61Hani siz: "Ey Mûsâ" demiştiniz; "biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz, o bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyosunuz? Öyleyse (bir) Mısr'a çekip gidin. İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu. Allah'tan gelen bir azaba uğratıldılar. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu. "Hani siz: 'Ey Mûsâ' demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz'.." diye nakledilen sözlerini, İsrailoğulları men ve selva yemekten usanıp daha önce Mısır'daki geçimlerini hatırladıkları sırada, Tîh sahrasında söylemişlerdi. el-Hasen der ki: Bunlar pis kimselerdi. Pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yer dururlardı. O bakımdan kötü alışkanlıkları orada depreşti ve alışageldikleri şeylere arzu duyarak: Biz yalnızca bir yemeğe sabredemeyiz, dediler. Bu sözleriyle men ve selvanın iki ayrı yemek olmalarına rağmen tek bir çeşit olduğunu kinaye yoluyla ifade ettiler. Çünkü onlar birisini ötekiyle birlikte yiyorlardı. Bundan dolayı bir tek yemek tabirini kullandılar. Bu tabiri kullanmalarının sebebinin bunların her gün gıda olarak aynı şekilde tekrarlanıp durmaları olduğu da söylenmiştir. Nitekim devamlı oruç tutan, namaz kılan, Kur'ân-ı Kerîm okumaya devam eden kimse hakkında: O tek bir iş üzere devam edip gitmektedir, denilir. Buna sebep ise onun bunlara devam etmesidir. Bir başka görüşe göre bunun anlamı şudur: Bizler zenginliğe katlanamayız. Hepimiz zenginiz, birimiz öbürünün yardımını almak imkânını elde edemiyor. Çünkü bizden her bir kişi tek başına başkasına muhtaç değildir. Onlar, bu şekilde idiler. İlk köle ve hizmetçi edinenler onlardır. "Yemek (taam)" yenilen ve içilen şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Kim ondan taam etmezse (tadına bakmazsa) o bendendir." (el-Bakara, 2/249); "Îman edip de salih amel işleyenler hakkında taam ettiklerinden (tattıklarından) dolayı üzerlerine bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) yani -ileride de açıklanacağı üzere-(yasaklayıcı hükmün inmesinden önce) içtikleri şaraptan dolayı üzerlerine vebal yoktur, demektir. Şayet Selva -el-Müerric'in naklettiği gibi- eğer bal ise o vakit o da içilecek birşey demektir. Bazan taam kelimesi, özellikle buğday ve hurma hakkında kullanılır. Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte olduğu gibi. O şöyle demiştir: "Bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde fıtır sadakasını bir sa' taam (buğday) veya bir sa' arpadan verirdik..." Buhârî, Zekât 73; Müslim, Zekât 17-18; Nesâî, Zekât 38; İbn Mâce, Zekât 21; Dârimî, Zekât 27; Muvattâ, Zekât 53. Örfen görülegelen de şudur: Bir kişi: Ben taam (yiyecek) pazarına gittim, dediği takdirde bundan anlaşılan sadece yenilen ve içilen şeylerin satıldığı yerdir. Ta'm (tadına bakmak), insanın zevkine, tadına vardığı şeydir. Tadı acıdır, denilmek gibi. Yine bu kelime insanın canının çektiği yiyecek ve içecekler hakkında da kullanılır. Yine tadı bozuk olan şey hakkında da: Bunun tadı yoktur veya tatlı değildir de denilir. Tuum da taam anlamındadır. Şair Ebû Hirâş der ki: "Kabilenin kahramanını -eğer onu bilsen- geri çeviririm (birşeyler vererek) Ve senin ailenden olan başkalarını yiyeceklerde kendime tercih ederim Ve temiz tatlı suyu alır da sonunda (onlara veririm) Cimri olanın canı yanındaki azığı çekerse." Birşeyi yeyip tadına baktığı takdirde bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Kim de onu ta'metmezse o da bendendir." (el-Bakara, 2/249) âyetinde geçen bu kelime "tadına