196Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın. Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin). Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir(iyle) fidye (gerekir). Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah cezası cidden çetin olandır. Âyet-i kerimenin: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Haccın ve Umrenin Tamamlanması Ne Demektir? İlim adamları hac ve umrenin Allah için tamamlanmasının ne anlama geldiği hussunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre bundan kasıt bunların eda edilmeleri ve yerine getirilmeleridir. Yüce Allah'ın: "... Oda bunları tamamen yerine getirmişti." (el-Bakara, 2/124) âyeti ile: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) âyetinde olduğu gibi. Bu âyette orucu yerine getiriniz, demektir. Bu şekildeki açıklama, umreyi - ileride geleceği üzere- vacip (farz) kabul edenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır. Umreyi vacip kabul etmeyen kimseler ise şöyle derler: Burada hac ile umrenin tamamlanmasından kasıt, onların eda edilmesine başlandıktan sonra tamamlanmalarıdır. Çünkü bunlardan herhangi birisini yerine getirmek kastıyla ihrama giren kimsenin onu devam ettirmesi ve bozmaması vacip olur. Bu anlamdaki açıklamayı eş-Şa'bi ve İbn Zeyd de yapmıştır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Hac ile umrenin tamamlanması, ailenin bulunduğu evlerin yakınlarından her ikisi için ihrama girmen demektir." Böyle bir açıklama Ömer b. el-Hattâb ve Sa'd b. Ebi Vakkas'tan da rivâyet edilmiştir. İmrân b. Husayn bu şekilde davranmıştır. Süfyan es-Sevrî de der ki: Bunların tamamlanması ticaret veya başka herhangi bir amaç gütmeksizin yalnızca bunları yerine getirmek kastıyla evinden çıkmak demektir. Bu açıklamayı: "Allah için" âyeti pekiştirmektedir. Hazret-i Ömer der ki: Hac ile umrenin tamamlanması bunların her birisinin tek başına temettü' ve kıran yapmaksızın yerine getirilmesi demektir. İbn Habib de bu görüşü benimsemiştir. Mukâtil ise şöyle demektedir: Hac ile umrenin tamamlanması, bunlarda sizin için yapılmaması gereken şeyleri helal kabul etmemek demektir. Çünkü İslâm'dan önce Araplar İhram'a girdiklerinde şirk koşuyor ve şöyle telbiye getiriyorlardı: ": Buyû' r Allah'ım buyur, senin hiçbir ortağın yoktur, bir tane dışında. O da senindir. Sen ona da maliksin onun malik olduğuna da maliksin." Mukâtil der ki: İşte siz, hac ve umreyi eksiksiz yerine getiriniz ve onlara başka birşeyi (Allah'a ortak) katmayınız. Derim ki: Hazret-i Ali'nin söylediği ve İmrân b. Husayn'ın uyguladığı belirtilen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tayin ettiği mikatlardan önce ihrama girmeye dair rivâyete gelince; Abdullah b. Mes'ûd ile seleften bir grup da bu görüşü benimsemiştir. Hazret-i Ömer'in İlya'dan ihrama girdiği sabittir. el-Esved, Alkame, Abdurrahman, Ebû İshak da evlerinde ihrama giriyorlardı. Şâfiî de buna ruhsat vermiştir. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim Beytü'l-Makdis'ten hac yahut umre için ihrama girerse o annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından uzaklaşmış olur." Bir başka rivâyette ise "geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur" denilmektedir. Dârakutnî, II, 283; Ebû Dâvûd, Menâsik 8 Ebû Dâvûd da bu hadisi rivâyet eder ve şöyle der: Allah Veki'e rahmet buyursun. Beytü'l-Makdis'ten ihrama girdi -Mekke'ye gitmek üzere demek istiyor.-" Ebû Dâvûd, aynı yer. İşte bu, mikattan önce ihrama girmenin câiz olduğunu ifade eder. Mâlik ise mikattan önce herhangi bir kimsenin ihrama girmesini mekruh kabul eder. Bu, Ömer b. el-Hattâb'dan da rivâyet edilmekte ve onun İmrân b. Husayn'ın, Basra'dan ihrama girmesine tepki gösterdiği nakledilmektedir. Hazret-i Osman da İbn Ömer'in mikattan önce ihrama girmesini tepkiyle karşılamıştır. Ahmed ve İshak da şöyle der: Uygun olan davranış mikattan ihrama girmektir. Bu görüşü teyid eden delillerden birisi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihrama girilecek mikatları tesbit ve tayin etmiş olmasıdır. Böylelikle bunlar "haccetme" şeklindeki mücmel emrin bir beyanı olurlar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da hacca gitmek üzere evinden ihrama girmiş değildir. Aksine kendisi de ümmeti için tayin ettiği mikat yerinden ihrama girmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulaması ise yüce Allah'ın izniyle en faziletli olan uygulamadır. Diğer taraftan Ashabın büyük çoğunluğu (Cumhûru) ve onlardan sonra gelen tabiinin de çoğunluğu böyle yapmıştır. Birinci görüşü kabul edenler daha faziletli oluşuna Hazret-i Âişe'nin şu görüşünü delil gösterirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki iş arasında muhayyer bırakıldı mı muhakkak onların en kolay olanını seçerdi. Buhârî, Menâkıb 23, Hudûd 10, Edeb 80; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvûd, Edeb 4; Muvatta’', Husnu'l-huluk 2. Ayrıca Umm Seleme (radıyallahü anha)'dan gelen hadis ile birlikte bu hususta ashab-ı kiramdan sözü geçen uygulamaları da delil gösterirler. Bunların hepsi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hacc esnasında mikattan ihrama girdiğine şahit olmuş, onun bu uygulamasının ne anlama geldiğini, neyi kastettiğini de bilmişler, ayrıca onun mikattan ihrama girmesinin ümmeti için bir kolaylık olduğunu da bilen kimselerdi. 2- İhrama Girmek İçin Tayin Edilen Mikatler: (Hadis) İmâmların(ın) rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineliler için Zulhuleyfe, Şamlılar için Cuhfe, Necidliler için Karn (ul-Menazil) Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak tesbit etmiştir. Hacc mikatlarını tayin eden hadisler için bk. Buhârî, Hacc 7, 9, 11, 12, Sayd 18, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hacc 17; Nesâî, Menâsik 19, 20-23; Dârimî, Menâsik 5; Müsned, I, 238, 252, II, 46, 50, IV, 5... Bunlar hem bu bölge halkları için hem de bu bölge halkından olmayarak hac ve umre yapmak isteyen ve buralardan yolu geçenler için mikattır. Bunlardan daha içerilerde olanlar ise nereden yola koyulursa oradan ihrama girerler. Hatta Mekkeliler Mekke'de ihrama girerler. İlim adamları bu hadisin zahirine uygun görüş belirtmek ve onu uygulamaya koymak hususunda icma etmişlerdir. Bu hadisin herhangi bir bölümüne muhalefetleri yoktur. Ancak Iraklıların mikatı ile bu mikatı Iraklılara kimin tesbit ettiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Dâvûd ile Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan naklettiklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meşnkliler (doğu tarafından gelenler) için el-Akik'i mikat olarak tayin etmiştir. Tirmizî der ki: Bu hasen bir hadistir. Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hacc, 7. Iraklılar için Hazret-i Ömer'in Zat-ı Irk denilen yeri mikat tayin ettiği de rivâyet edilmiştir. Ancak Ebû Dâvûd'un kitabında Hazret-i Âişe'den nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Iraklılar için Zat-ı Irk denilen yeri mikat olarak tayin etmiştir. Sahih olan da budur. Ebû Dâvûd, Menâsik 8. Hazret-i Ömer'in bu mikatı tayin ettiğini rivâyet edenler -ve buna Irak'ın Hazret-i Ömer döneminde fethedildiğini gerekçe olarak gösterenler- yanılmışlardır. Aksine bunu Şamlılar için Cuhfe'yi mikat olarak tayin ettiği gibi bizzat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tayin etmiştir. Şam da bütünüyle tıpkı Irak ve diğer bölgeler olduğu gibi dar-ı küfür idi. Şam olsun Irak olsun ancak Hazret-i Ömer döneminde fetholunmuştur. Siyer âlimleri arasında bu hususta herhangi bir fikir ayrılığı yoktur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Her Iraklı yahut doğulu Zat-ı Irk denilen yerden ihrama girecek olursa bütün ilim adamlarına göre kendisine ait olan mikatta ihrama girmiş olur. Halbuki ilim adamlarına göre el-Akik'ten ihrama girmesi daha ihtiyatlıdır ve Zat-ı Irka göre daha uygundur. Bununla birlikte Zat-ı Irk denilen yerin Iraklılar için mikat olduğu icma ile kabul edilmiştir. 3- Mikata Gelmeden Önce İhrama Girmek: Mikata varmadan önce ihrama giren kimsenin ihramlı olacağı hususunda ilim adamlarının icmaı vardır. Mikatta ihrama girmenin daha faziletli olduğu görüşünde olanların bunu kabul etmeyiş sebebi ise, kişinin Allah'ın kendisine genişlik sağlamış iken kendisini sıkıntıya ve darlığa sokmasını ve ihramında meydana geleceğinden yana emin olmadığı şeylere kendisini maruz bırakmasını hoş karşılamadıklarından dolayıdır. Bütün ilim adamları eğer kişi böyle yapacak (mikattan önce ihrama girecek) olursa o kişinin ihramlı olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bu kişi fazla bir iş yapmış, eksik bir iş yapmamıştır. Bu âyet-i kerimede umrenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah haccın tamamlanmasını emrettiği gibi umrenin de tamamlanmasını emretmektedir. es-Subey b. Mabed dedi ki: Ömer (radıyallahü anh)'ın yanına vardım ve: Ben hıristiyan idim, sonra müslüman oldum. Haccın ve umrenin bana (farz olarak) yazılmış olduğunu gördüm. Ben her ikisini birlikte yerine getirmek üzere ihrama girdim, dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona: Sen (böyle yapmakla) Peygamberinin sünnetine iletilmiş bulundun, dedi. Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Menâsik 49; İbn Mâce, Menâsik 38; Müsned, I, 14, 25, 34, 37, 53. İbnu'l-Münzir der ki: Hazret-i Ömer, es-Subey'ın: "Hac ve umrenin üzerime farz olarak yazıldığını gördüm" sözüne karşı çıkmadı. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib, İbn Ömer ve İbn Abbâs da her ikisinin de vacip olduğunu söylemişlerdir. Dârakutnî, İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana Nafî'in haber verdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle dermiş: Allah'ın yarattığı herkesin üzerinde bir hac ve bir umre -onlara yol bulan kimseler için- farzdır. Artık kim bundan sonra fazladan herhangi birşey yaparsa bu bir hayır ve bir tatavvudur. Nafi der ki: Ben onun (İbn Ömer'in) Mekke halkı hakkında herhangi birşey söylediğini de duymadım. İbn Cüreyc der ki: Bana İkrime'den haber verildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Umre de haccın vücubu gibi ona yol bulabilen için vaciptir (farzdır). Dârakutnî, II, 285. Umrenin vacip olduğunu kabul eden tabiiler arasında Atâ, Tavus, Mücâhid, el-Hasen, İbn Sîrîn, eş-Şa'bi, Saîd b. Cübeyr, Ebû Bürde, Mesrûk ve Abdullah b. Şeddad da vardır. Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, Mâlikîlerden İbnu’l-Cehm de bu kanaatte olanlardandır. es-Sevrî de der ki: Biz umrenin vacip olduğunu işitmişizdir. Zeyd b. Sabit'e hacdan önce umre yapmanın hükmü hakkında sorulmuş o da: Her ikisi birer ayrı namaz (gibi)dir. Hangisini önce yaparsan sana zararı olmaz. Bunu Dârakutnî zikretmektedir. Dârakutnî, II, 285. Bu Muhammed b. Sirin'den merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Onun rivâyetine göre Zeyd b. Sabit şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hac ve umre iki ayrı farzdır. Hangisine daha önce başlarsan sana zararı olmaz." Dârakutnî, II, 284. Mâlik de şöyle dermiş: "Umre sünnettir, bununla birlikte herhangi bir kimsenin onu terketmeye ruhsat verdiğini de bilmiyoruz." Bu aynı zamanda İbnu’l-Münzir'in naklettiğine göre en-Nehaî ile re'y ashabının da görüşüdür. Bazı Kazvinli ve Bağdatlıların Ebû Hanîfe'den naklettiklerine göre o umreyi hac gibi farz kabul eder ve onun sabit bir sünnet olduğunu söylermiş. İbn Mes'ûd ve Cabir b. Abdullah da bu görüşte idiler. Dârakutnî şöyle rivâyet ediyor: Bize Muhammed b. el-Kasım b. Zekeriyya anlattı. Bize Muhammed b. el-Alâ Ebû Küreyb anlattı. Bize Abdurrahim b. Süleyman Haccac'dan anlattı, Haccac, Muhammed b. el-Münkedir'den o Cabir b. Abdullah'tan rivâyetle, dedi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a namaz, zekât ve hac hakkında soru sordu ve: O vacip midir? dedi. Peygamber: "Evet" diye buyurunca bu sefer umre hakkında: O da vacip midir diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, bununla birlikte umre yapman senin için daha hayırlıdır." Bunu Yahya b. Eyyub, Haccac ile İbn Cüreyc'den, o İbn Münkedir'den, o Hazret-i Cabir'den mevkuf olarak Hazret-i Câbir'in sözü diye rivâyet etmektedir. Dârakutnî, II, 285. İşte bu, umreyi farz kabul etmeyenlerin sünnetten gösterdikleri delildir. Bunlar derler ki: Âyet-i kerimede ise umrenin vacip olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü şanı yüce Allah umreye başlamak hususunda değil de onu tamamlamak hususunda haccın vücubu ile birlikte zikretmiştir. Mesela yüce Allah, namaz ve zekatı, baştan itibaren: "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye buyurarak farz olduklarını belirtmiştir. Haccın da baştan itibaren farz olduğunu belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Ona bir yol bulabilenlerin o Beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır." (Ali İmrân, 3/97) Ancak yüce Allah umreyi sözkonusu edince tamamlanmasını emretmiş, baştan başlanarak yapılmasını emretmemiştir. Bir kimse on defa haccetse yahut on defa umre yapsa hepsinin de tamamlanması icabeder. Âyet-i kerîme umrenin baştan beri yapılmasını mecbur etmek üzere değil, başlanmış olanı tamamlamayı mecbur etmek üzere gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu görüşe muhalif olanlar umrenin vücubuna aklî bakımdan şu sözleriyle de delil getirirler: Haccın esası, direği Arefede vakfede bulunmaktır. Umrede vakfe yoktur. Eğer umre haccın bir sünneti gibi olsaydı, fiillerinde ona eşit olması gerekirdi. Nitekim sünnet namazlar fiilleri itibariyle farz namazlarla eşittir. eş-Şa'bi ile Ebû Hayve "el-umretu" şeklinde "te" harfini ötreli olarak okumuştur. Bu, umrenin vacip olmadığının delilidir. (Bu okuyuşa göre âyetin bu bölümü: Haccı tamamlayınız, umreyi de (Allah için ifa ediniz, anlamına gelir). Çoğunluk ise buradaki "el-umrate" kelimesini "te" harfini üstün olarak okumuştur. Bu okuyuş ise vücuba delildir. İbn Mes'ûd'un Mushafinda ise bu ibare: "Beyte haccı da umreyi de Allah için tamamlayınız" anlamındadır. Yine ondan: "Beyte hac ve umreyi ikame ediniz" şeklindeki bir okuyuş da rivâyet edilmiştir. Burada yüce Allah'ın özellikle zikredilmesinin hikmeti şudur: Araplar bir araya gelip toplanmak, karşılıklı gösterişte bulunmak, kendilerini savunmak, korumak, birbirlerini eleştirmek (tenâfur), ihtiyaçlarını karşılamak, çarşı pazarlarda, panayırlarda bulunmak kastıyla haccederlerdi. Bütün bu davranışlarda ise Allah'a itaati gerektiren bir taraf yoktu. Salih bir niyetin payı, inanılan bir hüküm gereğince Allah'a yaklaşmayı gerektiren bir yön de yoktu. O bakımdan şanı yüce Allah, farzının edası, hakkının yerine getirilmesi için kendisine doğru yönelinmesini emretmektedir. Daha sonra ileride de geleceği üzere ticarette bulunma hususunda müsamaha göstermiştir. Hacca da umreye de niyet etmeksizin hac menâsikinde fiilen hazır bulunan kimse hakkında niyetsiz ve maksatsız olarak bu hazır bulunuşunun -ki her halükarda Kalem (yani insanın amellerinin yazılması) lehine veya aleyhine hareket eder- o kişiye faydalı olmayacağı hususunda ve niyetin farz olarak yerine getirilmesi gerektiği üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Tamamlayın" diye buyurmuştur. Niyetin bulunması ise ibadetlerin tamamlanması kapsamına girer. Niyet de ihram vaktinde ihram gibi bir farzdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -ileride de geleceği üzere- bineğine binmekle birlikte: "Hem hac ve hem umre için senin çağrına uyuyorum" diye buyurmuştur. Müslim, Hacc 181, 185; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Hacc 49; Müsned, II, 79, III, 99, 100, 111, 164, 182, 183. er-Rabî', el-Büveytî'nin Safîden naklettiği Kitabında Şâfiî'nin şöyle dediğini zikretmektedir: Bir adam telbiye getirir de hacca da umreye de niyet etmezse o kimse ne haccetmiş olur ne de umre yapmış olur. Telbiye getirmeksizin sadece niyet etse bu durumu hac ibadetlerini bitirinceye kadar sürse onun bu haccı tamam olur. Şâfiî bunun için Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ameller ancak niyetler iledir" hadisini delil göstermiştir. Devamla da der ki: Her kim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) neyi niyet ederek ihrama girdiyse ben de onun gibi ihrama giriyorum diyerek Hazret-i Ali'nin yaptığı gibi yaparsa bu niyeti yeterlidir. Çünkü onun bu niyeti başkası tarafından daha önceden yapılmış niyete uygun olarak yapılmıştır. Bu hüküm namazdaki duruma muhaliftir. 7- Hac İçin İhrama Giren Murahik ve Köle: Hac için ihrama giren murahik (ergenlik yaşına yaklaşmış) ile kölenin önce ihrama girip daha sonra Arefeye vakfe etmeden önce birinin ergenlik yaşına ulaşması, ötekinin de azad edilmesi halinde durumlarının ne olacağı hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. İmâm Mâlik der ki: Bu ikisinin de, başka herhangi bir kimsenin de ihramını bozmasına imkân yoktur. Bunu söylerken yüce Allah'ın: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" âyetine yapışır. İhramını bozan bir kimse haccını da umresini de tamamlayamaz. Ebû Hanîfe ise şöyle der: Arafede vakfeden önce ergenlik yaşına gelen küçüğün ihramını yenilemesi caizdir. Eğer daha önce ihramını başlattığı haccını sürdürecek olursa, İslâm'ın haccının (yani farz haccın) yerini tutmaz. Delil olarak şunu gösterir: Hac, onun için farzın yerini tutmaz ve hacc için ihrama girdiği vakit, hac onun için farz olmayıp daha sonra buluğa erince hac artık ona farz olacağından, bu sefer kendisi için farz-ı ayn olarak hükmü gerçekleşmiş bir ibadeti bırakıp nafile ile uğraşmış ve farzını atıl bırakmış olur. Bu ise onun için imkânsız bir iştir. Bu, nafile bir namaza başlayıp da farz olan namaz için kamet getirilince bu farzı kaçıracağından korkan kimsenin nafileyi kesip farz olan namaza başlamasına benzer. Şâfiî ise şöyle der: Küçük çocuk ihrama girse sonra da Arafede vakfeden önce buluğa erse, ihramlı olarak Arafede vakfeyi yapsa bu İslâm haccının yerini tutar. Kölenin durumu da böyledir. Şâfiî devamla şöyle der: Köle Müzdelife'de azad olsa küçük de orada baliğ olsa ve bunlar birisi azad olduktan, diğeri baliğ olduktan sonra Arafeye geri dönüp tan yerinin ağarmasından önce vakfeye yetişebilecek olurlarsa bu, İslâm haccının yerini tutar ve onlar için kan (kurban kesmek) gerekmez. Eğer ihtiyat yolunu tutup bir kan akıtacak olurlarsa böyle davranmalarını daha hoş görürüm. Bununla birlikte bu konuda benim için açıklık kazanmış birşey yoktur. Şâfiî, ihramını yenilemeyi gerekli