şeklinde olabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar bilmezler mi ki, o kendilerine ne bir cevap verir ne de onlara bir zarar ya da bir fayda sağlayabilir" (Tâ-Hâ, 20/89) âyeti de buna benzemektedir. el-Kisaı ile el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: " Ve O'na birşey ortak koşmayalım ve kimimiz kimimizi (radıyallahü anhb) edinmesin," şeklinde, sözün başında yokmuş gibi cezimli okumuşlardır. 2- Allah'tan Başka Rab Edinme Şekli: "Ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin." Yani yüce Allah'ın helal kıldığı dışında, hiçbir kimseyi herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma hususunda izlemeyelim, ardından gitmeyelim. Bu da yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini, rakiplerini., rabler edindiler." (et-Tevbe, 9/31) âyetini andırmaktadır. Yani onlar Allah'ın haram ve helâl kılmadığı şeyler ile ilgili olarak, alim ve rahiplerini haram ve helâl kılmalarını kabul etmek suretiyle rableri ayarında tuttular. Bu da, Şer'î hiçbir delile dayanmayan mücerred istihsani kabulün, batıl olduğunu göstermektedir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Apaçık dayanakları olmaksızın tayin etmiş olduğu ölçüler hususunda Ebû Hanîfe’nin istihsanları gibi. Ayrıca bu âyette: "Şer'î dayanağı açıklamaksızın İmâmın sözünü kabul etmek icabeder" diyen ve yine İmâmın, şeriatten dayanağını açıklamaksızın Allah'ın haram kıldığını helâl kılabileceğini kabul eden Rafızîlerin de görüşünü reddetmektedir. Erbâb kelimesi "rab" kelimesinin çoğuludur. Burada yer alan kelimesi de "başka" anlamındadır. 3- Siz, Yüzçevirseniz de Biz Müslümanız: Yüce Allah'ın: "Eğer yüz çevirirlerse" yani davet olundukları şeyi kabul etmezlerse "o vakit Şahit olunuz ki biz müslümanlarız, deyin," Yani İslâm dinine bağlı kalmak, bizim ayrılmaz vasfı mı zdır. Biz bu dinin hükümlerine uyan kimseleriz. Bu hususta Allah'ın üzerimizdeki lütuf ve nimetlerini itiraf eden kimseleriz. Îsa olsun Üzeyr olsun melekleri olsun hiçbir kimseyi rab edinmeyiz. Çünkü Îsa ve Üzeyr de bizim gibi birer insandır. Ve hepsi de bizim gibi sonradan yaratılmışlardır. Bizler Allah'ın bize haram kılmadığı birşeyi, rahipler haram küdı diye haram kabul edemeyiz. O takdirde onları rab edinmiş oluruz, İkrime de der ki: "Edinmesin" âyeti secde etmesin, anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanına kadar (insanların.) birbirlerine secdelerinin câiz olduğu, fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Muaz'ın kendisine secde etmek istemesi üzerine bunu nehyettiğini önceden açıklamış bulunuyoruz. Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Süresi'nde (2/34. âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Enes b. Mâlik’in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, birbirimize karşı eğilelim mi? diye sorduk, Hazret-i Peygamber: "Hayır" buyurdu. Dedik ki: Birbirimizle muânaka (kucaklaşma) yapalım mı? Yine: "Hayır, fakat musafaha yapın" dedi. Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride Yusuf Süresi'nde (12/100. âyet 2. başlıkta.) gelecektir. Vakıa Süresi'nde de yüce Allah'ın izniyle Kur’ân-ı Kerîm'e yahut onun bir bölümüne taharetsiz dokunmaya dair açıklamalar gelecektir. 65Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Aklınız ermiyor mu? Yüce Allah'ın: "Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin münaşaka ediyorsunuz?" âyetindeki: "Niçin" kelimesinin asli: “.....” şeklindedir. İstifham ile haberin arasındaki farkı göstermek üzere elif hazfedilmiştir. Bu âyet-i kerîme, yahudi ve hıristiyanların her birisinin, İbrahim'in kendi dinleri üzere olduğunu iddia etmeleri üzere nazil olmuştur. Yüce Allah onları, yahudiliğin de hıristiyanlığın da ancak İbrahim'den sonra ortaya çıktığını belirterek yalanlamaktadır. İşte yüce Allah'ın: "Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir" âyeti bunu ifade etmektedir. ez-Zeccâc der ki: Bu âyet-i kerîme yahudi ve hıristiyanlara karşı getirilen en açık bir delildir. Çünkü Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir ve bunlarda bu dînlerden birisinin olsun ismi geçmemektedir. Halbuki İslâm ismi bütün kitaplarda vardır. Denildiğine göre; ibrahim ile Mûsâ (ikisine de selam olsun) arasında bin yıl, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Îsa arasında da aynı şekilde bin yıl vardır. "Aklınız ermiyor mu?" Sîzin delilinizin çürüklüğünü, sözlerinizin de tutarsızlığını aklınızla kavrayamıyor musunuz? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 66Haydi siz, bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz diyelim. Ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız; 1- Yahudi ve Hıristiyanların Bilgisizce İddiaları: "Haydi siz bilginiz olan şey hakkında münaşaka ettiniz diyelim." Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında münakaşa ettiniz, kabul edelim. Çünkü onlar kitaplarında Hazret-i Peygamber'in niteliklerine dair buldukları bilgilerle onun peygamber olduğunu biliyorlar fakat bâtılı ileri sürerek onun hakkında tartışıyorlardı. "Ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?" Bundan kasıt da Hazret-i İbrahim'in yahudi veya hıristiyan olduğunu iddia etmeleridir. Yüce Allah'ın: "Haydi siz..." âyetinin aslı: şeklindedir. Birinci hemze, benzeri olduğundan dolayı "he" harfiyle değiştirilmiştir Bu şekildeki açıklama Ebû Amr b. el-Alâ ile el-Ahfeş'ten nakledilmiştir, en-Nehhâs: Bu güzel bir açıklamadır, der. Kunbul'un, İbn Kesîr'den rivâyetine göre (medsiz olarak): gibi, diye okuduğunu nakletmektedir. Fakat bundan daha da güzeli "he" harfinin hemzeden bedel olmasıdır. O takdirde bunun aslı şeklinde olur. Buradaki "he" harfinin tenbîh (uyarıp dikkat çekmek için) olup ın başına gelmiş olması ve çokça kullanım dolayısıyla "elifin hazfedilmiş olması da mümkündür. (......) kelimesinin telaffuzu iki şekilde olur. Birincisi medli, ikincisi de medsiz (kasr)dır. Araplar arasında bunu medsiz okuyan vardır. Ebû Hâtim şu beyiti nakleden "Ömrün hakkı için bizler ve bizim bu antlaşmalılarımız Tırnakları kesilmemiş bir mihnet (Savaş) içindeyiz." Buradaki: Siz o kimselersiniz ki" edatı nida mahallindedir. Ey o kimseler! anlamındadır. Bunun "Sizin" kelimesinin haberi olması da mümkündür. O takdirde kelimesi Kimseler, anlamında olur, ondan sonraki ifadeler de onun sılası olur. Bununla birlikte "Siz" kelimesinin haberinin, "münakaşa ettiniz" âyeti de olabilir. Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/31. âyet 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. Âyet-i kerimede bilgisi olmayanlara tartışmanın ve konu ile ilgili yeterince araştırması bulunmayan kimsenin o konuda tartışmasının yasak kılındıgına dair delil vardır. İşte yüce Allah: "Haydi siz bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz diyelim, ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bilen ve yakîn sahibi olan kimsenin tartışacağına dair de emir varid olmuştur. Yüce Allah: "Ve onlarla en güzel yol hangisiyle onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre ona bir adam gelip oğlunun kendisinden olmadığını belirterek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, benim hanımım siyah bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Senin hiç deven var mı?" diye sorunca adam: Evet, diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber: "Bu develer ne renk?" diye sorunca: Kırmızı diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber tekrar: "Aralarında rengi siyaha çalanları da var mı?" diye sorunca adam: Evet dedi. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Peki, bu renkte olanlar nereden geldi?" diye sordu. Adam: Olur ki bir damarı çekmiş ve o renkte olmuştur Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyrudu; "Senin bu çocuğun da bir damara çekmiş de böyle gelmiş olabilir." İşte bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından tartışmanın gerçek mahiyetine dair verilmiş ve delil getirmenin açıklanmasını ortaya koyan oldukça önemli bir örnektir. 67İbrahim ne yahudi ne de hıristiyan idi. Fakat o Hanîf bir müslüman idi. O müşriklerden de değildi. Yüce Allah, Hazret-i İbrahim'i yahudi ve hıristiyanların yalan iddialarından tenzih etti ve onun Hanîf olan müslümanlık üzere olduğunu, asla müşrik olmadığını beyan etti. Hanîf ise: Allah'ı birleyen, hacceden, kurban kesen, sünnet olan ve kıbleye yönelen kimse demektir. Daha önce Bakara Sûresi'nde (2/135- âyette) bu kelimenin türediği köke dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Sözlükle Müslim ise yüce Allah'ın emrine zilletle boyun eğen, O'na itaat eden demektir. Yine Bakara Sûresi'nde (2/131- âyette) İslâm kelimesinin anlamı yeterince açıklanmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 68Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da mü’minlerin velisidir, İbn Abbâs der ki: Yahudilerin başkanlarının: "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, sen de bilirsin ki, insanlar arasında senden de başkalarından da İbrahim'in dinine en yakın olanlar bizleriz. Çünkü o yahudi idi ve sendeki bu durumun tek sebebi kıskançlıktır" demeleri üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. "Evlâ: En yakındın anlamı en lâyık, en çok hak sahibi demektir. Bunun yardım ve destek vermek suretiyle olacağı söylendiği gibi, delil ile de olacağı söylenmiştir. "Elbette ki" dini ve sünneti üzere olup "ona uyanlar, bu peygamber" tek başına ayrıca zikredilmesi ona tazim içindir Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O iki cennette meyve, hurma ve nar vardır " (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Bakara Sûresi'nde bu türden açıklamalar yeterince geçmiş bulunmaktadır. "Bu" kelimesi "lar"a atf ile ref mahallindedir. "Peygamber" ise "bu" kelimesinin sıfatı veya atfı beyandır. Şayet nasb ile okunsa, "ona uyanlar"daki "İıe" zamirine atf olmak üzere günlük konuşmada câiz olur. "Allah da mü’minlerin velisidir," Yani onların yardımcısıdır. İbn Mes’ûd'dan rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz her bir peygamberin sair peygamberlerden velileri vardır ve onlar arasından benim velim, atam ve Rabbimin Halili olan (ibrahim -as-)dır." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, elbette ki ona Îman edenler, bu Peygamber ve îman edenlerdir..." âyetini okudu. 69Kitap ehlinden bir taife sizi saptırmak istedi. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da farkında değildirler. Bu âyet-i kerîme Muâz b. Cebel, Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b. Yasîr'i, Nadiroğulları ile Kurayza ve Kaynukaoğullarına mensup yahudilerin kendi dinlerine çağırmaları üzerine nazil oldu. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden pek çok kimse hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geri döndürmek isterler..."(el-Bakara, 2/109!) âyetine benzemektedir. Bu görüşe göre "Min" "...den" teb'iz (kısmîlik) ifade etmektedir. Ayrıca bütün Kitap ehlinin böyle olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu edat cinsin beyanı için olur, "Sizi saptırmak İstedi"; yani İslâm dininden döndürmek, ona aykırı davranmak suretiyle sizi masiyete sürüklemek istediler, demektir. İbn Cüreyc der ki: "Sizi saptırmak istedi" helake götürmek istediler, anlamındadır. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır "Nereden geldiği bilinmeyen selin aktığı ve helâk olup giden köpüklü bulanık bir dalgadaki çöp gibiydin." "Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptırmazlar" âyetinde bir olumsuzluk ve bir olumluluk vardır. "... da farkında değiller." Yani bizzat mü’minleri saptırma amacına ulaşamayacaklarını akıl edemiyorlar. "Farkında değiller"in İslâm'ın doğruluğunu bilmiyorlar. Halbuki bunu bilmeleri onlar için bir farzdır. Çünkü bu konudaki deliller apaçıktır, belgeler göz kamaştırıcıdır; anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 70Ey Kitap ehlil Kendiniz görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Katâde ve es-Süddi'den nakledildiğine göre; Kitaplarınızda bulunan âyetlerin doğruluğunu bilip durduğunuz halde... demektir. Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Halbuki sizler, bunların benzeri olan ve bizzat kabul ettiğiniz peygamberlerin birtakım âyetlerini de görüp durmaktasınız. 71Ey Kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz? "Karıştırmak" anlamı verilen el-lebs bir şeyi birşeye katıp karıştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/42 âyette) geçmiş bulunmakladır. Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme de (işaret edilen, âyetle) aynı manadadır. "Bile bile hakkı gizliyorsunuz" âyetindeki "gizliyorsunuz"un sorunun cevabi; "bile bîle"nin de hal yerinde bir cümle olması da mümkündür. 72Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: "Varın o mü’minlere İndirilenlere, gündüzün erken saatlerinde îman edin, sonunda da inkâr edin. Belki onlar da dönerler" Bu âyet-i kerîme, Ka'b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf ve benzerleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar kavimlerinin ayak takımlarına: Gündüzün erken saatlerinde yani ilk saatlerinde îman edenlere indirilenlere îman edin, demişlerdi. "Gündüzün ilk saatlerine "veck" denilmesinin sebebi, en güzel vakit oluşundan dolayıdır ve gündüzün, ilk olarak, karşı karşıya, yüzyüze gelinen bölümlerinin erken dönemleri oluşu dolayisıyladır. Şair der ki: "Günün erken saatlerinde aydınlık saçarak ışık verir Denizcinin çıkardığı, ipi çözülmüş inci gerdanlık gibi. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Mâlik'in öldürülmesine sevinen kimseler Gündüzün erken saatlerinde kadınlarınızın yanına gitsin." Buradaki ("erken saatleri" anlamına gelen:) vech kelimesi zarf olarak nast gelmiştir, " Sonunda" kelimesi de böyledir. Katâde'nin görüşüne göre yahudiler bu İşi, müslümanları şüpheye düşürmek için yaptılar. "Thife" kelimesi ise topluluk, cemaat anlamına gelir, (..........): Etrafında dönmek, dolaşmak'tan gelmektedir. Bazen belli bir grubun kendisi anlamında tekil için de kullanılabilir. Âyetin anlamı da şudur; Yahudiler birbirlerine şöyle dediler: Siz günün erken saatlerinde Muhammed'e îman ettiğinizi açıklayınız. Sonra da akşama doğru onu inkâr ediniz. Sîzler bu şekilde yaptığınız takdirde ona uyanlar, dini hakkında şüpheye düşer ve onun dinini bırakıp sizin dininize dönerler ve: Kitap ehli, onu bizden daha iyi bilir, derler Bir diğer açıklamaya göre anlamı şudur: Günün erken saatlerinde Beytu'l-Makdis'e doğru namaz klimasının hak olduğuna îman ediniz. Fakat günün son saatlerinde Kâ'be'ye doğru namaz kılmasını inkâr edip kâfir olunuz. Belki onlar sizin kıblenize geri dönerler. Bu şekilde açıklama, İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Mukâtil de der ki: Anlamı şudur: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına günün erken saatlerinde geldiler ve daha sonra yanından dönüp sıradan olan insanlarına şöyle dediler: O haktır; ona tabi olunuz. Sonra da şöyle dediler: Hele bir Tevrat'a bakalım. Arkasından akşama doğru geri dönüp şöyle dediler: Biz Tevrat'a baktık, orada anlatılan bu değil. Onlar bu sözleriyle peygamberin hak olmadığını söylüyorlar ve sıradan kimselerin işin içinden çıkmaması isteğiyle onun hakkında şüphe uyandırmak istediler. 73"Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın." De ki: "Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir." (Derler ki): "Size verilenin bir benzerinin de başkasına verildiğine veya Rabbinizin katında onu size karşı delil getireceklerine (de inanmayın)." Deki: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah Vâsi'dir, Alim'dir. Yüce Allah'ın: "Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın" âyeti bir nehiydir. Bu da Yahudilerin birbirlerine söyledikleri sözlerden biridir. Yani ileri gelenler avamdan olanlara böyle dediler. es-Süddî der ki: Burdaki ifadeler Hayber yahudilerinin Medine yahudilerine söylediği sözlerden bir bölümdür. Bu âyet-i kerîme bu sûredeki en müşkü (anlaşılması zor) âyetlerden birisidir. el-Hasen ve Mücâhid'den rivâyet edildiğine göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: "Ancak dininize uyanlara îman ediniz. Ve Rabbinizîn nezdinde onların size karşı delil getireceklerine de İnanmayınız. Çünkü onların lehine hiçbir delil yoktur. Sizin dininiz onlardan daha bir sahih ve doğrudur. Diğer taraftan buradaki: "Delil göstereceklerine" buyrukları cer mahallindedir. Yani onların size karşı delil getirmelerine, yahut onların size karşı getirdikleri delillere inanmayınız, anlamındadır. Bu hususta onları tasdik etmeyiniz, çünkü onların delil diye ortaya koyabilecekleri birşeyleri yoktur. "(Derler ki): "Size verilenin bir benzerinin de başkasına verildiğine..." Tevrat, men, selva, denizin yarılması ve buna benzer pek çok mucizelerin ve diğer üstünlüklerin başkalarına verileceğine de inanmayın, demektir. Bu durumda "verildiğine" âyeti, "veya Rabbiniz katında onu size karşı delil göstereceklerine" âyetinden sonra gelmesi gereken bir ifadedir. Ayrıca "Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" âyeti ise (yahudilere ait) iki söz arasında bir ara cümlesi (i'tiraz)dır. el-Ahfes der ki: Âyetin anlamı şöyledir: Sizler dininize uyandan başkasına inanmayınız. Herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verileceğine de inanmayınız, onların size karşı delil getireceklerini de doğrulamayınız. Buna göre el-Ahfes., bu ifadelerin atfedilmiş olduğu görüşündedir. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şöyledir: Herhangi bir kimseye bize verilen şeylerin benzerinin verileceği hususunda dininize uyanlardan başkasına inanmayınız. Buna göre âyetteki istifham, yani (........)deki hemzenin, soru edatı olarak uzatılması dolayısıyla hemzenin böyle okunması da söyledikleri inkârı (reddi) te'kid etmektedir. Ki onların söyledikleri söz: Kendilerine verilenin bir benzerinin başka bir kimseye verilmeyeceği şeklindedir. Zira yahudi ilim adamları onlara şöyle demişti: Size verilenin bir benzerinin verileceğine dair dininize tabi olandan başkasına inanmayınız. Yani size verilenin bir benzeri hiçbir kimseye verilmeyecektir. O halde bu ifadede de bir uyum (nesak) vardır ve ise edatı Sen Zeyd'i mi dövdün? şeklindeki ifadeyi merfu kabul edenlerin görüşüne göre de ref mahallindedir. Haberi ise hazfedilmiştir ki takdiri de şöyledir: Size verilenin bir benzerinin kimseye verileceğini tasdik yahut kabul eder misiniz? Yani doğrulanacak yahut da kabul olunacak bir türden başkalarına verilmiş birşey var mıdır? Bu da, böyle bir şeyin olacağını tasdik etmeyiniz, doğrulamayınız anlamındadır. Bununla birlikte ( gizli bir fiil takdir etmek suretiyle nasb mahallinde olması da caizdir. Nitekim: Sen Zeyd'i mi dövdün? sözünde de böyle bir gizli ftiî takdiri caizdir. Bu açıklama şekli Arapçada daha güçlü bir eğilimdir. Çünkü fiil ile istifham (soru sorma) daha uygundur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler böyle birşeyîn başkasına verileceğini kabul ediyor musunuz? Yahut, böyle birşeyi yayar mısınız? Veya böyle bir şeyden söz eder misiniz? Ve buna benzer takdirî ifadelerdir. İbn Kesîr ile İbn Muhaysin ve Humeyd med ile okumuşlardır. Ebû Hâtim de der ki:nın med ile okunması; "...e mi?" anlamındadır. Burada daha hafif söyleyiş kastıyla harfi cer olan "lâm" hazfedilmiş ve onun yerine hemze medli okunmuştur. Nitekim: "O kişi mal sahibi oldu diye.." (el-Kalem, 68/14) âyeti de aynı şekilde; ...e diye mi, için mi? anlamındadır, Yüce Allah'ın: "Veya size karşı delil göstereceklerine" âyetin, bu kıraate göre anlamı, mü’minlere hitaba bir yöneliştir. Yahut da "Veya" edalı anlamında olur. Çünkü bu ikisi de şüphe ve ceza (karşılık) ifade eden edadardır. Ve bunlardan birisi ötekinin yerine kullanılabilir. Bu durumda âyet-i kerimenin takdiri ifadesi şöyle olur: Ey mü’minler topluluğu onlar Rabbinizin nezdinde size karşı delil getirirler (diye) inanmayınız. O bakımdan ya Muhammed de ki; Şüphesiz asıl hidâyet, Allah'ın hidâyetidir ve biz o hidâyet pereyiz. Bu edatı medsiz olarak okuyanlar da derler ki: Âyetin başındaki birinci nefiy onların: "İnanmayınız" sözlerindeki inkârlarını göstermektedir, Yani yahudi âlimleri onlara şöyle dediler Size verilenin bir benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız. Yani onların ne îmanları vardır, ne de size karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri. Bu şekilde ilim, hikmet, Kitap delil, men selva, denizin yarılması ve buna benzer üstünlükler ve ikramları ihtiva eden manaya atıfta bulunulmaktadır. Bunun da anlamı şudur; Bütün bunlar ancak size verilmiş şeyler olabilir. Sizin dininize tabi olanlar dışında, size verilenlerin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız. Bu okuyuşa göre İfadede bir takdim ve tehir vardır ve "lâm" da fazladan gelmiştir. İfadede istisna olduğunu kabul eden de bu istisnayı birincisinden yapmamaktadır. Aksi takdirde böyle bir ifade câiz (uygun ve yerinde) olamaz. Kimse" kelimesinin gelmesi, sözün başının nehiy oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu da ın sılasına dahildir. Zira bu da menfi olan fiilin mef'ûlüdür. Ve bu edat cerr'i gerektiren bir durum olmadığından, dolayı nasb mahallindedir. el-Halil der ki: Bu, hazf edilmiş ve cerri gerektiren edat dolayısıyla cer mahallindedir. Şöyle de denilmiştir: Burada "lâm" fazladan gelmiş (bir cer) edatı değildir. "Îman etmeyiniz" ifadesi de; ikrar etmeyiniz, anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Âyetin anlamı şudur: Sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzeri verilir korkusuyla siz, dininize uyandan başkasına inanmayınız. Bir diğer görüşe göre anlamı şöyledir: Siz Kitabınızda bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini, sizin dininize uyanlardan başkasına bildirmeyiniz ki, bu, putlara tapanların onu tasdik etmelerine götüren bir yol olmasın. el-Ferrâ' da der ki: Yahudilerin sözlerinin yüce Allah'ın naklettiği: "Başkasına inanmayın" âyeti ile sona ermiş olması da mümkündür. Bundan sonra yüce Rabbimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle buyurmaktadır: "De ki: Gerçek hidâyet Allah'ın hidayetidir." Yani asıl gerçek açıklama yüce Allah'ın açıklamasıdır ki: "Size verilenin bir benzerinini de başkasına" verilmeyeceği hususu yani size verilenin benzerinin kimseye verilmeyeceği hususu apaçıktır. Bu durumda " şeklindeki olumsuzluk edatı,den sonra takdir edilmiş gibidir. Yani "Verilmeyeceğine (inanın)" şeklindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: " Allah size saparsınız diye açıklar" (en-Nisa, 4/176), sapmıyasınız diye açıklar, anlamındadır. Bundan dolayı bu ifade arasında; " Kimsenin girmesi uygun düşmüştür. Ayrıca: " Veya" kelimesi de... e kadar" ve: " Ancak .,,e" anlamındadır. Nitekim şair İmruu’l-Kays şöyle demiştir: "Ona şöyle dedim: Gözün ağlamasın; çünkü bizler Ya bir devlete konmaya çalışıyoruz yahut ölürüz ve mazur görülürüz. Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ben bir kavmin mızraklarına bir işarette bulunursam, Topuldarını kırarım yahut doğrulurlar" Arapların: (Ya) bir araya gelmeyiz yahut Kıyâmet kopar" sözleri de buna benzemektedir. Bu ise: ...ceye kadar (bir araya gelmeyiz), anlamına gelir. el-Kisaî'nin görüşü de böyledir. el-Ahfeş'e göre ise bu edat; İnanmayın" âyetine atfeden bir edattır ki, bu tür açıklama önceden geçmiş bulunmaktadır. Yani onların öyle bir inançları da, delilleri de yoktur. Bu da manaya bir atıftır. Âyet-i kerimenin bütünüyle yüce Allah'ın mü’minlere hitabı şeklinde olması ihtimali de vardır. Bu da onların kalplerine sebat vermek ve basiretlerini artırmak maksadıyla yapılmış bir hitaptır ki, bundan maksat, yahudilerin işleri içinden çıkılmaz göstermeleri ve dinleri ile ilgili onlara karşı yalan söylemeleri halinde şüpheye düşmelerini önlemektir. Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: Ey mü’minler topluluğu, sizler dininize uyanlardan başkasına İnanmayınız ve size verilen lütuf ve dinin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine de inanmayın, size muhalefet edenlerin Rabbiniz hususunda, dininiz hakkında size karşı delil getirebileceklerine yahut buna güç yetirebileceklerine de inanmayınız, tasdik etmeyiniz. Şüphesiz gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir ve muhakkak bütün lütuf Allah'ın elindedir. ed-Dahhâk der ki: Yahudiler dediler ki: Bizler dinimiz hususunda bize muhalefet edenlere karşı Rabbimiz huzurunda delil getirip (hasımlarımızı) mağlub edeceğiz. Yüce Allah bununla onların delilleri çürütülenler ve azâb edilenler olacaklarını, buna karşılık üstün gelenlerin de mü’minler olacağını açıklamakta ve Kıyâmet gününde onların ileri sürecekleri iddialara karsı delil getirilip susturulacaklarını beyan etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ulaşan haberde de şöyle buyrulmaktadır: "Yahudiler ve hıristiyanlar Rabbimiz nezdinde bize karşı delil getirecekler ve diyecekler ki: Sen bize tek bir ecir verdin, onlara ise iki ecir verdin. Yüce Allah şöyle buyurur: Peki, ben haklarınızdan birşey eksilterek size zulmettim mi? Onlar: Hayır, diyecekler Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyuracak: İşte bu Benim lütf-u keremimdir, Ben onu dilediğime veririm." İlim adamlarımız der ki: Şayet onlar, bunun Allah'ın lütfundan dolayı bize verildiğini bilselerdi Rabbimiz nezdinde bize karşı delil getirmeye kalkışmazlardı. Yüce Allah böylelikle Peygamberine şunu bildirmektedir: Onlar Kıyâmet gününde Rabbiniz nezdinde size karşı delil getireceklerdir. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: Şimdi onlara de ki: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah Vası'dir, Âl-imdir." İbn Kesîr: "Verildiğine" âyetini; şeklinde medli olarak ve soru olmak üzere okumuştur. (Buna göre anlamı şöyle olur: Verileceğine inanır mısınız?") Nitekim şair el-A'şâ şöyle demektedir: "Bir gözü. kör, kötü zamanın hastalıklı ve sevindirici bir tarafı bulunmayan Bir ömrün sıkıntıya düşürdüğü, bir adam gördü diye mi?" Diğerleri ise haber olmak üzere metisiz olarak okumuşlardır. Saîd b. Cübeyr ise nefiy anlamını vermek üzere hemze'yi esreli olarak; Verilmez" diye okumuştur. O vakit bu da el-Ferrâ''nın da dediği gibi yüce Allah'ın sözleri cümlesinden olur. Anlamı da şöyle olur: Ya Muhammed de ki; Asıl hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin bir benzeri kimseye verilmez; yahut onlar Rabbinizin katında onu size karşı delil gösteremezler. Yani yahudiler batıl yolla size karşı mücadele vererek; biz sizden daha faziletliyiz, diyemezler. Yüce Allah'ın; "Veya... size karşı delil gösterecekleri" âyetinin mansub olması, mahzûf iledir. " veya" da ve anlamında ise; “.....” edatı gizli kabul edilir. el-Hasen ise "te" harfini esreli, "ye" harfini de fethah olarak; kimsenin kimseye size verilenin, benzerini vermesi... anlamında okuyarak; mef'ûlu hazfetmiş olmaktadır, Yüce Allah'ın: "De ki: Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" âyetinin açıklanması ile ilgili olarak iki görüş vardır: 1- Hayra iletmek ve yüce Allah'ın nurunu göstermek, aziz ve celil olan Allah'ın elinde olup, o nuru peygamberlerine verir. Bu bakımdan sizin dışınızda sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verilmesini inkâr edip böyle birşey olmaz, demeyin. Şayet bunu inkâr edecek olurlarsa sen de onlara: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir" de. 2- De ki: Şüphesiz hidâyet, Allah'ın mü’minlere vermiş olduğu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etmektir, başkası değildir. İşarî tefsir yapanların kimisi bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Siz ancak halinize ve yolunuza uygun düşenlerle birlikte olunuz, oturup kalkınız. Çünkü size muvafakat etmeyen, size murafakat etmez. (Size uygun düşmeyen, size arkadaşlık etmez) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 74Dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir. Yani O, dilediğine peygamberliğini ve hidâyetini tahsis eâer. Bu açıklama el-Hasen, Mücâhid ve başkaları tarafından nakledilmiştir. İbn Cüreyc der ki: O dilediğine İslâm'ı ve Kur'ân'ı tahsis eder, Ebû Osman da der ki: Yüce Allah bu âyetini gayet mücmel bir ifade ile zikretmiştir ki, bununla beraber Allah'ın rahmetini ümit etmek ve ümit etmeye devam edilsin ve ondan korkanlar da korkmayı sürdürsün. "Allah büyük lütuf sahibidir." 75Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Bu, onların: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kitap enlinden" Abdullah b. Selâm gibi "öylesi vardır ki ona kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile., onu sana ödemez." Bununla da Yahudi Finhâs b. Âzûrâ kastedilmektedir. Bir kişi ona bir dinar emanet bırakmıştı da emanetine ihanet etmişti. Bununla Kâb b. el-Eşref ve arkadaşlarının kastedildiği de söylenmiştir. İbn Vessab ile el-Eşheb el-Ukaylî: : Kendisin... emanet bıraksan" âyetini ) şeklinde "nûn harfi üstün olması gerekirken; " Tardım dileriz" diye (nûn'u esreli") okuyanlar gibi okumuştur ki; bu da Bekr ve Temîmlilerin şivesidir. Abdullah: "Yusuf hakkında niye bize güvenmiyorsun?" âyetini "te'menne'deki hemze yerine tîmenne diye okumuştur, Diğerleri ise "elifi (hemzelî) olarak okumuşlardır Nâfi ve el-Kisaî şeklinde onu öder" kelimesini idrâc (seri okuyuş) halinde : şeklinde, 'ıyâ"lı okur. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Amr, el-A'meş, Âsım ve Hamza, Ebû Bekr'in rivâyetinde "he"yi ittifakla vakfe ile (sakin) olarak ve: " Onu sana öder" diye okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: "He" harfinin sakin olarak okunması bazı nahivcilere göre ancak şiirde kabul edilebilir. Bazıları ise hiçbir şekilde kabul etmezler ve bu şekilde okuyanın hatâ ettiği, böylelerinin "he" harfinin sakin okunacağını kabul etmekle yanıldıklarını söylemişlerdir. Ancak Ebû Amr hakkında böyle birşey düşünülemez. O bundan daha üstündür. Ondan gelen sahih rivâyete göre o, "he" harfini esreli okurdu- Bu da Yezîd b. el-Ka'ka'ın kıraatidir. el-Ferrâ' der ki: Kimi Araplar, kendisinden önceki harf harekeli olduğu takdirde "he"yi sakin çıkarırlar ve: " Onu şiddetlice vurdum" derler. Tıpkı "entum, kuntum: siz, idiniz" harflerindeki "mim"i sakin telaffuz ettikleri gibi. Halbuki bunların aslı merfudur. Şairin söylediği gibi: "Rahat da olmadığını karnının da doymayacağını görünce Karnını kum yığınındaki ağaca doğru verip yattı." Şöyle de denilmiştir: Böyle bir yerde "he" harfinin sakin okunması cezm mahallinde olduğundan dolayıdır. Bu ise (fazladan gelen) "el-Yâ ez-zâhibe"dir. Ebû Münzir, Sellâm ile ez-Zührî de "vav"sız ve "he" harfini ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. Katâde, Humeyd ve Mücâhid ise idrâc halinde şeklinde, "vav'lı okumuşlardır- Bunun için "vav" harfinin seçilmesinin sebebi, "vav"ın dudaktan, "he" harfinin mahreç itibariyle uzak olmasıdır. Sîbeveyh der ki: Müzekkerde Hvav" müennesteki "elif" durumundadır. Bunun yerine "ya" harfi getirilebilir. Çünkü "ya", eğer önceki harf esreli, yahut "ya" ise daha hafif söylenir. Sonra da "ya" hazfedilir, geriye esre kalır. Çünkü fiil merfu iken "yarının hazfedildiği olur. O bakımdan burada olduğu gibi bırakılmıştır, 2- Kitap Ehlinin Güvenilir Olan ve Olmayanları: Yüce Allah, kitap ehli arasında hainlik edenlerin de, güvenilir olanların da bulunduğunu haber vermektedir. Müzminler ise bunu ayırdedemezler. O bakımdan onların hepsinden uzak durmak gerekir. -Mü’minlerin de bu durumda olmasına rağmen- özellikle kitap ehlinin sözkonusu edilmesi, onlarda hainliğin daha çok oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu konudaki ifade onların çoğunluğuna göre kullanılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Kurtar" (kantar)'a dair açıklama daha önce (Âl-i İmrân, 3/14. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Dinarca gelince; dinar yirmidört kırat, bir kırat ise orta büyüklükte üç tane arpadır. O halde dinar toplam olarak yetmiş iki arpa tanesidir. Bu konuda icma vardır. Çok miktardaki malı gereği gibi koruyup onu tastamam ödeyen kimsenin, az olanı da bu şekilde ödeyeceği öncelikle sözkonusudur. Az miktarda hainlik eden ve vermeyen bir kimsenin daha çok miktarda hainlik yapma ihtimali daha yüksektir. İşte bu "mefhûmu'l-hitâbı” kabule dair en açık delildir. Bu konuda ilim adamları arasında oldukça görüş ayrılıkları vardır ki usul-u fıkıh'da bundan söz edilir. Yüce Allah, bir kısmı emaneti tastamam ödeyen, diğeri ise onun tepesine dikilip durmadıkça ödemeyen olmak üzere iki kısım sözkonusu etmektedir. Ancak, insanlar arasında tepesinde dikilip dursan dahi yine ödemeyen kimseler de vardır. Yüce Allah'ın sadece bu iki kısımdan söz etmesi, çoğunlukla görülen ve mutad olanın bunlar olduğundan, üçüncü kısma ise az rastla nıldığındandır. O bakımdan burada ifade çoğunluk hakkındadır. Talha b. Mûsarrif ile Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve başkaları: ınüdıkça" "dâl" harfini esreli olarak okumuşlardır. Bu şekildeki iki okuyuş, iki ayrı şivedir. Esreli okuyuş Ezd es-Serât'lıların şivesidir Bu okuyuş 'dan; gibi gelmektedir. el-Ahfeş ise şaz olarak diye nakletmiştir. Ebû Hanîfe, borçlunun yakından takip edilmesine dair görüşüne yüce Allah'ın: "Tepesine dikilip durmadıkça..." âyetini delil göstermektedir. Diğer ilim adamları ise bunu kabul etmezler. Buna dair açıklamalar ise önceden Bakara Sûresi'nde (2/280. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Bizim (mezhebimize) mensup olan, Bağdatlı ilim adamlarımızın bazısı borçluların hapsedileceğine yüce Allah'ın: "Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez" âyetini delil göstermişlerdir. Bu şekildeki bir borçluyu takip etmek ve onun tasarrufunu engellemek, alacaklıların hakkı olduğuna göre; onun hapsedilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: "Tepesine dikilip durmadıkça" âyetinin; yüzünü kendisine gösterip senden çekinip utanmadıkça; anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Çünkü haya gözlerdedir. Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın şu sözüne dikkat edelim: Gözleri görmeyen bir âmâdan bir ihtiyacımızı gidermesini istemeyiniz, çünkü haya gözlerdedir. Sen kardeşinden bir ihtiyacını gidermesini isteyecek olursan senden utanıp da onu görmesi için yüzünü ona göster ve ona bak. "Dikilip durmadıkça"nın, onun peşine takılıp yanından ayılmadıkça anlamına olduğu da söylenmiştir. Çünkü sen onu takibe ara verecek olursan, senin kendisindeki alacağını kabul etmez. "Tepesine dikilip durmakla bizzat durmanın kendisini değil de devamlı istemenin kastedildiği de söylenmiştir. "Dinar" kelimesinin aslı "dinnar"dır. Çokça kullanıldığı için kelimenin hafifletilmesi arzusuyla iki "nûn"dan birisi "ya"ya dönüştürülür. Buna delil ise, bu kelimenin çoğulunun "denânîr"; küçültme isminin ise "duneynîr" şeklinde gelmesidir. Emanetin dindeki yeri ve önemi pek büyüktür. -Müslim'in Sahîh'inde belirtildiği gibi emanetin, rahim ile birlikte Sırat'ın iki tarafına dikilmesi yerinin ve öneminin büyüklüğünü gösterir. Bu İkisini koruyanlar müstesna kimsenin Sıratı geç meye imkânı olmaz. Müslim, Huzeyfe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize emanetin kaldırılışından söz ederek buyurdu ki; "Kişi uykusuna dalar ve emanet de kalbinden alınır." Bu Hadîs-i şerîf bütünüyle Bakara Sûresinin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/7. âyet, 5- baslıkta). İbn Mâce rivâyet ediyor: Bize Muhammed b. el-Mûsaffâ anlattı, bize Muhammed b. Harb, Saîd b. Sinan'dan anlattı, Said bize Ebû ez-Zâhiriyye'den o Ebû Şecere Kesir b. Murre'den, o İbn Ömer'den naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak aziz ve celil olan Allah bir kulu helâk etmek istedi mî ondan hayayı çekip alır. Ondan hayayı çekip aldı mı, artık sen onun ancak buğzeden ve buğzedilen kimse olduğunu görürsün. Sen onu ancak buğzeden ve buğzedilen olarak gördün mü, artık emanet de ondan çekilip alınır. Emanet ondan çekilip alındı mı, sen onun ancak hain ve hainlik yapan olarak bilinen bir kimse olduğunu görürsün. Bu şekilde onun hain ve hainlik yaptığı bilinen bir kimse olarak gördün mü, artık rahmet de ondan çekilip alınır. Bu sefer sen onu ancak koğulmuş ve lanete uğramış olarak görürsün, Onu koğulmuş ve lanete uğramış olarak da gördün mü, bu sefer İslâm'ın boyunduruğu ondan çekilip alınır." Yine Bakara Sûresi'nde Hazret-i Peygamber'in: "Sana emanet verene emanetini tastamam öde ve sana hainlik edene sen hainlik etme" âyetinin ne anlama geldiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Bu Âyet-i Kerîme Kitap Ekli İçin Bir Övgü müdür? Bu kanaate sahip olanların aksine -bu âyeti kerimeden kitap ehli'nin bir bölümünün olsun, âdil olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü müslümanların fasıkları arasında bile emanetleri tastamam yerine getiren, pek çok mala karşı güvenilir olan, bununla birlikte de bundan dolayı yine de adaletli sayılmayan kimseler bulunabilmektedir. Çünkü adaletin ve şehadetin yolu için karşılıklı ilişkiler ve malda emanetin gereğini yerine getirmek yeterli değildir. Nitekim kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" dediklerine dikkat etmemiz gerekir. Peki, bizim mallarımızın, namusumuzun kendisi için bir vebal olmaksızın mubah olduğuna inanan bir kimse nasıl adaletli olabilir, nasal adil olduğu söylenebilir? Şayet onların adaletli kabul edilmeleri için bu kadarı yeterli olsaydı onların müslümanların aleyhindeki şahitliklerinin kabul edilmesi gerekirdi. 6- Kitap Ehlinin Emanete Riâyet Etmeme Gerekçeleri: Yüce Allah'ın: "Bu, onların" yanı yahudilerin "ummîlere karşı bize bir sorumluluk yoktur, demelerindendir-" Denildiğine göre yahudiler müslümanlarla alışveriş yaptıklarında: Bizim ümmiler hakkında aleyhimize bir yol yoktur -yani onlara zulmetmemizde bir vebal olmaz.- Çünkü onlar bize muhalefet ediyorlar, diyorlardı. Hatta bunun Kitaplarında bulunduğunu dahi iddia ediyorlardı. Yüce Allah da onları yalanladı ve onların sözlerini reddederek (bir sonraki âyette) "Hayır," diye buyurdu. Yalan söylemeleri ve müslümanların mallarını helâl kabul etmeleri dolayısıyla onların aleyhlerine bir yol var." Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Burada ("Hayır" anlamına gelen: "belâ" âyetiyle) söz tamamlanmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa..." diye buyurmaktadır. Denildiğine göre; yahudiler bedevî Araplardan bazı mallar borç almışlardı. Bu hak sahipleri İslâm'a girince yahudiler: Sizin bizden bir alacağınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terketüniz. O bakımdan bizden alacaklarınız da düştü, dediler ve Tevrat'ın hükmünün de böyle olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine yüce Allah: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" şeklindeki sözlerini reddetmek üzere "hayır" diye buyurmaktadır. Yani durum sizin dediğiniz gibi değildir. Daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: "Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa, şirkten uzak durursa artık o kimse yalancılardan olmaz, aksine Allah ve Rasûlü onu sever," diye buyurmaktadır. Adamın birisi İbn Abbâs'a: Biz kasten zimmet ehli mallarından bir tavuk, bir koyun alır ve bu konuda bizim için bir sakınca yoktur, deriz. İbn Abbâs ona şöyle der: Bu kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerine benzer. Şunu bilin ki zımmîler cizyeyi ödedikleri takdirde gönülleri hoşluğu ile olmadığı sürece malları size helâl olmaz. Bunu Abdurrezzak, Ma'mer'den o Ebû İshak el-Hemdanîden o Sa'saa'dan: Adamın birisi İbn Abbâs'a dedi... diyerek zikretmektedir. 8- Bile Bile Allah'a Karşı Yalan Söylemek: Yüce Allah'ın: "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" âyeti, kafirin, şehadeti kabul edilebilecek bir konuma getirilmeyeceğini göstermektedir. Çünkü yüce Allah, kâfirleri çok yalancı olmakla nitelendirmiştir. Ayrıca bu âyet, Allah'ın haram ve helâl kıldığından başka şeyleri haram ve helâl kılarak bunu şeriatın bir bölümü gibi kabul eden kâfirlere bir red de ihtiva etmektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Bundan da şu çıkar: Delile dayalı olmaksızın istihsân ile hükmedenin bu kanaati red olunur. Bununla beraber ben kıble ehlinden herhangi bir kimsenin böyle birşey söylediğini de bilmiyorum. Haberde nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cahlllye döneminde olup da şu ayaklarımın altında olmayan hiçbir şey yoktur. Bundan emanet müstesnadır. Çünkü emanet iyi olana da kötü olana da eksiksiz olarak " 76Hayır! Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. "Kim" âyeti mübtedâ olmak üzere merfudur ve şart edatıdır. "Yerine getirir" kelimesi ise cezm mahallindedir. "Sakınırsa" âyeti de ona atfedilmiştir. Yani kim Allah'tan korkar, yalan söylemez ve kendisine haram kılınanları helâl kabul etmezse "şüphe yok ki Allah sakınanları" bu şekilde davranan kimseleri "sever." Yüce Allah'ın velilerini, dostlarını sevmesinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Yine yüce Allah'ın: "Ahdini" âyetindeki zamir yüce Allah’a racidir. Yüce Allah lâfzı ise: "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" âyetinde geçmiş idi. (Dolayısıyla zamir ona râci olabilir). Bunun emaneti ödeyen, küfürden, hainlikten ve ahdi bozmaktan sakınan kimseye ait olması da mümkündür. "Ahd" ise faile ve mef'ûle de izafe olunabilen bir mastardır. 77Allah'ın ahdîni ve kendi yeminlerini az bir pahaya değişenlerin âhirette hiçbir payı yoktur. Allah Kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elim bir azap vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Hadis İmâmları el-Eş'as b. Kays'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Benimle yahudilerden bir adam arasında (ortak) bir arazi vardı. O benim o arazideki hakkımı inkâr etti. Ben de onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna götürdüm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana: "Senin herhangi bir delilin var mı?" diye sûrdu. Ben: Hayır, dedim. Bu sefer yahudiye: "(Arazide hakkım olmadığına dair) yemin et!" diye buyurdu, Ben: O vakit yemin eder ve benim malımı alıp götürür, deyince, yüce Allah: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir pahaya değişenlerin..." âyetini âyetin sonuna kadar indirdi. Yine hadis İmâmlarının Ebû Umame'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim yeminiyle müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah onun için cehennemi vacip kılar ve cenneti de ona haram kılar." Ona bir adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu önemsiz birşey olsa dahi böyle midir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (misvak) ağacından bir küçük çubuk olsun, " Bakara Sûresi'nde (2/174. âyette) de yüce Allah'ın: "Allah Kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz" âyetine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 2- Hakimin Hükmü Helâl Olmayan Birşeyi Gerçekte Helâl Kılar mı? Bu âyet-i kerîme ile Hadîs-i şerîfler, hakimin hükmünün, lehine hüküm verilen kimse bu hükmün batıl olduğunu biliyor ise, zahiren verilen hüküm ile o malı lehine hüküm verilene batınen de helâl kılmayacağını göstermektedir. Hadis İmâmları Ummu Seleme'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizler benim huzurumda davalaşıyorsunuz. Ben bir insanım. Belki sizden herhangi bir kimse kendi delilini diğerinden daha güzel bir şekilde açıklayabilir Ben de sizden işittiğime uygun olarak aranızda hüküm veririm. Her kime kardeşinin hakkından birşeyin verilmesine hüküm verecek olursam onu almasın. Çünkü ben bu hükmüm ile ona cehennemden bir parça kesip veriyorum ki o Kıyâmet gününde bunu getirip gelecektir." Bu hususta İmâmlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda çelişkili iddiada bulunarak aşırıya giden Ebû Hanîfe olup o şöyle der: Batıl şahitliğe mebni olan hakimin hükmü kendisi için haram kılınmış bulunan ferci (yanı kadını) helâl kılar. Nitekim Bakara Sûresi'nde (2/188. âyet 3, başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hanîfe'nin iddiasına göre iki yalancı şahit bir adamın aleyhine hanımını boşadığına dair şahitlikte bulunsa ve hakim de bu İki şahidin şahitliğine göre hüküm verecek olsa, artık o kadın, meselenin batıl olduğunu bilenlerden olup kendisiyle evlenen kimseye dahi helâl olur. Bu, açık ve sahih hadisten yüzçevirmesi dolayısıyla onun çirkin bir iş yaptığı ve böylelikle malları koruma altına alırken, fasid hükümlerle bunların mubah olmayacağı görüşüne rağmen Fercleri (namusları) böyle bir şeye karşı korumaması dolayısıyla ayıplanmış bulunmaktadır. Halbuki ferclerin gereken şekilde korunmaları ve bu hususta ihtiyatlı olmak, daha uygundur. Yüce Allah'ın izniyle Hân âyetinde (en-Nûr, 24/6-10. âyetler) onun bu sözünün tutarsız olduğuna dair açıklamalar gelecektir. 