115Doğu da batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vechi oradadır. Şühhe yok ki Allah Vâsi'dir hakkıyla bilendir: Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Doğu da Batı da Allah'ındır: "Doğu da batı da Allah'ındır." Meşrık (doğu) güneşin doğduğu yer, mağrib (batı) güneşin battığı yerdir. Yani bu ikisi de ikisinin arasında bulunan diğer yönler ve bütün yaratıklar -önceden de geçtiği üzere- varetmek, icad etmek itibariyle yalnız O'nun mülkü ve tasarrufundadırlar. Özellikle doğu ve batının sözkonusu edilmesi ve bunların yüce Allah'a ait olduklarının belirtilmesi şereflerine dikkat çekmek içindir. Allah'ın evi, Allah'ın devesi demek gibi. Çünkü ileride de açıklanacağı üzere âyetin nüzul sebebi bunu gerektirmektedir. "Bundan dolayı nereye dönerseniz" âyeti şarttır. Fiilin sonundan "nün" harfinin hazf edilmesi bundandır. Buradaki Nereye" kelimesi âmel eden türdendir. zâiddir. Cevabı: "Allah'ın Vech'i oradadır" âyetidir. "Dönerseniz" anlamındaki fiili, el-Hasen şeklinde, te ve lâm harflerini üstün ile okumuştur. Aslı ise şeklindedir. "Orada" âyeti zarf olarak nasb mahallindedir. Uzaklık ifade eder. Bu anlama gelen feth üzere mebni olup i'rab olmaz. Çünkü bu müphemlik ifade eder. Uzaklık ifade etmek için kullanılan "hunâke" gibidir. Yakın yeri anlatmak istedğimizde "hunâ" deriz. 3- Âyet'in Nüzul Sebebi ve Kıbleden Başka Yön ve Yolculukta Namaz; İlim adamları "bundan dolayı her nereye dönerseniz..." âyetinin nüzul sebebi hakkında beş ayrı görüş ortaya sürmüşlerdir: 1- Abdullah b. Âmir b. Rabia der ki: Bu âyet, karanlık bir gecede kıbleden başka bir tarafa namaz kılan kimseler hakkında inmiştir. Bunu Tirmizî, ondan (Abdullah'dan) o da babasından (Âmir'den) rivâyetle şöylece nakletmiştir: Biz, karanlık bir gecede yolculukta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bulunuyorduk. Kıblenin nerede olduğunu bilemedik. Bizden her bir kişi kendi kanaatine göre bir tarafa dönüp namaz kıldı. Sabahı edince bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattık. Bunun üzerine: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" âyeti nazil oldu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadisin isnadı pek istenen seviyede bir isnad değildir. Biz bu hadisi ancak Eş'as es-Semmân yoluyla biliyoruz. Eş'as b. Said Ebû Rabi' ise hadiste zayıf kabul edilmektedir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 3. İlim adamlarının çoğunluğu bu kanaatte olup şöyle demişlerdir: Bulutlu bir gecede kıbleden başka bir tarafa yönelip namaz kılsa, sonra da kıbleden başka bir tarafa namaz kıldığını açıkça anlasa o namazı caizdir. Süfyan, İbnu’l-Mübarek, Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Derim ki: Bu, Ebû Hanîfe'nin ve Mâlik'in de görüşüdür. Şu kadar var ki Mâlik şöyle der: Vakit içinde ise namazını iade etmesi müstehabdır. Ancak bu onun için vacib değildir. Çünkü o farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bir ibadeti kemal derecesinde yapabilmek ise vakti içerisinde telafi edilebilir. Buna delil olarak da tek başına namaz kılıp da ondan sonra vakti çıkmadan o namazın cemaatle kılındığını gören bir kimsenin onlarla namazını iade edeceğini belirten sünnetteki uygulamayı gösterir. Namazın vakti çıkmadan o namazı müstehab olarak iade etmesi istenen kimse, ancak kıbleyi tayin etmek için ictihad etmekle birlikte tamamıyla kıbleyi arkasına alan veya doğu ya da batı tarafına yönelen kimsedir. İctihad ederek az bir miktar sağa veya sola dönen bir kimsenin ise namaz vakti içinde de dışında da iade etme yükümlülüğü yoktur. el-Muğîre ve Şâfiî der ki: Böyle bir kimsenin kıldığı namaz yeterli değildir. Çünkü kıbleye dönmek namazın şartlarından birisidir. Ancak Mâlik'in söylediği daha sahih bir görüştür. Çünkü göğüs göğüse kılıçla çarpışma esnasında kıbleye yönelmeyi terketmeyi zaruret mubah kılabilmektedir. Aynı şekilde yolculuk halindeki ruhsat da ona yönelmemeyi mubah kılar. 