bakmazsa" anlamındadır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Taam ettiğiniz vakit de dağılın." (el-Ahzab, 33/53) Yemek yediğiniz vakit dağılın, demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Zemzem suyu hakkında şöyle buyurmuştur: "O güzel bir taamdır. Hastalıklara karşı da bir şifadır." Müsned, V, 175'te sadece ilk cümlesi. Yine bir kişi bir başkasından kendisiyle konuşmasını istediği takdirde aynı kökten -ziyadeli olarak- "istet'ame" ifadesi kullanılır. Hadîs-i şerîfte de "İmâm sizden konuşmanızı istediği takdirde (istet'ame) onu ifam ediniz" diye buyurmaktadır. İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 127. Yani sizden okuması gerekeni hatırlatmanızı istediği takdirde siz de ona hatırlatınız, demektir. Mesela, filan kişi ancak ayakta uykuyu tadıyor (yet'emu) denilir. Şair de şöyle demiştir: "Vecre'de sarı yanaklı deve kuşları suyun tadına bakmaz Hep oruçludur (çünkü devekuşları su içmek üzere sulara gitmezler)." "O bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden.. çıkarsın." Yani bizim için Allah'tan dilekte bulun ve O'ndan bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartmasını iste. Bir görüşe göre bu, dua anlamını ifade etmekte olup takdirî olarak: Bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartması gayesiyle Rabbine dua et, anlamına gelir. Ancak ez-Zeccâc, bunun zayıf bir açıklama şekli olduğunu söylemiştir. "..şeylerden..." âyetindeki "...den" anlamını veren edatı el-Ahfeş'e göre zaiddir, Sîbeveyh'e göre ise değildir. Çünkü ifade olumludur, en-Nehhâs der ki: el-Ahfeş'i böyle bir iddiada bulunmaya iten sebep onun "çıkarsın" fiilinin mef'ûlünu (nesnesini) bulamamasıdır. O bakımdan o "şey" kelimesini mef'ûl yapmak istemiştir. Ancak daha uygunu mef'ûlün mahzuf olmasıdır. Bunu da diğer ifadelerden çıkartabiliyoruz. Buna göre bu âyetin takdirî anlamı şöyle olur: Bize yerin bitirdiği yiyecek birşeyler çıkarsın. Buna göre birinciden" takısı tab'iz (kısmîlik) ifade etmek içindir; ikincisi ise tahsis içindir (yani yerin bitirdiklerinden özel olarak hangi yiyecekleri istediklerini açıklamak gayesiyle kullanılmıştır). Bundan sonra gelen "bakla" bu "şeyler"in bedelidir. Yani bunların ne olduğunu açıklamaktadır. Ondan sonrakiler ise ona atfedilmiştir. Bakla (baki): Bilinen bir bitkidir. Bu da sapı olmayan her türlü bitkiye addır. Ağaç (şecer) ise sapı, gövdesi olan her bitkidir. Acur da bilinen bir bitkidir. Burada Acur kelimesinin okunuş şekilleri ve çoğulları ile ilgili birkaç satırlık bir açıklamadan sonra, kelimenin kökü ile ilgisi olmayan kısımları gerek görmediğimizden çevirmedik. İbn Mâce'de şöyle bir rivâyet vardır: Bize Muhammed b. Abdullah b. Numeyr anlattı, bize Yûnus b. Bukeyr anlattı, bize Hişam b. Urve babasından o Âişe'den rivâyetle dedi ki: Annem, beni, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gerdeğe götürmek istediği için şişmanlıyayım diye bana bazı şeyler yediriyor idi. Ben acuru taze hurma ile birlikte yeyinceye kadar bu isteğini gerçekleştiremedi. (Bunları birlikte yeyince) en güzel bir şekilde kilo aldım. Hadisin bu senedi sahihdir. İbn Mâce, Et'ıme 37. "Fum (sarımsak)"ın ne olduğu hakında ihtilaf edilmiştir. Bunun bildiğimiz sarımsak olduğu söylenmiştir. Çünkü soğana benzer bir mahsuldür. Bu açıklamayı Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivâyet etmiştir. Arapçada f harfi ile peltek se birbirlerinin yerine kullanılır. (Ayet-i kerimede fum'un, - peltek s ile- sum şeklinde söylenilmesi gibi). Nitekim Araplar meğafır dedikleri gibi, meğasir