102

Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı. İki meleğe de birşey (indirilmedi). Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara sihri öğretiyorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey indirilmedi. Harut ile Marut’a gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar kendilerine zarar verecek fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onlar, onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı. Onların kendilerini, karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilmiş olsalardı?!

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız:

1- Şeytanların Okudukları:

"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular." Bu âyette yüce Allah, kitabı arkalarına atan kesimin -ki bunlar yahudilerdir- büyüye de tabi olduklarını haber vermektedir. es-Süddî der ki: Yahudiler Tevrat'ı ileri sürüp Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı çıktılar. Tevrat ile Kur'ân arasında uygunluk olduğu ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir kenara attılar, Asaf in (sihir) kitabını ve Hârût ile Mârût'un sihrini aldılar, ona yapıştılar.

Muhammed b. İshak der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Süleyman'ı gönderilmiş peygamberler arasında sözkonusu edince yahudi âlimlerinden birisi şöyle dedi: Muhammed, Davud'un oğlunun bir peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan başka birşey değildi. Bunun üzerine yüce Allah da:

"Halbuki Süleyman kâfir olmadı... Fakat o şeytanlar., kâfir idiler" âyetini indirdi. Yani o şeytanlar ademoğullarına Hazret-i Süleyman'ın gösterdiği denizde yürümek, kuşları, şeytanları emri altında müsahhar kılmak gibi mucizelerinin büyü olduğu telkininde bulundular.

el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hazret-i Süyelman'ın katibi Asafın dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden aldığı sırada namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına varmadı. Hazret-i Süleyman vefat edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler: O size bu şeyler sayesinde hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz. İsrailoğullarının âlimleri ise şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu Süleyman'ın bilgisidir dediler, onu öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Bu durum Allah (cc), Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)peygamber olarak gönderinceye kadar devam etti. Daha sonra yüce Allah peygamberi Muhammed'in üzerine Hazret-i Süleyman'ın bu işten ma'zur olduğunu ve ona yapılan bu iftiradan uzak olduğunu ortaya çıkartarak: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular" âyetini indirdi.

Atâ der ki: Burada geçen "tetlû" tilavetten gelen okumak anlamındadır. İbn Abbâs da der ki: Bu, arkasından gelmek, uymak anlamındadır. Nitekim: İnsanlar biri öteki ardından geldiler, denildiği zaman bu kelime kullanılır. Taberî der ki: "Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir.

Derim ki: Bir şeye uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün tuttuğu için böyle yapar. "Tetlû" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır.

Şair de der ki:

Kabrinin yanından geçersen boğazla orada

Onların kanları ile kabrinin dört bir yanını sula,

Çünkü o, kanla ve boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak (idi)"

Burada "olacak" anlamındaki muzari' fiil, "idi" anlamındadır.

Âyetteki ": ...na" edatı, "uydular" anlamındaki fiilin mef'ûlüdür.

Yani onlar şeytanların Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydular ve onların ardınca gittiler. Burada yer alan "ma" edatının nefy' (olumsuzluk) ifade ettiği söylenmişse de böyle bir görüşün âyet-i kerimenin nazmı ile hiçbir ilgisi yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi söylemiştir.

"Süleyman'ın mülkü" yani şeriat ve peygamberliği

"aleyhinde uydurduklarına uydular." ez-Zeccâc der ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hakkında uydurduklarına uydular, demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili olarak" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Hazret-i Süleyman'ın kıssaları, nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular. el-Ferrâ' der ki: Böyle bir yerde "alâ" ve "fî" (üzerine; de, da, hakkında) harflerinin ikisi de (anlam olarak) uygundur, kullanılabilir.

Yüce Allah'ın burada "ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki Süleyman: Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyladır:

"Senden önce ne kadar bir rasûl ve bir peygamber gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne birşey atmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52); yani onun tilavetine birşeyler karıştırmak istemiştir.

Şeytanın anlamı ve türediği köküne dair açıklamalar (istiâze'ye dair bilgi verilirken) yapılmış bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

Burada geçen

"şeytanlar"in cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden anlaşılan da budur. Kastın, dalâlette alabildiğine ileri gitmiş, isyankâr insanların şeytanları olduğu da söylenmiştir. Cerîr'in şu beyitinde olduğu gibi.

"Onlara duyduğum sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan diye çağırıyorlardı

Ve şeytan olduğum zamanlar onlar da beni seviyorlardı."

2- Süleyman Kâfir Olmadı:

"Halbuki Süleyman kâfir olmadı" âyeti ile Allah tarafından Hazret-i Süleyman'ın günahsızlığı dile getirilmektedir. Âyet-i kerimede ise herhangi bir kimsenin Hazret-i Süleyman'ı küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar var ki yahudiler Hazret-i Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür olduğundan dolayı âdeta Hazret-i Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur.

Daha sonra yüce Allah:

"Fakat o şeytanlar kâfir idiler" âyeti ile sihri öğretmek sebebiyle şeytanların kâfir olduğunu tesbit etmektedir.

"Öğretiyorlardı" âyeti ise hal makamında mansubdur. İkinci bir haber olmak üzere ref halinde olması da mümkündür. Meal ikinci ihtimale göre yapılmıştır. Hal olma ihtimaline göre meal şöyle olur: "Fakat şeytanlar sihri öğreterek kâfir oldular."

Kûfeliler Âsım müstesna şeklinde nun harfini şeddesiz olarak buna karşılık kelimesinin nun'unu ötreli olarak okumuşlardır. el-Enfal'de yer alan

"Fakat Allah attı" (el-Enfal, 8/17) âyetini da böyle okumuşlardır. İbn Âmir de onlar gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lâkinne" şeklinde ve ondan sonra gelen ismin sonunu da üstün olarak okumuşlardır.