2- İbn Ömer der ki: Bu âyet-i kerîme yolculuk yapan kimse hakkında inmiştir. O, bineği hangi tarafa dönerse o tarafa doğru nafile kılabilir. Bunu Müslim, İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medine'ye dönerken bineği üzerinde yüzü hangi tarafa olursa olsun namaz kılardı. Devamla İbn Abbâs der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" âyeti bunun hakkında nazil olmuştur. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 33. Bu Hadîs-i şerîf ve benzeri diğer hadisler dolayısıyla, binek üstünde olan kimsenin bu şekilde nafile namaz kılmasının câiz olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İleride de açıklanacağı üzere fazla korku dışında bir kimsenin kıbleye yönelmeyi kasten herhangi bir şekilde terketmesi câiz değildir. Bineği üzerinde bulunanla hevdecinde namaz kılan hasta ile ilgili olarak Mâlik'ten farklı görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde: Deve sırtında hastalığı artsa dahi farz bir namaz kılmaz demiştir. Suhnûn der ki: Eğer böyle bir şey yaparsa iade eder. Bunu el-Bâcî nakletmiştir. Bir seferinde de şöyle demiştir: Eğer yerde ancak ima ile namaz kılabilecek durumda ise deve üzerinde devesi durdurulduktan ve kıbleye doğru yöneldikten sonra namazını kılsın. İlim adamları sağlıklı bir kimsenin, farz bir namazı özel olarak aşın korku hali dışında, yerden başka bir alan üzerinde kılmasının câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Fukaha, namazın kısaltılamayacağı kısa mesafeli yolucuklar hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve arkadaşları ile es-Sevrî der ki: Yolcu ancak namazın kısaltılabileceği kadar bir mesafede bineği üzerinde nafile namaz kılabilir. Derler ki: Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nafile namaz kıldığına dair rivâyetin bulunduğu yolculuklar namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesafeli yolculuklardır. Şâfiî ve arkadaşları, Ebû Hanîfe ve arkadaşları Hasan b. Hay, Leys b. Sa'd ve Davud b. Ali der ki: Bütün yolculuklarda şehrin dışına çıktıktan sonra binek üzerinde nafile namaz kılmak caizdir. Bu yolculuk ister namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesafeli olsun, ister olmasın farketmez. Çünkü konu ile ilgili gelen rivâyetlerde herhangi bir yolculuğun tahsisine dair birşey yoktur. Câiz olan her bir yolculukta bu hüküm sözkonusudur. Şu kadar var ki kabul edilmesi gereken herhangi bir delil ile belli bir yolculuğun tahsis edildiğinin gösterilmesi hali bundan müstesnadır. Ebû Yûsuf der ki: Şehir içinde de bineğinin üzerinde ima ile namaz kılabilir. Çünkü Yahya b. Said'in Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre o Medine sokaklarında eşeği üzerinde olduğu halde ima ile namaz kılmıştı. Taberî der ki: Yürüyen olsun, binek üzerinde olsun, yolculukta olsun mukîm olsun, bineği üzerinde devesi üzerinde ve ayakları üzerinde yürürken, ima ile nafile namaz kılması caizdir. İmâm Şâfiî'nin arkadaşlarından birisinden nakledildiğine göre onların mezheplerinde kabul edilen görüş yolculukta da ikamet halinde de binek üzerinde nafile kılmanın câiz olduğu şeklindedir. el-Esrem de der ki: Ahmed b. Hanbel'e ikamet halinde binek üzerinde namaz kılma hakkında soru sorulunca o şöyle demiş: Yolculukta kılınabileceğine dair rivâyet işittim, fakat ikamet halinde iken böyle bir rivâyet işitmiş değilim. İbnu'l Kasım der ki: Hevdecinde nafile kılan kimse oturarak kılar. Onun kıyamı bağdaş kurarak oturması şeklinde olur. Ellerini dizleri üzerine koyarak rükûunu yapar, sonra da başını kaldırır. 