186Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim. O halde onlar da Bana icabet ve Bana îman etsinler. Tâ ki doğru yola ulaşmış olsunlar. Âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Allah'a Dair Soru Sormak ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa.." âyetinin anlamı şudur: Kullarım sana hak ma'buda dair soru sorarlarsa onlara bildir ki: O pek yakındır. İtaatin ecrini verir. Dua edenin duasını kabul eder. Kulun oruç namaz ve buna benzer yaptıklarını bilir. Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. Mukâtil der ki: Hazret-i Ömer, (bir Ramazan günü) yatsı namazından sonra hanımı ile birlikte olmuş daha sonra buna pişman olup ağlamıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek durumu ona bildirmiş ve üzüntülü bir şekilde geri dönmüştü. Bu olay, konu ilgili ruhsatın inişinden önce idi. Bunun üzerine: "Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım" âyeti nazil oldu. Bir diğer görüşe göre önceleri uyuduktan sonra yemek yemeyi terk farz idi. Onlardan birisi uyuduktan sonra yemek yedi, sonra da pişman oldu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme tevbenin kabulü ve sözü geçen hükmün neshini belirtmek üzere nazil oldu ki ileride (187. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir. el-Kelbî'nin Ebû Salih'ten onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Yahudiler şöyle dedi: Sen bizim ile sema arasında beşyüz yıl bulunduğunu ve her bir semanın kalınlığının yine bu kadar olduğunu ileri sürdüğün halde Rabbimiz bizim dualarımızı nasıl işitir? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Birtakım kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Rabbimiz yakın mıdır, O'na fısıldaşarak dua edelim, yoksa uzak mıdır O'na yüksek sesle seslenelim, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Atâ ve Katâde der ki: Yüce Allah'ın: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyeti nazil olunca kimileri: Hangi vakitte O'na dua edelim? diye sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Ben pek yakınım" âyetinin anlamı, duayı kabul etmek suretiyle yakınlıktır. Bir görüşe göre de ilmiyle, bir diğer görüşe göre ise Ben velilerime (mü’min dostlarıma) lütuf ve ni'metlerimle pek yakınım, anlamına geldiği belirtilmiştir. "Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim" yani Ben Bana ibadet edenin ibadetini kabul ederim. Buna göre burada "dua" ibadet anlamındadır. "İcabet" de kabul etmek anlamındadır. Bunun delili Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir: en-Numan b. Beşir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Dua ibadetin kendisidir. Çünkü: "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz duanızı kabul edeyim." (el-Mü’min, 40/60)" Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Duâ 1 Tefsir 2. sûre 16 ile 40. sûre; İbn Mâce, Duâ 1; Müsned, IV, 267, 271, 276. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber "dua"ya ibadet ismini vermiştir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Muhakkak büyüklük taslayarak Benim ibadetimden yüzçevirenler pek yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (el-Mü’min, 40/60). Burada da "ibadet", bana dua etmeyi dahi kibirlerine yedirmeyenler, demektir. Yüce Allah bu âyet-i kerimede dua etmeyi emir buyurmuş, duaya teşvik etmiş ve onu ibadet diye adlandırmış, onların dua ve ibadetlerini kabul edeceği vadinde bulunmuştur. Leys, Şehr b. Havşeb'den, o Ubade b. es-Samit'ten rivâyetle (Ubade) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ümmetime üç şey verildi ki peygamberler dışında kimseye verilmemiştir. Allah bir peygamber gönderdi mi: Bana dua et ben de duanı kabul edeyim, diye buyururdu. Buna karşılık bu ümmete de: "Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim" diye buyurmuştur. Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygambere: Dinde senin için herhangi bir zorluk kılmamıştır, diye buyururdu. Allah bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Yine Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygamberi kavmine karşı bir şahit kılardı. Allah bu ümmeti de bütün insanlara karşı şahitler kılmıştır." et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, II, 556. Halid er-Rib'î şöyle dermiş: Yüce Allah'ın: "Bana dua edin, Ben de duanızı kabul buyurayım" (el-Mü’min, 40/60) âyeti ile bu ümmete olan lütfü gerçekten hayret vericidir. Bir taraftan onlara dua etmelerini emretmekte, diğer taraftan -arada herhangi bir şart koşmaksızın- dualarını kabul edeceğini va'd buyurmaktadır. Orada bulunanlardan birisi ona: Ne gibi? diye sorunca şu şekilde cevap verir: Mesela yüce Allah'ın: "îman edip salih amel işleyenlere., müjdele" (el-Bakara, 2/25) âyetinde bir şart vardır. Buna karşılık: "Îman edenlere Rableri katında muhakkak bir "kadem-i sıdk (amelleri için güzel bir ecir) olduğunu müjdele" (Yûnus, 10/2) buyurmaktadır. Burada da amel şartı koşulmamıştır. Bir diğer örnek yüce Allah'ın şu buyruğundadır: "Dini yalnız O'na halis kılanlar olarak Allah'a dua ediniz." (el-Mü’min, 40/14) Bu âyette (dini halis kılmak) şartı vardır. Buna karşılık: "Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyetinde ise bir şart yoktur. Bundan önceki ümmetler ihtiyaçları için peygamberlerine gider ve peygamberlerinin bu ihtiyaçlarını Allah'tan dua edip istemelerini talep ederlerdi. et-Tirmizî el-Hakîm, a.g.e., II, 556-557. Peki, kimi zaman kişi dua ettiği halde bu duası kabul olunmamaktadır. Bunun sebebi nedir? diye sorulursa buna cevap şudur: Yüce Allah'ın işaret ettiğimiz her iki âyetteki (2/186 ile 40/60. âyette) âyetinin hakkın kendisi olduğu bilinmelidir. Ancak bu kayıtsız ve şartsız olarak dua eden herkesin ve duada istenen herşeyin istisnasız olarak kabul edilmesini gerektirmez. Şanı yüce Allah bir diğer âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki O haddi aşanları sevmez." (el-A'raf, 7/55) Bilerek ya da bilmeyerek büyük bir günah üzerinde ısrar eden herkes haddi aşan bir kimsedir. O haddi aşanları sevmediğini haber vermektedir. Peki böyle bir kimsenin duasını nasıl kabul buyurur? Haddi aşmanın ise pek çok çeşitleri vardır. Buna dair açıklamalar burada ve yüce Allah'ın izniyle A'raf Sûresi'nde (işaret edilen âyet-i kerimede) gelecektir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: "Dilediğim takdirde duasını kabul ederim" demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O da dilerse dua etiğiniz şeyi açar (giderir)" (el-En'âm, 6/41) O takdirde bu iki âyet mutlak ve mukayyed kabilinden âyetler olurlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi de üç hususu Allah'tan dilemiş, ona bunlardan iki tanesi verilmiş bir tanesi verilmemiştir. Bk. Müslim Fiten 20; Tirmizî, Fiten 14; İbn Mâce, Fiten 9, 22; Muvatta’'', Kur'ân 35; Müsned, V, 109 Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresi'nde (6/65. âyette) gelecektir. Bu hususta şöyle de denilmiştir: Bu âyetle verilen haberden kasıt, bütün mü’minlere şanı yüce Rablerinin bu vasıfta olduğunu bildirmektir. O genel olarak dua edenlerin duasını kabul eder. Kula pek yakındır, duasını işitir. Onun içinde bulunduğu