78Onlardan bir gurüh vardır ki kitaptan zannedesiniz diye kitapla dillerini eğip bükerler. Halbuki o kitaptan değildir. "O Allah katındandır" derler. Halbuki o Allah katından değildir. Allah adına bile bile yalan söylerler. Bununla yahudilerden bir kesim kastedilmektedir: ".. Kitapla dillerini eğip bükerler" âyetinde Ebû Cafer ve Şeybe çokluk ifade etmek üzere; "Çokça eğip bükerler" diye okumaktadır. Yani onlar sözleri tahrif ederler ve bu yolla maksattan uzaklaşırlar. Eğip bükmek, meyletmek anlamındadır. Eliyle büktü ve başıyla büktü ifadeleri İçin yine bu fiil kullanılır. Yüce Allah'ın: "Dillerini eğip bükerek" (en-Nisâ, 4/46) âyetinden kasıf, hakka karşı inat ile ve hakkı bırakıp başkasına yönelerek... anlamındadır. Diğer taraftan: "Kimseye dönüp bakmıyordunuz" (Âl-i İmrân, 3/153) âyeti de kimseye doğru yönelmiyordunuz bile anlamındadır. Birisine doğru yönelip orada ikamet ettiğin vakit; denilir. Borcu, sallallahü aleyhi ve sellemsaklamak anlamına da; (ayni kökten olmak üzere): "el-Leyy" denilir. Şair (bu anlamı ifade etmek üzere) der ki: "Ben bunu daha önceden Hassan'a borç vermiştim; İflas etmek ve borcumun sallallahü aleyhi ve sellemsaklanması korkusuyla; O aslı da ayn'ı da satmayı iyi becerir." Şair Zu'r-Rimme de der ki: "Senin hiç ihtiyacın almayıp zengin olmana rağmen, benim alacağımı sallallahü aleyhi ve sellemsaklamak istiyorsun Ey kemer kuşanmış kimse! Güzel bir şekilde borcumu öde!" Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten olmak üzere): "Varlıklı olanın borcunu sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması (leyy), ırzını (haysiyetine dokunacak davranışlara maruz kalmayı) ve cezalandırılmasını helâl kılar" buyurulmaktadır. Elsine (diUer) kelimesi tekilini müzekker kabul edene göre "UsâiTın çoğuludur; müennes kabul edene göre ise çoğulu "elsun" ...diye gelir. 79Hiçbir İnsana yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin. Fakat: "Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbaniler olun" (der), "Yakışmaz" olmaması gerekir, anlamındadır. Nitekim yüce Allah'ın: "Yanlışlıkla olması müstesna bir mü’minin, bir mü’mini öldürmesi yakışmaz" (en-Nisâ, 4/92); "Allah'ın herhangi bir evlat edinmesi yakışmaz" (Meryem, 19/35); "Bizim böyle bir söz söylememiz bize yakışmaz" (en-Nûr, 24/16) âyetinde olduğu gibi. Bütün bunlarda "yakışmaz" ve "gerekmez" anlamlan vardır. "Beşer" kelimesi tek kişi için de kullanılır, çoğul için de kullanılır. Çünkü bu kelime masdar ayarındadır. Burada "beşeriden kasıt, ed-Dahhâk ile es-Süddî'nin görüşüne göre Hazret-i Îsa'dır. Kitap'tan kasıt, Kur’ân-ı Kerîm'dir, Hüküm'den kasıt ise, ilim ve kavrayıştır. Aynı şekilde ahkâm (hükümler) demek olduğu da söylenmiştir. Yani şanı yüce Allah, yalancıları peygamberlik için seçmez. Eğer herhangi bir insan böyle birşey yapmaya kalkışacak olursa, yüce Allah ondan peygamberliğin mucize ve alâmetlerini geri alır. "Sonra., desin" kelimesinin mansub olması, Ona vermesi" ile "Desin" kelimeleri arasındaki ortaklık dolayısıyladır. Yani bir peygamber için, hem peygamberliğin verilmesi, hem de: "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demesi, bir arada bulunur şey değildir, "Fakat: Rabbani olun" yani, fakat o peygamberin insanlara rabbani olun, demesi yakışır. Denildiğine göre bu âyet-î kerîme Necran hıristiyanları hakkında nazil olmuştur. Aynı şekilde sûrenin tümünün, yüce Allah'ın: "Hani sen erkenden mü’minleri Savaşmaya elverişli yerlerde yetiştirmek üzere ailenin yanından ayrılmıştın" (Âl-i İmrân, 3/121) âyetine kadar olan bölümünün nüzul sebebinin Necran hıristiyanları olduğu rivâyet edilmiştir. Fakat onlarîa birlikte yahudiler de sözkonusu edilmektedir. Çünkü yahudiler de hıristiyanların inkâr ve inadının aynısını göstermişlerdir. "er-Rabbâniyyûn: Rabbaniler" kelimesinin tekili "rab"e nisbet olunan anlamında; "rabbani" kelimesidir. Rabbânî ise insanlara büyük hususlardan önce bilginin küçük hususlarını öğreterek terbiye eden, eğiten kimse demektir. Adeia o işleri kolaylaştırmak hususunda rabbe uyuyor gibidir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Kimi müfessir de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı "rabbî"dir. Mübalağalı bir anlam ifade etmek üzere araya "elif" ile "nün" harfleri sokulmuştur. Nitekim sakalı büyük olan kimseye "lihyanı", perçemi büyük olana "cummânî", boynu kalın olana "rakdânî" denilmesi gibi. el-Müberred de der ki; Rabbaniler ilim erbabı demektir. Bunun tekili "rabbân" ...diye gelir. Arapların, bir kimsenin işini çekip çevirip düzelten kimseye; dan "rabbân: çekip çeviren" demeleri gibi- Buna göre "rabbaniler"' insanların işlerini çekip çeviren ve ıslah edip düzelten kimseler demektir. "Elif" ile "nün" harfleri ise tıpkı "reyyân ve atsan (suya kanmış ve susuz)" dedikleri gibi mübalağa için gelmiştir. Daha sonra da nisbet ifade etmek üzere "yâ" harfi ilave edilmiştir. Tıpkı lihyâriî, rakabânî ve cummanî denildiği gibi. Şair de der ki: "Ben havada rehin alınmış olsam dahi; Oradan söz (hadis) ile rabbânî âlimlerim beni indirir." Buna göre rabbânî demek, ilmiyle amil olan, Rabbin dinini bilen kimse demektir. Çünkü eğer ilmiyle amil değilse zaten alim olamaz. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Ebû Reîn de der ki: Rabbânî, alim ve hakim kimse demektir. Şu'be, Âsım'dan o Zir'den o Abdullah b. Mes'ûd'dan "Fakat rabbaniler olunuz" âyeti hakkında; "yani hükemâ ve ulemâ olunuz" dediğini nakletmektedir. İbn Cübeyr ise, takva sahibi hakimler olunuz, diye açıklarken, ed-Dahhâk da şöyle demektedir: Hiçbir kimsenin gücü yettiğince Kur'ân'ı ezberlemeyi bırakmaması gerekir. Çünkü yüce Allah: "Rabbânî olun" diye buyurmuştur. İbn Zeyd de der ki: Rabbanilerden kasıt yöneticiler, ahbâr'dan kasıt ise ilim adamlarıdır. Mücâhid de der ki: Rabbaniler ahbârdan daha üstündürler. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü ahbâr dediklerimiz ilim adamlarının kendileridir. İlim ile birlikte siyaset ve idarede basireti bir arada bulunduran anlamıyla "rabbani" kelimesi, Arapların bir işi düzeltip onu yönetmesini anlatmak üzere kullandıkları ifade olan: "İnsanların işlerini idare etti" tabirinden alınmıştır. Böyle bir kimseye de çokluk ifade etmek üzere: "Râbb ve rabbâm" denilir. Ebû Ubeyde der ki: Ben bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Rabbânî helâli, haramı, emri, yasağı bilen, ümmetin haberlerini, olmuşu ve olanı bilen kimse demektir, İbn Abbâs'ın vefat ettiği gün de Muhammed b. el-Hanefîyye şöyle demişti: "İşte bugün bu ümmetin rabbânîsi Öldü." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir; "Erkek olsun dişi olsun hür ya da köle olsun her bir mü’minin Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm öğrenmesi ve dininde fakîh olması (yeterli bilgi sahibi olması) onun için bir görevdir." Hazret-i Peygamber daha sonra: "Fakat, Kitabı okuyup öğrettiğinize göre rabbânî olun" âyetini okudu. Bunu İbn Abbâs rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Fakat Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbânî olun" âyetine gelince; bu âyetteki; "Öğrettiğinize" kelimesini Ebû Amr ile Medineliler "den hafif şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebû Hâtim de bu kıraati tercih etmiştir. Ebû Amr der ki: Bu kıraati doğrulayan şey (âyet-i kerîmenin sonraki bölümünde gelen): kelimesinin şeddesiz gelerek, şeddeli olarak tedristen şeklinde gelmesidir. Buna karşılık, İbn Âmir ile Kûfeliler bu kelimeyi 'ta'lim'den şeddeli olarak diye okumuştur. Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmekte olup der ki: Çünkü bu okuyuş, hem "bilirsiniz, hem de öğretirsiniz" kelimelerinin anlamını bir arada ifade etmektedir. Mekkî der ki: Şeddeli olarak daha belağatlidir. Çünkü her bir muallim (öğretici) aynı zamanda bilen bir kimse olmak anlamında (âlim)dir. Fakat birşeyler bilen herkes muallim olamaz. O bakımdan bu kelimenin şeddeli okunuşu, hem ilme hem de ta'lime (ilim öğretmeye) delâlet etmektedir. Şeddesiz okuyuş ise, yalnızca bilmeye delâlet etmektedir. Ta'lim (öğretmek.) ise daha beliğ ve daha çok övücü bir sıfattır. Böyle olmayan bir kelime ise, yermek için kullanıldığa takdirde, daha beliğ olur, Şeddesiz okuyuşu tercih edenler İbn Mes'ûd'un: "Rabbaniler olunuz" âyetini; hükemâ ve ulema olunuz, diye açıklamasını delil gösterirler. O bakımdan burada sizler öğretmeniz dolayısıyla fukahâ, hukemâ ve ulemâ olunuz, denilmiş olması uzak bir ihtimaldir, el-Hasen der ki: İlminiz dolayısıyla sizler hükemâ ve ulemâ olunuz, demektir. Ebû Hayve ise; diye okumuştur. Mücâhid de; "Öğrenmekte olduğunuz" anlamında olmak üzere, "te" harfini üstün, "lâm"ı da şeddeli olarak şeklinde okumuştur. 80Size melekleri ve peygamberleri rab edinmenizi de emretmez. Müslüman olduktan sonra size İnkâr etmeyi mi emredecek? İbn Âmir, Âsım ve Hamza ("emretmez" anlamındaki âyeti) Versin de" âyetine atfolmak üzere mansûb okumuşlardır. Yahudilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Ey Muhammed, sen bizim seni rab edinmemizi mi istiyorsun?" deyip yüce Allah'ın: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de.... size melekleri... de emretmez" âyetlerinın nazil olmuş olması, bunu pekiştirmektedir. Ayrıca bunda "beşer"e giden bir zamir de vardır. Yani insanlar da size bunu emretmez. Burada "insan"-dan kasıt ise, Hazret-i Îsa ile Hazret-i Üzeyr'dir. Diğerleri ise bu kelimeyi yeni bir cümle ve önceki buyruklarla ilişkisi olmaksızın ref ve kat" ile: diye okumuşlardır. Ayrıca burda, Allah'ın adına râci bir Zamir de vardır. Yani yüce Allah sizlere melekleri... rab edinmenizi de emretmez anlamındadır. Bu okuyuşu pekiştiren şey ise Abdullah b. Mesud'un Mushafında: Asla size emretmez" şeklindeki okuyuştur. Bu da cümlenin yeni bir cümle olduğunu göstermektedir. Yine burada da zamir yüce Allah'a aittir. Bunu da Mekkî zikretmiş, Sîbeveyh ve ez-Zeccâc da bu görüşü İfade etmişlerdir. İbn Cüreyc ve bir topluluk ise şöyle demektedir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sizlere...- emretmez, anlamındadır. Bu aynı zamanda Ebû Amr, el-Kisaî ve Haremeyn halkının kıraatidir. "Rabler edinmenizi" yani melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi emretmez. Bu kusur, hıristiyanlarda vardı. Onlar peygamberleri ve melekleri kendilerine rab edinecek derecede ta'zim ederler. "Müslüman olduktan sonra size inkâr etmeyi mi emredecek?" Bu soru, böyle bir şeyi inkâr ve taaccüb anlamındadır. Yüce Allah peygamberlere, insanları kendilerini Ilâlı edinecek şekilde, kendilerine kut edinmeyi haram kılmıştır. Fakat diğer insanlara da peygamberlere saygı göstermeyi emretmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da şöyle buyurduğu variddir: "Sizden herhangi bir kimse: Benim kulum, benim cariyem demesin. Bunun yerine: Benim delikanlım, benim kızım, desin. Sizden herhangi bir kimse: Rabbim demesin, efendim desin." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah'ın: "Rabbinin (efendinin) yanında beni an" (Yusuf, 12/42) âyeti yer almaktadır ki, yüce Allah'ın izniyle orada bu hususa dair açıklamalar gelecektir. 81Hani Allah peygamberlerden: "Yemin olsun ki size Kitabı ve hikmeti verdim. Sonra da size yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve ona yardım edeceksiniz" diye söz almış ve "İkrar edip de kabul ettiniz mi?" buyurmuştu. Onlar da: "İkrar ettik" demişlerdi, "Öyleyse şahid olun; ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim" diye buyurmuştu. Denediğine göre; yüce Allah peygamberlerden, birbirlerini tasdik edip doğrulamak, birbirlerine imanı emretmek üzere söz almıştır, işte doğrulamak suretiyle yardımcı olmanın anlamı budur. Saîd b. Cübeyr, Katâde, Tavus, es-Süddî ve el-Hasen'in görüşü de budur, âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Tavus der ki: Allah ilk mîsâkı peygamberlerden, her birinin ötekinin getirdiğini tasdik etmesi üzere almıştır. İbn Mes’ûd: " Hanı Allah kendilerine kitap verilenlerden .... söz almıştı.., diye okumuştur. el-Kisaî der ki: Bunun: "Hani Allah peygamberlerden misak almıştı" âyetinin "Hani Allah peygamberlerle birlikte olanlardan söz almıştı" anlamında olması da mümkündür, Basralılar der ki: Allah, peygamberlerden mîsâk aldığında, kendileriyle birlikte olanlardan da mîsâk almış demektir. Çünkü onlar da peygamberlere uymuş ve peygamberleri tasdik etmişlerdir. Yüce Allah'ın: âyetindeki anlamındadır. Sîbeveyh der ki: Ben, Halil b. Ahmed'e yüce Allah'ın: "Hani Allah peygamberlerden; Yemin olsun ki size Kitabı ve hikmeti verdim..." âyetine dair soru sordum bana: edatı anlamındadır, dedi. en-Nehhâs der ki: Halil'in bu açıklamasına göre bu ifade; " Size verdiğim o kitaba" takdirindedir Daha sonra ismin uzunluğu dolayısıyla (o anlamına gelen.) "he" zamiri hazfedilmiştir. Ayrıca "ki" edatı mübteda olmak üzere merfudur. Onun haberi de "Kitap ve hikmet" kelimeleri olur. de cinsin beyanı için olur. Bu ise bir kimsenin: Şüphesiz Zeyd senden daha faziletlidir, demesine benzer. Aynı zamanda bu, el-Ahfeş'in de görüşüdür ve buna göre bu "lâm" ibtidâ (başlangıç) Hlâm"ıdir. el-Mehdevî der ki: Yüce Allah'ın: "Onlara yanınızda olanı,., geldiğinde" âyeti ve ondan sonrakiler, sılaya atfedilmiş bir cümledir. Bu cümledeki mevsûl isme ait olan zamir ise hazfedilmiştir. İfade; Sonra da size onu doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde... takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Sonra da size yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve ona yardım edeceksiniz" âyetinde Hazret-i Ali ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüma)'ın görüşüne göre sözü geçen peygamberden kasıt, Allah'ın Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Lâfız her ne kadar nekre (belirtisiz) ise de yapılan işaret muayyen bir kişiyedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah bir kasabayı örnek olarak verdi. Orası korkudan yana güvenlik ve huzur içerisindeydi... Yemin olsun onlara aralarından bir peygamber geldi de onu yalanladılar..." (en-Nahl, 16/112-113) Yüce Allah bütün peygamberlerden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmelerine, ona yetiştikleri takdirde yardımcı olacaklarına dair söz almış ve bu şekilde ümmetlerinden de söz almalarım emretmiştir. Yüce Allah'ın: "Mutlaka ona inanacak..." âyetinin başındaki "lâm" harfi mîsâk almaktan ibaret olan kasemin (yeminin) cevabıdır. Çünkü mîsâk almak, yemin ettirmek ayarındadır. Bu da konuşma esnasında: "Ben senden mutlaka şu işi yapacaksın diye misak aldım" demeye benzer ve burada: Ben sana yemin ettiriyorum, demek gibidir, Kasem ile cevabı arasına İleride geleceği üzerek İbn Kesîrin kıraatinde,ın başındaki harfî-i cer olur Mâm" ile kasem ile cevabı birbirinden ayrılmıştır. Ancak bu "lâm"ı üstün okuyan İse, mîsâk almaktan ibaret olan kasemi telakki eden (karşılayan) "lâm" olarak kabul eder. "Mutlaka ona inanacak" âyetinin başındaki "lâm" ise hazfedilmiş bir kasemin cevabıdır. Yani, Allah'a yemin olsun ki mutlaka ona inanacaksınız, takdirindedir. el-Muberred, el-Kisaî ve ez-Zeccâc der ki: edatı şart edatıdır. nin başına geldiği gibi; bunun da başına tahkik için "lâm" gelmiştir. Anlamı da şöyle olur: Size her bir kitap verdikçe muhakkak... Buna göre; nasb mahallinde, "Size verdikçe" cezm mahallinde; "Sonra size gelirse..." de ona atfedilmiş olur. "Mutlaka ona inanacak" âyetinin başında yer alan "lâm" harfi aynı zamanda cezanın (şartın cevabının) da cevabıdır. (Bu yönüyle) yüce Allah'ın: " Ve eğer biz istersek mutlaka.... gideririz" (el-İsra, 17/86) âyetine ve buna benzer diğer âyetlere benzemektedir. el-Kisaî der ki; "Mutlaka ona îman edeceksiniz" âyeti kasem için bir imaddır; o bakımdan sözün birinci bölümüne bitişiktir. Şartın cevabının cevabı ise yüce Allah'ın (bir sonraki âyet-i kerimede gelen): "Artık kim bundan sonra dönerse,,." âyetidir. Böyle bir açıklamaya göre ayrıca bir aidi takdire gerek yoktur. Kûfeliler ise "lâm" harfini esreli olarak diye okurlar. Burada da "lâm" aynı zamanda Ki... anlamındadır ve; Aldı'ya mütaallaktır. Yani, Allah onlardan kendilerine vermiş olduğu Kitap ve hikmet sebebiyle misaklarını almış, sonra eğer size beraberinizde bulunanı doğrulayıcı bir peygamber gelecek olursa bu sözden sonra mutlaka ona îman edeceksiniz (diye söz almıştır). Çünkü misak almak az önce de geçtiği gibi, yemin ettirmek anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyde'nin bu hususta güzel bir açıklaması vardır. O der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Hani Allah kendilerine kitap verilenlerin mîsâkını, size vermiş olduğum Tevrat sebebiyle mutlaka ona îman edeceksiniz, diye almıştı. Bu sözde hazf bulunduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı şöyledir: Hani Allah peygamberlerden size gelen Kitap ve hikmeti mutlaka insanlara öğreteceksiniz ve insanlardan da îman etmelerine dair mutlaka söz alacaksınız, diye misak almıştı. Burada hazf bulunduğuna da: "İkrar edip de ahdîmi kabul ettiniz mi" âyeti delalet etmektedir. Bir diğer görüşe göre esreli olarak okuyanların okuyuşuna göre bu edat, "lâm"; Sonra, anlamındadır. Yani; ben size Kitap ve hikmeti verdikten sonra ona mutlaka inanacaksınız, anlamında olur. Nitekim Nâbiğa şöyle demektedir: "Ben ona ait alâmetleri tesbite çalıştım ve sonunda onu tamdım Altı yıl geçtikten sonra ve bu yıl da yedincidir." "Altı yıl sonra" anlamındadır. Saîd b. Cübeyr ise bunu; şeklinde şeddeli olarak okumuştur. "Vereceğim zaman" anlamında olur. Bunun aslının şeddesiz olma ihtimali de vardır. Yahut ın fazladan İlave edilmesini gerekli görenlerin görüşüne göre; bu edat ilave edilmiş ve böylelikle haline gelmiştir. Daha sonra "nün" harfi idgam dolayısıyla mim'e kalbedilmiş olur. Bu durumda üç tane mim bir araya gelmiş olur. Bunlardan birincisi söyleyiş hafif olsun diye hazfedilmiştir. Medıneliler ise ta'zim anlamı ifade etmek üzere; Size verdik, şeklinde diğerleri ise tekil olarak Size verdim, diye okumuşlardır. Diğer taraftan, bütün peygamberlere değil de peygamberlerin bir kısmına kitap verilmiştir. Şu kadar var ki kitap verilenler için tağlîb sözkonusudur. Maksat da bütün peygamberlerden söz alınmış olmasıdır. Kendilerine kitap verilmemiş olan peygamberler de kitap verilmiş hükmündedirler. Çünkü onlara da hüküm ve peygamberlik verilmiştir. Yine kendilerine kitap verilmeyen peygamberler de kendilerinden önceki peygamberin kitabı gereğince hüküm vermekle emrolunmuşlardır. O bakımdan onlar da kendilerine kitap verilenlerin kapsamına girer. Yüce Allah'ın: "İkrar edip ahdîmi kabul ettiniz mi? buyurmuştu. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Öyleyse şâhid olun! Ben de sizinle beraber şahidlerdenim, diye buyurmuştu" âyetinde yer alan: İkrar ettiniz mi?" lâfzı, "ikrar etmek, kabul etmek"ten gelir. AhidH anlamında olup her iki şekilde de söylenir. Bu kelime sözlükte ağırlık anlamına gelir. Ahid'e bu adın veriliş sebebi ise; onun alıkoymak ve işi ağırlaştırıp sıkı tutmak anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır. "Öyleyse şahit olun" İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bilin anlamındadır. ez-Zeccâc ise; açıklayın demektirf der. Çünkü şahit davacının davasını doğrulayan kimsedir. Anlamının; sizler hem kendinize hem de size tabi olanlara karşı şahitlik edin, şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Ben de sizinle beraber" size ve onlara karşı "şahitlerdenim." Said b. el-Müseyyeb der ki: Yüce Allah meleklere: Onlara şahitlik edin, diye buyurdu; şeklinde açıklamıştır, O takdirde bu kendisinden söz edilmeyen hakkında dolaylı bir anlatım olur. 82Artık bundan sonra kim dönerse onlar fâsıklardır. Bu âyetteki; "Men: Kim," şarttır. Peygamberlerin ümmetlerinden sözün alınışından sonra kim imandan dönecek olursa; "onlar fâsıklardır"; yani imanın dışına çıkan kimselerdir. Fasık dışarıya çıkan kimse demek olup; buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/26. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 83Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir. Âyetin tefsiri için bak:84 84De ki: "Allah'a îman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'e, Yakub'a ve Esbâf’a İndirilenlere, Mûsa'ya, Îsa'ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere de îman ettik. Onların hiçbirinin arasında fark gözetmeyiz ve biz O'na teslim olanlarız." Yüce Allah'ın; "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" âyeti ile ilgili olarak el-Kelbî der ki: Ka'b b. el-Eşref ile arkadaşları hıristiyanlada birlikte, anlaşmazlıkları hakkında hüküm vermek üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanına geldiler ve şöyle dediler: Bizden hangimiz İbrahim dinine daha lâyıktır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her iki kesiminiz de onun dininden uzaktır" deyince onlar: Hayır biz senin verdiğin bu hükme razı olmuyoruz ve senin dinini de kabul etmiyoruz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın; "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar" yani istiyorlar âyeti nazil oldu. Buradaki: "Başka" kelimesi "arıyorlar" ile nasbedilmiştir. Yani, onlar Allah'ın dininden başkasını(mı) arıyorlar. Ebû Amr ise yalnız başına; Arıyorlar" diye gaibten haber vermek üzere "ya"lı, buna karşılık: "Ona döndürüleceksiniz" âyetinde de muhatab te'si ile okumuş ve şöyle demiştir: "Çünkü birincisi hastır, ikincisi ise geneldir." O bakımdan anlam itibariyle aralarındaki fark dolayısıyla farklı okumuştur. Hafs ve başkaları ise her iki fiili de; Arıyorlar, döndürüleceklerdir” diye okumuşlardır. Çünkü bundan önce: "Onlar fâsıklardır" diye buyurulmuştur. Diğerleri ise her iki fiili de muhatab olmak üzere harfiyle okumuşlardır. (Anlamı da şöyle olur: Arıyorsunuz, döndürüleceksiniz). Çünkü yüce Allah (daha önceden): "Yemin olsun ki size kitabı ve hikmeti verdik" diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Oysa... O'na teslim olmuştur" yani O'na teslimiyet göstermiş, boyun eğmiş, zillet ve itaatini arzetmiştir. Bütün mahlukat, boyun eğmiş ve teslimiyet göstermiştir. Çünkü bütün yaratıklar güçlerinin dışına çıkamayacak bir şekilde yaratılmışlardır. Katâde der ki: Mü’min kimse isteyerek teslim olur (İslâm'a girer) kâfir ise öleceği vakit istemeyerek îslâm'a girer, bunun ise ona bir faydası yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat Bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi." (el-Mü’min, 40/85) Mücâhid der ki: Kâfirin istemeyerek İslâm olması Allah'tan başkasına secde etmesiyle ve gölgesinin de Allah'a secde etmesiyle olur: "Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin zilletle ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl, 16/48); "Göklerde ve yerde bulunanların kendileri ve gölgeleri isteyerek istemeyerek sabah akşam Allah'a secde ederler." (er Radıyallahü anh'd, 13/15) Bir diğer görüşe göre anlamı şöyledir: Yüce Allah mahlukatı onlardan, yerine getirmelerini istediği şeylere elverişli bir yapıda yaratmıştır. Kimisi güzel, kimisi çirkin, kimisi uzun, kimisi kısa, kimisi sağlıklı, kimisi hastadır. Hepsi de zorunlu olarak O'nun emrine boyun eğerler. Sağlıklı olan itaatle ve buna severek boyun eğer, hastalıklı olan da yine itaat etmekte boyun eğmektedîr, Bunu hoş görmese dahi. İsteyerek (tav'an) boyun eğmek, kolaylıkla tabi olup uymak demektir. İstemeyerek (kerhen) ise, zorlukla ve içten kabul etmeyerek olan itaattir. "İster İstemez" kelimeleri hal konumunda iki masdardır. isteyenler olarak ve istemeyenler olarak, demektir. Rivâyet edildiğine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur" âyeti hakkında şöyle buyurdu: Melekler Semada Ensâr ve Abdulkays da yeryüzünde O'na itaat ettiler." Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ashabıma sövmeyiniz, çünkü benim ashabım Allah'tan korkarak İslâm'a girdiler, Sair insanlar ise kılıç korkusuyla İslâm'a girdiler." İkrime der ki: "İster" âyeti tartışmaksızın teslim olan; "istemez" âyeti ise karşılaştığı delilin kendisini tevhidi kabul etmek zorunda bıraktığı kimse hakkındadır Buna yüce Allah'ın şu buyrukları delildir: "Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan elbette ki «Allah» diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87); "Eğer onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ay'ı kim emrinize verdi, diye sorsan onlar elbette «Allah» diyeceklerdir." (el-Ankebut, 29/63.) el-Hasen der ki: Bu âyet genel olmakla birlikte anlamı özeldir Yine ondan gelen rivâyete göre: "Oysa göklerde olanlar O'na teslim olmuştur" âyetinde söz tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Yer de ister istemez (O'na teslim olmuştur)" diye buyurmuştur. istemeyerek teslim olan münafık olandır. Amelinin kendisine bir faydası yoktur. "İster istemez" kelimeleri hal mahallinde iki masdardır. Mücâhid'in İbn Abbâs'tan nakline göre o şöyle demiştir: Herhangi birinizin bineği kendisine zorluk çıkartır yahut da serkeşlik edecek olursa kulağına şu: "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister İstemez O'na teslim olmuştur..." âyetini sonuna kadar okusun. 85Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır. "Başka" kelimesi, "Ararsa" kelimesinin mef'ûlu, "(ba): Din" kelimesi de temyiz olmak üzere nasbedilmiştir. Bununla birlikte, "Ararsa" kelimesi ile nasbedilmesi, diğer taraftan "Başka" kelimesinin de "din"den hal olmak üzere mansub olması da mümkündür. Mücâhid ve es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme el-Cülâs b. Süveyd'in kardeşi el-Haris b. Süveyd hakkında nazil olmuştur. Ensardan bir kimseydi. Oniki kişi ile birlikte İslâm'dan döndü ve bunlar kâfir olarak Mekke'ye gidip sığındılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Daha sonra kardeşine mektup yazarak tevbe etmek istediğini bildirdi. Aynı zamanda bu İbn Abbâs'tan ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs der ki: Bu âyetlerin nüzulünden sonra (Haris) tekrar İslâm'a girmiştir. "O, âhirette en büyük zarara uğrayanlardandır," Hişam der ki: Yani o âhirette hüsrana uğrayan kimselerden, hüsrana uğramış birisidir. Şayet böyle olmasaydı, sık ile mevsûlün birbirinden ayrılması gerekirdi. el-Mâzinî de der ki: (el-Hâsirîn'in başındaki) "elif ile "lâm", "er-racul; adam" kelimesinde olduğu gibidir. Nitekim bu hususa dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde: "Ve şüphe yok ki o âhirette salihlerdendîr" (el-Bakara, 2/130) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. 86Îman ettikten. Peygamberin hak olduğuna şahit olduktan ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavmi, Allah nasıl hidâyete eriştirir? Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez İbn Abbâs der ki: Ensardan bir kişi İslâm'a girdi. Sonra irtidat edip müşriklere katıldı, sonra pişman oldu. Kavmine şöyle bir haber gönderdi: Benim adıma Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Tevbe etme imkanım var mıdır? diye sorunuz. Kavmi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek onun tevbesi sözkonusu olur mu? diye sordular Bunun üzerine: "îman ettikten Peygamberin hak olduğuna şahit olduktan., sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete eriştirir?" âyetinden itibaren "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" (âyet, 89) âyetine kadar nazil oldu. Bu haber ona gönderildi, o da İslâm'a girdi. Bunu Nesâî rivâyet etmiştir. Bir diğer rivâyete göre Ensardan birisi irtidat etti ve müşriklere katıldı. Bunun üzerine yüce Allah: "Îman ettikten... sonra Allah nasıl hidâyete eriştirir?" âyetinden itibaren: "Ancak bunun, ardından tevbe edip ıslah edenler müstesnadır" (âyet, 89) âyetine kadar nazil oldu, kavmi bu buyrukları ona gönderdi. Bu âyeti kerimeler kendisine okununca Allah'a yemin ederim, benim kavmim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı yalan söylemiyor. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'tan getirdiklerinde yalan söylediğini iddia etmiyorum. Şüphesiz yüce Allah da bu üçün en doğru söyleyenidir, diyerek tevbe edip geri döndü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da tevbesini kabul etti ve ona ilişmedi. el-Hasen ise der ki: Bu âyet-i kerîme yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın geleceği müjdesini veriyorlar ve kâfirlere karşı onun yanında yer almak suretiyle zafer kazanacaklarını ileri sürüyorlardı. Ancak Hazret-i Peygamber gönderilince inatlaştılar, kâfir oldular. Bunun üzerine yüce Allah da: "İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır" (Âyet, 87) âyeti nazil oldu. Diğer taraftan "nasıl" kelimesi, bir istifham edatıdır ve bu red ve inkâr anlamını ifade eder. Yani Allah böylelerine hidâyet etmez. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "O müşriklerin Allah nezdinde ve Rasûlü yanında nasıl bir ahidleri olabilir?" (et-Tevbe, 9/7) âyetidir. Onların böyle bir ahidleri olamaz, demektir. Şatr de şöyle demektedir: "Kavmin dört bir yanını bir baskın kuşatmışken Yatak üstünde nasıl olur da uyuyabilirim?" Bu durumda uyumam imkânsızdır, demek istiyor. Denildiğine göre "Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez" âyetinin zahiri şunu ifade etmektedir: İslâm'a girdikten sonra kâfir olana Allah hidâyet vermez, zalim olana da aynı şekilde Allah hidâyet vermez. Fakat bizler mürted birçok kimsenin İslâm'a girdiklerini ve Allah'ın kendilerini hidâyete erdirdiğini, yine zâlimlerden pek çok kimsenin zulümden tevbe ettiklerini görüyoruz. Buna şöyle cevap verilir: Onlar küfür ve zulümlerinde diretip İslâm'a yönelmedikleri sürece Allah da onlara hidâyet vermez. İslâm'a girip tevbe ettikleri takdirde, Allah onlara hidâyeti elde etme başarısını verir. Yüce Allah en iyi bilendir. 87İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlaın lanetinin üzerlerine olmasıdır. Âyetin tefsiri için bak:89 88Ebediyyen onun içindedirler. Onlardan azâb hafifletilmez ve onlara süre verilmez. Âyetin tefsiri için bak:89 89Ancak bunun ardından tevbe edip ıslah edenler müstesna. Doğrusu Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Yani küfürleri üzere devam ettikleri takdirde (Allah'ın meleklerin ve insanların laneti üzerlerine olur). Allah'ın ve insanların lanetinin ne anlama geldiği Bakara Sûresi'nde (2/161- 162'de) geçmiş bulunmaktadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "Ve onlara süre verilmez." Ertelenmezler ve sonraya bırakılmazlar daha sonra tevbe edenleri istisna ederek: "Ancak bunun ardından tevbe edip ıslah edenler müstesnadır" diye buyurmaktadır. Burada (nüzul sebebine göre) kastedilen kişi, önceden de geçtiği üzere Haris b. Suveyd'dir. Anlam itibariyle tekrar İslâm'a dönüp ihlâsla bu dönüşü üzerinde sebat gösteren herkes âyetin kapsamına girmektedir. 90Îman ettikten sonra küfre sapıp küfürleri artanların tevbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar sapanların kendileridir. Katâde, Atâ el-Horasanî ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Îsa ve İncil'i inkâr edip kâfir olan sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr ederek küfürleri artan yahudiler hakkında nazil olmuştur. Ebul-Âliyye de der ki; Bu âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber'in nitelik ve sıfatlarına îman etmelerinden sonra onu inkâr edip kâfir olan yahudi ve luristiyanlar hakkında nazil olmuştur- Küfürleri üzere kalmak ve direnmek suretiyle de "sonra küfre sapıp küfürleri artan" kimseler oldular Bir diğer görüşe göre "sonra küfre sapıp küfürleri artanların," kazandıkları günahlar sebebiyle küfürlerinin artmasının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur ve ona göre bu âyeti kerîme yahudiler hakkındadır "Tevbeleri asla kabul edilmez" âyeti, yüce Allah'ın: "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayandır" (eş-Şûrâ, 42/25) âyeti dolayısıyla müskîldir (anlaşılması, açıklanması zordur) denilecek olursa; şöyle cevap veririz: Bunun anlamı ölüm esnasında tevbeleri asla kabul olunmaz, şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Bu; güzel bir açıklamadır. Nitekim yüce Allah: "Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığında: «Ben şimdi gerçekten tevbe ettim» diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerinki değildir" (en-Nisa, 4/18) diye buyurmaktadır. Bu açıklama el-Hasen, Katâde ve Ara'dan da rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah gargara haline gelmedikçe (can boğaza ulaşmadıkça) kulun tevbesini kabul eder." İleride Nisa Sûresi'nde buna dair açıklamalar gelecektir. Bir diğer açıklamaya göre: "Tevbesi asla kabul edilmez" âyeti, yani küfre girmeden önce yapmış oldukları tevbeleri kabul olunmaz, anlamındadır. Çünkü küfür artık o tevbeyî silmiş, boşa çıkarmıştır. Yine: "Tevbeleri asla kabul edilmez" âyeti, içinde bulundukları küfürden tevbe edip bir başka küfre girdikleri takdirde tevbeleri kabul edilmez, diye de açıklanmıştır Ancak Tevbe edip İslâm'a girmeleri halinde tevbeleri kabul edilir. Kutrub der ki: Bu âyet-i kerîme biz Muhammed'in ölümünü bekliyoruz. Eğer dönme görüşü bizde ağır basarsa kavmimize geri döneriz, diyen Mekkelilerden bir grup hakkında nazil olmuştur. Onların böyle demeleri üzerine yüce Allah: "Îman ettikten sonra küfre sapıp küfürleri artanların tevbeleri asla kabul edilmez" âyetini indirdi. Yani onlar küfürlerinde sabit kaldıkça tevbeleri kabul olunmaz, diyerek onların tevbelerinin makbul olmayacağını ifade etti. Çünkü böylelerinin kararları sağlıklı değildir. Yüce Allah ise sağlıklı (kabul edilebilir) bir karar verildiği takdirde her türlü tevbeyİ kabul eder. 91Doğrusu kâfir olup kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye verecek olsalar bile o, hiçbirinden kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir asap vardır ve onların hiç yardımcıları yoktur. "Dolusu" şeklinde "mim" harfi esreli olarak birşeyi dolduracak miktar anlamındadır "Mim" harfi üstün olarak okunursa doldurmak anlamında masdardır. "Onu fidye verecek olsa bile" âyetindeki "vav'ın fazladan geldiği söylenmiştir. Anlamı şudur; Fidye olarak verecek olsa dahî onların hiçbirisinden yeryüzü dolusu kadar altın dahi kabul olunmaz. Nahivciler arasında görüş sahibi (ehl-i nazar) kimseler de der ki: Bu "vav"ın fazladan gelmiştir görüşü uygun değildir. Çünkü bir mana ifade ediyor. Âyet-i kerimenin anlamı da şöyledir: Karşılıksız olarak yeryüzü dolusu altın onlardan hiç birisinden kabul olunmaz, İsterse onu fidye olarak vermiş olsun. "(Lai): Altın" kelimesinin nasbedilmesi ise el-Ferrâ''nın görüşüne göre, tefsir (temyiz) olduğu içindir. el-Mufaddal Ese der ki: Açıklayıcı (temyiz) olmasını- müphem olduğu halde sözün eksiksiz olması gerekir. Mesela, benim yanımda yirmi vardır, demek gibi. Burada sayı malum fakat sayısı belirtilen meçhuldür. Eğer "dirhem" diyecek olursak bunu açıklamış oluruz (ve bu takdirde bu, tefsir olarak mansub gelir). Zaten temyizin nasbedilmesi onu mecrur veya merfu kılan bir âmilin bulunmayışı dolayısıyladır Nasb da harekelerin en hafif olduğundan dolayı, âmili olmayan her bir şeyin harekesi kılınır. el-Kisaî der der ki: Bu kelimenin mansub olması, bir "..den" edatının mahzûf olması dolayısıyla dır. Yani "altından..." anlamındadır. Yüce Allah'ın âyeti: "Veya bunun dengi oruç tutmaktır" (el-Mâide, 5/95) yani oruç türünden, demektir. Buhârî ve Müslim'de Katâde'den, onun Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Kıyâmet gününde kâfir getirilir ve ona şöyle denilir: Ne dersin, şayet senin yeryüzü dolusu kadar altının olsaydı onu kendini kurtarmak için kimselere verir miydin? O: Evet der. Ona şöyle denilir: Senden bundan daha kolay olan şey istenmişti." Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir. Müslim'de ise: İstenmiştir" yerine: "Yalan söyledin senden... istenmişti" şeklindedir. 92Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz ve her ne infâk ederseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Hadis İmâmları -lâfız Nesâî'nin olmak üzere- Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler; Bu âyet-i kerîme yani: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyeti nazil olunca Ebû Talha şöyle dedi: Şüphesiz Rabbimiz mallarımızı infak etmemizi istiyor. Ey Allah'ın Rasûlü! Şahit ol ki ben, arazimi Allah'a verdim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Sen onu akrabaların olan Hassan b. Sabit ile Ubey b. Kab’a ver (vakfet)" diye buyurdu. Muvatta’''da ayrıca: Onun malları arasında en çok sevdiği Bi'ru Hâ idi ve bu mescidin karşısında idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya girer ve o bahçedeki güzel sudan içerdi" denilmekte ve hadisin geri kalan bölümleri zikredilmektedir. Bu âyet-i kerimede, hitabın zahiri ile umumunun delil olarak kullanılabileceğine delil vardır. Çünkü ashab-ı kiram (Allah tümünden razı olsun) bu âyet-i kerîme nazil olduğu sırada hitabın fehvasından başka bir şey anlamamışlardır. Nitekim Ebû Talha: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe,.." âyetini işitince, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerîme ile yalım bunu açıklayıcı Peygamberin bir sünneti ile, Allah'ın kendisinden neyi infâk ettiğini açıklayacak olan âyet, varid oluncaya kadar beklemek gereğini duymadı. Çünkü onlar pek çok şeyi severler. Aynı şekilde Zeyd b. Harise'nin de böyle yaptığını görüyoruz. O da "Sebel" adındaki sevdiği atını aldı ve, Allah'ım Sen de bilirsin ki benim bu atımdan daha çok sevdiğim bir malım yoktur, deyip bu atı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a getirdi ve: Bu Allah yolunda (vakf)dır, dedi. (Oğlu) Usame b. Zeyd'e de: (Hazret-i Peygamber): "Onu al" deyince Zeyd âdeta bundan dolayı rahatsız olmuş gibi oldu. Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona: "Şüphesiz Allah bunu senden kabul buyurdu" dedi. Bunu da Esed b. Mûsâ zikretmiştir. İbn Ömer ise kölesi Nâfi’i azad etti. Halbuki Abdullah b. Cafer ona karşılık bin dinar teklif etmişti. Ebû Ubeyd kızı Safiyye dedi ki: Zannederim o yüce Allah'ın: "Sevdiğiniz şeylerden İnfâk etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyetini davranışına esas almıştır. Şibl, Ebû Neclh'ten o Mücâhid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye kendisine Kisra'nın Medâin şehrini fethettiği günü Celûlâ vak'asında alınan emirlerden bir cariye satın almasını belirten bir mektup yazdı. Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Hazret-i Ömer o cariyeyi çağırttı, onu beğendi. Bunun üzerine dedi ki: Aziz ve celil olan Allah: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" diye buyurmaktadır. Daha sonra Ömer (radıyallahü anh) o cariyeyi azad etti. es-Sevrîden rivâyet edildiğine göre ona şöyle bir haber ulaşmıştır: er-Rabi’ b. Haysem'in Um Veled'i yani er-Rabi'den çocuğu olan cariyesi şöyle dedi: Ona bir dilenci geldiğinde bana şöyle derdi: Ey filan cariye sen dilenciye şeker ver. Çünkü er-Rabi’ şekeri sever. Süfyan der ki: O bunu söylerken yüce Allah'ın: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyetini esas alıyordu. Rivâyet edildiğine göre Ömer b. Abdulaziz de heybelerle şeker satın alır ve onları tasadduk ederdi. Kendisine: Sen ne diye bu şekerlerin kıymetini sadaka olarak vermiyorsun? denilince o da: Çünkü ben şekeri daha çok severim. O bakımdan sevdiğim şeyleri infak etmek istedim. el-Hasen de der ki: Hiç şüphesiz sizler canınızın çektiği şeyleri terketmedikçe sevdiğiniz şeyleri elde edemezsiniz. Umduğunuz şeylere ise hoşunuza gitmeyen şeylere sabretmedikçe ulaşamazsınız. "Birr"in açıklaması hakkında Tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Atâ, Mücâhid, Amr b. Meymun ile es-Süddî'den cennet diye açıklanmıştır. İfadenin takdiri ise şöyledir: Sizler sevdiklerinizden infak etmedikçe birr'in sevabına nail olamazsınız. Nail olmak ise, vermek, bağışlamak demektir. Filan kişiden bana iyilik nail oldu, yani bana iyiliği dokundu. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sevdiklerinizden infak etmedikçe, cennete ulaşamazsınız ve size cennet verilmez.. Birr’in salih amel olduğu da söylenmiştir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Siz sıdka sarılın, çünkü o birre iletir, birr ise cennete iletir." (Bu Hadîs-i şerîf Bakara Sûresi'nde (2/177. âyet 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Atiyye el-Avfî; birr itaat anlamındadır, demektedir. Atâ da şu açıklamayı yapar: Sizler, sağlıklı, cimri, yaşamayı ümid eden, fakirlikten de korkan bir kavim iken tasaddukta bulunmadıkça dinin şerefine ve takvaya nail olamazsınız. el-Hasen de rivâyete göre şöyle demiştir: "İnfak etmedikçe" âyetinden kasıt, farz olan zekâtım vermektir. Mücâhid ve el-Kelbî ise bu âyet-i kerîme neshedilmiştir. Bunu zekâtı emreden âyet-i kerîme neshetmiştir, demektedirler. Anlamı: Hayr yolunda sadaka vermek yahut onun dışında itaatlerde bulunmak suretiyle sevdiklerinizden infak etmedikçe birre nail olamazsınız diye de açıklanmıştır. Bu da kapsamlı bir açıklamadır Nesâî, Sa'saa b. Hazret-i Muâviye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Ebû Zer ile karşılaştım. Ona: Bana bir hadis naklet, dedim, olur dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bütün malından Allah yolunda iki avuç kadar infak eden her bir müslümanı mutlaka cennetin acibleri (teşrifatçıları) karşılar ve hepsi de onu yanlarında bulunanlara gelmesi için çağırır. Ben ona: Bu nasıl olur? deyince şöyle dedi: Eğer (sadakası) deve ise iki devesi, eğer inek ise iki ineği (sadaka vermiş gibi ecir alır)." Ebû Bekr b. el-Varrak der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile onları füttivvete iletmektedir. Yani benim sizlere olan iyiliğime nail olmanız, ancak kardeşlerinize iyilik yapmanızla, onlara mallarınızdan, infak etmenizle, makam ve mevkileriniz vasıtasıyla onlara yardım etmekle nail olabilirsiniz. Eğer bunu yapacak olursanız, o takdirde benim bircime ve atifetime nail olursunuz. Mücâhid der ki: Bu yüce Allah'ın: "Onlar ona olan sevgilerine rağmen fakire yetime ve esire yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8.) âyetini andırmaktadır. "Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilir." Yani onu bildiğine göre, mükâfatını da verir. 93Tevrat İndirilmeden önce İsrâîlin kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun!" Âyetin tefsiri için bak:94 94Bundan sonra artık kim Allah'a karşı yalan uydururca, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: Helâl" demektir. Daha sonra (helâl kılınanlardan) istisnâda bulunarak: "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığından başka" diye buyrulmaktadır. İsrâîl ise Yakub (aleyhisselâm)'dır. Tirmizî'de İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre; yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Bize İsrail'in kendisine neyi haram kıldığını bildir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu; "O çölde yaşardı. Siyatik (ırku'n-nesa) hastalığına yakalandı. Ona deve eti ile deve sütünden daha uygun birşey bulunmadı. Bundan dolayı onları kendisine haram kıldı." Yahudiler; Doğru söyledin, dediler... (Tirmizî) hadisin geri kalan kısmını kaydeder. Yine onun, o hastalıktan iyileşecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve İçeceğini terkedeceğini adadığı da söylenmektedir. En çok sevdiği yiyecek ve İçecek ise, deve eti ile deve sütü idi. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve es-Süddî der ki: Yakub (aleyhisselâm) oldukça güçlü bir kişi olan kardeşi îsü'dan kaçarken Harran'dan Beytü'l-Makdis'e geldiği sırada bir melek ile karşılaştı. Hazret-i Yakub onun hırsız olduğunu zannetti. Onu curup sırtını yere yıkmak istedi. Ancak melek Hazret-i Yakub'un baldırını yakaladı ve arkasından semaya yükseldi. Hazret-i Yakub da ona bakıp duruyorken siyatikten rahatsızlandı. Bundan dolayı da oldukça sıkıntı çekti. Geceleyin ağrısından uyuyamıyordu. Geceyi feryad ederek, bağırarak geçiriyordu, Hazret-i Yakub: Şayet yüce Allah kendisine şifa verecek olursa hiçbir zaman (nun eti) yememeye ve yine damar bulunan bir yemek yememeye yemin etti, ve böylece bunları kendisine haram kıldı. Bunun üzerine çocukları damarları ayıklayıp etten çıkarmaya başladılar. Meleğin Hazret-i Yakub'u bu şekilde dürtmesinin sebebi de şudur: Hazret-i Yakub, Allah kendisine oniki evlat verdiği ve Beytü'l-Makdis'e de sağlıklı bir şekilde ulaşabildiği takdirde onların sonuncularını boğazlamayı adamıştı. O bakımdan meleğin onu bu şekilde dürtmesi adağının yükümlülüğünden kurtulması içindi. Bu açıklamalar ed-Dahhâk'tan nakledilmiştir. 