164

Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta, akıl eden bir topluluk için nice âyetler vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Atâ der ki:

"Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyeti nazil olunca Kureyş kâfirleri: Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl olur da yeter, demeye başladılar. Bunun üzerine:

"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.." âyeti nazil oldu.

Bunu Süfyan, babasından o Ebû'd-Duhâ'dan şöylece rivâyet etmektedir: "Hepinizin ilahı tek bir ilahtır" âyeti nazil olunca bunun herhangi bir delili var mıdır? dediler. Bunun üzerine yüce Allah:

"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." âyetini inzal buyurdu. Onlar sanki bu sözleriyle bir âyet (mucize) istediler de Allah da onlara tevhidin delilini böylece beyan etti. Bu alemin, bu harikulade yapının mutlaka bir bina edicisi ve bir sânii olduğunu onlara açıkladı.

"Gökler (semâvât)"ın çoğul gelmesi, değişik cinslerden olduğundan dolayıdır. Çünkü her bir sema, ötekinin cinsinden ayrıdır. Buna karşılık yerin tekil olarak zikredilmesi hepsinin toprak oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Semânın âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil) olma özelliği, altından direksiz olarak, üstünden de herhangi bağı olmaksızın yükseltilmiş olmasıdır. Bu,

Allah'ın sonsuz kudretine ve olağanüstü yaratıcılığına delildir. Eğer bir peygamber gelip de herhangi bir bağlantısı bulunmaksızın havada bir dağın durması şeklinde (bir mucize göstermesi için) ona meydan okuyacak olsa (o da bunu getirse) bu bir mucize olur. Diğer taraftan gökte güneş, ay, gezegenler, aydınlık saçan, doğan ve batan, parıl parıl parlayan ve ışık saçmayan yıldızların bulunması da ikinci bir âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil)dir.

Yeryüzünün âyet oluşu ise denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaçlarıyla, yumuşak ve sert arazileriyledir.

2- Gece İle Gündüz:

"Gece ile gündüzün değişip durmasında..." Bunların değişip durması bilinemeyen bir yerden (ya da bir sebepten ötürü) birisinin gelmesi, ötekinin de gitmesidir. Aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık gibi nitelikleri açısından aralarındaki farklılığın sözkonusu edildiği de söylenmiştir.

Leyi (gece): "Leyle"nin çoğuludur. Ayni anlamda olmak üzere: "Leyâli ve leyâl" şeklinde de çoğulu yapılır. Çoğul yapma ölçülerinin dışına çıkan istisnaî çoğul şekillerinden birisidir. "Leyâlî" kıyas itibariyle "leylâfın çoğulu gibidir. Şiirde de bunu kullanmışlardır:

"Her gün ve her gecede.."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her gün ve her gecede

Hatta onu gören herkes şöyle der:

Vay yazık böyle bir deveye, bu ne kadar bedbahttır!"

İbn Faris, el-Mücmel adlı eserinde şöyle demektedir: Bir çeşit kuşa leyi denildiği de söylenmektedir. Ancak ben böyle bir şeyi bilmiyorum.

Gündüz (nehâr) ise: "Nûhur ve enhira" şeklinde çoğul yapılabilir. Ahmed b. Yahya Sa'leb der ki: Neher kelimesi nuhur'un çoğuludur. Nûhur, "nehâr"ın çoğulunun çoğuludur. "Nehâr"ın çoğul yapılmayan müfred bir isim olduğu da söylenmiştir. Buna sebep ise masdar anlamını ihtiva etmesidir. "Ziya" demek gibi. Az hakkında da çok hakkında da kullanılır. Ancak birincisi daha çoktur. Şair der ki:

"Eğer iki tirit olmasaydı zayıflayarak helâk olurduk

Biri gece tiridi, diğeri de gündüzleri gelen tirit."

İbn Fâris der ki: Nehâr'ın ne demek olduğu bilinmektedir. Çoğulu neher ve enher gelir. Neher kelimesinin nuhur şeklinde çoğulu yapıldığı söylenir. Nehar ise tan yerinin ağarması ile güneşin batması arasındaki aydınlık vakittir. Toy kuşu yavrusuna neher denildiği de söylenir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Neharın başı güneşin doğmasıdır. Bundan öncesi ise nehar'dan sayılmaz. Sa'leb ise der ki: Araplara göre nehâr'ın (gündüzün) başlangıcı güneşin doğuşudur. Buna delil de Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu beyitini göstermektedir:

"Ve güneş her bir gecenin sonunda doğar

Kırmızı olarak ve onun rengi gül gibi olur."

Ayrıca Adiy b. Zeyd'in şu sözlerini de delil gösterir:

"Ve o güneşi bir engel kıldı ki onda bir kapalılık yoktur

Gündüz ile gece arasında; bunlar birbirinden ayrılmıştır."

el-Kisaî de şöyle bir beyit nakletmektedir:

"Gündüzün güneşi çıktığı vakit şüphesiz ki o

Benim sana selam verdiğimin emaresidir, sen de selam ver (selâmımı al)!"

ez-Zeccâc ise "Kitabu'l-Envâ" adlı eserinde şöyle demektedir: Gündüzün başlangıcı, güneşin ışıklarını zerrecikler gibi saçması iledir.

İbnu'l-Enbarî ise, zamanı üç bölüme ayırın Bir bölümü katıksız gece; bu güneşin batışından tan yerinin ağarmasına kadar olan vakittir. Bir bölümü katıksız gündüz; bu da güneşin doğuşundan batışına kadar olan vakittir. Bir bölümü ise gündüz ile gece arasında ortaktır. Bu da tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Çünkü bu vakitte gece karanlığının kalıntıları da devam etmekte, gündüzün ışığının başlangıçları da bir arada görülebilmektedir.