görmemek hususunda Hazret-i Ali'nin hadisini delil gösterir. Yemen'den hac için ihrama girmiş olduğu halde gelince; Hazret-i Peygamber ona: "Ne niyet ile ihrama girdin?" diye sormuş; o da şöyle cevap vermiş: Allah'ım, peygamberinin ihrama girdiği niyet ile ben de ihrama giriyorum, diye söyledim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben hac niyetiyle ihrama girdim ve kurbanlarımı da beraberimde getirdim." Buhârî, Meğazî 60, Hacc 32, 125, Umre 11; Müslim, Hacc 154-156; 214; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Menâsik 49, 50, 52; Müsned, I, 39; IV, 395, 397, 410. (Belirtilen yerlerde benzer bir olayın heın Hazret-i Ali, heın Ebû Mûsâ el-Eş'arî tarafından yaşandığı ortaya konmaktadır). Şâfiî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'nin bu sözüne karşı çıkmadığı gibi hacc-ı ifrad, temettü' veya kıran kastıyla niyetini yenilemesini de emretmemiştir. Arafede vakfe günü akşam vakti İslâm'a ve akabinde hac niyetiyle ihrama giren hıristiyan kimse hakkında Mâlik: Böyle birisinin haccı İslâm haccının (yani farz haccın) yerini tutar. Azad edilen köle ile baliğ olan küçük de eğer daha önceden ihramlı değil iseler, aynı durumdadırlar. Bunlardan herhangi birisinin ayrıca bir kan akıtması gerekmez. Kan, haccetmek isteyip de mikattan itibaren ihrama girmeyen için gereklidir. Ebû Hanîfe şöyle der: Kölenin kan akıtması gerekir. Çünkü köle onlara (Hanefîlere) göre mikatı aşmak hususunda hür kimse gibidir. Ve bu konuda küçük çocuk ile hıristiyandan farklıdır. Bu ikisinin Mekke'ye girmek için ihrama girmeleri gerekmez. (Mekke'de iken) kâfir İslâm'a girse küçük çocuk da baliğ olsa bunlar Mekkeli hükmünü alırlar, mikatı terketmelerinden dolayı da kendilerine birşey gerekmez. Âyetin: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" bölümüne dair açıklamalarınızı on iki başlık altında sunacağız: 1- Bu Bölümün Anlaşılmasındaki Zorluk ve Bu Zorluğun Giderilmesi: İbnu'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkildir ve içinden çıkılması zor olanlardandır. Derim ki: Hayır, bu âyetin müşkil bir tarafı yoktur. Biz bunu gayet açık bir şekilde beyan edeceğiz. Bu maksatla deriz ki: İhsar (alıkonulmak); gitmeyi amaçladığın yönden genel olarak her türlü engel ile alıkonulmak demektir. Yani özür her ne olursa olsun, senin maksadına engel olan herşeydir. Bu ister düşmanın alıkoyması olsun ister sultanın (yöneticinin) zulmü olsun, ister hastalık isterse, başka herhangi birşey olsun. İlim adamları burada sözü geçen engeli tayin etmek hususunda iki farklı'görüş ortaya koymuşlardır: 1- Alkame, Urve b. ez-Zübeyr ve başkaları der ki: Buradaki alıkoyan engel düşman değil, hastalıktır. Yalnızca düşman olduğu da söylenmiştir. Yalnızca düşman olduğunu İbn Abbâs, İbn Ömer, Enes ve Şâfiî söyler. İbnu'l-Arabî der ki: Bizim ilim adamlarımızın da tercih ettiği görüş budur. Dilcilerin ve dil uzmanlarının çoğunluğunun görüşüne göre: ": Alıkonulan, muhsar kalan" tabiri hastalığa maruz kalan kimse hakkında, buna karşılık ": Engellenen" ise düşman ile karşı karşıya kalan kimse hakkında kullanılır. Derim ki; İbnu'l-Arabî'nin naklettiği ve ilim adamlarımızın tercih ettiği görüş olarak zikrettiği şeyi sadece Eşheb söylemiştir. Mâlik'in diğer arkadaşları ise bu konuda ona muhalefet eder ve şöyle derler: İhsâr yalnızca hastalıktır. Düşman hakkında ise "hasr" tabiri kullanılır ve bu durumda kalan kimseye de (muhsar değil) mahsur denilir. Bu açıklamayı el-Bacî (Muvatta’' şerhi olan) el-Müntekâ adlı eserinde zikretmektedir. Ebû İshak ez-Zeccâc da bütün dilcilerin -ileride geleceği üzere- bunu böyle kabul ettiklerini nakletmektedir. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî ise şöyle der: "Muhsar" hastalık dolayısıyla engellenen, "mahsur" ise düşman tarafından engellenen kimse demektir. İbn Fâris'in el-Mücmel adlı eserinde ise bunun aksi zikredilmektedir. Buna göre hastalığın engellediği kimse mahsur, düşmanın engellediği kimse ise muhsardır. (Âyet-i kerimede geçen ve "alıkonmak" anlamı verilen kelimenin "muhsar" olduğunu hatırlayalım). Bir kesim de şöyle demektedir: Her ikisinde de şeklinde (ism-i mef'ûlü muhsar olarak) rubâî (dört harfli)den kullanılır. Bunu da Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) nakletmektedir. Derim ki: Bu, Mâlik'in Muvatta’'"ında her ikisi hakkında (hastalık ve düşmanı kastederek) aynı kökten gelen kelimeyi (uhsira) kullanarak koyduğu başlıktaki görüşünü andırmaktadır. Muvatta’', Hacc 31 ve 32. bâblar. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. el-Ferrâ' der ki: Bu iki kip hem hastalık hakkında hem de düşman hakkında aynı anlamda kullanılır. el-Kuşeyrî Ebû Nasr da şöyle der: Şâfiîler "ihsar"ın düşman hakkında kullanıldığını, hastalık hakkında ise "mahsur kalma"nın kullanıldığını iddia eder. Doğrusu ise bu iki şeklin her iki mana hakkında da kullanıldığıdır. Derim ki: Halil b. Ahmed ve başkaları Şâfiîlerin iddialarının tam aksini belirtmişlerdir. Halil der ki: Bir kimseyi alıkoyup engellediğin zaman "mahsur bıraktı" dersin. Hastalık veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac menâsiki yerlerine ulaşmaktan alıkonulan hacıya da "muhsar" denir. Evet, el-Halil böyle der. Birincisini "hasara"dan sülasî, hastalık ile ilgili olanını da rubaî kabul etmiştir. İşte İbn Abbâs'ın: "Düşmanın alıkoyup engellemesi dışında hasr yoktur" sözü de buna göre açıklanır. İbnu's-Sikkît der ki: Hastalık, yolculuktan veya yerine getirmek istediği bir ihtiyacını karşılamaktan bir kimseyi alıkoyduğu vakit "ihsar" tabiri kullanılır. (Muhsar burdan gelir). Düşman bir kimseyi kuşatıp onun içinde bulunduğu çevreyi daralttıkları takdirde ise "muhasara" tabiri kullanılır. el-Ahfeş der ki: Mahsur hapsedilen, alıkonulan demektir. Hastalığım beni ihsar etti, sidiğim ihsar etti ise, benim kendi kendimi zorlamam ve sıkıştırmam anlamına gelir. Ebû Amr eş-Şeybanî der ki: Her iki şekilde de alıkoyup engelleyen şey hakkında ihsar ve muhasara tabirleri kullanılır. Derim ki: Dilcilerin çoğunluğu muhasara ve türevlerinin düşman hakkında, ihsarın ise hastalık hakkında kullanıldığını kabul etmektedir. Bu yüce Allah'ın şu âyeti hakkında da söylenmiştir: "Münhasıran (uhsirû) kendilerini Allah yolunda adamış... fakirler için." (el-Bakara, 2/273) İbn Meyyâde de şöyle der: "Leyla'nın senden uzaklaşmış olması da ondan ayrılmak değildir Seni işlerinin engellemesi (ahsara) de." ez-Zeccâc da der ki: Bütün dilcilere göre "ihsar" hastalıktan dolayı olur. Düşmanlıktan dolayı olur ise ona ancak "hasr" denilir. Birincisinde ise "ihsar" kullanılır. Bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa delalet etmektedir. Kelimenin asıl anlamı alıkonmaktan (habs) gelir. Kendisini sırrını açıklamaktan alıkoyan kimseye "hasîr" denilmesi de buradan gelmektedir. Perdelerin arkasında bir mahbusu andırdığından dolayı hükümdara da "hasîr" denilir. Çul çubuklarının üstüste gelmeleri dolayısıyla -birşeyin başka birşeyle birlikte alıkonulmasında olduğu gibi- üzerinde oturulan "hasîr (hasır)"a "haşir" denilmesi de burdan gelmektedir. 2- Hanefilere Göre "Muhsar" Kapsamına Kimler Girer: "Hasır" asıl itibariyle alıkoymak anlamına geldiğinden dolayı Hanefîler şöyle der: Muhsar ihrama girdikten sonra hastalık, düşman veya başka bir sebep dolayısıyla Mekke'ye girmekten alıkonulan kimsedir. Buna "ihsar"ın mutlak anlamının bunu gerektirdiğini delil gösterir ve şöyle derler: Âyet-i kerimenin sonunda "güvenlik"ten söz edilmesi hastalıktan dolayı ihsarın sözkonusu olmayacağına delâlet etmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Nezle olmak, cüzzamdan bir emandır." Bir başka hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Her kim aksırandan önce elhamdülillah diyecek olursa, diş ağrısından, kulak ağrısından, karın ağrısından güvenlik altında olur." Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmektedir. Hanefîler şunu da söylerler: Bizim düşmanın alıkoymasını ihsar kabul etmemiz -onun hükmünde (onun gibi alıkoyucu) olduğu takdirde - hastalığa kıyasendir. Zahir sözün delaleti dolayısıyla değildir. İbn Ömer, İbn ez-Zübeyr, İbn Abbâs, Şâfiî ve Medineliler ise şöyle demektedirler: Âyet-i kerimeden kasıt düşmanın muhasarasıdır. Çünkü âyet-i kerîme Hudeybiye umresi hakkında hicretin altıncı yılında nazil olmuştur. O sırada müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'ye girmesini engellemişlerdi. İbn Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte (umre yapmak üzere) çıktık. Kureyş kâfirleri (bizim) Beyt'e ulaşmamızı engellediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de kurbanlarını kesti ve başını traş etti. Buhârî, Muhsar 1. Buna yüce Allah'ın (âyetin sonundaki): "Emin olduğunuz vakit.." diye buyurup "iyileştiğiniz vakit" diye buyurmaması delalet etmektedir. 3- Düşman Kuşatması Altında Kalan Muhsar Ne Yapar? Çoğunluk düşman tarafından muhasara altına alınan kimsenin bu şekilde muhasara altına alındığı yerde ihramdan çıkacağını ve eğer kurbanı varsa orada kurbanını keseceğini, başını traş edeceğini kabul etmiştir. Katâde ve İbrahim ise şöyle der: İmkân bulursa kurbanını gönderir. Ve bu gönderdiği kurban yerine (yani kurban kesme günü Mina'ya) ulaşırsa o vakit helal olur (ihramdan çıkmış olur). Ebû Hanîfe ise şöyle der: İhsar dolayısıyla kesilmesi gereken kurbanın mutlaka kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekmez. Bu kurbanın yerine ulaşması halinde kurban bayramı birinci gününden önce kesilmesi de caizdir. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: Kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekir. Eğer daha önce kesilirse bu yeterli olmaz. Bu meseleye dair daha fazla açıklama ileride gelecektir. 4- Kâfir, Müslüman Düşman Yahut Zalim Yönetici Tarafından Alıkonulan Kimsenin Durumu: İlim adamlarının çoğunluğuna göre kâfir ya da müslüman bir düşman tarafından alıkonulan veya zalim bir yönetici tarafından hapsedilen bir kimsenin hediye kurbanı göndermesi gerekir. Bu, Şâfiî'nin görüşüdür. Eşheb de bu görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Kasım şöyle der: Hac veya umre için Beytullah'tan alıkonulan kimsenin beraberinde kurban götürmüş olması hali müstesna, hediye kurbanı götürmesi gerekmez. İmâm Mâlik'in görüşü de budur. Bunların gösterdikleri delilleri arasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hudeybiye günü umre için ihrama girdiği vakit nişanladığı ve gerdanlık taktığı hediye kurbanlarını kestiği de vardır. Hazret-i Peygamber alıkonulduğu için, bu hediye kurbanları yerine ulaşamadığından Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri üzerine bu hediye kurbanlıkları kesildi. Çünkü bu kurbanlıklar gerdanlık takmak ve nişanlamak suretiyle kesilmesi vacip olmuş hediye kurbanlarıydı. Bu kurbanlar Allah için ayrılmıştı ve dolayısıyla bu konuda geri dönmek câiz değildi. Yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) engellendiği için bunları kesmedi. Bundan dolayı Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan kimsenin bir hediye kurbanı kesmesi icabetmez. Ancak Cumhûr şunu delil gösterir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hediye kurbanlarını kesinceye kadar Hudeybiye gününde ihramdan da çıkmadı, başını da traş etmedi. İşte bu, muhsar olan kimsenin ihramdan çıkabilmesi için eğer beraberinde bulunuyor ise hediye kurbanlarının kesilmesinin şart olduğunu, fakir ise bunu bulup kesmeye güç yetireceği zamana kadar bekleyeceğini ve ancak onu kesmekle ihramdan çıkabileceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet alıkonursanız, o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyeti de bunu gerektirmektedir. Şöyle de denilmiştir: İhramdan çıkar ve güç yetireceği zaman onu keser. Bu her iki görüş de Şâfiî'ye aittir. Satın alacak hediye kurbanı bulamayanın durumu da böyledir. Bu konuda da belirtildiği üzere iki görüş vardır. 5- Hastalık Dolayısıyla Muhsar Kimse (Beyt'e Ulaşamayan Kişi) Atâ ve başkaları der ki: Hastalık sebebiyle muhsar (alıkonan), düşmanın alıkoyduğu kimse gibidir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları ise şöyle der: Hastalığın alıkoyduğu bir kimsenin ihramdan çıkması ancak Beyt'i tavaf etmesiyle mümkün olur. İsterse kendisine gelene kadar seneler boyu orada ikame etsin. Günlerin sayısını şaşıran yahut da hilali iyice tesbit edemeyenin durumu da böyledir. Mâlik der ki: Bu konuda Mekkelilerle Mekke'nin dışından gelenler arasında fark yoktur. Yine o şöyle der: Hastanın ilaç kullanmaya ihtiyacı olursa buna karşılık fidye verir ve ihramından çıkmaz. İyileşmediği sürece de ihramını sürdürür ve herhangi bir ihram yasağını kullanamaz. Hastalığı iyileşirse Beytullah'a gider ve yedi tavaf yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Ve böylelikle hacc ya da umresinden dolayı ihramdan çıkmış olur. Bütün bunlar Şâfiî'nin görüşüdür. O bu hususta Hazret-i Ömer, İbn Abbâs, Hazret-i Âişe, İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den hastalık ya da sayıdaki yanlışlığı (yani yanlış hesaplaması) sebebiyle muhsar kalan kimse hakkında söyledikleri ile ilgili şu rivâyete dayanır: Onlara göre böyle bir kimse ancak Beytullah'ı tavaf ederek ihramdan çıkar. Yahut aşırı ishal olanın durumu da böyledir. Mâlik ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre bu durumda olan kimsenin hükmü şudur: Böyle bir kimse hastalığı dolayısıyla Arafe'de vakfeyi kaçıracağından korkarsa muhayyerdir. Dilerse kendine geldiği takdirde Beyt'e gitmeye devam eder, orada tavafını yapar ve bir umre yaparak ihramdan çıkar. Dilerse gelecek seneye kadar ihramı üzere kalır. Eğer ihramı üzere kalmayı devam ettirip hacıya yasak olan herhangi bir şeyi işlemezse hediye kurbanı gerekmez. Bu konuda İmâm Mâlik'in delillerinden birisi de sahabe-i kiramın bu husus üzerindeki icmaldir: Sayıyı şaşıran kimsenin de hükmü budur. Böyle bir kimse ancak Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan çıkar. Haclarını ifa etmekte olanlar, haclarını bitirinceye kadar mahsur kalan Mekkeliler hakkında da şöyle der: Bu durumda olanlar, Harem bölgesinin dışına çıkar, telbiye getirir, umre yapan kimse ne yaparsa onu yapar ve ihramdan çıkarlar. Ertesi sene ise hacceder ve hediye kurbanını gönderirler. İbn Şihab ez-Zührî, Mekkelilerden olup da muhasara altına alınan muhsar hakkında şöyle der: Böyle bir kimsenin isterse teneşir üzerinde kaldırılsın Arafe'de vakfe yapması kaçınılmazdır. Mâlikî mezhebine mensub Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Abdullah b. Bukeyr bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Mekkeli muhsar ile ilgili olarak Mâlik'in görüşü şudur: Böyle bir kimse Mekke dışından gelenler gibi haccını iade etmesi ve hediye kurbanı kesmesi Kitabın zahirinden anlaşılan hükme muhaliftir. Çünkü yüce Allah: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haramda olmayanlar içindir" diye buyurmaktadır. Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed der ki: Bu hususta bence uygun görüş ez-Zührî'nin şu görüşüdür: Aziz ve celil olan Allah, Mescid-i Haram'da aile ikametgâhı bulunmayan kimseler için aradaki o uzaklık sebebiyle ikamet eder, tedavi görür, velevki haccı kaçırsın. Fakat kendisiyle Mescid-i Haram arasında namazın kısaltılmasını mubah kılacak kadar mesafe bulunmayan kimse hac menâsikinde bulunur. İsterse teneşir üzerinde taşınsın. Çünkü Beyt'e olan uzaklığı yakındır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle der: Düşman, hastalık, parasının bitmesi, bineğini kaybetmesi, zehirli bir hayvanın sokması gibi Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan herkes olduğu yerde ihramlı olarak kalır; ya hediye kurbanını veya onun bedelini gönderir. Hediye kurbanı kesildiği takdirde ihramından çıkar. Urve, Katâde, Hasan, Atâ, en-Nehaî, Mücâhid ve Iraklılar bu görüştedirler. Çünkü Yüce Allah: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" diye buyurmaktadır. 6- Hacc İçin İhrama Girenin îhsardan Korkarak Şart Koşması: Mâlik ve arkadaşları der ki: İhrama giren bir kimse hastalık veya düşman sebebiyle ihsardan korktuğu takdirde hacca dair şart koşmasının bir faydası yoktur. Sevrî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir. Şart koşmak ise kişinin ihrama girmesi halinde; "lebbeyk Allahumme lebbeyk, benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünden beni alıkoyacağın yer olsun" demesidir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve Ebû Sevr ise şart koşmakta bir mahzur yoktur ve bu şartı onun lehinedir, demişlerdir. Bunu ashab ve tabiinden birden çok kişi söylemiş ve kabul etmiştir. Buna dair delilleri ise ez-Zübeyr b. Abdülmuttalib'in kızı Dubaa yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. Dubaa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp şöyle der: Ey Allah'ın Rasûlü, ben haccetmek istiyorum, şart koşabilir miyim? diye sorar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Evet diye buyurunca Dubaa: Nasıl diyeyim? diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Şöyle de: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk. Benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünde beni alıkoyacağın yer olsun." Bu hadisi Ebû Dâvûd, Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 104; Tirmizî, Hacc 97; Nesâî, Menâsik 59; Dârakutnî, II, 219. Şâfiî der ki: Eğer Dubaa'dan gelen hadis sabit ise ben o hadisin dışına çıkmam. Ve bu durumda böyle şart koşan bir kimsenin ihramdan çıkacağı yer, Allah'ın onu (devam etmekten) alıkoyacağı yer olur. Tirmizî, sözü geçen Dubâa hadisini kaydettikten sonra şunları söylemektedir: "... Hasen-i Sahih bir hadistir. Kimi ilim adamına göre buna uygun amel edilir ve haccda (bu şekilde) şart koşulacağı kanaatindedir... Bu Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın da görüşüdür..." Derim ki: Bu hadisi birden çok kişi sahih kabul etmiştir. Ebû Hâtim el-Büstî ve İbnu'l-Münzir bunlardandır. İbnu'l-Münzir'in: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ez-Zübeyr'in kızı Dubaa'ya: "Haccet ve şart koş" dediği sabittir. Şâfiî de bu hadis gereğince Irak'ta bulunduğu sırada görüş belirtmiş, daha sonra Mısır'da bu konuda görüş belirtmekten kaçınmıştır. İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü kabul ediyorum. Bunu Abdürrezzak şöylece zikretmektedir: Bize İbn Cüreyc haber vererek dedi ki: Bana Zübeyr haber verdi ki Tavus ve İkrime kendisine İbn Abbâs'tan şöyle dediğini haber verdiler: ez-Zübeyr kızı Dubaa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ben (hastalıktan dolayı) ağırlaşmış bir kadınım. Bununla birlikte hacc da etmek istiyorum. Bana ne şekilde ihrama girip telbiye getirmemi emredersin. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Telbiye getirerek ihrama gir ve beni alıkoyduğun yerde ihramdan çıkayım dîye şart koş." (İbn Abbâs) dedi ki: Dubaa, haccını tamamladı. Müslim, Hacc 106 Bu hadisin isnadı sahihtir. 7- Muhsar (Alıkonan Kimsenin) Kaza Etmesinin Vücubu: İlim adamları muhsar kimsenin kaza etmesinin vücubu hakkında da farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve Şâfiî der ki: Düşman tarafından alıkonan kimsenin haccını da umresini de kaza etmesi gerekmez. Ancak hiç haccetmemiş olması hali müstesnadır. O takdirde haccın ona vücubu ne şekilde ise öylece haccetmesi gerekir. Haccı farz ve vacip olarak kabul eden kimselere göre; umrenin durumu da böyledir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Hastalık ya da düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin bir hac ve bir umre yapması gerekir. Bu aynı zamanda Taberî'nin de görüşüdür. Re'y ashabı şöyle derler: Eğer yalnızca haccetmek için ihrama girip telbiye getirmiş ise bir hac ve bir umrenin kazasını yapar. Çünkü onun hac için ihrama girmesi umreye dönüşmüştür. Şayet hacc-ı kıran için niyet etmiş ise bir hac ve iki umre kaza eder. Eğer yalnızca bir umre için ihrama girmiş ise tek bir umre kazası yapar. Hanefîlere göre -az önce de geçtiği üzere- hastalık veya düşman dolayısıyla muhsar arasında fark yoktur. Delil olarak da Meymun b. Mehran'dan gelen şu hadisi gösterirler: Meymun dedi ki: Şamlılar'ın Mekke'de İbn ez-Zübeyr'i muhasara altında tuttuğu sene umre yapmak üzere çıktım. Kavmimden olan bazı kimseler benimle birlikte hediyelik kurbanlar da gönderdiler. Şamlılar'ın bulunduğu yere ulaşınca Harem'e girmeme engel oldular. Ben de olduğum yerde hediye kurbanlıkları kestim, sonra da ihramdan çıktım ve bilahare geri döndüm. Ertesi sene umremin kazasını yapmak üzere çıktım. İbn Abbâs'a varıp ona sordum. Bana: Hediye kurbanlıkların bedelini (yani onlara bedel başka kurbanlıkları) de götür. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına Hudeybiye yılı kestikleri hediye kurbanlarının bedelini kaza umresinde götürmelerini emretmişti. Ebû Dâvûd, Menâsik 43 Bu görüşü savunanlar Hazret-i Peygamber'in şu âyetini da delil gösterirler: "Her kimin (bir kemiği) kırılır veya topallarsa o kişi ihramdan çıkar. Ve o kimsenin bir başka hac yahut bir başka umre yapması gerekir." Bunu İkrime, el-Haccac b. Amr el-Ensarî'den rivâyet etmiştir. el-Haccac dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim.. "Her kim topallar yahut (bir kemiği) kırılırsa o kişi ihramdan çıkar ve bir hac daha yapması gerekir." Bu görüşün sahipleri derler ki: Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının Hudeybiye yılının ertesi senesi umre yapmaları o umrenin kazası idi. Devamla derler ki: İşte bundan dolayıdır ki ona "kaza umresi" ismi verilmiştir. Mâlik de şunu delil gösterir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından olsun beraberinde bulunanlardan olsun herhangi bir kimseye herhangi birşeyin kazasını yapmalarını ve herhangi bir şeyi yeniden yapmalarını emretmiş değildir. Bu konuda herhangi bir şekilde Hazret-i Peygamber'den bir haber de bellenmiş değildir. Hudeybiye'nin ertesi yılı da: "Benim bu umrem mahsur tutulduğum umrenin kazasıdır" da dememiştir. Ondan böyle bir nakil gelmemiştir. Kaza umresi ile kaziyye umresi arasında da fark yoktur. Ona bu ismin veriliş sebebi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılı Kureyşlilerle o sene Beyt'e varmayıp geri dönmesi ve ertesi yıl gelmesi şartıyla barış yapmasından dolayı Kaza umresine bu şekilde "Kaziyye umresi" ismi verilmiştir. 8- Bir Tarafı Kırılan veya Topallayanın İhramdan Çıkması: Bir tarafı kırılan ya da topallayan kimse hakkında aynı kırık sebebiyle olduğu yerde ihramdan çıkacağını fukaha arasında Ebû Sevr'den başka söyleyen yoktur. O da bunu (az önce kaydedilen) el-Haccac b. Amr yoluyla gelen hadisin zahirine bakarak söylemiştir. Bu hususta Davud b. Ali ve onun mezhebine mensup olanlar (Zahirîler) da onun izinden gitmiştir. İlim adamları ise kırıktan dolayı ihramdan çıkmayacağını icma ile kabul etmekle birlikte; ne ile ihramdan çıkacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve başkaları: Beyt'i tavaf etmek suretiyle ihramdan çıkar, başka bir şey ile ihramdan çıkamaz, der. Ona muhalefet eden Kûfeliler ise şöyle derler: Niyet ile bir de kendisi ile ihramdan çıkacağı işi yapmakla ihramdan çıkar. Nitekim bu hususta onların görüşlerine dair açıklamalar önceden geçmiştir. 9- Hac ve Umre Açısından îhsar: Çeşitli bölgelerin ilim adamları arasında ihsarın hac ve umre hakkında genel bir durum olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Sîrîn ise şöyle der: Umrede ihsar sözkonusu değildir. Çünkü umrenin belli bir vakti yoktur. Ona şöyle cevap verilmiştir: Her ne kadar belli bir vakti yoksa da mazeretin ortadan kalkmasına kadar ihramda kalmakta zarar sözkonusudur. Zaten âyet-i kerîme de böyle bir durum hakkında nazil olmuştur. İbn ez-Zübeyr'den nakledildiğine göre düşman ya da hastalık sebebiyle muhsar olan kimse ancak Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan çıkabilir. Aynı şekilde bu da Hudeybiye yılı ile ilgili haberlerin nassına aykırıdır. 10- Muhasara Altına Alan Kişinin Kimliği: Muhasara altına alan kişi (hâsir) ya kâfirdir, ya da müslümandır. Şayet kâfir ise ona karşı üstünlük sağlayacağından emin olsa dahi ona karşı Savaşması câiz değildir ve olduğu yerde ihramdan çıkar. Çünkü yüce Allah -önceden de geçtiği üzere- şöyle buyurmaktadır: "Siz de Mescid-i Haram'ın yakınında onlarla Savaşmayınız." (el-Bakara, 2/19) Eğer kâfir ihsan kaldırmak için bir bedel isterse istediğini vermek câiz değildir. Çünkü bu İslâm'ın güçsüzlüğünü gösterir. Eğer muhasara altına alan kişi müslüman ise hiçbir şekilde onunla Savaşmak câiz olmaz ve ihramdan çıkmak icabeder. Şayet bir şeyler ister ve bunun karşılığında yolu serbest bırakacak olursa, istediğini ona vermek câiz olur. Ancak can telefine sebep teşkil edeceğinden dolayı Savaşmak câiz olmaz. İbadetlerin edasında ise can telefi gerekli değildir. Çünkü din bu konuda daha müsamahakârdır. İstediği bedelin verilmesine gelince, bunun câiz olması iki büyük zarardan daha hafif olanını bertaraf ettiğinden dolayıdır. Diğer taraftan hacc, uğrunda mal harcanan bir ibadettir. Bu da harcama kapsamında sayılır. 11- Muhasara Altına Alan Düşmanın Uzun Süre Kalması Hali: Muhasara altına alan düşmanın ya gücü ve çokluğu sebebiyle uzun süre kalıp orayı yurt edineceğinden kesinlikle emin olunur ya da olunmaz. Eğer birinci durum sözkonusu ise muhsar kişi derhal bulunduğu yerde ihramdan çıkar. İkinci durum sözkonusu ise -ki bu zevali umulan bir şey olur- o takdirde böyle bir kimsenin mahsur sayılabilmesi ancak; düşman bertaraf olursa kalan süre içerisinde hacca yetişmesine imkân kalmamıştır hükmüne varabileceği bir süreye kadar mahsur sayılmaz. Bu kanaate sahip olduğu takdirde İbnu'l-Kasım ile İbnu'l-Macuşûn'a göre ihramdan çıkar. Eşheb ise şöyle der: Düşman sebebiyle haccdan alıkonulan bir kimse kurban bayramı birinci gününe kadar muhsar olmaz. İnsanlar Arafat'a çıkana kadar da telbiye getirmeyi kesmez. İbnu'l-Kasım'ın görüşünü şöylece açıklamak mümkündür: Artık bu kanaatin uyandığı zaman, üstünlük sağlayan düşman sebebiyle haccını tamamlamaktan yana ümidini kesme zamanıdır. O bakımdan bu zaman gelip çattığında ihramdan çıkması câiz olur. Bu görüşün asıl dayanağı Arafe'ye çıkılacağı gündür. Yani Arafat'ta vakfeye yetişme imkânı olmayan bir kimse, haccı kaçırmış sayılacağından, artık haccını edâ edebilme ümidi de kalmamış olur. Eşheb'in görüşünü de şöylece açıklamak mümkündür: Böyle bir kimse yerine getirmesi ve kendisi için bağlı kalınması mümkün olan ihramın hükümlerini kurban bayramı birinci gününe kadar yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü bu vakitte hac yapan bir kimse, yerine getirmesi mümkün olan şeyleri yaparak ihramdan çıkar. O bakımdan bu durumdaki muhsarın da bu şekilde yapması gerekir. Yüce Allah'ın: "O halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyetinin anlamı şudur: Yani size düşen, kolayınıza gelen bir hediye kurbanını göndermektir. Böyle bir kurbanı kesiniz veya hediye gönderiniz, anlamında olma ihtimali de vardır. İlim adamlarının çoğunluğuna göre "kolayınıza gelen"den kasıt, bir koyundur. İbn Ömer, Âişe ve İbn ez-Zübeyr ise "kolayınıza gelen"den kasıt, büyük, küçük deve, büyük küçük inektir. Bunların dışında herhangi bir hayvandan olmaz. el-Hasen der ki: Hediye kurbanının azamisi bir deve, ortası bir inek, aşağısı da bir koyundur. İşte bu âyette İmâm Mâlik'in benimsediği, düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin kaza yapması vacip değildir, görüşüne bir delil vardır. Çünkü yüce Allah: "O halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" diye buyurmakta, kaza yapmaktan söz etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 12- Hediye Kurbanının Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Hediye kurbanından" âyetinde yer