de derler. (Mağafirin kokusu pek hoş olmayan urfut denilen bir ağaçtan akan bir tür zamk olduğu söylenmiştir). Kabir kastedilmek üzere de cedes ve cedef demek de bu türdendir. İbn Mes'ûd ise bu kelimeyi peltek se ile şeklinde okumuştur. Bu İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Umeyye b. Ebi's Salt der ki: "O sırada onların evleri oldukça yüksekti. Oralarda (bahçelerinde) aşinalıklar, sarımsak ve soğan bahçeleri de vardı." Hassan b. Sabit de şöyle demiştir: "Sizler kökleri bayağı kimselersiniz Sarımsak ve soğandır yediğiniz." el-Kisaî ile en-Nadr b. Şumeyl de aynı kanaattedir. Burada sözü geçen "fum"un buğday olduğu da söylenmiştir. Yine bu da İbn Abbâs'tan ve birçok müfessirden rivâyet edilmiş bir görüştür. en-Nehhâs bunu tercih etmiş ve bu daha uygundur diyerek şunları eklemiştir: Bu görüşü kabul edenler üstün, onların senetleri daha sahihtir. Cüveybir ise bu görüşün naklini yapan senetlerde yer alan ravilere denk bir ravi değildir. Her ne kadar el-Kisâî ve el-Ferrâ', Arapların f yerine s harfini kullanmalarını gerekçe göstererek birinci görüşü tercih etmiş iseler dahi durum böyledir. Çünkü bedel yapma kıyas için ölçü değildir. Diğer taraftan böyle bir söyleyiş Arap dilinde de pek fazla değildir. İbn Abbâs ise "fum" hakkında kendisine soru sorana bunun buğday olduğunu belirtmek üzere Uhayha b. el-Culâh'ın şu beyitini okumuştur: "Ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş İnsanlar arasında en zengin kimse idim." Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Buğday gıdanın temelini teşkil ettiği halde içinde buğdayın yer almadığı bir grup yiyeceği nasıl olur da istemiş olabilirler? el-Cevherî Ebû Nasr da der ki: Fum buğday demektir. el-Ahfeş şu beyiti nakletmiştir: "Öyle zannediyordum ki ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş insanlar arasında en zengin kimse idim." İbn Dureyd de fume'nin başak anlamına geldiğini söylemiş ve şu beyiti nakletmiştir: "Onların gözcüleri elinde bir veya iki başak (füme) Olduğu halde geldiğinde dedi ki.." Kimisi de fum'un Şamlılar şivesinde nohut anlamına geldiğini söylemiştir. Bunun satıcısına da fûmî'den bozma fâmî denilir. Çünkü Şamlılar bazan nisbetlerde değişiklik yaparlar. Sühlî ve Duhrî dedikleri gibi. (.........) tabirini de bize ekmek pişiriniz anlamında kullanırlar. el-Ferrâ', bunun eski bir söyleyiş olduğunu ifade etmiştir. Atâ ve Katâde de der ki, fırında pişirilen her taneye fûm denilir. Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü: Soğan, sarmısak ve diğer baklagillerden hoş kokmayan şeyleri yemenin hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu, bu hususta sabit olan hadislere dayanarak bunun mubah olduğu görüşündedir. Cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu kabul eden Zahirîlerden bir grup ise bunun yasak olduğunu kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Farzı yerine getirmek için gitmekten ve onu ifa etmekten alıkoyan herşeyin yapılması ve onunla uğraşılması haramdır. Buna delil olarak da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sarımsağı "pis olmakla" nitelendirmesidir. Şanı yüce Allah ise Peygamberini pis olan şeyleri haram kılmakla nitelendirmiştir. Cumhûrun (çoğunluğun) lehine olan delillerden birisi de Hazret-i Câbir'den sabit olan şu rivâyettir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a büyükçe bir tabak içinde çeşitli baklagillerden birtakım sebzeler getirildi. Bunların kokusunu alınca o tabakta bulunanların neler olduğu ona bildirildi, bunun üzerine beraberinde