Derim ki: Doğrusu tan yerinin ağarmasından güneşin batış vaktine kadar devam ettiğidir. Nitekim İbn Fâris de el-Mücmel inde böyle rivâyet etmektedir. Buna Sahih-i Müslim'deki şu sahih Hadîs-i şerîf de delalet etmektedir: Adiy b. Hatim dedi ki:

"Tan yerinin beyaz ipliği sizin için (tarafınızdan) seçilinceye kadar yeyin, için." (el-Bakara, 2/187) âyeti nazil olunca Adiy b. Hatim, ey Allah'ın Rasûlü, ben yastığımın altına iki iplik koyuyorum, biri beyaz iplik, öbürü siyah iplik. Bu ikisiyle geceyi gündüzden ayırdedebiliyorum deyince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Muhakkak senin yastığın oldukça geniştir. Burada sözkonusu olan gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır. " Müslim, Siyam 33; Buhârî, Tefsir 2. sûre 28; Ebû Dâvûd, Savm 18.

İşte bu Hadîs-i şerîf gündüzün, tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar olduğunu hükme bağlamaktadır.

Aynı zamanda bu, yeminler ile ilgili hususlarda fıkhı (derin bilgi sahibi olmayı) da gerektirmektedir ve buna pek çok hükümler bağlı bulunmaktadır. Mesela, bir kimse bir başkasıyla gündüzün konuşmamak üzere yemin etse ve güneşin doğuşundan önce onunla konuşsa yeminini bozmuş olur, birinci görüşe göre ise bozmuş olmaz. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyeti bu hususta ayırdedici söz ve nihaî hükmü bildirir. Kelimenin dildeki zahirî anlamına bakıp bunun sünnette hangi anlamda kullanıldığını ele aldığımız taktirde gündüzün, aydınlığın yayılması demek olduğunu görürüz. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Ona avucumu (darbemi) iyice yerleştirdim ve onun deliğini açıp genişlettim

Onun önünde duran, (açtığım yaranın) arkasını görebiliyordu."

Huzeyfe'den bu görüşe delalet eden rivâyet de gelmiş olup bunu Nesâî rivâyet etmiştir. İleride oruç âyetleri açıklanırken (el-Bakara, 2/173 vd.) yüce Allah'ın izniyle bu da gelecektir.

3- Denizler ve Faydaları:

"İnsanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde..." âyetinde yer alan:

Fülk: Gemiler demektir. Tekili de çoğulu da aynıdır. Müzekkeri ve müennesi de yapılır. Şu kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Âdeta çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. Buna teşriiye yapılırken "fülkâni" denilmesi delil gösterilebilir. "Fülk" kelimesi tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah:

"O dopdolu gemide" (Yasin, 36/41) âyetinde bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. "Denizlerde akıp giden gemilerde" şeklinde bu âyet-i kerimede ise, müennes olarak kullanmaktadır ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır.

Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır:

"Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde..." (Yûnus, 10/22) âyetinde de çoğul gelmiştir. Sanki bu kelime tekil olduğu vakit binilen bir tek gemi (kayık ve benzeri) olarak kullanılarak müzekker getirilmekte, bildiğimiz manada büyük gemi (sefine) halinde ise müennes olarak kullanılır gibidir. Bunun tekilinin "felek" çoğulunun ise "fülk" olduğu da söylenmiştir. Esed ve Üsd, Haşeb ve Huşb gibi. Aslı dönmek, deveran etmekten gelir. Yıldızların üzerinde döndüğü semanın feleği (yörüngesi) de buradan gelmektedir. Kız çocuğun memelerinin yuvarlaklaşmasını ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Yün eğirirken kullanılan kirmenin dönüşüne de "feleke" denilir. Gemiye "fülk" denilmesi ise su ile birlikte en kolay bir şekilde deveran etmesi dolayısıyladır.

Bu âyette gemilerden Allah'ın varlığına delil (âyet) olaralrsöz edilmesine gelince: Yüce Allah bu gemileri su üzerinde yürüyecek şekilde ve ağır olmalarına rağmen su üzerinde duracak şekilde musahhar kılmıştır. Yüce Allah'ın bize bildirdiği gibi gemiyi ilk yapan kişi Nûh (aleyhisselâm)'dur. Hazret-i Cebrâîl ona: Sen gemiyi kuşun iskeleti gibi yap dedi. Nûh (aleyhisselâm) da Hazret-i Cebrâîl'in kendisine gösterdiği şekilde yaptı ve sonrakilere gemi yapmayı miras bıraktı. Sefine ters dönmüş bir kuştur. Onun altındaki su ise kuşun üstündeki hava gibidir. Bu açıklamayı

İbnu'l Arabî yapmıştır.

4- Denizde Yolculuk Yapmanın Hükmü:

Bu âyet ve benzerleri ister, ticaret amacıyla olsun ister hac ve cihad gibi ibadet amacıyla olsun denizde yolculuk yapmanın mutlak olarak câiz olduğunun delilidir. Sünnet-i seniyyeden Ebû Hüreyre yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîf de böyledir: Ebû Hüreyre dedi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bizler denizde yolculuk yapıyor ve beraberimizde az miktarda su alıyoruz.. Ebû Dâvûd, Tahâre 41; Tirmizî, Tnhare 52; Nesâî, Tahare 47; Muvatta’'', Tahâre 12; İbn Mâce, Tahâre 38.

Enes b. Mâlik yoluyla rivâyet edilen Umm Haram kıssası ile ilgili Hadîs-i şerîf de böyledir, her ikisini de hadis İmâmlarından olan İmâm Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir. Bk. Buhârî, Cihad 3, Tabir 12; Müslim, İmare 160; Ebû Dâvûd, Cihâd 9; Nesâî, Cihad 40; Muvatta’'', Cihad 39.