alan "el-hedy" Beytullah'a hediye olarak gönderilen bedene (deve) ve başka türden kurbanlardır. Araplar: Filanoğullarının hediyleri kaç tanedir? derken, kaç tane develeri vardır diye sormak isterler. Ebû Bekr der ki: (Develere) hedy deniliş sebebi, onların bir kısmının Beytullah'a hediye olarak gönderilmelerindendir. Böylelikle bütün develere bir kısmının durumunun ismi verilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Şayet bir hayasızlık işlerlerse o vakit üzerlerine hür kadınların üzerlerindeki cezanın yarısı vardır." (en-Nisa, 4/25) Yüce Allah burada şunu kastetmektedir: Eğer cariyeler zina ederse onların her birisine zina eden hür ve bakirenin cezasının yarısı vardır. Yüce Allah burada muhsan kadınları sözkonusu ederek bakireleri murad etmiştir. Çünkü çoğunlukla bakireler muhsan olurlar. O bakımdan elan bir kısmında mevcut olan bir özellik onlara ad olarak verilmiştir. Hür kadınlar arasından muhsan olan kadın ise evli olan kadın demektir. Böyle birisi zina ettiği takdirde recmedilmesi gerekir. Recm cezası ise bölümlere ayrılamaz; ki onun yarısını cariyeye uygulamak mümkün olabilsin. İşte böylelikle burada "muhsan" kadınlar ile evli olan kadınların değil, bakire kızların kastedildiği açıkça anlaşılmış olmaktadır. el-Ferrâ' der ki: Hicazlılar ve Esedoğulları, hedy kelimesini (son harfi olan ye'yi) şeddesiz olarak okurlar. Temim ile Kayslılar'ın aşağı kesimlerinde kalanlar şeddeli okuyarak "hediyy" derler. Şair der ki: Temin ettim Mekke ve namazgahın Rabbine Ve bir de gerdanlık takılmış hediylerin rabbine" el-Ferrâ' der. ki: "Hedy"in tekili: Hediyyedir. Hedy'in çoğulu ise ehdâ' şeklinde de gelir. Âyetin: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde suncağız: 1- Ihsar Kurbanı Nerede Kesilir: Yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyetinde hitap muhsar olsun serbest olsun bütün ümmete yöneliktir. Kimi ilim adamı buradaki hitabın özellikle muhsarlara yönelik olduğu görüşündedir. Yani hediye kurbanı kesilmedikçe ihramdan çıkmayınız. Âyet-i kerimede geçen "mabil": Kurbanın kesilmesinin helal olduğu yer demektir. Mâlik ve Şâfiî'ye göre düşmanın muhasara etmesi halinde kurban kesme yeri muhasara olunan yerdir. Böylelikle Hudeybiye'de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasına uyulmuş olur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25) Burada el-Beytu’l-Atik'e (Ka'be'ye) ulaşmaktan alıkonulan muhsar ve engellenmiş bir kimse olması hali kastedilmektedir, denilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre ihsarda hediye kurbanının kesileceği yer Harem-i Şeriftir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sonra onların varacakları yer Beyti Atik'tir." (el-Hacc, 22/33) Ebû Hanîfe'ye buna karşılık şöyle cevap verilmiştir: Bu âyet-i kerimede muhatap Beytullah'a ulaşma imkanı bulunan güvenlik içerisindeki kişidir. Muhsar olan kimse ise yüce Allah'ın: "Sonra onların varacağı yer ise Beyt-i Atik'tir" âyetinin kapsamı dışında kalır. Bunun delili ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabın Hudeybiye'de kurbanlarını kesmeleridir. Hudeybiye ise Harem bölgesinden değildir. (Ebû Hanîfe ve onun görüşünü kabul edenler) sünnetten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı Naciye b. Cündüb'un hadisini delil gösterirler. O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Hediye kurbanlıkları benimle birlikte gönder, Harem bölgesinde ben onları keseyim, dedi. Hazret-i Peygamber: "Bunu nasıl yapabileceksin?" diye sorunca şöyle dedi: Ben hediye kurbanlıkları ellerine geçiremeyecekleri şekilde vadilerden çıkartırım ve Harem bölgesinde onları boğazlayıncaya kadar götürürüm. Ancak Ebû Hanîfe'ye bunun sahih olmadığı ve nerede ihramdan çıkarsa orada kurbanını keseceği belirtilerek cevap verilmiştir. Böylelikle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye'deki uygulamasına da uyulmuş olur. İmâmların rivâyet ettikleri sahih görüş de budur. Çünkü hediye kurbanı hediye götürene tabidir. Hediye götüren kişi ise bulunduğu yerde helal olmuş (yani ihramdan çıkmış)tır. Hediye götürülen de aynı şekilde hediye götüren ile birlikte helal olur (artık orada kesilebilir). 2- Kurban Kesilmeden Önce Muhsar İhramdan Çıkabilir mi? Muhsara dair yaptığımız açıklamalara binaen ilim adamları şu hususta farklı görüşlere sahiptir: Acaba muhsar kolayına gelen hediye kurbanını kesmeden önce ihramdan çıkmak üzere traş olabilir mi veya ihramlı değilken helal olan herhangi bir işi işleyebilir mi? Mâlik der ki: Bize göre hakkında görüş ayrılığının bulunmadığı sabit sünnete göre; hediye kurbanını kesmeden kimsenin saçından birşey alması câiz değildir. Çünkü yüce Allah: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" diye buyurmaktadır. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedir: Muhsar kimse kurbanını kesmeden önce eğer ihramdan çıkarsa bir kan akıtması gerekir. Ve hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder. Eğer hediye kurbanı kesilmeden önce avlanacak olursa onun bedelini ödemesi gerekir. Bu konuda varlıklı ile fakir arasında fark yoktur. Ya kendisi kesene veya onun adına kesilene kadar ebediyyen ihramdan çıkamaz. Devamla derler ki: Hediye olarak göndereceği asgarî kurban koyundur. Bu koyunun kör olmaması, kulaklarının kesik olmaması gerekir. Onlara göre bu konu oruç tutmayı gerektiren bir durum değildir. Ebû Ömer der ki: Kûfelilerin görüşünde hem zaaf hem de çelişki vardır. Çünkü onlar düşman sebebiyle olsun hastalık sebebiyle olsun muhsar olan bir kimsenin Harem'de hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramdan çıkmasını câiz kabul etmezler. Hanefîler hastalık sebebiyle muhsar olan bir kimsenin hediye kurbanını birisiyle gönderip onu götüren ile kurbanını keseceği gün konusunda sözleşecek olursa, o gün ihramdan çıkmasını ve traş olmasını câiz kabul ederler. Bunu câiz kabul etmeleri, hediye kurbanının kesilmesinden ve kesim yerine ulaşmasından kat'î olarak emin olmaksızın muhsarın ihramından çıkmasını câiz kabul etmeleri anlamındadır. Ve onlar bu görüşleriyle muhsan zanlara dayanarak ihramdan çıkmak zorunda bırakmışlardır. İlim adamları ise ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Farz olarak herhangi bir şeyi yerine getirmesi gereken bir kimsenin zanna dayalı olarak bu işi bitirmesi câiz değildir. Bu şekilde davranışın zan olduğuna dair delil, onların şu sözleridir: Gönderdiği hediye kurbanı sakatlanır, kaybolur veya çalınırsa, diğer taraftan onu gönderen ihrama girip kadınlara yaklaşır ve avlanırsa, bu durumda kişi tekrar ihramlı olarak avdet eder ve avladığının cezasını (karşılığını veya bedelini) ödemesi gerekir. Böylelikle onlar bu kimseye haccın fasid olmasını mubah kılmış, diğer taraftan ihramından çıkmamış kimsenin yerine getirmek durumunda olduğu bir yükümlülüğü de yerine getirmek zorundadır, diye değerlendirmişlerdir. Bu durumdaki çelişki ve görüş zayıflıkları açıktır. Onlar bu konudaki bütün görüşlerini İbn Mes'ûd'un konu ile ilgili görüşüne bina etmişler ve başkasının bu konuda muhalefetine bakmamışlardır. Şâfiî ise hediye kurbanını bulmakta güçlük çekmesi halinde muhsar hakkında şöyle demiştir: Böyle bir kimse ile ilgili iki görüş vardır. Birisi: Hediye kurbanı olmadıkça ebediyyen helal olmaz. İkinci görüş ise böyle bir kimse gücü yeteni yapmakla emrolunmuştur. Eğer herhangi bir kurbana güç yetiremiyor ise güç yettiği takdirde o hediye kurbanını kesmesi gerekir. Şâfiî der ki: Bu görüşü kabul eden kimse, bulunduğu yerde ihramdan çıkar ve güç yetirdiği takdirde kurban keser, demek istiyor. Eğer Mekke'de kurban kesmeye güç yetirebiliyor ise ancak orada kesmesi halinde sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Güç yetiremiyor ise gücünün yettiği yerde kurbanını keser. (Şâfiî) der ki: Buna karşılık: Onun için ancak hediye kurbanı yeterli olur, da denilmektedir. Eğer hediye kurbanı bulamayacak olursa yoksullara yemek yedirir veya oruç tutar, da denilmektedir. Eğer bu üç şıktan herhangi birisini yerine getiremiyor ise bunlardan gücünün yettiği birisini yapar. Köle hakkında da (Şâfiî) şöyle der: Köle ancak oruç tutmak zorundadır. Önce kurban olarak göndermesi gereken koyunun dirhem türünden kıymeti biçilir. Daha sonra bu dirhemler ile ne kadar yiyecek (buğday) alınacağı hesaplanır. Daha sonra her bir mud yerine bir gün oruç tutar. 