187Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini insanlara böylece açıklar. Takva sahibi olsunlar diye. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuzaltı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "... size helâl kılındı" âyeti, bundan önce yaklaşmanın haram olmasını, sonradan bu hükmün neshedilmesini gerektirmektedir. Ebû Dâvûd'un İbn Ebi Leyla'dan rivâyetine göre İbn Ebi Leyla şöyle demiş: Arkadaşlarımız bize anlatarak dedi ki: Kişi orucunu açıp yemek yemeden önce uyuduğunda sabahı edinceye kadar yemek yiyemezdi. Bir seferinde Hazret-i Ömer (eve) geldi ve hanımının yanına gelmesini istedi. Hanımı da: Daha önce uyudum, demişti. Hazret-i Ömer ise onun mazeret uydurduğunu sandı ve hanımına yaklaştı. Ensardan bir adam (evine) vardı, yemek getirilmesini istedi ona: Sana birşeyler ısıtıncaya kadar bekleyiver, dediler o da uyudu. Sabahı ettiklerinde bu âyet-i kerîme indi. Bu âyet-i kerimede de: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı" âyeti vardır. Ebû Dâvûd, Salât 28 (Uzunca 506 no'lu hadisin son bölümü) ve bk. Siyam 1 Buhârînin rivâyetine göre ise el-Berâ' şöyle demiş: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından herhangi bir adam oruçlu olup da iftar hazır olduğunda iftardan önce eğer uyumuş ise o gece ve ertesi gün akşama kadar oruç açmazdı. Ensardan olan Kays b. Sırma oruçlu idi. -Bir rivâyette: Gündüzün hurma bahçelerinde çalışırdı ve oruçlu idi.- İftar vakti gelince hanımının yanına varıp; sende yiyecek birşey var mı? diye sorunca hanım: Hayır, dedi. Fakat senin için yiyecek birşey isteyeyim. Gün boyunca çalışan birisi idi. Uyku bastırdı. Hanımı gelip onun uyumakta olduğunu görünce: Yazık sana, dedi. Ertesi gün, gün ortasında baygın düştü. Bu durumdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söz edildi bunun üzerine "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı" âyeti indi. Bundan dolayı da pek çok sevindiler. Yine (bu âyette): "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yiyin için" âyeti de nazil oldu. Buhârî, Savm 15; Ebû Dâvûd, Savm 1; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 15; Nesâî, Siyam 29. Yine Buhârî'de el-Bera'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ramazan ayı orucu nazil olunca Ramazan boyunca hanımlarına yaklaşıyorlardı. Kendilerine hainlik eden bazıları vardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve günahlarınızı affetti" âyetini indirdi. Buhârî, Tefsir 2. sûre 27 Burada sözü geçen "hainlik etmek"ten kasıt, Ramazan gecelerinde hanımlara yaklaşmak suretiyle kendinize hainlik etmektir. Allah'a isyan eden bir kimse eğer kendisinin cezalandırılmasını gerektiren bir iş yaptıysa kendi kendisine hainlik etmiş olur. el-Kutebî der ki: Hainliğin asıl anlamı kişiye belli birşey emanet edilmekle birlikte onun bu hususta emaneti yerine getirmemesidir. Taberî'nin naklettiğine göre Hazret-i Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bir gece sohbet ettikten sonra evine döner. Hanımının uyumuş olduğunu görür. Hanımına yaklaşmak isteyince hanımı ona: Ben uyumuş bulunuyorum deyince, o hanımına: Hayır uyumamışsın, dedi ve hanımına yaklaştı. Ka'b b. Mâlik de aynı duruma düştü. Ertesi günü Hazret-i Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidip; Allah'a ve sana özür beyan ediyorum, dedi. Nefsim bana (emre karşı gelmeyi) süslü gösterdi ve bunun sonucunda hanımıma yaklaştım. Benim için bu hususta bir ruhsat (bir çıkar yol) bulabiliyor musun? Hazret-i Peygamber bana: Bunu yapmak sana yakışmazdı ya Ömer, dedi. Hazret-i Ömer evine ulaşınca ona haberci gönderip Kur'ân-ı Kerîm'deki bir âyet ile mazur görüldüğünü ona bildirdi. Bunu en-Nehhâs ve Mekkî zikretmektedir. Bir diğer rivâyete göre Hazret-i Ömer uyumuş, daha sonra hanımına yaklaşmış, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip durumu bildirince şu âyet-i kerîme nazil olmuş: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve sizi affetti. Artık onlara yaklaşın..." âyeti nazil oldu. Yüce Allah'ın: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak" âyetinde "gece" zaman zarfıdır. Cins ismi olduğundan dolayı tekil gelmiştir. Rafes (yaklaşmak) ise, cimadan kinayedir. Çünkü yüce Allah kerim olduğundan kinayeli ifadeler kullanır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve es-Süddî yapmıştır. ez-Zeccâc der ki: Rafes, erkeğin hanımından bütün isteklerini ifade eden kapsamlı bir kelimedir. el-Ezherî de bu şekilde açıklamıştır. İbn Arefe de der ki: Burada Rafes'ten kasıt cimadır. Yine Rafes açıktan açığa cimaı sözkonusu etmek ve onu ifade etmek demektir. Şair der ki: "Güzel konuşmalarından dolayı zinakâr gibi görünürler Halbuki erkeklerin yaklaşmasından da nefret ederler." Rafes kelimesinin asıl anlamının çirkin söz söylemek olduğu da söylenmiştir. Çirkin söz söylendiğinde bu kökten gelen fiiller kullanılır. Şairin şu beyiti bu kabildendir: "Nice hacı kafilesi vardır ki boş sözlerden Ve çirkin söz söylemekten kendilerini alıkoyarlar." Şanı yüce Allah'ın: "Kadınlarınıza yaklaşmak" âyetinde "rafes" kelimesi "ilâ:...a" harfi ile geçili yapılmıştır. Halbuki normalde bu fiil bu harf ile geçişli olmaz. Bu harf ile geçişli yapılması yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, içli dışlı olmayı ifade etmek üzere kullanılan "el-ifdâ" anlamına hamledilmiş olarak geldiğindendir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Birbirinize (ilâ) karışmış bulunuyorsunuz." (en-Nisâ, 4/21) Yine yüce Allah'ın: "Şeytanları ile (ilâ) başbaşa kaldıklarında..."(el-Bakara, 2/14) âyeti de -önceden de geçtiği gibi- bu şekildedir. Yüce Allah'ın: "Ogün bunlar cehennem ateşi içinde (alâ) kızdırılacak..." (et-Tevbe, 9/35) Çünkü konuşma esnasında "demiri ateşte (fî) kızdırdım" denilir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Yine yüce Allah'ın: "Onun emrine (den-dan anlamına gelen: an ile) muhalefet edenler... çekinsinler." (en-Nûr, 24/63) âyeti de bu kabildendir. Bu âyet O'nun emrinden sapan, emrinden uzaklaşan kimseler diye açıklanmıştır. Çünkü konuşma esnasında: "Zeyd'e muhalefet ettim" denilir (ve herhangi bir harfi cer kullanılmaz). Yüce Allah'ın şu âyeti de bunun gibidir: "Mü’minlere (bi) çok merhametlidir. " (el-Ahzab, 33/43) Buradaki "rahim" kelimesinin şu âyette yer alan "raûf" kelimesinin anlamına geldiği kabul edilmiştir: "Mü’minlere (bi) cidden şefkatli (radıyallahü anhûf) ve merhametlidir." (et-Tevbe, 9/128) Nitekim "radıyallahü anh'fet" kökü be ile kullanıldığı halde "rahmet" kökünden gelen kelimeler bu harf ile birlikte kullanılmaz. Şu kadar var ki anlamı itibariyle ona uygun düştüğünden geçiş hususunda da onun gibi kullanılmış olmaktadır. Ebû Kebir el-Huzelî'nin şu beyiti de bu kabildendir: "Ona korkulu bir gecede hamile kaldı istemeyerek ve kuşağının bağı çözülmeksizin." Burada görüldüğü gibi "hamile kaldı" fiili "be" harfiyle geçiş yapmıştır. Halbuki bu fiilin, (arada başka bir harf olmaksızın) bizzat mef'ûle geçiş yapması gerekir. Şu âyette olduğu gibi: "Annesi onu zorlukla taşıdı ve zorlukla bıraktı." (el-Ahkâf, 46/15) Fakat şair burada "ona hamile kaldı" derken "be" harfini kullanmıştır. Çünkü burada bu kelime ona gebe (habilet) kaldı anlamındadır ki, bu da "be" harfiyle kullanılır. 3- Erkek Kadın Birbirlerinin Örtüşüdür: Yüce Allah'ın: "Onlar sizin için bir elbisedir" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Siz de onlar için bir elbisesiniz." Elbise aslında bildiğimiz gibi kumaştan örtüler hakkında kullanılır. Daha sonra eşlerin birbirleri ile kaynaşmasına "elbise" denilmiştir. Çünkü onların cesetlerinin birbirlerine kaynaşması, birbirlerinden ayrılmamaları elbiseye benzemektedir. Nâbiğa el-Ca'dî şöyle der: "Onunla yatan onun boynunu büktü mü O da üzerine düşer ve üstünde bir elbise olur." Yine Nâbiğa şöyle der: "Birtakım kimselerle bir süre bir arada bulundum (libas kökünden gelen lebise) ve onları yokettim Ve bazı kimseleri yokettikten sonra diğer bazısını da yokettim." Kimileri de şöyle demiştir: Birşeyi örtüp onun etrafını çevreleyene de "libas" denilir. O bakımdan eşlerden her birisinin ötekini -haberde de varid olduğu üzere- helal olmayan şeylere karşı örtmesi anlamına geldiğinden dolayı da "libas" tabiri kullanılmış olabilir. Bir diğer açıklamaya göre: Burada elbise denilmesinin sebebi her birisinin aralarındaki ilişkiyi başkalarının gözünün görmesine karşı bir örtü olduğundan dolayıdır. Ebû Ubeyd ve başkaları da şöyle der: Kadın hakkında kocasına: O senin elbisendir, yatağındır ve izarındır, denilir. Nitekim adamın birisi Hazret-i Ömer'e hitab'en şöyle demiştir: "Ebû Hafs'a haber götür ey elçi Güvenilir bir kardeşi ona: İzarım sana feda olsun (diyor)" Ebû Ubeyd der ki: Burada "hanımlarım sana feda olsun" demek istemektedir. Canım feda olsun, anlamına geldiği de söylenmiştir. er-Rabi' der ki: Bundan kasıt: Onlar sizin için yatak, siz de onlar için yorgansınız anlamındadır. Mücâhid de der ki: Yani onlar sizin için bir sükûnet kaynağıdır. Yani siz birbirinizle sükûn bulursunuz, demektir. 