"Lâkin" kelimesinin iki anlamı vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, geleceğe dair haberi de isbat (olumlu) eder. Bu kelime ise la, kâf ve inne olmak üzere üç kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kâf hitab içindir, "inne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu "inne"deki hemze gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son harfi şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin şeklinde son harfi şeddesiz olarak) okunur. Ağır okunduğu takdirde "inne" gibi ismini nasbeder, hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi (ismini) ref eder.

3- Sihir (Büyü):

Sihrin aslında hile ve hayalî şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğundan başka türlü göstermek demek olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyülenen kişi o eşyayı gerçek mahiyetinden başka türlü görür. Tıpkı uzaktan serabı görüp de orada su bulunduğu hayaline kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de kıyıda gördüğü ağaç ve dağların da kendisiyle birlikte yürüdüğünü zanneden kimsenin durumu gibi.

Bu kelimenin küçük çocuğu aldatan ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştırıp oyalayan kimsenin durumunu ifade etmek üzere kullanılan: Küçük çocuğu sihrettim," ifadesinden türetildiği söylenmiştir. Teshîr (büyüleme) de böyledir. Lebid der ki:

"Ne halde olduğumuzu bize soruyorsan bizler

Şu aldatılmış (sihredilmiş) yaratıklardan kuşlarız."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Kendimizi, yemek ve içmekle eğleniyorken (sihrediliyorken)

Ölüme hızla giden kimseler görüyorum,

Kuşlar, sinekler, kurtlar ve

Cesur kurtlardan da daha cesur kimseler."

Yüce Allah'ın:

"Sere muhakkak büyülenmiş (mûsâhhar) kimselerdensin." (eş-Şuara, 26/153) âyetine gelince, denildiğine göre, "mûsâhhar" (ciğer anlamına gelen) "sehar" sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek yeyip içecek şeyleri içen anlamına gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir.

Sihr'in asıl anlamının gizlilik demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü büyü yapan, bu işi gizlice yapar. Aslının, birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu işten sihir etti, yani o işten başka tarafa çevirdi, denilir. Asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni meylettiren herkes sana sihir yapmış olur. Yüce Allah'ın:

"Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz." (el-Hicr, 15/15) âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Yani bize büyü yapıldı ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara kaydırıldık.

el-Cevherî der ki: Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif ve sezilmeyecek kadar ince olan herşeye sihir denir. Sâhir (sihir yapan, büyüleyici) bilgin anlamındadır. Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir.

İbn Mes'ûd der ki: Bizler cahiliyye döneminde sihire "idâh" derdik. Araplara göre ise bu ileri derecede iftira ve yalanın güzel sözlerle allanıp pullanması demektir. Şair der ki:

"Ben Rabbime sığınırım

Büyü yapıp büyüsüne üfüren büyücülerden."

4- Büyünün Gerçeği Var mı?

Büyünün gerçek olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine mensup el-Gaznevî Uyunu'l-Meânî adlı eserinde şöyle demektedir: Sihir Mu'tezileye göre asılsız bir aldatmacadır. Şâfiî'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin aslı güneşin Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi yıldızların özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tılsımlar veya zor olan şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir.

Derim ki: Bize göre ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği vardır. Allah -ileride de geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır. Diğer taraftan sihrin bir kısmı el çabukluğu ile olur. (Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yürüyen postaya verilen addır. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çölde yaşayan Arapların kullandığı bir kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabukluğu ile birtakım okuyup üflemelerdir. Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların dönemlerinden kalma olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden olur.

5- Hazret-i Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözdeki fesahata ve güzel söz söylemeye "sihir" ismini vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir." Bunu Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cumua 47; Ebû Dâvûd, Edeb 86, 87; Tirmizî, Birr 79; Muvatta’'', Kelam 7; Dârimi, Salât 199; Müsned, II, 269...

Çünkü bu sözlerde bazan batıl o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğru olduğunu zanneder. Buna göre Hazret-i Peygamber'in: "sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" âyeti belagat ve fesahati yermek sadedinde olur. Çünkü bunu sihire benzetmiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beyanın üstünlüğünü ve belağati övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup ilim adamı söylemiştir. Ancak birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: ".... belki sizin bazılarınız delilini diğer bazısına göre daha açık bir dille anlatabilir." Buhârî, Şehadât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb, 87; Tirmizî Ahkâm 11, 18; Nesâî, Kudât 12, 33; İbn Mâce, Ahkâm 5... ; "Benim aranızdan en çok buğzettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini tekrarlayan ve ağzı kalabalık kimselerdir." Tirmizî, Birr, 71; Müsned, II, 369, IV, 193-194.

Derim ki: Hadisin ravisi Amir eş-Şa'bı ile Sa'saa b. Sûhan sözünü ettiğimiz şekilde bu hadisi açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" âyetine gelince kişi bazen haksız olduğu halde hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini ortaya koyar, böylelikle güzel açıklamalarıyla etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu halde hakkı alır gider. İlim adamları belagatı ve güzel konuşmayı alabildiğine uzun veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gösterilmedikçe övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır.

6- Küfrü Gerektiren Büyü:

Kimi büyüler, yapanın kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini değiştirmek, onları hayvan kılığına büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gecede katetmek, havada uçmak gibi iddialarda bulunanlar böyledir. İnsanlara kendisinin haklı olduğu vehmini vermek üzere bu tür şeyler yapan herkesin yaptığı bu iş küfürdür. Bu Ebû Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî'nin görüşüdür.