sıkıntıyı bilir. O bakımdan onun duasına dilediği şey ile ve dilediği şekilde cevap verir: "Kıyâmete kadar duasını kabul etmeyecek Allah'tan başka kimseye dua eden kişiden daha sapık kim olabilir?" (el-Ahkâf, 46/5) Kimi zaman efendi kölesinin isteğine baba oğlunun isteğine cevap verir ancak isteğini vermeyebilir. O bakımdan dua edilmesi ile birlikte bu cevap verme kaçınılmaz olarak husule gelmektedir. Çünkü "kabul ederim, icabet ederim" buyrukları bir haberdir. Haber ise nesholmaz. Çünkü neshedildiği takdirde haber veren yalan söylemiş olur. Bu açıklamaya İbn Ömer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîf delalet etmektedir: "Her kime dua etmesi kolaylaştırılırsa ona icabet kapıları da açılır." Tirmizî, Deavât 101 de: "Sizden kime dua kapıları açılırsa, ona rahmet kapıları açılır" şeklinde. Yüce Allah Hazret-i Davud'a şöyle vahyetmiştir: Kullarımdan zalim olanlara Bana dua etmesinler, de. Çünkü Ben kendim için dua edenin duasını cevaplandırmayı takdir buyurdum. Ve Ben zâlimlerin duasına cevap verecek olursam, onlara lanet ederim. Bir kesim de şöyle demiştir: Allah her duayı kabul eder. Bu kabul ya dünyada açıkça ortaya çıkar, ya da Allah dua edenin günahını bağışlar ya da o duayı onun adına ahirete saklar. Çünkü bu konuda Ebû Said el-Hudrî Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Muhtevasında günah ve akrabalık bağını kesmek bulunmayan bir dua ile dua eden her bir müslümana mutlaka Allah bu duası karşılığında üç şeyden birisini verir: Ya çabucak (dünyada) ona dua edip istediğini verir. Ya (ahirete) onun için saklar, ya da onun benzeri bir kötülüğü ondan alıkoyan" Bunun üzerine ashab-ı kiram: O halde biz de çokça dua ederiz, deyince Hazret-i Peygamber: "Allah'ın bağışı daha da çoktur" diye cevap verir. Bu hadisi Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr rivâyet etmiş, Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir. Muvatta’'"da ise senedi munkatı'dır. Muvatta’', Kur'ân 36. Ebû Ömer der ki: Bu Hadîs-i şerîf yüce Allah'ın: "Bana dua ediniz Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü’min, 40/60) âyetinin tefsiri olarak zikredilmektedir. İşte bütün bu şekiller duanın kabul edilmesi kabilindendir. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, V, 344-345; el-İstizkâr, VIII, 165-166. İbn Abbâs da der ki: Ben dua eden herkesin duasını kabul ederim, demektir. Eğer duasında dilediği şey onun için dünyada rızık olarak tayin edilmiş ise o istediğini ona veririm. Eğer dilediği şey dünyada ona rızık olarak tayin edilmemişse (ona sahip olacağı takdir edilmemişse ahirette) onun için saklı tutulur. Derim ki: Ebû Said el-Hudrî'den gelen Hadîs-i şerîf her ne kadar üç halden birisinde duanın kabul edileceğini ifade etmekte ise de duanın kabul olunmasını engelleyen haddi aşmaktan uzak durmak ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların doğruluğuna Hadîs-i şerîfteki: "Mahiyetinde günah veya akrabalık bağını kesmek olmadıkça" ifadeleri delildir. Müslim ayrıca "acele etmedikçe" kaydını da eklemektedir. Müslim bunu Ebû Hüreyre'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöylece rivâyet etmektedir: "Mahiyetinde günah veya akrabalık bağını kesmek bulunmadıkça ve acele istemedikçe kulun yaptığı dua kabul olunur." Ey Allah'ın Rasûlü, acele istemek ne demektir? diye sorulunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Kul, dua ettim, yine dua ettim fakat duamın kabul olunduğunu görmedim. Bu sefer dua etmekten usanır ve duayı terkeder." Müslim, Zikr 92 Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd da Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sa)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Acele edip de ben dua ettiğim halde duam bir türlü kabul olunmadı, demediği sürece sizin (her) birinizin duası kabul olunur." Buhârî, Deavât 22; Müslim, Zikr 90, 91; Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Deavât 12; İbn Mâce, Dua 7; Muvatta’'', Kur'ân 29. İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: "Duası kabul olunur" âyeti duanın kabul olunacağının vücûbunu haber vermek anlamına geldiği gibi, bu kabulün olabileceğini haber vermek anlamına da gelebilir. Eğer bu, kabulün gerçekleşeceğinin vücubunu haber vermek anlamında ise, duanın kabulü sözü geçen üç halden birisi ile gerçekleşir anlamındadır. Kul: Ben dua ettim de duam kabul olunmadı, dediği takdirde ise bu üç husustan herhangi birisinin meydana gelmesi sözkonusu olmaz ve artık dua bu şekillerden herhangi birisiyle kabul olunma imkânını kaybeder. Şayet duanın kabul edilmesinin mümkün olması anlamına geliyor ise, o takdirde duanın kabul olunması özel olarak duasında talep ettiği şeyin yerine getirilmesiyle sözkonusu olur. Bunun gerçekleşmesini ise dua eden kimsenin: "Dua ettiğim halde duam bir türlü kabul olunmadı" demesi engeller. Çünkü bu, Allah'tan ümit kesmek ve yakînin zayıflığı kabilindendir. Allah'ın gazabına uğramak kapsamına girer. Derim ki: Haram yemek ve bu manada olan davranışlar da duanın kabul olunmasına engeldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Adam saçı sakalı birbirine karışmış, toza bulanmış haliyle uzun yolculuk yapar, ellerini semaya doğru uzatarak: Yarabbi yarabbi (diye dua eder) bununla birlikte onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, beslendiği haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olunur?" Müslim, Zekat 65; Tirmizî, Tefsir 2. sûre, h. 37; Müsned, II, 328. Burada bu soru bu niteliklere sahip olan kimsenin duasının kabul olunmasının uzak bir ihtimal olduğunu ifade edecek bir üsluptadır. Buna göre duanın kabul olunması için dua edende, duanın kendisinde ve duada istenen şeyde birtakım şartların bulunması kaçınılmazdır. Dua edende aranan şartların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz: 1- Allah'tan başka ihtiyacını karşılamaya kadir kimsenin bulunmadığını ve ihtiyacının gerçekleşmesi için gerekli araç ve vasıtaların O'nun kabzasında olduğunu, O'nun müsahhar kılmasıyla müsahhar kılındığını bilmesi. 2- Samimi bir niyet ve tam bir kalp huzuru ile dua etmesi. Çünkü yüce Allah gafil ve başka şeylerle oyalanan kalple yapılan duayı kabul etmez. 3- Haram yemekten uzak durması. 4- Dua etmekten usanmaması. Yapılan duada istenen şeylerde aranan şartlara gelince: Şer'an istenmesi ve yapılması câiz olan işlerden olması. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Günahı gerektirici veya akrabalık bağını koparıcı bir duada bulunmadıkça" diye buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte geçen "günah" kavramının kapsamına insanın günah kazanmasına sebep teşkil eden bütün hatalı davranışlar, "akrabalık bağı" kapsamına ise bütün müslümanların hakları ve onlara haksızlıklar da girmektedir. Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Duanın şartları yedidir. Birincisi tazarru, ondan sonra havf, reca, devamlılık, huşu, genellik ve helal yemek gelir. İbn Atâ der ki: Duanın rükünleri, kanatları, sebepleri ve vakitleri vardır. Eğer duanın rükünleri gerçekleşirse dua güç kazanır. Kanatlarına sahip olursa semaya doğru uçar. Vakitlerine denk gelirse umduğunu elde eder. Sebeplerine denk düşerse de başarı sağlar. Duanın rükünleri kalbin huzuru, kalp inceliği, Allahü teâlâ'ya itaatle boyun eğmek ve huşudur. Kanatları sıdktır (doğruluk ve samimiyettir.) Kabul olunduğu vakitler seher vakitleridir. Sebepleri ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salât-ü selam getirmektir. Şöyle de denilmiştir: Duanın dört tane şartı vardır. Bunların ilki yalnız kaldığında kalbini korumak, başkalan ile birlikte olduğunda dilini korumak, gözü helal olmayan şeye bakmaktan korumak, karnı da haram olan şeylerden korumaktır. Yine denildiğine göre duanın şartlarından bir tanesi de kullanılan ifadelerde lahn (dil açısından bozukluk) bulunmamasıdır. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir: "Rabbine Leys lahnederek dua ediyor Bu şekilde Rabbine dua ettiği zaman O da duasını kabul etmez." İbrahim b. Ethem'e: Bize ne oluyor ki dua ettiğimiz halde duamız kabul olunmuyor? denilince şöyle cevap vermiştir: Çünkü sizler Allah'ı bildiğiniz halde O'na itaat etmiyorsunuz. Rasûlünü bildiğiniz halde onun sünnetine uymuyorsunuz. Kur'ân'ı bildiğiniz halde gereğince amel etmiyorsunuz. Allah'ın nimetlerini yediğiniz halde bu ni'metlere şükretmiyorsunuz. Cenneti bildiğiniz halde cenneti istemiyorsunuz. Cehennemi bilip onu tanıdığınız halde ondan kaçmıyorsunuz. Şeytanı bildiğiniz halde ona karşı Savaş açmıyor, aksine ona uygun davranıyorsunuz. Ölümü bildiğiniz halde onun için hazırlanmıyorsunuz. Kendi ellerinizle ölüleri gömdüğünüz halde ibret almıyorsunuz. Kendi kusurlarınızı terkedip insanların kusurlarıyla uğraşıp duruyorsunuz. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) da Nevf el-Bikalî'ye şöyle demiş: Ey Nevf, şüphesiz Allah Hazret-i Davud'a şöyle vahyetmişti: İsrailoğullarına, Benim evlerimden herhangi birisine ancak tahir kalplerle, huşu duyan gözlerle ve tertemiz ellerle girsinler. Çünkü Ben yarattıklarımdan herhangi birisine yapılmış bir haksızlık bulunduğu sürece onlardan hiç birisinin duasını kabul etmeyeceğim. Ey Nevf, sakın şair ve arîf (belli kimselerin ihtiyaçlarını yöneticiye götürmekle görevli kimse) şurtî (yöneticilerin güvenlik sorumlu ve yardımcıları) vergi toplayıcısı, öşür toplayıcısı olmayasın. Çünkü Hazret-i Davud, gecenin bir vaktinde namaza kalktı ve şöyle dedi: Bu öyle bir vakittir ki herhangi bir kul bu vakitte dua edecek olursa mutlaka o saatte onun duası kabul olunur. Bundan ise arîf, şurtî, vergi toplayıcısı, öşür toplayıcısı, tanbur ya da davul calicisi müstesnadır. İlim adamlarımız der ki: Dua eden kimse Allah'ım dilersen bana ver, Allah'ım dilersen bana mağfiret buyur, Allah'ım dilersen bana merhamet buyur, demesin. Duasında ve dileğinde böyle bir meşiet lâfzını kullanmasın. Ancak dilediğini, yaptığını bilen bir kimsenin edası ile Allah'tan istesin. Diğer taraftan dua ederken "dilersen" diye bir ifade kullanmakda, âdeta Allah'ın mağfiretine, vereceği ihsanına ve rahmetine bir çeşit ihtiyacı yokmuş gibi bir anlam vardır. Bir kimsenin başkasına: Bana şunu vermeyi arzu ediyorsan verebilirsin, demesi gibi. Böyle bir ifadeyi kişi ancak ihtiyacı olmamakla birlikte muhtaç olmadığı kimselere kullanır. Duasında zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir kimse duasını kesin olarak yapar, duasında talep ettiği şeye zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir kimsenin edası ile duada bulunur. Hadis İmâmları -lâfız Buhârî'ye ait olmak üzere- Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse dua ettiği zaman kararlı ve kat'î ifadelerle dua etsin, hiçbir zaman Allah'ım dilersen bana