Enes yoluyla gelen Hadîs-i şerîfi ondan bir topluluk rivâyet etmiştir. Onlar da İshak b. Abdullah b. Ebi Talha'dan o da Enes yoluyla rivâyet etmişlerdir. Ayrıca bu hadisi Bişr b. Ömer, Mâlik'ten, o İshak'tan, o Enes'ten, o da Umm Haram'dan rivâyet ederek hadisin senedini Umm Haram'a kadar götürmüş ve Enes'e kadar götürerek Enes tarafından rivâyet edilen bir hadis olarak kaydetmemiştir. Bu şekilde hadisi Bundar Muhammed b. Beşşâr da böylece ondan rivâyet etmiştir.

Bu Hadîs-i şerîfte erkekler için de kadınlar için de cihad amacıyla denizde yolculuk yapmanın açık bir delili vardır. Cihad kastıyla denizde yolculuk yapmak câiz olduğuna göre farz olan hac için denizde yolculuk yapmak daha öncelikle caizdir, hatta vaciptir.

Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdülaziz'den denizde yolculuk yapmanın men edildiğine dair rivâyetler gelmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye bu görüşü reddetmektedir. Eğer denizde yolculuk yapmak mekruh olsaydı ya da câiz olmasaydı muhakkak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine, biz denizde yolculuk yapıyoruz, diyenlere bu işi yasaklardı. Bu âyet-i kerîme ve benzerleri konu ile ilgili açık bir nastır ve bu hususta onlara baş vurulması gerekir.

Diğer taraftan her iki Ömer'den (Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdülaziz'den) gelen bu hususa dair rivâyet şu şekilde te'vil edilebilir: Onların bu engellemeleri ihtiyatlı davranmaya ve dünyalık talebi ile daha çok kazanç elde etmek arzusuyla canları tehlikeye sokmayı terketmek amacıyla söylenmiş diye yorumlanabilir. Farzların edası hususunda ise böyle bir yasak sözkonusu olamaz.

Anlam itibariyle denizde yolculuk yapmanın câiz olduğuna delalet eden hususlardan birisi de şudur: Yüce Allah denizleri yeryüzünün ortasına yerleştirmiş ve insanları denizin her iki kıyısında yaşayacak şekilde var etmiştir. İnsanların bu menfaatlerini her iki tarafda ayrı ayrı yerleştirmiştir. Bu menfaatlerden birisinin elde edilmesi ve öbür tarafa getirilmesi ancak denizin aşılması ile mümkündür. Allah da denizde yolculuk yapmayı gemiler ile kolaylaştırmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabi yapmıştır.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İmâm Mâlik hac amacıyla kadının gemide yolculuk yapmasını mekruh görürdü. O bakımdan o cihad amacıyla denizde yolculuk yapmayı daha da mekruh görürdü. Kur'ân ve Sünnet ise onun bu konudaki görüşünü reddetmektedir. Şu kadar var ki Basralı bizim mezhebimize mensup bazıları şöyle demektedir: İmâm Mâlik'in böyle bir şeyi mekruh görmesi Hicaz'daki gemilerin küçük oluşundan dolayıdır. Kadınlar ise bu gemilerde yolculuk yaptıkları takdirde dar oldukları için ve orada yolculuk yapanlar kalabalık teşkil ettiklerinden dolayı ihtiyaçlarını gördükleri takdirde gereken şekilde tesettüre riâyet edemezler. Ayrıca Medine'den Mekke'ye karayoluyla yolculuk yapmak mümkün idi. İşte İmâm Mâlik bu sebepten böyle bir yolculuğu mekruh görmüştür. Basralıların gemileri gibi büyük gemilere gelince; bunlarda yolculuk yapmakta (kadınlar için) bir mahzur yoktur. (Devamla) der ki: Aslolan haccın bulûğa ermiş bulunan hür kimseler arasından oraya yol bulabilen kimse için bir farz olduğudur. Kadın ya da erkek olsun farketmez. Şu şartla ki, yolda güvenliğin çoğunlukla görülen bir durum olması gerekir. Bu konuda denizin karadan ayrı bir özelliği sözkonusu değildir.

Derim ki: Kitap, sünnet ve mana, aynı zamanda bu iki husus için de yani hem ibadet ve hem ticaret kastıyla deniz yolculuğu yapmanın mubah olduğunu göstermektedir. İşte bunlar bu konudaki delili teşkil ederler ve bunlara uymak gerekir. Şu kadar var ki, insanlar denizde yolculuk yapmaktan farklı şekilde etkilenirler. Kimisi denizde kolaylıkla yolculuk yapar ve bu, ona ağır gelmez. Kimisine de ağır gelir ve denizdeki yolculuk esnasında kuvvetten düşer. Aşın derecede denizin tuttuğu ve aşın derecede başı dönen ile denizde yolculuk yaptığı esnada farz namazı ve diğer benzeri farzları eda edemeyen kimsenin durumu gibi. Birincisi için denizde yolculuk yapmak caizdir. İkincisi için ise böyle bir yolculuk haramdır, bundan dolayı da engellenir.

5- Denizin Aşırı Dalgalı Olması Halinde Denizde Yolculuk:

Deniz, aşırı derecede yükselip büyük büyük dalgalarla dalgalandığı takdirde bu dalgalanması esnasında olsun, çoğunlukla esenlikle yolculuğun sürdürülemeyeceği zamanlarda olsun, herhangi bir kimsenin denizde yolculuk yapmasının câiz olamayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş birliği vardır. İlim adamlarına göre çoğunlukla esenliğin sözkonusu olabildiği zamanlarda deniz yolculuğu yapmak caizdir. Çünkü böyle durumlarda denizde yolculuk yapıp da kurtulanların sayısı tesbit edilemeyecek kadar çoktur. Diğer taraftan bu gibi yolculuklarda hayatını kaybedenlerin sayısı ise mahduttur.