Ebû Amr da der ki: Büyücü, hayvanı bir şekilden bir sekile dönüştürüp insanı eşek yahut benzeri bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helâk etmeye ve nakletmeye kadirdir, diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürülmesi gerekir. Çünkü bu kişi peygamberleri inkâr eden bir kâfirdir. Onların âyet ve mucizelerine benzer iddalarda bulunmaktadır. Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çünkü bunun (yani mucizelerin) bir benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kanaatini uyandırır.

Büyünün birtakım aldatmalar, birtakım yasaların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal göstermeler olduğu iddiasında bulunanların kabul ettikleri esas ilkeye göre ise büyücünün öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı büyü sonucu bir kimsenin ölümüne sebep teşkil ederse, o kişinin ölümüne karşılık olarak o da öldürülür.

7- Büyünün Gerçeği:

Ehl-i Sünnet büyünün sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul etmiştir. Genel olarak Mu'tezile ve Şâfiî mezhebine mensup Ebû İshak el-Esterabadî ise sihrin bir hakikatinin olmadığı görüşündedir. Aksine bunlara göre sihir bir şeyin olduğundan başka türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve bir vehmettirmedir. Ve sihir bir çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Sihirlerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ, 20/66) Burada yüce Allah gerçekten yürüyorlardı, buyurmamakta "kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de:

"İnsanların gözlerini büyülediler" (el-A'raf, 7/116) diye buyurmaktadır.

Ancak bunda görüşlerine destek olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler hayal göstermenin ve başka işlerin büyü kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde aklın câiz kabul ettiği (olabilir dediği) ve sem'î delillerin de varid olduğu birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu âyet-i kerimede (tefsiri yapılan âyette) sözü geçen sihir ve sihrin öğretilmesi de vardır. Sıscr bunun bir gerçeği olmasaydı, öğretilmesine imkân olmazdı. Yüce Allah da rraarın insanlara bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir ha-iK»:isallallahü aleyhi ve sellemt olduğunun delilidir. Yüce Allah'ın Fir'avun'un sihirbazları kıssasında zikrettiği:

"Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (el-A'raf, 7/116) âyeti ile Felak Sûresi, diğer taraftan bütün müfessirlerin bu sûrenin iniş sebebinin Lebid b. el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla indiğini ittifakla belirtmeleri de bu deliller arasındadır. Bu sûrenin iniş sebebiyle ilgili olarak bu rivâyet Buhârî, Müslim ve başkalarının kaydettiği hadisler arasındadır. Hazret-i Âişe'den gelen bir Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b. el-A'sam adında bir yahudi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı büyüledi... Bu Hadîs-i şerîfte şu ifadeler de geçmektedir: Büyü çözülünce: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz Allah bana şifa verdi" diye buyurmuştur. Buhârî, Bed'u’l-halk 11, Tıb 47, 49, 50, Edeb 56, Deavât 57; Müslim, Selâm 43; İbn Mâce, Tıb 45; Müsned, VI, 57, 63.

Şifa ise ancak hastalığın kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur. İşte bu sihirin bir gerçeğinin olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın ve O'nun peygamberinin, sihrin varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu kesindir. Kendileriyle icmaın gerçekleştiği hal ve akıl ehli de bu görüştedir. Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde olmayan hak ehline muhalefet etmelerine itibar edilmez.

Eskiden beri büyü alabildiğine yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkında sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiramdan olsun tabiinden olsun onun aslını inkâr eden görülmemiştir. Süfyan, Ebû'l-A'ver'den, o İkrime'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-Ferama diye bilinen bir kasabada öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kâfirdir. Allah'ı ve rasûlünü yalanlayıcı olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkâr etmiş olur.

8- Büyü ve Olağanüstü Haller:

Mezhebimize mensup ilim adamları şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) birbirinden ayırmak, delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların yapabileceği şeylerden olmasına imkân olmadığını gösterdiği insan gücü çerçevesinde bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle ortaya çıkacağı red olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin evlerinin küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepesine dikilecek şekilde incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi havada uçması, suda yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılmasını gerektiren asıl sebeb değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meydana getiremez. Yüce Allah bu gibi şeyleri büyünün varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında tokluğu, su içmek halinde de suya kanmayı yarattığı gibi.

Süfyan'ın Ammâr ez-Zehebî'den rivâyetine göre Velid b. Ukbe'nin yanında ip üzerinde yürüyen bir büyücü varmış. Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış. Ezdli -Becileli olduğu da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı ve bu kişiyi öldürdü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Benim ümmetim arasında Cündeb denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe vuracak ve bununla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır." Sözü geçen bu Cündeb'in böyle bir sihirbazı öldürdüğü rivâyet edilmektedir. (İzzuddin İbnu’l-Esîr, Üsdu'l-Ğabe, I, 361; İbn Hacer Takrib, I, 135). Ancak İbnu’l-Esîr, sihirbazı öldürdükten sonra; Hazret-i Peygamber'den: "Sihirbazın haddi (cezası) bir kılıç darbesidir" hadisini naklettiğini belirtmektedir. Bu hadisi Tirmizî, Hudûd 27'de Cundeb'den nakletmekte ise de bu hadisin Cundeb'den mevkuf (senedi muttasıl ya da münkati olarak sahabeye kadar ulaşan haber) rivâyetinin sahih olduğunu belirtmektedir. Hazret-i Peygamber'in söylediği belirtilen hadisin kaynağını ise tesbit edemedik. dediği kişidir. Hadîs-i şerîfte geçen bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi olduğu görüşünde idiler. Ali b. el-Medenî der ki: Harise b. Mudarrib ondan hadis rivâyet etmiştir.

