35

Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:

1- Cennette Yerleşmek:

"Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kâfir olması ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş ayrılığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hazret-i Âdem'e: "yerleş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sükûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:

"O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."

Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarrufunun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır.

2- Hazret-i Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler:

Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.

Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölmesi halinde o ev asıl sahibine döner.

"Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki görüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Umrâ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde gelecektir.

el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmâm Mâlik’in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (radıyallahü anhkabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.

"Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) murakabe"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun câiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yûsuf ve Şâfiî bunu câiz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmâm Mâlik ve diğer Küfe âlimleri ise bunu câiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü âdeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem câiz gören hem de men'eden iki Hadîs-i şerîf vardır ki bu ikisini de İbn Mâce Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Umrâ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir."

Bu Hadîs-i şerîfte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.

İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukbâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin olsun" demesidir.

Hadîs-i şerîfte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" âyeti ise bunun câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesâî de rivâyet etmiştir. İbn Abbâs'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.

İbn Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umrâ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Münzir bu Hadîs-i şerîfi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hazret-i Ali'den de bu kanaat rivâyet edilmiştir. es-Sevrî ve İmâm Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.

Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına binmek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sırtından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kullanılır.

İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde Savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir kullanılır. Züheyr der ki:

"İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler

Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."

Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meniha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivâyet edilmiştir, Tirmizî, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir.

Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu’l-fahl" ise dişi deve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu’l-fahl" denilir.

3- "Sen" Zamiri:

"Sen zevcenle birlikte..." âyetindeki

"sen" zamirinin ayrıca kullanılması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir.

"Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) âyeti de bunun gibidir.

"Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen

Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."

Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde bulunmak Kur'ân dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi.

4- Hazret-i Âdem'in Eşi Hazret-i Havva:

"Sen zevcenle birlikte" âyetindeki

"zevce" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammâd b. Seleme, Sabit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hazret-i Peygamber, o adamı çağırdı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevcemdir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşeyler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar."

Âdem (aleyhisselâm)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yine Hazret-i Âdem'dir. Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hazret-i Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: İsmi nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çünkü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva ismini verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.

Rivâyet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır. Yine rivâyete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bunu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs der ki: Hazret-i Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hazret-i Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu âyetinin anlamı da budur:

"Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini yaratmıştır." (el-A'raf, 7/189)

İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivâyette şu da vardır: Kaburga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana karşı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöyle demektedir:

"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin

Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir.

(Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir?

Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?"

İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemiklerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir.- Çünkü Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- gelecektir.

5- Cennet:

"... cennette yerleş..." âyetinde geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. Mu'tezile ve Kaderiyye'nin, Hazret-i Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçede) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile veya Kaderiyye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hazret-i Âdem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır.

"Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23);

"Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" (en-Nebe', 78/35);

"Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak

"selam selam" sözüdür." (el-Vakıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla da cennetlikler cennetten çıkmazlar:

"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Havva da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.

Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiyye devamla derler ki: Hazret-i Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?

Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesini elif lâm'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedîlik cennetini istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hazret-i Âdem'i aldatmak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hazret-i Mûsa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hazret-i Mûsa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lâm-ı tarifli olarak) cennetten çıkarttın." demiştir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lâm'ın geliş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hazret-i Mûsa'ya cevap verirdi. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cennetten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yüce Allah tarafından Kıyâmet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.

Mu'tezile ve Kaderiyye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı günahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü masiyetlere, küfür ve yalana şahit olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada birtakım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cennetin durumu da böyledir.

Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (aleyhisselâm)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüşlerinin bir anlamı yoktur.

Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağacına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hazret-i Âdem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?

6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:

"Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" âyetinde yer alan

"Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.

"Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki:

"Kişiyi nimet içinde görürsün,

Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak."

Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki kelimenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır.

7- Yasak Ağaç:

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim: Eğer (radıyallahü anh harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun anlamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona yakın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (radıyallahü anh harfinin ötreli okunuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.

İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasaklamayı gerektiren bir lâfız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lâfzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e dair apaçık bir misaldir.

Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye buyurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Allah'ın:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir.

8- Bu Ağaç:

"Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lâm'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (...........)ı (...........) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu kelimenin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.

Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu kökten olarak "meşcere" ağaçlık yer demektir.

9- Hazret-i Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?

Tefsir âlimleri, Hazret-i Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi de işte budur.

Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Vehb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hazret-i Âdem'in tevbesini kabul edince sünbülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.

İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivâyet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Said de Katâde'den bu şekilde rivâyet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır. Çünkü Hazret-i Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.

İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivâyetler arasında Hazret-i Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivâyet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e bir ağaçtan yemeyi yasakladığı ve Hazret-i Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.

Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmâm olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sınanması için yasak kılınmış bir ağaçtı.

10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hazret-i Âdem Ağaçtan Nasıl Yedi?

Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine rağmen Hazret-i Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hazret-i Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır.

(İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini sözkonusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (aleyhisselâm) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hazret-i Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lâfza göre yorumlamıştır.

Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu’l-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olur.

O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.

Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı şey sözkonusudur:

"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Taha, 20/117)

İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hazret-i Âdem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de naklî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivâyetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cennetteki şarabın niteliklerini belirtirken:

"Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına gelince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden korunmuşlardır.

Hazret-i Âdem'in Peygamberliği:

Derim ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Âdem'in cennette yerleştirilmesinden önce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın:

"O da onlara isimlerini haber verince.." (el-Bakara 2/33) âyetinden çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri haber vermesini emretmeştir.

Hazret-i Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.

Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde bunu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur:

"Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onda bir sabır ve sebat bulmadık. " (Taha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çokluğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hazret-i Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engelleyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyâmet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de kendisini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizginlemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah:

"Biz onda bir sabır ve sebat bulmadık." (Taha, 20/115) diye buyurmaktadır.

Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendilerini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna göre, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçları da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır" bir başka rivâyete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helâk edecektir" demesi gibi. Hazret-i Peygamber bu ifadeleriyle muayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir.

11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?

Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yasağın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Havva, Hazret-i Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hazret-i Âdem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hazret-i Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememişti.

İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lâfzın mutlak ifadesinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi birisinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cariyesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini bozmuş olur.

Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.

Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın:

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" âyeti Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" âyeti ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşıya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu yasağı işlemedikleri sürece zâlimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik. O ise unuttu" (Taha, 20/115) âyetinin anlamı budur.

Denildiğine göre, Hazret-i Âdem'in unuttuğu ise şu âyetinde dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir:

"Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâhâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

12- Peygamberler Küçük Günah İşler mi?

Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin -Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla birlikte bütün ilim adamları Peygamberlerin büyük günahları işlemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her türlü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefainî'ye göre ise, bunun böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zetile'ye göre ise, bu durum -kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir.

Taberi ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamberlerden küçük günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlardan korunmuşlardır (masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çıkardıkları Hadîs-i şerîfleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî mezhebine mensup fukahânın Cumhûru ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir karineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolunmuşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini câiz kabul edersek onlara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masiyettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini emretmek doğru değildir. Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halinde uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.

Üstad Ebû İshak el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin küçük günah işlemeleri câiz değildir. Kimisi de câiz kabul etmiştir. Ancak bu meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı yüce Allah, onların bir kısmının birtakım günahları işlediklerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini haber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bunların hepsi de peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır. Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükâfat görebileceği bir işi yaptığından dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güvenlik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyâmet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İshak der ki: İşte doğrusu da budur.

Cüneyd'in şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bile bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun.

13- Zulüm:

"Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâbiga der ki:

"Akşam vakitleri durup orada ona sorarak;

Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten;

Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,

Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler."

Kazıdan çıkarılan toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki:

"Korkudan sonra bir çukurda (kabirde) buldu kendini

O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak."

Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir.

Erken sağılan süte de "zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

"Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim

Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?"

Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lukman, 31/13)

"... ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz. Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -âyet-i kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

35 ﴿