3- Katâde'nin görüşüne göre bu âyet-i kerîme Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki; Necaşî vefat edince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine dışında müslümanları onun namazını kılmaya çağırdı. Buhârî, Cenâiz 4, 61, 65 Menâkıbu'l-Ensâr 38; Müslim, Cenaiz 62-67; Ebû Dâvûd, Cenâiz 58; Müsned, III, 319, v.s. Onlar: Biz, bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılan ve bu halde ölmüş bir kimsenin namazını nasıl kılarız? dediler. Habeş hükümdarı Necaşî -ki ismi Ashama idi, Arapça Atiyye demektir- ölünceye kadar Beytü'l Makdis'e dönüp namaz kılardı. Kıble ise Ka'be'ye çevrilmiş idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Onun hakkında da: "Muhakkak kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki Allah'a, size indirilene... îman ederler" (Ali İmrân, 3/199) âyeti nazil oldu. İşte bu Necaşî için bir mazeret olmuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kiram ile birlikte onun için bu şekilde namaz kılması hicretin dokuzuncu yılında olmuştu. Gaib cenaze namazını kabul eden -ki o da Şâfiî'dir- bunu delil göstermiştir. İbnu'l Arabî der ki: Cenaze namazı ile ilgili en garip mes'elelerden birisi de Şâfiî'nin gaibin namazının kılınacağını söylemiş olmasıdır. Bağdat'ta İmâm Fahrü'l İslâm'ın mescidinde bulunuyordum. Yanına Horasan'dan bir adam gelir girer, ona: Filan adam nasıldır diye sorar, sorduğu kişi vefat etti, deyince o da: İnna lillah ve inna ileyhi raciûn dedikten sonra bize dönüp; haydi kalkın size onun için namaz kıldırayım, der ve kalkıp bize onun namazını kıldırırdı. Ve bu, o kişinin vefatından altı ay sonra ve namaz kıldığı yer ile vefat eden kişinin beldesi arasında altı aylık bir mesafe olmasına rağmen oluyordu. Bu konuda onların dayanaklarını teşkil eden asıl delil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Necaşî üzerine namaz kıldırmasıdır. Bizim mezhep âlimlerimiz ise (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Bu hususta Peygambere has üç özellik vardır. a) Nasıl ki Mescid-i Aksa'yı görünceye kadar yeryüzü kuzeyiyle güneyiyle önüne derlenip toplandığı gibi aynı şekilde Necaşî'nin nâşını görünceye kadar kuzeyden güneye kadar yeryüzü önünde derlenip toplanmıştır. Ancak aykırı görüşü savunanlar: Onu görmenin faydası ne ki? Fayda onun namazının bereketinin ona ulaşmasındadır, derler. b) Orada Necaşî'nin namazını kılacak mü’minlerden veli olacak (bu işi üstlenecek) kimse yoktu. Aykırı görüşte olanlar: Bu, âdeten imkânsız birşeydir, derler. Bir hükümdar bir dine tabi olsun da ona tabi olan bulunmasın. Bir olayı imkânsız birşeyle te'vil etmek de imkânsız kabul edilir. c) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Necaşî'ye namaz kılmakla üzerine rahmetin inmesini ve hayatta olunca da ölünce de kendisine bu önemin verildiğini gördükleri takdirde, onun dışında kalan diğer hükümdarların da kalbini ısındırmak istemiştir. Bu görüşe aykırı kanaatte olanlar da derler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve başkalarının yaptıkları duanın bereketi ittifakla ölüye ulaşır. İbnu'l Arabî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Necaşî'nin namazını kıldırması ile ilgili olarak bence kabule değer olan görüş şudur: O Necaşî'nin ve onunla birlikte îman edenlerin ölü üzerinde namaz kılınması sünneti ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip değillerdi. Onun namazı kılınmadan defnedileceği öğrenilince elini çabuk tutarak onun üzerine namaz kıldı. Derim ki: Birinci te'vil daha güzeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber onu gördüğü takdirde gaib bir kimsenin namazını kılmış olmaz, Hazır olan ve görülen bir kimsenin namazını kılmış olur. Gaib ise görünmeyen hakkında kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Âyetin nüzul sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöyle demiştir: Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Beytü'l Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi. Ancak kıble Ka'be'ye döndürülünce