9- Büyü Mucize Değildir:

Yapıldığı takdirde çekirge, haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri diriltmek, hayvanları konuşturmak gibi peygamberlerin büyük mucizeleri türünden şeyleri yüce Allah'ın büyü sonucu yaratmayacağı üzerinde müslümanlar icma etmişlerdir. Bu ve benzeri şeylerin büyücünün bunları dilemesi esnasında Allah tarafından yapılmayacağı, yaratılmayacağının kesinlikle bilinmesi, kabul edilmesi gerekir. Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi imkansız kabul etmemiz bu konudaki icma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma olmasaydı bunun da mümkün olabileceğini söyleyebilirdik.

10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:

Büyü ile mucize arasındaki farka dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü, büyücü tarafından da başkası tarafından da yapılabilir. Aynı anda birçok kimsenin büyüyü bilip bunu yapabilmeleri de mümkündür. Mucizenin benzerini meydana getirmek veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir olağanüstü hal ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye vermez. Diğer taraftan büyücü peygamberlik iddiasında bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen olaylar mucizeden ayrı ve farklıdır. Mucizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de daha önceden geçtiği gibi- peygamberlik iddiası ile birlikte ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması şartları da vardır.

11- Müslüman Büyücünün Hükmü:

Müslüman ve zımmî büyücünün hükmü hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. İmâm Mâlik, müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yaptığı takdirde bunun küfür olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenmeyeceği, tevbesinin de kabul olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda olduğu gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraftan yüce Allah:

"Biz ancak imtihanız, sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi" âyetinde büyüye "küfür" ismini vermiştir. Aynı zamanda bu Ahmed b. Hanbel'in, Ebû Sevr, İshâk, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.

Büyücünün öldürüleceğine dair hüküm Ömer, Osman, İbn Ömer, Hafsa, Ebû Mûsâ, Kays b. Sa'd ve tabiinden yedi kişiden de rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da: "Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır" dediği rivâyet edilmektedir. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizî, Hudud 27. Ayrıca bk. 8. başlığına dair not. Ancak sened itibariyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis âlimlerince zayıf kabul edilen İsmail b. Müslim yoluyla rivâyet edilmiştir. İbn Uyeyne bunu İsmail b. Müslim'den o da el-Hasen'den mürsel olarak rivâyet etmiştir. Kimisi de bu hadisi el-Hasen'den o da Cündeb'den yoluyla rivâyet etmektedir.

İbnu'l-Münzir der ki: Biz Âişe (radıyallahü anha)'dan kendisine büyü yapmış bir cariyesini sattığını ve onun bedeli ile köle azad ettiğini rivâyet etmiş bulunuyoruz. Yine İbnu'l-Münzir der ki: Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur ve tevbe etmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde onun aleyhine bu hususta bir beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini ortaya koyarsa hüküm böyledir.

Eğer kendisi ile büyü yaptığını sözkonusu ettiği sözler, küfrü gerektiren sözler değil ise öldürülmesi câiz değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası gerektiren bir cinayetin işlenmesi sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kastetmiş ise büyücüye kısas uygulanır. Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden olursa, o takdirde bunun diyetini ödemesi gerekir.

İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı bir mes'ele hakkında ihtilaf edecek olurlarsa hükmü Kitap ve Sünnete en yakın olan görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından büyücünün büyü sebebiyle öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü, küfrü gerektiren bir büyü olabilir. O takdirde onlardan gelen bu rivâyet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine uygun bir hüküm olur. Hazret-i Âişe'nin büyücü bir cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivâyette sözü geçen büyücü cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir.

Herhangi bir kimse Cündeb'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile boynunu uçurmaktır" hadisini delil gösterecek olursa, bu hadis sahih olduğu takdirde bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldürülmesini emretmesi" gibi bir anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bulunan "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birisi ile helal olur.." Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvûd, Hudud 1; Tirmizî, Hudud 15 v.s. anlamındaki haberlere de uygun düşer.

Derim ki: Bu, doğru bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır. Ancak kesin bir kanaat ile mubah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hallerde ise kesin kanaat sözkonusu değildir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Eğer bu işi bilenler: Büyü ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçekleşebilir veya şeytanın tazim edilmesi şartı ile sözkonusu olabilir, diyecek olurlarsa o takdirde büyü küfrün bir delili olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İmâm Şâfiî'den büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu öldürmeyi kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş rivâyet edilmiştir. Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldürülmez, bu takdirde hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı kişiye bir zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir.

İbnu'l-Arabî ise der ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri bilmiyor. Sihrin gerçeği onun yüce Allah'tan başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların kendisine nisbet edildiği birtakım sözler topluluğudur. İkincisi yüce Allah kitab-ı keriminde sihrin küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki Süleyman" sihir sözlerini söyleyerek

"kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" sihir ile ve onu öğretmek ile

"kâfir idiler ki" Hârut ile Mârut da insanlara:

"Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" diyorlardı. İşte bu ifadeler konuya dair açıklamayı pekiştirici âyetlerdir.

İmâm Mâlik mezhebine mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin kabul olunmayacağına şunu delil gösterirler: Büyü, batınî bir iştir. Onu yapan kişi açığa çıkarmaz. O bakımdan onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- bilinemez. Ancak irtidat edip kâfir olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir. İmâm Mâlik de der ki: Büyücü veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden önce tevbe ederek geldikleri takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise yüce Allah'ın:

"Fakat bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi" (el-Mü’min, 40/85) âyetidir. işte bu onlara azâbın nüzulünden önce imanlarının kendilerine fayda vereceğini göstermektedir. Bu iki kişinin (büyücü ile zındıkın) durumu da böyledir.