6- İnsanlar İçin Faydalı Olan Gemiler:

"İnsanlar için faydalı şeylerle" ticaret ve buna benzer durumlarını düzeltmeye yarayan değişik maksatlar için kendilerine fayda sağlayacak " denizlerde akıp giden gemilerde..." denizde yolculuk yapmakla kârlar elde edilir. Aynı şekilde kendisine mal götürülenler de yararlanırlar.

Dine dil uzatan bazı kimseler şöyle demiştir: Yüce Allah sizin Kitabınızda:

"Biz o Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'am, 6/38) diye buyurmaktadır. Peki, yemeğe güzel tatlar veren tuz, karabiber ve buna benzer türlü baharatlardan nerede söz edilmektedir? Bu kişiye:

"İnsanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde.." âyetinde bu dediğin sözkonusu edilmektedir, diye cevap verilmiştir.

7- Gökten İndirilen Su:

"Allah'ın gökten indirip... suda" Burada kastedilen aleme can veren, bitkileri ve türlü azıkları çıkartan yağmurlardır. Bu yağmurun bir kısmını (yerin altında), yağmur yağmadığı zamanlarda ondan yararlanmak için depolar. Nitekim yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır:

"O suyu yerde (yeraltı su kaynaklarında) durdurduk." (el-Mü’minun, 23/18)

8- Yeryüzündeki Canlılar:

"Ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında" dört bir yana dağıtmasında..

"O gün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4) âyetindeki

"darmadağın" kelimesi de aynı kökten gelmektedir.

Âyet-i kerimede geçen

"dâbbe (mealde: Her türden canlı)" kelimesi bütün canlıları kapsayan bir ifadedir. Bazıları kuşları

"dâbbe" kelimesinin kapsamı dışında kabul etmekle birlikte bu görüş reddedilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yerde yürüyen ne kadar canlı (dâbbe) varsa hepsinin rızkını vermek Allah'a aittir." (Hud, 11/6) Çünkü kuş da bazı hallerinde iki ayağı üzerinde yerin üzerinde hareket eder. Nitekim şair el-A'şâ şöyle demektedir:

"Suya giden her yolda vadinin bağırtlak kuşlarının debelenmesi..."

Burada "debelenme" diye tercüme ettiğimiz "debîb" kelimesi âyet-i kerimede de geçen ve her türlü canlıyı ifade ettiği kaydedilen "dâbbe" kelimesiyle aynı köktendir.

Alkame b. Abede de der ki:

"Yıldırımları kuşları'nın bir kıpırdanış (debib)dır."

9- Esen Rüzgârlar:

"Rüzgârları estirişinde..." âyetinde sözü geçen estiriş: (tasrîf) Rüzgârları kısır ve aşılayıcı, aşırı soğuk ve sesli, yardım, helâk edici, sıcak, soğuk, yumuşak ve fırtına şeklinde şiddetli olarak estirilmesi demektir. Rüzgârların estirilmesi güney, kuzey, batı, doğu (saba) ve rüzgâr esen iki cihet arasından gelen ara yön rüzgârları demektir, de denilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre rüzgârların estirilmesi, büyük gemileri de küçük gemileri de aynı şekilde sürükleyecek kadar esmesi ve her ikisini de onlara zarar verecek şeylerden koruması demektir. Yelkenlerinin büyük ya da küçük olması önemli değildir. Çünkü rüzgar eğer tek bir parça halinde gelmiş olsaydı yelkenlere çarpar ve bu yelkenli gemilerin batmasına sebep olurdu.

Riyâh (rüzgârlar) kelimesi "rîh" kelimesinin çoğuludur. Rüzgâra çoğunlukla huzur ve sükûn (radıyallahü anhvh) getirdiğinden dolayı bu ad verilmiştir.

Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle derken dinledim: "Rüzgâr Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet de getirir, azap da getirir. Onu gördüğünüzde ona sövmeyiniz, Allah'tan hayrını isteyiniz, şerrinden de Allah'a sığınınız." Ebû Dâvûd, Edeb 103

Bu hadisi aynı şekilde İbn Mâce de Sünen'inde şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe anlattı. Bize Yahya b. Said anlattı. Yahya, el-Evzaî'den, o ez-Zührî'den anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bize Sabit ez-Zürakî, Ebû Hüreyre'den naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Rüzgara sövmeyiniz. Çünkü o Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet ile de gelir, azâb ile de. Fakat siz Allah'tan onun hayrını isteyiniz ve kötülüğünden de Allah'a sığınınız." İbn Mâce, Edeb 29. Ayrıca, Müsned, II, 250, 268, 409...; Tirmizî, Fiten 65

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: "Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü rüzgâr Rahmânın nefesindendir." Bunun anlamı şudur: Şanı yüce Allah, rüzgâra, ferahlık vermek, rahat nefes aldırmak ve dinlendirmek özelliğini vermiştir. Buradaki izafe, yani rüzgârın Rahmân'ın nefesine izafe edilmesi, fiilin O'nun tarafından yapılmasından dolayıdır. Yani, şanı yüce olan Allah rüzgârı bu şekilde takdir etmiştir.

Müslim'in Sahih'inde de İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Ben (Ahzab gününde) saba rüzgârıyla muzaffer kılındım, Âd kavmi ise Debûr (batıdan esen rüzgâr) ile helâk oldu." Buhârî, İstiska 26, Bed'u’l-halk 5, Enbiyâ 6, Edeb 84, Meğâzi 29; Müslim, istiskâ 17.