2- Peygamberlerin Haram Kılmaları: Hazret-i Yakub'un bu yiyecekleri kendisine haram kılması kendi içtihİsmi ile mi olmuştu, yoksa yüce Allah'ın izniyle mi olmuştu? hususunda farklı görüşler vardır. Doğru olanı birincisidir. Çünkü yüce Allah: "İsrâîl’in kendi nefsine haram kıldığından başka" âyeti ile bu haram kılmayı, ona izafe etmektedir. Diğer taraftan Peygamber, İçtihİsmi ile bir kanaate varacak olursa, bu bizim için uymamız gereken bir dinî hüküm halini alır. Çünkü yüce Allah onun bu uygulamasını takrir yoluyla kabul etmiş olur. Nasıl ki o peygambere yüce Allah vahiy gönderiyor ve bizim ona uymamız lazım ise, aynı şekilde Allah'ın izin vermesiyle o da ictihad ediyor ve buna güç yetirdiği takdirde de içtihadının gereğini yerine getirmek zorunlu oluyordu. Eğer önceden de Hazret-i Yakub'a bunları haram kılmaya dair izin verilmemiş olsaydı, elbette ki o, helâl ve haram kılmak gibi bir işe kalkışmazdı. Bizim Peygamberimiz de sahih olan rivâyete göre balı yahut da cariyesi Mâriye'yi kendisine haram kılmıştı. Ancak yüce Allah onun bu haram kılmasını takrîr yoluyla kabul buyurmayıp ileride Tahrim Sûresi'nde açıklanacağı üzere: "Allah'ın sana helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" (et-Tahrim, 66/1.) âyeti nazil oldu. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Allah'ın helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" âyetinin mutlak ifadesi bunun Mâriye'ye has olmamasını gerektirir, denilebilir. Şâfiî ise bu durumda keffaretin vücubunun manasının aklen anlaşılamayacağı kanaatinde olduğundan; keffâreti nassm konusuna tahsis ettiğini görüyoruz, Ebû Hanîfe ise mubah olan her bir şeyin haram kılınmasında bunun bir asıl olduğu görüşündedir O bakımdan of haram kılmayı yemin etmek gibi değerlendirmiştir. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Peygamber Oluşunun Belgeleri: Yüce Allah'ın: "De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Yâkub (aleyhisselâm) siyatikten rahatsızlanınca doktorlar ona deve etlerinden uzak durmasını tavsiye ettiler, o da deve etini kendisine haram kıldı. Yahudiler: Biz de deve etlerini kendimize haram kılıyoruz, çünkü Yakub onu haram kıldı, Allah da bu etin haram olduğunu Tevrat'ta bildirdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyetti kerimeyi indirdi. ed-Dahhâk der ki: Yüce Allah onları yalanladı ve iddialarını reddederek şöyle buyurdu: "Ey Muhammed! De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun," fakat onlar getirip okumadılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Bundan sonra artık kim Allah'a karşı yalan uydurursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir" diye buyurdu. ez-Zeccâc bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak der ki: Bu âyet-i kerimede Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamberliğine çok büyük bir delil vardır Onlara böyle bir hükmün Kitapları Tevrat'ta bulunmadığını haber verdiği ve onu getirmelerini emrettiği halde, onlar bunu kabul etmediler. Yani böylelikle onlar Hazret-i Peygamber'in bunu vahye dayanarak söylediğini anlamış oldular. Atiye el-Avfi de der ki: Deve etinin kendilerine haram olması, Hazret-i Yakub'un bu eti kendilerine haram kılması dolayısıyla olmuştu. Şöyle ki: İsrâîl (Hazret-i Yakub) siyatikten rahatsızlanınca: Allah'a yemin ederim eğer Allah bana bu rahatsızlıktan şifa verecek olursa hiçbir çocuğum onu yemeyecektir, diye yemin etti. Bu ise onlara haram kılınmamıştı. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah deve etini Tevrat'ta onlara haram kırmamıştı. Bu onlara sadece zulüm ve küfürleri dolayısıyla Tevrat'tan sonra haram kılınmıştı. İsrailoğulları büyük bir günah işledikleri takdirde, yüce Allah da onlara hoş ve temiz bir yiyeceği haram kılar ya da onların üzerine -ölüm- olan riczi (azâbı) indirirdi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları bunu ifade etmektedir: "O yahudilerin zalimlikleri.., sebebiyledir ki kendilerine helâl kılman birçok pak ve temiz şeyleri onlara haram kıldık." (en-Nisa, 4/160); "Biz yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık... Bunu onlara zulümleri yüzünden ceza diye verdik. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz." (el-En'âm, 6/146) 4- Siyatik Rahatsızlığının Tedavisi: İbn Mâce Sünen'inde: Siyatiğin tedavisi" diye bir başlık altında şu hadisi nakleder: Bize Hişam b. Hammâd ile Râşid b. Said er-Ramlî anlatarak dediler ki: Bize el-Velid b. Müslim anlattı, bize Hişam b. Hassan anlattı, bize Enes b. Şîrîn anlattı, o Enes b. Mâlik'i şöyle derken dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Siyatik rahatsızlığının tedavisi için bir bedevi koyunun kuyruk yağı alınır, eritilir, sonra da bu (yağ), üç bölüme ayrılır, her gün aç karna bir bölümü içilir." Bunu ayrıca es-Sa’lebî de Tefsirinde Enes b. Mâlik yoluyla şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) siyatik hakkında şöyle buyurdu: "Küçük de olmayan büyük de olmayan bir Arap koçunun kuyruk yağı alınır, küçük parçalara bölünür. Daha sonra eritilerek yağı çıkartılır, üçe bölünür ve her gün aç karnına üçte biri içilir. " Enes der ki: Ben bunu üç kişiden fazlasına tavsiye ettim, Allah'ın izniyle şifa buldular. Şu'be der ki: Haccac b. Yusuf döneminde bir yaşlı siyatik hakkında bana şunu anlattı: Yüce Allah adına sana yemin ediyorum; Eğer iyileşmeyecek olursan seni ya ateşle dağlayacağım yahut da bir ustura ile uaş edeceğim. Şu'be dedi ki: Ben bunu denedim. Sen böyle dersin ve siyatik olan yere bu şekilde (elini) sürersin (iyileşirsin). 95De ki: "Allah doğru buyurmuştur. O halde Hanîf olarak İbrahim'in dînine uyun. O, müşriklerden değildi." Yani, Ey Muhammed de ki: Allah doğru buyurmuştur. Bunlar Tevratta haram kılınmış şeyler değildir. "O halde Hanif olarak İbrahimin dinine uyun." Bu âyetle onun dinine uyulması emre dilmektedir. “O, müşriklerden değildi." Bu da daha önce de geçtiği gibi onların batıl iddialarını reddetmektedir. 96Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan, âlemlere mübarek ve hidâyet olmak üzere kurulan o Evdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid: Müslim'in Sahih'înde Ebû Zer'den şöyle dediği sabit olmuştur Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yeryüzünde kurulan ilk mescide dair soru sordum, O: "Mescid-i Haram'dır" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sorunca, O: "Mescid-i Aksa" diye buyurdu. Bu sefer ben: İkisi arasında ne kadar (zamanlık bir süre) vardır? diye sordum, şöyle buyurdu: "Kırk yıl Hem diğer taraftan yerin tümü senin için bir mesciddir. Namaz vakti nerede girerse orada namaz kıl." Mücâhid ve Katâde dedi ki: Beyt-i Haram'dan önce herhangi bir mescid kurulmuş değildir Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Beyt-i Haram'dan önce birçok evler vardı. Yani İbadet maksadıyla kurulmuş ilk ev, odur. Mücâhid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Müslümanlarla yahudiler karşılıklı olarak övündüler. Yahudiler: Beytü'l-Makdis Kâ'be'den daha faziletli ve daha büyüktür. Çünkü peygamberlerin hicret ettiği yer orasıdır ve O, Arz-ı Mukaddes'tedir dediler, Müslümanlar da şöyle karşılık verdi: Hayır, Kâ'be ondan daha faziletlidir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi. Bundan önce Bakara Sûresi'nde (2/127'nci âyetin tefsirinde) Beyt'in inşa edilmesine ve onu ilk inşa edenlere dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Mücâhid der ki: Şanı yüce Allah, bu Beyt'in yerini, yeryüzünden herhangi bir şeyi yaratmadan ikibin yıl önce yaratmıştı. Hiç şüphesiz onun temelleri, en aşağıdaki yedinci arza kadar inmektedir Mescid-i Aksâ'yı ise, Süleyman (aleyhisselâm) bina etmiştir. Nitekim Nesâî tarafından sahih bir isnadîa kaydedilen ve Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadisrfe de böyle İfade edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Süleyman b. Dâvud (aleyhisselâm) Beytü'l-Makdis'i inşa edince yüce Allah'tan üç husus diledi. Yüce Allah'tan vereceği hükümlerinin kendi hükmüne uygun düşmelerini söylemesini istedi; bu isteği ona verildi. Yine yüce Allah'tan kendisinden başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini İstedi, bu da ona verildi. Yüce Allah'tan Mescidin inşasını bitirince de buraya yalnızca onda namaz kılmak arsuzuyla kim gelirse, mutlaka onu günahlarından -annesinin o kimseyi doğurduğu gibi- kurtarılmasını diledi, bu da kendisine verildi." Bu durumda bu iki hadis (son naklettiğimiz hadisi şerif" ile, başlığın başında nakledilen Hadîs-i şerîf) arasında bir işkâl (çelişki) görülmektedir. Çünkü, Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Süleyman arasında uzun yıllar geçmiştir, Tarihçilere göre bin yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Bu çelişki şöyle açıklanmıştır: İbrahim ile Süleyman (ikisine de selam olsun) başkalarının temelini atmış olduğu mescidlerin binalarını yenilemişlerdir. Beyt-i Haram'ı ilk bina edenin önceden de geçtiği gibi Âdem (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. Buna göre, onun çocuklarından başka birtakım kimselerin Beyt-i Haram'dan kırk yıl sonra Beytü’l-Makdis'i bina etmiş olması mümkün görünmektedir. Aynı şekilde meleklerin de Allah'ın izin vermesi üzerine Beyfi bina etmiş olmaları da mümkündür. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hazret-i Âdem'in yaratılışından önce olmuştu. Daha sonra Hazret-i Âdem, bu evin yapabildiği kadarını bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı, Sonra da onun inşasını İbrahim (aleyhisselâm) tamamladı. 2. Mekke İsmi Nereden Gelmektedir: Yüce Allah'ın: "Mekke'de bulunan,..dır" âyeti, “Doğrusu”nun haberidir. Baştaki "lâm" da te'kid içindir. "Bekke," Beyt'in yerinin ismi, "Mekke" ise şehrin sair bölümlerinin adıdır. Bu açıklama, Mâlik b. Enes'den nakledilmiştir. Muhammed b. Şihâb da şöyle demektedir: Bekke mescidin ismi, Mekke Harem bölgesinin hepsidir, Bunun kapsamına evler de girer. Mücâhid der ki: Bekke ile Mekke aynı şeylerdir. "Mekke"nin başındaki bu "mim" harfi (Bekke'nin başındaki) ub" harfinin yerine (bedel olarak) gelmiştir. Nitekim Araplar Yapışkan çamur" derken, "b" harfi yerine da derler. Bu açıklamaları da ed-Dahhak ve el-Muerric dile getirmişlerdir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: "Bekke" izdiham anlamına gelen "Bekk"den türetilmiştir. Bu şehire "Bekke" adının verilmesi ise, insanların tavaf ettikleri yerde izdiham etmelerinden dolayıdır. Aynı zamanda bu mastar, boyunun ezilmesi, bükülmesi manasına da gelir, Şöyle de açıklanmıştır. "Bekke"ye bu adın veriliş sebebi, orada haksızlık, zulüm ve isyana kalkışmaları halinde zorbaların boyunlarını ezmesinden dolayıdır Abdullah b. e-Zübeyr der ki: Buraya herhangi bir zorba kötülük etmek kastıyla geldi mi, mutlaka aziz ve celil olan Allah onun boynunu kırar ve onu ezer. "Mekke"ye gelince, Bu şehire bu ismin veriliş sebebinin suyunun azlığı olduğu söylendiği gibi, buraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı zorluklar dolayısıyla kemikten âdeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karşılaşmasından ötürü verilmiştir. Bu açıklama Arapların kemiğin içinde bulunanları çıkartmayı ifade etmek üzere kullandıkları Kemiğin içindekini (iliğini) çıkardım, tabirinden alınmıştır. Aynı şekilde deve yavrusunun annesinin memesindeki sütü tamamen emip içmesini anlatmak üzere; ifadesini kullanırlar. Şair de şöyle demektedir: "Emdikçe emdi, sonunda içlerinde süt diye bir şey bırakmadılar." Mekke'ye bu ismin veriliş sebebinin, orada zulme sapan kimseleri helâk etmesi ve imkânlarını eksiltmesi olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Mekke'ye bu ismin veriliş sebebi, insanların orada ıslık çalıp gülmeleridir. Bu da Yüce Allah'ın: "Onların, Beyt'in yanındaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan ibaretti" (el-Enfâl, 8/35) âyetinden alınmış bir açıklamadır. Ancak tasrif (Arapçada kelime türetme kuralları) böyle bir açıklamayı uygun göstermemektedir. Zira Mekke kelimesi son iki harfi aynı (muzaaf) bir kelime iken, (........): ıslık çalmak ise sülâsî ve illetlidir. Yüce Allah: "Mübarek... olmak üzere" âyeti, orada amellerin kat kat fazlasıyla mükâfaatlandırılışı dolayısıyla mübârekliğini ifade etmektedir. Bereket; hayrın çokluğu demektir. "Mübarek" kelimesi, ya "Kurulan" kelimesindeki zamirden, yahut da Mekkert kelimesinden anlaşılan zarftan hal olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı şöyle olur: Mekke'de bulunan ve mübarek olan evdir, şeklindedir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında bu kelimenin: Mübarek" şeklinde ikinci bir haber olarak, yahut da (... an'dan bedel, ya da bir müpteda takdiri ile (haber) olması da mümkündür. "Âlemlere.., ve hidâyet olmak üzere..." âyeti de öncekine atfedilmiştir. Ve o âlemler için bir hidâyettir" anlamında da olabilir. Kur'ân-i Kerîm'in dışında Beyt"e sıfat olmak üzere mecrûr olarak şeklinde kullanılması da mümkündür. 97Orada apaçık alâmetlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Artık kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir. 4. Apaçık Alâmetlere Sahip Bir Ev: Yüce Allah'ın: "Orada apaçık alâmetler... vardır" âyeti, müptedâ ya da sıfat olarak merfu’dur. Mekkeliler, İbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd b. Cübeyr ise "apaçık âyetler" anlamındaki âyeti tekil olarak Apaçık bir âyet" diye okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir, Bunlar derler ki: İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir âyettir. Mücâhid ise, Makam-ı İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve, Rükün ve Makam'ın, Haremin âyetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır Diğer kıraatlerde ise, "Apaçık alâmetler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alâmetlerle Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatîmi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast ederler. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Bunu çoğul olarak "apaçık alâmetler" anlamında okuyanların kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alâmetlerdendir. Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koşuklarında av hayvanı Harem sınırına girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemende bolluk olacağı, eğer Rüknü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde bolluk olacağı, Beyt'in tamamım kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş atılan Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam etmesi de bu alâmetler arasındadır "Makam" kelimesi ise, Arapların; Ben bir yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi, "mukam : kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/125'nci âyet, 3- başlıkta) geçtiği gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna dair açıklamalar da geçmişti. "Makam" anlamındaki kelimenin merfu’ gelmesi de mübtedâ oluşundan dolayıdır. Haberi ise hazfedilmiştir. İfadenin takdiri: Onlardan birisi de Makam-ı İbrahim'dir" şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Muhammed b. Yezid'den, "makam" kelimesinin "alâmetler" anlamındaki kelimeden bedel olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre âyetin anlamı: O alâmet (ler) Makam-ı İbrahim.,.dir" anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim şair Züheyr şöyle demiştir: "O, dişi devenin üzerinde su taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki, bütün bunlar o deveyle beraber gitmiştir. Yine o devenin, su kaplarının üzerinde asılması gereken yerleri ve ipleri de vardır. Ayrıca bir yük ve bir su kovası da- Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak yerlere kadar akar gider." Ebû'l-Abbas’ın görüşüne göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar" anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur." (el-Bakara, 2/7) Şair de (bu kabilden olmak üzere) şöyle demektedir: "Şüphesiz ki kapağında hastalık bulunan gözler,.." Burada şair ("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf kelimesini çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da: "Hac bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir" anlamında rivâyet edilen hadis pekiştirmektedir. Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti ile ilgili olarak Katâde şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alâmetlerindendir. en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun çevresinden kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu. Oysa Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığım görmedin mi ?" (el-Fîl, 105/1) Meânî âlimlerinden (yani Meani'l-Kur'ân'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Âyet-i kerîme şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya giren kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz yoktur." (el-Bakara, 2/197) Bu ise, refes yapmayın, fasiklık etmeyin, kötü söz söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen İmâm Nu'man b. Sabit (Ebû Hanîfe) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını gerektiren bir günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına alır- Çünkü yüce Allah: "Kim oraya girerse emin olur" diye buyurmakta, böylelikle Şanı yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini gerekli kılmaktadır. Bu husus aralarında İbn Abbâs'ın ve başkalarının da bulunduğu seleften bir topluluktan rivâyet edilmiştir. İbnü'l-Arabî der ki:"Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır. Birincisi, bu görüşe sahip olan kimse, âyet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu âyet-i kerimeyle gelecekte de böyle bir hüküm teshil etme kastı güdülmediğini anlayamamıştır. İkincisi ise, burada sözü geçen eman ve güvenliğin önceden olup bittiğini, bundan sonra da Harem bölgesindeöîdürmeve çarpışmanın vukua geldiğini, Şanı Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki olmayacağını bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle olduğunun delilidir. Ebû Hanîfe, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle demektedir; Eğer Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez, onunla herhangi bir muameleye girilmez ve konuşulmaz. Tâ ki oradan çıkıncaya kadar. Onun bu şekilde çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve emanı söz konusu etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Harem bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat bu durumda da yine güvenlik altında olmak sözkonusu değildir" İlim adamlarının Cumhûru Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Kâ'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b. Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi. Derim ki; es-Sevrî, Mansur'dan o, Mücâhid'den, o, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme sığınacak olursa, onunta konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Tâ ki, Harem bölgesinden çıkıp ona had uygulanıncaya kadar. Bu, en-Nehaî"nin de görüşüdür. İşle Kûfelilerin delili budur. İbn Abbâs bunu, âyetin İfade ettiği manadan anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir. Doğru olan ise yüce Allah'ın bu âyetle Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken, Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?." (el-Ankebût, 29/67) Cahiliyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın izniyle Mâide Sûresi'nde (5/97. âyet 2. başlıkta.) geleceği üzere- emin olup güvenlik altına girerdi, Katâde der ki: Oraya cahiliyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür Rivâyet olunduğuna göre, inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'ân'da; "Kim oraya girerse emin olur" denilmiyor mu?. Biz oraya girdik, şunu şunu yaptık, bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. İlim adamı ona; Sen Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O, kendi sözüne itaat eden kimselere; Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona İlişmekten kendimi uzak tuttum, demiş olmuyor mu?. İnkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş; İşte Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti de böyledir. Yahya b. Ca'de der ki: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti, ateşten emin olur anlamındadır. Derim ki: Yahya b. Ca'de'nin bu sözü, umumî anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet olunan Şefaat hadisinde şöyle denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyâmet gününde mü’minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haklarını sonuna kadar vermesini istemek için yalvardı ki arından daha çok, simden hiçbir kimse Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir,.." Oraya girenin ateşten emin olması hac ibadetlerini yapmak ve yüce Allaha yakınlaşmak üzere oranın hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu olur. Cafer es-Sadık der ki: Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır. Hacc-ı Mebrûr'un cennetten başka bir mükâfatı da yoktur." el-Hasen: Hacc-ı Mebrur, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış olarak dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir: "Ey Allah'ın Kâbesi, muhtaç olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası! O kimse ki, arkadaşlarından ve meskeninden vedalaştı da; Korku ve ümit arasında geldi. Eğer Allah lütfedip sa'yini kabul ederse, Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o. Ve sen şefaati umulan kimselerdensin Artık Vâfid b. Haccâc (kinaye yoluyla kendisini kastediyor)a sen de merhamet eyle!" Âyetin anlamının: Kim Umretul-Kazâ esnasında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oraya girerse emin olur, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın: "Yemin olsun Mescidi Haram'a -inşaallah- korkusuzca ve emin olarak... gireceksinizdir" (el-Feth, 48/27) âyetidir. Burada "kim" lâfzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve âyet-i kerimenin av hayvanlarının güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür, Bununla birlikte "kim" anlamına gelen "men" ismi mevsûlunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında kullanıldığına şu âyet delil gösterilebilir: "Onlardan kimisi de karnı üzere yürür (sürünür)." (en-Nûr, 24/45.) Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, bilsin ki, muhakkak Allah âlemlere muhtaç değildir." Âyetine dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın İnsanlar Üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi: Yüce Allah'ın Allah'ın..." âyetindeki "lâm" harfi, vacib kılma ve bağlayıcı emir verme kastıyla getirilen "lâm" harfidir. Daha sonra Yüce Allah bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan Üzerinde" âyeti ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse; Filanın üzerimde şu hakkı vardır, diyecek olursa o, o filanın bu hakkını te'kid etmiş ve üzerine vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir te'kid, hürmetini daha bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lâfızların en beliği ile sözkonusu etmektedir, Haccın farziyeti hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslâm'ın temellerinden birisidir. Hac, yalnız ömürde bir defa farzdır. Kimileri ise şöyle demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivâyet ederler. Ancak bu hadis batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle bir kapıyı kapatmaktadır. Derim ki: Abdurrezzak dedi ki: Bize Süfyan es-Sevrî anlattı, o, el-Âlâ b-el-Müseyyeb'den, O, babasından, Or Ebû Said el-Hudrî rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa, şüphesiz ki mahrumdur. " Bu ise el-Âlâ b. el-Müseyyeb b. RafT el-Kâhilî el-Kûfî diye bilinen, muhaddislerin çocuklarından birisinin rivâyeti yoluyla meşhurdur. Bu kişiden, birden çok kişi hadis rivâyet etmiştir. Onlardan kimisi "her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivâyet etmektedir: el-Âlâ b. Yûnus b. Habbab'dan, O, Ebû Said'den demektedir. Hadis buna benzer daha farklı rivâyetlerle gelmiştir. İnkarcılar haccı kabul etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya aykırıdır. Say vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu kanaatleriyle bütün bu fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar yüce Mevlâ'nın mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler. Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilâhî emirlere uymak olduğunu, bunun faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. İşte bu husus dolayısıyla Hazret-i Peygamber telbiye getirdiğinde: Buyû' r, Senin emrin haktır, haktır- Ben de emrine uyuyorum. Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyû' r ey hak olan ilâh- Hadis İmâmları da Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize bir hutbe irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten haccediniz". Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hazret-i Peygamber sustu. Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna gücünüz yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helâk oldular. Ben size herhangi bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size bir şeyi yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lâfzı Müslim'e aittir. Böylelikle bu hadis şunu açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek olursa, o emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı gerektirmemektedir. Bu ise, üstad Ebû İshak el-İsferâyinî ve diğerlerinin kanaatlerine hilaf en böyledir. Rivâyette sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ashabı: Ey Allah'ın Rasûlü, bizim bu haccımız, içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm böyledir? diye sormuşlar. Hazret-i Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle olacaktır" diye buyurmuştur. İşte bu âyet: Hac, her beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bir nasdır. Hac, Araplarca bilinen ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan itaatler ve Hamilikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir isi yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tarz hacdan önce de hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o da Hazret-i İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'a-r-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz diyorlardı. Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/189. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Derim ki: (Bu hususta) rastladığını en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretten önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş. Çünkü Hazret-i Peygamber bununla Hazret-i İbrahim'in sözü geçen, şu nidasına cevap vermiş bulunuyordu: "Ve insanlar arasında hacca çağır..." (el-Hac, 22/27). el-Kiyâ et-Taberî de der ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği, haccın onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla: Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu İddiaya göre- Hazret-i İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki, böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır. 2. Hac Fevri midir (İmkân Bulunulan İlk Fırsatta mı Haccetmelidir)? Kitap ve Sünnet, haccın fevrî (derhal) değil de terâhî (ertelenebilir) üzere farz olduğuna delildir. İbn Huveyzimendâd'ın naklettiğine göre, Mâlik’in mezhebinden (görüşlerinden) çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şâfiî, Muhammed b. el-Hasen ve kendisinden nakledilen bir rivâyete göre Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Maliki mezhebine mensub müteahhir Bağdad’lı âlimler arasında, haccın fevrî olarak farz olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç yetirmekle birlikte haccın tehiri câiz değildir. Bu, aynı zamanda Dâvûd (ez-Zâhirî)'nin de görüşüdür. Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı yüce Allah, Hac Sûresi'nde: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, kem de develer üzerinde her uzak bir yoldan sana gelsinter" (el-Hac, 22/27) diye buyurmaktadır. Hac Sûresi ise Mekke'de inmiştir. Burada da yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, İnsanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır. Bu sûre ise, Medine'de hicretin üçüncü yılında, Uhud gazvesinin gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hicretin onuncu yılına kadar haccetmedi. Bu hususta sünnetten delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimâm b. Sa'lebe es-Sa'dî'nin Hazret-i Peygamberin huzuruna gelişini anlatan Hadîs-i şerîftir. Dimâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek ona İslâm'a dair sormuş, Hazret-i Peygamber de şehadeti, namazı, zekâtı, oruç ve haccı zikretmişti. Bu hadisi İbn Abbâs, Ebû Hüreyre ve Enes rivâyet etmişlerdir. Hepsinde de hacc'dan söz edilmekte ve haccın o vakit farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel ve tam olan rivâyet ise Enes yoluyla gelendir. Bununla birlikte Dimâm'ın Hazret-i Peygamberin huzuruna geliş zamanı konuşanda farklı görüşler vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu yılda geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebû Ubeyde el-Vakidî'den Ahzâb'ın geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazvesinin meydana geldiği yıl olduğunu da nakletmektedir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Hacc’ın fevri değil de terâhî ile farz olduğunun delillerinden birisi de, ilim adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, İki yıl ve buna benzer bir süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde farz olan haccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır. Diğer taraftan hac, bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de değildir. Haccıni ifsad edip de sonradan haccını kaza eden kimse gibi de değildir. İlim adamları güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun, dememeyi icma ile kabul etmiş olduklarına göre, haccm edâ vaktinde bir genişlik (muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccin fevrî değil de terâhî üzere farz olduğunu anlamış oluruz. Ebû Ömer der ki: Haccin terâhî ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir sınır tesbit etmemektedir. Ancak Suhnûn'dan şöyle bir rivâyet gelmiştir: Haccedebilme imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir eden kimseye haccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği reddedilir mi? diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır, velevki ömründen altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı ağacak olursa, bu sefer onun fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir. Bu ise bir vakit ve sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşrî' etmek hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir. Derim ki: Bu görüşü, İbn Huveyzimendâd da İbnü'l-Kasım'dan rivâyet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve başkaları derler ki: Eğer haccı altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir kimsenin vebal altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına erteleyecek olursa günahkâr olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan azdır" Sanki bu son on yıllık süre İçerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için) hitabın edâ edileceği süre daralmış gibi görülür Ebû Ömer der ki: Suhmûn gibi kimileri, Hazret-i Peygamber'in: "Ümmetimin ölümlerinin çokça yaklaştığı zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek azdır" âyetini delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf yoktur Çünkü bu ifade, eğer hadîs sahih ise, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin çoğunlukla ömrünü ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar da zamanın genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin çoğunlukla rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak, adaleti ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklığına kafi olarak hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır. 3. Hac Bütün İnsanlara Farzdır: İlim adamları yüce Allah'ın: "Beyt’i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinde, hitabın onların hepsi hakkında umumî bir hitab olduğunu İcma ile kabul etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: "Her ne kadar insanlar umum lâfızların mutlaklığı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu âyet-i kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır. Çünkü küçük çocuk da îcma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın kapsamına girmez. Çünkü köleyi, yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu âyetinin dışına çıkartan, yine âyeti kerimenin sonunda yer alan: "Ona yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yol bulabilen birisi değildir. Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı için efendinin hakkını kendi hakkından öncelemîştir. Bu hususta ümmet arasında da, İmâmlar arasında da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur." İbnül-Münzir der ki: Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa, yine haccedebilmek için imkân buldukları takdirde islâm'ın farz olan haccını yerine getirmekle yükümlüdürler. Ebû Ömer (İbn Abdî’l-Ben) der ki: Dâvûd (ez-Zâhirî) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fukahâ topluluğuna ve rivâyet İmâmlarına muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adamlarının Cumhûruna göre köle, yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetindeki umumî hitabın dışında kabul edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarrufta bulunma yetkisinin bulunmayışı ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıyacağıdır. Tıpkı cumayı emreden yüce Allah'ın şu âyetindeki hitabının dışında kaldığı gibi: "Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya koşun..." (el-Cumua, 62/9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları bu kanaattedir. Aynı şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren hitabın da kapsamı dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şahidler de (şahidlik etmeye) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" (el-Bakara, 2/282). Köle ise bu hitabın kapsamına girmemektedir. Yine küçük çocuk da "insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumluluğun) ürerinden kaldırılmış olması deliline dayanarak yüce Allah'ın: "...Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinin kapsamı dışına çıkması mümkündür. Nitekim kadın da yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığında. " âyetinin kapsamına girmez. Halbuki kadın da îman edenler kapsamına girenlerdendir, İşte kölenin de sözü geçen hitabın kapsamı dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca bu; Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın te'vilini tahrif ettiklerini kabul etmeye imkân yoktur. Denilse ki: Eğer köle, Mescid-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne diye hacc ile mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, İcma'a karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun İlleti (sebebi, gerekçesi) gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslâm haccı (farz, haccı) bakımından herhangi bir önem taşımadığına delil gösterdik. Diğer taraftan İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi iken hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi gerekir." İbnü'l-Arabi der ki: Kimi ilim adamımız işi nısbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac, köle üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farâyeti itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kalır idi. Kâfirin haccı ise sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştiril İne e, bu sefer de hac emrine muhatap olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir: 1) Bize göre kâfirler, şeriatin rer'î emirlerine de muhataptırlar. Mâlik'in görüşüne göre bunun böyle olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. 2) Köle olmakla birlikte namaz, ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Bununla birlikte kâfirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa, bunlar hiçbir önem taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması İcabeder. 3) Küfür, İslâm'a girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması icabeder. Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimin efendinin haklarının öncelikli olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır. Başarıya ileten Allah'tır. 4- Güç Yetirebilme (Istitâ'a): Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin" âyetinde yer alan "herkes anlamındaki kelimesi, bedeiu’l-ba'd minel küll (bölümün bütünden bedeli) olarak (ki, kü! "İnsanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu nahivcilerin görüşü budur. el-Kisâî ise, bu edatın "hicc: hacc etmek" kelimesi ile ref mahallinde olmasını câiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri: Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi,,." şeklindedir. Bunun şart olduğu, bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf edilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde bir borçtur, takdirindedir. Dârakutnî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eden Ey Allah'ın Rasûlü hac her yıl mıdır? diye soruldu. O da: "Hayır, (tarz olarak) gereken bir defa hac etmektir." Hazret-i Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye sorulunca, O da: "Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu hadisi ayrıca Enes, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Cabir, Âişe ile Amr b. Şuayb'dan, O, babasından, O da dedesi yoluyla da rivâyet etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buyurdu ki: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti ile ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı bulabilmendir." İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisi, İbn Mâce de Sünen'inde Ebû Îsa et-Tirmizî de Cami'inde rivâyet etmiştir. Tirmizî daha sonra şunları söylemektedir: "Bu hasen bir hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu hadis mucibincedir. Buna göre bir kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen) İbrahim b. Yezid ise, el-Hûzî el-Mekkî'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından onun hakkında eleştiride bulunmuşlardır. İbn Mâce ile Tirmizî bunu, Veki' yoluyla rivâyet etmekle birlikte, Dârakutnî bunu, Süfyan b. Said yoluyla rivâyet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir: Bize İbrahim b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbâd'dan, O, İbn Ömer'den dedi ki: Bir adam kalkıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, hac ne ile (hangi şartlarla) vacip olur? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve binek (ile)." Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, peki hacı kime derler? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "(Taramamaktan dolayı) saçı keçeleşmiş ve koku kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir başkası kalkarak: Ey Allah'ın Rasûlü, ya hac nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "(Hac), acc ve secc'dir". Vekî' der ki: Acc ile telbîye getirmek sureliyle, sesi yükseltmeyi, secc ile de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu, İbn Mâce'nin lâfzıdır. Haccın vacib olması için azık ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b. el-Hattâb, oğlu Abdullah, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve Mücâhid de vardır. Şâfiî, es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, Ahmed, İshak, Abdulaziz b. Ebi Seleme ve İbn Habib de bu görüştedirler. Abdûs da bunun bir benzerini Suhnûn'dan nakletmektedir. Şâfiî derki: Güç yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm, binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen kendisi haccedebilen kişinin Kur'ân-ı Kerîm hükmü gereği haccetmesi farzdır. Çünkü Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin" âyeti bunu gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzere-Has'am'lı kadın dolayısıyla varid olan Hadîs-i şerîftir, Bizatihi haccedebilecek kimse -kit o da bineği üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığım da bulur, yahut da yolda, mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek İcra etmek suretiyle azığını kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan, erkek veya kadın olsun, yürüyerek haccetmesidir. Şâfiî der ki: Kadına nisbetle erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekser böyle bir kimsenin hacca gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur. Mâlik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da buluyor ise, onun farz hacctnı eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla birlikte yürümeye gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet azığa sahip ise, onun farz olan haccı eda etmesi gerekir. Eğer azığa sahip olmamakla birlikte yolda ihtiyaç duyacağı miktarım kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır. Eğer bizatihi çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen kimselerden ise, farz haccı bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet kendisi için yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan bir kimse ise, o takdirde farz haccını ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer böyle bir kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise, onun da farz olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Mâlik, gücü yeten kimsenin haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir, İsterse beraberinde azık ve binek bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b. ez-Zübeyr, en-Nehaî ve İkrime'nin de görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç birisi olup malı da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna işçi olarak çalışması gerekir. Mukâtil ona: Allah insanları Beytine yürüyerek gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir: Onlardan herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı? Hayır, emekleyerek dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun için vacibtir. Bu görüşü benimsiyenler, Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem piyade ve hem de develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 22/27) âyetini delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn olup bedenî ibadetlerdendir. O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık bulmanın da, binek bulmanın da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine derler ki: Eğer el-Huzt yoluyla gelen ve azık ile bineği öngören hadis sahih ise, biz bu hadisi insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve umumî şekildeki hacc edişlerine hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte olsun, Arapçada olsun, Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla görülen hale uygun kullanılması çokça görüten bir durumdur. İbn Vehb, İbnü'l-Kasım ve Eşheb'in Malikten rivâyetlerine göre, ona bu âyeti kerimeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Mâlik'e; Burada kasıt azık ve binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki değil. Bu yükümlülük, ancak insanların takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayakları üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir. Hacca gidecek güç bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.- Yahut kişinin nafakalarını karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çocuğu da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terâhî üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter. " Aynı şekilde anne-babanın zayi olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir şekilde bakacak kimselerin bulunmaması halinde de kişi için hacca yol bulabilme sözkonusu otmaz. Şayet ona duyacakları özlem ve kendisi olmadan yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu engellemek isterlerse, buna önem verilmez. Koca, hanımını hacca gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu alıkoyabileceğidir. Özellikle de haccın fevren olmadığı görüşünü kabul edecek olursak. Şayet -daha önce Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 5. başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutu namazı kılamayacak kadar başı dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Mâlik der ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükû ve secde yapabilecek kadar izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar mı?. Namazı terkeden kimsenin vay haline! diye İlavede bulunur. Yolda cana kıymak istiyen yahut da belli bir sının tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şâfiî der ki: Bir cane dahi vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakut olur. Dilenci bir kimsenin eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine birşeyler verecek kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce sözü geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara göre ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir. 6. Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse: Engeller ortadan kalkıp da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birlikte, ticaret malları (emtiası) varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına hükmedilen malları hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması) gerekir. İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bir kırbası bulunuyor, başka bir şeyi de yoksa, farz olan İslâm haccmı eda etmek için onu satıp da çoluk çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın bırakabilir mi? diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk çocuğunu da sadaka alacak durumda bırakmalıdır. Ancak, sahih olan birinci görüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur. Şâfiî'nin görüşü de budur. Şâfiî'nin mezhebinde zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu el-îmlâ adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu bulunmasın. Kimi fukaha da şöyle demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi beldesinde ikâmeti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildin Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi, meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa, ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile halkı olsun, olmasın farketmez. Diğer taraftan Şâfiî, el-Üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede aile halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir. Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayrı olarak fazladan haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara atmış bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının nafakasından öne atmış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri kadar malı varsa) demiş gibidir. Arkadaşları (Şâfiî mezhebinin âlimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir. Şayet ticaret yaptığı malı bulunup, ondan sağladığı kâr, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli gelebiliyor ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir miktar harcadığı takdirde, sağladığı kârı azalacak ve böylelikle yetecek kadar kâr elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi gerekir mi, gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır. Birinci görüş, (gerekir görüşü) Cumhûrun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü, bir kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac etmek maksadıyla akarın aslım satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir. İbn Şureyh de der ki: Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından sonra arta kalan malında vaciptir. İşte bunlar, kişinin bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair açıklamalardır. Hasta ve bineği üzerinde duramayacak kadar kötürümleşen ve âdeta hiçbir şeye güç yetiremediği için azaları tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer) hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı yüce Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir. Mâlik der ki: Bir kişi kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar. Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi câiz değildir. Ancak, ölümündün sonra yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da tatavvu olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın: "Kişi için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) âyetini göstermektedir. Böylelikle yüce Allah, kişi için çalışıp çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Her kim: Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır, diyecek olursa, âyetin zahirine muhalefet eder. Ayrıca yüce Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi üısanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetini, da delil göstermektedir. Böyle bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir. Çünkü haccetmek, mükellefin bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir. Diğer taraftan hac bir ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması halinde, bunun hakkında nâiblik (vekâlet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak, Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine hac edilen kişiyi ve bu emri yerine getireni," Bunu Taberânî, Ebû’l-Kasım, Süleyman b. Ahmed şöylece rivâyet etmektedir: Bize, Amr b. Husayn es-Sedûsî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ma'şer anlattı, o, Muhammed b. el-Munkedir'den... deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Derim ki: Ebû Ma'şer'in ismi Necîh'dir. Ve bu, hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir. Yerine hac etmesini emrettiği takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta, kötürüm ve oldukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şâfiî, böyle bir kişi bir bakıma güç yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur: Birincisi; kendisinin yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz haccı yerine getirmesi gerekir, Bu, Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Ondan rivâyet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivâyet edilmiştir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, İbnü’l-Mübârek, Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. İkinci durum ise, kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun. yerine haccedebilecek bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şâfiî, Ahmed ve İbn Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebû Hanîfe ise, bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir şekilde- hac gerekmez, der. Şâfiî görüşüne, İbn Abbâs’ın rivâyet ettiği şu hadisi delil göstermektedir: Has'amlılardan bir kadın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın kullarına haccı farz kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir ihtiyar iken ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hazret-i Peygamber; "Evet" diye buyurdu. Bu husus ise. Veda harcında olmuştu, Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin, eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?" Kadın; Evet deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha uygundur." Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sozkonusudur Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi, gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle yükümlü olmadığadır ve böyle birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir. İlim adamlarımız derler ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle birisi yerine haccetmenin tarz olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat, sadece anne-babaya İyilik yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevî maslahatlarına dikkat etmeyi, hem tabiat itibariyle, hem de şer'î yönden onlara menfaat sağlamayı kastetmektedir. Hazret-i Peygamber, kadının olumlu bir tepki gösterdiğini, babasına iyilik yapmak noktasında açıkça görülen samimi bir arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap ulaştırma isteğini görüp, haccın bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü tesbit edince, ona bu şekilde karşılık vermiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber: Benim annem haccetmeyi adadı, fakat ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac edeyim mi? diye soran kadına da: "Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin üzerinde bir borç olsaydı, ne dersin onun borcunu öder miydin?" diye sorunca, kadın da: Evet diye cevap vermişti. İşte bunda bü gibi hususların nafileler ve Ölülere iyilik ve hayırlar ulaştırmak kabilinden olduğuna delâlet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz gibi, Hazret-i. Peygamber onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma ile kabul edilen görüşe göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun velisinin o borcu, kendi öz malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak bunu ödeyecek olursa, onun yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen haccetmenin, kadının babası üzerine Tarz olmadığının delillerinden birisi de, kadının açıkça belirttiği "güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç yetiremeyene de hac zaten farz değildir, İşte bu da böyle bir şeyin vacip olmayacağını ve farz olmadığını açıkça ortaya koyar O bakımdan hadisin baş tarafından kat'i olarak nefyolunan (farziyet) hususunun, sonunda zannî olarak sabit olması mümkün değildir. Zaten Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir lâyıktır" ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadisin zahiri üzere olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun ödenmesinin önceliği vardır. Ve öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı icma ile kabul edilmiştir. Çünkü Âdemoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ihtiyacı yoktur. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır. Ebû Ömer İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Mâlik ve arkadaşlarının görüşüne göre, Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder. Başkaları da şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebû Mus'ab şöyle demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise şöyle demektedir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac edemeyen yaşlı kimse ile, haccetmeksîzin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek olsa dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsal varid olmuştur. Ve böyle bir hac, o kimse için yüce Allah’ın izniyle yeterli olur. Bu açıklamalar ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur. Has'amlı kadının durumu ile ilgili hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmiş olup, bu, el-Hasen'in: "Kadının, erkeğin yerine haccetmesi câiz değildir" şeklindeki görüşünü de reddetmektedir. 8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi? İlim adamları, icrnâ' ile şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol azığı bulunmuyor ise, onun haccetmesi i'arz değildir. Eğer, yabancı bir kimse kendisine haccedeceği bir malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet alımda kalacağından dolayı icmâ' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir. Bir kişi, babasına bir mal hibe edecek olursa, Şâfiî şöyle demiştir: Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekir, Çünkü evlat, kişinin kendi kazanandandır. Ve bu hususta babaya minnet sözkonusu edilmez. Mâlik ve Ebû Hanîfe ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle mükellef değildir, derler. Çünkü, böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan kalkar. Zira bu durumda o, babasını mükâfatlandırmış, babasının hakkını ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır 9. Haccetme İmkânı Olmakta Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası: Yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani, kim haccın farz olduğunu inkâr eder ve onun yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip olursa,,, demektir. Hasan-ı Basrî ve başkaları da derler ki: Şüphesiz, haccedebilecek gücü olmakla birlikte haccı terkeden bir kimse kâfirdin Tirmizî de el-Hâris yoluyla Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe ve azığa sahip olur da haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahu di, isler hıristiyan ölsün. Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin, Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki; "Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Hilal b. Abdullah ise, meçhul bir ravidir- Haris de zayıf kabul edilmektedir." Buna yakın bir rivâyet de Ebû Umame ile Ömer b. el-Hattâb (r. anhuma)’dan nakledilmektedir. Abdu Hayr b. Yezid'den, o, Ali b. Ebî Talib (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, muhakkak Allah size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır. Kim bunu yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi, ister hıristiyan, isterse de mecusî olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da gelmeyecektir." İbn Abbâs da dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kimin yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekât düşen bir malı bulunup da onun zekâtını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi isteyecektir." Ey İbn Abbâs, biz bu cezanın kâfirler hakkında sözkonusu olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: Bu hususta ben de size Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm okuyayım: "Ey îman edenler, mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir. Her hangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakit gelmeden evvel, Bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." el-Hasen b. Salih, Tefsir'inde der ki: "(Beni döndürün) ki, zekât vereyim, hac edebileyim (diyecektir, anlamındadır)". Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet edildiğine göre, bir adam kendisine bu âyet-i kerîme hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac eder de bundan bir sevap ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkâr etmiş olur." Katâde, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Ben, belli başlı şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar, malı bulunduğu halde haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye bağlasınlar. İşte yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti bunu anlatmaktadır. Derim ki: Bu âyet, haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek sadedindedîr. Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme şunu ihtiva etmektedir: iler kim gücü yettiği halde haccetmeksizin ölecek olursa, onun hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine haccetmesi yeterli olmaz. Çünkü, başkasmın haccetmesi, üzerinden farzı kaldırmış olsaydı, elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Saîd b. Cübeyr de der ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek olsa, gidîp onun cenaze namazını kılmam. 98De ki: "Ey kitab ehli, Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini İnkâr ediyorsunuz?" Âyetin tefsiri için bak:99 99De ki: "Ey kitab ehli siz, (gerçeği) gördüğünüz halde Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek, Îman edenleri niçin o yoldan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Yüce Allah'ın: "Deki: Ey kitap ehli...niçin Allah'ın yolundan çeviriyorsunuz" buyruğundakî: "Çeviriyorsunuz" âyeti, Allah'ın dininden döndürüyorsunuz demektir. el-Hasen ise bu kelimeyi şeklinde okumuş olup, bunlar da: den gelen iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı kokuşan eti anlalmak üzere: demek ile, yine kokup değişmesini anlatmak üzere kullanılan tulleri gibi. "Onu eğri göstermeye yeltenerek" âyetinde: "Onlara ölçerek verdiklerinde..." (el-Mutaffifin, 83/3.) âyetinde de olduğu gibi, "lâm" harfi hazf edilmiştir. Meselâ; Ona bunu istedim; denildiği gibi, "lâm" harfi kullanılmaksızın da denilir. Ona yardım eltim, anlamındadır. Eğrilik: Dinde, sözde ve davranışla meyletmek, sapmak ve doğru yoldan uzaklaşmak demektir, harfi üstün okunursa duvar ve benzeri dosdoğru olan herşey hakkında eğriliği anlatmak için kullanılır. Bu açıklamalar Ebû Ubeyde ve başkalarından nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Davetçiye hiçbir tarafa eğrilmeden uyup giderler" (Tâ-Hâ, 20/108) da, onun çağrısından eğrilip başka tarafa dönemezler, anlamındadır. Belli bir yer hakkında, orda ikâmet edip durdu, manasına kullanılır ki, duran anlamını veren ism-i faili şeklinde gelir. Şair der ki: "Olur ki onların boş arsalarını yahut çadırlarının izlerini görürüz, Diye siz de bizimle birlikte kalır mısınız?" "Eğri adam" huyu kötü adam demektir. Ayaklarında nisbeten eğrilik bulunan atların halini anlatmak üzere de bu kökten gelen kelimeler kullanıldığı gibi, "el-A'veciyye" önceleri cahiliyye döneminde bilinen bir at çeşidi idi. Bunun, -fazla aralık olmaksızın- ayaklar arasında mesafelerin uzaklığını anlattığı da söylenmiştir ki, bu da at için övücü bir özelliktir. Yüce Allah'ın: "Siz, gördüğünüz halde" âyeti, aklınız erdiği halde anlamındadır. Bu, siz Tevrat'ta Allah'ın kendisinden başka hiçbir dini kabul etmediği din İslâm'dır, yazısını gördüğünüz ve buna tanıklık ettiğiniz halde anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Tevrat'ta, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nitelikleri de yazılıdır. 100Ey îman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler. Bu âyet-i kerîme, Evs ile Hazrecliler arasında fitneyi -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ardı arkası kesildikten sonra- yeniden körüklemek isteyen bir yahudi hakkında inmiştir. Bu yahudi aralarında oturmuş ve onlara iki kabileden birisine mensub birisine ait ve aralarındaki Savaşa dair söylemiş olduğu bir şiiri okudu. Bu sefer, diğer kabile şöyle demişti. Bizim şairimiz de filan filan gün hakkında şöyle dedi. Bunun sonucunda olaydan bir parça etkilenmiş gibi oldular ve şöyle dediler: Haydi gelin -önceden olduğu gibi Savaşı bir daha alevlendirelim- Bunun üzerine onların bir bölümü: Ey Evslîler geliniz. Diğerleri ise, ey Hazrecliler geliniz, diye seslendiler. Bir araya toplandılar, silahlarını aldılar, Savaşmak üzere dizildiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da geldi. Ve iki saf arasında durarak, yüksek sesle bu âyet-i kerimeyi okudu, Evslilerle, Hazrecliler Hazret-i Peygamberin sesini işitince ona kulak verip dinlediler. Okumasını bitirince silahları bıraktılar, biribirlerinin boyunlarına sarılıp ağlaşmaya başladılar. Bu açıklama, İkrime, İbn Zeyd ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Bu şekilde şiir okunmasını sağlayan kişi, yahudi Şâs b. Kays idi. O, Evslilerle Hazreclîler arasına daha önce aralarında cereyan eden Savaşları hatırlatacak kimseyi göndermişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise gelip onlara durumlarını hatırlattı. Böylelikle onlar, bu işin şeytanın bir dürtüsü ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını bıraktılar, ağladılar, biribirlerinin boyunlarına sarıldılar. Daha sonra da dinleyip itaat edenler olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gittiler. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey Îman edenler," yani Evs ve Hazrecliler "eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye" yani, Şâsa ve arkadaşlarına "İtaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler" âyetini inzal buyurdu Cabir b. Abdullah dedi ki: Bu isimize muttali olmasından en çok hoşlanmadığımız kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) idi. O da geldi ve bize eliyle işaret etti, biz de bu işten vazgeçtik, Allah da aramızı bulup barıştırdı. Bunun üzerine biz (bu işe muttali olduğundan dolayı) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haberdar olmasından daha çok sevindiğimiz kişi olmadı. Ve ben, başı itibariyle ondan daha çirkin ve daha vahşetli, sonu itibariyle de ondan daha güzel bir gün görmedim. 101Allah'ın âyetleri size okunur, aranızda da Peygamberi bulunurken, nasıl kâfir olurdunuz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırca muhakkak doğru yola iletilmiştir. Yüce Allah, bu ifadeyi hayret üslûbu ile kullanmıştır. Yani: "Allah'ın âyetleri" Kur'ân-ı Kerîm, "size okunup, aranızda da Peygamberi" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) "bulunurken, nasıl kâfir olursunuz?" İbn Abbâs dedi ki: Cahiliyye döneminde Evs ile Hazrec arasında oldukça kötü bir Savaş sürüp gidiyordu. (İslâm'dan sonra) aralarında cereyan eden bu olayları sözkonusu ettiler, biribirlerine karşı kılıç çekerek ayaklandılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidildi, bu durumdan ona söz edildi, O da yanlarına vardı. Bunun üzerine şu: "Allah'ın âyetleri size okunup, aranızda da Peygamberi bulunurken,.." âyetinden itibaren, "Siz, bir ateş uçurumunun tam kenarındayken, sizi oradan kurtardı" (âyet 103) âyetine kadar olan bölüm nazil oldu. Bu âyeti kerîme(ler)in kapsamına, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görmeyenler de girer. Çünkü, onların arasında kalan Hazret-i Peygamber'in sünneti, bizzat onu görmenin yerini alır ez-Zeccâc der ki: Bu hitabın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabına has olması da mümkündür. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bulunuyor, onlar da onu görüyorlardı. Aynı şekilde bu hitabın ümmetin tümüne olması da mümkündür. Çünkü, onun eserleri, alâmetleri, ona verilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın aramızda imiş gibi yerini tutmaktadır. İsterse biz onu görmeyelim. Katâde de der ki: Bu âyet-i kerimede gayet açık iki büyük alâmet vardır. Bunların birisi Allah'ın Kitabı, diğeri Allah'ın Peygamberidir. Allah'ın Peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabına gelince, Allah onu aralarında kendi katından bir nimet ve rahmet olmak üzere kalıcı bıraktı. Allah'ın helâl ve haramı, ona itaat ve masiyet orada belirtilmiştir. Nasıl", nasb mahallindedir Edatın sonundaki "f harfi, Halil ve Sîbeveyh'e göre, İki sakin harfin yanyana gelmesi dolayısıyla nasb olunmuştur. Bu harf için, fethanın tercih edilme sebebi, "fâ"dan önceki harfin "yâ" olmasıdır. "Yâ" ile esreyi bir arada teleffuz ağır geldiğinden (üstün) olmuştur. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa", kim Allah'ın dinine ve itaatine sımsıkı sarılarak korunursa, "muhakkak doğru yola İletilmiştir." Doğru yolu izleme muvâfakiyeti ona ihsan edilmiş ve gösterilmiştir. İbn Cüreyc, "Allah'a sımsıkı sarılırsa" âyetini, Allah'a îman ederse diye açıklamıştır, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim Allah'a sımsıkı sarılırsa; yani kim Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sıkı sıkıya yapışırsa, demektir. Çünkü onun vasıtasıyla başkasından vazgeçer ve başkasına karşı korunacak olur ise, bu kökten gelen ifadeler kullanılır. ifadesi ise, kendisi ile korunulacak şeyi ona hazırladım, anlamındadır. Bir şeye sımsıkı yapışan, sarılan herkes hakkında mu'sim ve mu'tasim denilir. Bir şeyi önleyen herseye de âsim denilir. Ferazdak der ki: "Ben asımlar (koruyucular) olan Temim oğullarının oğluyum Gece ve gündüzün en büyük musibetleri geldiğinde." Şair Nâbiğa da der ki: "Korkusundan dolayı gemi tayfası sımsıkı saran (mu'tasım); Alabildiğine yorulan, kendisini ter bastıktan sonra geminin dümenine. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sımsıkı sarılmış (mu'sim) olarak, o işte kendisini şarta bağladı; Ve bunun için sebeplere yapışmayı bıraktı ve tevekkül etti." Bir kimsenin açlığını Önlemeyi ifade etmek için de: (........) denilir. Araplar, yemek, bir kimsenin açlığını önlediği vakit derler. İşte bundan dolayı Sevîk (kavut)a da "Ebû Âsım" künyesini vermişlerdir. Ahmed b. Yahya dedi ki: Araplar ekmeğe âsim ve câbir ismini verirler. Daha sonra şu beyiti okudu: "Sen beni kınama, bunun yerine câbiri (ekmeği) kına. Çünkü çirkin sözleri söylemek zorunda beni bırakan câbirdir." Yine Araplar, ekmeğe âmir ismini da verirler, dedi ve şu beyiti okudu: "Ebû Mâlik (açlığın künyesi) mûtad olarak yanıma Öğle vakitleri gelir Gelir de yükünü âmirin (ekmeğin) yanında bırakır." 102Ey îman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. Bu âyete dair açıklamala fimizi tek başlık halinde sunacağız: Buhârî'nin Murre'den, onun da Abdullah'tan rivâyetine göre, Abdullah şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'tan gereği gibi korkmak, O'na itaat edilmesi ve asi olunmaması, anılıp unutulmaması, O'na şükredilip, nankörlük edilmemesi şeklinde olur." İbn Abbâs der ki: Bu, bir göz açıp kırpacak kadar bir zaman dahi Allah'a asî olmamaktır, Müfessirlerin açıkladıklarına göre, bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ashab-ı Kiram, âyetin ağırlığım hissederek: Ey Allah'ın Rasûlü, buna kim güç yetirebilir? diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" (Teğâbün, 64/16) âyetini indirdi ve bu âyet-i kerimeyi nesh etti. Bu açıklama Katâde, er-Rabî’ ve İbn Zeyd'den nakledilmektedir. Mukâtil der ki: Âl-i İmrân'da bu âyetin dışında neshedilmiş bir âyet da yoktur. Bir diğer görüşe göre Yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyeti bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır. Yani, siz gücünüz yettiğince ve nasıl kormak gerekiyorsa öylece Allah'tan korkun. Bu, daha doğru bir açıklamadır. Çünkü nesih, ancak İki âyet-i kerimenin bir arada anlaşılmasına (cem'a) imkân olmadığı halde sözkonusu olur. Bir arada bunları anlamak mümkün olduğundan dolayı, neshe gitmemek daha uygundur. Ali b. Ebi Talha'nın rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler,, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyet-i kerimesi nesholmuş değildir, "Nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyetinin anlamı ise, Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece cihad etmeleri, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenmemeleri ve kendilerinin de çocuklarının da aleyhine dahi olsa, adaleti uygulamaları demektir. en-Nehhâs der ki: Müslümanların âyet-i kerimede sözü edilen her bir şeyi yerine getirmeleri bir farzdır ve bunda nesh vaki olmamıştır. Yüce Allah'ın: "Ve ancak müslümanlar olarak can verin" âyetinin anlamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/132, ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 103Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştirdı. O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz. Siz bir ateş uçurumunun tam kenarındayken, sizi oradan O kurtardı. Doğru yola eresiniz diye Allah, âyetlerini size işte böylece açıklar. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız; Yüce Allah'ın: "Sarılın" âyetindeki (isim-mastar) ismet, korunmak demektir. İşte "bezraka"ye ismet denilmesi burdan gelmektedir, Bezraka ise, kafilenin korumaya alınması demektir. Bu da kafile ile birlikte, kafileyi rahatsız edecek kimselere karşı koruyacak kimseleri göndermek suretiyle olur. İbn Haleveyh der ki: Bezraka kelimesi Arapça değildir. Farsça bir kelimedir. Araplar bunu arapçalaştırmışlardır. O bakımdan; sultan, kafile ile birlikte bir bezraka gönderdi, denilir. Habl (İp): müşterek (birçok anlam için ortak olarak kullanılan) bir kelimedir. Dilde asıl anlamı ise, kendisi aracılığı ile istenilen ve gerek duyulan şeye ulaşılan sebep demektir. el-Habl, boyun ve omuzu birbirine bağlayan ip. Yine, kumdan uzunca devam eden dalga da bu anlamdadır. (Haccetmek üzere gelen bedevî Arabın sözlerinin nakledildiği) Hadîs-i şerîfteki: "Allah'a yemin ederim, üzerinde vakfe yapmadığım bir habl yoktur. Benim haccım oldu mu? şeklindeki ifadesi de bu anlamdadır. Yine habl, hayvanın burnundan bağlanan yulara da denilir. Ahid ve ant anlamına da gelir el-A'şâ der ki: "Eğer bir kabilenin ahidleri (hıbâl) ona (deveme) sınırları geçirirse; O vakit o, senin için başka bir kabileden ahid alır." Buradaki ahid'den kastı da emândır. Habl, aynı mamanda büyük musibet anlamına da gelir. Kuseyyir der ki: "Ey Azze, iyice anlamak için acele etme! Samimi mi geldiler laf getirenler, yoksa musibetlerle (hanl'in çoğulu: hebûl ile) mi? Hibâle ise, avcının şebekesine denir. Alıid anlamında olanı müstesna, bütün bunların hiçbirisi âyet-i kerimede kastedilmiş değildir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan gelmiştir. İbn Mes'ûd ise der ki: Allah'ın ipi, (hablullah) Kur'ân-ı Kerîmdir. Ali ve Ebû Said el-Hudrî de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği gibi, Mücâhid ve Katâde'den de buna benzer bir açıklama rivâyet edilmiştir. Ebû Hazret-i Muâviye'nin el-Hecerî'den, Onun, Ebû'l-Ahvas'dan, Onun da Abdullah'dan rivâyetine göre Abdullah şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerîm hablullahtır (Allah'ın ipidir)." Taki b. Mahled rivâyetle der ki: Bize Yahya b. Abdulhamid anlattı, bize, Huşeym el-Avvam b. Havşeb'den anlattı, o, eş-Şa'bi'den, O, Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyetle dedi ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" âyeti cemaat olun demektir. Yine ondan ve başkalarından çeşitli yollarla böyle bir açıklama rivâyet edilmiştir. Bütün bunların manası birbirine yakın ve birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle kaynaşmamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) helâk olmaktır, cemaat ise kurtuluştur. Şöyle diyen İbnü'l-Mübârek'e Allah'ın rahmeti olsun: "Şüphesiz cemaat hablullahtır. Ona yapışın, Onun sapasağlam kulpuna yapışarak korunun." 2. Geçmiş Ümmetlerdeki Tefrika ve İslâm Ümmetinin Çeşitli Fırkaları: Yüce Allah'ın: "Ve ayrılığa düşmeyin" âyeti, yahudiler ve hıristiyanlar kendi dinlerinde ayrılığa düştüğü gibi, siz de dininizde ayrılığa düşmeyin, demektir. Böyle bir açıklama İbn Mes'ûd ve başkalarından nakledilmektedir. Bunun hevâ ve değişik maksatlara uyarak tefrikaya düşmeyiniz, bunun yerine Allah'ın dininde kardeşler olunuz, anlamında olması da mümkündür. Böylelikle bu, onların biribirleriyle olan ilişkilerini koparmalarım, biribirlerine sırt çevirmelerini önlemiş olur. Bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu âyetleri de bu anlama delildir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz." Bununla birlikte bu âyet-i kerimede fer'î konularda ayrılığın haram olduğuna bir delil yoktur. Çünkü bu, ihtilâf değildir. Zira ihtilâf, kaynaşmanın ve bir araya gelmenin imkânsız olduğu şeyler hakkında kullanılır. İçtihada dayalı meselelerin hükmünde ihtilâfa gelince, bu konularda ihtilâf, farzların delillerinden çıkartılması ve Şeriatın anlam inceliklerinin ortaya çıkartılmak istenmesi dolayısıyladır. Ashab-ı Kiram da değişik olayların hükümleri hakkında ihtilâf edegelmiştir. Buna rağmen onlar, biribirleriyle ülfet halindeydiler, kaynaşma halindeydiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir" diye buyurmuştur. Yüce Allah, ancak fesada sebep teşkil eden ihtilafı men etmiştir. Tirmizînin Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar da buna yakın sayıda fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır." Tirmizî der ki: Bu sahih bir hadistir. Yine bu hadisi, İbn Ömer'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz İsrailoğulları’nın başına gelenlerin aynısı adım adım ümmetimin de başına gelecektir, O kadar ki, onlardan herhangi bir kimse, annesine açıkça varıyor ise, ümmetimden de bu işi yapan çıkacaktır. Ve şüphesiz İsrailoğulları yetmiş iki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemde olacaktır. Bir tanesi müstesna." Peki bu fırka hangisidir? Ey Allah'ın Rasûlü! diye soran ashaba, Hazret-i Peygamber: "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler" diye cevap vermiştir. Bu hadisi, Abdullah b. Ziyad el-İfrîkî yoluyla, Abdullah b. Yezid'den, o, İbn Ömer senediyle rivâyet etmiş ve: Bu, hasen, garib bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan gelen rivâyetiyle biliyoruz, demiştir/3' Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah el-Ifrikî, sika bir ravidir. Kavmi onun sika olduğunu belirtip ondan övgüyle söz ettiği halde, başkaları da onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Ebû Dâvud da Sünen'inde, Muâviye b. Ebi Süfyan'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Şüphesiz sizden önceki kitap ehli kimseler yetmiş iki millete (fırkaya) ayrıldılar. Ve şüphesiz bu millet, pek yakında yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmiş iki fırkası cehennemde bir tanesi cennette olacaktır. Bu ise, cemaattir. Benim ümmetimden öyle bir takım topluluklar çıkacak ki, bu hevalar onlarda, bir kişinin bünyesinde yayılıp girmedik hiçbir damar, hiçbir eklem bırakmayan kuduz hastalığının yayıldığı gibi yayılacaktır." İbn Mâce'nin Sünen'inde de Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim yalnızca Allah'a ihlâs, O'na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızin ibadet, namaz kılmak ve zekât vermek üzere dünyadan ayrılırsa, O, Allah kendisinden razı olmuş olarak Ölmüş olur," Enes dedi ki: İşte bu, rasûllerin getirdiği ve sözlerin bir birine karışıp hevâların ihtilâfa düşmeden önce tebliğ ettikleri, Allah'ın dinidir. Bunu doğrulayan âyet ise, yüce Allah'ın Kitabında nazil olan son âyetler arasındadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Eğer tevbe ederlerse" yani, putları ve putlara ibadeti terk ederlerse "ve namaz kılıp zekât verirlerse..." (et-Tevbe, 9/5) Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir." ( et-Tevbe, 9/11) Bunu, Nasr b. Ali el-Cehdamî'den, o, Ebû Ahmed'den, o, Ebû Cafer er-Razî"den; o, er-Rabi b. Enes'den, o, Enes yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû'l-Ferac el-Cevzî de der ki: Şayet bu fırkalar bilinmekte midir denilecek olursa, buna cevap şudur: Bizler, ayrılmanın tefrikanın gerçekleştiğini biliyoruz. Fırkaların asıllarını da biliyoruz. Her bir fırkadan belli bir kesimin yine birçok fırkalara da ayrıldığını görüyoruz. Her ne kadar bütün bu fırkaların isimlerini ve görüşlerini tamamıyle bilemiyor isek dahi, bizler, bunlar arasında çıkmış bulunan şu asıl fırkaları biliyoruz: Haruriye, Kaderiyye, Cehmiyye, Murcİ'e, Rafizîler ve Cebriyye... Kimi ilim ehli de der ki: İşte bütün sapık fırkaların aslı bu altı fırkadır. Bunların herbirisi de on iki fırkaya ayrılmıştır. Böylelikle bunların toplamı yetmiş iki fırka etmektedir: Haruriyye oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunların birincisi, Ezrakîlerdir. Derler ki: Biz hiçbir kimsenin mü’min olduğunu bilemeyiz. Kendi görüşlerini kabul edenlerin dışında bütün ehl-i kıbleyi tektir ederler. İbâziye der ki: Bizim görüşümüzü kabul eden mü’mindir, ondan yüz çeviren ise münafıktır. Sa'lebîler der ki: Allah herhangi bir kaza veya kader tayin etmemiştir. Nazimiye der ki: Biz imanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ve bütün yaratıklar mazurdur. Halefiye'nin iddiasına göre ise, erkek olsun, kadın olsun kim cihadı terk ederse o kimse kâfir olur Kuziyye (bazı nüshalarda: Kureviyye, bazılarında da Kudriyye) derler ki: Kimsenin kimseye dokunmaya hakkı yoktur. Çünkü onun pislikten temiz olup olmadığını bilemez, Tevbe edip gusledinceye kadar onunla oturup yemek yiyemez. Tenziyye der ki: Kimse kimseye malım veremez. Çünkü belki o kişi malı hakkeden bir kimse değildir. Bunun yerine hak ehli ortaya çıkıncaya kadar onu yere gömer. Şemrâhiyye der ki: Yabancı kadınlara dokunmakta bir sakınca yoktur. Çünkü onlar bir çeşit reyhandırlar. Ahnesiyye der ki; Ölmüş bir kimseye ölümünden sonra ne hayır ulaşır, ne de şer, Hakemiyye der ki: Her kim bir yaratılmışın hükmüne başvurursa o kimse kâfirdir. Mu'tezite der ki: Biz, Ali ve Hazret-i Muâviye'nin durumu hakkında şüphedeyiz. O bakımdan bizler her iki kesimden de beriyiz. Meymûniyye der ki: Bizim sevdiklerimizin rızası ile olmadıkça kimse İmâm olamaz. Kaderiyye de oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan el-Akmeriyye şu iddiadadır: Yüce Allah'ın adaletinin şartlarından birisi de kullarını kendi işlerinde serbest bırakması ve kendilerinin masîyet işlemelerine de engel olmasıdır. Seneviyye'nin İddiasına göre ise, hayır Allah'tan, şer şeytandandır. Mu'tezile, Kur'ân-ı Kerîm’in mahlûk olduğunu söyleyip, rububiyetin sıfatlarını inkâr eden kimselerdir. Keysaniyye şöyle der: Bizler bu fiillerin Allah'tan mı, kullardan mı olduğunu bilemiyoruz. Aynı şekilde, daha sonra insanlar sevap mı görecek, ceza mı görecekler onu da bilemiyoruz. Şeytaniye der ki: Allah şeytanı yaratmamıştır. Şerikiye der ki: Küfür dışında bütün kötülükler kaderle tesbit edilmiştir. Vekmiye der ki: Yaratıkların fiillerinin ve sözlerinin bir zatı (hakiki kişiligi) yoktur. Hasenenin de, seyyienin de bir zatı yoktur, Zibriyye der ki (bazı nüshalarda Zebunediyye): Allah'tan indirilmiş olan her bir kitap ile amel haktır. İster neshedici olsun, ister nesh edilmiş olsun. Mes'adiyye akımı nüshalarda Mütebberiyeb'nin iddiasına göre, isyan edip sonradan tevbe edenin tevbesi makbul değildir. Nâkisiye'nin iddiasına göre ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan bey'ati nakzeden (yani bozan) için günah yoktur. Kasıhyye ise, İbrahim b. en-Nazzam'ın; her kîm Allah'ın bir şey olduğunu İddia ederse, o kimse kâfirdir, şeklinde sözüne tabi olmuşlardır. Cehmiyye de aynı şekilde on iki fırkaya ayrılmıştır. Muattıle'nin iddiasına göre, insan vehminden geçen her bir şey mahluktur, Allah'ın görüleceğini iddia eden kâfirdir. Mureysiye der ki: Allah'ın sıfatlarının çoğunluğu mahluktur. el-Meltezika ise, yaratıcı yüce Allah'ı her yerde kabul etmişlerdir. Vâridiyye der ki: Rabbini bilen kimse cehenneme girmez. Oraya giren de bir daha ebediyyen çıkmaz. Zenadika akımı nüshalarda ZeyarikaJ der ki; Hiçbir kimse rabbi olduğunu ileri süremez. Çünkü böyle bir iddia ancak duyuların idrâkinden sonra mümkün olabilir. İdrak olunamıyan bir şeyin varlığından ise söz edilemez. Harkiyye'nin iddiasına göre, kâfiri ateş yalnız bir defa yakar, ondan sonra da ebediyyen yakılmış olarak kalır ve ateşin sıcaklığını duymaz. Mahlûkiyye'nin İddiasına göre Kur'ân mahlûktur (yaratılmıştır). Fâniye'nin iddiasına göre, cennet ve cehennem fanidir, yok olacaktır. Aralarından; bunlar yaratılmamıştır diyenleri de vardır. Abdiyye akımı nüshalarda î'riyyeb ise, peygamberleri İnkâr eder ve peygamberler aslında hakim (filizof) kimselerdir, derler. Vakifiyye der ki: Biz, Kur'ân mahlûktur demeyiz, değildir de demeyiz. Kabriyye ise, kabir azabını ve şefaati inkâr ederler. Lafuziyye der ki: Brzim Kur'ân'ı teleffuz etmemiz mahluktur. Murcie de on iki fırkaya ayrılmıştır Târikiyye der ki: Yüce Allah'ın yaratıkları üzerinde kendisine îman dışında farz kıldığı bir yükümlülük yoktur. Her kim ona îman ederse dilediği her şeyi yapabilir. Sâibiyye der ki: Yüce Allah, halkını dilediklerini yapsınlar diye sâib (serbest.) bırakmıştır. Râciyye der ki: İtaat edene itaatkâr, isyan edene de isyankâr denilmez. Çünkü bizler, Allah nezdinde onun için neler olduğunu bilemiyoruz. Sâlibiyye (bir nüshada: Şâkkiyye) derler ki: İtaat imandan değildir. Beklşiyye (üç nüshada: Beyhesiyye, bir nüshada da Beysemiyye) derler ki: Îman bir ilimdir. Hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd edecek bilgiye sahip olmayan bir kimse kâfirdir. Ameliyye der ki: Îman bir ameldir. Mankusiyye der ki: Îman artmaz ve eksilmez. Mustesniye der ki: İstisna (inşallah ben mü’minim, demek) imandandır Müşebbihe der ki: (Allah'ın) görmesi bir görme gibidir, eli de bir el gibidir. Haşviyye der ki; Bütün hadislerin hükmünü bir kabul ederler Onlara göre, nafileyi terkeden bir kimse tarzı terketmiş kimse gibidir. Zahiriyye ise, kıyası kabul etmeyenlerdir. Bid'ıyye ise, bu ümmet arasında bid'atleri İlk olarak ortaya koyan kimselerdir. Râfızîler de oniki fırkaya ayrılmışlardır Alevîler derler ki: Risalet görevi Ali'ye idi. Ancak Cebrâîl yanlışlık etti. Emriyye derler ki: Ali, Muhammed'le emrinde apeygamberlik işindeb ortaktır. Şia der ki: Ali (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra onun vasisi ve velîsidir. Ümmet ondan başkasına bey'at etmek suretiyle kâfir olmuştur. İskakiyye der ki: Nübüvvet Kıyâmet gününe kadar kesintisiz olarak devam edecektir. Ehl-i Beyt ilmini bilen herkes peygamberdir. Nâvusiyye der ki: Ali ümmetin en faziletlisidir. Her kim ondan başkasını ondan faziletli bilirse, kâfir olur. İmâmiye der ki: Dünya, Hüseyin soyundan gelen bir İmâm olmaksızın var olmasına imkân yoktur, İmâma, Cebrâîl (aleyhisselâm) ilim öğretir. O öldü mü, onun yerine bir başkasını getirir. Zeydiye der ki: Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, namazlarda İmâmdır. Onlardan birisinin bulunduğu yerde başkalarının arkasında namaz câiz değildir. İyi olsunlar, olmasınlar. Abbasiye; Hazret-i Abbas'ın halifelik konusunda başkalarından önce geldiğini iddia ederler. Tenâsukiyye der ki: Ruhlar arasında tenasüh vardır. İyilik yapan bir kimsenin ruhu çıkar ve onun yaşaması ile mutlu olacak bir canlıya girer. Rec'ıyye'nin iddiasına göre, Hazret-i Ali ve arkadaşları dünyaya geri dönerler ve düşmanlarından İntikam alırlar. Lâine (veya Lâiniyye) ise, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Muâviye, Ebû Mûsa, Hazret-i Âişe ve başkalarına lanet okurlar. Mutarabbisa abidlerin kılığına girerler ve her bir çağda işi kendisine nisbet edecekleri birisini nasb ederler. Onun bu ümmetin Mehdisi olduğunu iddia ederler. O kişi öldü mü, bir başkasını nasb ve tayin ederler. Cebriyye de oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan bir tanesi el-Muztariyye ismini alır. (Bazı nüshalarda Muztaribe). Bunlar derler ki: Hiçbir insanoğlunun yaptığı bir fiil yoktur. Aksine her şeyi yapan Allah'tır. Efâliye der ki: Bizim yaptığımız bazı fiillerimiz vardır. Fakat, bizim o konuda bir istitaatımız (yapıp yapmama gücümüz) yoktur, Bizler, ancak bir iple bir tarafa sürüklenen hayvanlar gibiyiz. Mefrâğiyye der ki: Her şey yaratılmış bulunmaktadır. Şu anda hiçbir şey yaratılmamaktadır. Neccâriyye'nin iddiasına göre, yüce Allah insanları, yaptıkları fiillerinden dolayı değil, kendi fiili dolayısıyla azaplandırmaktadır. Mennâniyye der ki: Sen kalbinden geçene bak ve kalbinde hayır diye benimsediğin şeyi yap. Kesbiyye der ki: Kul ne bir sevap kapanır, ne de cezayı gerektirecek bir şey. Sâbikiyye der ki: İsteyen amel etsin, isteyen amel etmesin. Çünkü mutlu olan kimseye günahlarının bir zararı olmaz, bedbaht olan kimseye de iyiliğinin faydası olmaz. Hibbiyye der ki: Her kim Yüce Allah'ın muhabbetinden bir kâse içecek olursa, onun üzerinden İslâm'ın rükünleriyle ibadet mükellefiyeti kalkar. Havfiyye der ki: Yüce Allah'ı seven bir kimse O'ndan korkamaz. Çünkü seven sevdiğinden korkmaz. Fikriyye (bazı nüshalarda Firkiyye, bir nüshada Nekriyye şeklindedir) der ki: Kimin ilmî artarsa, o oranda üzerinden ibadet düşer. Haşebiyye der ki: Dünya bütün kullar arasında eşittir. Ataları Âdem'in kendilerine bıraktığı miras bakımından birinin ötekine bir üstünlüğü yoktur. Menniyye der ki: Fiil de bizdendir, istitâa (fiile güç yetirebilmek) da bize aittir. Yüce Allah'ın izniyle En'âm Sûresi'nin sonlarında da (6/153- âyet) bu ümmette daha fazla görülen tefrikaya dair açıklamalar gelecektir. İbn Abbâs, Simek el-Hanifi'ye şöyle demiş: Ey Hanifi, cemaatten ayrılma, cemaatten ayrılma. Çünkü bundan önceki ümmetler tefrikaya düştükleri için helâk oldular. Sen, yüce Allah'ın: "Topluca Allah'ın İpine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" âyetini hiç işitmedin mi? Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sizin için üç şeyden hoşnud olur ve sizin için üç şeyi de hoş görmez. Ona ibadet edip kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızdan, Allah'ın ipine topluca sarılıp ve ayrılmamanızdan razı olur. Üç şeyi de sizin için hoş görmez. Kıylukal (dedikodu), çokça sual ve malı zayi etmek." Yüce Allah bizlere, Kitabına ve Peygamberinin sünnetine sımsıkı sarılmayı, anlaşmazlık halinde onlara başvurmayı farz kılmış, Kitap ve Sünnete hem itikat, hem amel bakımından sımsıkı sarılmak ilkesi etrafında bir araya gelmemizi emretmiştir. Bu ise, sözbirliğini gerçekleştirmenin ve kendisi vasıtasıyla din ve dünya menfeatlerinin gerçekleşebileceği, dağınıklığın düzene girdiği bir araya gelmenin ve anlaşmazlıktan kurtulmanın bir sebebidir. Aynı zamanda O, bizlere bir araya gelmeyi emretmiş ve iki kitap ehlinin karşı karşıya kaldığı tefrikaya düşmeyi de yasaklamıştır. İşte âyet-i kerimenin tam anlamı budur. Ayrıca bu âyet-i kerimede usulü fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde de belirtildiği gibi, icma’ın sahih oluşuna bir delil de vardır Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Yüce Allah'ın: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz. Siz, bir ateş uçurumunun tam kenarındayken sizi oradan O kurtardı" âyeti ile yüce Allah, nimetlerinin hatırlanmasını emretmektedir. Bu nimetlerin en büyüğü ise, İslâm ve onun Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabi olmaktır. Şüphesiz, onun sayesinde düşmanlık ve ayrılık ortadan kalkmış, sevgi ve kaynaşma başgöstermiştir. Maksat, Evs İle Hazrecliler olmakta birlikte, âyet-i kerimenin kapsamı geneldir. Yüce Allah'ın "O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz" âyeti de: Siz, İslâm nimeti sayesinde dîn kardeşleri oldunuz anlamındadır "Eğer suyunuz yerin dibine geçiverse..," (el-Mülk, 67/30). Yerin dibine geçecek olursa, demektir. "Ihvân" kelimesi, Kardeş kelimesinin çoğuludur. Ona bu ismin veriliş sebebi, kardeşin kardeşinin yolunu İzleme maksadını güttüğünden dolayıdır. Herşeyin kenarına da denilir. de aynı anlamdadır. Yüce Allah'ın: "Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarına. " (et-Tevbe, 9/109) âyetindeki "kenar, kıyı" anlamındaki kelime de buradan gelmektedir. Şair recez vezninde şöyle demektedir: "Biz hacılar için bir kuyu kazdık Kuyu ağzının üzerinde (kıyısında) yeşil ot bitmektedir. (......) ise, bir şeyin kıyısına gelmek demektir. Hasta ölümün, kertesine geldi" tabiri de buradan gelmektedir. (......) tabiri; ondan ancak pek az bir şey kaldı, anlamındadır. İbn es-Sikkît der ki: Kişinin ölümü yaklaştığı vakit, ay görülmeyecek Iıale yaklaştığında, güneşin de batışı esnasında hep: Ondan ancak pek az bir şey kaldı, denilir. el-Accâc der ki; "Güneşin battığı yahut da batmak üzere olduğu bir vakitte. Bakmak isteyen kimselere baktırdığım, oldukça yüksek bir gözetleme yeri..." Bu fiil, "yâ"lı olmakla birlikte, bunun "vâv”lı bir kullanışı da vardır. en-Nehhâs der ki: 'ın aslı dır. O bakımdan "elif" ile yazılır, fakat imale yapılmaz. el-Ahfeş de der ki: Bunda imale yapmak câiz olmadığından "vav"lı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü imale "yâ"ya yakın bir şeydir. Ayrıca, bunun tesniyesi de şeklinde gelir el-Mehdevî der ki: Bu âyet, onların küfürden çıkıp îmana girişlerini anlatan temsilî bir ifadedir. 104İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Bu sûrede (21-22. âyetlerin tefsirinde) mârufu emredip münkerden alıkoymaya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "İçinizden" âyetinde yer alan...den/ teb'îd (kısmilik bildirmek) içindir. Yani, iyiliği emredecek olanların ilim adamı olmaları gerekmektedir. Çünkü bütün İnsanlar ilim adamı değildir. Bunun cinsi beyan etmek için geldiği de söylenmiştir. O takdirde: Hepiniz böyle olunuz, demek olur. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü birinci görüş, mârufu emredip, münkerden alıkoymanın farzı kifaye olduğuna delildir. Şanı yüce Allah da bunların kimliklerini: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerine imkân ve iktidar verdiğimiz takdirde namazı dosdoğru kılarlar..." (el-Hac, 22/41) âyetiyle tayin etmektedir. Bütün insanlar ise, bu şekilde bir imkâna mazhar kılınmamışlardır. İbn ez-Zübeyr de bu âyeti; "İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen bir topluluk bulunsun" anlamında Kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen" (ilavesiyle) diye okumuştur. Ebû 'Bekr el-Enbarî der ki: Bu fazlalık, İbn ez-Zübeyr tarafından yapılmış bir açıklamadır ve onun söylediği bir sözdür. Bazı nakikiler bu hususta yanlışlık yaparak bunu Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızları arasına almıştır. Benim bu söylediklerimin sahih oluşuna bana, babamın naklettiği şu hadis de delildir. Babam dedi ki: Bize, Hasen b. Arefe anlattı. Bize, Vekf anlattı. Vekîf Ebû Âsım'dan, o, Ebû Avn'dan, o, Subayh'dan dedi ki: Ben Osman b. Affân'ı: "Mârûfu emreden, münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen..." şeklinde okuduğunu işittim. Aklı başında hiçbir kimse, Hazret-i Osman'ın bu fazlalığın Kur'ân-ı Kerîm’den olduğuna asla inanmadığında hiçbir şüphe etmez. Çünkü o, bütün müslümanların İmâmı durumunda olan kendi Mushaf'ına bu ibareyi yazmamıştır. O, bu ibareyi sadece bununla öğüt vermek ve bundan önce gelen âlemlerin Rabbinin sözünü te'kid etmek kastıyla zikretmiştir, o kadar. 105Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır. Bu âyetle, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre, yahudilerle lımstiyanlar kast edilmektedir. Kimisi de bununla kast edilenler, bu ümmetin bid'atçileridir, demişlerdir. Ebû Umâme ise, bunlardan kasıt, Haruralılar (Hâricîler)dir demiş ve bu âyet-i kerimeyi okumuştur Cabir b. Abdullah ise: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler" yahudilerle hiristiyanlardır, demiştir. Âyet-i kerimede: "Kendilerine geldi" âyeti, çoğul olarak müzekker gelmiştir. Bunun agünlük konuşmadab: “.....” şeklinde kullanılması da mümkündür. 106O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır. O zaman yüzleri kara olanlara: "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha! İşte kâfir olmanızın cezası olarak tadın azâbı!" denir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Kıyâmet Gününde Kimi Yüzler Ağaracak, Kimi Yüzler Kararacaktır: Yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyeti ile Kıyâmet günü kast edilmektedir, insanlar, kabirlerinden diriltilecekleri vakit, mü’minlerin yüzleri ağarmış olacak, kâfirlerin yüzleri de kararacaktır. Bu ağarıp kararmanın, herkesin kendi kitabını (amel defterini) okuyacağı vakit olacağı da söylenmektedir. Mü’min, kitabını okuyup da, kitabında hasenatının yazılı olduğunu görünce buna sevinir ve yüzü ağarır. Kâfir ile münafık da kitabını okuyup orada günahlarını göreceği vakit, yüzü simsiyah kesilir. Bir başka görüşe göre, bu husus amellerin tartılacağı sırada olacaktır. İyilikleri ağır basarsa yüzü ağarır, kötülükleri ağır basarsa yüzü kararır. Bir diğer görüşe göre de bu husus, Şanı Yüce Allah'ın: "Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın" (Yasin, 36/59) denileceği vakit sözkonusu olacaktır. Başka bir görüşe göre, Kıyâmet günüs her bir kesime kendi mabudunun etrafında toplanması emrolunacaktır. Onlar, bu batıl mabutlarına gidecekleri vakit üzülecekler ve yüzleri simsiyah kesilecektir Mü’minler, ehli kitab ve münafıklar ise yerlerinde kalacaklardır. Yüce Allah mü’minlere: "Rabbiniz kim?"der, onlar: Rabbimiz aziz ve celil olan Allah'tır, derler. Bu sefer onlara: "Onu görürseniz tanır mısınız"? diye sorucak, onlar da: Biz onu tenzih ederiz. Ancak O bize kendisini tanıtırsa biz de G'nu tanırız, derler. Onlar da yüce Allah'ı dileyeceği şekilde görecekler. Bunun üzerine mü’min olanlar yüce Allah'a secde ederek yere kapanacaklar. Yüzleri kar gtbi bembeyaz kesilecektir, Münafıklarla kitap ehli ise, secde edemeyecek halde kalacaklar, bundan dolayı üzülecek ve yüzleri simsiyah kesilecektir, işte yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyetinde anlatılan budur. Ağarır, kararır" anlamındaki âyetlerin "t" harfleri, üstün yerine esreli de okunabilir. Çünkü, Ağardı" denildiği vakit hemze esreli söylenir, işte başa gelen "t" de böylece esreli okunabilir. Bu da Temimlilerin şivesidir. Yahya b. Vessab da bu şiveye göre okumuştur. ez-Zührî ise: diye okumuştur. Bunda da "te" harfinin esreli okunması caizdir. Bununla birlikte şeklinde "yüzler" anlamındaki kelimenin müzekker kabul edilmesi suretiyle "ye" ile de okunması mümkündür. "Yüzler" anlamındaki kelimenin; şeklinde okunması da caizdir. Tıpkı: "Belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Murselât, 77/11) âyetinde f'vav" harfi yerineb hemze ile söylenmesi gibidir. Yüzlerin ağarması, nimetlerle aydınlanıp parıldaması, kararması ise, can yakıcı azâbın kendilerini yorup bitirmesidir. 2. Bu Azap Kimler Hakkındadır: Muayyen olarak kimlerin böyle olacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs der ki: Sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır. Derim ki: İbn Abbâs'ın bu sözünü, Gassân'ın kardeşi Mâlik b. Süleyman el-Herevî, Mâlik b. Enes'den, o, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle rivâyet etmiştir: İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani, sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır." Bunu da Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatîb zikretmektedir. O, bu hususta der ki; Bu hadisin Mâlik yoluyla rivâyet edilmesi münkerdir. Atâ der ki: Muhacir ve Ensar'ın yüzleri ağaracak, Kurayza ve Nadiroğullarının yüzleri ise kararacaktır Ubey b. Ka'b der ki; Yüzleri kararacak olanlar kâfirlerdir. Onlara şöyle denilecektir: Sizler, Âdem'in sırtından küçücük zerreler gibi çıkartıldığınız vakit ikrarınız, dolayısıyla îman ettikten sonra küfre saptınız ha!. Bu açıklama, Taberînin de tercihidir, el-Hasen der ki: Âyet-i kerîme münafıklar hakkındadır. Katâde ise mürtedler hakkındadır, demiştir. İkrime ise: Bunlar kitap ehlinden bir kavimdir. Önceleri kendi peygamberlerini tasdik eden kimseler idiler. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de peygamber olarak gönderilmeden önce tasdik edenlerdi. Ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, onu inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın: "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha!" âyeti buna işaret etmektedir. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği görüş de budur. Mâlik b. Enes de: Bu âyet-i kerîme, hevâ ehli hakkındadır, demiştir. Ebû Umame el-Bâhîlı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den: Bu, Haruralılar hakkındadır" dediğini nakletmektedir. Bir başka haberde de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş: "Bu, Kaderiyye hakkındadır.” Tirmizî Ebû Gâlib'ten şöyle dediğini rivâyet eder; Ebû Umâme, Dimaşk kapısı üzerinde dikilmiş (kesik) bir takım başlar gördü. Bunun üzerine Ebû Umâme şöyle dedi: Bunlar ateşin köpekleridir. Gökyüzü altında öldürülmüşlerin en kötüleridir. Bunların öldürdükleri ise, en hayırlı maktullerdir. Daha sonra: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır..." âyetini sonuna kadar okudu. Ben, Ebû Umâme'ye Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bizzat sen mi dinledin? diye sordum, şöyle dedi: Eğer ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bir, iki, üç -diyerek yediye kadar saydı- defa duymamış olsaydım. Hiç de bunu size nakl etmezdim. Tirmizî dedi ki: Bur hasen bir hadistir. Buhârî’nin Sahih'inde de Sehl b. Saad'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden önce Havz'ın kenarına ben varmış olacağım. Her kim benim yanıma uğrayacak olursa, (o havuzdan) içer. Ondan İçen İse, ebediyyen bir daha susuzluk çekmeyecektir. Benim yanıma (su içmek üzre) kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onlar arasına engel olunacaktır." Ebû Hazim dedi ki: en-Nu'man b. Ebi Ayyaş, benim bu sözlerimi işitip söyle dedi: Sen, Sehl b. Saad'dan bunu böyle mi dinledin? Ben: Evet dedim. O da şöyle dedi: Ben de tanıklık ederim ki, Ebû Said el-Hudrî'den bunu işittim ve o bunda şunu da ilave ediyordu: (Hazret-i Peygamber buyuruyor ki): "Ben diyeceğim ki: Onlar bendendir. Bana: Şüphesiz ki sen, senden sonra ne bid’atler uydurup çıkardıklarını bilmezsin. Bu sefer ben de: Benden sonra değişiklik yapanlar benden uzak dursun, uzak dursun diyeceğim." Ebû Hüreyre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet ederdi: "Kıyâmet gününde ashabımdan bir topluluk Havz'a benim yanıma gelecekler. Bu sefer Havz'dan alınıp uzaklaştırılacaklar. Ben, Rabbim, onlar benim ashabımdır (ümmetimdir), diyeceğim. Şöyle buyuracak: Sen, bunların senden sonra neler ortaya çıkardıklarını bilmiyorsun. Onlar, gerisin geri arkalarına dönüp irtidat ettiler." Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Her kim Allah'ın razı olmayacağı ve Allah'ın izin vermediği şekilde Allah'ın dininde bir takım değişiklikler yapar, değiştirir yahut bidatler ortaya koyacak olursa, şüphesiz ki o, Havz'ın etrafından kovulup uzaklaştırılan, yüzleri kararacak olan kimselerden olacaktır. Elbetteki en çok uzaklaştırılıp kovulacak olanlar da müslümanların cemaatine muhalefet edip onların yolundan ayrılanlardır. Çeşitli fırkalarıyla Hâricîler, farklı sapıklıklarıyla Râfizîler, türlü hevâ ve hevesleriyle Mutezilîler gibi. Bütün bunlar değiştirmiş ve bid'at çıkarmış kimselerdir. Aynı şekilde haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak ehlini öldürmek, hak ehlini zelil etmek suretiyle aşırıya kaçan zâlimler, masıyetleri hafife alıp büyük günahları açıkça işleyen kimseler, çeşitli sapıklık, hevâ ve bîd'at sahibi kimseler de böyledir. Bütün bunların âyet-i kerîme ile haberde -açıkladığımız gibi- kastedilen kimseler olacaklarından korkulur Bununla beraber cehennemde ebediyyen kalacak olanlar, ancak ve ancak kalbinde îman namına hardal tanesi ağırlığı kadar dahi hiçbir şey bulunmayan inkarcılardır. İbnü’l-Kasım der ki: Bazan sapık fişkalara mensup olmayanlar arasında bu sapık fırkalar arasındakilerden daha kötüler de bulunabilir. Yine o, şöyle derdi: İlılâs masiyetlerden uzak durmakla mükemmel olur 3. îmandan Sonra Küfrün Cezası: Yüce Allah'ın: "O zaman yüzleri kara olanlara..." âyetinde: "Şöyle denilecektir" anlamındaki ibare hazf edilmiştir. "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha!..," Yani onlar, Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorulduğu vakit; evet dedikleri o misak gününde îman etmişlerdi. Bu sözler yahudilere söylenecektir. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce ona îman ediyorlardı, Fakat peygamber gönderilince onu inkâr ettiler. Ebû'l-Âl-iyye der ki: Bu, münafıklara söylenecektir. Onlara: Açıktan açığa imanınızı İkrar ettikten sonra, gizliden gizliye de kâfir mi oldunuz? denilecektir. Arap dili bilginleri şart edatının cevabında "fe" harfinin mutlaka gelmesi gerektiğini icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü bir kimsenin Zeyd'e gelince, o da yola koyulacaktır, ifadesi, Ne olursa olsun Zeyd yola koyulacaktır, manasındadır. 107Ama yüzleri ağaranlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Yüce Allah'ın: "Ama yüzleri ağaranlar ise..." âyetinde sözkonusu edilenler, Yüce Allah'a itaat ve onun ahdine vefa gösteren kimselerdir. "Allah'ın rahmeti içindedirler, onlar orada ebedi kalacaklardır." Yani, O'nun cennetinde ikram ve ihsan yurdunda ebedi ve devamlı kalacaklardır Şanı yüce Allah bizi de onlardan kılsın. Bizi türlü bid'at ve sapıkların yollarından uzak tutsun, îman edip salih amel işleyenlerin yollarına muvaffak etsin. Âmîn. 108Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez. Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. Maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Onları sana hak olarak" yani, doğrulukla "okuyoruz." Bundan maksat da, biz sana Cebrâîl'i indiriyoruz, Cebrâîl de onları sana okumaktadır, demektir- ez-Zeccâc: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" âyeti, zikrolunan bu âyetler, Allah'ın hüccet ve delilleridir demektir, diye açıklamıştır. Şunlar," aslında "bunlar" manasınadır. Çünkü, bu âyet-i kerimelerin indirilmesi sona erdiğinden dolayı âdeta uzaklaşmış gibi olduğundan, bu işaret zamiri getirilmiştir. Bununla birlikte "Allah'ın ayetleri" anlamındaki ifadenin, "bunlar" anlamındaki işaret zamirinden bedel olması ve sıfat olmaması da mümkündür. Çünkü, müphem olan belirtisiz bir kelime, izafet He nitelendirilmez. "Allah, âlemlere zulmetmek istemez." Yani O, günahsız oldukları halde onlara azâb etmez. 109Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." el-Mehdevî der ki: Bu âyetin kendisinden önceki buyruklarla İlişki yönü şudur: Şanı Yüce Allah, mü’minlerle kâfirlerin durumunu sözkonusu edip de, kendisinin âlemlere zulmetmek istemediğini belirttikten hemen sonra kudretinin genişliğini ve zulme ihtiyacı olmadığını sözkonusu etti. Çünkü, göklerde ve yerde bulunan herşey O'nun mülkü ve tasarrufundadır. Bu âyetin (109- âyetin) yeni bir söz başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bununla kullarına, göklerde ve yerde bulunan herşeyin kendisinin olduğunu beyan etmektedir ki, yalnız O'ndan dilekte bulunsunlar, yalnız O'na İbadet etsinler, O'ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmesinler. 110Siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden akkorsunuz ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler olmakla birlikte çoğu fasıllardır. Bu âyetlerin: "Siz İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" bölümüne dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Ümmetlerin En Hayırlısı Olan Bir Ümmet: Tirmizî, Beliz b. Hakîm'den, o, babasından, o da dedesi yoluyla rivâyet ettiğine göre, Beliz b. Hakîm'in dedesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şanı yüce Allah'ın: "Siz İnsanlar İçin çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti ile ilgili olarak şöyle buyururken dinlemiş; "Siz yetmiş ümmetin tamamlayıcısısınız. Allah nezdinde bunların en hayırlıları ve en değerlileri de sizlersiniz." Tirmizî der ki: Bur hasen bir hadistir. Ebû Hüreyre de der ki: Biz, insanlar arasında, insanlara en hayırlı olan kimseleriz. Zincirlerle onları İslam'a sürükleriz. İbn Abbâs der ki: Bunlar, Mekke'den Medine'ye hicret edip, Bedir ve Hudeybiye'de hazır bulunan kimselerdir. Ömer b. el-Hattâb da şöyle demiştir: Onların yaptıklarını yapan, onlar gibi olur. Denildiğine göre burada sözü geçenler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetidir. Yani, onların arasından salih kimselerle, fazilet ehli olan kimseler kast edilmektedir. Kıyâmet gününde diğer insanlara karşı şahidük edecek olanlar da -Bakara Sûresi'nde de (2/143. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi- onlar olacaklardır. Mücâhid der ki: "Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin yerine gelmesi, âyet-i kerimede sözü geçen şartların gerçekleştirilmesine bağlıdır, Bunun, Levh-i Mahfuzda siz böylesintz, anlamına geldiği söylendiği gibi, siz îman ettiğinizden bu yana en hayırlı bir ümmetsiniz anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir başka açıklama da şu şekilde yapılmıştır: Bunun böyle olması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve onun ümmetinin geleceğinin daha önceden müjdelenmiş olmasıdır Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Sizler, sizden önce gelen kitap ehline göre, en hayırlı bir ümmetsiniz. el-Ahfeş der ki: Burada "en hayırlı ümmerten kasıt, en hayırlı din mensubu sizlersiniz, demektir. Daha sonra el-Ahfeş aburada ümmetin din anlamına kullanıldığını açıklamak üzereb şu beyiti nakletmektedir: "Yemin ettim ve ben artık senin içinde herhangi bir şüphe bırakmadım; (Sana) kendisi itaatkâr olduğu halde bir dine mensup birisi abu yemini dolayısıylab hiç günahkâr olur mu?" Âyet-i kerimedeki “.....” fiilinin nakıs değil de tam olduğu da söylenmiştir. Yani siz, en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmış ve var edilmişsinizdir. Buna göre "en hayırlı ümmet" anlamındaki İbare hat'dir. Buradaki “.....” in zaid olduğu da söylenmiştir. O takdirde anlam: Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklinde olur. Sîbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir: "Ve oldukça kerim olan bizim komşularımız...” Yüce Allah'ın: "Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" (Meryem, 19/29); "Düşünün ki siz, bir zamanlar çok az idiniz de O, sizi çoğalttı" (el-A'râf, 7/86) âyetinde ki bu kökten gelen kelime de bunun gibidir. Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hatırlayın ki siz, bir zamanlar azlıktınız..." (el-Enfâl, 8/261) Süfyan, Meysere el-Eşcaî'den, o, Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyre'den: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Siz, insanları zincirlerle İslâm'a çekiyorsunuz. en-Nehhâs der ki: Buna göre ifadenin takdiri; Sız, insanlar için en hayırlı bir ümmet oldunuz, şeklindedir Mücahidin görüşüne göre ise ifadenin takdiri şöyle olun Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü sizler iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız. Şöyle de açıklanmıştır: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin en hayırlı bir ümmet oluşu, onun (tebliğine muhatap olan) ümmetin arasında müslümanlığın daha çok oluşundan, iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın onlar arasında daha bir yaygın oluşundan dolayıdır. Şöyle de denilmiştir: Bu husus, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı içindir. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim (aralarında peygamber olarak gönderilmiş olduğum) bu neslimdir" âyeti de buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in nassı ile, bu ümmetin en hayırlı ümmet olduğu sabit olduğu gibi, hadis İmâmlan da Imran b. Husayn yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "İnsanların en hayırlıları benim (çağdaşım olan) neslimdir Sonra, onlardan sonra gelenler, daha sonra da onlardan sonra gelenler." Bu Hadîs-i şerîf de bu ümmetin öncekilerinin daha sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu göstermektedir. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir, Onların bu görüşüne göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sohbetinde bulunup, ömründe bir defa dahi olsa, onu görmüş olan kimselerin kendisinden sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu, Hazret-i Peygamber’in sohbetinde bulunmak faziletine denk hiçbir amelin bulunmayacağını kabul etmişlerdir. Ebû Ömer (İbn Abdİ’l-Berr) ise, ashabdan sonra gelenler arasında genel olarak ashab arasında bulunanlardan daha faziletli kimselerin bulunabileceğini ve Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlılan benim neslimdir" âyetinin umum ifadesi ile anlaşılmaması gerektiğim kabul etmektedir. Buna delili de şudur: Bir nesilde daha çok faziletli olan da bulunabilir, daha az faziletli bulunan da bulunabilir. Nitekim Hazret-i Peygamberin nesli arasında imanını açıkça izhar eden münafıklar topluluğu ve Hazret-i Peygamberin kendilerine yahutta bazılarına hadler uyguladığı büyük günah sahibi kimseler de vardı. Ve kendilerine: "Hırsız, içki içen, zina eden kimse hakkında ne dersiniz?" dîye sormuştur. Yine, kendi çağdaşı bulunanlara da yüz yüze: "Ashabıma sövmeyiniz" demiştir. Halid b. el-Velid'e de Ammâr hakkında: "Senden daha hayırlı olan kimseye sövme" diye buyurmuştur. Ebû Umame'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beni görüp de bana îman edene ne mutlu. Beni görmediği halde bana îman eden kişiye de yedi defa ne mutlu!" Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde de şöyle bir hadis yer almaktadır: Muhammed b. Ebi Humeyd'den, o, Zeyd b. Eslemeden, o babasından, o, Ömer (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyordum. Şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında imanı en üstün olanların kimler olduğunu bilir misiniz?" Biz: Meleklerdir, dedik. O: "Onların îman etmeleri elbette gerekir. Ama onlardan başkaları. (Onlardan îman bakımından daha üstündür)." Biz, Peygamberlerdir dedik. Bu sefer: "Onların zaten îman etmeleri gerekir, Hayır, onlardan başkalarıdır." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında îman bakımından en üstün kimseler, henüz atalarının sulblerinde bulunan, beni görmedikleri halde bana îman eden, yazılı bir takım kâğıtlar görüp de onlarda bulunanlar gereğince amel eden bir takım insanlardır. İşte bunlar bütün yaratıklar arasında îmanları en üstün kimselerdir." Salih b. Cübeyr de Ebû Cum'a'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Ey Allah'ın Rasûlü, bizden daha hayırlı bir kimse var mıdır? diye sorduk. O, şöyle buyurdu: "Evet, sizden sonra gelen ve iki kapak arasında bir kitap görüp onda bulunanlara îman eden, bana da beni görmedikleri halde îman eden bir topluluktur." Ebû Ömer der ki: Ebû Cum'a'nın Hazret-i Peygambere arkadaşlığı (sohbeti) vardır. Asıl ismi da Habib b. Sibâ'dır Salih b. Cübeyr ise, tabiinin sika râvilerindendir. Ebû Salebe el-Huşenî de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: "Şüphesiz önünüzde Öyle bir takım günler vardır ki, o günlerde dini üzere sabır ve sebat gösterecek bir kimse, tıpkı kor ateşi avucunda tutan kimse gibi olacaktır. İşte o günlerde amel eden kimseye onun gibi amelde bulunan elli adamın ecri kadar ecir verilecektir." Ey Allah'ın Rasûlü, onlardan birisinin ecri kadar mı diye sorunca: "Hayır, sizden birisinin ecri kadar" diye buyurdu. Ebû Ömer (İbn. Abdi’l-Berr) der ki: İşte bu: "Hayır, sizden" lâfzını, kimi muhaddisler zikretmemişlerdir, Ömer b. el-Hattâb da Yüce Allah'ın: "Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin açıklaması ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: Kim sizin yaptığınız gibi yaparsa, o da sizin gibi olur. Hadîs-i şerîfler arasında her hangi bir tearuz (çatışma, çelişki) yoktur. Çünkü, birincisi hususi bir anlam ihtiva etmek üzere varid olmuştur. Başarıya ulaştıran Allah'tır. Bu hususa dair hadislerin açıklanması ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir; Hazret-i Peygamber'in çağdaşı olan nesilin üstün kılınması, onların kâfirlerin çokluğu dolayısıyla îmanları bakımından garip olmaları, kâfirlerin eziyetlerine sabredip katlanmaları, dinlerine sımsıkı sarkmalarıdır. Şüphesiz bu ümmetin daha sonra gelecek olanları da, kötülüğün, fasıklığın, haksızca kan dökmelerin, masiyetlerin ve büyük günahların açıktan açığa işlendiği bir zamanda, bu dini dosdoğru uygulayıp, ona sımsıkı sarılıp Rablerine itaat üzere sabır ve sebat gösterecek olurlarsa, işte onlar da böyle bir durumda gariplerden olurlar. Böyle bir durumda onların amelleri, tıpkı kendilerinden öncekilerin amellerinin temiz ve bereketli olduğu gibi, temiz ve bereketli olur. Bu açıklamaya tanıklık eden hususlardan birisi de Hazret-i Peygamber'in: "İslâm garip olarak başladı ve başlangıçtaki haline dönecektir. O halde gariplere ne mutlu" âyetidir. Yine Ebû Salebe'nin rivâyet ettiği hadis de burca tanıklık ettiği gibi, Hazret-i Peygamber’in: "Ümmetim Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı hayırlıdır bilinemiyen bir yağmur gibidir" âyeti de buna tanıklık etmektedir. Bu hadisi de Ebû Dâvud, et-Tayalisî ve Ebû Îsa et-Tirmizî rivâyet etmişlerdir. Hişam b. Ubeydullah er-Rârf de bunu Mâlik'ten, o, ez-Zührî'den, o da Enes'den şöylece rivâyet etmektedir: Enes dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetimin misali yağmura benzer. Onun öncesi mi hayırlıdır, yoksa sonrası mı bilinmez." Bunu Darakutnî "Müsned-u Hadisi Mâlik" adlı eserde de kaydetmektedir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Hişam b. Ubeydullah sika bir ravidir. Bu hususta ahadis (limleri) farklı kanaatlere sahip değildirler Rivâyete göre Ömer b. Abdulaziz, halifeliğe gelince, Salim b. Abdullah'a şöyle bir mektup yazmış: Sen, bana Ömer b. el-Hattâb'ın yaşayış ve davranışını yaz ki, ben de ona göre amel edeyim. Salim ona şunu yazdı: Eğer sen, Ömer'in uygulamasını yapacak olursan, Ömer'den daha faziletli olursun. Çünkü senin zamanın, Ömer'in zamanı gibi değildir. Senin etrafında bulunan adamların da Ömer'in etrafındaki adamlar gibi değildir. Ömer b. Abdulaziz, çağının fukahasına da abu şekildeb mektup yazdı, hepsi de ona Salim'in dediğine benzer şeyler yazdılar. Değerli bir takım ilim adamları, Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim çağımda yaşayan neslimdir" hadisi ile: "İnsanların en hayırlısı ömrü uzayıp, ameli güzel olandır. En kötüsü de, ömrü uzayıp ameli kötü olandır" hadisleri arasında bir tearuz bulunduğunu kabul etmişlerdir. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Bu hadîs-i şerifler rivâyet yollarının tevatür derecesine ulaşması ve güzel olmasına rağmen, bu ümmetin başı ile sonu arasında eşitliğin bulunmasını gerektirmektedir. Yani daha önce belirtildiği şekilde, ilim ve din ehlinin yüksek görülmediği, fıskın ve kötülüklerin, haksızca kan dökmelerin çok olduğu, mü’minin zelil kılınıp facir'in üstün kılındığı ve din garip olarak başladığı gibi, tekrar garip hale döndüğü, dini yerine getiren kimsenin kor ateşi avucunda tutan kimse gibi zora katlandığı, fasid bir zamanda Îman ve ameli salihe bağlı olmak halinde böyledir. İşte böyle bir durumda bu ümmetin başı ile sonu arasında amellerin fazileti birbirine eşit olur. Bundan Bedir ve Hudeybiye'ye katılanlar müstesnadır. Bu bölümde varid olmuş hadisler üzerinde dikkatle düşünen bir kimse, açıkça doğruyu anlayıp görür. Allah da lütfunu dilediği kimseye verir. 3. iyiliği (Ma'rufu) Emredip, Kötülükten (Münkerden) Alıkoymak: Şanı Yüce Allah'ın: "Ma'rufa emreder, münkerden akkorsunuz" âyeti, bu ümmete, bunu yerine getirdikleri ve bu niteliğe sahib oldukları sürece bir övgüdür. Eğer, münkere karşı çıkıp onu değiştirmeyi terkedecek, münker işlemek üzere birbirleriyle anlaşacak olurlarsa, o takdirde bu övgüyü hak etmezler, bunun yerine yerilirler. Bu, onların helâk edilişlerine de sebep teşkiî eder. İyiliği emredip, münkerden alıkoymaya dair açıklamalar, bu sûrenin baş taraflarında (3/21-22. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri İçin hayırlı olurdu" âyetinde yüce Allah, Kitap ehli'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmelerinin kendileri için daha hayırlı olduğunu, onlardan kimisinin mü’min, kimisinin fâsık olmakla birlikte, fâsık olanlarının da daha çok olduğunu haber vermektedir. 111İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler. Sizinle Savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez. Yüce Allah'ın: "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" âyeti ile kast edilen, onların (verebilecekleri zararın) yalanları, tahrifleri ve iftiralarından ibaret olduğunu anlatmaktadır. Yoksa, onların galip gelecekleri anlamında değildir. Bu açıklama, el-Hasen ve Katâde'den nakledilmiştir Buna göre, âyet-i kerimedeki istisna muttasıldır. Manası da şöyle olur: Onlar sîze ancak az miktarda bir zarar verebilirler. Buna göre "ezâ" kelimesi, mastar gibi kullanılmıştır. Âyet-i kerîme Allah'ın, Rasûlüne ve mü’minlere bir vaadidir. Buna göre, kitap ehli onları mağlup edemeyeceklerdir. Kendileri kitap ehline karşı zafer kazanacaklar ve kitap ehlinin mü’minlere, kökten imha gibi bir zarar görmeleri söz konusu olmayacaktın Onlardan görecekleri zararlar, iftiralarla, tahriflerle eziyet vermekten ibaret kalacaktır. Sonunda güzel akibet ise mü’minlerin olacaktır. Buradaki istisnanın munkatf olduğu da söylenmiştir. Anlam da şöyle olur: Onlar asla sîze zarar veremeyeceklerdir. Bununla birlikte size, İşittirecekleri sözlerle sizi rahatsız edeceklerdir. Mukâtil der ki: Yahudilerin elebaşları olan Ka'b, Adiy, Nu'man, Ebû Rafı', Ebû Yâsir, Kinane ve İbn Suriyâ, kendi kavimleri arasından Îman eden, Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarına müslüman olmaları sebebiyle eziyet vermeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah: "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" yani onlar, ancak dilleriyle sizi rahatsız edebilirler, âyetini indirdi. İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Sizinle Savaşsalar bile, size arkalarım dönüp kaçarlar" yani, bozguna uğrarlar. Burada da ifade tamam olmaktadır. "Sonra kendilerine yardım da edilmez" âyeti de yeni bir cümledir. Bundan dolayı bu âyetin sonunda "nun" harfi sabit olmuştur. Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mucizesidir. Çünkü, ona karşı Savaşan yahudiler ona arkalarım dönüp kaçmışlardır. 112Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine de miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır. Âyetin tefsiri için bak:113 113Hepsi bir değildir. Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır. Yüce Allah'ın: "Nerede bulunurlarsa bulunsunlar" nerede ele geçirilir ve onlarla karşılaşılırsa karşılaşılsın; "üzerlerine zillet vurulmuştur" âyeti ile kastedilenler, yahudilerdir. İfade burada tamam olmaktadır. Bakara Sûresî'nde onlara zilletin vurulmasının anlamına dair açıklamalar (2/61. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna" âyeti ise, bir önceki âyetten yapılmış, munkatı' bir istisnadır. Yani, fakat onlar Allah'tan gelen bir ahde sığınırlar, demektir. İnsanların ahdinden kasıt İse, onlara verdikleri zimmet ahdidir. "İnsanlarla kastedilenler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlerdir. Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve mü’minlere haraç verirler, onlar da kendilerine eman verirler. İfadede bir ihtisar vardır. Yani: Allah'tan bir ahde bağlı olarak korunmaları hali müstesna; şeklindedir ki, bu hazf edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. "Allah'ın hışmına uğradılar" âyetinde ki: Döndüler," demektir. Bunun, yüklenip taşıdılar anlamına geldiği de söylenmiştir. Sözlükte bunun asıl anlamı ise, öyle bir hışım onlardan ayrılmaz bir şeydir, manasındadır Bakara Sûresi'nde de (2/61, âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra Yüce Allah onları neden bu şekilde cezalandırdığını da: "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır" diye buyurarak açıklamaktadır. Yine buna dair yeterli açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/61. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra şanı yüce Allah: "Hepsi" bir değildir, diye Vıabeı -veTirrektt-din İfade burada tamam olmaktadır. Âyetin anlamı da şudur; Kitap ehli ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti eşit değildir. Bu şekildeki açıklama İbn Mes'ûd'dan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden îman edenlerle kâfirler birbirine eşit değildirler. Ebû Hayseme Züheyr b. Harb şunu nakletmektedir: Bize, Haşim b. el-Kasim anlattı. Bize, Şeyban anlattı; O, Âsım'dan, o, Zir'den, o da İbn Mes'ûd'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece yatsı namazını geciktirdi. Daha sonra Mescide çıktı, herkesin bu namazı beklemekte olduğunu gördü. Şöyle buyurdu: "Din sahiplerinden yüce Allah'ı bu saatte sizden başka zikreden hiçbir kimse yoktur." (İbn Mes'ûd) der ki: Ve şu âyet: "Hepsi bir değildir, kitap ehlinden... bir topluluk vardır... Allah takva sahiplerini en iyi bilendir" âyetlerini indirdi. İbn Vehb de buna benzer bir rivâyet nakletmektedir, İbn Abbâs der ki: Yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte îman edenler hakkındadır. İbn İshak da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakleder: Abdullah b. Selâm, Sa'lebe b. Sa'ye, Esid b. Sa'ye, Esid b. Ubeyd ve yahudilerden İslâm'a giren diğerleri müslüman olup îman ve tasdik ederek İslâm'a yönelip, İslâm kalplerinde yerleşince, yahudilerin âlimleriyle küfre sapanları şöyle demişlerdi: Muhammed'e îman edip tabi olanlar, ancak bizim kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı, atalarının dinini terkedip bir başkasına gitmezlerdi. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hepsi bir değildir, kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır... İşte onlar salihlerdendir" âyetlerini İndirdi. el-Ahfeş der ki: İfade; kitap ehlinden öyle ümmete mensup kimseler, yani öyle güzel yol izleyen kimseler vardır ki... takdirindedir. Bu takdire, delil olarak da şu mısrayı zikretmektedir: "Kendisi (emre) itaatkâr olduğu halde, bir ümmet sahibi (güzel bir yola sahip bir kimse) hiç günahkâr olur mu?" İfadede İıazif olduğu ve ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden (emirleri) uygulayıp duran bir topluluk da vardır. Bu şekilde olmayan bir topluluk da vardır. Yüce Allah, birisini zikretmekle yetinip, ötekini sözkonusu etmemiştir. Ebû Züeyb'in şu beyitinde olduğu gibi: "Kalbim ona gitmek hususunda bana karşı çıktı. Ben de onun emrine itaat ediyorum. Ama bilemiyorum onun arkasından gitmek doğru mudur?" O, bununla doğru mudur, yanlış mıdır demek istemiş, fakat ikincisi (anlaşıldığından) hazf edilmiştir. el-Ferrâ' der ki: Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk ile kâfir olan bir topluluk birbirine eşit olamaz. en-Nehhâs ise der ki: Bu, çeşitli bakımlardan yanlış bir görüştür. Birincisi, bu Topluluk" kelimesinin; Bir, eşit" kelimesi ile reF etmektedir. Bu durumda; Değil" kelimesinin ismine herhangi bir şey avdet etmemekte, buna karşılık fiil gibi değerlendirilmeyen kelime ile ref’ etmekte ve gerek olmayan ifadeleri de takdir etmektedir. Zira daha önceden kâfirlerden söz edilmiştir. O halde, bunu takdir edip mahzûf kabul etmenin uygun bir yönü de yoktur. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu, Arapların "Pireler beni yediler ve arkadaşların gittiler" şeklindeki sözlerini andırmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu da yanlıştır. Çünkü, onlardan daha önce söz edilmiştir. Halbuki, "pireler beni yediler" anlamındaki kullanımda ve benzerlerinde, bunlardan daha önceden söz edilmemiş olmalıdır. Yüce Allah'ın: "Geceleri" yani, gecenin çeşitli zamanları anlamındadır. Bunun tekili; şeklinde gelir, Bu kelime burada zarf olarak nasb edilmiştir. "Secdeye vararak” âyeti ise, namaz kıldıklarını anlatmaktadır. Bu açıklama el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Çünkü Kur'ân okumak, rükû ve sücud halinde sözkonusu değildir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın: "Ve O'na secde ederler" (el-A'raf, 7/206) âyetidir. Yani, ona namaz kılarlar, demektir. Furkan Sûresi'nde de; "Onlara Rahmân (olan Allah)'a secde edin, denildiğinde..." (el-Furkan, 25/60); en-Necm Sûresinde de: "Artık Allah'a secde edip ibadet edin" (en-Necm, 53/62) diye buyurulmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyetle özellikle bilinen secde anlatılmak istenmiştir. Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmektedir. Diğer taraftan önceden, İbn Mes'ûd'dan gelen hadiste zikrettiğimiz gibi maksat, yatsı namazıdır. Puta tapıcılar ise, akşam karardı mı, hemen uyurlar. Muvahhidler ise, yatsı namazında Allah'ın âyetlerini okuyarak Allah'ın huzurunda ayakta dururlar. Nitekim yüce Allah, onların ayakta duruşlarını sözkonusu ecmekle birlikte: "Secdeye vararak...” diye de buyurmaktadır. Yani onlar, kıyamla birlikte secde ederler anlamındadır. es-Sevrî der ki: Burada sözkonusu edilen, akşam ile yatsı namazı arasındaki namazdır. Maksadın gece namazı olduğu da söylenmiştir. Önceki kitaplan okuyan Şeybeoğullarından birisinin de şöyle dediği nakledilmektedir: Biz, aziz ve celil olan Rabbin sözleri arasında şunu da buluyoruz: Gece karardı mı, tek başına kalan bir deve veya bir koyun çobanının, hiç gece saatlerinde ayakta durarak, secde ederek ibadet eden kimse gibi olduğu mu zannedilir? 114Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. Mârufu emrederler, münkerden vazgeçirirler. Hayırlara koşuşurlar. İşte onlar salihlerdendir. "Onlar Allah'a... inanırlar." Yani, Allah'ın varlığını ikrar ve kabul ederler. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı da tasdik ederler. "Mârufu emrederler." Bunun, umum ifade ettiği söylendiği gibi bununla, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabî olmanın emredilmek maksadında olduğu da söylenmiştir, "Münkerden vazgeçirirler." Münkerden vazgeçirmek, Allah'ın emirlerine muhalefetten vazgeçirmek demektir, "Hayırlara koşuşurlar." İşledikleri hayırlara, sür'atlice ve herhangi bir şekilde ağırdan almaksızın yönelirler. Çünkü onlar, bu hayırların sevaplarının ne kadar çok olduğunu bilirler. Vakit geçmeden önce amellerini işlemekte ellerini çabuk tutarlar, diye de açıklanmıştır. "İşte onlar, sâlihlerdendir." Yani, salihlerle birlikte olanlardır, Salihler ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı olup, cennettedirler. 115Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar. Allah takva sahiplerini en iyi bilendir. "Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar" âyetinde geçen Yaptıkları" kelimesi ile "Ondan mahrum bırakılmazlar" anlamındaki kelimeleri, el-A’meş, İbn Vessâb, Hamza, el-Kisaî, Hafs ve Halef, her ikisinde de "yâ" ile, "Allah'ın âyetlerini okuyup duran topluluğ"a dair haber olmak üzere okumuşlardır. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs'ın da kıraatidir, Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Diğerleri ise, her İki yerde de (ne hayır yaparsanız ondan mahrum bırakılmazsınız anlamında) muhatap sığası ile okumuşlardır. Çünkü daha önce yüce Allah'ın: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti geçmiştir. Ebû Hâtim'in tercih ettiği kıraat de budur. Ebû Amr ise hem "ya" ile, hem de "te" ile okunuşun uygun olacağı görüşünde idi. Âyetin anlamı da: Siz, hayır namına ne yaparsanız asla onun sevabından mahrum bırakılmazsınız. Aksine size hayırlarınızın sevabı verilir ve onun karşılığında mükâfat göreceksiniz, demektir. 116Küfre sapanların mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Yüce Allah'ın: "Küfre sapanların" anlamındaki âyet, nin ismidir. Haberi ise: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır" âyetidir. Mukâtil der ki: Şanı yüce Allah, kitap ehli mü’minlerini sözkonusu ettikten sonra, onların kafirlerini sözkonusu etmektedir ki, bu da yüce Allah'ın: "Küfre sapanların..." âyeti ile dile getirilmektedir. el-Kelbî de şöyle demektedir: Yüce Allah, bu âyeti bir müptedâ asöz başlangıcıb yaparak şöyle buyurmaktadır: Küfre sapanların mallarının çok olması ile çocuklarının çok olmasının Allah'ın azabına karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Sair akrabalar arasından) çocukların özellikle anılmaları ise, neseb itibariyle kendilerine en yakın olanların çocukları olmalarından dolayıdır. "Onlar cehennemliklerdir" âyeti, bir müptedâ ve haberdir. Aynı şekilde: "Orada ebediyen kalacaklardır" anlamındaki âyet da böyledir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 117Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet ederek onu helâk eden kavurucu soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer. Allah, onlara zulmetmedi. Ama onlar, kendilerine zulmediyorlar. Yüce Allah'ın: "Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, kavurucu bir soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer" anlamındaki âyetinde yer alan (......) edatı, hem mastar manasını veren edat olabilir, hem de anlamında aidi hazf edilmiş bir ismi mevsul anlamında olabilir. Yani, onların o harcadıklarının misali.., anlamındadır. "Bir rüzgârın durumuna benzer" âyeti ise, bir rüzgârın esişine benzer, anlamındadır. İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerimede geçen "Kavurucu soğuk," ileri derecede soğuk demektir. Bu kelimenin aslı itibariyle ses demek olan den geldiği söylenmiştir. O takdirde bu âyet-i kerimede bu kelime, şiddetle esen rüzgânn sesi demek olur. ez-Zeccâc ise der ki: Bu kelime o rüzgârda bulunan ateşin alevinin çıkardığı sestir. Bu manadaki açıklamalar Bakara Sûresinde (2/266. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber soğuk sebebiyle ölmüş bulunan çekirgeleri (yemeyi) yasaklamıştır. Âyeti kerimenin anlamına gelince: Kâfirlerin harcamalarının geçersizliğinin, boşa gitmesinin ve fayda sağlamamasının örneği, oldukça soğuk, kavurucu bir rüzgârın yahut da bir ateşin isabet edip yaktığı ve helâk ettiği bir ekine benzer. O ekin sahipleri, ekinin kendilerine bir fayda sağlayacağını umuyorken, artık ondan hiçbir fayda sağlayamaz olurlar. Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah" böyle yapmakla "onlara zulmetmedi. Ama, onlar kendilerine" küfre sapmak, isyan etmek, yüce Allah'ın hakkını vermemek suretiyle "kendilerine zulmediyorlar." Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, ziraat zamanı dışında, yahut uygun olmayan yerlerde ekin ekmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Şanı yüce Allah da bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koydukları için onları te'dip etti, Bu açıklamayı da el-Mehdevi nakletmektedir. 118Ey îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi candan İsterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; eğer akıl ederseniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Kâfirlere Meyletmenin Yasaklığı: Yüce Allah, kâfirlere meyletmeyi yasaklamayı burada daha da pekiştirmektedir. O halde bu âyet, daha önce yer alan: "Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz..." (Âl-i İmrân, 3/100) âyeti ile ilişkilidir. Âyet-i kerimede geçen, (ve "sırdaş" anlamı verilen): el-Bitâne kelimesi mastardır. Tek kişiye de, çoğula da isim olarak verilebilir. Kişinin, bitâne ise, onun iç ve gizli işlerine muttali olan özel adamları ve yakınlarıdır. Bunun aslı ise, (hem sırt, hem de elbise ve benzerlerinin yüzü anlamına gelen) zahr'ın zıddı olan batn (karın ve astar) dır. Bir kimsenin, bir diğer kimsenin özel adamı ve yakını olmasını anlatmak için deb denilir. Şair de der ki: "İşte onlar, benim samimi adamlarımdır. Evet ve hatta özel adamlarım. Hem onlar, her yakınım Mt tarafa, benim en yakın sırdaşlarımdır." 