12- Zımmî Büyücü:

Zımmî büyücünün durumuna gelince, öldürüleceği söylenmiştir. İmâm Mâlik ise şöyle demektedir: Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öldürülmez. Bunun dışında işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan zimmet antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürülür.

İbn Huveyzimendad der ki: Büyücü zımmî olduğu takdirde Mâlik'ten ona dair gelen rivâyetler farklı farklıdır. Bir seferinde tevbe etmesi istenir. Tevbesi ise İslâm'a girmesidir derken, bir seferinde de İslâm'a girse dahi öldürülür, demiştir. Harbî ise tevbe ettiği tadirde öldürülmez. Yine Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söven zımmî hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi istenir ve tevbe etmesi ise İslâm'a girmesidir.

Bir başka seferinde ise: Öldürülür ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine İmâm Mâlik zımmî hakkında büyü yaptığı takdirde cezalandırılacağını söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep teşkil etmiş yahut herhangi bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza uygulanır. İmâm Mâlik'ten başkası ise, öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmî büyücülük yapmakla zimmet ahdini bozmuş olur.

Mirasçıları büyücüye varis olamazlar. Çünkü büyücü kâfirdir. Ancak büyüsüne küfür denilemeyecek ise istisnadır. İmâm Mâlik kocasının kendisine yaklaşmasını önleyecek şekilde veya bir başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat öldürülmeyeceğini söylemiştir.

13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi İstenir mi?

Büyücüden büyülediği kimseye yaptığı büyüyü çözmesinin istenip istenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Buhârî'nin kaydettiğine göre Said b. el-Müseyyeb bunu câiz görmüştür. Merhum müfessirin işaret ettiği ve Buhârî, Tıb 49 da yer alan ifade şöyledir: "Katâde dedi ki: Sâid b. el-Müseyyeb'e sordum: Büyülenmiş ya da karısına yaklaşamayan bir kimsenin bu büyüsü çöz(dür)ülebilir. Ya da ona nüşrâ yapılabilir mi? Dedi ki: Bunda bir mahzur yoktur. Bunu yapanlar bununla islâh (arayı düzeltmek) isterler. Çünkü fayda sağlayan (sihir) yasaklanmamıştır." el-Muzenî de bu görüşe meyyaldir. Hasan-ı Basrî ise bunu mekruh görmüştür. en-Nehaî de der ki: Nüşra (cin tarafından çarpıldığı zannedilen kimseye yapılan bir çeşit manevî tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında bunları döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Âyetu'l-Kürsî'yi okur, daha sonra bu sudan üç yudum içer ve onunla gusleder. Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu vesileyle gidecektir. Bu, hanımına yaklaşmaktan alıkonulmuş erkeğe iyi gelir.

14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını İnkâr Etmek:

Mu'tezilenin büyük bir çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkâr eder. Onların bu inkârları ise aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının gevşekliğini gösterir. Halbuki şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl açısından imkânsız birşey değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları onların varlığını göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir kimsenin ise aklın varlıklarının câiz (varlığının mümkün) olduğuna hüküm verdiği, buna karşılık şeriatin de sabit olduğunu nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir görevidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Fakat o şeytanlar kâfir idiler" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de:

"Şeytanlardan da onun için denize dalanlar... vardı." (el-Enbiyâ, 21/82) ve buna benzer daha pek çok âyet. Cin Sûresi de onların varlığını gerektirir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kan gibi akıp dolaşır." Buhârî, Ahkâm 21, Bed'u’l-halk 11, İ'tikâf 11, 12; Müslim, Selâm 23-24; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünnet 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam 65; Dârimi, Rikaak 66; Müsned, III, 156, 285, 309, VI, 337. Ancak bazı kimseler bu hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını imkânsız kabul etmişlerdir. Akıl ise cinlerin - eğer bazılarının hatta çoğu kimsenin söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol almalarını imkânsız kabul etmemektedir. Eğer cisimleri kesîf olsaydı yine de onların insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu. Nitekim yiyecek ve içecek de vücudun boş kısımlarına girebilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak âdemoğlunun içinde bulunabilmektedirler.

15- İki Meleğe İndirilenler

"Babil'de iki meleğe de birşey İndirilmedi" âyetinde yer alan O ) nely edatıdır. Ondan önceki vav ile:

"Halbuki Süleyman kâfir olmadı" âyetine atfedilmiştir. Çünkü yahudiler: Allah Cebrâîl ve Mikâil ile büyüyü indirmiştir, demişlerdi. Yüce Allah da bunu reddetmekte, nefyetmektedir.

Bu âyette takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de birşey indirilmedi, fakat şeytanlar kâfir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü Hârût ile Mârût öğretiyorlardı.

Burada Hârût ile Mârût yüce Allah'ın:

"Fakat şeytanlar kâfir idiler" âyetindeki

"şeytanlar"dan bedeldir. Bu açıklama âyet-i kerîme ile ilgili açıklamaların en uygun olanıdır. Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun dışındakilere de itibar edilmez.

Çünkü büyü özlerinin latifliği ve anlayışlarının inceliği dolayısıyla şeytanlar tarafından çıkartılmış birşeydir. İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğraşanlar ise kadınlardır ve (büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları vakitlere rastlar. Yüce Allah da:

"Düğümlere üfüren (kadın)ların şerrinden" (el-Felak, 113/4) diye buyurmaktadır. Şair de "büyüye üfüren kadınların şerrinden rabbime sığınırım" demiştir.