İşte bu da şanı yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Ahzab günü estirdiği rüzgârlar ile sıkıntıdan kurtardığına dair gelen haberlerin anlamını dile getirmektedir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Biz de onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik" (el-Ahzab, 33/9)

Günlük konuşmalar esnasında: "Allah filan kişinin dünya kederlerinden bir kederini nefeslendirdi." Yani açtı denilir.

Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan -aynı kelime kullanılarak-Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her kim müslüman bir kimsenin dünya kederlerinden bir kederini açarsa Allah da o kimsenin kıyâmet günü kederlerinden bir kederini açar." Müslim, Zikir 38; Ebû Dâvûd, Edeb 60.

Şair de der ki:

"Saba rüzgârı estiği vakit

Kederli birisinin ciğeri üzerinden, kederleri açılıp gider gibi."

İbnü'l-Â'rabî der ki: Nesim (esinti) rüzgârın ilk estiği sıralardır. "Rih" (rüzgâr) kelimesinin aslı rûh şeklindedir. Bundan dolayı azlık belirten çoğulu "ervah" şeklinde gelir. "Eryah" diye gelmez. Çünkü bu kelimenin asıl harfleri arasında ya değil vav vardır, "Riyali" denilmesi ise çokluğu ifade etmek ve ya'nın radıyallahü anh harfinin esreli oluşu ile münasib geldiğinden dolayıdır. Hazret-i Hafsa'ya nisbet edilen Mushafta ise şeklinde yazılıdır.

10- Kur'ân-ı Kerîm'de Rîh (Rüzgâr) Kelimesinin Farklı Kıraati:

Yüce Allah'ın:

"Rüzgârları estirişinde" âyetinde geçen (ve rüzgârlar anlamına gelen): "er-Riyâh" kelimesini Hamza ve el-Kisaî tekil olarak

"er-rîh: Rüzgâr" şeklinde okumuştur. Aynı şekilde el-A'raf (7/57), el-Kehf (18/45) İbrahim (14/18), en-Neml (27/63), er-Rûm (30/48), Fâtır (35/9), eş-Şûrâ (42/33), el-Câsiye (45/5)'daki kelimeleri de tekil olarak okurlar. Buralarda aralarında okuyuş farkı yoktur.

İbn Kesîr de A'raf, Neml, Rum, Fatır ve Şûra sûrelerindeki kelimeleri onlar gibi okurken, Hamza:

"Rüzgârları aşılayıcılar..." (el-Hicr, 15/22)'de tekil olarak, İbn Kesîr de:

"Ve O rüzgârları müjdeleyin olarak gönderendir." (el-Furkan, 25/48)'dekini de tekil olarak okumuştur. Geri kalan kıraat İmâmları ise İbrahim ile Şûra sûrelerindekiler dışında hepsini çoğul olarak okumuşlardır. Bu iki sûredekini de çoğul olarak sadece Nâfi' okumuştur. Yedi kıraat İmâmının bu yerler dışında kalan kelimelerde ihtilafları sözkonusu değildir.

Rum Sûresi'nde sözünü ettiğimiz "rüzgârlar" kelimesi (sürede) ikinci olarak geçendir. Yani:

"Allah O'durki rüzgârları gönderip..." (er-Rûm, 30/48) âyetidir. Diğeri olan:

"Müjdeleyiciler olarak rüzgârları göndermesi" (er-Rum, 30/46) âyetindeki "rüzgârlar" kelimesinin çoğul olarak okunduğu hususunda kıraat farklılıkları yoktur.

Ebû Ca'fer Yezid b. el-Ka'ka ise, eğer başında- elif-lâm var ise, Kur'ân'ın tümünde "er-riyah" şeklinde çoğul okumuştur. Ancak:

"Yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir." (el-Hacc, 22/31) âyeti ile:

"Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) âyetlerini istisna etmektedir. Şayet bu kelimenin başında elif-lâm yok ise tekil olarak okur.

"er-Rîh (rüzgâr)" kelimesini tekil olarak okuyan, bunun aza da çoğa da delalet eden cins ismi oluşundan dolayı böyle okur. Çoğul olarak okuyan da rüzgârların estiği cihetlerin birbirinden farklı olduğundan dolayı çoğul okur.

Rahmet kelimesiyle birlikte çoğul, azâb ile birlikte tekil olarak okuyanların bu şekildeki kıraat sebepleri ise, Kur'ân-ı Kerîm'de çoğunluğu gözönünde bulundurmasından dolayıdır. Mesela:

"Rüzgârları müjdeciler olarak..." (er-Rum, 30/46) ile

"Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) âyetinde olduğu gibi. Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de rahmet ile anıldığı zaman çoğul, azâb ile anıldığı zaman tekil olarak gelmiştir. Yûnus Sûresi'nde yer alan:

"Onlar da güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde" (Yûnus, 10/22) âyeti bundan istisnadır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da rüzgâr estiğinde şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Allah'ım, sen bunu rüzgârlar kıl, bir rüzgâr kılma." Nevevî, el-Ezkâr, Kahire, 1375/1955, s. 163'te Şâfiî tarafından el-Umm'da rivâyet edildiği belirtilmektedir. Ayrıca Suyûti, ed-Dürru’l-Mensûr, I, 399. Buna sebep ise şudur: Azap rüzgârı oldukça şiddetlidir ve âdeta tek bir cisim parçası imiş gibi bu rüzgârın cüzleri birbirine bitişiktir, ardarda gelir. Rahmet rüzgân ise yumuşak ve bölüm bölümdür. Bundan dolayı ona "riyâh (rüzgârlar)" ismi verilmiştir.

