50Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış, Fir'avun hanedanını ise kendiniz görüp dururken suda boğmuştuk. "Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık." Deniz yarılmış, her bir tarafı kocaman bir dağ gibi olmuştu. Ayet-i kerimede geçen "fark" ayırmak demektir. Saçın ayrıldığı yere de "fark" denildiği gibi, Furkân kelimesi de bu kökten gelmektedir. Çünkü Furkân hak ile batılı birbirinden ayırır. Yüce Allah'ın: "Tam anlamıyla ayırdedenlere.." (el-Mürselât, 77/4) âyeti de bu anlamdadır. Kasıt hakkı batıldan ayırdeden buyrukları indiren meleklerdir. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) kelimesi de bu kökten gelmektdir. Furkân gününden kasıt ise Bedir günüdür. Çünkü o günde hak ile batıl birbirinden ayırdedilmiştir. "Biz, bunu bir Kur'ân olarak (âyet âyet) ayırdık" (el-İsra, 17/106); yani onun hükümlerini etraflı bir şekilde açıkladık ve sapasağlam kıldık. ez-Zührî ise bu kelimeyi -r harfini şeddeli olarak- “.....” şeklinde okumuştur. Biz onu kısım kısım kıldık, anlamındadır. Ayet-i kerimede geçen “.....” kelimesinde yer alan "be" harfi "lâm" anlamındadır. Yani "... sizin için..." anlamındadır. (Mealde olduğu gibi.) Bir görüşe göre ise buradaki bu harf yerindedir ve kendi anlamındadır. Yani sizin denize girmenizle birlikte biz denizi ayırdık. Yani İsrailoğulları iki su arasında yol aldılar ve onlar vasıtasıyla sular ayrılmış oldu. Bu daha güzel bir açıklamadır ve bunu bir başka yerde geçen "Deniz (ikiye) ayrılıp..." (eş-Şuara, 26/63) âyeti açıklamaktadır. "Deniz (el-Bahr)"ın ne olduğu bilinmektedir. Ona bu adın verilmesi genişliği dolayısıyladır: Attığı adımları geniş, yani adımların arasındaki mesafe pek çok olan at hakkında "feresun bahrun" denilir. Peygamber efendimizin Ebû Talha'nın atı Mendup hakkında: "Biz onu bir deniz (bahr) bulduk." Buhâri, Cihâd 24, 46, 50, 55..; Müslim, Fedâil 48-50. hadisi de bunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda tuzlu su anlamına da gelir. Suyun tuzu arttığı zaman da bu kökten gelen kelime kullanılır. Şair Nusayb der ki: "Yerin suyu denize döndü ve bu artırdı Hastalığımı tatlı sular tuzlu oldu diye." Bahr aynı zamanda belde anlamına da kullanılır. Beldemiz anlamında "bu bizim bahnmızdır" denir. el-Umevî der ki: Bahr, insanın yakalandığı sülâl (verem ve benzeri ciğer hastalıkları) demektir. Bu kelime, "açık ve belirgin" kaya vb. gibi şeyler hakkında da kullanılır. Ka'b el-Ahbar'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah'ın Sandafâyil adında bir meleği vardır. Bütün denizler onun baş parmağının küçük bir çukuru içindedir. Bunu Ebû Nuaym, Sevr b. Yezid, o Halid b. Ma'dân, o da Ka'b yoluyla rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Sizi kurtarmıştık" âyeti yani sizi o denizden salimen çıkarmıştık, demektir. Kurtardım, anlamında “.....” ile “.....” şekilleri kullanılır. Her iki şekilde, de okunmuştur. Bir önceki âyet-i kerimede “.....” şeklinde, bu âyet-i kerimede de “.....” şeklinde gelmiştir. Ayet-i kerimedeki "Fir'avun hanedanını ise., suda boğmuştuk." “.....” suda boğuldu, demektir. Suda boğulana da “.....” denilir. Ebû Necm'in şu mısraında olduğu gibi: ".... kimisi öldürülmüş, kimisi su üstünde kimisi de suda boğulmuştu." Başkası tarafından suda boğulanı anlatmak üzere “.....” ile “.....” denilir. Başkası tarafından bu şekilde boğularak öldürülen kimse hakkında da “.....” denilir. Meselâ, gümüş ile süslenmiş bir yulara “.....” denilir. “.....” öldürmek