16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan "Şeyâtîn"den Nasıl Bedel Olabilir?

Birisi kalkıp: İki kişi çoğuldan nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak kendisinden bedel yapılan seviyesindedir, diyecek olursa buna üç ayrı cevap verilebilir:

1- İki kişi hakkında bazen çoğul ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir." (en-Nisâ, 4/11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve bunun yerine altıda birini alması ancak iki veya daha fazla kardeşin bulunması halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa Sûresi'nde (sözü geçen âyetler açıklanırken) buna dair açıklamalar gelecektir.

2- Hârut ile Mârût büyünün öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı onlara uyanlar sözkonusu edilmeyip bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) âyetinde olduğu gibi.

3- Şeytanlar arasında özellikle Hârût ile Mârufun sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda ileriye gitmeleridir. Allah'ın:

"O ikisinde birçok meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Yine: "Cebrâîl ve Mikâil" âyeti de buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de olsun Arap dilinde olsun bu tür kullanımlar pek çoktur.

Kimi zaman ya şerefi veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı içerisinde bulunan bazı kişiler özellikle nas ile zikr edilebilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Şüphesiz İbrahim'e insanların en yakını, elbette ona uyanlarla şu Peygamber ve ona îman edenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/68); "Cebrâîl'e ve Mikâil'e..." (el-Bakara, 2/98) Ya da yüce Allah'ın:

"Meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Hoş ve lezzetli olduklarından ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da anılmış olabilirler. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi. "Yeryüzü bana mescid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı kılınmıştır." Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Mevâkît 119, Siyer 5; Nesâî, Gusl 26; İbn Mâce, Taharet 90 vs... Ya da bu âyet-i kerimede olduğu gibi isyanı, serkeşliği dolayısıyla zikredilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Burada yer alan edatının büyüye atfedildiği ve mef'ûl olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ism-i mevsûl anlamında olur. Buna göre anlamı: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına .. ve iki meleğe indirilenlere uydular," şeklinde olur. Bu durumda bu iki meleğe indirilen büyü, insanlar için bir sınama ve bir fitne sebebi olur. Allah da kullarını dilediği şeyler ile imtihan etmek hakkına sahiptir. Tıpkı Tâlût'un nehri ile askerlerini sınadığı gibi. Bundan dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz ancak bir imtihanız, yani Allah'tan gelmiş bir sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber veriyoruz. Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helâk olursun.

Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ka'b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda rivâyetler gelmiştir: İdris (aleyhisselâm) döneminde Âdem (aleyhisselâm)'ın çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah: Eğer sizler onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih ederiz, bizim böyle birşey yapmamız yakışmaz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: En hayırlılarınızdan iki melek seçiniz diye buyurdu, onlar da Hârut ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden ismi Nabati dilinde Bîdaht, Farisîde Nâhil, Arapçada da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın haram kıldığı nefsi de öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.

Salim babasından o da Abdullah'tan rivâyetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ahbar'ın haber verdiğine göre bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeyleri işlediler.

Bu rivâyetten başka şöyle denilmektedir: Bu iki melek dünya azâbı ile ahiret azabından birisini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki melek yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de azâb görmektedirler.

Denildiğine göre; Babil Irak bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söylenmiştir. Atâ'dan gelen rivâyete göre İbn Ömer, Zühre ve Süheyl yıldızlarını gördüklerinde onlara söğüp sayar ve Süheyl, Yemen'de insanlara zulmeden bir vergi memuru idi. Zühre ise Hârût ile Mârufun birlikte olduğu kadındı, derdi.

Deriz ki: Bütün bunlar zayıftır. Bu sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasından olsun uzaktır, bunların hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vahyinin eminleri olan peygamberlerine elçi olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere aykırıdır. Bu gibi şeyleri bunlar reddetmektedir. Çünkü melekler:

"Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler" (et-Tahrîm, 66/6);

"Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır, sözle O'nun önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27);

"Gece ve gündüz durmaksızın teşbih eder, dururlar." (el-Enbiyâ, 21/20)

Akıl, meleklerin günah işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeylere aykırı işler yapmalarını, onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey yüce Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte peygamberlerin, velilerin ve fazilet sahibi ilim adamlarının korkmaları da burdandır. Şu kadar var ki aklen câiz görülen böyle bir şeyin meydana gelmesi ancak sem' ile (peygamberden gelen nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih bir delil yoktur.

Böyle bir görüşün sahih olmadığının delillerinden birisi de yüce Allah'ın yıldızlan ve gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü haberde şöyle denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen yaratıldı: Zuhal, müşteri, behram, Utarit, zühre, güneş ve ay." İşte yüce Allah'ın:

"Her biri bir yörüngede yüzerler." (el-Enbiya, 21/33) âyetinin anlamı da budur. Böylelikle zühre ve Süheyl'in Âdem (aleyhisselâm)'in yaratılışından önce varolduğu isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize böyle birşey yakışmaz" demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi fitneye düşüremezsin. Ancak böyle birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız. Böyle bir sözün o şerefli meleklere nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. Çünkü yüce Allah onları tenzih ettiği gibi onlar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara yakışmayan her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin izzet sahibi yüce ve münezzehtir.

