30Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti. Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti..." âyetine dair açıklamalarımız onyedi başlık halinde yapılacaktır: Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere... demişti" âyetinde hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte zaman belirlemek için kullanılan harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi, gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30); "Hani Allah'ın kendisine nimet verdiği... kimseye... diyordun" (el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muzari) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu âyetindeki gibi: "Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât, 79/34); "O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese, 80/33); "Allah'ın yardımı geleceğinde" (en-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifade etmektedir. Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyitini delil göstermektedir: "O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur. Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir." Ancak ez-Zeccâc, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü reddetmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "(.......): Hani" bir isimdir ve zaman zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccâc da der ki: Bu Ebû Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, burada insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Âyetin takdirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışınızı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir takdirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı Her nerede olursa onunla karşılaşır." Şair burada nereye giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir. Burada yer alan edatının "hatırla" anlamındaki mukadder bir fiile taalluk etmesi de muhtemeldir. Bu âyet yüce Allah'ın: "Ey insanlar...sizi yaratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21) âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti" Yüce Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olmaları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış kadim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı durum sözkonusudur. Ebû'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebû'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz. Rabb: Mâlik, sahip, efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. ".... Meleklere..." Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek" şelindedir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den türediğini söylemişlerdir. Ebû Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid der ki: "Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir Biz de ona istediğini vermişizdir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Numan'a benden şu mesajı bildir ki: Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı." Beni gönder, anlamında de denilmektedir. Buna göre bu kelimenin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze ile lâm harflerinin yerleri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söylenmiştir. Buna göre aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan rivâyet edilmiştir. Şiirde bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demektedir: "Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun." en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir iştikakı (türeyişi) yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir. Meanî bilginleri der ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla danışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, tesbih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib oldukları değerlerine irca ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emrini vermiştir. "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyetinde yer alan kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebû Ravk'tan nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mef'ûle geçişli olması da bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha önce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirlerin anası anlamına gelen) "Ummu’l-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sabit) der ki: "Nûh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zemzem, rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. " "Halife" kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bulunan meleklerin yerine geçen veya yine -rivâyet edilenlere göre- kendisinden önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir. "Halife" kelimesinin mef'ûl anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakılan demek olur. Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da denilmektedir. Sonradan gelen kimse eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kimselerden değilse "half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169. tefsirinde) gelecektir. "Halife" kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklindedir). Ancak Zeyd b. Ali'den rivâyet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf harfiyle "Halika: yaratık" şeklinde okumuştur. Burada sözü geçen "Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve bütün tefsir ve te'vil âlimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselamdır. O hüküm ve emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebû Zerr'in hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur. Ebû Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye sordum. O da: "Evet" diye buyurdu... Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gönderildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hazret-i Âdem'in çocukları her bir batında biri erkek biri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşıncaya kadar nesilleri artıp durdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1) Yüce Allah onlara meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram olduğu hükmünü indirmiştir. Hazret-i Âdem, Tevrat ehlinin (yahudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır. Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığına dair rivâyet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyet-i kerîme ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi vasıtasıyla halifenin hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir İmâmın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususunda asıl delillerden birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususunda ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisnası, şeriate karşı sağır olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'tezileye mensup ilim adamlarından olan Ebû Bekr el-Asam'dan gelen rivâyettir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini dinde vacip değildir. Ancak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda eder, cihİsimlerinı yerine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerlerindeki hakları ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine paylaştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterlidir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir İmâm (devlet başkanı) tayin etmeleri gerekmez. Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yaptığımız) yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyeti ile başka yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir: "Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..." (Sa'd, 38/26); "Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nûr, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerîme. Ashab-ı kiram, kimin halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Beni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından sonra Ebû Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esnasında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. Ancak Ebû Bekir, Ömer ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip onlara şöyle demişlerdi: Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğerler. Diğer taraftan bu hususa dair haberi rivâyet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler. Eğer İmâmet Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi gerekirdi: Bu İmâmet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun yerine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığınızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tartışmanın faydası yoktur. Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh), vefatı esnasında yerine İmâm olarak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hazret-i Ebû Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar İmâmetin (veya halife tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların işlerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak İmâmın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile (nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tutarsızdır. Çünkü akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabilir, ne birşeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle olduğuna göre İmâmetin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir. 5- Halife'nin Belirlenme Yolu: İmâm tayin etmenin vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edilmekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından nas yoluyla İmâmın tayin edilmesi şeklinde İmâm tespiti nakil ile mi vacip olur yoksa ehl-i hal ve'l akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa İmâmet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber kendisinin İmâmlığının kabul edilmesi istemesiyle mi olur? Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İmâmiye ve başka mezheplerin görüşüne göre İmâmın tanınmasını sağlayan şey, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdahalesi sözkonusu değildir. Bize göre ise, durum şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, İmâmı tanımanın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm olarak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ayrılmışlardır: Bir grup Hazret-i Ebû Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Bir diğer grup Hazret-i Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise Ali b. Ebî Tâlib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı olsun). Muayyen bir İmâmın Hazret-i Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın bulunmadığını gösteren delil şudur: Şayet Hazret-i Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanımayacak, câiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çünkü muayyen olmayan bir kimse hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emrine itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan yoktur. Böyle olmadıkça onların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün değildir. Böyle birşey olsaydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu bilginin ya aklî deliller veya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muayyen bir kimsenin İmâmlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerekçe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber'den gelen haberler arasında da muayyen bir İmâmın sübûtuna dair bir bilgiyi gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da istidlâlen bilgi sahibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir haber olması sözkonusudur. Zarurî (kesin) veya delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu haberin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul etmektedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen kişinin İmâm oluşunu) kendiliğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia batıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin İmâmlığının ahad haberlerle bilindiği iddiası da batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan yoktur. Yine eğer hangi şekilde olursa olsun bir İmâmın hakkında nassın nakline başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebû Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) İmâmetinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her birisinin İmâmetine dair açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı anda -ileride açıklanacağı üzere- üç ayrı kişinin nass ile İmâmlığını sabit kabul etmek sözkonusu olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması sözkonusu olmadığına göre, İmâmlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir. Delilleri alabildiğine zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili tevatürün bulunduğunu ve nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı Hazret-i Ebû Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edilerek iddialarının zıttı olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer taraftan, İmâmiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul edenlerin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bunlardır. Zorunlu bir bilgi zaruri ve kesin bilgiyi reddetmek hususunda ise, İmâmiyye'ye muhalefet edenlerin toplam sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bilgiyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de câiz olurdu. 6- Hazret-i Ali'nin İmâmeti'ne Dair Nass: Ali (radıyallahü anh)'ın İmâmetine dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine muhalefet ettiğini söyleyen İmâmiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım Hadîs-i şerîfler vardır. Bunlardan birisi Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol." İmâmiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır. Hazret-i Peygamber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hazret-i Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hazret-i Peygamberin bu ifadesiyle İmâmeti kastetmiş olması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun, Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur." Hadîs-i şerîfi de vardır. Derler ki: Hazret-i Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da peygamberlikte Hazret-i Mûsa'ya ortak olmaktır. Ancak Hazret-i Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi idi. Ancak Hazret-i Ali hakkında böyle birşey sözkonusu değildir. Hazret-i Ali bir halife idi. Buna göre bu Hadîs-i şerîften kastın halifelik olduğu anlaşılmaktadır... İmâmiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yüce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir. Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hususunda da farklı görüşler vardır. Ebû Dâvûd es-Sicistanî, Ebû Hakim er-Razi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur." İmâmiye'nin bu hadisine cevap verenler derler ki: Eğer Hazret-i Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" demiş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi. İkinci cevap: Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivâyet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hazret-i Ali'nin İmâmetine delalet eden bir ifade taşımamaktadır. Bu sadece Hazret-i Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelimesi, "veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde Hadîs-i şerîfin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur. "Muhakkak ki Allah onun mevlasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun velisidir, demektir. Diğer taraftan bu haber ile anlatılmak istenen insanların Hazret-i Ali'nin dışının da içi gibi olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hazret-i Ali için büyük faziletin bir ifadesidir. Üçüncü cevap: Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hazret-i Ali Hazret-i Usame'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nakledince Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır." Dördüncü cevap: Ali (radıyallahü anh)nin ifk olayında Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ondan başka kadın pek çoktur, demesi Hazret-i Âişe'ye ağır gelmişti. Bu bakımdan Hazret-i Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hazret-i Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların bu konudaki sözlerini reddetmek üzere sözü geçen ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hazret-i Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddialarını yalanlamış oldu. Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindeki münafıkları ancak onların Hazret-i Ali'ye duydukları kinlerinden tanıyabilirdik, dedikleri rivâyet edilmektedir. İkinci hadise gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'ya karşı durumu ile Hazret-i Mûsa'dan sonra Hazret-i Harun'un halifeliğini kastetmediği hususunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile ilgili açıklamalar Maide sûresinde gelecektir. Ayrıca Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan sonra halife olmamıştır. Hazret-i Mûsa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hazret-i Peygamber: "Senin bana karşı durumun Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı durumun Yûşa'ın Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi. Hazret-i Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermektedir. Aksine Hazret-i Peygamber: "Ben hayatta olduğum sürece seni - aile halkımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife tayin ettim," demek istemiştir. Nitekim Hazret-i Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hazret-i Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki halifesi olmuştu. Şöyle de denilmiştir: Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıkınca Hazret-i Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine kendisinin yerine halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp ifsad edici şayialar yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye bıraktı. Bunun üzerine Hazret-i Ali Medine'den çıkar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye başladılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben aksine seni Mûsa'nın Harun'u yerine halife bıraktığı gibi yerime halife bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Harun'un Mûsa'ya karşı konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olmaya razı değil misin?" Hazret-i Peygamber'in, onların iddialarına göre bu sözleriyle Hazret-i Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hazret-i Ali ile ortak demektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı gazaların her birisinde ashabından birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Muhammed b. Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravisi, (ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer lehine ondan daha öncelikle kabul edilmesi gereken rivâyetler de gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Niye Ebû Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun? Hazret-i Peygamber şu cevabı verir: "Benim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir." Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir." Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ebû Bekir ve Ömer'in konumu Mûsa'ya karşı Harun'un konumu gibidir." Bu haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid olduğu halde Hazret-i Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak varid olmuştur. Dolayısıyla Hazret-i Ebû Bekir'in İmâmette Hazret-i Ali'ye öncelikli olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 7- Halife'nin Başa Geçme Yolu: İmâmın hangi yolla İmâm olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır: Birincisi nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmişti. Bu görüşü aynı şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Hasan-ı Basrî, Abdulvahid'in kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri sürmüştür. İkinci görüş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) işaret yoluyla Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hazret-i Ebû Bekir de Hazret-i Ömer'in halifeliğine dair nassta bulunmuştur. Eğer Hazret-i Ebû Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki halifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hazret-i Ömer'in yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yoldur- o takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın tayini hususunda- ashab-ı kiramın yaptığı budur. Üçüncü yol ise, ehl-i hal ve’l-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman beldelerden herhangi birisinde bulunan müslüman cemaatin İmâmı vefat eder ve onların İmâmları yoksa, vefat eden bu İmâm başkasını da halife tayin etmemiş ise, İmâmın bulunduğu o şehir ve belde halkı kendilerine bir İmâm tayin edip onun İmâm olması üzerinde icma edip onun İmâmlığını kabul etseler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların da sözü geçen bu İmâmın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu İmâmın açıktan açığa fasıklık işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edilmesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çünkü iki ayrı İmâmın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların arasındaki ilişkiler bozulur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki hiçbir mü’minin kalbinde bu konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve bağlılık). Çünkü bunların arkasında müslümanların daveti kuşatıcıdır." 8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmâm Olunur mu? Hal ve akıl ehlinden bir tek kişi eğer İmâmet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak- sabit olur ve başkasının da bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmâmet akdi ancak hal ve akıl ehlinden bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur: Hazret-i Ömer, Ebû Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan İmâmet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştirecek bir topluluğa ihtiyaç yoktur. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile İmâmlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Gerektirici herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülmedikçe hal' edilmesi (görevden alınması) câiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ekler: Bu konuda icma vardır. 