48Ve öyle bir günden korkun ki, kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz. Kimsenin şefaati kabul olunmaz. Ondan bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez. Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" âyetindeki emir tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir, sözkonusu gün, Kıyâmet günüdür. Burada nahivcilerin "yevmen" âyeti ile "fihi" kelimesinin değişik halleri ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir. "Kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" âyeti, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azâbı bertaraf edemez, demektir. “.....” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi ( v) harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır. (.......) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir: "Sözde durmamak insanlar arasında bir utançtır Hür bir kimse ise (kaçan düşmanın) topukları ile yetinir." Hazret-i Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Suyu suya döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek istiyor ki, sen suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur. Sahih hadiste de Ebû Burde b. Niyar'dan, gelen rivâyette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli olmayacaktır." Buhârî, îydeyn 5, 8, 10, 23, Edâhî 1, 8, 11, 12; Müslim, Edâhî 7-9; Ebû Dâvûd, Edâhî 5; Tirmizî, Edâhî 12... Buna göre âyet-i kerimede geçen "faydası olamaz" âyetinin anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi sözkonusu olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona yükletilir." Buhârî, Mesâlim 10. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hazret-i Peygamber'in müflis hakkındaki diğer Hadîs-i şerîfidir. Müslim, Birr 60; Tirmizî, Kıyâme 2; Müsned, II, 303, 334, 372. Biz, bu Hadîs-i şerîfi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Âyet-i kerimede geçen “.....” kelimesi “.....” şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da okunmuştur. Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına gelir denilmiştir. Şair'in şu beyitinde olduğu gibi: "Bütün âlemlerin işlerine yeterli geldin fakat Ancak kamil oğlu kamil olan kimse yeterli olur." 3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı: Yüce Allah'ın: "kimsenin şefaati kabul olunmaz" âyetinde yer alan "şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şef"den alınmadır. Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf’a kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf’a kelimesiyle ortak, ortağının malını kendi malına katar. Şefi', şuf’a hakkının sahibi ve şefaat sahibi demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve" ise, bir defada iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır. Buna göre "şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını açığa çıkarmayı ve onun menfaatini meşfu’a (kendisine şefaat edilene) ulaştırmayı ifade eder. Hak ehlinin görüşüne göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkâr mü’minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidlerin ve salihlerin şefaatine nail olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin herhangi bir asırda bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivâyet edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup bu haberleri kabul etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile’nin tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir. Mu'tezile (ve bu görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'ân-ı Kerîm'de varid olmuş birtakım naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Zâlimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (el-Mu'min, 40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zâlimlerdir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul olunmaz" da buyurulmaktadır. Bunlara cevap olmak üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zâlimler hakkında genel değildir. O bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz. Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü’minler bu kapsamın dışındadır. Bunun delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) İşte bu âyetlerin genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü’minlere fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz, kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) âyetinde kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivâyet ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) âyeti yanında: "Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) âyetidir. Mu'tezile ve görüşlerini savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır; fâsık ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa, şu cevabı veririz: Burada yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere rızasına erecek olanlar ise muvahhid kimselerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Rahmân'ın yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle buyurmuştur: "Îman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır." Bk. Müslim, Îman 48-51. Müfessirler ise bu âyet-i kerimeyi: "Lâ ilâhe illâlah diyenden başkası" şeklinde açıklamışlardır. Deseler ki: Razı olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir. Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret dilemesidir. Ayrıca yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte Peygamberlerin şefaati de böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat edeceklerdir. Buna karşılık cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" âyeti ile kastedilenlerin şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin ise mü’minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışında kalan günahlarını bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye buyurmaktadır. Deseler ki: Bütün ümmet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şefaatine nail olmayı arzu eder. Eğer bu şefaat sadece büyük günah sahipleri hakkında sözkonusu olacaksa, onların öyle birşeyi istemelerinin de anlamı olmaz. Deriz ki: Evet; her müslüman Allah'ın Rasûlünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz kıldığı herşeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar ve kurtuluşu umar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir." Buhârî, Rikaak 18; Müslim, Münafikun 71-73, 75,76,78 İbn Kesîr ve Ebû Amr “.....” kelimesini “.....” şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi' anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker olarak okunması daha güzeldir. 6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün: "Ondan bir fidye alınmaz" âyetinde geçen "adi" kelimesi fidye demektir. "Idl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır. Ağırlık ve değer itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve adîl" tabirleri kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle -onun cinsinden olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer itibariyle başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan -fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır, idi diyenler de vardır. "Onlara yardım da edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, Ensâr: Yardım edenler demektir. Hazret-i Îsa'nın: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) âyeti kim yardımını benim yardımıma katar anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filân oğullarının arzına geldim" denilir. Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir: "Haram ay girdiği vakit Temim topraklarına veda et Ve Amiroğullarının topraklarına gel." Nasr, aynı zamanda yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir: "Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara- Ey Nasr, bana bağış ver bağış, derim." Bu âyet-i kerimenin -müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize şefaatçi olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyâmet gününün durumunu bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı sözkonusu etmiştir. Çünkü Âdemoğullarının dünyada bu gibi hususlarda sözkonusu etmeyi alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye verilmek suretiyle kurtulabilir. |
﴾ 48 ﴿