17- İki Melek veya İki Melik:

İbn Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen "el-Melekeyn" kelimesini lâm harfini esreli olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır. (Buna göre anlam: "...İki meliğe de..." şeklinde olur.) İbn Ebzâ der ki: Bunlar Davud ve Süleyman'dır. Buna göre edatı yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey indirilmedi, anlamına gelir.) Ancak

İbnu’l Arabî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık yapan iki tane Arap olmayan ve kâfir kimseler idi. Bu görüşe göre de mef'ûl olur, nefy edatı olmaz. (Buna göre de anlam: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına ve iki hükümdara indirilenlere uydular" şeklinde olur).

18- Babil:

"... Babil'de" âyetindeki Babil kelimesi müennes, özel isim ve Arapça olmayan bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin adıdır. Irak ve çevresi olduğu söylenmiştir. İbn Mes'ûd Kûfelilere şöyle demiştir: Sizler Hîre ile Babil arasında bir yerdesiniz.

Katâde de der ki: Babil, Nasibin'den Radıyallahü anh'su'layn'e kadar olan yerin adıdır. Kimisi de Mağrip'te bir yerdir, derken İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Kimisi de: Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Babil adının verilişi hususunda farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yıkılınca orada dillerin dağılması (tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği söylendiği gibi; sebebinin yüce Allah, Âdemoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve Allah orada onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört bir tarafına dağıttı. İşte bu ismi almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir.

Belbele, el-Halil'in dediğine göre dağıtmak demektir. Ebû Ömer İbn Abdi’l-Berr der ki: Belbele (dillerin ayrılıp dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz, Davud b. Ebû Hind'in, İlbân b. Ahmer'den, onun İkrime'den, onun İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir: Nûh (aleyhisselâm) Cudi'nin aşağı taraflarına inince "Semânun" ismini verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün sabahı ettiğinde ora halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü. Bunlardan bir tanesi de Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu.

19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve Mârût'un Fitnesi:

Abdullah b. Bişr el-Mâzinî rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dünyadan sakınınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o Hârût ve Mâruftan bile daha büyüleyicidir."

İlim adamlarımız der ki: Dünyanın Hârut ile Mârût'tan daha büyüleyici olması seni aldatıcılıklarıyla büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermemesidir. Seni dünyaya hırsla sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara girmeye, mal toplayıp biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, nihayet seni Allah'a itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riâyeti göstermene engel olur. O halde dünya Hârût ile Mâruftan daha büyüleyicidir. Kalbini alır, Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmekten alıkoyar. Onun vaİsimlerina ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünyanın büyüsü ise onu sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet almandır. Kalbini kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kaptırmandır. Bundan dolayıdır ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir şeye olan sevgin kör ve sağır eder." Ebû Dâvûd, Edeb 116; Müsned, V, 194, VI, 450. diye buyurmaktadır.

20- Hârut ile Mârût:

Hârût ve Mârût Arapça olmayan özel birer isimdir. Çoğulları Hevârît ve Mevârît gelir. Hevârite ile Huvvâr, Mevârite ile Muvvâr da denilir. Câlût ile Tâlût da böyledir.

Bunların iki melek olup olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha önceden işaret edilmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene yemin olsun. Şüphesiz ki bu iki melek onları büyüye karşı uyarmak kastıyla büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye çağırmak kastıyla büyü öğretmiyorlardı. Nitekim:

"Yemin olsun Âdemoğullarını tekrim ettik (üstün ve şerefli kıldık)" (el-İsra, 17/70) âyeti "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar (aklî ilimler) âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun anlamı şudur: Onlar insanlara bu işi yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi yapmayınız, kişi ile hanımını birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere sapmayınız, diyorlardı. Onların üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Âdeta insanlara: Bu işi yapmayınız emri inmiş gibi. Buna göre; "öğretmiyorlardı" âyeti "bildirmiyorlardı" anlamındadır. Nitekim: "Yemin olsun Âdemoğullarını tekrîm ettik" âyetindeki "kerremnâ"nın "ekremnâ" yani ona ikramda bulunduk, anlamında kullanılması da böyledir.

21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir Öğretmeleri:

"Biz ancak bir imtihanız. Sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi." Bu şekilde Hârut ile Mârût fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya" ise fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir.

Ne ile kâfir olunacağı hususu ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kâfir olmaktır, derken, kimileri de büyü yapmak suretiyle kâfir olmaktır, demişlerdir. el-Mehdevî'nin naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çünkü onlar bu sözlerini ancak sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyorlardı. Tercümede kesinti olmaması için, bir sonraki paragraf ile yeri değiştirilmiştir.

"Kimseye öğretmezlerdi" âyetindeki te'kid için zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur).

"...demedikçe" âyetinde fiil, ile nasb edildiğinden fiilin sonundan "nûn" harfi hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakîfliler bunu "ayn" harfi ile şeklinde söylerler.

"Öğretmezlerdi" âyetindeki zamirler Hârût ile Mârût'a aittir.

"Öğretmezlerdi" kelimesi hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek (ta'lim)"den gelmektedir. İkinci görüşe göre ise "öğretmekten (ta'limden)" değil de "i'lâm (bildirmek)"den gelmektedir. Bu görüşe göre bu kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap dilinde Bildirdi anlamında; öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bunu

İbnu'l Arabî ve İbnu'l Enbarî zikreder. Ka'b b. Mâlik bu anlamda olmak üzere şöyle der:

"Resûlüllah bana bildirdi senin bana yetişeceğini

Ve senden yapılan bir tehdit bizzat elle yakalamak gibidir."

el-Kutamî de şöyle demiştir :

"Sapıklıktan sonra doğruluk olduğunu ve

Bu sapıklığın bir gün gelip dağılacağım bildirdi."