Yûnus Sûresi'nde "gemiler" ile birlikte sözkonusu edildiğinde tekil olarak kullanılış sebebine gelince: Gemilerin yol almasını sağlayan rüzgâr bitişik tek bir rüzgâr gibidir. Daha sonra ayrıca "güzel" olmakla da nitelendirilerek bu rüzgâr ile azap rüzgarı arasındaki ortak yanlar ortadan kaldırılmış olmaktadır.

11- İlim Adamlarının Rüzgâr ile İlgili Açıklamaları:

İlim adamları der ki: Rüzgâr havanın hareket etmesidir. Bu kimi zaman şiddetli olur, kimi zaman da zayıf. Eğer havanın hareketi kıble yönünden başlayıp kıbleye doğru giderse bu rüzgâra "sabâ rüzgârı" ismi verilir. Eğer havanın hareketi kıblenin gerisinden başlayıp kıble tarafına doğru giderse bu rüzgâra da "debûr rüzgârı" denilir. Hava hareketi kıblenin sağından başlayıp soluna doğru giderse buna "güney rüzgarı" ismi verilir. Hava hareketi kıblenin solundan başlayıp sağına doğru giderse buna da "kuzey rüzgârı" ismi verilir.

Bu rüzgârlardan her birisinin kendine göre bir tabiatı vardır. Bu rüzgârların faydası da tabiatına göre değişiktir. Saba rüzgârı sıcak ve kurudur. Debur rüzgârı soğuk ve nemlidir. Güney rüzgârı sıcak ve nemlidir. Kuzey rüzgârı soğuk ve kurudur.

Bu rüzgârların farklı tabiatta olması senenin mevsimlerinin de farklı olmasına benzer. Şöyle ki: Yüce Allah zamanı dört mevsime ayırmıştır. Bunların ayrılık esasları havanın halindeki değişikliğe göredir.

Yüce Allah ilk mevsim olan bahar mevsimini sıcak ve nemli kılmıştır. Bu mevsimde yeşerme ve gelişip büyüme sözkonusudur. Bu mevsimde sular (yağmurlar) yağar. Yeryüzü güzelliklerini çıkartır, bitkisini yeşertir. İnsanlar ağaç dikmeye ve pek çok ekinleri ekmeye koyulur. Hayvanlar bu mevsimde doğum yapar, sütler çoğalır.

Bahar bitti mi, arkasından iki özellikten biri olan sıcaklıkta bahara benzeyen yaz mevsimi gelir. Diğer bir özelliği olan nemlilik açısından da bu mevsimden ayrılır. Çünkü yazın hava sıcak ve kurudur. Bu mevsimde meyveler olgunlaşır, baharın ekilen taneler kurumaya başlar.

Yaz mevsimi sona erdi mi onun arkasından iki özelliğinden birisi olan kurulukta yaza benzeyen sonbahar mevsimi gelir. Diğer özelliği olan sıcaklıkta ise yazdan ayrıdır. Çünkü sonbahar mevsiminde hava soğuk ve kurudur. Bu mevsimde meyvelerin olgunlaşması son bulur. Artık kurumaya ve içindeki sular çekilmeye başlar ve bu halleriyle meyveler saklanacak duruma gelirler. Bu mevsimde meyveler kopartılır, üzüm bağları bozulur ve artık ağaçlardan meyve toplanma işi biter.

Sonbahar mevsimi bitti mi arkasından kış mevsimi gelir. Bu mevsim de iki özelliğinden birisi olan soğuklukta sonbahara yakındır. Ancak diğer özelliği olan kurulukta ondan farklıdır. Çünkü kışın havalar soğuk ve rutubetlidir. Bu mevsimde çokça yağmur ve kar yağar. Topraklar dinlenen bir beden gibi dinlenir. Tekrar yüce Allah, yeryüzüne baharın sıcaklığını yere iade edinceye kadar hareket etmez. Bu sıcaklık nem ile bir araya geldi mi işte şanı yüce Allah'ın izniyle o vakit yeşermeler ve büyümeler ortaya çıkar.

Sözünü ettiğimiz rüzgârların dışında pek çok rüzârlar daha esebilir. Ancak asıl olan bu dört rüzgârdır. İki rüzgâr arasında esen her bir rüzgârın hükmü estiği cihet itibariyle hangisine daha yakın ise, o yakın olduğu rüzgârın hükmünü alır ve buna "en-nekbâ" ismi verilir.

12- Bulutlar:

Yüce Allah'ın:

"Ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta.." âyetine gelince... Burada sözü geçen buluta "es-Sehâb" adının verilmesi bulutun havada sürüp gelmesi dolayısıyladır. Yerde sürülen eteğin toplanması, filan kişinin filana karşı cüretkârca davranması, çokça yemek, içmek gibi anlamlar da aynı kökten gelir.

Müsahhar kılınmış (boyun eğdirilmiş) ise, emre verilmiş gibi anlamlara gelir. Bulutun müsahhar kılınması ise bir yerden bir yere gönderilmesi şeklinde olur. Onun müsahhar kılınışının gök ile yer arasında direksiz ve askısız durmasıdır. Birinci açıklama ise daha açık ve üstündür. Bulut, kimi zaman su ile kimi zaman azâb ile gelebilir.