bu sefer yahudiler: Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu dediler, bunun üzerine de: "Doğu da batı da Allah'ındır" âyet-i kerimesi nazil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahudiler Kıble'ye karşı tepki gösterince şanı yüce Allah da kullarının kendisine dilediği şekilde ibadetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e dönmelerini emreder, dilerse Ka'be'ye doğru yönelmelerini emreder. O bir işi yaptı diye O'na karşı bir delil getirilemez, yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, insanlar sorumlu tutulurlar. 5- Bu âyet-i kerîme: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün" (el-Bakara, 2/144 ve 150) âyeti ile neshedilmiştir. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. Sanki önceleri kişi dilediği şekilde namaz kılabilirdi, sonra bu neshedilmiş gibi bir mana anlaşılmaktadır. Katâde ise nesheden âyet yüce Allah'ın: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (el-Bakara, 2/149); yani onun yönüne doğru döndür, âyetidir, der. Bunu da et-Tirmizî nakletmektedir. Tirmizî, Tefsir 2. sûre 4. 6- Mücâhid ve ed-Dahhâk'tan da bu âyetin muhkem olduğu rivâyet edilmiştir. Anlamı da şudur: İster doğuda bulununuz, ister batıda bulununuz, kendisine yönelmeniz emrolunan Allah'ın Vechi (ciheti) -ki o da Ka'be'dir- oradadır. Yine Mücâhid ve İbn Cübeyr'den gelen rivâyete göre: "Bana dua edin size icabet edeyim (duanızı kabul edeyim)" (el-Mu'min, 40/60) âyeti nazil olunca ashab-ı kiram'ın nereye doğru yönelelim, diye sormaları üzerine "bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vech'i oradadır" âyet-i kerimesi nazil oldu. İbn Ömer ile en-Nehaî'den rivâyete göre; siz yolculuklarınızda ve gittiğiniz yerlerde nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır, demektir. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın: "Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" (âyet, 114) âyeti ile ilişkilidir. Buna göre anlamı şöyle olur: Ey mü’minler, yüce Allah'ın toprakları sizin için geniştir. Hepinizi kuşatır. O bakımdan Allah'ın mescidlerini tahrip eden kimseler, -arzının neresinde bulunursanız bulununuz- yüzlerinizi Allah'ın kıblesine doğru çevirmenize engel teşkil etmesin. Bu âyet-i kerimenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılı Beytullah'a girmesinin engellenmesi ve müslümanların bundan dolayı üzülmesi üzerine nazil olduğu da söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerimenin nüzulü ile ilgili on ayrı görüş ortaya çıkmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi neshedilmiş kabul eden kimselere, âyetin ifadesi haberdir, diye itiraz edilemez. Çünkü bu âyetin emir anlamına gelme ihtimali vardır. "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" âyetinin anlamı Allah'ın Vechi'ne doğru yüzlerinizi döndürünüz, şeklinde olabilir. İşte Haccac tarafından yüzü yere doğru döndürülerek boğazlanması emredilince Saîd b. Cübeyr'in (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) okuduğu âyet-i kerîme budur. 4- Yüce Allah'a Kur'ân ve Sünnette Vech (yüz) İzafe Edilmesinin Anlamı: Kur'ân ve sünnette yüce Allah'a izafe edilen Vech'in te'vili ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İleri gelen ilim adamları der ki: Bu, varlığın kendisine racîdir. Varlıktan vech ile söz etmek mecazî bir ifadedir. Çünkü vech, gören kimseye göre organların en açık görüneni ve en üstün değerlileridir. İbn Fûrek der ki: Bazan kelimelerin anlamlan daha da genişletilerek maksat nitelenen olmakla birlikte birşeyin niteliği sözkonusu edilebilir. Bir kimsenin: Alimi gördüm ve alime baktım kastıyla ben filan kişinin bu gün ilmini gördüm ve ilmine baktım demesi gibi. Aynı şekilde burada da vechin sözkonusu edilmesi de böyledir. Kasıt vechi olan yani varlığı olan kimsedir. İşte yüce Allah'ın: "Biz size ancak