Züheyl de şöyle demiştir:

"Ey filan, sana Allah'ın adına yemin ederek şunu bildiriyorum:

Gücünü iyi ölç, biç ve nerede yürüdüğüne dikkat et."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şunu bil ki, uğursuzluk yoktur

Ancak uğursuzluk peşinde olana (var) ki o da ölümdür."

22- Büyücünün Gücü:

"İşte ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi." Sîbeveyh der ki: Bunun takdiri şudur: Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen olur" âyeti gibidir. Bunun:

"Öğretmezlerdi" âyetine mahallen atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü

"öğretmezlerdi" âyetinin başına her ne kadar olumsuzluk "mâ"sına gelmiş ise de muhtevası öğretmekte olumluluk ifade eder. el-Ferrâ''nın görüşüne göre bu,

"İnsanlara sihri öğretiyorlardı" âyetine atfedilmiştir. "Onlar da o sihri öğretiyorlardı" demek olur. Buna göre

"öğrenirlerdi" âyeti:

"Biz ancak bir imtihanız" âyeti ile alakalıdır. Yani onlara gider ve öğrenirlerdi, anlamına gelir.

es-Süddî der ki: Hârût ile Mârût yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız, sakın kâfir olma, derlerdi. Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu küllükte küçük abdestini boz, derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan semaya doğru yükselen bir nûr çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar ve kulaklarına girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördüklerini haber verdiği vakit, o kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şeyleri öğretirlerdi.

Bir grup ilim adamı, büyücünün yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böyle bir ayrılık meydana getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği kanaatindedir. Çünkü yüce Allah bunu büyüyü yermek ve büyü öğretmenin nihaî sınırını belirtmek sadedinde sözkonusu etmiştir. Eğer bundan daha fazlasını yapabilmek sözkonusu olsaydı onu da zikrederdi.

Bir diğer kesim şöyle demektedir: Burada sözü geçen, çoğunlukla görülen durum dolayısıyladır. Büyünün sevmek ve yermek gibi, kötülüklerin ortaya çıkmasına sebeb olmak gibi kalplerde etkisi olduğu reddolunamaz. Bunun sonucunda büyücü koca ile karısını birbirinden ayırır, kişi ile kalbi arasına engel olur. Bu da birçok acıları ve büyük hastalıkları oraya yerleştirmekle sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile idrak olunan hususlardır. Bunu inkâr eden hakka karşı bile bile inad eden bir kimsedir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.

23- Büyünün Zararı:

"Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi" âyetindeki

"onlar" büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söylendiği gibi şeytanlara olduğu da söylenmiştir.

"Allah'ın izni" iradesi ve hükmü ile -emri ile değil-

"olmadıkça onunla" büyü ile

"hiçbir kimseye zarar verici değillerdir." Çünkü yüce Allah ahlaksızlığı emretmez ve insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez.

ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre

"Allah'ın izni ile olmadıkça" Allah'ın bilgisi dışında, anlamındadır. en-Nehhâs da der ki: Ebû İshak'ın:

"Allah'ın izni ile olmadıkça" ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını vermesi bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak olursa "ezen" sîgası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre, mecazen bunu onlara mubah kılmış gibi olur.

24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:

"Ve onlar kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı." Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek şeyler alsalar dahi ahirette kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı. Bu zararın dünya hayatında da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve eşleri birbirinden ayırmanın zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatında da büyücü için zararlı olur. Çünkü o takdirde te'dib edilir, cezalandırılır. Ve büyünün kötülüğü gelip ona da çatar. Âyetin geri kalan kısmı ise -âyetlerinın anlamı daha önceden geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır.

" Yemin olsun ki onlar onu satın alan kimsenin" âyetinin baş tarafındaki "lâm" harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade eder. Bu âyetteki kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Çünkü bu lâm'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat "ellezi" ism-i mevsûlu manasındadır. el-Ferrâ' der ki: Buradaki bu edat şarttır. ez-Zeccâc ise burası şartın sözkonusu olabileceği bir yer değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsûldur. Bu ifade: Yemin olsun ben sana gelen kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu biliyordum," demeye benzer. "Biliyorlardı" âyetinin başındaki "lâm" da te'kid içindir.

"Onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı.".. hiçbir nasib..." âyetindeki zaiddir. Bu edat olumlu cümlede zaid gelmez. Basralıların görüşü budur.

Kûfelilerin görüşüne göre ise, olumlu cümlede de zâid olarak gelir. Buna yüce Allah'ın:

"Günahlarınızı bağışlar" (Nûh, 71/4) âyetini örnek gösterirler.

Âyet-i kerimede geçen "el-halâk": Mücâhid'in açıklamasına göre pay demektir. ez-Zeccâc der ki: Dilcilere göre de bunun anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan ele geçen pay dışındaki paylar hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır.

Burada:

"Yemin olsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı" âyetinde onların bildiklerini haber vermekte; daha sonra ise:

"Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş olsalardı" âyetinde de bilmedikleri haber verilmektedir? diye sorulmuş ve buna Kutrub ve el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş ile cevap verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, kendilerini satanların ise bilmeyen insanlar olması sözkonusudur. ez-Zeccâc der ki: Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bence daha uygun olan açıklama:

"Yemin olsun ki onlar... biliyorlardı" âyetinde, bilenlerin iki melek olduğudur. Çünkü bu işi bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkında

"biliyorlardı" diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye benzer. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat:

"Keşke bilmiş olsalardı" diye buyurulmasının anlamı ise şudur: Yani onlar bu işleri yapmak suretiyle bilmeyen kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine aykın davranan kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü onlar ilimleriyle ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol göstericilik beklediler.

102 ﴿