2. Kâfir ve Sapıkları Sırdaş Edinmenin Yasaklanışı: Yüce Allah, bu âyet-i kerimeyle, mü’minlere, kâfirlerden, yahudilerden ve hevalarının arkasından giden sapık fırkalardan olanları içli dışlı kimseler, yakın kimseler edinmeyi, görüşlerini almayı ve işlerini görmeyi kendilerine havale etmeyi yasaklamaktadır. Denildiğine göre, senin itikat ve dinine muhalif olan hiçbir kimse ile karşılıklı konuşmaman gerekir. Şair der ki: "Sen kişiye dair sorma. Onun arkadaşını sor. Çünkü herbir arkadaş beraber olduğu kimseye uyar." Ebû Dâvûd'un Sünen'inde yer alan rivâyete göre, Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kiminle arkadaşlık ettiğine bir baksın." İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Siz insanları kardeş edindikleri kimselerle değerlendirin. Daha sonra yüce Allah, yakın ilişki kurmayı neden ve hangi husustan dolayı yasakladığını şöylece açıklamaktadır: "Onlar, size kötülük yapmaktan geri kalmazlar." Yani onlar, sîzin halinizin bozulması için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bu da şu demektir: Onlar, zahiren sizinle Savaşmıyor olsalar dahi, -ileride açıklaması geleceği üzere- size, hileler, tuzaklar kurmakta, sizi aldatmak uğrunda ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemezler. Ebû Umame'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar" âyeti hakkında: "Onlar Hâricîlerdir" dediğini rivâyet etmektedir. Rivâyete göre, Ebû Mûsâ el-Eş'arî? zımmi bir kimseyi kâtip olarak göreve aldı. Ömer (radıyallahü anh) ona bundan dolayı sitem eden bir mektup yazdı ve bu âyet-i kerimeyi hatırlattı Sonra Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Ömer (radıyallahü anh)'ın huzuruna bir hesap getirdi ve bunu Hazret-i Ömer'e sundu. Hazret-i Ömer, yapılan bu hesabı beğendi. Daha sonra Hazret-i Ömer'e bir mektup geldi. Ebû Mûsa'ya: Senin kâtibin nerede? Gelsin de insanlara bu mektubu okusun, deyince, Ebû Mûsa: O mescid'e giremez, dedi. Hazret-i Ömer: Neden, o cüoüp mü? diye sorunca, Ebû Mûsâ: Hayır o bir hıristiyandır, dedi. Hazret-i Ömer onu azarladı ve şöyle dedi: Allah onları uzaklaştırmışken sen onları yakınlaştırma. Allah onları hakir düşürmüşken sen onları tebcil etme. Allah onların hain olduklarını söylemişken sen onlara güvenme. Yine Ömer (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Siz, kitap ehlini görevlerinizde kullanmayın. Çünkü onlar, rüşveti helâl bilirler. Siz, göreceğiniz işlerinize ve yönettiğiniz raiyenizin işlerine yüce Allah'tan korkan kimseleri görevlendirerek yardım alınız. Hazret-i Ömer'e: Burada Hireli bir hıristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edecek, ondan daha güzel kalemle yazı yazacak kimse yoktur. Or senin yazı işlerini yürütmesin mi? denilince şu cevabı vermiş; Ben, mü’minleri bırakıp başkalarını sırdaş edinemem. O halde zimmet ehlini kâtipliğe getirmek câiz değildir. Bundan başka alış verişteki tasarrufları da, onların vekâletleri de câiz değildir. Derim ki: Bu günümüzde şartlar artık değişmiştir. Kitap ehlinden kimseler artık kâtip yapılıyor, güvenilir kimse kabul ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve cahil yönetici ve emirler nezdinde üstün mevkilere getirilmiş bulunuyorlar. Buhârî'nin rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudrî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah, ne kadar peygamber göndermiş ve ne kadar halife tayin etmiş ise, mutlaka onun iki türlü sırdaşı vardır. Bu sırdaşlardan bir türü ona iyiliği emreder ve iyiliği yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, ona kötülüğü emreder ve kötülük yapmaya teşvik eder. (Kötülükten) korunan kimse İse, yüce Allah'ın koruduğu kişidir.” Enes b. Mâlik de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız ve mühürlerinize de Arapça (Hazret-i Muhammed'in mührü gibi) kazımayınız." el-Hasen b. Ebi'l-Hasen bunu şöylece açıklamaktadır: Hazret-i Peygamber bununla şunu kastetmektedir: Sizler, herhangi bir işiniz hakkında müşriklere danışmayınız ve mühürlerinize (yüzüklerinize) de "Muhammed (Resûlüllah) diye" kazımayınız. el-Hasen der ki: Bunu doğrulayan da şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan: "Ey Îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin..." âyetidir. 3. Mü’min Olmayan Sırdaşlar Kötülük Yapmaktan Geri Kalmazlar; Yüce Allah'ın: "Sizden başkasını" yani, sizin dışınızda kalanları sırdaş edinmeyin. el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah'ın: "Bundan başka iş yaparlardı" (el-Enbiyâ, 21/82) bunun dışında işler yaparlardı, demektir. "Sizden başka ifadesi, yaşayış, güzel davranış ve itikada bağlılık noktasında sizden başkaları diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Geri kalmazlar" da, aleyhinize fesad teşkil edecek hususlarda ellerinden geleni yapmaktan geri kalmazlar, demektir. Bu âyet ise: "Sizden başkasının sıfatı durumundadır. Hiçbir gayret esirgemem ve; Kusurlu hareket ettim, esirgedim, diye kullanılır. Şair Îmruu’l-Kays der ki: "Şüphesiz ki kişi, hayatta kaldığı sürece hiçbir zaman; -Üzerine düşeni yerine getirmekte kusurlu davranmasa dahi-istediği işleri başaramaz. ile aynı anlama gelir; fesat demektir. Bu fesat, (bozuluş) fiillerde, bedende ve akıllarda olabilir. Hadisi şerifte de: Her kim (organı işlemez hale getirecek) bir şekilde yaralanır yahut da organları bozulacak olursa..." diye buyurulmaktadır. Aklı bozulmuş kimseye de: denilir. ise, sevgi o kişinin aklını bozdu, demek olur. Şair Evs der ki: "Ey Lübeynâ'nın soyundan gelenler! Sizler ancak pazusu işlemez hale gelmiş bir elsiniz. el-Ferrâ' da şöyle bir beyit nakletmektedir: "İbn Saad öyle bir baktı ki ve bununla hamle için hazırlık yaptı; Bu hem seninle beraber olanların, hem de bineklerin bozuluşuna sebep olmuştu, "Kötülük" kelimesi ikinci mef'ûl olarak mansub gelmiştir. Çünkü "geri kalmamak" anlamındaki fiil, iki mef'ûle teaddi eder. Mastar olarak (mef'ûl-i mutlak) olarak da mansub gelmiş olabilir. Yani, Onlar size, sizi bozacak şekilde kötülük yaparlar, demek olur. Cer harfinin hazfi ile nasb edildiğini kabul etmek de mümkündür. Nitekim Araplar Vurmakla onun canını yaktım, derler. "Sıkıntıya düşmenizi isterler" âyetindeki mastar manası vermek içindir. Onlar size zor gelen şeyleri severler, demektir ise, zorluk ve meşakkat demek olup, buna dair açıklamalar Bakara Sûresinde (2/220, âyet 8, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 4. Kâfirlerin Açığa Vurdukları Öfkeleriyle İçlerinde Gizledikleri: Yüce Allah'ın: "Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır" âyeti, size olan düşmanlıkları ve sizi yalanlamaları, ağızlarıyla ortaya çıkmaktadır, demektir. Öfke (buğz), sevginin zıddıdır, (Âyet-i kerimedeki): ise, müennes bir mastardır. Şanı yüce Allah'ın, diller bir kenara özellikle ağızlan sözkonusu etmesi, gelişi güzel konuşmalarında bile bunu ortaya attıklarına işaret içindir. Onlar, öfkesi gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri derecededirler. İşte Hazret-i Peygamber'in; kişinin kardeşinin ırzına (şeref ve haysiyetine) gelişi güzel dil uzatmasını yasaklaması da bu anlamdadır. "Eşek anırmak üzere ağzını açtı" tabiri ile; "Atlar ağızlarını açarak geldiler" tabirlerinde de aynı kökten kelimeler kullanılmıştır Bu hadisten kişinin kardeşinin şeref ve haysiyetine farkettirmeden dil uzatmasının câiz olduğu anlaşılamaz. Çünkü bu da, ilim adamlarının ittifakı ile haramdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de de: "Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın" (el-Hucurât, 49/12) diye buyurulduğu gibi, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve haysiyetleriniz) birbirinize haramdır." Buna göre Hadîs-i şerîfte "ağız açma"nın söz konusu edilmesi, bu konuda kişinin böyle bir sözü söylemesi ve bu konuda işi ileriye götürmesinin yasaklısına işaret etmektedir. Bunu biîelim. 5. Düşmanın Düşmanı Aleyhine Şahidliği: Bu âyet-i kerimede düşmanın, düşmanı aleyhine şahidliğinin câiz olmadığına delil vardır. Medinelilerle Hicaz ehli de bu görüştedir. Ebû Hanîfe'den ise bunun câiz olduğu görüşü rivâyet edilmiştir. İbn Battal, İbn Şaban'dan şöyle dediğini nakleder: İlim adamları adalet sahibi olsa dahi düşmanın düşmam aleyhine şahidliğinin hiçbir hususta câiz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü, düşmanlık adaleti ortadan kaldırır. Ya kâfirin düşmanlığı... 6. Kâfirlerin Gizledikleri Kin: Yüce Allah: "Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür" âyeti onların ağızları ile açığa vurduklarından daha fazla bir kin ve öfkeyi gizlediklerini haber vermekte ve bize bildirmektedir. Abdullah b. Mes'ûd Öfkeleri... takmaktadır" âyetini, fiili müzekker olarak; diye okumuştur. Çünkü -müennes olan kelimesi, yine "öfke" anlamına gelen -ve müzekker olan- b ile aynı anlamdadır. 119İşte siz, öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz, Kitabın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında: "Îman ettik" derler. Yalnız, başlarına kaldıkları vakit de size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. "Öfkenizden ölün" de. Gerçekten Allah, göğüslerin özünü çok İyi bilendir. Yüce Allah'ın: "İşte siz, öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz" âyetinde kastedilenler münafıklardır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Sizinle karşılaştıklarında; Îman ettik, derler" âyetidir. Bu açıklamayı, Ebû’l-Aliye ve Mukâtil yapmışlardır. Burada "sevgi", temiz duygular beslemek, kötülük düşünmemek anlamındadır. Yani siz ey müslamanlar, o münafıklara karşı temiz duygular beslersiniz. Onlarsa münafıklıkları dolayısıyla size karşı temiz duygular beslemezler. Anlamın söyle olduğu da söylenmiştir: Siz onların İslâm'a girmelerini istersiniz, onlar ise sizin küfre sapmanızı isterler. Çoğunluğun ifade ettiği görüşe göre ise, burada maksat yahudilerdir. "Kitap" dan kasıt ise, ilâhî kitapların tümüdür. İbn Abbâs der ki: "Siz kitapların tümüne İnanırsınız" demektir. Yahudiler ise Kitabın bir bölümüne inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine îman edin, denildiği zaman, biz, bize indirilene îman ederiz, derler" (el-Bakara, 2/91). "Sizinle karşılaştıklarında îman ettik derler." Yani, biz Muhammede ve onun Allah'ın Rasûlü olduğuna îman ederiz, derler. Ancak, "yalnız başlarına" kendilerinden olanlarla birlikte "kaldıkları vakit de" kendi aralarında "size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar." Size besledikleri kinden dolayı parmak uçlarını ağızlarına götürürler. Biri diğerine: Şunları görmüyor musunuz? Güçlendiler ve çoğaldılar, derler. "Isırmak" gereğini yerine getirememekle birlikte ileri derecede öfke ve kin duymayı anlatan bir tabirdir. Ebû Talibin şu mısraı da bu türdendir: "Bizim arkamızdan öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Beni gördükleri vakit -Allah öfkelerini daha uzatsın- Öfkeden dolayı başparmaklarının uçlarını ısırırlar." Aynı kökten gelen ise, şehirlerde yaşayanların davarlara verdikleri küsbe, hurma çekirdeği ve öğütülmüş hurma çekirdeği gibi hayvan yemlerine denilir. Bir toplumun develerinin bu tür yemleri yediğini ifade etmek için de: denilir. tabiri ile, âdeta hurma çekirdeği ile beslenmiş gibi semirmiş deve kastedilir. da oldukça hilekâr ve son derece zeki kişi demektir. Parmakları ısırmak ise, kişinin güç yetiremediği şeyleri elinden kaçırmaktan ötürü, yahutta değiştirmeye güç yetiremediği musibetlerle karşı karşıya gelen öfkeli ve kızgın kişinin davranışıdır. Burada ısırmak, dişlerle yapılan bir ısırmadır. Nitekim henüz çabuk geçip gitmiş bîrşey dolayısıyla eli ısırmak ve buna benzer, dişleri pişmanlıktan dolayı gıcırdatmak ve kederlenen kimsenin çakıl taşlarını sayması, yere çizgiler çizmesi gibi davranışlar da bu kabildendir. Bu şekilde ısırmak, "dâd" harfi ile yazılır. Zamanın musibeti anlamındaki da ise, noktalı "ti" ile yazılır. Nitekim şair (Ferazdak) şöyle demiştir: "Ve ey Mervan'ın oğlu, zamanın musibetleri mal diye bir şey bırakmadı. Kökü tamamıyla kurumuş olan yahut da geriye azıcık bir kalıntıdan başkasını." Parmak uçları'nın tekili, şeklinde gelir Ebû'l-Cevzâ bu âyeti okuduğunda, burada sözü geçenler İbâdiyedir, dermiş. İbn Atiyye der ki: Bu nitelik, Kıyâmet gününe kadar bid'at ehlinin bir çoğunda sözkonusu olabilir, Yüce Allah'ın: "«Öfkenizle ölün» de. Gerçekten Allah göğüslerin özünü çok İyi bilendir." Denilse ki: Şanı yüce Allah bir şeye ol dediği zaman o da derhal olur, gerçeği varken nasıl olur da ölmediler. Şöyle cevap verilir: Böyle bir soruya iki türlü cevap verilebilir: Bu hususta Taberî ve pek çok müfessir şöyle demiştir: Bu, onlara yapılan bir bedduadır. Yani, ey Muhammed de ki: Ölünceye kadar Allah sizin kin ve öfkenizi devam ettirsin. Bu açıklamaya göre, yüzlerine karşı bu sözlerle onlara beddua etmesi -yüzlerine karşı onlara lanet etmekten farklı olarak- uygundu. İkinci cevap: Âyetin anlamı şudur: Sen onlara arzuladıklarını ele geçiremeyeceklerini bildir. Çünkü ölümr onların bu arzularının gerçekleşmesine engeldir. Bu açıklamaya göre, beddua anlamı yoktur. Geriye ise azarlama ve onları öfkelendirme manası kalmaktadır. İşte bu mana Müsafir b. Ebî Amr'ın şu sözü de buna uygun bir anlam ihtiva etmektedir: "O bizim aslımız hakkında dahi kötü temennide bulunur, Biz de kim kıskançlık ederse onun gözünü patlatırız." Yüce Allah'ın şu âyeti de bu anlamı andırmaktadır: "Kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de yardım etmeyeceğini sanıyor ise, derhal tavana bir ip bağlasın, sonra da koparsın" (el-Hacc, 22/15) 120Sîzlere bir İyilik dokunursa bu, onları üzer. Ama size bir kötülük dokunursa buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını kuşatandır. Yüce Allah'ın: "Sizlere bir İyilik dokunursa bu, onları üzer" âyetinde "sizlere... dokunursa" anlamındaki fiili, es-Sülemî, "yâ" ile, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Lâfız, hoşa giden ve gitmeyen her şey hakkında umumîdir. Müfessirlerin sözünü ettikleri bolluk, kuraklık, mü’minlerin toplanıp biraraya gelmeleri, aralarına tefrikanın düşmesi ve buna benzer çeşitli açıklamalar, bir takım örneklendirmelerden ibarettir. Açıklamalar arasında bir farklılık yoktur. Âyet-i kerimenin İfade ettiği mana şudur: Bu kadar aşıfı derecede düşmanlık beslemek, kin duymak, mü’minlere gelen sıkıntılardan dolayı sevinmek gibi niteliklere sahip olanlar, sırdaş edinilmeye ehil ve lâyık kimseler değildir. Özellikle de dünya ve âhiretin kazanılması kendisine bağlı olan cihad ve oldukça büyük böyle bir işte bu, sözkonusu edilmemelidir. Şu beyiti söyleyen şair ne güzel demiş: "Her bir düşmanlığın zamanla ortadan kalkması umulabilir Sana kıskançlık duyduğu için düşmanlık edenin düşmanlığı müstesna." "Sabreder" yani, onların eziyetlerine katlanır, itaate ve mü’minleri de veli ve dost edinmeye devam eder "ve sakınırsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez." Ayet-i kerimedeki "size hiçbir zarar veremez" anlamındaki: âyeti (Nâfi' tarafından): şeklinde okunmuştur. (Bu okuyuşa görede) bu fiil: arar vermek anlamına gelir. Şanı yüce Allah onların zararlarının sözkonusu olmamasını sabır ve takva şartına bağlamaktadır. O bakımdan bu âyet, mü’minlere teselli ve onların maneviyatlarını bir güçlendirme sadedindedir. Derim ki: İki el-Haremî ile Ebû Amr da bu kelimeyi önceden de açıkladığımız gibi şeklinde; dan gelmiş gibi okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Bir zararı yoktur" (eş-Şuarâ, 26/50) âyeti de buradan gelmektedir. Âyet-i kerimedeki bu kelimede "ya" harfinin hazf edilmesi ise, iki sakinin bir arada olmasından ötürüdür. Çünkü, "radıyallahü anh" harfinin ötresi hazf edilecek olursa, geriye "radıyallahü anh" harfi de sakin, "yâ" harfi de, kalacağından, "yâ" harfi hazf edilmiştir. "Yâ" harfinin hazf edilmesinin daha uygun gelmesi ise, ondan önce ona delâlet edecek bir şeyin ("dad" harfinin esresinin) bulunmasıdır. el-Kisaî ise, kendisinin: şeklinde ("yâ" yerine "vav"lı) kullanışını (Araplardan) işittiğini nakletmiş ve şeklindeki okuyuşu da câiz kabul etmiştir. Ayrıca, Ubey b. Kabin kıraatinde bu kelimenin diye okuduğunu da iddia etmiştir. Kûfeliler ise şeklinde "râ" harfini şeddeli ve ötreli olarak okumuşlardır. Bu da Zarar verdi"den gelmektedir. Bunun "fe" harlı takdiri ile merru' olması mümkündür. "Size zarar vermez" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Her kim iyilikler yaparsa Allah onların mükâfatlarım verecektir," el-Kisaî ve el-Ferrâ''nın görüşü budur. Yahud da bu fiil, takdim takdiri ile de merfu olabilir, Sîbeveyh de abu şekildeki kullanışab örnek olmak üzere şu mısraı nakleder: "Şüphesiz ki senin kardeşin eğer yere yıkılacak olursa, sen de yere yıkılırsın. Bu da şu demek olur: Şayet sabreder ve sakınırsanız, (onların hilesinin) size zararı olmaz. Bu fiilin meczum olması da caizdir. "Radıyallahü anh" harfi İse, iki sakinin yanyana gelişi dolayısıyla -ötreden sonra ötreyi tabi kılmak suretiyle-ötreli okunmuştur: Aynı şekilde "radıyallahü anh" harfini üstün okuyanlar da fiili meczum kabul ederek böyle okumuşlardır. "Râ" harfinin üstün okunuşu da iki sakinin yanyana gelmesi ve fethanın hafifliği dolayısıyladır. Bunu da Ebû Zeyd, el-Mufaddal'dan Âsım'dan rivâyet etmiştir. Bu açıklamaları da el-Mehdevi nakletmektedir. en-Nehhâs da şunu nakletmektedir: el-Mufaddal ed-Dabbî ise, Âsım'dan; şeklinde, iki sakinin yanyana gelmesinden ötürü "râ" harfini esreli okuduğunu İddia etmektedir. 121Hani sen, mü’minleri Savaş için duracakları yerlere yerleştirmek İçin erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın. Allah Semi’dir, Alîm’dir. Yüce Allah'ın: "Hani sen... erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın" âyetinde yer alan: "İz: Hani" kelimesinde mukadder bir fiil amel etmektedir ki, ifadenin takdiri: Hatırla ki sen, erkenden -yani sabahleyin- ayrılmıştın, şeklindedir. "Aile halkının yanından" âyeti, Âişe'nin yanından, evinden ayrılmıştın, demektir. "Mü’minleri Savaş için duracakları yerlere yerleştirmek için, erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın. Allah, Semî’dir, Alîmdir" âyetinde sözü edilen gazve Uhud'dur. Bu âyet, bütünüyle onun hakkında nazil olmuştur. Mücâhid, el-Hasen, Mukâtil ve el-Kelbî de bu gazadan kasıt Hendek gazasıdır, demişlerdir. Yine el-Hasen'den bunun Bedir günü diye açıkladığı da nakledilmektedir. Ancak Cumhûr, bunun Uhud gazvesi olduğu görüşünü benimsemiştir. Yüce Allah'ın: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu" diye başlayan bir sonraki âyet de buna delil teşkil etmektedir. Çünkü sonraki âyette sözü geçen bu durum Uhud günü olmuştu. Müşrikler, Bedir gününün intikamını almak üzere üçbin kişilik bir ordu ile Medine'nin üzerine yürümüşlerdi. Medine'nin karşısında, vadinin kıyısında bulunan Uhud yakınlarında konaklamışlardı. Müşrikler, buraya hicretin otuzbirinci ayının başında, hicretin üçüncü yılı Şevval ayının onikisine rastlayan Çarşamba gününde varmışlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da henüz Medine'de iken Perşembe günü de orada kalmışlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında kılıcında bir parça körelmenin olduğunu ve bir takım ineklerin boğazlandığını, elini de oldukça sağlam bir zırha soktuğunu gördü. O, bu rüyasını şöylece yorumladı: "Ashabımdan bir gurup kişi öldürülecek, Ehl-i Beyt'imden de bir kişi bu öldürülecekler arasında bulunacaktır. Sağlam zırh ise Medine'dir." Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Bütün bunlar da bilindiği gibi bu gazada gerçekleşmişti. "Yerleştiriyordun" fiilinin aslı, şeklindeki mastarı ile yer edinmek demektir, Hazret-i Peygamber'in: "Bana kasten yalan uyduran bir kimse cehennemdeki yerini hazırlasın." âyetinde de bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Orada kendisine bir yer edinsin, demektir. Buna göre "mü’minleri.,, yerleştirmek için" âyeti, onları Savaşta dizmek için anlamındadır. Beyhakî'nin Enes (radıyallahü anh)'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda kendimi âdeta bir koçun terkisine biniyormuşum gibi gördüm. Kılıcımın keskin tarafını kırılıyor gördüm. Bunu ben, kavmin (Kureyşlilerin) koçunu öldürmek diye te'vil ettim. Kılıcımın keskin tarafının kırılmasını da Ehli Beyt'imden, yakınlarımdan birisinin öldürülmesi diye te'vil ettim." Hazret-i Hamza şehid edildi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müşriklerin sancaktarı olan Talha’yı öldürdü. Mûsa b. Ukbe de İbn Şihab'dan şöyle dediğini nakleder: Muhacirlerin sancaktan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisi olup şöyle demiştir: Ben Âsım'ım! İnşaalîalı (beraberimdekileri koruyacağım). Said b. Osman'ın kardeşi Talha b. Osman el-Lahmî ona: Ey koruyacağım iddia eden (Âsım), teke tek çarpışmaya var mısın? deyince, adam; Evet, dedi. Bu adam çabuk davranıp Talha'nın başına bir kılıç darbesi indirdi. Ve bu kılıcını adamın sakalına varıncaya kadar vurdu ve onu öldürdü. Böylelikle müslümanların sancaktarının onu öldürmüş olması, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın rüyasında gördüğünü ifade ettiği: "Bir koçun terkisine biner gibiyim" şeklindeki ifadesini doğrulamaktadır. 122O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar. Yüce Allah'ın; "Hani" âyetinde âmil; "Yerleştiriyordun" fiili, yahut "Semdir, Alîm'dir" âyetidir. Sözü geçen "İki takım"dan kasıt ise, Hazreclilerden Selimeoğulları ile Evs'den Hariseoğullarıdır. Bunlar Uhud günü ordunun iki kanadını oluşturuyorlardı. "Bozulmaya yüz tutmuştu" âyeti ise, korkaklığa kapılmak üzere idi, anlamındadır. Buhârî'de Câbir (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz: tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi" âyeti bizim hakkımızda nazil olmuştur. Sözü geçen iki takım biz Hariseoğulları ile Selime oğullarıyız. Bununla birlikte biz, bu âyet-i kerîme keşke inmese idi, diye temenni etmiyoruz. Çünkü Yüce Allah'da: "Halbuki onların dostu Allah idi" diye buyurmaktadır. Bir başka görüşe göre bunlar, Harisoğulları ile Hazrecoğulları ve Nebîtoğullarıdır. Nebît ise, Evsoğullarından Amr b. Mâlik'tir. Dağılmaktan kasıt ise, korkaklığa kapılmaktan ibarettir. Sözlükte de bu böyledir. İki kesimin dağılıp bozulmaya yüz tutması ise, Medine'den çıkıştan sonra Abdullah b. Ubeyy'in, beraberinde bulunan münafıklarla geri dönmesi sırasında olmuştu. Yüce Allah, onların kalplerini sebat vererek geri dönmediler. İşte Yüce Allah'ın: "Halbuki onların dostu Allah idi" âyeti bunu ifade etmektedir. Yani, bu isteklerini gerçekleştirmeye karşı kalplerini koruyan O olmuştu. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Savaşa çıkmayıp oturmak istediler. Bu ise onlar için küçük bir günahtı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu bozuluş (yani Savaşa çıkmamak isteği), sadece içlerinden geçen bir düşünce idi. Onlar bunu hatırlarından geçirmişlerdi. Yüce Allah da Peygamberini bu hususa muttali kıtarak, basiretlerini daha bir artırmış oldu. Bu şekilde bir gevşeme eğilimi, onların kasti olarak yapmak istedikleri birşey değildi, O bakımdan Allah da onları korudu. Biri ötekini (bundan dolayı) yerdi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çıkıp gittiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müşrikleri göreceği bir yere varıncaya kadar yoluna devam etti Medine'den bin kişilik bir kuvvet ile çıkmıştı. Ancak, Abdullah b. Ubey b. Selûl, kızarak üçyüz kişi ile birlikte geri dönmüştü. Kızmasının sebebi de, düşman üzerlerine gelecek olursa, Medinede oturup orada Savaşma görüşünü ifade etmekle birlikte, görüşüne muhalefet edilmesiydi. O, bu görüşüyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın görüşünü de paylaşmış oluyordu. Ancak, Ensar'ın çoğunluğu bunu kabul etmemişti. -İleride gelecektir-. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), müslümanlarla birlikte Medine'nin dışına çıktı ve aralarından yüce Allah'ın kendilerine şehidlik lütfettiği kimseler şehid oldu. Mâlik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Ulmd günü muhacirlerden dört kişi, ensardan da yetmiş kişi öldürüldü. -Allah hepsinden razı olsun-. (Bir önceki âyette geçen): "Duracak yerler" anlamındaki “.....” kelimesi, oturma yeri demek olan “.....” ln çoğuludur. Anlam itibariyle duracak yer (mevkıf) gibidir. Ancak, bunun "oturmak" anlamındaki “.....” lâfzı, bir yerde sabit olmayı anlatır. Özellikle de okçular, yerlerinde oturan kimselerdi. İşte, Uhud gazvesine dair açıklamalar kısaca bundan ibarettir, İleride yeteri kadar açıklamalar gelecektir, O gün müşriklerle birlikte başlarında Halid b. Velid'in bulunduğu yüz at (lı) vardı. Müslümanların ise, yalnızca bir atı vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gazvede yüzünden yara aldı ve alt çenesinin sağındaki Ön dişi atılan bir taşla kırıldı. Başındaki miğferi de yarıldı. Allah, ümmetine ve dînine yapmış olduğu hizmetleri karşılığında peygamberlerinden bir Peygambere sabrına karşılık verdiği mükâfatların en üstünü ile onu mükâfatlandırsın. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu şekilde zarar veren kişiler Leysoğullarından Amr b. Kamia ile Utbe b. Ebi Vakkas idiler. Şöyle de denilmiştir: Büyük fakih Muhammed b. Müslim b. Şihab (ez-Zührîb'nin dedesi olan Abdullah b. Şihab), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın alnını yaralayan kişidir el-Vakidî der ki: Bizce sabit olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzüne taş atan kişinin, İbn Kamia'dır. Onun dudağını kanatan ve ön dişini kıran kişi ise, Utbe b. Ebi Vakkas'dır Yine el-Vakidî, isnadını kaydederek Nafi' b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, muhacirlerden bir kişiyi şöyle derken dinledim: Uhud'da hazır bulundum. Dört bir yandan okların yağdığını, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da bu okların ortasında yer aldığını ve bütün bunların ona isabet etmesinin önlendiğini gördüm. Ben, Abdullah b. Şihab ez-Zührî'nin de o gün şöyle dediğini gördüm: Bana Muhammed'i gösterin, bana Muhammed'i gösterin; eğer o kurtulursa kurtulmayayım, diyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, beraberinde hiçbir kimse bulunmaksızın onun yanıbaşında duruyordu. Sonra da onun yanından geçip gitti, Bu hususta Safvân kendisine sitem edince de: Allah'a yemin ederim onu görmedim Allah'a yemin ederim ki o, bize karşı korunmaktadır. Biz, onu öldürmek üzere kendi aramızda dört kişi olarak sözleşmiş ve antlaşmıştık. Fakat bunu bir türlü gerçekleştiremedik, dedi. Taşlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın üzerine yağarcasına geldi. Nihayet bir çukura düştü. Bu çukuru Ebû Âmir er-Rahib, müslümanlara bir tuzak hazırlamak kastıyla kazmış idi. Hazret-i Peygamber, yanı üzere çukura düşünce, Talha doğruluncaya kadar onu kucakladı. Ebû Said el-Hudri'nin babası Mâlik b. Sinan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yarasından kan emdi. Başındaki miğferde bulunan iki halka da Resûlüllah'ın yüzüne batmıştı. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ise onları dişleriyle çekmeye çalışmış ve iki ön dişi bundan dolayı düşmüştü. O bakımdan Ebû Ubeyde'nin ön dişleri yoktu ve bu ona âdeta bir güzellik veriyordu. -Allah ondan razı olsun.- Yine bu gazada Hamza (radıyallahü anh) şehid düştü. Onu Vahşi öldürdü. Vahşi, Cübeyr b. Mut'im'im kölesi idi. Cübeyr de kendisine: Eğer Muhammed'i öldürecek olursan, atların yularlarını sana veririz (önderimiz yaparız), demişti. Eğer Ali b. Ebî Tâlib'i öldürürsen, hepsi siyah gözlü yüz deve veririz. Eğer Hamza'yı öldürürsen, sen hürsün, demişti. Vahşi ise şöyle demişti: Muhammed'e gelince, onun Allah tarafından bir koruyucusu vardır. Kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim çıktıysa mutlaka onu öldürmüştür. Hamza'ya gelince, o da kahraman birisidir Bununla birlikte denk düşürüp onu öldüreceğimi umarım. Hint de, Vahşi bu işe hazırlandığı yahut yanından geçtiği her seferinde: Haydi Ebû Deseme! Yüreğimizi soğut, sen de rahatla! diyordu. Vahşi, bir kayanın arkasında pusuda yattı. Hazret-i Hamza da müşriklerden bir topluluğun üzerine bir hamle düzenlemişti. Hamle yapıp geri dönüp yanından geçince, ona attığı mızrak isabet etti ve Ölü olarak yere yıkıldı. -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve Allah ondan razı olsun-. İbn İshak der ki: Hint, Hazret-i Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı, ağzına koyup çiğnedi. Ancak, onu yutamadı. Ağzından dışarıya fırlatıp, daha sonra yüksekçe bir kayanın üzerine çıkarak, avazı çıktığı kadar bağırıp şu beyitleri okudu: "İşte biz size Bedir gününün karşılığını verdik Savaştan sonra Savaş, elbetteki alevli olur Utbe'nin (Bedir’de) öldürülüşüne dayanamıyordum Kardeşimin de onun amcasının da ve Bekrimin de. Şimdi içimi rahatlattım ve adağımı yerine getirdim Ey Vahşi, göğsümdeki kini susturdun. Yemin olsun ki, Vahşi'ye teşekkür borcum vardır Kabrimde kemiklerim çürüyünceye kadar." Usâse b. Abbâd b. Abdulmuttalib'in kızı Hint de Ona, şu şekilde cevab verdi: "Sen Bedir'de de Bedir'den sonra da rezil oldun Ey ileri derecede kâfir ve son derece müfteri kişinin kızı! Yüce Allah, sabahleyin erkenden karşına aydınlık yüzlü, uzun boylu Hâşimîleri çıkardı Ellerinde delip geçen kesici her bir kılıç bulunan! Hamza benîm arslanım, Ali benim kartalım; Hani, Şeybe ve baban bana kötülük etmek istemişlerdi de Her ikisinin de göğsü kana bulanmıştı. Senin o kötü adağın ise en kötü bir adaktır!" Abdullah b. Revâha da, Hamza (radıyallahü anh) için şu ağıtı yakmıştı: Ağladı gözüm, ağlaması da gerekir Fakat ağlamama da, feryadın da yok faydası O Allah'ın arslanı için hani, sabahleyin şöyle demişlerdi: İşte Hamza! Öldürülen yiğit adamınız! Bütün müslümanlar için musibet oldu, onun orada ölümü Resûlüllah için de bu bir musibetti. Alâ'nın babası! Senin şehadetinden dolayı yıkıldık hep birlikte Sense, çok üstün, iyilik sahibi ve hakları gözetendin. Cennetlerde Rabbinin selâmı olsun sana İçinde zeval bulmayan nimetlerin bulunduğu Ey hayırlı Hâşim oğulları! Sabredin Çünkü sizin bütün işleriniz hoştur, güzeldir, Allah Rasûlü sabredendir, kerimdir Konuştu mu O, Allah'ın emriyle konuşur. Yok mu, benden Lüeyy'e şu sözü ulaştıracak: Bugünden sonra devran dönecektir. Bilmediler ve tadmadılardı bugünden önce; Susamışı suya kandıran darbelerimizi. Unuttunuz Bedir kuyusuna attıklarımızı Hani sabahleyin o çabucak gelen ölüm gelmişti size O sabah, yere yıkılmıştı Ebû Cehil Kuşlar leşi etrafında döner dururdu, Utbe ve onun oğlu da yıkıldılar hep birlikte. O keskin kılıç ise, Şeybe'yi ısırmıştı. Ve bizim Ümeyye'yi kan revan içerisinde bırakışmaz Göğsünde saplanmış bir mızrak ile; Rabîaoğullarının tepelerini soruyorsunuz İşte bizim kılıçlarımız o tepelere inen darbelerden körelmisler. Hamza öldü diye sevincini izhar etme ey Hind! Çünkü sizin izzetiniz de bir zillettir. Ey Hind, ağlamana devam et ve usanmadan ağla! Çünkü Sensin çokça gözyaşı döken, çokça kederli ve yakınlarını kaybetmiş kadın," Hazret-i Hamza'nın kızkardeşi Safiyye de onun için bir mersiye söylemişti. Bu da Siyret'te zikredilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Yüce Allah'ın: "Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar" âyetine gelince, buna dair açıklanacak tek bir husus vardır. O da "tevekkül"e dair yapılacak açıklamalardır. Tevekkül; sözlükte acizliğini ve başkasına güvenip dayandığım izhar etmek demektir. Bir kişi, başkasına güvenip dayanarak kendi işini göremeyecek olursa; “.....” denilir, İlim adamları, tevekkülün gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Seni b. Abdullah'a tevekkülün mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle demiştir: Bazıları tevekkül; gelenlere peşinen razı olmak ve mahlukattan ümit kesmek demektir. Bir başka kesim ise tevekkül; sebepleri terk edip, sebeplerin müsebbibine yönelmek demektir. Eğer sebep kişiyi müsebbipten alıkoyacak olursa, o kişinin yaptığı o işe tevekkül denilmez, demişlerdir Sehl ise şöyle demektedir: Kim tevekkül sebebe yapışmayı terketmekle gerçekleşir derse, şüphesiz ki o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine karşı çıkmış olur. Çünkü şanı yüce Allah: "Artık ele geçirdiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin" (el-Enfâl, 8/69.) diye buyurmaktadır. Ganimet ise, kulun kazancı ile ele geçirilen bir şeydir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık boyunlarının üstüne ve onların her parmağına vurun." (el-Enfâl, 8/12) Bu da bir ameldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Muhakkak Allah, (çalışıp kazanan) meslek sahibi kulunu sever diye buyurmaktadır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı da Seriyye'den gelecek ganimetten ödenmek üzere birbirlerine borç verirlerdi. Sehl'den başkaları da şöyle demişlerdir: Genel olarak fukâhanın görüşü budur. Bu görüşe göre: Yüce Allah'a tevekkül, Allah'a güvenmek, O'nun takdir ettiği hükmün mutlaka gerçekleşeceğine kat’i olarak inanmak, yemek yemek, içmek, düşmandan sakınmak, silah hazırlamak, şanı yüce Allah'ın sünneti gereğince mûtâd olan şeyleri kullanmak gibi, mutlaka yerine getirilmesi gereken sebepleri yerine getirmek hususunda da onun Peygamberinin sünnetine tabi olmaktır. Sufilerin muhakkik olanları da bu görüştedirler. Şu kadar var ki, onların kanaatine göre, bu sebepleri yerine getirmek suretiyle tatmin olup kalbin sebeplere yöneltilmesi halinde tevekkül ismini almaya hak kazanılmaz, Çünkü sebepler, tek başlarına ne bir menfaat sağlayabilir, ne bir zarar Önleyebilir. Aksine, sebep de sonuç da şanı yüce Allah'ın fiilidir. Hepsi O'ndandır ve O'nun meşîeti ile gerçekleşir. Tevekkül eden kişi, ne vakit bu sebeplere kalbi ile meyledecek olur ise, artık o, bu isimden (mütevekkillikten.) sıyrılmış olur. Diğer taraftan tevekkül edenlerin de iki hali sözkonusudur. Birincisi, tevekkül hususunda sağlamlaşmış kişinin halidir. Böyle bir kimse kalbi ile bu sebeplerden herhangi birisine iltifat etmez ve ancak bu konudaki emir gereğince sebepleri yerine getirir. İkincisi ise, bu duruma gelmemiş olanın halidir ki, o da kimi zaman bu sebeplere iltifat etmekle birlikte, ilmi yollarla, kat'i burhanlarla ve halî zevkleriyle bunlara iltifatı nefsinden uzaklaştırır. O, bu durumunu, şanı yüce Allah, lütfü ile kendisini sağlam mütevekkillerin makamına ulaştırıncaya ve anilerin derecesine çıkartıncaya kadar devam ettirir. 123Yemin olsun ki siz, düşkünler iken Bedirde Allah size zafer vermişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız. Âyetin tefsiri için bak:125 124Hani sen mü’minlere; "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun. Âyetin tefsiri için bak:125 125Evet, sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Gazaları ve Bunlar Arasında Bedircin Yeri: Şanı yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki siz, düşkünler İken Bedir'de Allah size zafer vermişti" âyetinde sözünü ettiği Bedir gazvesi, hicretin onsekizinci ayında, Ramazan ayının onyedisine rastlayan cuma günü cereyan etmişti Bedir, bir suyun bulunduğu ve o suyun bölgeye ismini verdiği bir yerdir. Şa'bî der ki: Bu su, Bedir adında Cüheyne'li bir adama aitti. O yere de bu ad verilmişti. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Vâkidî ve başkaları derler ki: Bedir, belli bir yerin adıdır. Başka bir şeyden aktarılmış (nakledilmiş) bir isim değildir. İleride yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nde (8/11. âyet-i kerimenin tefsirinde) Bedir'e dair açıklamalarda da bu husus gelecektir. "Düşkünler" kelimesinin buradaki anlamı, sayıca az kimseler demektir. Çünkü, o sırada mü si umanların sayısı üçyuz onüç yahut üçyüz ondört kişi idi. Düşmanları ise, dokuzyüz ile bin kişi idi. "Düşkünler" kelimesi, 'in çoğuludur. Burada bu (düşkünlük; zül) istiare yoluyla kullanılmış bir isimdir. Yoksa onlar, kendi özleri itibari ile aziz kimseler idiler. Şu kadar var ki, düşmanlarına ve yeryüzünde bulunan bütün kâfirlerin toplamına nisbetle sayıları düşünülecek olursa, onların düşkün görülmeleri ve yenilgiye uğramaları gerekirdi. Nasr, (mealde; zafer); yardım demektir. Allah, Bedir günü onlara yardım etmişti. O günde müşriklerin ileri gelenleri öldürülmüştü. Ve İslâm, o günün temeli üzerine bina edilmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ilk Savaşı idi. Müslim'in Sahihinde Büreyde'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onyedi gaza yapmış ve onların sekiz tanesinde fiilen çarpışmıştır." Yine Müslim'de İbn İshak'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Zeyd b. Erkam ile karşılaştım, ona şöyle sordum; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kaç gazada bulundu? O; Ondokuz gaza yaptı, dedi. Peki sen bunlardan kaçında onunla birlikte bulundun, diye sordum, bu sefer: Onyedi gazada bulundum dedi. Yine: Hazret-i Peygamberin yaptığı ilk gaza hangisidir? diye sordum, O: Zatü'l-Useyre veya Zatü'l-Uşeyr dedi. Bütün bunlar; tarih ve siyer bilginlerinin kabul ettiklerine muhalif görülmektedir. Muhammed b. Sa'd, Tabakat adlı eserinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın gazvelerinin sayısı yirmiyedidir. Seriyye sayısı ise elli altıdır. Bir başka rivâyette de kırk altıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Savaştığı gazveler ise, Bedir, Uhud, Mureysi', Hendek, Hayber, Kurayza, Feth (Mekke'nin fethi), Huneyn ve Taif gazalarıdır. Yine İbn Sa'd der ki: Bize nakledenlerin İcma ile söyledikleri bunlardır Kimi rivâyetlerde de Hazret-i Peygamber, Nadiroğulları, Hayber dönüşü, Va'di'l Kura ve el-Gabe gazvelerinde de Savaşmıştır. Bu husus böylece ortaya çıktığına göre, şunları söyleyebiliriz: Zeyd de Bureyde de her biri kendi bildiklerini veya şahit olduklarını anlatmıştır. Zeyd'in: "Hazret-i Peygamber'in ilk gazvesi Zutü'l-Useyre (el-Uşeyre) gazvesidir" şeklindeki sözü de aynı şekilde tarih ve siyer bilginlerinin söylediklerine muhaliftir. Muhammed b. Sa'd der ki: Zatül-Uşeyre gazvesinden önce, Hazret-i Peygamber'in bizzat yaptığı üç tane gazve daha vardır. İbn Abdi’l-Berr de; "ed-Durer fi'l-Meğazi ve's-Siyer" adlı eserinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat katıldığı ilk gazvesi, Safer ayındaki Ebvâ gazvesidir. Şöyle ki, Hazret-i Peygamber Rebiül-evvel ayının onikisinde Medine'ye ulaştı. Rebiül-evvel ayının geri kalan zamanını Medine'de geçirdiği gibi, o yılın geri kalan süresini ve hicretin ikinci yılından da Saler ayına kadar olan süreyi Medine'de geçirdi. Daha sonra sözü geçen yılın Safer ayında Medine'ye Saad b. Ubâde'yi yerine vekil bıraktı ve Veddan'a kadar gitti. Orada Damraoğulları ile bir banş antlaşması yaptı. Oradan Medine'ye Savaşmaksızın geri döndü. İşte Ebvâ'a gazvesi diye bilinen gazve de budur. Sonra, Medine'de aynı yılın Rebiü'l-evvel ayma kadar kaldı. Daha sonra, aynı yıl içerisinde Medine'ye es-Saib b. Osman b. Maz'ûn'u yerine vekil tayin edip, Medine'nin dışına çıktı ve Radvâ tarafında Bavat denen yere kadar gitti. Ondan sonra da Medine'ye Savaşmaksızın geri döndü. Daha sonra Rebiul-ulâ ayının geri kalan süresi ile Cuma de'kıla'nın bir miktarını Medine'de geçirdikten sonra Medine'nin dışına gazada bulunmak üzere çıktı, Medine'ye de Ebû Seleme b. Abdülesed'i vekil bıraktı. Milk yolu üzerinden Zatül-Useyre'ye doğru yola koyuldu. Derim ki: İbn İshak, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben ve Ali b. Ebî Tâlib, Yenbû'un iç taraflarındaki Zatü'l-Uşeyre gazvesinde iki yol arkadaşı idik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya varıp konaklayınca, orada bir ay kadar bir süre ikâme etti. Orada Mudlicoğulları ile onların Damraoğullarından anlaşmalıları olanlarla bir barış antlaşması akdetti. Alî b. Ebi Talib bana şöyle dedir Ey Ebû'l- Yakzân (Ammar'ın künyesi), ne dersin, şu kendilerine ait (hurmalıktaki) pınar başında çalışan Mudlicoğullarına mensup bir topluluğun yanına gidip onların nasıl çalıştıklarını bir görelim mi? Biz de onların bulundukları yere gittik, bir süre onların çalışmalarını seyrettik. Daha sonra uyku bizi bürüdü. Biz de toprağı bol bir yerde küçük arıların bulunduğu bir yere gittik ve orada uyuduk. Allah'a yemin ederim ki, bizi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip ayağıyla uyandırıncaya kadar uyanmadık. Resûlüllah bizi uyandırınca, o topraklardan üstümüz başımız bulanmış olduğu halde kalkıp oturduk. İşle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o gün Ali'ye- (toprağa bulanmış olduğundan dolayı) "Bu ne hal Ey Ebû Turab (toprağın babası)! dedi. Biz de Hazret-i Peygambere durumumuzu anlatınca şöyle buyurdu: "Ben sizlere insanlar arasında en bedbaht iki adamın kimler olduğunu haber vereyim mi?" Biz: Bildir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle buyurdu: "Semud kavminden o dişi deveyi kesen Uhaymir ile ey Ali, sana şuranın üzerine vuran -deyip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elini başına koydu- ve bu darbesi dolayısıyla da senin şuranı kana bulayacak olan kişidir" dedi ve elini de sakalının üzerine koydu. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cumadelûlâ'nın geri kalan'süresi ile Cumadeul-âhire'den bir kaç gün daha orada kaldı ve orada Mudlicoğulları ile barış antlaşması yaptıktan sonra Savaşmaksızın geri döndü. İşte bundan birkaç gün sonra Bedir gazvesi meydana geldi. İşte, tarih ve siyer bilginlerinin hakkında şüphe etmedikleri husus budur. Buna göre Zeyd b. Erkam, ancak kendi bildiği bir hususu anlatmış olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Zatü'l-Uşeyre'ye "Zatül-Useyr ve Zatül-Uşeyr" de denilir. İşte bundan sonra büyük Bedir gazvesi olmuştur ki, bu da o gazvede bu lunanlar için en üstün, en faziletli ve en büyük gazvedir. İlim adamlarının bü yük bir topluluğunun kanaatine göre, Allah, melekleri ile Peygamberine ve mü’minlere bu gazvede yardımcı olmuştur. Ayetin zahiri de buna delalet etmektedir. Yardım, Uhud'da değil de bu gazvede olmuştur. Bu yardımın Uhud gününde olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki...Bedir'de Allah size zafer vermişti" âyetinden "şükretmiş olasınız" âyetine (yani, 123. âyet-i kerimeye) kadar olan bölümü iki ifade arasında bir ara cümlesi olarak kabul etmektedir. İşte Amir eş-Şabînin görüşü budur. Ancak, diğerleri ona muhalefet etmişlerdir. Diğer taraftan meleklerin Bedir günü Savaşta bulunduğu ve çarpıştıklarına dair rivâyetler, ardı arkasına gelmiş ve birbirini pekiştirmektedirler. Bunlardan birisi de Ebû Useyd Mâlik b. Rabia’nın sözleridir. Ebû Useyd, Bedir günü hazır bulunanlardan idi. O şöyle demiştir: Şu anda sizinle birlikle Bedir'de bulunsam ve gözlerim görseydi, ben sizlere meleklerin çıkıp geldikleri dağ yolunu hiçbir şüphe ve tereddüde kapılmaksızın gösterecektim. Ebû Useyd Mâlik b. Rabia'nın bu sözünü, Akil, ez-Zührî’den, o, Ebû Hazım Seleme b. Dinar yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Ebi Hatim der ki: ez-Zührî'nin Ebû Hazım yoluyla bu tek hadisten başka yaptığı bir rivâyeti bilinmemektedir. Ebû Useyd ise, denildiğine göre Bedire katılanlar arasında en son vefat eden kişidir. Bunu, Ebû Ömer elîstîâb adlı eserinde ve başkaları da ifade etmişlerdir. Müslim'in Sahih'inde de Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Bedir günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere baktı, onların bin kişi, ashabının ise üçyüz ondokuz kişi olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- kıbleye yöneldi, sonra da ellerini uzatarak Rabbine şöylece seslenmeye başladı: "Allah'ım, bana olan vadini gerçekleştir. Allah'ım, bana vadettiğini ver, Allah'ım, eğer şu müslümanlar topluluğu helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet olunmayacaktır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış olarak Rabbine seslenmeye devam edip durdu, Sonunda ridâsı omuzlarının üzerinden düştü. Ebû Bekir yanına varıp rîdasını aldı ve tekrar omuzlarına koydu. Daha sonra arkasında durup şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar niyaz ettiğin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği vadini yerine getirecektir. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: Şüphesiz Ben, size, meleklerden birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim; diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) âyetini indirdi. Ve yüce Allah, meleklerle Peygamberine yardım etti. Ebû Zumeyl der ki: İbn Abbâs bana şunları anlattı: O gün müslümanlardan bir kişi önündeki müşriklerden birisini hızlıca takip ederken, üst taraflardan bir kamçı darbesi sesi ve bir süvarinin şöyle dediğini işitti; İleri ey Hayzûm! Önündeki müşrike baktı ve sırt üstü yere yıkıldığını gördü. Yere düşen bu müşriğe bakınca da burnunun kırılmış ve yüzünün de -bir kamçı yemişçesine- yarılmış ve yüzünün her tarafının morarmış olduğunu gördü. Ensar'dan olan bu kişi gelip bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatınca, Hazret-i Peygamber de: "Doğru söyledin, bu üçüncü semadan yardıma gelen meleklerdendir." O gün müslümanlar, yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisin geri kalan bölümleri de yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nin sonlarında (8/67. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Böylelikle sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm de Cumhûrun dediğini destekler mahiyette vârid olmuştur. Yüce Allah'a hamd olsun. Harice b. İbrahim'den o, babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Cebrâîl'e: "Bedir günü meleklerden ilerle ey Hayzum! diyen kimdi?" diye sorunca, Cebrâîl de: "Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki ey Muhammed" diye cevap verdi. Ali (radıyallahü anh)'dan nakledildiğine göre, insanlara irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiş: Ben, Bedir kuyusundan su çekmek isterken hiçbir şekilde benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr gelip gitti. Daha sonra yine -ondan önce eseni müstesna- benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr daha esti. (Hazret-i Ali'den bunu rivâyet eden kişi) dedi ki: Zannederim bir şiddetli rüzgârdan daha söz etti. Birinci rüzgâr, Cebrâîl idi. O, bin melek ile birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yardımına geldi. İkinci rüzgâr ise; bin melek ile birlikte gelen Mikâil idi. Bunlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağında yer aldılar. Ebû Bekr de onun sağında idi. Üçüncü rüzgâr ise İsrafil idi. O da bin melek ile birlikte gelip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın solunda yerini aldı. Ben de sol kanatta idim. Sehl b. Huneyf (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Bedir günü, bizim herhangi birimizin kılıcı ile müşrikin kafasına işaret etmekle birlikte kılıcımız daha başına ulaşmadan kafasının vücudundan kopup düştüğünü görüyorduk. er-Rueyyı' b. Enes'den dedi ki: Bedir günü insanlar, melekler tarafından öldürülenleri, kendilerinin öldürdüklerinden boyunlar ve parmaklar üzerinde ateşte dağlanmışçasına bir alâmetten ayırt edebiliyorlardı. Bütün bunları, Beyhakî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Melekler de fiilen çarpışıyorlardı. Kâfirlere vurdukları darbelerin alâmeti apaçık belli oluyordu. Çünkü, darbelerinin isabet ettiği her bir yerde ateş alevi ortaya çıkıyordu. O kadar ki Ebû Cehil, İbn Mes'ûd'a: Beni sen mi öldürdün (sanıyorsun)? Hayır, beni bütün gayretlerime rağmen kılıcımın ucu atının tırnağına dahi ulaşmayan bir kişi öldürdü, demiştir. Meleklerin sayıca çok oluşunun faydası ise, mü’minlerin kalbine sükûn vermekti. Çünkü yüce Allah, bu melekleri Kıyâmet gününe kadar cihad edecek melekler kılmıştır. Allah için sabredip ecrini Allah'tan bekleyen herbir orduya melekler de katılır, onlarla birlikte Savaşırlar. İbn Abbâs ve Mücâhid der ki: Melekler ancak Bedir günü çarpışmışlardır. Bunun dışındaki günlerde ise, Savaşta hazır bulunurlar, fakat Savaşmazlar. Onlar, yalnızca bir sayı çokluğu veya bir yardım gücü teşkil ederler. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Meleklerin çokluğunun faydası, dua ve tesbih etmeleri ve o gün Savaşanların sayısını artırmalarıdır. Bu görüşe göre melekler Bedir günü çarpışmamışlar, sadece mü’minlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlardır. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Katâde der ki: Bu olay Bedir günü olmuştu. Yüce Allah mü’minlere önce bin melek ile yardım göndermiş, sonra da bunlar üçbin melek olmuşlardı. Daha sonra da beş bin melek oldular. İşte Yüce Allah'ın; "Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da, O da: Muhakkak Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) âyeti ile; "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi (Âl-i İmrân, 3/124) âyeti ile: "Evet, sabreder sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Rabbiniz sim nişanlı beş bin melekle yardım edecektir" (Âl-i İmrân, 3/125) âyetinde anlatılanlar bunlardır. Mü’minler, Bedir günü sabrettiler, Allah'tan korktular, sakındılar. Allah da vâdettiği üzere beş bin melek ile onlara yardım gönderdi. Bütün bunlar Bedir günü olmuştu. el-Hasen der ki: Bu beşbin melek, Kıyâmet gününe kadar mü’minler için yardımcı bir güç kalmaya devam edecektir. en-Nehaî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına Bedir günü şöyle bir haber ulaşmıştı: Muhariboğullarından Kürz b. Cabir, müşriklere yardımcı olmak istiyor. Bu ise hem Peygambere hem müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine de yüce Allah: "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi?" âyetinden itibaren "... nişanlı beşbin melekle yardım edecektir" âyetine kadar olan bölüm nazil oldu. Kürz yolda iken müşriklerin bozguna uğradıkları haberini alınca, onlara yardıma gelmedi ve geri döndü. Yüce Allah da mü’minlere beşbin melek ile yardım göndermedi. Daha önceden ise, bin melek ile onlara yardım edilmişti. Şöyle de denilmiştir: Allah, Bedir günü mü’minlere, itaati üzere sabreder ve haramlardan sakınacak olurlarsa bütün Savaşlarında da onlara yardımcı göndereceğini vâdetmişti. Onlar Ahzap günü dışında sabretmediler ve yasaklarından çekinmediler. Bunun için yüce Allah da (Ahza) Gazvesi'ndeb Kurayzaoğullarını muhasara etmeleri üzerine onlara yardımcılar göndermişti. Şöyle de denilmiştir: Bu yardım, Uhud günü gerçekleşmişti. Allah, sabrettikleri takdirde onlara yardımcılar göndereceğini vâdetmişti. Onlar ise sabretmediler, o da tek bir melekle dahi onlara yardım etmedi. Eğer, onlara yardım gönderilmiş olsaydı bozguna uğramazlardı. Bu açıklamayı da İkrime ve ed-Dahhâk yapmıştır. Saa'd b. Ebi Vakkasdan şöyle dediği sabit olmuştur: Ben, Bedir günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağ ve solunda beyaz elbiseleri bulunan iki adam gördüm. Bunlar onun önünde alabildiğine çetin bir şekilde Savaşıyorlardı. Bu iki kişiyi ne önceden görmüştüm, ne de sonra gördüm; ' buna ne dersiniz? diyene şu şekilde cevap verilir: Belki de bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a has bir durumdu. Allah, özel olarak ona, onu savunmak üzere iki melek göndermiş olabilir. Bu ise, Ashab-ı Kirama gönderilmiş bir yardım değildir. Meleklerin inmesi, şanı yüce Rabbin bizzat muhtaç olmadığı yardım sebeplerinden bir sebeptir. Böyle bir sebebe Yüce Rab değil, yaratıkların ihtiyacı vardır. O halde, kalbimiz yalnızca Allah'a taalluk etmeli, yalnızca Ona güvenmelidir. Sebepli sebepsiz biricik yardımcı Odur, "O, bir şeyi dilerse, Ö'nun emri sadece ona: Ol, demesidir. O da oluverir," (Yâsîn, 36/82) Ancak yüce Allah bunu, insanlar eskiden beri devam edegelen ve kendilerine emretmiş olduğu şekilde sebeplere yapışsınlar diye haber vermektedir. "Ve sen, Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın." (el-Ahzâb, 33/62) Bunun da tevekküle aykırı bir tarafı yoktur. Ayrıca bununla: Sebepler, ancak zayıflar için bir sünnet olmuştur. Yoksa güçlüler için değil, diyenlerin görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü asıl güçlü olanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı idi Onların dışındakiler de zayıfların tâ kendileridir. Fiilin şekli, kötülüklerde yardım etmeyi, şekli ise, hayırda, iyi hususlarda yardım etmeyi ifade etmek için kullanılır ki, buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hayve kelimesini, "z" harfi esreli ve şeddesiz olarak okumuştur. Yardımı beraberlerinde indirenler olarak, demektir. İbn Âmir ise "z" harfini şeddeli ve üstün olarak, çokluk anlamı İfade edecek şekilde okumuştur Daha sonra Yüce Allah: "Evet" diye buyurmakta ve ifade burada tamam olmaktadır. "Sabreder" ifadesi bir şarttır. Yani düşman ile karşılaşmanız halinde sabreder ve "sakınırsanız" demek olup, bu da ona atfedilmiştir. O'nun masiyetinden sakınırsanız demektir. Cevabı da: Yardım edecektir" âyetidir. " Bu cihetlerinden" âyeti, geldikleri bu taraftan demektir. Bu açıklama, İkrime, Katâde, el-Hasen, er-Rabi, es-Süddî ve İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Bunun; gazap ve öfkelerinden... anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklama Mücâhid ve ed-Dahhâk’tan nakledilmektedir. Çünkü onlar, Uhud günü, Bedir günü gördükleri ve çektiklerinden ötürü bayağı öfkelenmiş idiler, Ancak bu kelimenin (mastar olarak) asıl anlamı, bir şeyi kast etmek ve ciddiyetle, ısrarla, gayretle o işe yönelmek, koyulmak demektir. Bu da Tencere kaynayıp taştı, ifadesinden alınmıştır İse, öfkeyle dolup taştı, demektir. Duraksamadan ve derhal o işi yaptı, manasına gelir. ise, tencereden taşan şey manasına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Ve tandır kaynayıp taştı" (Hûd, 11/40) diye buyurulmaktadır. Şairde şöyle demiştir: "Tencereleri taşar üzerimize, biz de (ona su ve benzerî şeyler katarak) onun kaynayıp taşmasını önleriz." Yüce Allah'ın: "Nişanlı" kelimesi "vav" harfi üstün olarak ism-i mef'ûldür. İbn Âmir, Hamze, el-Kisaî ve Nâfi'in kıraati bu şekildedir. Belli birtakım alamet ve nişanları bulunanlar olarak, demektir. Şeklinde "vav" harfi esreli okunursa; ism-i fail olur. Bu da Ebû Amr, İbn Kesîr ve Âsım’ın kıraatidir. Önceki manaya gelme ihtimali de olabilir. Yani bunlar, birtakım alâmetler ile hem kendilerini, hem de atlarını nişanlanmışlardı. Taberî ve başkaları da bu kıraati tercih etmiştir. Çoğu müfessir de şöyle demiştir: Bu şekilde "vav" harfinin esreli okunuşu, onlar baskın ve hücumda atlarını serbest bırakmışlar olarak, salmışlar olarak demektir. el-Mehdevî, bu mananın "vav" harfinin üstün okunuşu halinde sözkonusu olacağını zikretmiştir. Yani yüce Allah onları kâfirler üzerine böylece göndermişti. İbn Fûrek de böyle açıklamıştır. Birinci kıraat ile ilgili olarak ilini adamları, meleklerin nişan ve alâmetleri hususunda farklı görüşler onaya atmışlardır. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve diğerlerinden rivâyet olunduğuna göre melekler, uçlarını omuzları arasına saldıkları beyaz birtakım sarıklar sarmışlardı. Bunu, Beyhakî, İbn Abbâs'tan naklettiği gibi, el-Mehdevî de ez-Zeccâc'dan nakletmiştir. Ancak Cebrâîl (aleyhisselâm), ez-Zübeyr İbn Avvâm'io sarığına benzer sarı bir sarık sarmıştı. İbn İshak da böyle demiştir. er-Rabi der ki: Onların nişanları siyah beyaz renkli atlar üzerinde bulunmaları idi. Derim ki: el-Beyhakî, Süheyl b. Amr (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, Bedir günü siyah beyaz renkli atlar üzerinde sema ile arz arasında nişanlı bir takım kimseler gördüm. Bunlar, hem müşriklerden adam öldürüyor, hem esir alıyorlardı. Burada Süheyl'in ayrıca "nişanlı" ifadesini kullanması, siyah beyaz renkli atların âyet-i kerimede sözü geçen nişanın kendisi olmadığını gösterir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mücâhid de der ki: Meleklerin atlarının kuyrukları ve yeleleri kesilmiş, alınlarında ve kuyruklarında renkli yünler ile sade yünden alâmetler bulunuyordu. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre melekler, Bedir günü atlarının alın ve kuyruklarına beyaz yün ile nişan koymuşlardı. Abbâd b. Abdullah b. ez-Zübeyr ile Hişam b. ürve ve el-Kelbî de şöyle demişlerdir: Melekler, Zübeyr gibi üzerlerinde omuzları arasına uçları sarkıtılmış sarı sarıklar giyinmiş oldukları halde indiler. ez-Zübeyr’in iki oğlu Abdullah ve Urve de böyle demişlerdir Abdullah der ki: Zübeyr (radıyallahü anh)’in sarık olarak kullandığı, sarı bir çarşaftan ibaretti. 4. Askeri Birliklerin Nişan ve İşaretleri: Derim ki: Âyet-i kerîme, kabile ve askerî birliklerin bir takım nişan ve işaretler edinmelerine delil teşkil etmektedir Bunları, sultan (halife veya komutan) onlar için tayin ve tesbit eder. Böylelikle Savaş esnasında her bir kabile ve birlik diğerlerinden ayırt edilebilir. Aynı şekilde âyet-i kerîme, meleklerin bu türden atlar sırtında gelmiş oldukları dolayısıyla, ablak asiyah beyaz renklib atların faziletine de delildir. Derim ki: Meleklerin bu tür atlar üzerinde gelmeleri, el-Mikdâd'ın atına benzemesi için olabilir. Çünkü onun atı da ablak idi ve orduda başka bir at da yoktu. O bakımdan melekler el-Mikdad'a ikram için ablak atlar üzerinde İnmiş olabilirler. Nitekim Hazret-i Cebrâîl de ez-Zübeyr gibi sarı bir sarık sarınmış olarak inmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Âyet-i kerîme yün giyinmeye de delil teşkil etmektedir. Peygamberler de salih kimseler de yün giyinmişlerdir. Ebû Dâvûd ve -lâfız kendisinin olmak üzere- İbn Mâce, Ebû Burde'den, o, babasından şöyle dediğini rivâyet ederler: Babam bana dedi ki: Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunduğumuz sırada yağmur üzerimize yağdıktan sonra yanımızda bulunmuş olsaydın, bizim koyunlar gibi koktuğumuzu görürdün. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'da yenleri dar, yünden bir Bizans cübbesi giyinmiştir. Bunu da hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Hazret-i Yûnus da yün cübbe giyinmiştir. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar, Yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/80. âyet, 3- başlıkta) gelecektir. 6. Meleklerin. Atlarının Şekli ve Mücâhid'in ifadeleri: Derim ki: Mücâhid'in nakline göre, meleklerin atlarının kuyruklarının ve yelelerinin kesilmiş olma ihtimali uzaktır. Çünkü, Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde (Sünen'inde) Utbe b. Abd es-Sulemî den, onun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinlediği rivâyet edilmektedir: "Atların perçemlerini de yelelerini de kuyruklarım da kesmeyiniz. Çünkü atların kuyrukları, onların kendilerini korudukları araçları, yeleleri onların ısıtıcısıdır. Hayır ise onların alınlarında düğümlenmiştir." Buna göre Mücâhid'in bu sözünün kabul edilebilmesi için meleklerin atlarının bu şekilde olduklarını ortaya koyan ayrıca bir nakli gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca âyet-i kerîme beyaz ve sarı renginin güzelliğine de delil teşkil etmektedir. Çünkü melekler bu renkte sarıklar giyinmiş oldukları halde inmişlerdi. İbn Abbâs der ki; Sarı ayakkabı giyenin ihtiyacı giderilir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz, Çünkü o, giyindiğiniz elbiselerin en hayırlısıdır. Ölülerinizi de beyaz renkli elbiselerle kefenleyiniz, Sarıklar ise Arapların tacları ve elbiseleridir." Rükâne –ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile güreşmiş, Hazret-i Peygamber de onun sırtını yere yıkmıştı- şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinledim: "Bizlerle müşrikler arasındaki fark başımızdaki berelerimizin üzerine sarık sarmamızdır." Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir, Buhârî der ki: Bu hadisin senedinde meçhul raviler vardır. Ve onlardan kimin kimden hadis işittiği bilinmemektedir. 126Bunu (yardımı) Allah sîze sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın dîye yaptı. Yoksa zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'tandır. Yüce Allah'ın: "Bunu, Allah size sırf bir müjde olsun., dîye yaptı" âyetindeki zamir, gönderilen yardıma aittir. Bu ise melekler yahut yardım vaadi veya yardım göndermekten ibarettir. Buna da yüce Allah'ın: "Yardım edecektir" âyeti delil teşkil etmektedir. Zamir, nişan ve alâmete veya meleklerin indirilmesine yahut da gönderilecek meleklerin sayısını bildiren ifadelere de ait olabilir. Çünkü, beşbin kişi bir sayıyı ifade etmektedir. "Ve kalpleriniz bununla yatışsın diye" anlamını ifade eden âyette, "diye" anlamını veren "lâm," lanv-ı key diye bilinir. Yani, kalplerinizin bununla yatışıp huzur bulması için o bunu böyle yaptı. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve korumak için böyle yaptık." (Fussilet, 41/12) O semâyı korumak üzere Allah bunu böyle yaratmıştır, anlamındadır. "Yoksa zafer" yani mü’minlere yardım "ancak Azîz ve Hakim olan Allah'tandır." Kâfirlerin zafere ulaşması bunun kapsamına girmez. Çünkü kâfirlerin galip gelmeleri, ancak ve ancak yardımsızlıkla ve yenilgiye uğramakla etrafı kuşatılmış kötü akibet ve hüsranla çevrelenmiş bir mühlet vermekten ibarettir. 127Küfre sapanların bir kısmını kessin, yahut kedere boğsun da ümitsiz olarak geri dönüp gitsinler diye. "Küfre sapanların bir kısmını" öldürmek suretiyle "kessin" âyetine gelince; âyetin nazmı (ifade dizilişi) şöyledir: Yemin olsun Allah, küfre sapanların bir kısmını kessin diye Bedir'de size yardım etmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yardım -Allah bu yolla küfre sapanların bir kısmını kessin diye- ancak Allah'tandır. Bunun; "Size... yardım edecektir" âyeti ile ilgili olması da mümkündür. Yani, küfre sapanların bir kısmını kessin diye size yardım edecektir. Bundan kasıt ise, Bedir günü öldürülen müşriklerdir. Bu açıklama da el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. es-Süddî de der ki: Bununla kast edilenler, Uhud günü öldürülen müşriklerdir-. Bunlar onsekiz kişi idi. "Onları kedere boğsun." Onları üzüntüye gark etsin, demektir. (Bu kelimenin bu anlamda kullanılışına örnek olmak üzere) Rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Talha'nın yanına gelmiş, oğlunun kederli, üzüntülü (mekbût) olduğunu görünce: Bu neden böyle? diye sormuş, ona devesi öldü diye cevap verilmiştir. Bu kelimenin aslı, kimi dilcilerin naklettiklerine göre, şeklindedir, bu ifade, üzüntü, keder ve öfke onların ciğerlerine isabet eder ve işler manasınadır. Burada "dâl" harfi "te'ye dönüştürülmüştür. Nitekim, Başını tıraş etti" ifadesinde de "te" ile "dâl" harfi birbirine dönüştürülebilmektedir. ise, Allah düşmanı püskürttü ve zelil etti, manasına gelir. (......) ifadesi de ciğerine isabet ettirdi, demektir. Meselâ, keder ciğerini yaktı, yahut düşmanlık ciğerini yaktı tabirleri kullanılır. Araplar da düşmanı kastetmek üzere "ciğeri kara" tabirini kullanırlar, Şair el-A'şâ der ki: "Bir topluluğa gitmek için zorlanmana gelince, İşte asıl düşmanlar ve kara ciğerliler onlardır." Sanki ciğerler, aşın düşmanlıktan dolayı kavrulmuş da kararmış gibidir. Ebû Miclez ise bu kelimeyi, şeklinde "dal" harfi ile okumuştur. Hâib (ümitsiz kimse); ümidi kesilmiş kimse demektir. İstediğini elde edemeyen kimse hakkında kullanılır. "Hayyâb" ise ateş yakmakla sonuçlanmayan çakış demektir. 128Elinde emirden birşey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları için onları azaplandırır. Âyetin tefsiri için bak:129 129Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder; Allah Gafûr'dur, Rahîm’dir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberin Kavmine Bedduası: Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Uhud günü ön dişi kırılmış, başı yaralanmıştı. Bunun üzerine akan kanlarını silmeye ve şöyle demeye koyulmuştu: Peygamberleri kavmini Yüce Allah'a davet edip durduğu halde. Peygamberlerinin başını yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulabilir!" Bunun üzerine yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. ed-Dahhâk der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere beddua etmek isteyince, Yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Peygamber, toptan imha edilmeleri için beddua etmek üzere izin istedi. Ancak, bu âyet-i kerîme nazil olunca, onlardan bazılarının müslüman olacaklarını anladı. Nitekim, aralarında Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, İkrime b. Ebî Cehil ve başkalarının bulunduğu pek çok kimse de onlardan îman etmiş idi. Tirmizî"nin de rivâyetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dört kişiye beddua ediyordu. Şanı yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. Allah onları İslâm'a hidâyet etti. (Tirmizî) der ki: Bu, hasen, garip, sahih bir hadistir. Yüce Allah'ın: "Ya onların tevbesini kabul eder" anlamındaki âyetin: "Küfre sapanların bir kısmını kessin" âyetine atfedildiği söylenmiştir. Yani, yüce Allah, ya küfre sapanların bir kısmını kessin yahut bozguna uğratmakla onları kedere boğsun yahut onların bir kısırımın tevbelerini kabul etsin, ya da bir kısmım azaplandırsın, demektir. Ya, yahut, veya" edatı, Tâ ki; ve ancak... sa, anlamında olur. Nitekim şair İmruu'l-Kays bu şekilde bu edatı şöylece kullanmıştır: "Yahut da (tâ ki) ölelim de mazur görülelim." İlim adamlarımız der ki: Hazret-i Peygamberin: "Peygamberlerinin başını yaralayan bir kavim nasıl iflah olabilir!" şeklindeki sözü, kendisine böyle bir şeyi yapanların hidâyete muvaffak kılınmalarını uzak gördüğünü ortaya koymakla birlikte, yüce Allah'ın: "Elinde emirden bir şey yok" âyeti, onun uzak gördüğü şeyin yakın bir ihtimal olduğunu ifade etmekte, müslüman olabilecekleri umudunu aşılamaktadır. Hazret-i Peygamber'e bu hususta ümit verilince: "Allah'ım! Sen benim kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye dua buyurmuştur. Nitekim Müslim'in Sahihinde İbn Mes'ûd’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı, kavmi kendisini vurduğu için yüzünden akan kanları "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye silen peygamberlerden bir peygamberin halini anlatırken görür gibiyim. İlim adamlarımız derler ki; İbn Mes'ûd'un hadisinde anlatan kişi de, durumu nakledilen kişi de bizzat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisidir. Buna delil de Hazret-i Peygamber'in Uhud günü Ön dişi kırılıp yüzü yaralarınca, bu işin ashabına oldukça ağır gelmesi ve onların: Keşke onlara beddua etsen, demeleri üzerine, Hazret-i Peygamber'in: "Şüphesiz ki ben, lanet okuyan bir kişi olarak gönderilmedim. Aksine ben, bir davetçi ve bir rahmet olmak üzere gönderildim. Allah'ım! Kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmezler" şeklinde açık ve sarih olarak gelen hadisi buna delildir. Sanki Hazret-i Peygambere, bu husus, Uhud'daki bu durum vukua gelmeden önce vahiy ile bildirilmiş ve bu peygamberin kimliği ona tayin edilmemiş gibidir. Bu durum kendi başına gelince, naklettiğimiz bu hadisin delili ile kastedilenin kendisi olduğu ortaya çıkmış oldu. Yine bunu, Hazret-i Ömer'in Hazret-i Peygambere söylediği şu söz de açıklamaktadır: Anam-babam sana feda olsun Ey Allah'ın Rasûlü, gerçekten Nûh, kavmine: "Rabbim, yer yüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma" (Nûh, 71/26) diyerek beddua etmiştir. Sen de bize bu şekilde beddua edecek olursan kimse kalmamak üzere toptan helâk oluruz. Halbuki senin sırtına basıldı, yüzün kanatıldı, ön dişin kırıldı. Bununla birlikte hayırdan başka bir şey söylemeyi kabul etmeyerek: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur Çünkü onlar bilmezler, dedin." Hazret-i Peygamber'in: "Peygamberlerinin ön dişini kıran bir topluluğa, Allah, ileri derecede gazab eder" şeklindeki ifadesinde kastedilen ise; bu işi fiilen yapan kimsedir. Biz, bu kişinin ismini bu konudaki farklı görüşlerle birlikte zikretmiş bulunuyoruz. Durumun, özellikle bu işi yapana has olduğunu söylememizin sebebi ise, Uhud'da bulunanlardan bir topluluğun İslâm'a girmiş olup bunların güzel bir şekilde İslama bağlanmış olmalarıdır. 2. Sabah Namazında Kunut: Kûfeli ilim adamlarından birisi, bu âyet-i kerimenin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, sabah namazının son rekatinde rükûdan sonra yaptığı kunûtu nesh ettiğini iddia etmiş ve bu hususta İbn Ömer'den gelen hadisi de delil göstermiştir. Buna göre İbn Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı sabah namazının son rekatinde rükûdan başını kaldırdıktan sonra şöyle buyururken dinlemiş: "Allah'ım, Rabbimiz, sonunda da hamd yalnız sanadır" dedikten sonra: "Allah'ım, filâna ve filâna lanet et" demesi üzerine, şanı yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları İçin onları azaplandırır" âyetini indirdi. Bunu, Buhârî rivâyet etmiştir. Müslim de bunu, Ebû Hüreyre'den daha geniş olarak rivâyet etmiştir. Ancak, bunda nesih sözkonusu değildir. Şanı yüce Allah bununla, elinde emirden bîrşey olmadığına dair Peygamber efendimizin dikkatini çekmekte ve onu uyarmaktadır. Gayba dair Allah'ın kendisine bildirdiğinden başkasını bilemeyeceğini, işin bütünüyle Allah'a ait olduğunu haber vermektedir. O, dilediği kimsenin tevbesini kabul eder, dilediği kimseyi de acilen cezalandırır. İfadenin takdiri de şöyledir: Emirden elinde bir şey yok. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ne senin, ne onların; yalnız Allah'ındır, O, dilediğine mağfiret eder, dilediğinin de tevbesini kabul eder. Buna göre nesih diye bir şey sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Elinde emirden bir şey yok" âyeti her bir işin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu açıkça ortaya koymakta, böylelikle Kaderiyye'nin ve onlardan başkalarının görüşleri de reddolunmaktadır. 3- Sabah Namazında ve Diğer Namazlarda Kunut İle İlgili Görüşler: İlim adamları, sabah namazında ve diğer namazlarda kunut hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Kûfeliler, sabah namazında olsun, diğer (farz.) namazlarda olsun kunut yapmayı kabul etmezler. Leys, Mâlik’in arkadaşı olan Yahya b. Yahya el-Leysî el-Endenlüsî'nin görüşü de budur, Şa'bî de bunu kabul etmez. Muvatta’''da İbn Ömer'den nakledildiğine göre o, hiçbir namazda kunut yapmazdı. Nesâî'de de şu rivâyet vardır: Bize Kuteybe, Haleften haber verdi. O, Ebû Mâlik el-Eşcaî'den, o, babasından dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın arkasında namaz kıldım. Kunut okumadı. Ebû Bekir'in arkasında namaz kıldım o da kunut okumadı, Ömer'in arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Osman'ın arkasında da namaz kıldım o da kunut okumadı. Ali'nin arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Sonra şöyle dedi: Oğulcağızım o, bir bid'attir. Bir görüşe göre de sabah namazında her zaman, diğer namazlarda ise müslümanların başına bir musibet geldiği vakit kunut okur. Bu görüşü, Şâfiî ve Taberî ifade etmiştir Bir başka görüşe göre kunut, sabah namazında müstehabtır. Bu görüş Şâfiî'den rivâyet edilmiştir. el-Hasen ve Suhnûn ise kunut sünnettir, demişlerdir. Ali b. Ziyad'ın Mâlik'ten kunutu kasti olarak terkedenin namazı iade edeceğine dair naklettikleri rivâyet bunu gerektirmektedir, Taberî ise, kunûtu terketmenin, namazı ifsad edici olmadığına dair icma bulunduğunu nakletmektedir el-Hasen'den nakledildiğine göre ise, kunutu terketmek, sehiv secdesi gerektirir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî ise, Said b. Abdülaziz'den, sabah namazında kunut yapmayı unutan kimse hakkında sehiv secdesi yapar, dediğini nakletmektedir. Mâlik ise, rüküdan önce kunut yapmayı tercih etmiştir. İshak'ın görüşü de budur. Yine Mâlik'ten, rükûdan sonra kunut yapacağına dair rivâyet yapılmıştır. Bu şekildeki kunut dört halifeden de rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu Şâfiî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür, Ashab-ı Kiram'dan bir topluluktan ise bu hususta, namaz kılanın muhayyer olduğunu ifade ettikleri görüşü rivâyet edilmiştir. Dârakutnî de sahih bir sened ile Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumaya devam edip durdu. Ebû Dâvûd da "el-Merâsîl" adlı eserinde, Halid b. Ebi İmrân'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mudarlılara beddua ederken, Cebrâîl ona gelerek: "Sus" diye işaret etti, o da sustu. Daha sonra Cebrâîl şöyle dedi: Ey Muhammed, şüphesiz ki Allah, seni, ne sövüp sayan, ne de lanet okuyan birisi olarak göndermiştir. O, seni ancak bir rahmet olmak üzere gönderdi. Seni bir azâb olasın diye göndermedi. "Elinde emirden hiç bir şey yok. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalim oldukları İçin onları azaplandırır." Daha sonra Cebrâîl Hazret-i Peygambere şu kunûtu öğreterek dedi ki; "Allah'ım, şüphesiz biz, yalnız Senden yardım dileriz. Yalnız Senden mağfiret dileriz. Sana îman eder, Sana zillet ve İtaatle boyun eğeriz. Sana karşı nankörlük edenleri hal’ (iktidardan alaşağı) eder, terk ederiz. Allah'ım, yalnız Sana ibadet eder, Sana namaz kılar ve secde ederiz. Sana doğru gelir, hizmetine koşarız. Rahmetini umar ve kesin azabından korkarız. Şüphesiz Senin azâbın kafirlere yetişir." 130Ey Îman edenler! Kat kat fâiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felâh bulasınız. Âyetin tefsiri için bak:132 131Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız. Âyetin tefsiri için bak:132 132Allah'a ve Peygamber’e itaat edin ki, rahmete eresiniz. Yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler! Kat kat fâiz yimeyin" âyetindeki bu fâiz yasağı, Uhud ile ilgili açıklamalar arasına gelmiş bir ara cümlesi gibidir. İbn Atiyye der ki: Ben, bu hususta rivâyet edilen herhangi bir şey bilmiyorum. Derim ki: Mücâhid dedi ki: Onlar, belli bir vadeye bir şey satarlar, vade gelince, bu ödeme vaktini daha da ertelemek üzere o bedelin miktarını artırırlardı. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey îman edenler! Kat kat fâiz yemeyin" âyetini indirdi. Derim ki: Diğer masiyetler arasında özellikle faizi sözkonusu etmesi, şanı yüce Allah'ın: "Eğer yapmazsanız (faizden vazgeçmeyecek olursanız), Allah ve Rasûlünden size Savaş açılmış olduğunu biliniz" (el-Bakara, 2/279) âyetinde, Allah'ın Savaş ilan etmiş olduğundan dolayıdır. Savaş ise, öldürülmenin habercisidir. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Eğer faizden sakınmayacak olursanız, bozguna uğrar ve öldürülürsünüz. Yüce Allah bununla, faizi terketmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, faizli işlemler yapıyorlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kat kat" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir, Katlanmış olarak" ifadesi ise, onun sıfatıdır. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Anlamı şudur: Arapların borçları kat kat artırdıkları o faizi yemeyin. Çünkü, fâiz isteyen kişi: -Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi: Borcunu mu ödersin, yoksa fâiz mi verirsin? derdi. "Katlanmış olarak" kelimesi ise, yaptıkları şekilde yıl be yıl bu borcun katlanmasının tekrarlandığına bir işarettir Bu pekiştirici ifade, onların yaptıkları işin ne kadar çirkin ve ne kadar şeni olduğunu göstermektedir, İşte bundan dolayı, özellikle borcun kat kat artırılma hali sözkonusu edilmiştir. Yüce Allah'ın; "Allah'tan korkun" yani, faizden elde ettiğiniz mallar hususunda Allah'tan korkup onları yemeyin. Daha sonra onları korkutarak: "Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız" diye buyurmaktadır. Bu tehdit, faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helal kabul eden kişi kâfir olur ve kâfir olduğuna hükmedilir. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı, sizden imanı söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir işten uzak durunuz. Çünkü, kimi günahlar kişinin imanının sökülüp alınmasını gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-babaya kötü davranış da bunlardandır. Bu hususta şöyle bir rivâyet de nakledilir: Alkame adındaki anne-babasına kötü davranan birisine, ölüm esnasında: Lâ ilâhe illâlah, de denilmiş, o, buna güç yetirememiş. Nihayet annesi gelip ondan razı olmuş. Akrabalık bağlarını koparmak, fâiz yemek, emanete hainlik de bu türden günahlar arasındadır, Ebû Bekr el-Verrâk, Ebû Hanîfe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kuldan imanın en çok nez' edildiği (çekilip alındığı) hal, ölüm esnasındaki haldir. Daha sonra Ebû Bekr (el-Verrâk) der ki: Îmanı söküp alan günahlara baktık, kullara zulmetmekten daha çabuk imanı söküp alan birşey göremedik. Bu âyet-i kerimede, Cehmiyyenin kanaatini reddetmek üzere ateşin mahlûk olduğuna delil vardır. Çünkü, olmayan birşeyin hazırlanmış olduğundan söz edilmez Daha sonra yüce Allah: "Allah'a ve Peygambere İtaat edin" diye buyurmaktadır. Yani, farzlar hususunda Allah'a, sünnetler hususunda da Peygambere itaat edin. "Allah'a itaat edin" âyeti ile faizin haram kılınışı hususunda ona itaat edin, "Rasûle itaat edin" âyetinde de, size, bunun haram olduğuna dair tebliğinde itaat edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. "... ki, rahmete erdirilesiniz" Allah size rahmet ihsan elsin diye. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 133Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete koşuşun. O, takva sahipleri için hazırlanmıştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Cennete ve Mağfirete Koşmak: Yüce Allah'ın: "Koşuşun" anlamındaki âyetini, Nâfi’ ve İbn Âmir, "vav"sız olarak; diye okumuşlardır. Medine ve Şamlıların Mushaflarında da böyledir. Yedi kıraat İmâmının geri kalanlarında ise bu kelime, "vav”lıdır. Ebû Ali der ki: Her iki husus da yaygın ve doğrudur. Bunu, "vav"lı okuyanlar, cümleyi cümleye atfettikleri için böyle okurlar. "Vav"sız okuyanlar isef ikinci cümlenin birinci cümle ile içice olması ve böylelikle de "vav" ile atfa ihtiyaç bırakmaması dolayısıyladır. "Müsaraat; koşuşmak" eli çabuk tutmak demek olup, "müfâale" veznindedir. Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifadeler de vardır. Anlamı şöyledir: Mağfireti gerektiren bir iş olan itaate koşuşun. Enes b. Mâlik ile Mekhûl, yüce Allah'ın: "Rabbinizden bir mağfirete... koşuşun" âyetini, ihram tekbirine (iftitah tekbirini İmâmla birlikte getirmeye) koşuşun demektir, diye açıklamışlardır. Ali b. Ebî Tâlib farzları edaya, Osman b. Affan ise ihlâsa koşuşun, diye açıklamışlardır. el-Kelbî ise, faizden tevbe etmeye koşuşun diye açıklamıştır. Savaşta sebata koşuşun diye açıklandığı gibi, başka açıklamalar da yapılmıştır. Âyet-i kerîme, bütün bunları kapsayan umumî bir buyruktur. "Öyleyse siz de hayırlarda birbirlerinizle yarışın" (el-Bakara, 2/148) âyeti ile aynı manayı dile getirmektedir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (Bakara Sûresi'nde işaret eden âyet-i kerîme açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete..." âyeti; eni, göklerle yerin eni kadar olan cennete...; takdirinde olup muzaf hazf edilmiştir Yüce Allah'ın: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, yalnız bir nefis gibidir." (Lukman, 31/28) âyetinde olduğu gibi. Bu da yalnızca bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir, takdirindedir. Şair de şöyle demektedir: "Sen, devenin böğürtüsünü keçi mi sandın? Yazıklar olsun Bana o keçi değildir. Şair burada: Onun böğürtüsünü keçinin meleme sesi mi sandın? demek istemektedir. Bu âyetin bir benzeri de Hadîd Sûresi'nde yer alan; "Eni yerle göğün eni gibi olan bir cennete..." (el-Hadid, 57/21) anlamındaki âyete benzemektedir. Bu âyetin te'vili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs der ki: Nasıl ki kumaşlar yayılıp, serilip ve biri diğerine ekleniyor ise, gökler ve yer de birbirine eklenecek, bir araya getirilecektir. İşte bu, cennetin enini teşkil eder. Boyunu ise Allah'tan başkası bilemez. Cumhûrun görüşü de budur. Böyle bir açıklamaya da karşı çıkılamaz. Çünkü, Ebû Zerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şu hadisi şerifi naklettiği bilinmektedir; "Yedi gök ile yedi yer, Kürsî'ye oranla ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış birkaç dirhem gibidir. Kürsî de Arşa göre, ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğünde bırakılmış bir halka gibidir." İşte bunlar (yani, Kürsî ile Arş) gökler ve yerden oldukça daha büyük yaratıklardır. Şanı yüce Allah'ın kudreti ise bütün bunlardan da büyüktür. el-Kelbî der ki; Cennetler dört tanedir: Adn cenneti, Me'vâ cenneti, Firdevs cenneti ve Naîm cenneti. Bunların herbirisinin eni, bir birine eklenecek olursa göğün ve yerin eni kadardır. İsmail es-Süddî der ki: Eğer gökler ve yerler kırılıp dökülecek ve hardal yapılacak olursa, her bir hardal tanesi karşılığında eni gökle yerin eni kadar olan bir cennet ortaya çıkar. Sahih hadiste de şöyle denilmiştir; "Şüphesiz ki, cennet ehli arasında en düşük makamlı olan kişi, yapabileceği bütün temennilerini yaptıktan sonra, yüce Allah'ın da kendisine: Sana bütün bu dileklerin ve bir de onların on misli kadarı vardır, diyeceği kimsedir." Bu hadisi Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmiş olup, bunu Müslim ve başkaları da kaydetmişlerdir. Yala b. Ebi Murre der ki: Ben, Heraklius'un Peygambere gönderdiği elçisİ olan et-Tenûhî ile kocamış bir yaşlı iken Hums şehrinde karşılaştım. Şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna Heraklius'un mektubunu götürdüm. Solunda duran bir adama bu mektup sabitesini uzattı. Ben: Bu mektubu okuyacak adamınız hanginizdir? deyince onlar: Hazret-i Muâviye'dir, dediler. Bir de baktım ki, benim adamımın (Heraklius'un) mektubunda şunlar yazılıdır: Sen, bana beni eni gökler ve yer kadar olan bir cennete davet ettiğin bir mektup yazdın. Peki ateş nerede? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Subhanallah. Peki, gündüz geldiği vakit gece nerede?” İşte bu delile benzer bir delili, Hazret-i Ömer de yahudilere karşı getirmiştir, Onlar, Hazret-i Ömer'e sizin: "Genişliği göklerle yer arası kadar olan bir cennet" şeklindeki sözünüze göre cehennem nerede kalıyor? (Hazret-i Ömer onlara benzer cevabı verince, bu sefer ona): Sen Tevrat'ta bulunana benzer bir cevap verdin, dediler. Şanı yüce Allah, eni söz konusu etmek suretiyle boyuna dikkat çekmektedir. Çünkü boy, çoğunlukla en ve genişlikten daha fazla olur. Eğer boy sözkonusu edilecek olursa, bu enin genişliği miktarına delâlet etmez. ez-Zührî der ki: Şanı yüce Allah sadece genişliğini nitelendirmektedir. Boyunu ise Allah'tan başka hiçbir kimse bilmez. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Astarları kalın ipekten yaygılara dayanmış haldedirler" (er-Rahmân, 55/54). Şanı yüce Allah astarı, bilinen en güzel süs kumaşı ile nitelendirmektedir. Çünkü bilindiği gibi elbiselerin yüzleri her zaman İçin astarlardan daha güzel ve daha sağlam olur. Araplar da: Enli ülke ve enli düzlük" derken, geniş ülke ve geniş düzlük demek isterler. Şair de der ki: "Genişliğine rağmen Allah'ın ülkesi, Takib edilen ve korkan kimse için âdeta bir avcının kemendi gibidir." Kimisi de şöyle demiştir: Burada ifade, Arapların istiâreli kullanımlarına uygun kullanılmıştır. Cennet, alabildiğine geniş ve enli, uçsuz bucaksız olduğundan dolayı bunun, gökler ve yerin eni zikredilerek anlatılması güzel düşmüştür. Nitekim bir kimseye: Bu bir denizdir, denildiği gibi, büyük bir canlı varlığa da: Bu bir dağdır, denilebilir. Âyet-i kerîme eni sınırlamak kastıyla zikredilmiş değildir. Yüce Allah bununla, gözümüzle gördüğümüz en geniş şeyden daha geniş olduğunu atlatmak istemektedir. Genel olarak ilim adamları, cennetin mahlûk ve halen mevcut olduğu kanaatindedir. Çünkü yüce Allah'ın: "O, takva sahipleri için hazırlanmıştır" âyeti bunu ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bu, Buhârî ile Müslim'de ve diğer hadis hitaplarında yer alan İsrâ hadisi ile diğer hadislerin açık nass ile ifade ettiği bir gerçektir. Mu'tezile ise, cennet ile cehennemin halihazırda yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Onlara göre yüce Allah, gökleri ve yeri katlayıp dürdükten sonra dilediği yerde cennet ve cehennemi yaratacaktır. Çünkü bunlar, mükâfat ve ceza ile amellerin karşılıklarının görüleceği birer yurttur. Dolayısıyle bu ikisi de amellerin karşılığının verileceği bir zamanda ve tekliften sonra yaratılacaklardır. Tâ ki, teklif yurdu ile amellerin karşılığının verileceği yurtlar, âhirette bir arada bulunmadığı gibi, dünyada da bu iki yurt bir arada bulunmasın. İbn Fûrek der ki: Kıyâmet gününde cennet artırılıp büyütülür, İbn Atiyye der ki; Bu ifadede cennet henüz yaratılmamış diyen Münzir b. Said ve diğerlerinin delil diye tutunacakları bir taraf vardır. Yine İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek'in: "Ona ilave edilir, arttırılır" şeklindeki ifadesi halen mevcut olan bir şeye işarettir. Şu kadar var ki, bu yapılacak ilave hususundaki kanaatini haklı gösterecek ve kesinleştirecek bir dayanağa ihtiyacı vardır. Derim ki: İbn Atiyye -Allah ondan razı olsun- bu sözlerinde doğruyu söylemiştir. Eğer, yedi gök ile yedi arz Kürsî'ye nisbetle yerin geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir kaç dirhem gibi ise, Kürsî de Arşa nisbetle geniş bir yer düzlüğünde bırakılmış bir halka gibi ise, şu anda cennet, âhirettekı şekli üzeredir. Ve eni göklerle yerin eni gibidir. Zira Arş, Müslim'in Sahihinde de varid olduğu üzere cennetin tavanıdır. Bilindiği gibi tavan, hem altındakileri ihtiva eder, hem de onlardan da fazladır. Bütün yaratıklar Arş'a nisbetle bir halkayı andırdığına göre, onun enini ve boyunu kudreti sonsuz, egemenlik alanının genişliği nihayetsiz ve O'nun yaratıcısı Allah'tan başka kim takdir edebilir ki? O, her şeyden yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh olandır. 134Onlar ki bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yenerler, insanları bağışlarlar. Allah iyilik edenleri sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Onlar ki... infak ederler" âyetinde dile getirilen bu husus, kendileri için cennetin hazırlanmış olduğu takva sahiplerinin nlteliklerindendir. Âyetin zahirinden, yapılması teşvik olunan şeyleri yapmaktan ötürü övgü ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. "Bollukta" yani, kolay zamanlarda "ve darlıkta" zor zamanlarda "İnfak ederler." Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Kelbî ve Mukatîl yapmıştır. Ubeyd b. Umeyr ile ed-Dahhâk da şöyle demektedir: Serrâ ve Darrâ, bolluk ve darlık zamanları demektir. Sağlık ve hastalık halleri diye de açıklanmıştır. Serrâ hayatta iken, Darrâ ise ölümden sonra vasiyyet etmek suretiyle infak etmek, diye de açıklanmıştır. Serrânın düğün ve ziyafetler, Darrâ'nın da musibet ve matemler zamanındaki infaka işaret olduğu söylendiği gibi, Serrâ'nın sizi sevindiren harcama -çocuklara ve yakınlara harcama gibi-, Darrânin ise düşmanlara (karşı) yapılan harcamalar olduğu da söylenmiştir. Serrâ'nın kişinin ziyafet verdiği ve hediye olarak bağışladığı şeyler, Darrâ’nın ise kişinin darlıktaki kimselere harcayıp onlara verdiği sadakalar olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Âyet-i kerîme, bütün hayırlı infakları kapsamaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Öfkelerini yenerler" diye buyurmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir Öfkenin yenilmesi, onun tekrar içe döndürülmesi demektir. tabiri, kişinin öfkesini yutup ses çıkarmaması, düşmanına bunun gereğini yapabilecek gücü bulmakla birlikte, öfkesini açığa vurmaması demektir, Su kabını doldurup ağzını kapatmayı anlatmak üzere; denilir. Suyun aktığı yerin kendisiyle kapatıldığı şeye de; (.........) denilir. Kırba ve tulumun ağzının kendisi ile kapatıldığı, köseleden ince uzun kesilmiş bağa, (........) denilmesi de buradan gelmektedir. ise, geviş getiren devenin ağzındakini tekrar karnına geri göndermesi halini anlatmak için kullanılır. Gevişini ağzına çıkarmadan önce içinde tutmasına da (...........) denildiği de olur. Bu açıklamaları ez-Zeccâc nakletmiştir. O bakımdan, deve ve dişi deve ağızlarına gevişi getirmedikleri zaman da bu Fiil kullanılır. Çobanın şu beyiti de bu kabildendir: "Hakîl (denilen yerde veya bitkiyi) otladıkları yer olan Zulebârik'ten Gevişlerini içlerinde saklı tuttuktan sonra yayıldılar," Şöyle de denilmiştir: Bu hayvanlar, korkup yoruldukları vakitlerde geviş getirmeyip içlerinde tutarlar Bahileli A'şâ da, hızlı bir şekilde deve kesen bir adamı ve kendisinden korkan develeri vasl'etmek üzere şöyle demiştir: "Olgunlaşmış develer dahi onu gördüğü, vakit, gevişlerim içlerinde yutarlar O kadar ki, o gevişleri içlerinde paramparça olur." Gam ve kederle dolu bir kişiye; denmesi de buradan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de başka yerlerde (bu kelime) şöylece kullanılmıştır: "kederinden gözüne ak düştü. Artık O, (kederini) bütünüyle yutmakta idi" (Yûsuf, 12/84); "Yüzü kapkara kesilir ve kendisi pek öfkelenir" (en-Nahl, 16/58); "Hani o kederli olduğu halde dua etmişti" (el-Kalem, 68/48). Gayz, gazabın aslını teşkil eder. Çoğunlukla bunlar bir arada bulunurlar. Fakat aralarında bir fark vardır. Çünkü, gayz'ın etkisi organlar üzerinde görülmez. Gazab ise böyle değildir. Herhangi bir fiil ile birlikte onun etkisi mutlaka organlar üzerinde ortaya çıkar. İşte bundan dolayı gazab, şanı yüce Allah'a İzafe edilmiştir. Zira gazab, şanı yüce Allah'ın kendilerine gazab olunanlara fiillerinden ibarettir. Bazıları da gayz'ı gazab ile tefsir etmişlerdir ki, pek iyi bir açıklama değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "İnsanları bağışlarlar" âyetinde geçen insanları affetmek (bağışlamak), -insanın hakkının bulunduğu ve affetmesinin câiz olduğu hallerde- çeşitli hayır türlerinden daha üstündür. Her hangi bir cezayı haketmekle birlikte bu ceza kendisine verilmeyen her kişi affedilmiş demektir. "İnsanlar" âyetinin anlamı hakkında da farklı görüşler vardır. Ebû'l-Âl-iyye, el-Kelbî ve ez-Zeccâc, "İnsanları bağışlarlar" âyeti ile kölelerinin bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu bir örnek olmak üzere güzel bir şeydir. Çünkü, köleler hizmet eden insanlardır. Ve köleler çokça hata ederler. Onlara da güç yetirmek kolay bir iştir. Onlara rahatlıkla ceza verilebilir. İşte bundan dolayı bu âyeti tefsir edenler, buna bunu örnek vermişlerdir. Meymûn b. Mehrân'dan rivâyet edildiğine görev birgün cariyesi, içinde sıcak yemek bulunan bir kab getirir. Yanında da misafirleri vardı. Bu cariye'nin ayağı birşeye takıldı ve yemeği Meymûn'un üzerine döktü. Meymûn onu vurmak isteyince cariye: Efendim sen yüce Allah'ın: "Öfkelerini yenerler" âyetinin gereğini yerine getir. O: Getirdim deyince, bu sefer; Ondan sonra gelen: "İnsanları bağışlarlar" âyetinin gereğini yerine getir, dedi. Meymûn yine: Seni affettim deyince, bu sefer cariye: "Allah iyilik edenleri sever" âyetini okudu. Meymûn: Ben de sana iyilik ediyorum. Allah rızası için hürsün, deyiverdi. Benzeri bir olay, el-Ahnef b. Kays'dan da rivâyet edilmiştir. Zeyd b. Eslem de şöyle açıklamıştır: "İnsanları bağışlarlar." Onların zulümlerini ve onların kötülüklerini affederler, demektir. Bu da genel bir açıklama olup, âyetin zahirinden anlaşılan budur. Mukâtil b. Hayyân bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Bize ulaştığına göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bunlar, -Allah'ın koruduğu kimseler müstesna- ümmetimin arasında pek azdır. Halbuki geçmiş ümmetlerde böyleleri pek çoktu." Şanı yüce Allah, böylelikle kızgınlık esnasında bağışlayan kimseleri övgü ile zikredip: "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlayanlardır" (eş-Şûrâ, 42/37) dîye buyurmaktadır. Öfkelerini yenen kimseleri de "insanları bağışlarlar" âyeti ile övmektedir. Ayrıca bu hususta iyilik yapanları sevdiğini de bildirmektedir. Öfkeyi yenmek, insanları affetmek, kızgınlık esnasında kişinin kendisine hakim olması hakkında birtakım Hadîs-i şerîfler varid olmuştur. Şüphesiz ki bu, en büyük ibadetlerden ve nefse karşı cihad türündendir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Güçlü kuvvetli kimse, herkesin sırtını yere getiren kimse değildir. Fakat asıl güçlü ve kuvvetli kişi, kızgınlık anında kendisine hakim olandır," Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kulun, yuttukları arasında Allah uğrunda yuttuğu bir yudum öfkeden daha büyük ecri bulunan ve kul için ondan daha hayırlı olan hiçbirşey yoktur." Enes'in de rivâyetine göre bir adam; Ey Allah'ın Rasûlü, herşeyden en çetin olan şey nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber; "Allah'ın gazabıdır" diye buyurmuş; adam: Peki Allah'ın gazabından koruyan nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber ona: "Kızma!" diye emir vermiştir. el-Ircî der ki: "Öfkelendiğin zaman vakur ol ve yut Öfkeni Ne söylediğini basiretle görür ve işitirsin Kendisi sebebiyle yüce İlâhımızın senden razı olup seni yükseltecek olan Bir anlık sabra kendini mecbur etmen, şeref olarak sana yeter," Urve b. ez-Zübeyr de affetmek hakkında şöyle demiştir: "Şan ve şerefe ulaşamaz bazı topluluklar, üstün şerefli olsalar dahi Kendileri zelil kılınmadıkça bir takım kimselere karşı aziz olsalar dahi Ve onlara hakaret edilmedikçe renklerin parıldar olduğunu görürsün Ancak onların bu affedişleri zilletten dolayı bir affetmek değil ikramdan dolayı bir affetmek olmalıdır." Ebû Dâvûd ile Ebû Îsa et-Tirmizî'nin, Sehl b. Muâz b. Enes el-Cühenî'den, onun babasından rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim gereğini yerine getirebilecek gücü bulmakla birlikte bir öfkeyi yutacak olursa, Kıyâmet günü Allah herkesin gözü önünde onu çağırır ve dilediği hurilerden seçmekte muhayyer bırakır." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir hadistir. Enes b. Mâlik de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kıyâmet günü olunca, bir münadi şöyle seslenir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimseler cennete girsin. Şöyle denilir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimlerdir? Bu sefer, insanları affedenler kalkarlar ve hesapsız olarak cennete giderler." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir. İbnü'l-Mubârek der ki: Ben, Mansur'un yanında oturuyordum, Bir adamın öldürülmesini emretti. Ey mü’minlerin emiri dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü oldu mu, bir münadi aziz ve celil olan Allah'ın huzurunda şöylece seslenir: Her kimin Allah nezdinde karşılığını alacağı bir lütuf ve ikramı varsa, haydi öne çıksın. Bu sefer bir günahı affedenden başka kimse Öne çıkmaz." Bunun üzerine serbest bırakılmasını emretti. 4- Allah, İyilik Edenleri Sever; Yüce Allah'ın: "Allah iyilik edenleri sever" âyeti; Allah onların iyiliklerine karşılık onları mükâfatlandırır, demektir. Serî es-Sekatî der ki: İhsan (iyilik) imkân vaktinde iyilik yapmanda. Çünkü her zaman ihsan yapmak imkânını bulamazsın. Şair de şöyle demiştir: "Gücün yettiği vakit bir hayır İşlemekte çabuk tut elini Çünkü sen her zaman güç yetirebilecek değilsin." Ebû'l-Abbas el-Cummânî de şu beyitlerinde ne güzel söylemiştir: "Her vakit ve her zamanda mümkün olmaz İyilik yapabilme fırsatları doğmaz Böyle bir fırsat ve imkân doğdu mu, çabuk tut elini, koş iyiliğe Bir gün imkân bulamayacaksın korkusuyla." Bakara Sûresi'nde (2/58. âyet, 9- başlıkta) muhsin ve ihsan'a dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 135Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde..." âyetiyle bir önceki âyette sözü eden kesimden daha aşağıda bir başka kesimi sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bunları da onlara katmaktadır. Burada sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir. İbn Abbâs, Atâ yoluyla gelen rivâyetinde şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme -Ebû Mukbil künyeli- hurmacı Nebhân hakkında nazil olmuştur. Ona, güzelce bir kadın gelmiş, o kadına hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öpmüştü. Fakat yaptığına pişman olup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gitmiş, durumu ona anlatınca, bu âyet-î kerîme nazil olmuştu. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî de Müsned'inde, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bana Ebû Bekir anlattı. -Ki, Ebû Bekir doğru söylemiştir- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, abdest alır, iki rekat namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah ona mağfiret buyurur." Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler" âyeti ile diğer âyeti yani "Kim bir kötülük yapar yahut kendisine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyetini okudu. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir. Bu, umumî bir buyruktur. Âyeti kerîme, kimi zaman özel bir sebep dolayısıyla nazil olur, sonra da bu işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme, bir gazaya gitmek üzere çıkan bir Sakifli'nin ensardan bir arkadaşını aile halkına bakmak üzere görevlendirmesi üzerine nazil olmuştur. Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye hanımının üzerine hücum etmek suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunurken elini öpmüş ancak, bu yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp (dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evine dönünce, hanımı ona arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını aramaya çıktı. Nihayet adamı alıp Ebû Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdinde bir kurtuluş bulur ümidiyle götürdü. Ebû Bekir'le Ömer, o kişiyi azarladılar. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gidip ona arkadaşının yaptığını haber vermesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz Hadîs-i şerîf dolayısıyla âyetin umumî olması daha uygundur. İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü demişler, İsrailoğulları Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlardan günah işleyen bir kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğu görülürdü. Bir rivâyette ise, o günahının kefTareti evinin eşiği üzerinde yazılı bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gibi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi İsrail oğullarına yapılan bu uygulamanın yerine bir bedel, bir genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivâyet olunduğuna göre İblis, bu âyet-i kerîme nazil olunca ağlamış. Çirkin iş (el-Fâhişe), her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak zina hakkında çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddî bu âyet-i kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefsir etmişlerdir. "Yahut kendilerine zulmettiklerinde" âyetindeki "yahut" anlamını veren "ev"in, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise kebâirden aşağı olan küçük günahlardır. "Allah'ı anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'rtdan hayayı hatırlarlar ed-Dahhâk: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar dİ-ye açıklamıştır, Bunun, kendi kendilerine Allah'ın bunu kendilerinden soracağım düşünürler, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır. Yine Mukâtil 'den nakledildiğine göre: Onlar, günah işlediklerinde dilleriyle Allah'ı hatırlarlar, demektir. "Ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıyla bağışlanma isterler. Bu anlamı, yahut bu lâfzı ihtiva eden her bir dua istiğfardır. Bu sûrenin baş taraflarında (3/16-17. âyetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğfâr aistiğfâr'ın başı, en üstünüb geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri olduğu belirtilmiştir. İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki, Tirmizî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim, diyecek olursa, o, Savaştan kaçmış olsa dahi günahları bağışlanır. Mekhûl de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan daha çok istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mekhûl de der ki: Ben de Ebû Hüreyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma dileyen kimse görmedim. Mekhûl'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlanma dileyen bir kimse idi. İlim adamlarımız derler ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrarın düğümlerini çözen ve manası kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen bağışlanma dileği değildir. Diliyle "estağfurullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyetî üzere ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve onun işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı vardır. Derim ki: O, bunu kendi dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu zamanımızda alay edercesine, hafife alırcasına günahından ötürü Allah'tan bağışlanma dilediği iddiasıyla teşbihini elinde tuttuğu halde günahtan vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış haliyle İnsanların görüldüğü şu bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur’ân-ı Kerîm'de ise: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 2/231.) diye buyurulmaktadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (2/67 ile 231- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır: Yüce Allah'ın: "Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" âyeti, masiyeti bağışlayıp, onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kimse yoktur demektir. "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hatalar) üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücâhid der ki: Bunu devam ettirip gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subaylı da der ki: Ali (radıyallahü anh) yanında olduğu halde Osman (radıyallahü anh)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben abdestsiz namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı. "Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyetinde sözü geçen ısrar, kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etmemektir. Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmektedir. el-Hutay'a da atları vasfederek şöyle demektedir: "Yavaşlamış atların arkalarından kamçılarla gittiklerinde akoşmalarındab sebat gösteren o atların tersleri kurur, Yapışır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır." Katâde der ki: Israr, masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Dar yollarının sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha) ısrar edip aldatan her kişinin vay haline!" Sehl b. Abdullah der ki: Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoştur, günahı üzere ısrar eden helâk olmuştur. Israr etmek, sonraya ertelemektir. Sonraya ertelemek, yarın tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddiasıdır. Hem yarına kendisi malik değilken yarın nasıl tevbe edebilir? Sehl’den başkaları da şöyle demiştir: İsrar, tevbe etmemeye niyet etmektir. Eğer samimi bir şekilde tevbe etmeyi niyet edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar. Ancak, Sehl'in görüşü daha güzeldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte tevbe olmaz" buyurduğu rivâyet edilmiştir. 3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü: İlim adamlarımız der ki; Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vazgeçmeye iten, aziz ve gaffar olan Allah'ın Kitab'ı, şanı yüce Rabbimizin sözünü ettiği cennetin niteliklerine ve itaatkârlara vadettiklerine dair açıklamalan, cehennem azâbı ile isyankârlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkması ve nimetlerini umması güç kazanıncaya kadar devam ettirirse, yüce Allah'a nimetini umarak, azabından korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun sayesinde Allah'ın cezasından korkar, Onun mükâfatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı yüce Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, günahların -öldürücü zehirler olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararlarına Allah'ın mutluluğa iletmek istediği kimseye ilâhî bir yolla dikkatini çekmesidir. Derim ki: Bu, sadece lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva etmiyor. Çünkü insan, ancak yüce Allah'ın insanın dikkatini çekip uyarması sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefekkür eder. Kul, yüce Allah'ın başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine bakıp işlemiş olduğu günahlarla ve hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına pişmanlık duyarak, şanı yüce Allah'ın cezasından korkarak, geçmişte yaptıklarının benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona: "Tevbe eden kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu, masiyet üzerinde ısrar eden ve helâk oluşun sebeplerini terketmeyen bir kimse olur. Seni b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alâmeti, işlemiş olduğu günahından dolayı, -Tebûk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 9/118)- yiyecek ve içecekten kesilmesidir. Yüce Allah'ın: "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyeti ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahlarını hatırlayıp onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir, en-Nehhâs, bu güzel bir görüştür demektedir. "Onlar bile bile..." âyetinin, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile bile... anlamına geldiği de söylenmiştir. Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın çla tevbelerini kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günahlarından dolayı mağfiret dileyecek olursa, günahlarının bağışla nacağım bilirler anlamındadEr, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, onlar, Benim kendilerine neleri haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açıklamayı da İbn İshâk yapmıştır. İbn Abbâs, el-Hasen, Mukâtil ve el-Kelbî derler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın zararlı, onu terk etmenin, o günahı sürdürmekten daha hayırlı olduğunu bilirler (ve bundan dolayı da günahtan vazgeçerler). el-Hasen b. el-Fadl da der ki: Onlar, günahları bağışlayan bir Rabblerinin bulunduğunu bilirler. Derim ki: el-Hasen b. el-Fadl bu açıklamayı, Ebû Hüreyre arab'ın rivâyet ettiği şu hadisten almıştır Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aziz ve celil olan Rabbinin şu âyetini bize aktarmıştır: "Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur derse, şanı yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur; Kulum bir günah işledi ve o, günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana günahımı bağışla, diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha tekrarlayıp- sonunda şöyle buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını bağışladım." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu âyette, tekrar günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikinci bir günahı işledikten sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çünkü, günahı tekrarlamakla günaha bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar tevbeye dönmek ilk tevbeden daha iyidir. Zira kul, böylelikle kerim olan ve kendisinden başka günahları bağışlayacak kimsenin bulunmadığı O yüce zatın kapısına ısrarla gitmeyi ilave etmiş olur. Hadîs-i şerîfin sonunda yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkârlık anlamında bir emirdir. Dolayısıyla bu, yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr, 15/46) âyeti kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte işlemiş olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı yüce Allah'ın izniyle de gelecekte yapacağı iğlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber vermektedir. -Bu âyet-i kerimeyle bu Hadîs-i şerîf, günahı itiraf edip günahtan dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağladığına delil teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul, günahını itiraf edip de sonra yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde rivâyet etmişlerdir. Bir şair de şöyle demektedir: "Yiğit affedilme hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği günahlarını." Bir başka şair de şöyle demektedir: "İtiraf et günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı inkâr şeklindeki inkâr, iki günahtır." Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder; asizin yerinizeb günah işleyip mağfiret dileyecek ve (Allah'ın da.) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum getirir." İşte "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerh-i Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış olduğumuz gibi, şanı yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvâb isimlerinin anlamları budur. 5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli: Tevbesi yapılan günahlar, ya küfür ve inkârdır yahut başka günahlardır. Kâfirin tevbesi, geçmişteki küfür ve İnkârına pişmanlık duymakla birlikte îman etmesidir. Yalnızca îman etmek, tevbenîn kendisi değildir. Küfrün dışındaki günahlar ise ya yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan başkalarının bir hakkıdır. Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu kadar var ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi şeriat yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tevbeye -namaz ve oruçta olduğu gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri keffaretlerde olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave etmiştir. İnsanların haklarıyla ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamayacak olursa, onlar adına bu hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıyla üzerindeki haktan kurtulabilme imkânını bulamayan bir kimsenin de Allah tarafından affedilmesi umulur; O'nun lütfü zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları hasenata dönüştürmüştür, İleride (el-Furkan, 25/70. âyetin tefsirinde) bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 6. Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi: Kişi, günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tevbe etme yükümlülüğü yoktur. Bununla birlikte bir günah işlediğini hatırlayacak Ebû Müslim, Tevbe 11 (ayrıca bk. 9, 10); Tirmizî, Deavât ?8, Sıfatu'l-Cenne 2; Müsned, I, 289, II, 305, V, 414 olursa, ondan dolayı tevbe etmesi gerekir. Hocamız Ebû Muhammed Abdulmu'tî el-İskenderânî'nin -Allah ondan razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, İmâm el-Muhasibînin (bu husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamışlardır. Bunların yorumuna göre; İmâm el-Muhasibî, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden tevbe etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günahtan muayyen olarak tevbe etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibimin böyle dediğini kabul ederler. Oysa onun maksadı böyle değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz. Aksine mükellef, eğer fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış olduğu fiilin bir masiyet olduğunu bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de Özel olarak o günahından dolayı tevbe etmesine imkân yoktur. Meselâ, bir kimse fâiz çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir fâiz olduğunu bilmiyor ise, şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü’minler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin" (el-Bakara, 2/278-279) âyetini işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin fâiz almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu anda faizin hakikatini öğrenip de geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlendirme yaptığında, daha önceki zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık) ve buna benzer haram olduklarını bilmediği diğer bütün günahları işleyen herkesin durumu böyledir. Kulun, bilgi sahibi olup geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe etmesi, şanı yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık duyması ve zulmettiği kimselerden helallik dileyip de o kimselerin de genel olarak ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri caizdir. Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer. Şimdi kulun cimriliğine, hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu (yani bilinmeyen bağışının kabulü) sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bulunup sebeplerini takdiri lütfeden, küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri affeden kerimler keriminin günahları bağışlaması hakkında ne denir! Yine Hocamız, -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İşte İmâm (el-Muhasibî)’nin maksadı budur. Üzerinde dikkatle düşünenlerin sözlerinin ifade ettiği anlamın bu olduğunu görürler. Herhangi bir kimsenin yanlış olarak anlayıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak için ayrı ayrı ve muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen câiz olmakla birlikte Şer’an vukuu sözkonusu olmayan teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen şeyleri yerine getirmekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu yanlış anlamaya göre, tevbe edecek olanın, içki içerken kaç yudum aldığını, zina ederken kaç defa hareket ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım attığım da bilmesi gerekir. Oysa hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kimsenin günahından tevbe etmesi beklenemez. İleride Nisa Sûresi'nde ve başka yerlerde (en-Nisâ, 4/17-18; Tâ-Hâ, 23/82, âyet...) tevbenîn şartlan ve tevbenin hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle-gelecektir. 7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi: Yüce Allah'ın: " ısrar da etmezler" âyetinde sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'in söylemiş olduğu; İnsan kalbinde yapmak üzere kararlaştırıp kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetlerden sorumlu tululur, şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kafi bir delil vardır. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm’de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim orada zulme meyletmeyi ve ilhadı isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 22/25) bir başka yerde de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/20.) âyeti ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya koymadan cezalandırıldıkları belirtilmektedir ki, ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Buhârî'deki hadise göre de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelecek olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir" Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, katili anladık. Maktul ne diye? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi arzu ediyordu," Böylelikle Hazret-i Peygamber, cehennem azâbı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına bağlamaktadır. Bu da bu konuda karar vermek demektir. Bizzat silahını çekmesini de hükümsüz kılmaktadır; Bundan daha açık bir delil ise, Tirmizî'nin, Ebû Kebşe el-Elnarî’den merfu’ olarak rivâyet edip, sahih olduğunu belirttiği şu Hadîs-i şerîftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu hususta Rabbinden sakınır, bu yolla akrabalık bağını gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da bilir. Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de yüce Allah bir ilim vermiş fakat mal vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyetle der ki: Eğer malım olsaydı filan kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da niyeti ile (ecir alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye de yüce Allah mal vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bilgisizce malını gelişi güzel kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla akrabalık bağını gözetmez, Allah'ın o malında bir hakkının bulunduğunu bilmez. Bu ise, mevkilerin en kötüsündedir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de vermemiş olur. Bu kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin o malına yaptığı uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de niyetinin karşılığını alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir." İşte Kadı i(Ebû Bekir b. et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukahâ, muhaddis ve kelâmcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutulmayacaktır diye iddia eden muhalif kanaatlere de itibar edilmez. Bu muhalif kanaati savunanların, Hazret-i Peygamber'in: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu işleyecek olursa, onun için tek bir günah olarak yazılır" âyetinde de bu muhalif kanaatin lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "onu yapmayacak olursa" âyetinin anlamı, zikrettiğimiz âyetlerin delâleti ile onu işlemeyi kararlaştırırı asa anlamındadır. "Eğer onu işlerse" ifadesinin anlamı ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği üzere onu fiilen açığa çıkartır veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız Allah'tandır. 136İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi kalacaklardır. İş yapanların mükâfatı ne güzeldir. Şanı yüce Allah, lütuf ve keremi ile samimi ve ihlâslı olarak tevbe edip, günahı üzerinde ısrar etmeyen kimselere günahlarım bağışlayacağını, ifade buyurmaktadır Bu âyetin, Uhud olayı ile ilişkili olması da mümkündür. Yani, her kim kaçar, sonra da tevbe edip de bu husus üzerinde ısrar etmeyecek olursa, Allah, ona mağfiret edecektir demek olur. 137Sizden önce sünnetler gelip geçti. Onun için yer yüzünde gezin de yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün! Bü âyet, şanı yüce Allah tarafından mü’minlere bir tesellidir. Sünnetler (sünen) kelimesi, "sünnetlin çoğulu olup, dosdoğru yol demektir. "Filan kişi sünnet üzeredir" sözü, o kimse, yanlış herhangi bir hevâya meyletmeksizin dosdoğru yol üzeredir, demektir. el-Hüzlî der ki: "İzlemiş olduğun bir sünnetten dolayı çekinme! Çünkü bir sünneti ilk beğenen kişi, oau izleyendir." Sünnet, aynı şekilde kendisine tabi olunan ve uyulan İmâm, önder kişi de demektir. Meselâ bir kimse, hayır veya şer türünden olsun, bir iş yapıp da o işte ona uyulacak olursa: “Filan kişi iyi ve kötü bir sünnet ortaya koydu” denilir. Şair Lebid der ki: "Öyle bir aşiretten(im) ki, ataları onlar için bir sünnet belirlemiştir. Zaten her bir kavmin bir sünneti ve bir İmâmı vardır." Sünnet, aynı zamanda ümmet, sünen ise ümmetler anlamındadır. Bu açıklama el-Mufaddal'dan nakledilmiştir. Ayrıca el-Mufaddal, şu beyiti nakletmektedir: "İnsanlar, onların fazileti gibi bir fazileti görmediler. Ve geçmiş sünnetler (ümmetler) arasında da onlar gibisini görmediler." ez-Zeccâc der ki: (Âyet-î kerimede geçen) "sünnetler" in anlamı, sünnetlerin sahipleri şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir. Ebû Zeyd de bunun, misaller ve örnekler anlamına geldiğini, Atâ ise şeriatler manasında olduğunu söylemiştir. Mücâhid de der ki: "Sizden önce sünnetler gelip geçti" âyeti ile sizden önce Âd ve Semûd gibi peygamberlerini yalanlayan kimselerin helâk edilmesi kastedilmektedir. Âkibet ise, işin nihayeti ve sonu demektir. Buradaki âkibet İle Uhud günü kastedilmektedir. Yani şöyle buyurmaktadır: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ve mü’minlerin zafere kavuşması, onların düşmanları olan kâfirlerin de helâk edilmesi için belirlemiş olduğum va'de gelinceye kadar onlara mühlet veriyorum, onlara zaman tanıyorum ve onları derece derece azaba yaklaştırıyorum. 138Bu, insanlar için bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür. Burada maksat el-Hasen ve başkalarından nakledildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bir diğer görüşe göre bununla, yüce Allah'ın: "Sizden önce ümmetler gelip geçti" buyuruğuna işaret edilmektedir. "Mev'iza" ise, vaaz ve öğüt demek olup buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/66. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 139Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçeklen inanmışsanız mutlaka siz en üstünsünüz. Şanı yüce Allah, Uhud günü, aralarından öldürülen ve yaralananlar dolayısıyla onlara taziyede bulunmakta, teselli etmekte; düşmanlarıyla Savaşa teşvik edip, acze düşüp güç ve kuvvetlerini de yitirmelerini yasaklayarak: "Gevşemeyin" diye buyurmaktadır. Yâni ey Muhammed'in ashabı! Başınıza gelen bu musibetler dolayısıyla düşmanlarınıza karşı cihad etmek hususunda zaaf göstermeyin, korkaklığa kapılmayın. Ne onların üstünlükleri dolayısıyla, ne de başınıza gelen musibet ve bozguna uğramanız dolayısıyla da "üzülmeyin." Eğer siz, Benim vadimin doğruluğuna "gerçekten inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüz." Sonunda güzel âkibet, zafer ve yardımım sizin olacaktır. " (........): ... sanız/ şart edatının (sebeplilik bildiren: (......) ) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Yani: Siz, en üstünsünüz, çünkü siz inanmışsınız, anlamındadır). İbn Abbâs der ki: Uhud günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı bozguna uğradı. Onlar bu halde iken, Halid b. el-Velid, müşriklerden bir gurup atlı ile birlikte dağdan dolanıp üzerlerine baskın yapmak arzusu ile geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’da şöyle buyurdu: "Allah'ım, bunlar bizim üzerimize çıkamasınlar! Allah'ım, bizim gücümüz ancak Sendendir. Allah'ım, bu beldede bu topluluktan başka Sana ibadet eden yoktur" diye buyurdu. Bunun üzerine yüce Allah'da bu âyet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir gurup okçu da yerlerinden kalkıp dağa tırmandılar ve bozguna uğratmcaya kadar müşriklerin atlılarına ok attılar, İşte yüce Allah'ın: "Siz en üstünsünüz" âyetinde kastedilen de budur. Yani, Uhud'daki yenilgiden sonra, düşmanlarına karşı galip gelenler sizlersiniz, demektir. Artık bundan sonra müslümanlar, ne kadar asker ve ordu sevk edip çıkardılarsa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde karşılaştıkları her orduya karşı mutlaka zafer kazandılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sonra, ashabı kiramdan bir kişinin dahi bulunduğu her bir orduda da yine onlar muzeffer oluyorlardı. İşte bütün şu beldeler de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı döneminde fethedilmiştir. Onların dünyadan ayrılmalarından sonra ise, o dönemde onların fethettikleri şekilde herhangi bir belde fethedilmiş değildir. Bu âyet-i kerîmede bu ümmetin fazilet ve üstünlüğü de açıklanmaktadır. Çünkü, yüce Allah onlara, Peygamberlerine hitap ettiği şekilde hitap etmiştir. Zira, yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya: "Şüphesiz ki, en üstün olan sensin, sen!" (Tâ-Hâ, 20/68) diye buyururken, bu ümmete de: "Siz em üstünsünüz" diye hitap etmiştir. Burdaki "en üstün" anlamındaki lâfız ise, şanı yüce Allah'ın, "el-Âlâ: en yüce, en üstün" isminden müştaktır. Ve Yüce Allah mü’minlere: "En üstün olanlar sizlersiniz" diye hitap etmektedir. 140Eğer size bir yara dokunduysa, şüphesiz ki o kavme de onun gibi bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın îman edenleri belirtmesi, İçinizden şahidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez. Yüce Allah'ın: "Eğer size bir yara dokunduysa" âyetinde ki yara demektir. el-Kisaî ile el-Ahfeş'den nakledildiğine göre bu kelimenin, "kaf 'harfinin üstün ile ötre okunması iki ayrı söyleyiştir. el-Ferrâ' ise şöyle der: "Kaf" harfi üstün okunursa yara, ötreli okunursa o yaranın acısı anlamına gelir. Âyetin anlamı şudur: Eğer Uhud günü size bir yara dokunduysa, şüphesiz o kavme de Bedir günü onun gibi bir yara dokunmuştur. Muhammed b. es-Semeyka' ise, bu kelimeyi mastar olarak "kaf" ve "fa" harfini üstün okumuştur "O günleri Biz insanlar arasında döndürür dururuz." Bunun Savaş hakkında olduğu söylenmiştir. Savaş, yüce Allah'ın dinini muzaffer kılması için, kimi zaman mü’minler lehine zaferle sonuçlanır, mü’minler isyan edecek olurlarsa,, onları belâlarla denemek ve günahlardan da temizlemek maksadıyla da, kimi zaman da kâfirler lehine sonuçlanır. Şayet isyanları sözkonusu olmazsa, şüphesiz Allah'ın hizbi (Allah'ın taraftarları) galip gelenler olurlar. "İnsanlar arasında döndürür dururuz" âyetinin, sevinç, keder, sağlık, hastalık, zenginlik, fakirlik gibi şeyleri döndürür dururuz anlamına geldiği de söylenmiştir. Döndürüp durmak anlamındaki geri gittikten sonra tekrar dönmek, gelmek demektir. Şair der ki: "Bir gün lehimize, bir gün de aleyhimizde Ve bir gün üzülürüz, seviniriz bir gün de." Yüce Allah'ın: "Bu, Allah'ın îman edenleri belirtmesi... içindir" âyeti şu demektir: Günlerin bu şekilde dördürulüp durulması, mü’min kim, münafık kim görünsün ve biri diğerinden ayırd edilsin diyedir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın izniyle idi. Ve bu, mü’minleri belirtmek içindi. Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi." (Âl-i İmrân, 3/166-167) Âyetin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yüce Allah, onları sabretmekle mükellef kılmadan önce, gaybî bilgisiyle bildiği gibi, karşılığın verilmesinin sözkonusu olacağı şekilde, mü’minlerin sabrını, vakıada ortaya çıkarmak içindi, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/143- âyet, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve içinizden şâhidler edinmesi içindir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "İçinizden şahidler edinmesi içindir" âyeti, sizi şehidlikle mükâfatlandırması, size şehidliği ikram etmesi içindir, anlamındadır. Bunun da; aranızdan bir topluluk öldürülüp, amelleri ile insanlara karşı şahidler olsun diye, anlamındadır. Şehide bundan dolayı bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir başka görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onun cennetlik olduğuna şahidlik edilmiş olmasından ötürüdür. Bir diğer görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onların ruhlarının Darus-Selâm'da hazır bulunmaları dolayısıyladır. Zira onlar, Rableri katında diridirler. Şehidlerin dışındakilerin ruhları ise cennete ulaşamaz. Buna göre şehid, cennette hazır bulunan manasında şahid anlamındadır. İleride gelecek açıklamalara göre sahih olan açıklama da budur, Şehadetin fazileti çok büyüktür. Şehadetin faziletine dair Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü’minlerden canlarını... satın almıştır" (et-Tevbe, 9/111) âyeti ile: "Ey îman edenler, sizi çok acıklı bir azabdan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne îman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz.,. İşte bu çok büyük kurtuluştur" (es-Sâf, 61/10-12) buyrukları yeterlidir. el-Bustî'nin Sahihinde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği, ancak sizden herhangi bir kimsenin bir yaradan hissettiği kadardır." Nesâî de Raşid b. Saad'dan, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabından birisinden rivâyet ettiğine göre, bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, şehid müstesnâ neden bütün mü’minler kabirlerinde fitneye (sorgulanmaya) maruz kalırlar? Hazret-i Peygamber şu cevabı vermiş: "Başının üstündeki kılıç parıltıları fitne olarak ona yeter." Buhârî'de de şöyle denilmektedir; "Uhud günü öldürülen müslümanlar" diye açtığı babta şehidler arasında; Hamza, el-Yemani, en-Nadr b. Enes (Buhârî'de de olduğu gibi doğrusu Enes b. en-Nadr'dır), Mûsâb b. Umeyr de vardır. Bana, Amr b. Ali'nin naklettiğine göre, Muaz b. Hişam dedi ki: Bana babam anlattı, o, Katâde'den naklen dedi ki: Arap kolları arasında Kıyâmet gününde şehidi ensârdan daha üstün ve bol kimse bilmiyoruz. Katâde der ki: Bize Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, Uhud günü onlardan yetmiş kişi, Bi'ri Maûne'günü yetmiş kişi, Yemame günü de yetmiş kişi öldürülmüştür. (Katâde) der ki: Bi'r'i Maüne faciası, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde, Yemame günü ise, Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Müseylime el-Kezzâb ile karşılaşıldığı gündür. Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna vücudunda altmış küsur mızrak yarası, kılıç darbesi ve ok yarası bulunduğu halde Ali b. Ebî Tâlîb getirildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yaralan eliyle sıvazlamaya koyuldu. Onun sıvazlaması ile birlikte, yüce Allah'ın izniyle hiç yara olmamış gibi yaralar kapanıveriyordu. 2. İlahi İrade ve Emir Arasındaki Fark: Yüce Allah'ın: "Ve içinizden şahidler edinilmesi içindir" âyetinde, Ehl-i Sünnetin de dediği gibi, irade'nin emir'den farklı olduğuna delil vardır. Şanı yüce Allah, Hazret-i Hamza ile diğer mü’min arkadaşlarının öldürülmesini kâfirlere yasak kılmakla birlikte, onların öldürülmelerini de irade buyurmuştur. Hazret-i Âdem'e ağaçtan yemesini yasaklamakla birlikte, ondan yemesini irade buyurmuş, Hazret-i Âdem de o ağaçtan yemiştir. Bunun aksi olarak da İblis'e, Âdem'e secde etmesini emretmekte birlikte secde etmesini irade buyurmamıştır. O bakımdan iblis de secde etmemişti. Şanı yüce Allah'ın: "Fakat Allah, onların bu sefere çıkmalarını koş görmedi. Bu sebepten dolayı on lan alıkoydu" (et-Tevbe, 9/46) hak âyetinde de bu gerçeğe işaret edilmektedir. Her ne kadar yüce Allah, hepsine cihada çıkmalarını emretmiş ise de, yola koyulmayı engelleyen tembellik ve sair sebepleri hakkederek, onlar da yerlerinde oturup kalmışlardı. 3- Uhud Şehidleri, Bedir'de Müşrik Esirlerden Fidye Alınmasının Bir Karşılığı idi: Ali b. Ebî Tâlib arab'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a Bedir günü gelip şöyle dedi: Sen, ashabını esirler hususunda muhayyer bırak. Dilerlerse esirleri öldürürler, dilerlerse karşılığında fidye alırlar. Ancak o takdirde, gelecek yıl ashabından bu esirler kadar öldürülecektir Bu sefer ashab: Fidyeyi kabul edelim ve bizden bu kadar kişi öldürülsün dediler." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiştir. Şanı yüce Allah onları muhayyer bırakıp, kendilerinden o sayıda kişinin öldürülmesini tercih etmelerinden sonra, gerçek dostlarına şehid düşmesi şeklindeki va'dini yerine getirdi. "Allah, zâlimleri sevmez." Yani, müşrikleri sevmez. Bu da şu demektir: Her ne kadar kâfirlerin mü’minlere zarar vermelerine imkân tamsa bile O, onları sevmez. Her ne kadar mü’minlere bir acı isabet ettirilse bile O, mü’minleri sever. 141(Bu), Allah'ın îman edenleri temizlemesi, kâfirleri de mahvetmesi İçindir. "Temizlemesi" kelimesinin anlamı ile ilgili üç görüş vardır. Birinci görüşe göre, sınayıp denemesi içindir anlamındadır. İkinci görüşe göre ise, temizlemesi içindir. Yani, onları günahlarından arındırması içindir, demektir Bunun da anlamı şu olur: Allah'ın, îman edenleri günahlarından arındırıp temizlemesi içindir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Üçüncü görüşe göre ise bu kelime, kurtarmak anlamındadır ki, en garip açıklama şekli budur. el-Halil der ki: Kaim ipin tüyleri bittiği ve kalmadığı vakit bu fiil kullanılır. Nitekim; Allah'ım, bizi günahlarımızdan kurtar ifadesi de buradan gelmekte olup, günahlarımızın cezasından bizi kurtar, demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Ben, Muhammed b. Yezid'e, el-Halıl'den naklen "temhîs" fiilinin tahlîs (kurtarmak, temizlemek) anlamına geldiğini okudum. Bu anlamda olmak üzere: onu kurdardı, kurtarır" şeklinde kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Mü’minleri sınaması, onlara sevap vermesi ve onları günahlarından kurtarması içindir, "Kâfirleri de mahvetmesi içindir." Onları kökten helâk etmesi içindir, demektir, 142Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Buradaki "Yoksa" kelimesi, Hayır, anlamındadır. Burada "mim" harfinin fazladan geldiği ve mananın, istirham hemzesi ile: Ey Uhud günü bozguna uğrayanlar! Siz de öldürülüp hem öldürülmeye hem de yaralanmanın acılarına sabredenlerin cennete girdikleri gibi, onların yollarını izlemeksizin ve onlar sabrettiği gibi sabretmeksizin cennete gireceğinizi mi sandınız? Hayır bu olmaz! şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden" yani, amellerin karşılığının verilmesi sözkonusu olsun diye vakıa âleminde bunu ortaya çıkartmadan "cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Yani: siz, cihad edip de cihad ettiğinizi ortaya çıkartmadıkça bu iş olmaz. Burada manasınadır. Sîbeveyh ise, bu iki edat arasında fark gözeterek Yapmadı kelimesinin, yaptı fiilinin nefyi olduğunu, “.....” ise, yapmıştır anlamındaki: in nefyi olduğunu iddia etmiştir. (......) ise, “.....” ın takdiri ile nasb edilmiştir. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir. el-Hasen ile Yahya b. Ya'mer ise cezm ile okumuşlardır. Bunun önceki cümle ile bağlantısı koparılarak ref ile de okunmuştur. Yani Ve Allah bilir, takdirindedir. Bu kıraati de Abdülvaris, Ebû Amr'dan rivâyet etmiştir. ez-Zeccâc der ki: Burada fiilin başındaki "vav" harlı takdirindedir. Yani, az önce de geçtiği gibi; Allah sizden cihad edenleri (ve) onların sabrettiklerini ortaya çıkartmadan... takdirindedir. 143Yemin olsun siz, onunla karşılaşmadan önce ölümü arzuluyordunuz. İşte bakıp duruyorken onu gördünüz. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun siz... ölümü arzuluyordunuz" âyeti, siz ölüm ile karşılaşmadan önce şehadeti temenni ediyordunuz demektir, el-A'meş: "Onunla karşılaşmanızdan önce" âyetindeki: Onunla karşılaşmanız... anlamındaki kelimeyi diye okumuştur Siz, öldürülme ile karşılaşmadan önce ... demektir. Bunun, ölüm sebepleriyle karşılaşmadan önce... anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da şuna işarettir: Bedir'de hazır bulunmayanlardan pek çok kimse, Savaş olacak bir günde hazır bulunmayı temenni ediyorlardı Ancak, Uhud günü Savaş olunca geri dönüp kaçtılar. Bozguna uğradılar. Aralarından öldürülünceye kadar sebat gösterenler de oldu ki, bunlardan birisi de Enes b. Mâlik'in amcası Enes b. en-Nadr'dır. Enes b. en-Nadr, müslümanlar geri çekilip bozguna uğrayınca: Allah'ım! Ben bunların yaptıklarından uzak olduğumu Sana bildiririm, deyip Savaşa girişti ve: Oh be gerçekten cennet kokusudur bu! Şüphesiz ben, o kokuyu alıyorum, diyerek şehid düşünceye kadar çarpışmaya devam etti. Enes der ki: Biz, onu ancak parmak uçlarından tanıyabildik. Vücudunda seksen küsur yara tesbit ettik. İşte yüce Allah'ın: "Mü’minlerden Allah'a verdikleri ahidlerinde sebat gösteren yiğitler de vardır" (el-Ahzab, 33/23) âyeti, onun ve benzeri kimseler hakkında nazil olmuştur. O halde bu âyet-i kerîme, yenilip bozguna uğrayan kimseler hakkında bir sitemdir. Özellikle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Medine dışına çıkması hususunda baskı yapanlar olmuştu. -Buna dair açıklamalar ileride gelecektir-. Ölümün temenni edilmesi ise, müslümanlar hakkında cihad üzere sabır ve sebat göstermeye mebni şehâdetin temenni edilmesi manasınadır. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesi anlamında bir temenni değildir. Çünkü, böyle bir temenni masiyettir, küfürdür. Böyle bir masiyetin irade edilmesi de câiz olamaz. İşte müslümanların Allah'ın kendilerine şehadeti nasib etmesini dilemeleri de bu şekilde yorumlanır. Onlar, öldürülme sonucunu verecek olsa dahi, cihad üzere sabretmeyi Allah'tan dilerler. Yüce Allah'ın: "İşte sîz bakıp duruyorken" âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: Bu âyet, yüce Allah’ın: "Onu gördünüz" âyetinin te'kid anlamı ile tekrar edilmesi demektir, Yüce Allah'ın: "Ve kanatlarıyla uçan herbir kuş" (el-En'âm, 6/38) âyetinde olduğu gibi. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sizler, gözlerinizde herhangi bir hastalık olmaksızın görebildiğiniz halde onu gördünüz, anlamındadır. Nitekim: Gözlerinde herhangi bir rahatsızlık sözkonusu olmaksızın sen şunu şunu gördün, demek bu kabildendir. Yani sen onu, gerçek manada gördün. Bu da te'kid anlamım ifade eder. Kimist de: "Siz bakıp duruyorken" âyeti, siz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bakıp duruyorken, anlamındadır, der, Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifade de vardır. Yani: Siz, bakıp duruyorken, onu gördüğünüz halde, ne diye bozguna uğradınız? demektir. |
﴾ 0 ﴿