4- Nefse Hainlik Günahı ve Bu Günahlardan Tevbenin Kabulü: " Allah nefislerinize karşı" oruç gecelerinde uyuduktan sonra size yasak kılınan karı-kocanın birbirlerine yaklaşması ve yemek yemek hususunda birbirinize danışarak "hainlik etmekte olduğunuzu bildiğinden tevbenizi kabul ve sizi affetti." Burada geçen: "Nefislerinize karşı hainlik etmek..." âyeti yüce Allah'ın: "Sonra sizler kendinizi öldürüyorsunuz." (el-Bakara, 2/85) âyetinin birbirinizi öldürüyorsunuz, anlamına gelmesi gibidir. Bu âyetin onlardan her birisinin kendi öz nefsine hainlik ettiğini kastetmesi ihtimali de vardır. Kişinin kendisine hainlik etmesi ifadesi daha önceden de geçtiği gibi, bu işin zararının ona ait olması bakımındandır. Yüce Allah'ın: "Tevbenizi kabul., etti" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır: Biri, nefislerine hainlik etmelerinden tevbe etmelerini kabul etmesi; diğeri ise onlara ruhsat vermek ve yasak olanı mubah kılmak suretiyle yüklerini hafifletmesi. Yüce Allah'ın: "Allah sizin bunu sayamayacağınızı bildiği için., tevbenizi kabul etti." (el-Müzemmil, 73/20) yani yükünüzü hafifletti, âyetini andırmaktadır. Hataen öldürme ile ilgili açıklamaların akabinde yer alan şu âyeti de bu kabildendir: "Buna gücü yetmezse Allah tarafından bir tevbe olmak üzere iki ay aralıksız oruç tutmalıdır." (en-Nisa, 4/92) Burada da "tevbe olmak üzere" âyeti, yükünüzü hafifletmek üzere anlamındadır. Çünkü hata yoluyla başkasını öldüren kimse kastı olmadığından dolayı tevbe etmesini gerektiren bir iş yapmamıştır. Yine yüce Allah bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Allah Peygamberini ona uyan muhacirlerle ensarın tevbesini kabul buyurdu." (et-Tevbe, 9/117) Her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tevbe etmesini gerektiren bir durumu yoksa da yüce Allah bunu burada böylece zikretmektedir. "Sizi affetti" âyetindeki affın günahın affedilmesi anlamına gelme ihtimali de vardır, genişlik ve kolaylık sağlama anlamına gelme ihtimali de vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfinde buyurduğu gibi: "Vaktin ilk zamanları Allah'ın rızası, son zamanları ise Allah'ın affıdır." Dârakutnî, I, 250. Burada Allah'ın affından kasıt, O'nun kolaylık sağlaması ve genişlik vermesi demektir. Buna göre "Allah., bildiğinden" âyetinin anlamı, bu işin meydana gelişini müşahede ile bilmesi şeklindedir. "Tevbenizi kabul......etti" ise bu davranışlar sizden fiilen sadır olduktan sonra tevbenizi kabul etti, yani yükünüzü hafifletti; "affetti" yani kolaylık sağladı, demektir. Âyet-i kerimede geçen "hainlik etmekte olduğunuzu" âyeti de az önceden de geçtiği gibi hiyanet'ten gelmektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Zahid âlimler şöyle der: İşte ilahî inayet ve makamın yüksekliğinin şerefi böyle olmalıdır. Ömer (radıyallahü anh) kendi nefsine hainlik etti, Allah bunun sebebiyle o hainliğin tevbesini ümmete şeriat kıldı. Onun için Allah ümmetin yükünü hafifletti, Allah ondan razı olsun ve onu razı etsin. "Artık onlara yaklaşın!" Âyet-i kerimede geçen (mübaşeret): Cimâdan kinayedir. Yani Allah size daha önceden haram kıldığı bu işi size helal kılmıştır. Cinsel ilişkiye "mübaşeret" denilmesinin sebebi, erkek ve kadının beşerelerinin (tenlerinin) birbirlerine yapışmasından dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: "İşte bu da âyetin nüzul sebebinin Hazret-i Ömer'in hanımıyla cima etmesi olduğunu Kays'ın açlığı olmadığını göstermektedir. Çünkü eğer sebep Kays'ın açlığı dolayısıyla yemek yemek olsaydı yüce Allah burada: "Şimdi artık yeyiniz" demeliydi. Yüce Allah'ın burada hanımlara yaklaşmakla başlaması âyetin, kendisi sebebiyle indiği önemli olayın o olmasındandır." 5- "Hanımlara Yaklaşmak"tan Gaye: ".... ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hakem b. Uyeyne, İkrime, el-Hasen, es-Süddî, er-Rabi' ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunun anlamı çocuk isteyindir. Buna delil ise bu âyetin: "Artık onlara yaklaşın" âyetinin akabinde gelmesidir. İbn Abbâs der ki: Allah'ın bizim için yazdığı şey Kur'ân-ı Kerîm'dir. ez-Zeccâc da der ki: Yani orada sizin için mubah kılınan ve size emrolünan şeyler ile Kur'ân'ı isteyin (ona uygun hareket edin), demek istiyor. Yine İbn Abbâs ve Muaz b. Cebel'den rivâyet edildiğine göre bunun anlamı Kadir Gecesi'ni arayındır. Bunun, ruhsatı ve genişliği isteyin, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklama Katâde tarafından yapılmıştır. İbn Atiyye de şöyle der: Bu güzel bir görüştür. "Size takdir ettiğini" yani sizin için takdir buyurduğu cariye ve hanımları "isteyin" anlamına geldiği de söylenmiştir. Hasan-ı Basrî ve Hasan b. Kurra kelimesini tabi olmaktan gelen diye okumuştur. (Allah'ın size yazdığına uyun, demek olur). İbn Abbâs böyle bir okuyuşu câiz görür bununla birlikte öbür okuyuşu "aramaktan gelen anlamıyla" tercih etmiştir. Yüce Allah'ın: "Fecrin... yiyin için" âyeti Kays'ın başından gelen olayın cevabını teşkil etmektedir. Bundan önceki ise Hazret-i Ömer'in başından geçen olayın cevabıdır. Hazret-i Ömer'in başından geçen olayın öne alınması daha önemli olduğundan dolayıdır. 7- Fecrin Beyaz ve Siyah İpliği: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin, için" âyeti, yemenin ve içmenin nihaî sınırını belirtmektedir. Tan yerinin ağarmasından itibaren belli bir süre geçmedikçe herhangi bir kimse için "ayırdetme"nin sözkonusu olması ve yemesinin haram olması sahih olamaz. Bununla birlikte imsak etmeyi gerektiren ve "ayırdetme"nin sının hususunda farklı görüşler vardır. Cumhûr şöyle demiştir: Bu vakit sağa ve sola doğru ufukta yayılan tan yeridir. Haberler bu doğrultuda geldiği gibi, İslâm beldelerinde de uygulama bu şekilde yapılagelmiştir. Müslim'in Semura b. Cündeb (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bilal'in ezan okuması ile (yukarı doğru) uzunlamasına görülen ufuktaki beyazlık şu şekilde (enine doğru) yayılıncaya kadar sahur yemekten sizi alıkoymasın." Bunu (hadisin ravilerinden birisi olan) Hammâd (b. Zeyd) elleriyle göstererek yani enine doğru yayılmadıkça, diye açıkladı. Müslim, Siyam 41- 43; Ebû Dâvûd, Savm 18; Tirmizî, Savm 15; Nesâî, Siyam 30; Müsned, V, 13. İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Fecir bu şekilde olan değildir. -Hazret-i Peygamber bu arada parmaklarını bir araya getirip yere doğru indirdi- Fakat bu şekilde olandır. -Bu sefer her iki elinin işaret parmaklarını üstüste koyarak ellerini yana doğru uzattı.-" Müslim, Savm 39; Nesâî, Siyam 30; Müsned, V, 7, 9, 13, 18. Darakutnî de Abdurrahman b. Abbas'tan şunu rivâyet etmektedir: Abdurrahman b. Abbas'a ulaştığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Fecir iki tanedir. Kurdun kuyruğunu andıran fecir hiçbir şeyi helal kılmaz haram da kılmaz. Ufukta enine doğru yayılıp giden fecirde ise (sabah) namaz kılmak helal olur ve (oruç için) yemek haram olur." Ancak bu Hadîs-i şerîf mürseldir. Darakutnî, II, 165. Ancak orada ravi, Abdurrahman b. Abbâs değil, Abdurrahman b. Sevbân'dir. Yine Dârakutnîde yer alan bundan bir önceki hadisin râvisi ise Dârakutnî'nin sahabe olduğunu kaydettiği Abdurrahman b. Âiş yoluyla gelmekte ve senedinin "sahih" olduğunu da bildirmektedir. Bir kesim de şöyle demiştir: Geçmesi gereken vakit tan yerinin ağarmasından sonra (aydınlığının) yollarda ve evlerde hissedilmesi iledir. Bu rivâyet Hazret-i Ömer, Huzeyfe, İbn Abbâs, Talk b. Ali, Atâ b. Ebi Rebah, el-A'meş Süleyman ve başkalarından imsakin yolda ve dağların tepelerinde tan yerinin açıkça ortaya çıkmasıyla gerektiği şeklinde nakledilmiştir. Mesrûk der ki: Onlar fecir diye sizin bu fecir kabul ettiğinizi saymıyorlardı. Onlar evleri (aydınlığıyla) dolduranı fecir sayarlardı. Nesâî de Âsım'dan onun Zir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Huzeyfe'ye dedik ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile hangi vakitte sahur yedin? Dedi ki: O vakit gündüzdür. Şu kadar var ki güneş daha doğmamış idi. Nesâî, Siyam 20. Darakutnî de Talk b. Ali'den şunu rivâyet etmektedir: Allah'ın Peygamberi buyurdu ki: "Yeyiniz, içiniz. Yukarı doğru çıkan (aydınlık) sizi aldatmasın. Kırmızı (şafağı) görünceye kadar yeyin ve için." Darakutnî, II, 166. Darakutnî der ki: Kays b. Talk güçlü bir ravi değildir. Ebû Dâvûd da der ki: Bu Yemameli (radıyallahü anhvi)lerin tek başlarına rivâyet ettikleri hadislerdendir. Ebû Dâvûd, Savm 18. Taberî der ki: Onları bu kanaate götüren şudur: Oruç gündüzün tutulur. Onlara göre de gündüz güneşin doğması ile başlar ve batması ile biter. Bu hususta dil bilginlerinin görüş ayrılıklarına dair açıklamalar daha önceden (2/164. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buna dair: "Bu gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır" Buhârî, Tefsir 2. sûre 28, Savm 16; Müslim, Siyam 33; Ebû Dâvûd, Savm 18; Nesâî, Siyam 29; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 17. şeklindeki âyeti bu hususa dair kesin ve nihaî hükümdür. Yüce Allah'ın: "Sayılı günlerde.." (el-Bakara, 2/184) diye buyurması da böyledir. Dârakutnî'nin rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim tan yerinin çıkmasından önce oruca niyet etmezse onun için oruç yoktur." Bu hadisi Abdullah b. Abbad tek başına el-Mufaddal b. Fedale'den bu isnad ile rivâyet etmiştir, senetteki bütün raviler sika (güvenilir) ravilerdir. Dârakutnî, II, 171-172. Ebû't-Tayyib'in hadis ile ilgili talikine de bakınız. Hazret-i Hafsa'dan gelen rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tan yerinin ağarmasından önce oruç kararını vermeyenin orucu yoktur." Bu hadisi de Abdullah b. Ebubekir merfu olarak rivâyet etmiştir. O ise rivâyet ettiği merfu hadislerde sika olanlardandır. Ayrıca Hazret-i Hafsa'dan kendi sözü ve merfu' olarak da rivâyet edilmiştir. Dârakutnî, II, 172. Bu iki hadiste Cumhûrun tan yeri (fecir) ile ilgili olarak görüşlerinin lehine bir delil vardır. Aynı şekilde fecirden önce niyetsiz orucun men edildiğini de göstermektedir ki, Ebû Hanîfe'nin konu ile ilgili görüşüne muhaliftir. Oruç ibadetlerden bir ibadettir. Niyetsiz sahih olamaz. Sari' de bu niyet için fecirden yapılmasını vakit olarak tayin etmiştir. Durum böyle olduğuna göre- "tan yerinin ağarmasından sonra yemek, içmek caizdir" nasıl söylenebilir? Buhârî ve Müslim Sehl b. Sa'd'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Yüce Allah'ın: "Beyaz iplik siyah iplikten tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için" âyeti nazil oldu, ancak "fecrin" âyeti nazil olmadı. Bazı kimseler oruç tutmak istediklerinde ayaklarına bir siyah ve bir beyaz iplik bağlar ve bu iki iplik açık bir şekilde birbirinden ayırt edinceye kadar yeyip içmesine devam ederlerdi. Daha sonra yüce Allah "fecrin" âyetini indirdi. Böylelikle onlar bununla (fecrin ağarması ile başlayan) gündüzün beyazlığını kastettiğini öğrenmiş oldular." Buhârî, Savm 16, Tefsir 2. sûre 28; Müslim, Siyam 35. Adiy b. Hatim'den: Dedi ki: ey Allah'ın Rasûlü, dedim, beyaz iplik ile siyah iplik ne demektir? Bildiğimiz iki iplik mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Eğer iki ipliği ayırdedecek şekilde görecek olursan (o vakte kadar yemeye devam edersen) anlayışı kıt bir kimsesin demektir. -Hazret-i Peygamber devamla buyurdu ki:- Hayır burada kasıt, gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 2. sûre 28. "Anlayışı kıt" anlamındaki "arîdu’l-kafâ" yerine "çok uykucu" anlamında "arîdu'l-visâde" tabriyle: Müslim, Siyam 33. Fecre "iplik" denilmesi görülen beyazlığın ip gibi uzunlamasına görülmesindendir. Şair der ki: "Beyaz iplik sabahın (karanlığı) yarıp çıkan aydınlığıdır Siyah iplik ise gecenin gizli olan kanadıdır." Arapçada "iplik (hayt)" renk demektir. "Fecr" ise akıp giden suyu ifade eden bir masdardır. Asıl anlamı itibariyle yarmak demektir. Bundan dolayı güneşin doğduğu yerden güneş ışıklarının müjdecisi olarak çıkan tan yerinde ışıkları görüldü, anlamına "fecr" kullanılır. Bu ise ufukta enine doğru yayılan ve açıkça görülen gündüzün aydınlığının başlangıcıdır. Araplar buna açıkladığımız gibi "beyaz iplik" derler. Ebû Dâvûd el-İyadî der ki: "Gece karanlığı bizim için aydınlanınca Ve sabahın etrafı aydınlatan ipi görülünce." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Görülmek üzereydi ve nitekim göründü onun belirtileri Kapkaranlık gecenin örtüsü ise onu örtüyordu." Araplar fecre "sadî'" ismini da verirler. Fecr ınsıdâ' oldu, ifadeleri buradan gelmektedir. Bişr b. Ebi Hazim, ya da Amr b. Madikerib şöyle der: "Aslanı ön ayaklarını yaymış görürsün Yelesinin beyazlığı âdeta tan yeri gibi." eş-Şemmah, tan yerini saçın ortadan ayrılması yerine benzeterek şöyle der: "Gece bitip sabah oldu mu Onu zeytinyağı sürülmüş başın saçlarının ayrılması gibi, yaran bir çizgi olur." Araplar apaçık olan bir iş hakkında: Bu sabahın felakı (aydınlığın karanlığı yarması yani fecri) fecrin ağarması, sabahın habercileri (tan yeri aydınlığı) gibidir, derler. Şair de şöyle demiştir: "Tan yerinin ağarmasından önce geldi o Gündüz de henüz gece karanlığında gizliydi." Yüce Allah: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti ile geceyi yemek, içmek ve cima için bir zaman, gündüzü de oruç zamanı olarak tesbit etmiştir. Böylelikle her iki zaman bölümünün hükümlerini açıklamış ve her ikisi arasında farklılık olduğunu belirtmiştir. Gündüzün geceleyin mubah kıldığı şeylerin hiç birisi -önceden de açıklandığı gibi- yolcu ya da hasta olanlar dışındakilere mubah değildir. Sözü geçenlerin dışında Ramazan gününde oruç açan bir kimsenin bu oruç açması ya kasten ya da unutarak olabilir. Eğer birinci şekil, yani kasten oruç açma sözkonusu ise bu hususta İmâm Mâlik şöyle demiştir: Ramazan gününde yemek yiyerek, su içerek ya da cima ederek kasten oruç açan bir kimse hem kaza orucu tutar, hem keffarette bulunur. Çünkü İmâm Mâlik Muvatta’''ında, Müslim de Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şunu rivâyet etmektedirler: Adamın birisi Ramazanda oruç açtı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir köle azad etmek yahut arka arkaya iki ay oruç tutmak veya altmış yoksula yemek yedirmek suretiyle keffarette bulunmasını emretti. Müslim, Siyam 84; Muvatta’', Siyam 28. Şa'bî de bu görüştedir. Şâfiî ve başkaları ise şöyle demektedir: Bu şekilde bir keffaret sadece cima ile oruç bozan kimseye hastır. Bu da yine Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîf dolayısıyladır: Adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip, helâk oldum ey Allah'ın Rasûlü dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Seni helâk eden nedir?" diye sorunca adam dedi ki: Ramazan ayında hanımıma yaklaştım... Buhârî, Savm 30, 31; Müslim, Siyam 81; Muvatta’', Siyam 28. Bu hadiste sırasıyla keffaret olarak yerine getirilmesi gerekenler sıralanmaktadır. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Bu görüşün sahipleri bu Hadîs-i şerîfteki durumu bir önceki hadiste geçen durum ile birlikte ele alır ve bunların ikisi aynı olaydır, derler. Ancak böyle bir iddia kabul edilmez. Aksine bunlar birbirlerinden farklı iki ayrı olaydır. Çünkü bu olayların anlatılış şekli birbirinden farklıdır. Ve keffaretin (bir önceki hadiste) herhangi bir kayda bağlı olmaksızın iftar edenin yükümlülüğü olduğunu belirtmiştir. O bakımdan keffaret mutlak olarak lazımdır. İşte Mâlik, onun mezhebine mensup arkadaşları, Evzaî, İshak, Ebû Sevr, Taberî ve İbnu'l-Münzir de bu görüşü kabul etmiştir. Ayrıca bu Atâ'dan gelen bir rivâyette de böylece zikredilmektedir. el-Hasen ve ez-Zührî'den de böyle gelmiştir. Şâfiî'nin de bu görüşü kabul edip benimsemesi gerekir. Çünkü Şâfiî şöyle demektedir: Hallerin çatışması ile birlikte tafsilatlı bir şekilde olayların hükümlerinin açıklamasının terkedilmesi hükmün umumî oluşuna delildir. Ayrıca Şâfiî kaza ile birlikte ceza görmesini de vacip görmüştür. Çünkü ayın hürmetini (saygınlığını) çiğnemiş bulunmaktadır. 10- Ramazanda Kocasının Cimada Bulunduğu Kadının Durumu: Ramazan ayında kocası tarafından kendisi ile ilişki kuran kadının ne ile yükümlü olduğu hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Ebû Yûsuf ve re'y ashabı: Kocanın üzerine düşen ne ise kadına da o düşer, demişlerdir. Şâfiî ise kadının sadece bir keffarette bulunması gerekir. İster kocasına kendi isteğiyle cevap versin, isterse kocası onu zorlamış olsun, der. Şâfiî mezhebinde kadın için keffaret hiçbir şekilde söz konusu değildir. (Dr. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l-İslâml, II, 669) keffaret yalnız cima' eden (erkek) hakkında sözkonusudur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta soru soran kimseye tek bir keffaret ile cevap vermiş ve teferruatlı bir şekilde ona durumu açıklamamıştır. Ebû Hanîfe'den rivâyet edildiğine göre ise eğer kadın isteyerek kocasına teslim olmuş ise onların her birisinin birer keffarette bulunması gerekir. Şayet karısını zorlamış ise o zaman kocanın tek bir keffarette bulunması gerekir, başka bir yükümlülük sözkonusu değildir. Bu, aynı zamanda Mâlikî olan Suhnun b. Said'in de görüşüdür. Mâlik der ki: Bu durumda kocaya iki keffaret düşer. Ashabının çoğunluğuna ve İmâm Mâlik'in mezhebine göre ulaşılması gereken sonuç da budur. 11- Oruçlu Olduğunu Unutarak Cima Eden ya da Yemek Yiyen: İlim adamları oruçlu olduğunu unutarak hanımıyla cima eden ya da yemek yiyen kimsenin hükmü hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve İshak şöyle derler: Her iki durumda da herhangi bir sorumluluğu yoktur. Kaza etmesi de keffarette bulunması da gerekmez. Mâlik, Leys ve Evzaî ise: Orucunu kaza etmesi gerekir, keffaret gerekmez, derler. Buna benzer bir görüş Atâ'dan rivâyet edilmiştir. Yine Atâ'dan gelen rivâyete göre eğer (unutarak) cima etmiş ise keffarette bulunması gerekir ve şöyle der: Böyle bir iş unutarak yapılamaz. Zahirîlerden bir grup ilim adamı da şöyle demektedir: İster unutarak ister kasten hanımıyla cima etsin hem kaza hem de keffarette bulunması gerekir. Bu aynı zamanda İbnu'l-Macuşun ve Abdülmelik'in de görüşüdür. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Çünkü keffareti gerekli gören Hadîs-i şerîf unutan ile kasten bu şekilde oruç açan kimse arasında fark gözetmemektedir. İbnu'l-Münzir der ki: Böyle kimse için herhangi bir sorumluluk yoktur. 12- Unutarak Yemek Yiyen ve Kasten Hanımıyla Cima Eden: Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y ashabı derler ki: Unutarak yemek yese, bunun ise orucunu bozduğunu zannettiğinden dolayı kasten hanımıyla cima etse, böyle bir kimsenin orucunu kaza etmesi gerekir, keffaret gerekmez. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşü kabul ederiz. (Mâlikî) mezhebindeki bir görüşe göre ise, eğer cür'etkârlık ederek ve önemsemeyerek orucunun hürmetini kasten çiğnemiş ise hem kaza etmesi, hem de keffarette bulunması gerekir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Halbuki Mâlik'in kabul ettiği asıl ilkeye göre keffarette bulunmaması gerekir. Çünkü unutarak yemek yiyen bir kimse ona göre oruç açan bir kimse gibidir. O gününün kazasını yapar. Böyle bir kimse oruçsuz olduğu halde hangi şeyin hürmetini (saygınlığını) çiğnemiş olur ki? Mâlik'in dışındakilere göre ise oruçlu olduğunu unutarak yemek yiyen hiçbir kimse oruçsuz sayılmaz. Derim ki: Sahih olan da budur. Cumhûr da bu görüşü kabul etmiştir: Unutarak yemek yiyen ya da içen bir kimsenin kaza yapması gerekmez ve onun tuttuğu oruç tamdır. Çünkü Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Oruçlu bir kimse unutarak yemek yese yahut unutarak içse bu şanı yüce Allah'ın ona sürüklediği bir rızıktır. Böyle bir kimse için kaza yoktur. -Bir rivâyette de şöyle denilmektedir:- Bu kimse orucunu tamamlasın, çünkü Allah ona yemek yedirmiş ve içirmiştir." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiş ve: Bunun isnadı sahihtir, bütün ravileri sika ravilerdir, demiştir. Darakutnî, II, 178; ayrıca bk. Buhârî, Eymân 15; Dârimî, Savm 23. Ebû Bekr el-Esrem der ki: Ben Ebû Abdullah'a Ramazanda unutarak yemek yiyen bir kimse hakkında soru sorulurken şöyle dediğini dinledim: Ebû Hüreyre'den gelen hadise göre üzerine birşey düşmez. Daha sonra Ebû Abdullah Mâlik dedi ki: Mâlik'in böyle bir kimsenin kazada bulunması gerekir, dediğini ileri sürmektedirler dedi ve güldü. İbnu'l-Münzir de der ki: Böyle bir kimseye birşey düşmez. Çünkü Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem) unutarak yemek yiyen ya da içen bir kimse hakkında "orucunu tamamlar" diye buyurmuştur. Hazret-i Peygamber "orucunu tamamlar" dediğine göre o kişi de orucunu tamamlayacak olursa orucu tam ve eksiksiz bir oruç olur. Derim ki: Unutarak oruç yiyen bir kimse için kaza sözkonusu olmadığına, orucu da tam bir oruç olduğuna göre kasten cimada bulunduğu takdirde o kimsenin orucunu kaza etmesi ve keffarette bulunması gerekir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- tıpkı unutmadan orucunu açan kimse gibi olur. Bizim ilim adamlarımız kazada bulunması gereğine şu sözleriyle delil getirirler: Oruç tutandan istenen deliksiz bir şekilde tam bir gün oruç tutmaktır. Çünkü yüce Allah: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" diye buyurmaktadır. Bu kişi ise tam bir oruç tutmamıştır. O halde bu tam gün oruç tutma sorumluluğu onun üzerinde olduğu gibi kalmaktadır. Belki de (orucunun tamamlanmasını emreden) hadis hükmünün hafifliği dolayısıyla tatavvu orucu hakkındadır. Buhârî ile Müslim'in Sahihlerinde şöyle denilmiştir: "Her kim oruçlu iken unutarak yemek yese yahut içse orucunu tamamlasın." Buhârî, Snvm, 26; Müslim, Siyam 171; İbn Mâce, Siyam 15. Burada orucun kazasından söz edilmemektedir. Ve buna herhangi bir şekilde değinilmemiştir. Ele alınan husus ise, bundan dolayı sorumluluğun düştüğü ve orucunu tamamlamaya ve bitirmeye devam etmesi emrinden ibarettir. Eğer tutulan oruç farz oruç ise, bizim sözünü ettiğimiz kazasını yapması gerektiğine dair açıklamalarımıza delil olur. Şayet oruç nafile ise unutarak yemek yiyen kimse için kaza yükümlülüğü olmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona kaza gerekmez" diye buyurmuştur. Derim ki: Bizim ilim adamlarımızın ileri sürdükleri delil budur ve sahihtir. Şu kadar var ki şari'den bizim sözünü ettiğimiz delil de sahih olarak gelmiştir. Açık ve sarih nas ile bu hüküm gelmiştir ki, bu da Ebû Hüreyre'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğuna dair rivâyetidir: "Her kim Ramazan ayında unutarak oruç açarsa onun için kaza da yoktur, keffaret de yoktur." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadisi tek başına İbn Merzuk -ki o sika bir ravidir- el-Ensarî'den rivâyet etmiştir. Darakutnî, II, 178. Böylelikle (ilim adamlarımızın) sözünü ettikleri ihtimal ortadan kalkmış ve müşkil sona ermiş olmaktadır. Celal ve kemal sahibi olan Allah'a hamdolsun. 13- Orucu Bozan ve Bozmayan Şeyler: Şanı yüce Allah oruçlu iken yapılması yasak olan yemek-içmek ve cimâ'dan ibaret hususları açıklamakla birlikte öpmek, dokunmak ve buna benzer tenin tene değmesi olan mübaşeretten söz etmemektedir. Bu ise hanımını öpen ve mübaşeret edenin orucunun sahih olduğuna delildir. Çünkü kullanılan ifadeden anlaşılan (fehva) geceleyin mubah kılınan şeylerin oruçlu iken gündüzün haram kılındığına delildir ki; bu şeyler de kaydettiğimiz üç husustur. Ayrıca bu âyette başka şeylere herhangi bir delalet yoktur. Bunların dışında kalan şeylerin oruçluya haram olduğunu söyleyebilmek için delilin bulunması gerekir. Bu bakımdan bu hususta yaygın bir ihtilaf sözkonusu olmuştur. Selef âlimleri de bu hususta farklı kanaatlere sahiptir ki bunlardan bir tanesi de mübaşerettir. Bizim (Mâlikî mezhebinin) ilim adamlarımız der ki: Kendinden emin olmayan ve nefsine hakim olamayan kimse için mübaşerette bulunmak mekruhtur. Böylelikle mübaşeretin orucu ifsad edecek şeye sebep olması önlenmiş olur. Mâlik Nafi'den rivâyet ettiğine göre Abdullah b. Ömer (r. anhuma) oruçlu kimsenin öpmesini ve mübaşerette bulunmasını yasaklıyor idi. Muvatta’'', Siyam 20. Bu -Allahu a'lem- bunların meydana getireceği sonuçlardan korktuğu içindir. Eğer öpmekle birlikte tehlikeden korunabilirse onun için bir vebal yoktur. Mübaşerette bulunması halinde de durum böyledir. Buhârî de Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oruçlu olduğu halde (hanımlarını) öpüyor ve mübaşeret ediyor idi. Buhârî, Savm 23; Müslim, Siyam 62, 70-74; Ebû Dâvûd, Savm 33. Oruçlunun hanımını öpmesini mekruh görenler arasında Abdullah b. Mes'ûd ve Urve b. ez-Zübeyr de vardır. İbn Mes'ûd'dan bunun yerine bir gün kaza etmesi gerektiğine dair bir rivâyet de gelmiştir. Şu kadar var ki kaydettiğimiz hadis onların aleyhlerine bir delildir. Ebû Ömer der ki: Öpmekten dolayı orucunu ifsad edecek bir sonucun doğacağını bilen kimse için hanımını öpmesine ruhsat veren bir ilim adamı olduğunu bilmiyorum. Eğer hanımını öpse ve menisi gelse orucunu kaza etmesi gerekir, keffarette bulunması gerekmez. Bu görüş, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının, Sevrî'nin, el-Hasen'in ve Şâfiî'nin de görüşüdür. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih edip şöyle demiştir: Böyle bir kimsenin keffarette bulunmasını gerekli görenin herhangi bir delili yoktur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Hanımını öpüp mezisi gelse böyle bir kimseye onlara göre birşey gerekmez. Ahmed (b. Hanbel) der ki: Hanımını öpüp mezisi gelse yahut menisi aksa kaza etmesi gerekir, keffarette bulunması gerekmez. Bundan ise kasten ya da unutarak cima edip organını sokan kimse müstesnadır. İbnu'l-Kasım Mâlik'ten, öpen ya da mübaşeret eden bunun sonucunda da organı sertleşmekle birlikte hiçbir şekilde suyu dışarı çıkmayanın orucunu kaza etmesi gerektiğine dair rivâyette bulunmuştur. İbn Vehb ise mezisi gelmedikçe kaza etmesi gerekmediğini İmâm Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Kadı Ebû Muhammed ise şöyle demektedir: Bizim mezhep âlimlerimiz böyle bir kimse üzerine keffaret gerekmediğinde ittifak etmişlerdir. Eğer ondan akan meni olursa kaza ile birlikte kaffarette bulunması da gerekir mi? Bu durumda olan bir kimse ya bir tek defa öpmüş ve bunun akabinde inzal olmuştur yahut bir defa öpmüş bundan zevk alarak tekrarlamış ve sonucunda inzal olmuştur. Şayet tek bir defa öpmüş veya mübaşerette bulunmuş ya da bir defa tenine el değdirmiş ise bu durumdaki kimse hakkında Eşheb ve Suhnun şöyle derler: Bu işi tekrarlamadığı sürece ona keffaret düşmez. İbnu'l-Kasım ise şöyle der: Bütün bu hallerde keffarette bulunur. Şu kadar var ki bakmaktan dolayı bunu tekrarlamadıkça keffarette bulunması gerekmemektedir. Öpmesi, mübaşerette bulunması, hanımıyla oynaşması, yahut fercin dışında cimada bulunması sonucunda menisi akan kimsenin keffarette bulunmasının vacip olduğunu kabul edenler arasında Hasan-ı Basrî, Atâ, İbnu’l-Mübarek, Ebû Sevr ve İshak da vardır. İmâm Mâlik'in el-Müdevvene'deki görüşü de budur. Eşheb'in görüşünün delili şudur: Dokunmak, öpmek ve mübaşerette bulunmak, bizatihi oruç bozmazlar. Geriye işin oruç bozmaya sebep teşkil eden sonuca ulaşması kalır. Eğer inzalde bulunmak maksadı ve orucu ifsad etmek kastı bulunmaksızın yalnızca bir defa bu işleri yaparsa, bakması gibi ona keffaret düşmez. Şayet bu işi tekrarlar ise orucunu ifsad etmeyi kastetmiş olacağından tekrar tekrar bakması halinde olduğu gibi, keffarette bulunması gerekir. el-Lahmî der ki: Bakmaktan dolayı inzalde bulunmak halinde ittifakla -bunu tekrarlama hali dışında- üzerine keffaret düşmeyeceğini kabul etmişlerdir. Bu konuda aslolan şudur: Keffaret ancak orucunu açmayı ve orucun hürmetini çiğnemeyi kasteden kimseye düşer. Eğer böyle birşey sözkonusu olursa o takdirde böyle bir durum ile karşı karşıya kalanın adetinin, alışkanlığının göz önünde bulundurulması gerekir. Eğer bir defa öpmek ya da mübaşeretten dolayı inzal olan birisi ise, ya da böyle bir kimsenin adeti farklı olup kimi zaman inzal oluyor, kimi zaman inzal olmuyor ise, bu kimsenin keffarette bulunması gerektiği görüşündeyim. Çünkü böyle bir işi yapan orucunun hürmetini çiğnemeyi kastetmekte ya da böyle bir işe kalkışmaktadır. Şayet böyle birisinin adeti böyle bir tehlikeden uzak kalmak şeklinde ise ve adetinin hilafına bir durum ondan sadır olursa, bunun keffarette bulunması gerekmez. Mâlik'in keffaretin gereğine dair görüşünün ayrı manalara gelme ihtimali de vardır. Çünkü böyle bir durum ancak bu türden tabiata sahip olan kimseler için cereyan eder. Mâlik de bu hususta o kişinin görünen durumunu değerlendirmekle yetinmiştir. Eşheb ise insanların bu konuda çoğunlukla görülen hallerine göre yorumlamıştır ki; bu gibi durumlarda insanlar (meninin akmasından yana) esenlikte olurlar. Bakışa dair söyledikleri de bunun delilidir. Derim ki: (el-Lahmî'nin) sözünü ettiği bakışı ile ilgili görüş birliğinin bulunması iddiası ve bunu asıl kabul etmesi uygun değildir, durum böyle değildir. Çünkü el-Bâcî el-Müntekâ adlı eserinde şunu anlatmaktadır: "Şayet zevk almak kastıyla bir defa baksa ve inzalda bulunsa şeyh Ebû'l-Hasan bu konuda şöyle der: Böyle bir kimsenin kaza ve keffarette bulunması gerekir. el-Bacî der ki: Bence sahih olan da budur. Çünkü bu kişi eğer bu bakışı ile zevklenme kastını gütmüş ise tıpkı öpmek ve buna benzer diğer faydalanma türleri gibi olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Cabir b. Zeyd, es-Sevrî, Şâfiî, Ebû Sevr ile re'y ashabı, menisi akıncaya kadar bir kadına defalarca bakan kimseler hakkında şöyle demişlerdir: Böyle birisinin kaza ve keffarette bulunması gerekmez. Bu görüşlerini İbnu’l-Münzir nakletmiştir. el-Bacî de der ki: el-Medeniyye'de İbn Nâfi' Mâlik'ten şunu rivâyet etmektedir: Çıplak bir kadına baksa bundan zevk alsa ve sonunda inzal olsa sadece kazasını yapması gerekir, keffarette bulunması gerekmez. 14- Cünub Olarak Sabahlayan Kimsenin Orucu: İlim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr), kendisi cünüb iken tan yeri ağaran kimsenin orucunun sahih olduğunu kabul ederler. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: "Bu icma ile caizdir. Ashab-ı kiram arasında bu hususta farklı görüşler (tartışmalar) vukua gelmiş olmakla birlikte, sonradan cünüb iken sabahı eden kimsenin orucunun sahih olacağı noktasında karar kılınmıştır." Derim ki: Burada sözü geçen görüş ve tartışmanın vukuu doğrudur ve bilinen ilmî bir husustur. Bu Ebû Hüreyre'nin: Cünüb olarak sabahı eden kimsenin orucu yoktur; şeklindeki sözüdür. Bunu da Muvatta’' ve başkaları rivâyet etmiştir. Muvatta’', Siyam 11; Buhâri, Savm 22; Müslim, Siyam 75. Nesâî'nin kitabında bu hususta kendisine başvurulduğunda tekrar şöyle dediği kaydedilmektedir: Allah'a yemin ederim ki bu sözü ben söylemedim. Allah'a yemin ederim bu sözü söyleyen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Nesâî'de böyle bir ifade tesbit edemedik. Ancak İbn Mâce, Siyam 26'da Abdullah b. Amr el-Karî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinledim: Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki: "Cünüb olduğu halde sabahı eden oruç açsın" diyen ben değilim. Bunu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) söylemişti. (Ebû Hüreyre'nin) bu rivâyetten dönüp dönmediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Ancak Muvatta’'', Buhâri ve Müslim'deki rivâyetlerde bu görüşünden vazgeçtiği ve bunu Resûlüllah'dan değil de el-Fadl b. Abbas'dan dinlediğini bildirmektedir. İlim ehlince kabul edilen Ebû Hüreyre'nin konu ile ilgili iki görüşünden en meşhur olanı böyle birisinin orucunun olmayacağı şeklindedir. Bunu İbnu'l-Münzir nakletmiştir. el-Hasen b. Salih'ten de böyle bir görüş rivâyet edilmiştir. Yine Ebû Hüreyre'den üçüncü bir görüş nakledilmektedir ki buna göre o şöyle demiş: Cünüb olduğunu bilse sonra da sabaha kadar uyuşa o kimsenin orucu yoktur, ancak bunu sabah oluncaya kadar bilmese orucu yerindedir. Bu görüş Atâ, Tavus, Urve b. ez-Zübeyr'den de rivâyet edilmiştir. el-Hasen ve en-Nehaî'den de böyle bir kimsenin nafile orucunun yerinde olacağı, ancak farz orucunu kaza edeceğine dair rivâyet gelmiştir. Derim ki: İşte bunlar cünüb olarak sabahlayan kimse hakkında ilim adamlarının dört görüşü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dört görüşten sahih olanı ise Cumhûrun kabul ettiği görüştür. Çünkü Âişe (r. anha) ile Umm Seleme (r. anha)'nın rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ihtilam sözkonusu olmaksızın cima dolayısıyla sabahı eder, sonra da orucuna devam ederdi. Yine Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan ayında ihtilam söz konusu olmaksızın cünüp olarak tanın ağarma vakti gelir, gusleder ve orucuna devam ederdi. Bu iki hadisi de Buhârî ve Müslim kaydetmiştir. Buhârî, Savm 22, 25; Müslim, Siyam, 76-80; Ebû Dâvûd, Savm 37, Tirmizî, Savm 63; İbn Mâce, Siyam 27; Muvatta’'', Siyam 9, 10, 12... Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Artık onlara yaklaşın.." âyetinden zorunlu olarak anlaşılan hüküm de budur. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, cimaın mübahlık süresinin tan yerinin ağarmasına kadar devam ettiğini belirttiğine göre, kişinin cünüp olarak tan yerinin ağarmasının söz konusu olacağı zorunlu olarak bilinen bir husustur. Ve bu durumda gusletmek tan yerinden sonra mümkün olabilir. Şâfiî de şöyle demiştir: Şayet erkeklik organı kadının içinde bulunurken tan yerinin ağarması ile birlikte çekilirse orucunu kaza etmesi gerekmez. el-Müzenî de der ki: Böyle bir kimsenin kaza etmesi gerekir. Çünkü çekilmesi cimaın tamamlanmasındandır. Şu kadar var ki birinci görüş açıklamış olduğumuz husus dolayısıyla daha sahihtir. İlim adamlarımızın kabul ettiği görüş de budur. 15- Oruçta Tan Yerinin Ağarmasından Sonra Ay Halinden Temizlenen Kadının Ne Zaman Yıkanması Gerekir: Tan yerinin ağarmasından önce temizlenip sabah oluncaya kadar gusletmeyen ay hali kadının hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çoğunluğu böyle bir kadının oruç tutmasının farz olduğu ve orucunun geçerli olacağı görüşündedir. Gusletmeyi ister kasten ister yanılarak terketmiş olsun farketmez. Bu konuda cünüp olan kimse gibidir. Bu, Mâlik'in ve İbnu'l-Kasım'ın da görüşüdür. Abdülmelik der ki: Ay hali olan kadın tan yerinin ağarmasından önce temizlense ve tan yeri ağarıncaya kadar gusletmeyi tehir etse o gün oruçsuzdur. Çünkü o günün bir kısmında temiz değildir. Bu durumdaki bir kadın cünüp gibi sayılamaz. Çünkü ihtilam orucu nakzetmez fakat ay hali orucu nakzeder. Ebû'l-Ferec Abdülmelik'ten naklederek yazdığı kitabında bu meseleyi böylece zikretmektedir. el-Evzaî de der ki: Böyle bir kadın orucunu kaza eder, çünkü gusletmekte kusurlu davranmıştır. İbnu'l-Cellab ise Abdülmelik'ten naklettiğine göre; böyle bir kadın gusletmesi mümkün olacak şekilde tan yerinin ağarmasından önce temizlense ve kusurlu davranıp sabah oluncaya kadar gusletmeyecek olursa, cünüb kimse gibi bunun da öyle bir kadına zararı olmaz. Şayet vakit gusletmesine imkân vermeyecek kadar dar ise, o gün orucu câiz olmaz ve o gün oruçsuzdur. İmâm Mâlik de bu görüştedir. Böyle bir kadın ay hali iken tan yeri ağaran kadın gibidir. Böyle bir kadın ile ilgili olarak Muhammed b. Mesleme de şöyle der: Oruç tutar ve sonra da kazasını yapar. Yani onun görüşü de el-Evzaî'nin görüşü gibidir. Yine Muhammed b. Mesleme'den gelen bir rivâyete göre o, bu konuda istisnaî bir görüş ileri sürerek, tan yerinin ağarmasından önce temizlenip kusurlu davranıp ağırdan alan ve sabah oluncaya kadar gusletmeyi geciktiren kadının, kaza ile birlikte keffârette de bulunmasını vacip görmüştür. 16- Ay Hali Olan Kadın Ne Zaman Temizlendiğini Bilemezse: Kadın Ramazan gecesi temizlenip de bu temizlenmesinin tan yerinin ağarmasından önce mi sonra mı olduğunu bilemezse, o gün oruç tutar ve ihtiyaten o günün kazasını yapar, keffârette bulunması gerekmez. 17- Oruçlu İken Hacamat (Kan Aldırma): Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Hacamat yapanın da yaptıranın da orucu bozuldu" Buhârî, Savm 32; Ebû Dâvûd, Savm 28; Tirmizî, Savm 59... dediği Sevbân, Şeddâd b. Evs ve Râfi' b. Hadîc yoluyla gelen hadislerle rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Ahmed, Şeddad b. Evs yoluyla gelen hadisi sahih kabul ederken Ali b. el-Medinî, Rafi' b. Hadic yoluyla gelen hadisi sahih kabul etmektedir. Mâlik, Şâfiî ve es-Sevrî der ki: (Hacamat yaptıranın) Orucunu kaza etmesi gerekmez. Bununla birlikte aldanış (tağrir) dolayısıyla böyle bir işi yapması mekruh olur. Müslim'in Sahihinde ise Enes yoluyla gelen rivâyete göre Enes'e: Sizler oruçlu olan kimseye hacamatı mekruh görüyor muydunuz? diye sorulmuş o şöyle cevap vermiş: Hayır, ancak zayıf düşmekten dolayı (hacamatı mekruh görürdük) diye cevap vermiştir. Buhârî, Savm 32. Ebû Ömer der ki: Şeddad'ın, Rafi' ile Sevban'ın rivâyet ettikleri hadis bize göre İbn Abbâs'ın hadisiyle neshedilmiştir. Bu hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ihramlı iken ve oruçlu olduğu halde hacamat yaptırmıştır. Buhârî, Tıb. 11, 12; Ebû Dâvûd, Savm 30; Tirmizî, Savm 61; İbn Mâce, Savm 18. Çünkü Şeddad b. Evs ile diğerlerinin hadisine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği yıl Ramazan ayının onsekizinci gününde hacamat yaptıran bir adamın yanından geçmiş ve bunun üzerine o da: "Hacamat yapanın da yaptıranın da orucu bozulmuştur" buyurmuştur. Bizzat kendisi de Veda Haccı senesinde ihramlı iken ve oruçlu olduğu halde hacamat yaptırmıştır. Hazret-i Peygamber'in haccı Veda Haccı senesinde olduğuna göre bu uygulaması, önceki âyetini kaçınılmaz olarak neshetmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber bundan sonra ayrıca Ramazana erişmemiştir. Zira o Rabiu'levvel ayında vefat etmiştir. Salât ve selam ona olsun. Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyetinin vücubu gerektiren bir emir olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Burada yer alan "ila:...e kadar" gaye (nihaîlik) bildirmek içindir. Eğer bu edattan sonra gelen ondan öncekinin cinsinden ise o da öncekinin hükmüne dahildir. Mesela birisi, ben senden şu feddanı kıyısına kadar satın alıyorum veya -satılan şey ağaç ise- senden bu ağaçtan bu ağaca kadar olanları alıyorum, derse işaret edilen o ağaç da satılan şeyler kapsamına girer. Halbuki ben senden bu feddanı eve kadar olan kısmıyla satın alıyorum, dediği takdirde durum böyle olmaz. Ev, sınırı belirtilen arazinin kapsamına girmez. Çünkü ev arazinin türünden değildir. Yüce Allah orucun gece açıkça ortaya çıkana kadar tamamlanmasını şart koşmuştur. Tıpkı gündüz açıkça belli oluncaya kadar yemeyi câiz gördüğü gibi. Orucun tamam olması için gerekli hususlardan bir tanesi de niyetin oruç boyunca sürekli olması ve kaldırılmamasıdır. Günün herhangi bir bölümünde niyetini kaldıracak olur ve oruç açmayı niyet eder fakat yemez ve içmezse (İmâm Mâlik'ten) el-Müdevvene'de böyle bir kimsenin oruçsuz olacağı ve o günün orucunu kaza etmesi gerektiği kaydedilmektedir. İbn Habib'in kitabında ise orucuna birşey olmadığı nakledilmekte ve şöyle demektedir: Fiilen iftar etmedikçe bu durum onu oruçlu olmaktan çıkartmaz. Niyet ile oruç bozulmaz. Bununla birlikte böyle bir kimsenin hem kaza hem de keffarette bulunması gerektiği de söylenmiştir. Suhnûn da şöyle demektedir: Ancak geceden oruç tutmamayı kararlaştıran kimse keffarette bulunur. Oruç açmayı gündüzün kararlaştıran kimseye ise bu kararının zararı yoktur, bununla birlikte istihsanen orucunun kazasını yapar. Derim ki: Bu, güzel bir görüştür. 20- Gece Olmakla Oruç Açılmış Olur: Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyeti, gece belirgin olarak ortaya çıktı mı şer'an oruç açmanın sünnet olduğunu ortaya koymaktadır. İster yemek yesin ister yemesin. İbnu'l-Arabî der ki: İmâm Ebû İshak eş-Şirazî'ye üç talâk ile yemin edip de soğuk olsun sıcak olsun herhangi bir şey ile oruç açmayacağını söyleyen kişinin hükmünün ne olacağı sorulmuş, o da güneşin batması ile o kişi oruç açmış olur; ona ayrıca birşey gerekmez, diye cevap vermiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini da delil göstermiştir: "Gece şu taraftan gelir gündüz bu taraftan giderse oruçlu olan kimse orucunu açmış olur." Buhârî, Savm 43-45; Müslim, Siyam 52-54; Ebû Dâvûd, Savm 20; Tirmizî, Savm 12; Müsned, IV, 380-381. Aynı mes'ele "eş-Şamil" adlı eserin sahibi İmâm Ebû Nasr b. es-Sabbağ'a sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: Sıcak veya soğuk birşey ile orucu açması kaçınılmazdır. Bununla birlikte İmâm Ebû İshak'ın verdiği cevap daha uygun ve yerindedir. Çünkü Kitap ve Sünnet bunu gerektirmektedir. 21- Güneş Batmadığı Halde Battı Zanneder ve Orucunu Açarsa: Bulut veya bir başka sebep dolayısıyla güneş battı zannedip orucunu açsa sonradan güneş görülse, ilim adamlarının çoğunluğuna göre o günün kazasını yapması gerekir. Buhârî'de Ebû Bekr (radıyallahü anh)'ın kızı Hazret-i Esmâ'dan (r. anhâ) şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bulutlu bir günde orucumuzu açtık, sonra da güneş çıktı. Bunun üzerine Hişam (b. Urve'ye) oruçlarını kaza etmeleri emrolundu mu? diye sorulunca o: Kaza etmeleri kaçınılmazdır, diye cevap verdi. Buhârî, Savm 46; İbn Mâce, Savm 15; Müsned, VI, 346. Ömer (b. Hattâb) Muvatta’''da bu hususta şöyle der: Mesele kolaydır. Biz vakit hakkında ictihadda bulunduk... Bununla kaza edilmesi gerektiğini kastetmektedir. Muvatta’'', Siyam 44. Yine Ömer'den bu durumda kaza etmesi gerekmez dediği de rivâyet edilmiştir. Hasan-ı Basrî de bu görüştedir. O şöyle der: Unutan kimse gibi kaza etmesi gerekmez. Bu aynı zamanda İshak'ın ve Zahiriyye'ye mensupların da görüşüdür. Yüce Allah'ın: "Geceye kadar" âyeti bu görüşü reddetmektedir. 