bulunan ashabından birisi için: "Bu onları (onlara) yaklaştırınız" dedi. (Hazret-i Peygamber) onun yemekten hoşlanmadığını görünce: "Sen ye, dedi. Çünkü ben senin kendisiyle konuşmadığın kimse ile konuşuyorum." Hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Buhârî, frisam 24; Müslim, Mesâcid 73; Ebû Dâvûd, Et'ime 40. İşte bu, sarmısak gibi şeyleri yemenin Hazret-i Peygamber için özel bir hükmünün bulunduğunu ve bunların başkası için mubah olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yine Müslim'in Sahihinde Ebû Eyyub (radıyallahü anh)'dan şu rivâyet gelmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Eyyub'un yanında misafir kalmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içinde sarımsak bulunan bir yemek yapmışlardı. Yemek geri gönderilince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın parmaklarının nerelere değdiğini sordu. Ona: Peygamber birşey yemedi, denilince dehşete kapıldı ve Hazret-i Peygamber'in yanına çıkıp şöyle dedi: Yoksa o haram mıdır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, fakat ben ondan hoşlanmıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb şöyle der: Ben de senin hoşlanmıdığın şeyden hoşlanmıyorum. (Ebû Eyyûb devamla) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e (vahiy) gelirdi. Müslim, Eşribe 171; Tirmizî, Et'ime 13. İşte bu, sarmısağın (ve benzerlerinin) haram olmadığına dair açık bir nastır. Yine Ebû Said el-Hudrînin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Hayber'in fethedildiği günde sarmısak yemeleriyle ilgili kaydettiği rivâyeti de böyledir. (Hazret-i Peygamber bunun üzerine şöyle demiş): "Ey insanlar, Allah'ın helal kıldığını benim haram kılma yetkim yoktur. Fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir." Müslim, Mesâcid 76; Müsned, III, 12, 60-61. İşte bu Hadîs-i şerîfler konu ile ilgili yasak hükmünün Hazret-i Peygamber'e özel olduğunu göstermektedir. Çünkü vahiy meleğiyle konuşmak özelliği ona ait idi. Şu kadar var ki bizler, Hazret-i Cabir yoluyla gelen Hadîs-i şerîften Hazret-i Peygamber ile başkası arasında bu hüküm açısından bir fark olmadığını öğreniyoruz. Çünkü sözü geçen Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: "Her kim bu bakladan yani sarımsaktan yerse -bir seferinde de: Her kim soğan, sarmısak ve pırasa yerse- bizim mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler de ademoğullarının rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar." Müslim, Mesâcid 72, 74; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce, Et'ime 59. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da uzunca bir hadiste şöyle demiştir: Sizler ey insanlar, ben pis olduklarından başka bir özelliklerini görmediğim iki bitkiden yeyip duruyorsunuz. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidde bir adamdan bunların kokusunu aldığı vakit Baki' denilen yere kadar çıkartılmasını emrettiğini gördüm. Her kim bunlardan yiyecek olursa onları pişirerek öldürsün (kokularını gidersin). Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 78. "Mercimek ve soğan çıkarsın." Mercimeğin (ades) ne olduğu bilinmektedir. "Adese" öldürücü dahi olabilen insan vücudunda çıkan bir çeşit sivilcedir. "Ades" katırlar için de bir sesleniş biçimidir. Şair der ki: "Deh! Artık Abbâd'ın senin üzerinde bir otoritesi yok! Kurtuldun işte, Talik'i taşıyorsun sırtında." "Ads"; hızlıca koşmak ve çalışmak; "adese fil'ard": Yeryüzünde dolaştı "Adese ileyhi": Ona doğru -geceleyin- yürüdü, demektir. el-Kumeyt der ki: "Karanlığın dehşetinden onu koruyorum ve halâ gecenin kardeşiyim, Bana gidip geliniyor (ma'dus), ben de gidiyorum (adis)" Şair geceleyin kendisine gelindiğini anlatmak istiyor. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ali yoluyla gelen rivâyette şöyle dediği nakledilmektedir: "Size mercimek yemeyi tavsiye ediyorum. Çünkü o mübarek ve kutsaldır. O kalbi yumuşatır, gözyaşını artırır. Sonuncuları Meryem oğlu Îsa olan yetmiş peygamber onun mübarek olması için dua etmiştir. Bk. Suyuti, el-Leâli'u'l-Masnûa, Beyrut, 1403/1983, I, 212-213. Bu hadisi es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiştir. Ömer b. Abdülaziz de bir gün zeytinyağı ile ekmek, bir gün et ile ekmek, bir gün de mercimek ile ekmek yermiş. el-Halimî der ki: Mercimek ile zeytinyağı salihlerin yedikleridir. Eğer İbrahim (aleyhisselâm)'ın beldesinde verdiği her ziyafette mutlaka mercimek bulunması gibi bir fazilet dışında başka bir üstünlüğü bulunmasaydı, bu dahi onun fazileti için yeterli idi. Mercimek vücuda hafiflik verir, böylelikle vücudun ibadete karşı bir hafifliği olur. Şehvet ve arzudan olduğu gibi mercimekten dolayı harekete geçmez. Buğday da taneler cümlesindendir. Sahih kabul edilen görüşe göre de (âyette geçen) fum buğdaydır. Arpa da ona yakındır. Medine halkının yiyeceği idi. Tıpkı mercimeğin Hazret-i İbrahim'in kasabasının halkının yiyeceği olduğu gibi. Dolayısıyla bu her iki tane iki peygamberden birisi sebebiyle faziletli olmuş demektir. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve aile halkının Medine'ye geldiği günden vefat ettiği güne kadar arka arkaya buğday ekmeği ile karınlarını doyurmuş değildirler. Buhâri, Eyman 22, Et'ime 23, 27, Rikaak 17; Müslim, Zühd 20-25, 33; Nesâî, Dahâyâ 37; İbn Mâce, Et'ime 48-49; Müsned, VI, 156, 187, 225, 277. Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih Etmek: "Dedi ki: Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?" Değiştirmek (istibdal) birşeyi başka birşeyin yerine koymak demektir. Bedel de burdan gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmış idi. "Daha aşağı olan (ednâ)" kelimesi ez-Zeccâc'a göre kıymet itibariyle az olan "dünuv"dan gelmektedir. Ali b. Süleyman'a göre ise daha aşağılık anlamında olan ve aşağılık olduğu açıkça belli olan "denî"den gelen hemzeli bir kelimedir. Bu kelimenin, daha düşük anlamında olan dûn'dan alındığı da söylenmiştir. Şâz kıraatlerde bu kelime hemzeli olarak "edneu" şeklinde okunmuştur. Ayet-i kerimenin anlamı ise şudur: Sizler daha bayağı ve aşağılık olan bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğanı daha hayırlı olan men ve selvaya mı değişir ve üstün tutarsınız? Men ve selvanın onların talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerektiren yönlerin ne olduğu hakkında beş ayrı görüş ortaya atılmıştır: 1- Baklagiller men ve selvaya nisbetle ehemmiyetli olmadığından dolayı men ve selva daha üstündür. Bu görüş ez-Zeccâc'a aittir. 2- Men ve selva, yüce Allah'ın kendilerine lütfedip verdiği ve yemelerini emrettiği bir yiyecek idi. Dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeye, ni'metini şükür ile karşılamaya devam etmek, âhirette ecir sahibi olmaya bir vesiledir. Onların istediklerinin ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istekleri bunlardan daha aşağı idi. 3- Şanı yüce Allah'ın kendilerine lütfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha lezzetli olduğundan dolayı elbette ki bu bakımdan onların istedikleri daha aşağılık idi. 4- Onlara verilen, sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İstedikleri ise, ancak ekerek, sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan bunlar daha bayağı idi. 5- Onlara indirilen Allah katından indirildiği için helal ve temiz olduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gaspedilir, şüphelere maruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şeylerdi. Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek: Bu âyet-i kerimede güzel ve lezzetli şeyleri yemenin câiz olduğuna delil vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da helva (tatlı şeyler) ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Bu hususa dair açıklamalar Maide el-Mâide, 5/88. âyetin tefsiri ve Nahl sûrelerinde en-Nahl, 19/69. âyetin tefsiri eksiksiz bir şekilde gelecektir. Yüce Allah'ın "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" âyetindeki emir, onları aciz bırakmak anlamını taşımaktadır. Çekip inmenin (hubût)un anlamı daha önceden (36. ayette) geçmişti. Onları aciz bırakmak anlamına gelen bu âyetin bir diğer benzeri de: "De ki: Onlara, ister taş, ister demir olunuz.." (el-İsra, 17/50) âyetidir. Çünkü İsrailoğullarına bu emir verildiğinde Tîh'te idiler. Böyle bir emir de onlar için cezadır. Onlara istediklerinin verildiği de söylenmiştir. Cumhûr "Mısran" kelimesini nekire ve tenvinli olarak okumuştur. Mushaf'taki hattı (yazılışı) da böyledir. Mücâhid ve başkaları ise şöyle demiştir: Bu kelimeyi munsarıf (yani tenvin ve esre alabilecek türden bir kelime) kabul eden muayyen olmayan şehirlerden herhangi bir şehri kastetmiş olur. İkrime ise İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şu şehirlerden bir şehre gidin demektir. Yine bu kelimeyi munsarıf kabul edenlerden bir kesim şöyle demiştir: Bu âyetle bizzat Fir'avun'un Mısır'ı kastedilmiştir. Birinci görüşü kabul edenler, Kur'ân-ı Kerîm'in onlara kasabaya girmeleri emrini vermesinin zahirinin bunu gerektirdiğini delil gösterirler. Ayrıca onların Tîh'de sonra Şam (Suriye) bölgesinde yerleştiklerine dair birbirini güçlendiren rivâyetleri de delil gösterirler. Öbür görüşü savunanlar; Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan yüce Allah'ın, İsrailoğullarını Fir'avun hanedanının ve onların geriye bıraktıklarının mirasçısı kılan âyetlerini delil gösterirler ve bu kelimenin munsarif olmasını da câiz kabul ederler. el-Ahfeş ve el-Kisaî, bu kelime hafif olduğundan ve Hind ve Da'd gibi kelimelere benzediğinden dolayı munsarif olması caizdir, demişler ve şu beyiti delil göstermişlerdir: "Örtüsünün sarkan kısmına bürünüp örtünmedi Da'd. Ve Da'd sütün sağıldığı deri kâselerle süt içmedi." Şair burada her iki söylenişi (munsarif olan ve olmayanı) bir arada kullanmıştır. Sîbeveyh, el-Halil ile el-Ferrâ', bunu kabul etmezler. Çünkü bir ka- dına Zeyd ismi verilirse bu munsarif olmaz. el-Ahfeş'ten başkaları da şöyle demiştir: Bunlar bu kelime ile mekanı kastettiklerinden dolayı onu munsarıf kabul etmişlerdir. el-Hasen, Ebân b. Tağlib ve Talha ise munsarif kabul etmeyerek "mısra" diye -tenvinsiz- okumuşlardır. Ubey b. Ka'b'ın Mushafı ile İbn Mes'ûd'un kıraatinde de bu kelime böyledir. Bunlar bunun Fir'avun'un Mısn olduğunu söylemişlerdir. Eşheb der ki: Mâlik bana şöyle dedi: O benim görüşüme göre Firavn'ın kaldığı yer olan senin şehrin Mısırdır. Bunu İbn Atiyye kaydetmiştir. Mısır kelimesinin sözlükteki asıl anlamı sınırdır. "Evin mısn" denildiği zaman sınırları kastedilir. İbn Fâris der ki: Denildiğine göre Hecerliler, aralarındaki şartnamelerde şöyle yazarlar: "Filan kişi şu evi