9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmâmet: İmâmet ehliyetine sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zorla ve galip gelerek İmâmeti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağlayarak İmâm olan kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu cevabı verir: Onun isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine getirirsin. Onun yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili herhangi bir sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın. İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden İmâmete elverişli bir kimse İmâmeti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse (İmâm olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İmâmet akdine tanıklık hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hususta ise, tanıklığın gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir delil yoktur. Kimisi de şöyle demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü kabul eden kimseler şunu delil gösterirler: Eğer İmâmet akdinde şahit tutulmayacak olursa bu sefer herkes gizlice kendisine İmâmet akdinde bulunulduğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahitliğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi yapan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer kimsenin bulunması gerektiğini söylemektedir. Çünkü Hazret-i Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi tayin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi bunun delilidir. Bizim delilimiz ise şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitliğinin muteber olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı vardır. Ve bundan fazlası hakkında delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla fazlasına itibar etmemek gerekmektedir. İmâmda aranan şartlar onbir tanedir: 1- Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İmâmlar Kureyş'tendir" diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır. 2- Olaylar ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul edilmiştir. 3- Savaş, orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman cemaatin himaye edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin cezalandırılması, mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü görüş ve bilgi sahibi olmak. 4- Hadlerin uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) boyunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılmayacak kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususunda aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri atayacaktır. Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm verme işini üzerine alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir. 5, 6- Hür ve müslüman olmak. İmâmın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur. 7, 8- Erkek olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının İmâm olmasının câiz olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte kadının şahitlik yapmasının câiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. 9, 10- Baliğ ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur. 11- Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin İmâmlık akdiyle başa getirilmesinin câiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet, İmâmın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Sizin İmâmlarınız, sizin şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakınız." Kur'ân-ı Kerîm'de de Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariyle" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organlarının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onu seçmiştir" âyetinin anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korunmuş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en ferasetlisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşimoğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhum)ın İmâmlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından değildirler. 12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmâm Yapılması: Daha üstün faziletli bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fitne ve ümmetin işlerinin düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi caizdir. Çünkü İmâmın başa getiriliş amacı düşmanı Savası, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygulaması, beytü’l-mal adına gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtmasıdır. Eğer daha faziletli olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fesattan ve kendisi sebebiyle İmâmın tayin edildiği amaçların gerçekleşmemesinden korkulacak olursa, bu daha üstün faziletliyi bırakıp daha az faziletliyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir mazeret olur. Buna Hazret-i Ömer'in ve ümmetin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha faziletli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebilir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmaksızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde Hazret-i Ömer onlardan herhangi birisine İmâmet akdinin yapılmasını câiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 13- İmâm Fasıklık Yaparsa Azledilir: İmâm başa getirilip akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, Cumhûrun görüşüne göre İmâmeti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle İmâmlıktan uzaklaştırılır. Çünkü İmâmın ancak hadleri uygulamak, hakları sahiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların görülmesi gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine getirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bütün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler İmâmın fasık olmasını câiz görecek olursak bu, İmâmın tayin ediliş gayesini iptal eder. Nitekim İmâmın tayin ediliş sebebini iptal edeceğinden dolayı fasık olan herhangi kimseye İmâmet akdinin yapılması baştan beri câiz değildir. Sonradan fasıklık eden de onun gibidir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: İmâm ancak küfür ile yahut namazı kıldırmayı terketmekle veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriatten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubade b. Samit tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Ve yönetime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hazret-i Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna." Avf b. Mâlik tarafından rivâyet edilen hadiste ise Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.." Bu iki Hadîs-i şerîfi de Müslim rivâyet etmiştir. Umm Seleme'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yaptıkları birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri münker göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olanlar ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle Savaşmayalım mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i) Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kurtulur, demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. İmâmlığına etki edecek şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına İmâmet akdini yapması hakkına sahip midir? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi İmâmlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmâmın kendisini azletmesi halinde azlolacağının delili Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, beni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? diye cevap vermeleridir. Şayet Hazret-i Ebû Bekir'in kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, ashab-ı kiram onun böyle bir teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Senin böyle bir söz söylemeye hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı çıkmadığına göre İmâmın kendi kendisini azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış olur. Diğer taraftan İmâm hazır bulunmayanların da haklarına nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü İmâm, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve naibidir. Vekilin de hakimin de herhangi bir hususta başkasına naiblik eden herkesin de kendisini azletmek hakkı ittifakla kabul edildiğine göre, İmâmın da böyle olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 15- Bir İmâma Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa: Hal ve akıl ehlinin ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kimsenin akidde bulunması ile bir kimsenin İmâmet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sünnetini uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir mazeret dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir mazereti olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edilir ve bu konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliğinin bozulması önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birincisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş daha güçlüdür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebû Said el-Hudri rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır. Abdullah b. Amr'ın rivâyetine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim bir İmâma bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belirtir, kalbinden ona bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başkası gelip bu hususta onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynunu vurunuz." Bu hadisi de yine Müslim rivâyet etmiştir. Arfece'den gelen rivâyette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır. İki İmâm tayininin yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki İmâm tayin etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fitnelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- câiz olur. 16- Adaletli Bir İmâma Karşı Çıkmak: Haricî (isyankâr) bir kimse, adaleti ile bilinen bir İmâma karşı çıkacak olursa, insanların böyle bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet İmâm fasık, haricî kimse olup adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil olduğu açıkça ortaya çıkmadıkça veya birincisinin görevden alınması üzerinde cemaatin sözbirliği gerçekleşmedikçe isyan eden bu hariciye yardımcı olmak, taraftar olmakta insanların acele etmemeleri gerekir. Çünkü böyle bir işe talib olan herkes, kendisinin salih bir kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği takdirde daha önce izhar ettiğinin hilafına eski adetlerine geri döner. 17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmâm: Aynı çağda ve aynı bölgede, iki veya üç İmâmın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile câiz değildir. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı kişiye İmâmet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demişlerdir: Eğer iki ayrı kişiye İmâmet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebû'l Meali devamla) der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye İmâmet akdine bulunmak câiz değildir. Bu hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki İmâm arasında geniş topraklar bulunursa, bunun câiz olma ihtimali vardır. Bununla beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dışında kalmaktadır. İmâm Ebû İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı bölgede bu işin câiz olduğunu kabul ediyordu. Kerramiye ise, konu ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki İmâmın tayin edilmesinin câiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu câiz kabul etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Hazret-i Muâviye'nin aynı dönemde birer İmâm olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İki ayrı beldede veya iki ayrı bölgede iki kişi İmâm olursa onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygamberin gönderilmesi câiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal etme sonucunu vermediğine göre, İmâmette bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur ve birinin ötekinin İmâmetini çürütmemesi gerekir. Buna verilecek cevap şudur: Aslında şeriat bu işi yasaklamamış olsaydı, böyle birşey câiz olurdu. Ancak Hazret-i Peygamber: "İki İmâmın ikincisini öldürünüz" âyetiyle bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Hazret-i Muâviye ise, kendi adına İmâmlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen İmâmların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam (Suriye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna delil olan hususlardan birisi ise, onların dönemlerinde bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin İmâm olduğu üzerinde icma etmesidir. O ikisinden birisi de: Ben de İmâmım, bana muhalefet eden de İmâmdır, dememiştir. Eğer onlar (Kerramiye): Akıl iki İmâmın bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır. "Onlar da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın demişlerdir" âyetine gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle (Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yüce Allah'ın: "Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) âyeti melekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz seni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü halifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da çıkartmayanın da bulunacağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek için: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini meleklere açık bir şekilde göstermiştir. Bir görüşe göre de melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökmelerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışından önce cinler vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Allah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp denizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üzere sormuşlardı. Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından yapılmıştır. İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyundan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle demişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kimseleri halifelik makamına geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek istediklerinden veya şanı yüce Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böylelikle kendisine ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hayretle karşıladıklarından dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına getirmeyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş gördüklerinden dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katâde der ki: Şanı yüce Allah, onlara yeryüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca melekler, acaba bu kişi Allah'ın kendilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üzere bu soruyu sormuşlardır. Bu güzel bir açıklamadır. Bunu Abdürrezzak rivâyet ederek demiştir ki: Bize Ma'mer, Katâde'den yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyeti hakkında dedi ki: Allah, daha önce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fesat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları yapacak bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lâfızların ihtiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan görüş de güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiştir. Şanı yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorması, aslında: "Orada fesat çıkartacak.." diyen kimselere (yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü yüce Allah, bu şekilde soran meleklere: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir. "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyetindeki kimse, "yaratacaksın" anlamındaki fiilin birinci mef'ûlü olarak nasb mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lâfzı gözönünde bulundurulması dolayısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de: "içlerinden seni dinleyen vardır" (el-En'âm, 6/25) âyetinde fiil, en" lâfzına göre tekil gelmiştir." "Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 10/42) âyetinde ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir. Dökecek" fiili de bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fiilin her iki şekilde (tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile sonunun cevabı kabul etmiştir. (Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi yaratacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle demektedir: "Ben komşunuz değil miydim? Aramızda Sevgi ve kardeşlik vardı, hem." Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamına gelen "es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dökmek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıldığı da olur. ed-dimâ, kanlar anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak- "dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mutlaka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki: "Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar." Yüce Allah'ın: "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken" âyetinde yer alan "tesbih etmek", O'nu sıfatlarına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek demektir. Arap dilinde "tesbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır: "Onun övüncü bana gelince derim ki: O övünen Alkame'den (bunlar) uzaktır." Talha b. Ubeydullah’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmek demektir." Bu kelime, yürümek ve gitmek anlamına gelen dan türetilmiştir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak), şöyle buyurmaktadır: "Çünkü gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil, 73/7) Teşbih eden kimseye ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonundaki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribirleriyle bitişmemesi için- câiz değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'ın açıklamalarına göre, meleklerin teşbihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de "teşbih edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır: "Eğer o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, demektir. Meleklerin tesbih etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir: "İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin Hacılar tesbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde." Katâde der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" demektir. Doğru olanı da budur. Çünkü Ebû Zerr'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kulları için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim) demektir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Abdurrahman b. Kurt'tan da rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir "Yüceler yücesini teşbih ederim. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî zikretmiştir. Şanı yüce Allah'ın: "Hamdinle" âyetinin anlamı da şudur: Yani bizler teşbih ile birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arkasına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha sonra Allahü teâlâ'ya teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize gösterdiğin için hamde lâyık olan, övülen Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ve takdis edip dururken" âyetinin anlamı seni ta'zim eder, şanını yüceltir, senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeylerden arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücâhid, Ebû Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Aralarında Katâde'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni takdis ederiz" âyeti namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır, demektedir. Derim ki: Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi kapsamaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da rükû ve sücudunda şöyle derdi: "O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hazret-i Âişe'den Müslim rivâyet etmiştir. "(........)Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası temizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış arza giriniz. ".. meliktir, kuddûstür" (el-Haşr, 59/23); yani temiz olandır. "Muhakkak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Taha, 20/12) "Beytü’l-Makdis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades" ismi verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu) gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)". Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın temizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir: "(Kurtlar) ona (öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi" Burada "mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en faziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan "Ben en iyi bilenim" âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifade eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim olduğu da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi: "Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana." Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin bilmediğiniz şeyleri bilenim" anlamına gelir. (.........) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir. "Sizin bilmedikleriniz" âyetinden yüce Allah'ın neyi kastettiği hakkında tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbâs der ki: İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şereflendirince böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (aleyhisselâm)e rağmen küfre girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar gitti. Melekler ise: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." demeyi tercih ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bundan farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu. Katâde de der ki: Melekler: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın?" deyince şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kimseler arasında birtakım peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunacağını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti. Derim ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, olacak ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bilenim. O takdirde bu âyet genel bir anlam ifade ediyor demektir. |
﴾ 30 ﴿