demektir. el-A'şa der ki: "Keşke Kays'ı ebeler öldürmüş olsaydı." Çünkü ebeler kıtlık yıllarında erkek olsun dişi olsun yeni doğan çocuğu eşi ile birlikte gelen suda boğar öldürürdü. Daha sonra her türlü öldürme işine bu şekilde "tağrîk" denilir oldu. "Genç, dişi gebe develer ikinci yavrusunu eşinin suyunda boğarlarsa Uçsuz bucaksız çöllerde artık henüz hilkati tamamlanmamış ölü yavrusuna şefkati (hiç) olmaz." Yavrusuna karşı şefkatli olmayışının sebebi ise ona gebe kaldığı sürece çektiği sıkıntı ve yorgunluklardır. İsrailoğullarının Kurtarılması İle İlgili Görüşler: Taberî'nin naklettiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm), Mısır topraklarından geceleyin İsrailoğullarını alıp yürümesini emreden bir vahiy almıştı. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ, Kıptîlerden süs ve diğer eşyalarını ariyet olarak almalarını emretti. Allah, bunu İsrailoğullarına helâl kılmıştı. Hazret-i Mûsâ, gecenin bastırması ile birlikte onlarla yola koyuldu. Fir'avun bunu haber alınca, horozlar ötmeye başlamadıkça kimse onların arkasından gitmesin, dedi. O gece Mısır'da hiç bir horoz ötmedi. Allah, o gece Kıptîlerin birçok çocuğunun canını aldı. Bunun üzerine çocuklarını defnetmek işleriyle uğraştılar ve arkasından güneşin doğduğu sırada onları takib etmeye koyuldular. Nitekim yüce Allah: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuara, 26/60) diye buyurmaktadır. Hazret-i Mûsâ da denize ulaşıncaya kadar denize doğru ilerledi. O sırada İsrailoğullarının sayısı altıyüz bin kişiye yakındı. Fir'avun ile birlikte bulunanların sayısı ise bir milyon ikiyüz bin kişi idi. Fir'avunun Hazret-i Mûsa'nın arkasında bir milyon atlı ile gittiği ve kısraklıların bu sayının dışında olduğu belirtilmiştir. Denildiğine göre İsrail -ki Ya'kub aleyhisselâmdır- Mısır'a çocukları ve torunlarından oluşan yetmiş altı kişi ile birlikte girmişti. Yüce Allah, onların sayılarını çoğaltmış, soyundan gelenlerin bereketini artırmıştı. Nihâyet Fir'avun'dan kaçtıkları günü denize çıktıklarında yaşlılar, çocuklar ve kadınların dışında altıyüzbin Savaşçı idiler. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe der ki: Bize Şebabe b. Sevvar, Yûnus b. Ebi İshak'tan, o Ebû İshak'tan, o Amr b. Meymun'dan, o Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre Mûsâ (aleyhisselâm) İsrailoğullarını geceleyin yola koyulduğu sırada, Fir'avun'a bu durumun haberi ulaştı. O bir koyunun kesilmesini emretti, sonra da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim bu koyunun yüzülmesi daha bitmeden önce huzurumda Kıptî altıyüzbin kişi toplanıp gelecektir. Hazret-i Mûsâ da denize varıncaya kadar yoluna devam etti. Denize: "ayrıl" dedi. Deniz ona: Ey Mûsâ, sen oldukça büyüktendin. Ben Âdemoğlundan kime ayrıldım ki senin için ayrılayım? O sırada Mûsâ ile birlikte atı olan bir adam vardı. Bu adam ona: Ey Allah'ın peygamberi, sana hangi tarafa doğru gitme emri verildi? diye sorunca Hazret-i Mûsâ ona: Bana bu yöne gitmekten başka bir yere gitmek üzere emir verilmiş değildir, dedi. Bunun üzerine adam, atını denize sürdü, denizde bir süre yüzüp çıktı. Tekrar: Ey Allah'ın peygamberi hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? deyince yine Hazret-i Mûsâ: Bana bu taraftan başka bir yere gitmeme dair emir verilmiş değildir, dedi. Adam: Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın daleyhisselâmonra ikinci bir defa atını denize sürdü ve denizden çıkıncaya kadar yüzmeye devam etti. Yine: Ey