Müslim'in Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir keresinde adamın birisi düzlük bir yerde bulunurken bir buluttan: Filanın bahçesini sula, diye bir ses işitir. O bulut bir kenara ayrıldı ve suyunu kara taşlık bir arazi üzerinde akıttı. Orada bulunan bir su yoluna yağan bütün yağmurlar toplandı. Adam o suyu takibetti. Bahçesinde ayakta duran ve elindeki kazmasıyla suyun yönünü değiştiren bir adam gördü. Ona: Ey Allah'ın kulu, adın nedir? diye sorar. O da bulutta söylendiğini işittiği ismi söyler. Daha sonra adam sorana: Ey Allah'ın kulu, ya sen bana adımı ne diye soruyorsun? diye sorunca şöyle der: Ben şu suyu yağdıran bulutta senin ismini söyleyerek: Filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bunu ne yapıyorsun diye sorar. Şu cevabı verir: Madem sen bunu söylüyorsun (ben de sana anlatayım): Ben buradan aldığım mahsule bakıyorum. Onun üçte birini tasadduk ediyorum, üçte birini ben ve çoluk çocuğum yiyoruz, geri kalan üçte birini ise tekrar buraya (tohum olarak) iade ediyorum" Bir rivâyette de: "Üçte birini fakirlere, dilencilere ve yolculara veriyorum" denilmektedir. Müslim, Zühd 45; Müsned, II, 296.

Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O Allah ki, rüzgârları gönderip bulutları hareket ettirir. O bulutları ölmüş bir beldeye süreriz de o yeri -ölümünden sonra- canlandırırız." (Fâtır, 35/9);

"Nihayet bunlar (rüzgârlar) ağır ağır bulutları kaldırınca biz onları ölmüş bir beldeye süreriz..." (el-A'raf, 7/57) Bu anlamdaki âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de pek çoktur.

İbn Mâce, Âişe (r. anha)'dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ufuklardan birisinden bir bulutun gelmekte olduğunu görünce namazda olsa dahi işini bırakır o buluta doğru yönelir ve: "Allah'ım, bizler sana bu bulut ile gönderilen şeyin şerrinden sığınırız" derdi. O buluttan yağmur yağarsa, iki yahut üç defa da: "Allah'ım, bunu faydalı bir mahsul kıl" derdi. Şayet o bulutu açar ve ondan yağmur gelmezse bundan dolay) da Allah'a hamd ü sena ederdi. İbn Mâce, Dua 21. Bu hadisi bu anlamda Müslim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Âişe'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüzgârlı ve bulutlu gün oldu mu bunun etkileri onun yüzünde görülür, ileri geri gider gelirdi. Yağmur yağarsa "buna sevinir ve "bu sıkıntısı giderdi. Hazret-i Âişe der ki: Ona sordum "Bana şöyle dedi: "Ben bu bulutun ümmetime musallat kılınan bir azâb olduğundan korktum." Yağmur yağdığını görünce de: "Bu bir rahmettir" derdi. Bir diğer rivâyette de şöyle demiştir: "Belki de ya Âişe, bu bulut Âd kavminin dediği şeklindedir:

"Onlar onu kendilerine yönelmiş bir bulut halinde görünce: Bu bize yağmur getiren bir buluttur, dediler.." (el-Ahkâf, 46/24) Müslim, İstiskâ 14.

İşte bu Hadîs-i şerîflerle bu âyet-i kerimeler birinci görüşün lehine ve bulutların müsahhar kılınışının sabit kalmaları anlamına gelmediğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Çünkü "sabit olmak" bir yerden bir yere taşınmamayı ifade eder. Eğer "sabit olmak" ile anlatılmak istenen bulutların semada da yerde de olmayıp havada bulunması kastediliyor ise bu doğrudur. Çünkü yüce Allah burada: "Gökle yer arasında" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bulutlar müsahhar kılınmıştır ve bu ikisi arasında taşınmaktadır. Bu ise Allah'ın kudretini daha büyük bir şekilde gösterir. Tıpkı havadaki kuş gibi.

Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Onlar gök boşluğunda müsahhar kılınmış kuşları görmezler mi? Onları Allah'tan başkası tutmuyor." (en-Nahl, 16/79) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Üstlerinde saf saf dizilip kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahmân (olan Allah)dan başkası tutmuyor..." (el-Mülk, 67/19)

13- Ka'b el Ahbar'dan Bulutlara Dair Bir Rivâyet:

Ka'b el-Ahbar, bulutlar yağmurun eleğidir. Şayet su semadan indiğinde bu bulut olmasa yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı, der. Bunu Ka'b'dan İbn Abbâs rivâyet etmiştir. el-Hatib Ebû Bekr Ahmed b. Ali, bunu Muaz b. Abdullah b. Hubeyb el-Cühenî'den şöylece zikretmektedir: Selemeoğulları arasında bulunduğum bir sırada İbn Abbâs'ın dişi bir katır üzerinde yanımızdan geçtiğini gördüm. Onun da yanından Ka'b'ın hanımının oğlu olan Tubey' geçti, İbn Abbâs'a selam verdi. İbn Abbâs ona: Ka'b el-Ahbar'ın bulut hakkında herhangi bir şey söylediğini duydun mu? diye sorar. Çocuk: Evet şöyle dediğini duydum der: Bulut yağmurun eleğidir. Semadan su indiğinde eğer bulut olmasa o su yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı. İbn Abbâs soran Peki sen Ka'b'ı bir sene bir tür bitki ertesi sene ondan başka bir bitki bitiren yer hakkında bir şey söylerken dinledin mi? Yine o: Evet der. Bu hususta şöyle derken onu dinledim: Tohum semadan iner. İbn Abbâs der ki: Ben de Ka'b'dan böyle dediğini dinledim.

14- Allah'ın Varlığı'nın Belgeleri: Âyetler

"... aklı eren bir topluluk için nice âyetler" Allah'ın birliğine kudretine delil olan belgeler "vardır."