ver demesin. Çünkü zaten O'nu zorlayacak kimse yoktur." Buhârî, Tevhid 31, Deavât 21; Müslim, Zikir 7, 8; Ebû Dâvûd, Vitr 23; Tirmizî, Deavât 77. Muvatta’'"da da: "Allah'ım dilersen bana mağfiret et, dilersen bana rahmet buyur (demesin)" Muvatta’'', Kur'ân 28. şeklindedir. İlim adamlarımız der ki: "Kesin ve kararlı ifadelerle dua etsin" ifadesi mü’minin dua ederken bütün gayretini ortaya koyması, duasının kabul olunacağını umması, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğine delildir. Çünkü o, Kerîm (son derece cömert ve lütufkâr) birisine dua etmektedir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Kişinin kendi halini (kusurlu olduğunu) bilmesi hiçbir kimseyi dua etmekten alıkoymasın. Çünkü Allah, mahlukatın en kötüsü olan İblis'in dahi duasını kabul etmiştir. İblis: Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, deyince Allah: "Sen kendisine mühlet verilenlerdensin" diye cevap vermiştir. Duanın çoğunlukla kabul olunduğu bir takım zaman ve halleri vardır. Mesela seher vakti, oruç açma zamanı, ezan ile kamet arasındaki vakit, Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, zorunluluk ve zaruret zamanları, yolculuk ve hastalık hali, yağmurun yağdığı vakit, Allah yolunda Savaş için saf olunduğu vakit gibi. Bütün bunların duanın kabul olunma ihtimalini yükselteceğine dair rivâyetler gelmiştir. Yeri geldikçe bunlar açıklanacaktır. Şehr b. Havşeb'in rivâyetine göre Umm ed-Derda kendisine şöyle demiş: Ey Şehr, vücudunda hiç ürperme hissediyor musun? Evet hissediyorum, deyince şöyle dedi: O vakit Allah'a dua et. Çünkü o vakitte dua kabul olunur. Cabir b. Abdullah der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih Mescidi'nde üç gün dua etti. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü iki namaz arasında onun duası kabul olundu, yüzünden sevindiğini anladım. Cabir der ki: Ben de önemli ve ağır bir durumla karşılaştığım her seferinde mutlaka o anı araştırır ve o anda dua ederim. Duamın kabul olunduğunu bilirim. Yüce Allah'ın: "O halde onlar da Bana icabet ve Bana îman etsinler" âyeti ile ilgili olarak Ebû Reca el-Horasanî der ki: "Bana icabet etsinler; Bana dua etsinler, demektir. İbn Atiyye der ki: Dualarını kabul etmemi Benden istesinler demektir. Bu (kip) istisnalar dışında birşeyin talep edilmesini ifade eden "istif al" babıdır. Mesela, "Allah müstağnidir" türünden ifadeler de bu babın (bu anlama gelmeyen) istisnaları arasındadır. Mücâhid ve başkalan şöyle demiştir: Benim kendilerini çağırdığım îman yani itaat ve amel hususunda onlar Benim isteğimi yerine getirsinler, demektir. Cevap vermek ve isticabetin aynı anlama geldiği de söylenmektedir. Şairin şu sözleri bu kabildendir: "O esnada hiçbir cevap veren onun isteğine cevap vermedi." Bu âyette yer alan "sin" harfi zaid, lâm ise emir lamıdır. "Îman etsinler" âyeti de böyledir. Buradaki emir lâm'ının sükûn olması fiilin yalnızca geleceğe ait olmasından dolayıdır. Bu bakımdan şart için kullanılan edatına benzemektedir. Bu lâm'ın fiil dışında kullanılmadığından dolayı sakin olduğu da söylenmiştir. Reşâd (doğru yol); batılın, sapıklığın zıddıdır. Merâşid yola götüren şeyler; erşed yol; en doğru en mutedil yol anlamındadır. Reşde kelimesi "zina"nın zıddı (yani nikâh) anlamındadır. Umm Raşid, farenin künyesi, reşdan oğulları ise bir Arap boyudur. Bu açıklamalar el-Cevherî tarafından yapılmıştır, el-Herevî de der ki: Rüşd, reşed ve reşad hidâyet ve dosdoğru olmak demektir. Yüce Allah'ın: "Tâ ki doğru yola ulaşmış olsunlar (yerşudûn)" âyeti de bu anlamdadır. |
﴾ 186 ﴿