Allah'ın vechi için yediriyoruz" (el-İnsan, 76/9) âyeti bu şekilde açıklanıp yorumlanmıştır. Çünkü bundan kasıt, vechi bulunan Allah için yediriyoruz, demektir. Diğer taraftan: "Ancak o çok yüce Rabbinin vechini umarak..." (el-Leyl, 92/20); âyeti, vechi olan zatın rızasını umarak demektir. İbn Abbâs der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade etmek için kullanılır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır.: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi ise baki kalır." (er-Rahmân, 55/27) İmâmlardan birisi de şöyle demiştir: Bu, kadim olan yüce Allah'ın sıfatları arasında, aklın gerekli gördüğü sıfatlara ek ve onlardan ayrı sem'î yolla sabit olmuş bir sıfattır. İbn Atiyye de der ki: Ancak Ebû'l-Mealî bu görüşü zayıf kabul etmiştir. Evet, bu görüş bu şekilde zayıftır. Ancak kasıt O'nun varlığıdır. Burada sözü geçen "vech"den kastın, bizim kendisine yönlendirildiğimiz cihet, yani kıble olduğu da söylenmiştir. Vech'in kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Saymak imkânı bulunmayan günahtan dolayı Allah'tan mağfiret dilerim O Allah ki kulların Rabbidir, vech (kasıt) ve amel de O'nadır." "Allah'ın Vechi oradadır" âyetinden kastın, Allah'ın rızası ve sevabı oradadır, demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Biz ancak size Allah'ın vechi için yediririz" derken, O'nun rızası için ve O'nun sevabını talep ederek yediririz denmek istenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfi de bu anlamdadır: "Her kim Allah'ın vechini umarak bir mescid bina ederse Allah da onun gibisini cennette o kişi için bina eder."; Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesacid 24, 25; Zühd 43-44. "Kıyâmet gününde mühür vurulmuş birtakım sahifeler getirilir. Yüce Allah'ın huzuruna bu sahifeler dimdik dikilir. Aziz ve celil olan Allah meleklerine: Şunu atınız, bunu kabul ediniz buyurur. Melekler, rabbimiz izzetin hakkı için yemin ederiz ki biz hayırdan başka birşey görmedik. Yüce Allah daha iyi bildiği halde şöyle buyurur: Bu benim vechimden (rızamdan) başkası içindi. Ben benim vechim (rızam) aranarak yapılan dışında hiçbir ameli kabul etmem." Darakutnî, I, 51. Yani Benim için halis olmayan hiçbir ameli kabul etmem diye buyurur. Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. "Allah'ın yüzü oradadır" âyetinden "Allah oradadır" denmek istendiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Siz nerede olursanız O sizinle beraberdir" (el-Hadid, 57/4) âyetine benzemektedir. Bunu el-Kelbî ve el-Kutebî demiştir, Mu'tezile'nin görüşü de buna yakındır. "Şüphe yok ki Allah vâsi'dir"; yani kullarına dinlerinde genişlik verendir. Onların vüs'atlerinde olmayan (takatleri dışında kalan) şeylerle onları yükümlü tutmaz. Burada "vâsi'"in O'nun bilgisi herşeyi kuşatır anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O'nun bilgisi herşeyi kuşatacak genişliktedir." (Taha, 20/98) âyetinde olduğu gibi. el-Ferrâ' der ki: el-Vâsi': Bağışı ve verdiği, herşeyi kuşatacak kadar geniş olan cömert demektir. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Ve Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (el-A'raf, 7/156) âyetidir. Bunun, mağfireti geniş anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani hiçbir günahı bağışlamak O'na büyük bir iş gelmez, demek olur. Kullara lütfuyla ihsan eden bununla birlikte amellerine muhtaç olmayan demek olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişi kendisinden isteneni kuşatır, yani bu konuda cimrilik etmez, denilir (iken bu kökten gelen fiil kullanılır). Allah da: "Vüs'at sahibi (genişlik sahibi) olan da vüs'atince infak etsin." (et-Talâk, 65/7); yani zengin olan kişi de Allah'ın kendisine verdiğinden harcamada bulunsun, diye buyurmaktadır. "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. |
﴾ 115 ﴿