29Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız: "Yaratmak", yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarattı" kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Söylediğini yaratan kimseye karşı Benim yapabileceğim çok azdır." Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı. İbn Keysan der ki: "Sizin için yaratan" âyeti sizden dolayı, size sebep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tevhide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır. Derim ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli budur. Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkündür. Haramlığına dair delil bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada aslolan mübahlıktır, diyenler bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu âyeti gibi: "Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini de kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu kanaati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla birlikte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hakkında sözkonusu olması ise doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Yani böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet almak şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için onlardan kaçınmamız şeklinde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şeylerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah olması gerekmektedir. Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkları takdirde boşu boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bunları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça meydana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakterler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tİsimleri ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu tadına bakılacak şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüşleri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimselerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır. Başkaları bu konuda hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisinin, güzel veya çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür. Bunun ne olduğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir. Bu üç görüş de Mu'tezileye aittir. Şeyh Ebû'l Hasen (el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Mâlikî mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böyle bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldiği takdirde) onlarla ilgili dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir. İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmektedir: Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali vardır. İşte bu konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şeyin mahzur (haram) veya mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyetinin anlamı hakkında doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil daha önce gelen âyetler ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların sözkonusu edilmiş olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönelmek ve orayı düzenlemek gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir. Eğer "sizin için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlarla yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur: Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret almaktır. Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresidir? denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları hatırlayabilir. Bu, îman etmesine ve masiyetleri terketmesine sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu âyet ile bu kudretini bizlere haber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerîme sadece, Allah'ın vahdaniyetine delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zikredilmiştir. Meani (el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyeti hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüketesiniz diye değil. Ebû Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana müsahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendini kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır. Zeyd b. Eslem, babasından, o da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir: Adam'ın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey yok. Fakat git, benim adıma birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize gelince o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona şöyle dedi: Hadi yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeylerle mükellef tutmamış ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Resûlüllah şöyle yurdu: "Ben, böyle davranmakla emrolundum." İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah içindekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle buyurmuştur: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır. "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu gördüğümüz herşey Âdemoğluna müsahhar kılınmıştır. Böylelikle onun mazeretine son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konulmuştur. Ta ki Allah'a, kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından korkmaz. Çünkü verdiğinin yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol verendir)" (en-Neml, 27/40) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki: "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey onu eksiltmez." -Bir başka hadisinde yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah ettiği her bir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan birisi: Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğeri de: Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der. Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır. Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşeyler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdirde) o şeyi yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Hazret-i Esma şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat verdiğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir." Nesâî'nin rivâyetine göre Hazret-i Âişe de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanımda bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler verilmesini emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Âişe, sen sayma (sayarak verme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)." "Sonra göğe yönelip de..." Âyetinde "sonra" kelimesi haber verilen şeyin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir. İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmaktadır: "Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28); "Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (isteveytum)..." (ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir: "Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)" Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların yükseldiğidir. Bu âyet-i kerîme müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara îman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmâmların pekçoğu bu görüştedir. Bu, İmâm Mâlik'ten gelen şu rivâyete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın: "Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti." (Taha, 20/5) âyeti hakkında soru sormuş, İmâm Mâlik de şöyle demiştir: -İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna îman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız. Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür. Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz. el-Ferrâ', yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." âyetinin anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâs şöyle demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuşma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şekilleri Arap dilinde uygun ve yerindedir. el-Beyhakî Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)" âyetine yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. Allah için de bu sıfatlar caizdir. "Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbâs'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivâyette bulunan kişi aslında bu rivâyeti el-Kelbî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir. Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." âyeti, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür. Şöyle de denilmiştir: Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih etmiştir. Ebû'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerîme hakkında şöyle denilebileceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yükselmesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır. İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Bişr Irak'ı istila etti (istiva) Kılıçsız ve kan akıtmaksızın." İbn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın: "Rahmân (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti" (Ta-Ha, 20/5) âyeti hakkında uygundur. Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ''nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti. Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir. Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde açıklamalarda bulunmamaktır.) 6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür? Bu âyet-i kerimeden yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çıkmaktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27) âyetinde önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâziât, 79/30) Bu âyetlere göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katâde'nin görüşünce sema yaratılmıştır. Bu görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücâhid ve onun dışındaki diğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu suyu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema halinde düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk yarattığında henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi. Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Katâde'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da yeri halketti, sonra da göğe -henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı düzenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı. Dumanın yerden önce yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mes’ûd'dan ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup ashabından, yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili açıklamalarını aktararak dedi ki: Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sudan önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir duman çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" ismini verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarattı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerinde yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de: "Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin olsun" (el-Kalem, 68/1) âyetinde sözü geçen "nun"dur. Balık su içerisindedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir meleğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık harekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de sarsıldı. Allah yere dağlan bırakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu âyetinde kastedilen budur: "O sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10) Allah yerde dağları, orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçlarını ve orası için gerekli olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İşte yüce Allah şu âyetinde bunu anlatmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz? İşte O âlemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Orda bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için müsallallahü aleyhi ve sellemi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum işte böyledir. "Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet, 41/11) Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile (buharlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi sonucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Perşembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır. "Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12) Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizleri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıldızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koruma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten sonra bu sefer Arşa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu âyeti işaret etmektedir: "Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (el-A'raf', 7/54; Yûnus, 10/3) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Göklerle yer bitişik idi de Biz onları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (radıyallahü anhvi) Âdem (aleyhisselâm)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle açıklanacak şekilde zikretti. Vekî, el-A'meş'ten, o Ebû Zabyan'dan, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, diye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o günden Kıyâmet gününe kadar meydana gelecek herşeyi yazdı. Bundan sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı yayıp döşedi. Suyun Buhârî yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkandı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyâmet gününe kadar yere karşı övünürler. Bu rivâyette ise, yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edilen su buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen ilk rivâyet daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler farklı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur. Ebû Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtında taşıyan balığın içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar canlı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bunun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hayvan burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır. Eğer balık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider. Bütün eşyanın asıl yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mâce'nin Sünen'inde ve Ebû Hâtim el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin haberini ver. Hazret-i Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı." diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cennete girmeme sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Yemek yedir, selamı yaygınlaştır, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin." Ebû Hâtim dedi ki: Ebû Hüreyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Sudan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğuna delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şeklinde cevap vermesidir. Saîd b. Cübeyr'in rivâyetine göre İbn Abbâs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederdi: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir verdi, o da olacak herşeyi yazdı." Aynı âyet, Ubade b. es-Samit'den merfu olarak da rivâyet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadisten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra ise gökleri ve yeri yaratmıştır. Abdürrezzak b. Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivâyetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zübeyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söylediklerinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da aynı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu: "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi (radıyallahü anhhmeti)nden size müsahhar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi. el-Beyhakî der ki: (İbn Abbâs) bununla herşeyin O'nun tarafından yaratıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri yarattı. Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi önceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bilahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcısı O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her türlü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir. "Onları yedi gök halinde düzenledi" âyetinde yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) Ancak bu âyet hakkında da farklı görüşler vardır. "Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü, keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sayıca onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" âyetinden kasıt, yani kabalık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi, demek olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklindedir. Müslim'in rivâyetine göre Said b. Zeyd şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır." Hazret-i Âişe'den de bunun benzeri bir hadis rivâyet edilmiştir, ancak o hadiste "(.......).... a kadar" yerine "(........)den" ifadesi yer almaktadır. Ebû Hüreyre'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyâmet gününde- yedi (kat) arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır." Nesâî'nin rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söyleyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Mûsa, la ilahe illellah" de. Hazret-i Mûsa dedi ki: Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen lâ ilâhe illâlah" de. Yine Hazret-i Mûsa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Mûsa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve yedi (kat) arz bir kefeye konsa lâ ilâhe illâlah da öteki kefeye konsa lâ ilâhe illâlah onlardan daha ağır basacaktır." Tirmizî'nin rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Allah'ın peygamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcılarıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun üstünde aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır." Hazret-i Peygamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hazret-i Peygamber daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki sema arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Peki altınızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Altında bulunan yerdir. Sonra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Hazret-i Peygamber bu şekilde yedi arz sayıncaya kadar sözlerine devam etti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" diye buyurduktan sonra Hazret-i Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu: "O, hem ilktir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3) Ebû Îsa (Tirmizî) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bulunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı her yerdedir. O Kitab-ı Kerîm'inde kendi zatını nitelendirdiği şekilde Arşı üzerindedir. (Yine Tirmizî) dedi ki: Bu hadis garib bir hadistir. el-Hasen (hadisin ravilerinden birisi), Ebû Hüreyre'den hadis dinlememiştir. Yerlerin sayısının yedi olduğuna dair rivâyetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu rivâyetler bu konuda yeterlidir. Ebû'd-Duha (ki ismi Müslim'dir) İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) âyeti hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem, Nûh gibi bir Nûh, İbrahim gibi bir İbrahim ve Îsa gibi bir Îsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivâyetin İbn Abbâs'tan gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivâyettir. Ebû'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini" Sîbeveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir. sonra yönelip" âyetini Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları düzenledi" âyetindeki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamındadır. "Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yüce Allah'ın: "Mûsâ kavmini(n arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Nehhâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak nasb edilmiştir, der. "O, herşeyi bilendir." Mübtedâ ve haberdir. " O" zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif olduğundandır. "Sema" kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime olarak gelmesi, istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu (cem'u’l-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzenledi" âyeti ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmakla birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" âyeti ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbirine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir. 10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen: "O, herşeyi bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmıştır. O bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bilendir (âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konuda Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmekle birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini kabul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir. el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yücedir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almaktadır. Diğer taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166); "Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14); "Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf, 7/7) "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur." (Fatır, 35/11); "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)... Şanı yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan: "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) âyetini açıklarken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz. el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lâm ya da sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur. Ebû Amr da (li ) dışındaki hallerde böyle okumuştur. Ebû Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) âyetindeki he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi "için o" zamirlerindeki) he'leri harekeli okumuşlardır. |
﴾ 29 ﴿