22- Güneşin Battığından Şüphe Ederek Orucunu Açarsa: Güneşin battığından şüphe ederek orucunu açarsa, İmâm Mâlik'in görüşüne göre kaza etmekle birlikte keffarette bulunur. Ancak güneşin battığına dair kanaati daha ağır basıyorsa müstesna. Tan yerinin ağardığından şüphe eden kimse de İmâm Mâlik'e göre yemek yemekten vazgeçmelidir. Bu şüphesiyle birlikte yemeye devam ederse, unutan kimsenin durumunda olduğu gibi kaza etmesi gerekir. İmâm Mâlik'ten bu konuda farklı bir görüş rivâyet edilmemiştir. Medine'de ve başka yerlerde ilim ehline mensup bazıları tan yerinin ağardığını açıkça tesbit etmedikçe herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmadığı görüşündedir. İbnu'l Münzir de bu görüştedir. el-Kiya et-Taberî ise şöyle demektedir: "Bazıları şöyle zanneder: Tan yerinin ağarmasının ilk vakitlerine kadar oruç açması ona mubah kılındığına göre henüz tan yerinin ağarmadığı kanaatiyle yediği zaman o, yemenin câiz olduğu bir vakitte şeriatın izniyle yemek yemiş olur. O bakımdan kaza etmesi gerekmez. Mücâhid ve Cabir b. Zeyd böyle demiştir. Şu kadar var ki Ramazanın ilk gecesinde buluttan dolayı hilali göremeyip oruç tutmasa daha sonra o günün Ramazandan olduğu ortaya çıksa kaza etmesinin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur, üzerinde durduğumuz mes'ele de bunun gibidir. Dar-ı Harb'te bulunan esir de aynı şekilde Şa'ban'dan olduğunu zannederek oruç tutmasa sonra da durumun böyle olmadığı ortaya çıksa (yine o gününü kaza etmesi gerekir)." 23- Visal Orucu (Oruç Açmaksızın Orucu Birkaç Gün Sürdürmek): Yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" âyetinde visal orucunun yasaklanmasını gerektiren bir işaret de vardır. Çünkü gece orucun sona erdiği vakittir. Hazret-i Âişe de bu görüştedir. Bu, böyle olmakla beraber hakkında görüş ayrılığı bulunan bir konudur. Visal orucu yapanlardan Abdullah b. ez-Zübeyr, İbrahim et-Teymî, Ebû'l-Cevza, Ebû'l Hasan ed-Dineverî ve başkaları da vardır. İbn ez-Zübeyr yedi gün peşpeşe arada iftar etmeksizin (visal) oruç tutardı ve orucunu bağırsaklarını açsın diye yağ ve sabir (Azvay denen acı bir ağaç özü) ile açardı. Çünkü bağırsakları kururdu. Ebû'l-Cevza da yedi gün yedi gece yemeksizin oruç tutar, güçlü kuvvetli bir adamın dahi kolunu yakaladı mı kırabilirdi. Şu kadar var ki Kur'ân ve sünnetin beyanlarının zahiri, bunun câiz olmamasını gerektirir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Güneş buradan batar, gece buradan gelirse oruçlu kimse iftar etmiş olur." Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Ebi Evfa'dan rivâyet etmiştir. 20. başlıkta az önce geçti. Hazret-i Peygamber visal orucunu yasaklamıştır. Ancak ashab-ı kiram visalden vazgeçmek istemeyince bir gün daha sonra bir gün daha, onlar ile visal orucu tuttu. Arkasından da hilali gördüler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Eğer hilal daha sonraya kalsaydı sizinle daha çok visal orucu tutardım." diye vazgeçmek istemedikleri için onları azarlayıcı bir üslupla bunu söyledi. Bu hadisi de Müslim, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Buhârî, Savm 49, Temenni 9; Müslim. Siyam 57 Enes'ten gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: "Eğer bizim için ay daha da uzatılmış olsaydı öyle bir visal orucu tutardık ki bu işte derinliğine dalmak isteyenler bu davranışlarını terketmek durumunda kalırlardı." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Temenni 9; Müslim, Siyam 59-60; Müsned, III, 124, 193 Ayrıca Hazret-i Peygamber: "Visal orucu tutmaktan sakınınız, visal orucu tutmaktan sakınınız" âyeti ile ashab-ı kiramı visal orucu tutmak nehyini daha bir pekiştirmiştir. Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Sözünü ettiğimiz Hadîs-i şerîfler dolayısıyla insanı zayıf düşürüp bedenleri alabildiğine güçsüzleştirdiğinden ilim adamlarının büyük çoğunluğu visal orucunu mekruh kabul ederler. Kimisi de âyetlerin zahirine aykırı ve kitap ehline benzemeyi ihtiva ettiğinden dolayı haram kabul etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bizim orucumuz ile Kitap ehli orucu arasındaki ayırıcı özellik sahur yemeğidir." Bu hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Müslim, Siyam 46; Ebû Dâvûd, Savm 16; Tirmizî, Savm 17; Nesâî, Savm 27. Buhârî'de ise Ebû Said el-Hudrî'den gelen rivâyete göre Ebû Said Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Visal orucu tutmayın. Sizden her kim visal orucu tutmak isterse seher vaktine kadar visal orucu tutsun." Ashab-ı kiram: Ama sen visal orucu tutuyorsun ey Allah'ın Rasûlü deyince; Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Benim durumum sizin durumunuz gibi değildir. Ben, beni yediren bir yedirici, bana içiren bir içirici olduğu halde gecemi geçiriyorum." Buhârî, Savm 48; Ebû Dâvûd, Savm 24. İlim adamları derler ki: İşte bu, oruç açmanın seher vaktine kadar ertelenmesinin mubah kılındığını göstermektedir. Visal yapmak isteyenin orucunu sürdürebileceği nihaî vakit budur. Aynı zamanda bu âyet bir günü diğer bir güne bitiştirmenin men edildiğini de ifade eder. Ahmed, İshak ve Mâlik’in arkadaşı İbn Vehb de bu görüştedir. Visal'in câiz olduğunu kabul edenler şu sözleriyle buna delil getirirler: Visalin yasak kılınış sebebi onların henüz İslâm'a yeni girmiş olmaları idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) visali kendilerini zorlayarak yapmaya kalkışmalarından ve en yüsek makamlara böyle bir zorlama ile erişmek isteyeceklerinden, bunun sonucunda onlara fütur geleceğinden ya da cihad, düşmana karşı güçlü olmak gibi daha faydalı olan şeyleri yerine getiremeyecek şekilde zaafa düşeceklerinden korktu. Halbuki o dönemde bu gibi şeylere ihtiyaçları vardı. Bizzat kendisi ise özel olarak visali sürdürüyor, itaatlerin en yüksek makamlarını devam ettiriyor idi. Kendilerinin visal orucu tutmak istediklerine dair ondan talepte bulununca kendisi ile onlar arasında bir farkın bulunduğunu açıkladı ve bu hususta kendisinin halinin onların halinden farklı olduğunu bildirerek: "Ben sizin gibi değilim. Ben Rabbim beni yedirip içirerek gecemi geçiriyorum. " Buhârî, Savm 49, 50, İ'tisâm 5; Müslim, Siyam 57, 58, 60, 61; Tirmizî, Savm 61. diye cevap vermişti. Îman kalplerinde kemal noktasına ulaşıp göğüslerinde sapasağlam yerleşip kök salınca, müslümanlar çoğalıp düşmanlarına karşı üstünlük elde edince, Allah'ın dostları visal orucu tutmaya başladılar ve en üstün makamlara yükselmekle kendilerini yükümlü kıldılar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: İslâm'ın üstünlük sağlamasına, düşmanları kahretmeye rağmen, visal orucunu terketmek evladır. Derecelerin en yükseği, makam ve mevkilerin en üstünü budur. Buna delil ise zikrettiğimiz âyetlerdir. Ayrıca gece şer'î bir oruç için tayin edilmiş zaman değildir. O kadar ki bir kimse niyet ederek geceleyin oruç tutmak istese bundan dolayı herhangi bir sevap elde edemez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisinin visal orucu tuttuğuna dair haber vermiş değildir. Sahabe onun visal orucunu tuttuğunu zannetmiş versen visal orucu tutuyorsun, demişler, o da onlara kendisine yemek yedirildiğini, içirildiğini bildirmiştir. Bu ifadenin zahirinden anlaşılan hakikat manasının kastedildiği şeklindedir. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cennetin yemeklerinden ve içeceklerinden getirilmekteydi. Şöyle de denilmiştir: Bu onun kalbine gelen mana ve letâif diye yorumlanmalıdır. Ancak lâfzın hem hakikat hem mecaz anlamına gelme ihtimali var ise, aslolan bunu izale edecek delil varid olana kadar hakikatin kastedildiğidir. Ashab-ı kiram visalden vazgeçmek istemeyince Hazret-i Peygamber kendisi hakkında haber verdiği üzere özel durumunda bir değişiklik olmaksızın onlarla visal orucunu devam ettirdi. Onlar da kendi adetleri üzere visal orucu yaptılar ve sonunda zaafa düşüp sabırlarının azalıp visalden vazgeçmelerini istedi. İşte bu üslup azarın ve cezanın gerçek ifadesidir. Tâ ki kendi aleyhlerine istedikleri zorlaştırmayı ve ince eleyip sık dokumayı terkedinceye kadar. Aynı şekilde eğer bizler Hazret-i Peygamber'in: "Bana yemek yediriliyor, içiriliyor" âyeti ile kastedilenin yine manevî gıdalar olduğunu kabul etsek dahi, hükmen Peygamber efendimiz oruçsuz idi. Oruçlu iken gıybet eden ve yalan şahitlikte bulunanın hükmen oruçsuz olması gibi. Bu bakımdan (her ikisinin de manevi şeyler olması açısından) aralarında bir fark yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince amel etmeyi terk etmeyecek olursa o kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine Allah'ın bir ihtiyacı yoktur." Buhârî, Savm 8. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi visal orucunu tutmadığı gibi, bu orucun tutulmasını da emretmiş değildir. O bakımdan visalin terkedilmesi evladır. Başarımız Allah'tandır. Oruçlu bir kimsenin taze yahut kurumuş birkaç hurma ya da birkaç yudum su ile orucunu açması müstehabtır.. Çünkü Ebû Dâvûd, Hazret-i Enes'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kılmadan önce taze birkaç hurma ile orucunu açardı. Taze hurma yoksa kuru hurma ile onlar da yoksa birkaç yudum su içerdi." Bu hadisi Darakutnî de rivâyet etmiş ve hakkında senedi sahihtir demiştir. Ebû Dâvûd, Savm 22; Tirmizî, Savm 10; Müsned, III, 164; Darakutnî, II, 185. Darakutnî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orucunu açtığında şöyle derdi: "Senin için oruç tuttuk, senin rızkın ile orucumuzu açtık, bizden kabul buyur, çünkü sen herşeyi işitensin herşeyi bilensin." Darakutnî, II, 185. İbn Ömer'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) orucunu açtığında şöyle dua edermiş: "Susuzluk gitti, damarlarımız ıslandı, Allah'ın izniyle de ecrimiz tahakkuk etti." Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir. Darakutnî de der ki: Bu hadisi sadece el-Huseyn b. Vakid rivâyet etmiş olup isnadı hasendir. Ebû Dâvûd, Savm 23; Dûrakutnl, II, 185. İbn Mâce de Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sa'd b. Muaz'ın yanında oruç açtı ve şöyle buyurdu: "Yanınızda oruçlular oruç açsın, hayırlı kimseler yemeğinizi yesin, melekler size rahmet niyaz etsin." Ebû Dâvûd, Et'ime 54; İbn Mâce, Siyam 45; Müsned, III, 118, 138, 201. Zeyd b. Halid el-Cühenî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir oruçluya iftar veren, onlar kadar ecir alır ve öbürlerinin ecirlerinden de birşey eksilmez." Tirmizî, Savm 82; İbn Mâce, Siyam 45. Abdullah b. Amr b. el-As'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Oruçlunun orucunu açacağı zaman geri çevrilmeyip kabul olunacak bir duası vardır." İbn Mâce, Siyam 48. İbn Ebi Muleyke der ki: Ben Abdullah b. Amr'ı oruç açtığı zaman şöyle derken dinledim: "Allah'ım, ben herşeyimi kuşatan rahmetin ile senden bana mağfiret buyurmanı diliyorum." Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Oruçlunun kendisini sevindirecek iki sevinci vardır. Oruç açtığı zaman oruç açmakla sevinir, Rabbine kavuşacağında da orucu dolayısıyla sevinir." Buhârî, Savm 9; Müslim, Siyam 163-165; Nesâî, Siyam 41, 42; Müsned, II, 232, 273, 516; III, 5. Ramazan orucunu tutanın Şevval'den altı gün oruç tutması müstehabtır. Buna gerekçe, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce'nin Ebû Eyyub el-Ensarî'den rivâyet ettikleri şu Hadîs-i şerîftir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim Ramazan orucunu tutsa, sonra da arkasından Şevval'den altı gün daha tutsa bu onun için bütün seneyi oruçla geçirmek gibidir." Müslim, Siyam 204; Tirmizî, Savm 53; Ebû Dâvûd, Savm 57; İbn Mâce, Siyam 33; Dârimî, Savm 44; Müsned, V, 417, 419. Bu Sa'd b. Said el-Ensarî el-Medenî yoluyla gelen hasen sahih bir hadistir. Bu Buhârî'de kendisinden hadis rivâyet edilmeyen ravilerden birisidir. Bu hadis, Ceyyid bir isnad ile Ebû Esma er-Rahabî yoluyla gelen hadis ile tefsir edilmiştir (Müfesser). Ebû Esma er-Rahabî Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azatlısı Sevban'dan rivâyetine göre Sevban Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Allah bir haseneyi on misli ile takdir buyurmuştur. Ramazan ayı on aya, oruç açtıktan sonra (şevvaldeki) altı gün oruç da (iki aya tekabül ettiğinden) senenin bütünü (oruçla geçirilmiş) olur." Bu hadisi Nesâî rivâyet etmiştir. Dârimî, Siyam 44. Bu altı günün orucunun hükmü hakkında ihtilaf edilmiştir. Mâlik, Muvatta’' adlı eserinde cahil kimseler Ramazana Ramazandan olmayan günleri katarlar korkusuyla mekruh görmektedir. Nitekim onun korktuğu meydana geldi. Horasan'ın bazı bölgelerinde Ramazandaki adetleri üzere bu günlerin orucu için de sahura kalkıyorlardı. Mutarrif in Mâlik'ten rivâyetine göre ise o özel olarak yalnız başına bugünlerin orucunu tutarmış. Şâfiî, bu günlerin orucunun müstehab olduğu görüşündeydi. Ebû Yûsuf ise mekruh görmektedir. 26- İtikâf ve İtikâfı Bozan Haller: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın" âyeti ile yüce Allah, cima'ın itikâfı bozacağını beyan etmektedir. İlim ehli itikâfta iken kastî olarak hanımına fercinden yaklaşan kimsenin itikâfını bozmuş olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Ancak bu durumda cezasının ne olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Hasan-ı Basrî ve Zührî şöyle der: Ramazanda hanımına yaklaşanın cezası ne ise onun da cezası odur. Cima olmaksızın mübaşerete (tenlerin değmesine) gelince; eğer bundan zevk almak maksadı varsa bu mekruhtur. Öyle bir maksadı yoksa mekruh olmaz. Çünkü Hazret-i Âişe Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfta iken saçlarını tarıyordu. Buhârî, İtikâf 3; Müslim, Hayz 6, 7, 9; Ebû Dâvûd, Savm 79; İbn Mâce, Siyam 64; Muvatta’'', İtikâf 1; Müsned, VI, 181 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedenine eliyle dokunması ise bu durumda kaçınılmazdır. İşte bu şehvet olmaksızın mübaşeretin yasak olmadığının delilidir. Atâ, Şâfiî ve İbnu'l-Münzir bu görüştedir. Ebû Ömer de şöyle demektedir: İtikâfta bulunan kimsenin mübaşerette bulunamayacağı, hanımını öpemeyeceği hususu üzerinde icma etmişlerdir. Böyle yaptığı takdirde cezasının ne olacağı hakkında ise farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve Şâfiî der ki: Bunlardan herhangi bir işi yaptığı takdirde itikâfı bozulur. Bunu el-Müzenî nakletmiştir. Bir başka yerde itikâf ile ilgili mes'elelerde de şöyle demektedir: Haddi gerektiren dışında cinsel ilişki itikâfı bozmaz. Bu görüşü Müzenî, hac ve oruç hakkında kabul ettiği asıl kaideye kıyasen tercih etmiştir. Yüce Allah'ın: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda" cümlesi hal durumundadır. Sözlükte itikâf birşeyi devamlı yapmak demektir. Bir şeye yönelip ondan ayrılmaması halinde itikâf tabiri kullanılır. Recez vezninde de şair şöyle der: "El ele tutuşup halay çeken Nabatlıların itikâfı gibi." Şair de şöyle der: "Gecenin genç kızları (üzüntüler) etrafımda ayrılmayarak (itikâfta) kaldılar. Ortalarında ölmüş birisi bulunup da ağlayan kızların ayrılmaması gibi." İtikâf yapan kişi itikâfın süresince Allah'ın itaati ile uğraşmak durumunda olduğundan dolayı ona bu isim verilmiştir. Şer'î bir terim olarak itikâf belli bir zamanda belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde özel bir itaate devam etmek demektir. İlim adamları itikâfın vacip olmadığını, bununla birlikte Allah'a yaklaştırıcı bir ibadet ve nafilelerden bir nafile olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi, ashabı ve hanımları itikâfta bulunmuşlardır. Kişi kendisini bağlayıcı olarak itikâfta bulunacağını söylerse itikâfta bulunması gerekir. Haklarını yerine getirebilmekten acze düşmesinden korkulan kimse için itikâfa girmesi mekruhtur. 28- İtikâfın Yapılması Gereken Yer: İlim adamları itikâfın mescidden başka bir yerde olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah ilgili âyetinde: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda.." diye buyurmaktadır. Ancak ilim adamları burada geçen "mescidler"den neyin kastedildiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Kimileri âyet-i kerimede geçen "mescidler" tabiriyle belli bir mescid türünün kastedildiği görüşündedirler ki bu da bir peygamber tarafından bina edilen mesciddir. Mescid-i Haram, Peygamber efendimizin mescidi ve Mescid-i Aksa gibi. Bu görüş Huzeyfe b. el-Yeman ve Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet edilmiştir. Bunlara göre başka mescidlerde itikâf câiz değildir. Başkaları ise şöyle demektedirler: İçinde cuma namazı kılınan mescid dışında bir mescidde itikâf yapılmaz. Çünkü onlara göre âyet-i kerimedeki işaret bu tür mescidleredir. Bu görüş de Ali b. Ebî Tâlib ve İbn Mes’ûd'dan rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda Urve, el-Hakem, Hammâd , ez-Zührî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali'nin de görüşüdür, İmâm Mâlik'in konu ile ilgili iki görüşünden bir tanesi de budur. Başkaları da şöyle demektedirler: Her mescidde itikâf caizdir. Bu görüş de Saîd b. Cübeyr, Ebû Kilâbe ve başkalarından rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda bu Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da görüşüdür. Delilleri bu âyet-i kerimeyi İmâmı ve müezzini bulunan her mescid hakkında umumi anlamına göre yorumlamaktan ibarettir. Mâlik'in konu ile ilgili iki görüşünden birisi budur. İbn Uleyye, Davud b. Ali, Taberî ve İbnu'l-Münzir de bu görüştedirler. Darakutnî ed-Dahhak'tan o da Huzeyfe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Müezzini ve İmâmı bulunan her bir mescidde itikâf etmek uygundur." Darakutnî der ki: Şu kadar var ki: Dahhak, Huzeyfe'den hadis dinlememiştir. Darakutnî, II, 200. Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye göre itikâiin asgarî süresi bir gece ve bir gündüzdür. Eğer bir kimse: Allah için bir gece itikafta bulunacağım, diyecek olursa bir gece ve bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Aynı şekilde bir günitikâftabulunmayı adayacak olursa bir gece ve bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Suhnun der ki: Bir gecelik itikâf adayan bir kimseye birşey düşmez. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedirler: Eğer bir gün itikafta bulunmayı adayacak olursa gecesiz olarak sadece bir gündüz itikafta bulunması gerekir. Bir gece itikafta bulunmayı adayacak olursa -Suhnun'un dediği gibi- birşey yapması gerekmez. Şâfiî de der ki: Neyi adamışsa onu yapması gerekir. Bir gece adamışsa bir gece, bir gün adamışsa bir gün. Şâfiî der ki: İtikâfın asgarî süresi bir andır, azamî süresinin ise sınırı yoktur. Hanefî mezhebine mensup bazı ilim adamları ise şöyle demektedir. Bir anlık itikâf da sahihtir. Bu görüşe göre itikâf süresince oruçlu bulunmak şart değildir. Ahmed b. Hanbel'den de iki görüşünden birisi olarak nakledilmiştir. Aynı zamanda bu Davud b. Ali ile İbn Uleyye'nin de görüşüdür. İbnu'l-Münzir ile İbnu'l-Arabî de bu görüşü tercih etmişlerdir. Buna delil olarak da Resûlüllah' (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ramazan ayında itikâfa girmiş olmasını gösterirler. Ramazan ayı orucunun hem Ramazan için hem de başka bir maksatla tutulmasına ise imkân yoktur. Ramazan ayında itikâfda bulunan bir kimse Ramazan orucuna hem nafile hem de farz oruca diye niyette bulunursa Mâlik ve arkadaşlarına göre onun bu orucu fasid olur. Bilindiği gibi itikâfda bulunan kimsenin geceleyin de kadınlara mübaşeret etmekten tıpkı gündüz olduğu gibi kaçınması gerekir. İtikafta bulunanın gecesi de itikâf süresine dahildir. Gece ise oruç tutma zamanı değildir. Buna göre itikafta bulunanın gündüzün de oruçlu olmaya ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte oruç tutarsa güzeldir. Mâlik, Ebû Hanîfe ve diğer görüşünde Ahmed ise oruç ile olmadıkça itikâf sahih olmaz demişlerdir. Bu görüş İbn Ömer, İbn Abbâs ve Âişe (radıyallahü anhüm)dan rivâyet edilmiştir. Muvatta’''da ise Kasım b. Muhammed ile Abdullah b. Ömer'in azadlı kölesi olan Nafi'den oruçsuz itikâf olmaz dedikleri rivâyet edilmiştir. Çünkü yücü Allah Kitabında: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan ayırdedilinceye kadar yeyin için.. Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda ise kadınlarınıza yaklaşmayın" diye buyurmaktadır. Kasım b. Muhammed ile Nafi' derler ki: Görüldüğü gibi burada yüce Allah itikâfı oruç ile birlikte sözkonusu etmiştir. Muvatta’'', İtikâf 4. Yahya dedi ki: İmâm Mâlik dedi ki: Bizce durum bu şekildedir. Buna delil olarak da Abdullah b. Budeyl'in, Amr b. Dinar'dan onun İbn Ömer'den yaptığı şu rivâyettir: Hazret-i Ömer cahiliyye döneminde Ka'be'nin yanında bir gün ya da bir gecelik itikatta bulunmayı adamış idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorunca Hazret-i Peygamber: "İtikaf yap ve oruç tut" diye buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Müslim, Eymân 27; Ebû Dâvûd, Eymân 25, Savm 80; Tirmizî, Nüzûr 11. Dârakutnî der ki: Bu hadisi İbn Budeyl tek başına Amr'dan rivâyet etmiştir ve o da zayıftır. Dârakutnî, II, 200 Hazret-i Âişe'den rivâyet edildiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Oruçsuz itikâf olmaz." Dârakutnî der ki: Bu hadisi Süveyd b. Abdülaziz tek başına Süfyan b. Hüseyn'den o ez-Zühri'den, o Urve'den o da Âişe'den rivâyet etmiştir. Bunlar derler ki: Orucun itikâf için tutulması orucun şartı değildir. Ancak tutulan orucun hem itikâf için hem Ramazan için nezir veya bir başka maksat için tutulması sahihtir. Oruç adayan bir kimsenin bu adağı şeriatın konu ile ilgili asıl hükmüne göre adağının muktezası ne ise ona göre açıklanır. Mesela, bir kimse bir namaz kılmayı adayacak olursa onun o namazı kılması gerekir. Ancak özel olarak o namaz için taharet ve abdest alması gerekmez. Bir başka namaz için almış olduğu taharetiyle o namazını eda etmesi yeterlidir. 