Bundan dolayı yüce Allah, bütün bu hususları: "Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyetinin akabinde sözkonusu etmiştir ki, bunlarla bu âyet-i kerimeden önce sözünü ettiği yüce Allah'ın vahdaniyyetine, rahmetine ve yaratıklarına olan şefkatine dair verdiği haberin doğruluğunu ortaya koysun diye. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bu âyet-i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay haline!" diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. Suyûtî Cem'u'l-Cevâmi, 874'te yakın lâfızlarla. Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı, II, 206'daki nottan. Yani üzerinde tefekkür etmeyip gereken ibreti çıkarmayanın vay haline!

Bu sözler bunların kendi kendilerini meydana getirmiş olabileceklerini reddetmemektedir, diyene şu şekilde cevap verilir:

Senin bu dediğin imkânsız birşeydir. Çünkü sözü geçen bu hususlar (ve başkaları) şayet kendi kendilerini meydana getirmiş ise onlar ya var iken bu hususları meydana getirmişlerdir veya yok iken meydana getirmişlerdir. Eğer yok oldukları halde bunların meydana geldiği söylenecek olursa bu imkânsız birşeydir. Çünkü birşeyin meydana getirilmesi ancak hayat sahibi, bilen, kudret sahibi ve irade sahibi birisinden beklenebilir. Var olmayan birşeyin ise bu niteliklere sahip olması düşünülemez. Eğer bunlar var ise zaten onların varlığı kendi kendilerini meydana getirmelerine ihtiyaç bırakmaz. Yine, şayet onların dedikleri kabul edilebilecek birşey olursa (mesela) bir yapının kendi kendisini meydana getirmesi de mümkün olur. Aynı şekilde ahşap bir malzemenin, dokumanın da öyle olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. Bizi imkânsız bir sonuca götüren şeyin kendisi de imkânsızdır.

Diğer taraftan yüce Allah, bu âyet-i kerimede bizlere vahdaniyyetinden söz ederken sadece haber vermekle yetinmiyor, bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'deki pek çok âyet-i kerîme de aklımızı kullanıp düşünmemizi, ibretle bunlar üzerinde aklımızı kullanmamızı da emretmektedir. Yüce Peygamberine şöyle buyurmuştur:

"De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın." (Yûnus, 10/101) Burada kendilerine hitab edilmesi istenen kâfirlerdir. Çünkü yüce Allah: "(Fakat) o âyetler ve korkutmalar, îman etmeyecek bir kavim için ne fayda verir ki?" (Yûnus, 10/101) diye buyurulmaktadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Onlar göklerin ve yerin melekûtuna... bakıp düşünmezler mi?" (el-A'raf, 7/185) "Melekût" ile kastedilen âyetlerdir (belgelerdir.) Bir başka yerde de:

"Kendi nefislerinizde de (nice âyetler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21) diye buyurmaktadır.

Yüce Allah, buyuruyor ki: Onlar, bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşünme yoluyla bakmazlar mı ki, bunların hadislere (sonradan olan değişikliklere) ve değişimlere maruz kalmasını, sonradan yaratıldıklarının delili olarak görsünler ve ihdas edilen (var edilen, yaratılan) birşeyin mutlaka kendisini yapan bir yapıcıya ihtiyacı olduğunu, bu yapıcının hikmeti sonsuz, alim, kadir, mürid, semi', basîr ve mütekellim olduğunun delili olarak görsünler?

Çünkü eğer o bu sıfatlara sahip olmazsa, insanın bundan daha kâmil olması sözkonusu olurdu ki buna da imkân yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki Biz insanı" yani Âdem (aleyhisselâm)'ı "süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu" yani onun soyundan gelenleri

"bir nutfe kılıp sağlam bir karargâha yerleştirdik... Sonra da Kıyâmet gününde elbette diriltileceksiniz." (el-Mü’minun, 23/12-16)

İnsan bu uyarıcı âyetler ışığında kendisine verilmiş bulunan akıl ile kendi nefsi hakkında düşünecek olursa, bu nefsin belli bir şekilde düzene konulduğunu, değişik hallere göre yönlendirilmiş olduğunu görür. Kendisi önce bir nutfe iken ondan sonra bir alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) ondan sonra bir çiğnemlik et, sonra et ve kemik olmuştur.

Bunu düşündüğü takdirde insan eksik halden kemal haline doğru kendisini nakledenin kendisi olmadığını bilir. Çünkü o aklının olgunluğunu ifade eden en üstün hali ve herhangi bir organının en güçlü seviyesini bizzat var etme gücüne sahip değildir.

Organlarına da herhangi bir organı fazladan ekleyemez. Bu, onun eksik ve zaaf hallerinde böyle bir şeyi öncelikle yapamayacağını ona gösterir. İnsan kendisini önce genç, sonra olgunluk yaşında, sonra da yaşlı olarak görür. Gençlik ve güçlülük halinden yaşlılık ve kocamışlık haline kendi kendisini taşıyan o değildir. Kendisi için bu hali seçen de o değildir. Yaşlılık halini bir kenara itip gençlik gücünü geri getirmek imkânına da sahip değildir.

İşte kendi kendisini bu şekilde halden hale geçirenin kendisi olmadığını, kendisini var eden bir yaratıcının, bir durumdan ötekine taşıyan bir taşıyıcının olduğunu böylelikle bilir. Şayet bu olmasaydı bu şekilde bir taşıyıcı ve tedbir edici olmaksızın onun hallerinde herhangi bir değişiklik olmazdı.

Bir hakîm şöyle demiştir: Büyük alemdeki herşeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük alemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir surette) yarattık." (et-Tîn, 95/4);

"Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21)

Mesela, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve işitmesi idrak edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrak etmesi açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak azalar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda hararet vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirler konumunda, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Azaları da ağaçları andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilin Azalarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük alem büyük alem ile birlikte aynı yaratıcının yaratığı ve sonradan varettiği varlık (muhdes)dir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.

164 ﴿