Allah'ın peygamberi, hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? diye sorunca Hazret-i Mûsâ: Bana bu yöne gitmekten başka bir tarafa gitmem emredilmiş değildir, dedi. Adam yine, Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın, dedi. Bunun üzerine Allah Hazret-i Mûsa'ya: "Asan ile denize vur" (eş-Şuara, 26/63) diye vahyetti. Hazret-i Mûsâ asasını denize vurunca "ardından deniz ikiye ayrıldı, her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu." (eş-Şuara, 26/63) Deniz de on iki sıbt (kol) için on iki kola ayrıldı. Her bir kolun bir yolu vardı ve birbirlerini de görüyorlardı. Şöyle ki denizin kollarının arasından delikler ve pencereler oldu ve birbirlerini bu delik ve pencerelerden görebiliyorlardı. Hazret-i Mûsâ ve beraberindekiler oradan çıkıp, Fir'avun ile birlikte bulunanlarsa dikilip kalınca deniz onların üzerlerine kapandı ve onları suda boğdu. Anlatıldığına göre bu deniz Kızıldenizdir. Hazret-i Mûsâ ile birlikte atı üzerinde bulunan adam ise onun yanındaki genç delikanlı Yûşâ b. Nûn idi. Şanı yüce Allah da denize: Sana asası ile vurduğu vakit Mûsâ için ayni, diye emir verdi. Deniz, o geceyi çalkalanarak geçirdi. Sabah olunca Mûsâ denize vurdu ve Hazret-i Mûsâ denize: Ebû Halid künyesini verdi. Bunu da İbn Ebî Şeybe zikretmiştir. Müfessirler bu hususa dair pek çok kıssalar zikrederler. Bizim zikrettiğimiz bu miktar ise yeterlidir. Ayrıca Yûnus Bk. Yûnus, 10/90. âyetin tefsiri ve Şuarâ Bk. eş-Şuarâ, 26/57 vd. âyetlerin tefsiri. sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- daha fazla açıklamalar da gelecektir. Hazret-i Mûsâ ve Beraberindekilerin Kurtuldukları Diğerlerinin de Boğuldukları Gün: (10 Muharrem, Âşûrâ Günü): Yüce Allah İsrailoğullarının kurtuluşunu, Fir'avun hanedanının suda boğuluşunu şözkonusu ettiği halde, bunun hangi gün gerçekleştiğini zikretmemektedir. Müslim'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, Resûlüllah Medine'ye geldiğinde Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Oruçla geçirdiğiniz bu günün mahiyeti nedir" diye sorar, onlar: Bu büyük bir gündür, derler. Bu günde Allah, Mûsâ ve kavmini kurtarmıştır. Fir'avun ve kavmini ise suda boğmuştur. Mûsâ şükür olmak üzere bugün oruç tuttu, o bakımdan biz de bugünü oruçlu geçiriyoruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Biz Mûsa'ya sizden daha yakınız ve ona daha lâyıkız." Hazret-i Peygamber bu gün oruç tuttuğu gibi oruçla geçirilmesini de emretti. Müslim, Siyam 128. Bu hadisi, Buhârî de İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına: "Sizler Mûsa'ya bunlardan daha yakınsınız, o bakımdan oruç tutunuz" diye emir buyurmuştur. Buhârî, Savm 69. Bu Hadîs-i şerîflerin zahiri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aşure günü orucunu tuttuğunu ve bu günün oruçla geçirilmesini emrettiğini göstermektedir. Bu emri yahudilerin kendisine haber vermesi üzerine Hazret-i Mûsa'ya uymak üzere vermiş görünmektedir. Ancak durum böyle değildir. Çünkü Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Aşure gününde Kureyşliler cahiliyye döneminde oruç tutarlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da cahiliyye döneminde yine bu günde oruç tutardı. Medine'ye geldiğinde bu günde oruç tuttuğu gibi aynı şekilde ashabına da oruç tutmalarını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca Hazret-i Peygamber aşura günü orucunu terketti, dileyen onu tutar, dileyen terkeder. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Savm 69; Müslim, Siyam 114-116; Tirmizî, Savm 49. Denilse ki: Kureyşlilerin bu günü yahudilerin kendilerine haber vermeleri üzerine tutmuş olmaları da mümkündür. Çünkü Kureyşliler yahudilerin anlattıklarını dinler, onlardan bilgi alırlardı. Çünkü Kureyşlilere göre yahudiler, ilim sahibi kimselerdi. Buna dayanarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu günü cahiliyye döneminde yani henüz Mekke'de iken oruçla geçirmişti. Medine'ye gelince yahudilerin de bu günde oruç tuttuklarını görünce: "Bizler size göre Mûsa'ya daha yakınız, daha öncelikliyiz" demiş ve Hazret-i Mûsa'ya tabi olarak bu günü oruçla geçirmiş, ayrıca bu günde oruç tutulmasını da emretmişti. Bu konudaki emrini de pekiştirmişti.. O kadar ki küçük çocuklar dahi bu günde oruç tutarlarmış. Buna karşılık cevabımız şu olur: Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) belki de Hazret-i Mûsa'nın şeriatine uygun ibadet eder idi, diyenlerin bir şüphesidir. Durum böyle değildir. Nitekim bu hususu ileride yüce Allah'ın: "O halde sen de onların hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/90) âyetine dair açıklamalarda bulunurken bir daha ele alacağız. Aşura Günü Muharrem'in Kaçıncı Günüdür?: Aşure gününün Muharrem'in dokuzuncu günü mü, onuncu günü mü olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İmâm Şâfiî, dokuzuncu günü olduğu kanaatindedir. Çünkü el-Hakem el-A'rec'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Abbâs (r. anhuma)'ın yanına Zemzem kuyusu yakınında cübbesine yaslanmış olduğu bir sırada vardım ve ona: Aşure günü orucu hakkında bana bilgi ver dedim, şöyle dedi: Muharrem hilalini görünce saymaya başla ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla. Ben: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu günü bu şekilde mi oruçlu geçirirdi, diye sordum, o: Evet, dedi. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Siyam 132; Ebû Dâvûd, Savm 64; Tirmizî, Savm 50. Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir topluluk onuncu günü olduğu kanaatindedir. Tirmizî (sözü geçen) bu el-Hakem'in rivâyet ettiği hadisi zikretmiş fakat sahih ve hasen olmakla nitelendirmeksizin arkasından şöyle demiştir: Bize Kuteybe bildirdi. Bize Abdülvaris Yûnus'tan bildirdi. Yûnus el-Hasen'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aşure günü yani onuncu günü oruç tutmamızı emretti. Ebû Îsa (Tirmizî) der ki: İbn Abbâs'ın hadisi hasen, şahin bir hadistir. Tirmizî der ki: İbn Abbâs'tan da dokuz ve onuncu günü oruç tutunuz, böylelikle yahudilere muhalefet ediniz, dediği de rivâyet edilmiştir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın görüşleri bu hadise uygundur. Tirmizî, Savm 50. Tirmizî'den başkaları ise şöyle demiştir: İbn Abbâs'ın soru sorana: "Sen günleri say ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla" derken, bu ifadesinde onuncu günü orucunu terketmeye dair bir delil yoktur. Aksine dokuzuncu günü onuncu gün ile birlikte oruç tutmayı istemiştir. Bu görüşte olanlar derler ki: Buna göre bu iki günde oruç tutulduğu takdirde konu ile ilgili hadisler bir arada, cem'edilmiş (ikisi gereğince amel edilmiş, te'lif edilmiş) olur. el-Hakem'in İbn Abbâs'a: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu günde bu şekilde mi oruç tutardı? diye sorması üzerine İbn Abas'ın: Evet demesinin anlamı, eğer yaşamış olsaydı öyle tutardı, demektir. Yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman dokuzuncu günü oruç tutmuş değildir. Nitekim bunu İbn Mâce'nin Sünen'inde, Müslim'in de Sahih'inde İbn Abbâs'tan rivâyet ettikleri şu hadis böylece açıklamaktadır. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer gelecek sene hayatta kalacak olursam dokuzuncu günü oruç tutarım. " Müslim, Siyam 134; İbn Mâce, Siyam 41. Ebû Katâde'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aşure günü oruç tutmanın geçen senenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını Allah'tan ümid ederim." Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivâyet etmiş olup Tirmizî şöyle demiştir: Bizler Hazret-i Peygamber'in Ebû Katâde'den gelen bu Hadîs-i şerîf dışında herhangi bir rivâyette: "Aşure günü orucunu tutmak bir senenin günahlarına keffarettir" dediğini bilmiyoruz. Tirmizî, Savm 48. İsrailoğullarının Gözleri Önünde Boğulan Fir'avun: Yüce Allah'ın: "Kendiniz görüp dururken" âyeti hal konumunda bir cümledir. Yani gözlerinizle görüp dururken demektir. Denildiğine göre İsrailoğulları, Fir'avun hanedanının suyun üstüne çıktıklarını ve onların suda boğulmakta olduklarını görürken kendilerinin de kurtulduklarını gördüler. Bu ise çok büyük bir lütuftur. Şöyle de denilmiştir: Fir'avun hanedanını gözleriyle görünceye kadar boğuldukları suyun üstüne çıkarıldılar. Bu ise lütuf üstüne bir lütuftur. Yine denildiğine göre "siz görüp dururken" âyeti, ibret gözüyle bakarken demektir. Çünkü İsrailoğulları gözleriyle durup bakamayacak kadar meşgul idiler. Bir diğer açıklamaya göre, bunun anlamı şudur: Eğer siz bakmış olsaydınız, bakanın durumunda olurdunuz. Meselâ, görmüş ve işitmiş gibisin, demek böyledir. Yani dilediğin takdirde sen bunu görüp işitebilecek haldesin. Bu ve birinci görüş İsrailoğullarının durumlarına daha uygun görünmektedir. Çünkü denizden çıktıktan sonra İsrailoğullarının ibret almamalan ardı arkasına gelmiş olaylarla ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, onları boğulmaktan kurtarıp düşmanlarını suda boğunca: Ey Mûsâ, Fir'avun'un suda boğulduğuna bir türlü kalpten inanamıyoruz, dediler. Nihayet yüce Allah, denize emir buyurdu, deniz onu kenara attı ve gözleriyle ona bakıp durdular. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe, Kays b. Ubad'dan naklettiğine göre İsrailoğulları: Fir'avun ölmedi, o hiçbir zaman da ölecek değildir, deyince yüce Allah, onların yüce peygamberini yalanladıklarını işitir işitmez, Fir'avun'u kırmızı bir öküzmüş gibi İsrailoğullarının gözleri önünde görecekleri bir şekilde denizin kıyısına attı. Onun boğulduğundan emin olup da kara yoluyla Fir'avun'un bulunduğu şehirlere gittiler ve nihayet onun hazinelerini taşıdılar, ni'metlere gömüldüler. Bu esnada kendilerine ait olan birtakım putların önünde ibadet eden bir topluluk gördüler. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa'ya: Ey Mûsâ, bunların putları olduğu gibi sen de bize bir ilâh yap, dediler. Hazret-i Mûsâ bundan dolayı onları azarlayıp şöyle dedi: O sizleri bütün âlemlere -yani kendi çağlarındaki âlemlere- üstün kılmış iken ben sizin için Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım, dedi ve kendilerine atalarının yurtları olan Arz-ı Mukaddese doğru yol almalarını ve Fir'avun'un ülkesinin pisliklerinden arınmalarını emretti. O sırada Arz-ı Mukaddes zorba bir topluluğun elinde bulunuyordu ve o araziye egemenlik kurmuşlardı. İsrailoğulları bu zorbaları Arz-ı Mukaddes'ten Savaşmak yoluyla çıkarmak gereğini duydular ve bunun üzerine Hazret-i Mûsa'ya şöyle dediler: Sen