30- îtikâftakinin İtikâf Yerinden Dışarıya Çıkması: İtikatta bulunan kimse itikâfta bulunduğu yerden kaçınılması mümkün olmayan şeyler dışında, herhangi bir sebeple dışarıya çıkamaz. Çünkü hadis İmâmları Âişe (r. anha)’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfa girdiğinde bana başını uzatır, ben de onun saçlarını tarar idim. Eve de insanın ihtiyacı dışında herhangi birşey için girmezdi. Hazret-i Âişe bununla büyük ve küçük abdest bozmayı kastediyor. Müslim, Hayz 6, 7, 9; İbn Mâce, Siyam 64; Muvatta’', İ'tikât 1; Müsned, VI, 181; ayrıca bk. 26. başlık ile ilgili not. Bu hususta ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. İtikâfta bulunan bir kimse zorunlu bir ihtiyaç ve kaçınılması mümkün olmayan herhangi bir sebep dolayısıyla çıkarsa, zorunluluk sona erdikten sonra derhal geri dönüp itikâfına kaldığı yerden devam ederse ona birşey düşmez. Apaçık hastalık ve ay hali bu gibi zaruretlerdendir. Şu kadar var ki bunun dışındaki maksatlar için çıkması hakkında farklı görüşler vardır. Mâlik'in mezhebi sözünü ettiğimiz gibidir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Saîd b. Cübeyr, Hasen ve en-Nehaî şöyle derler: İtikatta bulunan kişi hasta ziyaretine gider, cenaze namazlarına katılır. Bu görüş Hazret-i Ali'den rivâyet edilmekle birlikte ondan sabit olmamıştır. İshak ise vacip ve nafile itikâfı farklı görür ve vacip itikâf hakkında şunları söyler: Bu durumda olan bir kişi hastayı ziyaret etmez, cenaze namazlarına katılmaz. Nafile itikâf hakkında da şunları söyler: İtikâfa başlayacağı vakit cenazelere katılmayı, hastaları ziyaret etmeyi, Cuma namazına katılmayı şart koşar. Şâfiî der ki: Hasta ziyareti, cenazelere katılmak ve buna benzer birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için itikâfta bulunduğu yerden çıkmayı şart koşması sahih olur. Bu hususta İmâm Ahmed'den ise farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde kabul etmezken bir seferinde de bunda bir mahzur olmayacağını zannederim demiştir. el-Evzaî de İmâm Mâlik'in dediği gibi şöyle der: İtikâfta şart koşmak olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: İtikâfta bulunan kimse ancak kaçınılmaz olan şeyler için itikâfa girdiği yerden çıkabilir. Bu ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın itikâftan ayrılmasına sebep teşkil eden durumlardır. 31- İtikâfta Bulunan Kimsenin Cuma Namazı İçin Çıkması: Cuma namazına gitmek üzere çıkması hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Kimisi: Cuma namazını kılmak üzere çıkar ve selam verdi mi geri döner, çünkü o farz olan bir iş için çıkmıştır ve bu durumda itikâfı bozulmaz, derler. Bu görüşü İbnu’l-Cehm, Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. İbnu'l Arabî ile İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmişlerdir. Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ise şudur: On gün itikâf etmek isteyen yahut bu kadar itikâfta bulunmayı adayan bir kimse ancak cami' olan (cuma namazı kılınan) mescidlerde itikâfta bulunabilir. Bir başka mescidde itikâfta bulunduğu takdirde cuma namazına çıkması gerekir ve itikâfı batıl olur. Abdülmelik ise şöyle der: Cuma namazını kılmak üzere yerinden çıkar, namaza katılır, itikâf yaptığı yere geri döner ve itikâfı da bu durumda sahih olur. Derim ki: Sahih olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah: "Mescidlerde itikâfta bulunduğunuzda" diye buyurmaktadır. Bu âyet ise umumidir. İlim adamları da itikâfın vacip olmayıp sünnet olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İmâmların Cumhûru ise Cuma namazının farz-ı ayn olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Biri ötekinden daha te'kidli olan iki vacip (farz) bir arada bulunacak olursa daha te'kidli olana öncelik tanınır. Peki bir mendup ve bir vacip karşı karşıya gelirse ne yapılır? Hiç kimse Cuma namazına gitmeyi terketmeyi söylemiş değildir. Buna göre Cuma namazına gitmek üzere çıkış, insanın ihtiyacı anlamındadır. 32- İtikâfta Bulunan Büyük Bir Günah İşlerse: İtikâfta bulunan kişi büyük bir günah işlediği takdirde itikâfı bozulur. Çünkü büyük günah ibadetin zıddıdır. Tıpkı hadesin, taharet ve namazın zıddı oluşu gibi. Şanı yüce Allah'ın itikâfta bulunana haram kıldığı şeyleri terketmek ibadette itikâfın en üstün derecesidir. Bu açıklamaları İbn Huveyzimendad İmâm Mâlik'ten nakletmektedir. Müslim, Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) itikâfa girmek istediğinde sabah namazını kılar, daha sonra da itikâfa çekileceği yere girerdi.. Müslim, İtikâf 6; Buhârî, İtikâf 6 (yakın lâfızlarla); Ebû Dâvûd, Savm 77; Tirmizî, Savm 71 İlim adamları ise itikâf yapacak olanın itikâfa giriş vakti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Evzaî bu hadisin zahirine uygun görüş belirtir. Bu görüş es-Sevrî'den ve iki görüşünden birisinde Leys b. Sa'd'dan da rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Münzir ve tabiînden bir grup da bu görüştedir. Ebû Sevr ise şöyle der: On gün itikâfta bulunacağını adayan kimse böyle davranır. Eğer on günden fazla itikâfta bulunacak olursa güneşin batışından önce itikâfa girer. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedirler: Bir ay süreyle itikâfta bulunmayı (adakta bulunmak suretiyle) kendisine vacip kılan kimse, o gün güneş batınımdan önce mescide girer. Mâlik der ki: Bir gün veya daha fazla itikâfta bulunmak isteyen herkes böyle yapar. Ebû Hanîfe ve İbnu'l Macuşun Abdülmelik de bu görüştedir. Çünkü itikâf günlerinin ilk gecesi de bu günlerin kapsamına girer ve bu gece de itikâfın bir zamanıdır. Gün gibi kısımlara bölünmeyi kabil değildir. Şâfiî der ki: Allah için bir gün itikâf edeceğim, dediği takdirde -ay hakkındaki görüşüne muhalif olarak- tan yerinin ağarmasından önce itikâfa girer, güneşin batışından sonra çıkar. Konu ile ilgili iki görüşünden birisinde el-Leys ve Züfer de şöyle demektedir: Tan yerinin ağarmasından önce itikâfa girer. Bunlara göre ay ve gün arasında fark yoktur. Benzeri bir görüş Ebû Yûsuf'tan da rivâyet edilmiştir. Kadı Abdülvehhab da bu görüştedir. Gece gündüze tabi olmak yoluyla itikâfın kapsamına girer. Buna delil şudur: İtikâf oruçsuz olmaz. Gece ise oruç tutma zamanı değildir. O halde itikâfta maksadın gece değil, özellikle gündüz olduğu sabit olmuştur. Derim ki: Ancak Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği Hadîs-i şerîf bu görüşleri redetmektedir. Anlaşmazlık halinde ise delil odur. Bu ise sahih oluşunda görüş ayrılığı bulunmayan sabit bir hadistir. 34- Ramazanın Son On Gününde İtikâf: Ramazanın son on gününde itikâf yapan kimsenin bayram gecesini de mescidde geçirerek Bayram namazı için namazgaha gidinceye kadar mescidde kalmasını İmâm Mâlik müstehab görmüştür. Ahmed'in görüşü de budur. Şâfiî ve Evzaî ise derler ki: Güneş battı mı itikâf ettiği yerden çıkar. Bu görüşü ayrıca Suhnun İbnu'l-Kasım'dan da rivâyet etmiştir. Çünkü ayın bitmesi ile ayın son on günü de bitmiş olur. Ay ise Ramazan ayının son gününün güneşinin batması ile biter. Suhnun ise şöyle demektedir: Bu şekilde yapması vaciptir. Eğer bayram gecesi itikâfından çıkarsa itikâfı batıl olur. İbnu'l-Macuşun ise şöyle demektedir: Ancak bizim sözünü ettiğimiz ayın sona ermesiyle ilgili açıklamalar bu görüşü reddetmektedir. Şayet bayram gecesi itikâf yerinde kalmak itikâfın sıhhat şartlarından olsaydı, bayram gecesine kadar devam etmeyen hiçbir itikâfın sahih olmaması gerekirdi. Ancak bunun câiz oluşu üzerindeki icma da, itikâf yapan kimsenin bayram gecesi yerinde kalmasının itikâfın sıhhati için şart olmadığına delildir. Orucun hükümleri ile itikâfın hükümlerine dair âyetlere uygun düşecek şekilde yaptığımız bu açıklamalar, yeterli görülmelidir. Bu kadarıyla yetinen kimseler için bu açıklamalar yeter. Doğru yola iletme başarısı Allah'tandır. 35- Allah'ın Hududu (Sınırları) Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır" âyetinden kasıt şudur: Bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır, bunlara muhalefet etmeyin. Âyet-i kerimede geçen "bunlar" âyeti sözü geçen emir ve yasaklara bir işarettir. Sınırlar (hudud); engeller demektir. (Hududun tekili olan) had ise alıkoymak, engellemek demektir. Demire "hadid" denilmesi bundandır. Çünkü demir silahın insan bedenine varmasına engel olur. Kapıcı ve hapishane gardiyanına da "haddad" denilmiştir. Çünkü o içerde olanların dışarı çıkmasını engeller, dışarda olanların da içeriye girmesini engeller. "Allah'ın hududu"na bu adın veriliş sebebi, onlardan olmayan şeylerin içeriye girmesini ve onlardan olan şeylerin de dışarıda kalmasını engeller. Masiyetlerin (cezalarına): Hudud denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü hudud (hadler, cezalar), kişiyi benzeri davranışlara dönmekten alıkoyar. İddet bekleyen kadının iddet bekleme haline de "ihdad" denilmesi de bundan ötürüdür. Çünkü bu durumu kadının süslenmesine manidir. 36- Allah Âyetlerini İnsanlara Apaçık Bildirir: "İşte Allah âyetlerini insanlara böylece açıklar." Bu sınırları açıkladığı gibi bütün hükümleri de böylece açıklar. Tâ ki bu sınırları aşmaktan uzak durasınız, sakınasınız. "Âyetler" hakka ileten alametler demektir. "Takva sahibi olsunlar diye" âyeti ise, bu sınırlara riâyet eden insanlar hakkında bir ümit ifade eder. Zahiren bu geneldir. Bununla birlikte Allah'ın hidâyete ermeyi kolaylaştırdığı kimseler için ise özeldir. Çünkü Allah'ın dilediği kimseleri saptırdığını ifade eden âyetler bunu göstermektedir. |
﴾ 187 ﴿