mısırlarıyla (yani sınırlarıyla) satın aldı." Adiy de şöyle demiştir: "Ve güneşi hiçbir kapalılığı bulunmayan bir mısır (sınır) kılan Gündüz ile gece arasında onlar birbirlerinden ayrılmışlardır." "İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu." Zillet ve meskenete mahkûm edildiler ve bunlarla haklarında hüküm verildi. Bu kelime "çadırların vurulması" deyiminden alınmıştır. el-Ferazdak da Cerir hakkında şöyle demektedir: "Örümcek, senin üzerine vurdu ağlarını Ve Allah'tan indirilen Kitap senin aleyhine bununla hüküm verdi." "Hakim, eli vurdu (yakaladı)" deyimi de buna mecbur etti, zorunda bıraktı, demektir. Zillet ise, aşağılık ve küçüklük, meskenet de fakirlik demektir. Zengin olsa dahi fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlikten uzak hiçbir yahudi bulamazsınız. Sözü geçen zilletin el-Hasen ve Katâde'den gelen rivâyete göre cizye yükümlülüğünü koymak olduğu da söylenmiştir. Meskenet ise boyun eğmek anlamındadır ki bu da "sükûn"dan alınmadır. Yani fakirlik dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az kalmış demektir. Bu, ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır. Ebû Ubeyde de der ki: Zillet, küçüklük demektir; meskenet ise (fakir anlamına gelen) miskinin masdandır. ed-Dahhak b. Muzâhin, İbn Abbâs'tan: "Onlara zillet ve meskenet vuruldu" âyetini şu şekilde açıkladığını rivâyet etmektedir: Onlar cizye veren kimselerdir. "Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar"; yani böyle bir gazaba döndüler, ona mahkûm edildiler. Bu ("uğratıldılar" anlamındaki) kelime, Peygamber Efendimizin dua ve niyazında “Senin üzerimdeki ni'metini itiraf ediyor ve nefsimi de buna mecbur tutuyorum" Buhâri, Deavât 3; Ebû Dâvûd, Âdâb 101; Tirmizî, Deavât 15; İbn Mâce, Duâ 14; Müsned, IV, 122, 125, V, 356. duasında da aynı anlamda kullanılmıştır. Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı dönüştür. Ev anlamına gelen "mebâe" de bu köktendir. el-Bevâ', kısasa dönmek demektir. "Onlar bu işte bevâ'dırlar" ise eşittirler anlamındadır. Yani bu hususta aynı anlamı ifade ederler, demektir. Şair der ki. "Hükümdarlar bizim yakamızı bırakmaz ve mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar mı? Ve kana kan ile dönmemek yolunu seçmezler mi?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Onlar talan malları ve esirler ile geri döndüler Bizler ise zincire vurulmuş hükümdarlarla geri döndük." "Gazap" kelimesinin anlamına dair açıklamalar ise Fâtiha sûresinde yapılmıştır. Gazaba Uğratılmalarının Sebebi: "Bu onların Allah'ın âyetlerini" yani onun kitabını, Îsa, Yahya, Zekeriyya ve Muhammed (aleyhimusselam) gibi peygamberlerinin mucizelerini "inkâr etmelerinden" yalanlamalarından "ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu." el-Hasen'den "Öldürüyorlardı" anlamındaki kelimeyi ( şeklinde okuduğuna dair rivâyet gelmiştir. Yine ondan, çoğunluk gibi birinci şekilde okuduğuna dair rivâyet de yapılmıştır. Nafi' ise peygamberler" kelimesini kelimesinin Kur'ân'ın tümünde belirtilen şu iki yer dışında ilk sekilinde okumuştur. Bu iki yerden birisi Ahzab sûresinde yer alan: "Ve nefsini Peygambere bağışlayan mü’min kadını..." (el-Ahzab, 33/50); âyeti, diğeri ise "Peygamberin evlerine.... girmeyin" (el-Ahzab, 33/53) âyetidir. Burada bu kelimeyi medsiz ve hemzesiz olarak okumuştur. Bu iki yerde hemzeli okunmayışının sebebi ise esreli iki hemzenin bir arada olmasıdır. Ancak diğer okuyucular bütün bu yerlerde hemzeli okumamışlardır. Bu kelimeyi hemzeli okuyan kimseler bunu haber vermek anlamına gelen (........)den alırlar. Bunun ismi faili ise (haber verici anlamına): şeklinde gelir. (........) kelimesinin çoğulu şeklinde olur. "Nebi" kelimesinin "nübeâ1" şeklinde kullanıldığı da olmuştur. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı överken şöyle demektedir: "Ey peygamberlerin sonuncusu, şüphesiz ki sen hak ile gönderilmişsin Doğru yola ileten bütün hidayet senin hidayetindir." İşte hemzeli okuyuşun anlamı budur. Hemzesiz okuyuşu kabul edenlerin ise farklı açıklamaları vardır. Kimisi bu kelimeyi (nebi kelimesini) hemzeli şeklinin türetildiği gibi türetir, sonra hemzeyi kolay okunmasını sağlar, kimisi bu kelimenin açığa çıkmak anlamına gelenden türediğini kabul eder. Buna göre nübüvvetten türeyen nebi yükselmek anlamındadır. Çünkü Peygamberin makamı yüce ve yüksektir. Yine hemzesiz olarak "nebi" yol demektir. Rasule nebi deniliş sebebi yolda olduğu gibi onun vasıtasıyla insanların yollarını bulmasıdır. Şair der ki: "Kâsib dağındaki nebinin (yolun) yerine Çakılın kırıntıları gibi ufalmış olur." Peygamberler bizim için yeryüzündeki yolları andırırlar. Adamın birisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: -Hemzeli olarak- Selam sana ey Allah'ın Nebi'i diye selam vermiş, buna karşılık Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle cevap vermiş: Ben Allah'ın nebi'i değilim, ben Allah'ın nebisiyim diye hemzesiz olarak cevap vermiş. Ebû Ali der ki: Bu hadisin senedi zayıf görülmüştür. Ancak bunun senedini takviye eden hususlardan birisi de onu öven şairin (yukarıda geçen): "Ey Nübeâ'ın sonuncusu.." şeklindeki beyitidir. Hazret-i Peygamber'in bunu reddettiğine dair bir rivâyet de yoktur. Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir: "Ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu" âyeti de onların işledikleri günahın ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir. "Bu, peygamberlerin bazen hak ile öldürülebileceklerinin delilidir. Halbuki peygamberler kendisi sebebiyle öldürülebilecekleri herhangi bir iş yapmaktan yana korunmuş masum kimselerdir" denilecek olursa şu cevap verilir: Durum anladığınız gibi değildir. Bu ifade (yani "haksız yere" tabiri) onların öldürülme şekillerinin sıfatı durumundadır. Yani onlar zulmen öldürülmüşlerdir, haklı olarak öldürülmemişlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkları işin ne kadar büyük çapta çirkin olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi hak ile hiçbir peygamber öldürülmez. Fakat o hak üzere olduğu halde öldürülür. İşte "haksız yere" âyeti işlenen günahın ne kadar çirkin ve açık olduğunu ortaya koymaktadır. Ve hiçbir peygamber öldürülmesini gerektirecek bir iş asla yapmaz. "Kâfirlerin peygamberleri öldürmelerine imkân vermesi nasıl olabilir?" denilecek olursa, şu cevap verilir. Bu peygamberler için bir şereftir ve mevkilerini yüceltmek için bir araçtır. Mü’minlerden Allah yolunda öldürülenlerin durumunda olduğu gibi. Bu onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbâs ve el-Hasen der ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere Savaşma emri verilmiş değildir. Çünkü kendisine Savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka muzaffer olmuştur. Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi: "Bu, onların İsyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu." el-Ahfeş der ki: Yani isyan ettiklerinden dolayı bu oldu. İsyan ise itaatin zıddıdır. Taşkınlık (i'tidâ) ise her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve masiyetler hakkında kullanılır. |
﴾ 61 ﴿