bizi bu zorbalara kartalın avından aldığı bir lokma gibi sunmak mı istiyorsun? Eğer sen bizleri Fir'avun'un elinde bırakmış olsaydın bu bizim için daha hayırlı olurdu. Hazret-i Mûsa'nın onlara: "Kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) Arz-ı Mukaddese gidin.." (el-Maide, 5/21)dediğini ifade eden âyeti ile başlayan ve: "... oturucularız." (el-Maide, 5/24) âyetine kadar devam eden bir konuşma aralarında geçti. Nihayet Hazret-i Mûsâ onlara beddua etti ve onları "fasıklar" (el-Maide, 5/25) diye adlandırdı. Ceza olmak üzere Tih'de kırk yıl kaldılar. Daha sonra yüce Allah onlara merhamet buyurdu. İleride de açıklanacağı üzere onlara Selvayı indirmekle, bulutlarla gölgelendirmekle lütufta bulundu. Daha sonra Hazret-i Mûsâ Tûr-i Sina'ya, onlara Tevrat'ı getirmek üzere gitti. Bu sırada ise onlar -yine ileride Bk. el-A'raf, 7/139-140. âyetlerin tefsiri açıklanacağı üzere- buzağıyı rab edindiler. Arkasından onlara ileride geleceği üzere: Beyt-i Makdis'e varınız. Haydi secde ederek giriniz ve girerken hitta deyiniz, denildi. Hazret-i Mûsâ çok utangaç ve tesettüre çokça riâyet eden bir kimse idi. Onlar o bakımdan: Hayaları şişkindir, dediler. Guslettiği bir sırada elbiselerini taşın üzerine koymuştu. Bu taş elbisesini alıp İsrailoğullarının oturdukları bir yere kadar sürükledi. Hazret-i Mûsâ ise çıplak ve: Ey taş, elbisemi ver, diyerek arkasından gidiyordu. İşte ileride de açıklanacağı üzere bk. el-Ahzâb, 33/69. âyetlerin tefsiri yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Mûsa'ya eziyet edenler gibi olmayın, Allah onu onların dedikleri şeylerden temize çıkardı..." (el-Ahzab, 33/69) âyetinde anlatılan budur. Daha sonra Hazret-i Hârûn vefat edince, Hazret-i Mûsa'ya: Harun'u sen öldürdün ve sen onu kıskandın dediler. Nihayet melekler, üzerinde vefat etmiş haliyle Hazret-i Hârûn bulunduğu halde Hazret-i Harun'u tahtıyla beraber getirdiler. -Bu husus da Maide sûresinde gelecektir- Bk. el-Mâide, 5/26. âyetin tefsiri Arkasından Hazret-i Mûsa'dan sundukları kurbanların kabul edildiklerine dair kendilerine bir âyet (alamet) vermesini istediler. Bunun üzerine semadan bir ateş geliyor onların kurbanlarını kabul ediyordu. Arkasından Hazret-i Mûsa'dan: Dünyada günahlarımızın ne şekilde keffaret edileceğini bize açıkla, diye talepte bulundular. O bakımdan herhangi bir günah işleyen bir kimse sabah olunca kapısının üzerinde: "Sen şu günahı işledin, bunun keffareti ise şu azanı kesmendir" diye bir yazı görür ve burada kesmesi gereken organı belirtilirdi. Kendisine idrar bulaşan bir kimse orayı kesmedikçe ve derisini vücudundan ayırmadıkça o bölge temiz olmazdı. Daha sonra bunlar Tevrat'ı değiştirdiler, Allah'a yalan ve iftiralar uydurdular, elleriyle kitap yazdılar ve bunu basit bir bedele değiştiler. Sonunda peygamberlerini ve rasullerini öldürdüler. İşte dinlerine karşı tutumları ve güzel olmayan ahlaklarıyla Rablerine karşı davranışları bu şekilde idi. İleride bütün bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeri geldikçe etraflı bir şekilde gelecektir. İsrailoğullarının Haberleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Nübüvvetinin Delilidir: Taberî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği vahiylerle, Araplar tarafından bilinmeyen ve ancak İsrailoğullarının başından geçmiş bulunan bu gaybî haberleri bildirmesi, İsrailoğulları yanında onlara karşı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini ispat eden açık bir delildir. |
﴾ 50 ﴿