3- Muhsar Kurbanını Kestiği Takdirde Traş Olabilir mi? Muhsar kimse hediye kurbanını kestiği takdirde başını traş edebilir mi edemez mi hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Böyle bir kimse başını traş etmek zorunda değildir. Çünkü artık bu kimsenin hac menâsikini yerine getirme imkanı kalmamıştır. Buna delil olarak da şunu gösterirler: İhsar sebebiyle tavaf ve sa'yetmek gibi bütün menâsik sakıt olunca -ki ihramlı kişi bunları yapmakla ihramından çıkar- muhsar olduğundan dolayı ihramlının ihramdan çıkmasını sağlayan diğer hususlar da düşer. Bunu delil diye gösterip görüş olarak söyleyenler arasında Ebû Hanîfe ve Muhammed b. el-Hasan da vardır ki onlar şöyle derler: Muhsar kimsenin saçlarını kısaltması da traş olması da gerekmez. Ebû Yûsuf ise şöyle der: Saçlarını kısaltmış olan traş olur. Traş olmazsa herhangi birşey yapması gerekmez. İbn Ebi İmrân, İbn Semâa'dan, o Ebû Yûsuftan, böyle bir kimsenin traş olması gerektiğini, saçları kısaltmanın da mutlaka kaçınılmaz olduğunu nakletmektedir. Bu mes'ele ile ilgili Şâfiî'den iki farklı görüş gelmiştir. Birincisine göre muhsar bir kimse için traş olmak nüsüktendir (ibadettir). Bu Mâlik'in de görüşüdür. Şâfiî'nin diğer görüşü ise Ebû Hanîfe'nin dediği gibi böyle birşeynüsüktendeğildir, şeklindedir. Mâlik'in lehine delil şudur: Muhsar kimse Beytullah'ı tavaf etmek Safa ile Merve arasında sa'yetmek gibi işlerden tamamıyla alıkonulmuştur. O bakımdan eerceklestirmesi engellenen isler, üzerinden düşer. Traş olmayı ise engelleyen bir durum yoktur ve bunu yapabilir. Yapabileceği şeyler ise üzerinden düşmez. Muhsarın tıpkı Beytullah'a ulaşabilen kimse hakkında olduğu gibi traş olmak durumunda olduğunun delillerinden birisi de yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyeti ile hadis İmâmlarının rivâyet ettikleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saçlarını traş edenlere üç defa, kısaltanlara da tek bir defa dua etmiş olduğuna dair rivâyettir. Hadis biraz sonra dördüncü başlıkta gelecektir. İşte bu bu mes'ele ile ilgili kesin delil ve sıhhatli bakış açısı budur. Mâlik ve arkadaşlarının kabul ettiği görüş de budur. Onlara göre traş olmak, haccını tamamlayan kimse için de haccını kaçıran kimse için de bir ibadettir. Düşman ve hastalık sebebiyle muhsar kalan için de böyledir. 4- Muhsar Kimsenin Saçını Traş Etmesi ya da Kısaltması: Hadis İmâmlarının -buradaki lâfız Mâlik'indir- rivâyetlerine göre Nafi', Abdullah ta. Ömer'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah'ım saçlarını traş edenlere merhamet buyur." Ashab: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Hazret-i Peygamber: "Allah'ım saçlarını traş edenlere merhamet buyur" diye tekrarladı. Ashab yine: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü deyince bu sefer Hazret-i Peygamber: ."Kısaltanlara da" diye buyurdu. Buhârî, Hacc 127; Müslim, Hacc 316-318, 320, 321; Ebû Dâvûd, Menâsik 78; Tirmizî Hacc 74; İbn Mâce, Menâsik 71; Muvatta’', Hacc 184; Dârimî, Menâsik 64... İlim adamlarımız der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın traş olanlara üç defa, saçlarını kısaltanlara da bir defa dua etmesi, hac ve umrede traş olmanın kısaltmaktan daha faziletli olduğunun delilidir. Aynı zamanda yüce Allah'ın: "Başlarınızı traş etmeyiniz" âyetindeki âyetin muktezası da budur. Bu âyet-i kerimede kısaltmayınız dememiştir. İlim ehli icma ile kısaltmanın da erkekler için yeterli olduğunu kabul ederler. Ancak el-Hasen'den insanın ilk defa haccettiği takdirde traşı vacip gördüğüne dair bir nakil vardır. 5- Kadınlar Traş Olmaz, Saçlarını Kısaltırlar: Traş olma emrinin kapsamına kadınlar dahil değildir. Onlar için sünnet olan saçlarını kısaltmaktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kadınlar için traş olma yükümlülüğü yoktur. Onların üzerinde saçlarını kısaltmak yükümlülüğü vardır." Bu hadisi Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan gelen senedle rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Menâsik 78; Nesâî, Zinet 4; Dârimî, Menâsik 63 İlim ehli bu hususta icma halindedir. Hatta bir grup kadının başını traş etmesinin müsle kabilinden olduğu görüşündedir. Şu kadar var ki kadının saçının kaçta kaçını kısaltacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer, Şâfiî, Ahmed ve İshak her bir yanından birkaç parmak kadar kısaltır, derken, Atâ şöyle der: Birbirine yapıştırılmış, bitişik üç parmak kadar, Katâde üç ya da dört parmak kadar, der. Sirin'in kızı Hafsa ise evlenme çağı geçmiş (yaşı ilerlemiş) bir kadın ile genç kadın arasında fark gözeterek, yaşlı kadının saçlarının dörtte biri kadarını kısaltacağını, genç kadının ise parmakları ile işaret edip az miktarda alacağını belirtmiştir. İmâm Mâlik der ki: Başının dört bir yanından kısaltır. Bu şekilde aldığı miktar onun için yeterlidir. Ona göre başının bazı taraflarından (kimi örüklerinden) alıp diğerlerini kısaltmaksızın bırakması yeterli olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: Hakkında kısaltma denilebilecek miktarı yeterlidir. Daha ihtiyatlı olanı ise bütün taraflarından (örüklerinden) birkaç parmak miktarı almasıdır. 6- Kurban Kesiminden Önce Saçı Traş Etmek: Hediye kurbanı kesilmedikçe başını kimsenin traş etmesi câiz değildir. Çünkü kurban kesme sünneti traştan öncedir. Bu konuda asıl delil de yüce Allah'ın: "Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin" âyetidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu şekilde yapmış ve önce hediye kurbanını kesmekle işe başlamış bundan sonra traş olmuştur. Her kim buna muhalefet ederek kurbanının kesilmesinden önce başını traş ederse, böyle bir önceliği ya hata yoluyla ve bilmeden yapmış olabilir ya da bilerek ve kasten yapmış olabilir. Eğer birinci durum sözkonusu ise herhangi bir sorumluluğu yoktur. Bunu İbn Habib, İbnu'l-Kasım'dan rivâyet etmiştir. Mâlik'î mezhebinde meşhur olan görüş de budur. İbnu'l-Macuşûn ise hediye kurbanı kesmesi gerekir, demektedir. Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur. Şayet ikinci durum (yani kasten sırayı bozması) sözkonusu ise Kadı Ebû'l-Hasen'in rivâyet ettiğine göre hediye kurbanının kesilmesinden önce traşın yapılması caizdir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Mezhepte (Mâlikî mezhebinde) zahir olan görüş bunun öne alınamayacağıdır. Sahih olan da bunun câiz olduğudur. Çünkü İbn Abbâs'tan gelen hadise göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e; kurban kesmek, traş olmak ve cemrelere taş atmak ve (bunlar arasında) takdim te'hir yapmak hakkında soru sorulmuş; o da: "Bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 327-334; Ebû Dâvûd, Menâsik, 78, 87; Tirmizî, Hacc 76; Nesâî, Hacc 224. İbn Mâce de Abdullah b. Amr'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a traş olmadan önce kurbanını kesen ya da kurban kesmeden önce traş olan hakkında soru sorulmuş Hazret-i Peygamber de: "Bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. İbn Mâce, Menâsik 74. 7- Haccda ve Hacc Dışında Traş Olmak: Hacda başı traş etmenin mendup bir ibadet haccın dışında ise -o bir müsledir diyenlerin hilafına- câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü saçların traş edilmesi bir müsle olsaydı, haccda olsun başka hallerde olsun câiz olmazdı. Zira Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müsleyi yasaklamıştır. Ayrıca Hazret-i Cafer'in şehadetinin haberinden üç gün sonra oğullarının başlarını traş etmiştir. Eğer traş câiz olmasaydı asla onları traş etmezdi. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib de başını traş ederdi. İbn Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları saçı bırakmanın da traşın da mübahlığı üzerinde de icma etmişlerdir. Delil olarak bu yeter. Başarı Allah'tandır. Âyetin: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir (iyle) fidye (gerekir)" bölümüne dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Artık içinizden her kim hasta olursa.." âyetini kimi Şâfiî mezhebi âlimleri, âyetin başında sözü geçen muhsarın, düşman tarafından mahsur bırakıldığına, hastalıktan alıkonulan bir kimse olmadığına delil gösterirler. Ancak böyle bir kanaate varmayı gerektiren bir durum yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa" ve bu durum sebebiyle başını traş ederse onun fidye vermesi gerekir, demektir. Bu âyetin hastalık halinde varid olduğunda görüş ayrılığı olmadığına göre; âyetin ortaları ve sonları kimler hakkında varid olmuş ise baş tarafının da aynı kimseler hakkında varid olduğu zahirdir (açıkça anlaşılan bir husustur). Çünkü ifadelerin birbirleriyle uyumu ve muntazam bir ahenk arzetmesi bunu göstermektedir. Ayrıca âyet-i kerimenin sonundaki zamirler baş tarafında muhatab alınanlara racidir. O halde herhangi bir delil bundan sarfı nazar etmeyi gerektirdiğine delalet edinceye kadar, bu ifadelerin, zahirlerine göre anlaşılıp açıklanmaları gerekir. Bizim bu görüşümüze delil olan hususlardan birisi de bu âyet-i kerimenin nüzul sebebidir. Lâfız Dârakutnî'nin olmak üzere hadis İmâmları şunu rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Ucre'yi, bitleri yüzünün üzerinde dökülür halde görür ve: "Bu haşeratın seni rahatsız ediyor mu?" diye sorar; o da: Evet deyince, Hazret-i Peygamber ona başını traş etmesini emreder. Bu olay Hudeybiye'de cereyan etmiştir. Ayrıca Hazret-i Peygamber ihramdan çıkacaklarını henüz beyan etmemişti. Mekke'ye girebilecekleri umudunu hâlâ taşıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah fidye ile ilgili hükümleri inzal etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona bir feraklık Ferak: 16 rıtıl yani 7 kg.lık bir kap. buğdayı altı fakire paylaştırmasını veya bir koyun hediye göndermesini ya da üç gün oruç tutmasını emir buyurdu. Buhârî de bu hadisi bu lâfız ile rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 298. Ayrıca bk. Buhârî, Muhsar 7, 8, Meğâzi, 35, Tefsir 2. sûre 32, Tıb 16; Müslim, Hacc 80, 82, 83, 85; Ebû Dâvûd, Menâsik 42; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 20-21; Nesâî, Menâsik 96; İbn Mâce, Menâsik 86 Hadiste geçen: "Henüz onlara" orada (Hudeybiye'de) "ihramdan çıkacaklarını beyan etmemişti" ifadesi, onların daha düşmanları tarafından muhasara altına alınacaklarından kesin emin olmadıklarını göstermektedir. O halde burada fidyeyi gerektirenin baştaki bir eziyet ve hastalık olduğu ortaya çıkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Başında Eziyet Verici Bir Durumu Olan İhramlı: Evzaî, başından rahatsız olan ihramlı hakkında şöyle der: Traş olmadan önce fidye ile keffarette bulunması böyle bir kimse için yeterlidir. Derim ki: Bu açıklamaya göre âyetin (ilgili bölümünün) anlamı şöyle olur: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka ya da kurbandan bir fidye (gerekir)." Yani traş olmak ister ve traş olmaya gücü yeterse fidyede bulunur. Traş olmayınca fidyeyi yerine getirmez, demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu Hadîs-i şerîfte geçen "aüsuk" kelimesini müfesser olarak zikreden herkes bunu bir koyun diye tefsir etmiş (açıklamıştır). Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak oruç ve yoksullara yemek yedirme hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Müslüman fukahanın çoğunluğu, orucun üç gün olduğunu kabul ederler. Ka'b. b. Ucre ile ilgili Hadîs-i şerîften bellenen sahih rivâyet de böyledir. Ancak el-Hasen, İkrime ve Nafi'nin şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Baştaki rahatsızlık halinde oruç fidyesi on gün, yemek yedirilecek yoksul sayısı da ondur. Ancak ne İslâm aleminin çeşitli bölgelerindeki fakihlerinden ne de hadis âlimlerinden böyle diyen yoktur. Ebû Zübeyr'in, Mücâhid'den, onun Abdurrahman'dan onun Ka'b b. Ucre'den rivâyetine göre Ka'b Abdurrahman'a şunu anlatmış: Zü'lkadede ihrama girmiş ve başı bitlenmişti. Ka'b tenceresinin altında ateş yakmaya çalışırken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçip: "Sanki başındaki bu haşereler seni rahatsız ediyor gibi" deyince Ka'b: Evet diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber: "Başını traş et ve bir hediye kurban gönder" dedi. Ka'b: Hediye'kurban gönderecek imkanım yok, deyince Hazret-i Peygamber: "O halde altı yoksulu doyur" dedi. Yine: Ona da imkanım yok deyince Hazret-i Peygamber ona: "Üç gün oruç tut" diye buyurdu. Birinci başlıkta da geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmişti. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisin zahiri sırasıyla bunların yapılmasını ifade ediyor ise de durum böyle değildir. Şayet bu anlayış doğru olsaydı, belirtilen sıradaki önceliğe göre tercihte bulunmak anlamını ifade ederdi. Ancak Ka'b b. Ucre'den gelen bütün rivâyetler muhayyerlik lâfzıyla varid olmuştur. Kur'ân'ın ifade ettiği nas da böyledir. Bütün bölgelerde ilim adamlarının takip ettiği yol da budur, fetvaları da bu doğrultudadır. Başarı Allah'tandır. 4- Baştaki Eziyet Halinde Fidye Olarak Yemek Yedirmek: İlim adamları baştaki rahasızlıklar sebebiyle fidye olarak yemek yedirmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Bu durumda yedirilecek miktar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile Mud: 875 gr. iki muddur. Bu aynı zamanda Ebû Sevr ve Davud (ez-Zahirî)nin de görüşüdür. es-Sevrî'den fidye hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Buğdaydan yarım sa', hurma ve arpa ile kuru üzümden bir sa'dır. Ebû Hanîfe'den de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. O da yarım sa' hurmayı bir sa' buğdaya denk kabul etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Ka'b. (b. Ucre) ile ilgili haberlerden birisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ona şöyle dediği nakledilmektedir: "Üç sa' hurmayı altı yoksula sadaka olarak dağıt." Müslim. Hacc 84: Ebû Dâvûd, Menâsik 42. Ahmed b. Hanbel de bir defasında Mâlik ve Şâfiî gibi görüş beyan ederken, bir defasında da: Eğer buğday ile fakir doyuracak olursa her bir yoksula bir mud verir. Şayet hurma yedirecek olursa her birisine yarım sa' verir, demiştir. 5- Sabah Akşam Yemek Yedirmek Yeterli Olur mu? Başından rahatsızlık sebebiyle keffaret ödemesi halinde yoksullara sabah akşam yemek yedirmesi, her birisine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile ikişer mud vermedikçe yeterli olmaz. Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî ve Muhammed b. el-Hasen bu görüştedir. Ebû Yûsuf ise sabahlı akşamlı onları yedirmesi yeterli gelir, demiştir. 6- İhramlı Kimsenin Traş Olması: İlim adamları icma ile şunu belirtirler: İhramlı bir kimse saçını traş edemez, yolamaz, traş yahut kılları döken ilaçlarla veya başka bir yol ile saçlarını telef etmesi yasaktır. Bundan tek istisna Kur'ân-ı Kerîm'in nas ile belirttiği gibi rahatsızlık halidir. Yine icma ile rahatsızlığı olmaksızın ihramlı iken traş olanın fidyede bulunmasının vücubunu kabul ederler. Ancak özürsüz ve kasten böyle bir işi yapan yahut dikişli elbise giyen veya koku sürünen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Bu adamın yaptığı iş ne kadar körüdür! O kişinin fidyede bulunması gerekir ve hangisi ile fidye yapacağı hususunda muhayyerdir. Mâlik’e göre bu hususta kasten hareket ile hatalı hareket arasında bir fark yoktur. Zaruret olması ile bulunmaması arasında da fark gözetmez. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Zaruret hali dışında fidyeyi seçmekte muhayyer değildir. Çünkü yüce Allah: "Artık içinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa..." diye buyurmaktadır. Buna göre kişi kasten başını traş eder veya özürsüz olarak kasten elbise giyinirse, bu kimse için muhayyerlik sözkonusu değildir. Böyle bir kimse kan akıtmak durumundadır, başka birşey yapamaz. 7- Bu Yasakları İşleyenin Durumu: Bunlardan birisini unutarak yapan kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle der: Fidye vücubu açısından bu konuda bunları kasten yapan ile unutarak yapan arasında fark yoktur. Ebû Hanîfe, es-Sevfı ve el-Leys'in görüşü de budur. Bu meselede Şâfiî'nin ise iki ayrı görüşü vardır: Birisine göre fidyede bulunması gerekmez. Davud ve İshak'ın görüşü de budur. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre ise fidyede bulunması gerekir. İlim adamlarının çoğunluğu ise ihramlı bir kimse dikişli elbise giyse, başını kısmen veya tamamen örtse, ayakkabı giyse, tırnaklarını kesse, koku sürünse ve vücudunda rahatsızlık veren şeyleri giderse, aynı şekilde bedeninin saçlarını traş etse, veya kılları döken ilaç sürünse yahut hacamat yapılan yerleri traş etse ilim adamlarının çoğunluğu fidyede bulunmasını vacip görürler. Bu hususta kadın da erkek gibidir. Ayrıca kadın, kokusu bulunmasa dahi sürme çektiği takdirde de fidye icabeder. Fakat erkek, kokusu bulunmayan sürme çekebilir. Kadın da yüzünü örttüğü yahut eldiven giyindiği takdirde fidyede bulunmalıdır. Bunların kasten, yanılarak ve bilmeden yapılması arasında fark yoktur. Kimi ilim adamları bu davranışların her birisi için bir kan (kurban kesmeyi) gerekli görmekte iken Davud şöyle der: Bedendeki saçları traş etmekten dolayı kadın için de erkek için de birşey gerekmez. 8- Fidyenin Yerine Getirileceği Yer: İlim adamları sözü geçen fidyenin nerede yerine getirileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Atâ der ki: Eğer bu fidye kan (kurban) kabilinden ise Mekke'de yerine getirilir. Yemek yedirmek veya oruç tutmak kabilinden ise dilediği yerde bunları gerçekleştirebilir. Re'y ashabı da bu doğrultuda görüş beyan etmişlerdir. el-Hasen'den gelen rivâyete göre kan Mekke'de yerine getirilir. Tavus ve Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek ve kan (kurban kesmek) ancak Mekke'de olur, orucu ise dilediği yerde tutar. Çünkü orucun Harem'de bulunanlara bir faydası yoktur. Şanı yüce Allah da: "Ka'be'ye götürülen bir hediye kurbanı.." (el-Maide, 5/95) diye buyurmaktadır. Bu âyet yüce Allah'ın Beyt'inin civarında yaşayan yoksullar için bir merhamettir. Orada yoksullara yemek yedirmek, oruçtan farklı olarak faydalı bir iştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mâlik de der ki: O bunu dilediği yerde yerine getirir. Sahih görüş budur. Mücâhid de bu görüştedir. Mâlik'e göre burada kurban kesmek bir ibadettir. Kur'ân ve sünnetteki naslar sebebiyle hediye kurbanı değildir. İbadet (nüsük) kişinin dilediği yerde yapılır, hediye kurbanı ise ancak Mekke'de olur. Yine İmâm Mâlik'in delillerinden birisi de onun Yahya b. Said yoluyla Muvatta’''ında kaydettiği rivâyettir. Orada şöyle denilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) onun başının (yani Hazret-i Hüseyin'in başının) traş edilmesini emretti. Daha sonra es-Sukya'da (Mekke ile Medine arasında bir konak yeri, Medine'den iki günlük uzaklıkta olduğu söylenmiştir) başını traş ettiği için kurban olarak bir deve kesti. Mâlik der ki: Yahya b. Said dedi ki: Bu seferinde Hüseyn Hazret-i Osman ile birlikte Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Muvatta’', Hacc 165. İşte bu, baştaki rahatsızlık dolayısıyla yerine getirilecek fidyenin Mekke dışında da câiz olduğuna en açık bir delildir. İmâm Mâlik'e göre hediye kurbanının Harem'de kesilmesi halinde Harem halkı dışındakilere de verilmesi caizdir. Çünkü bundan gözetilen maksat, müslüman yoksullara yedirmektir. Mâlik der ki: Harem dışında oruç tutmak câiz olduğuna göre Harem bölgesi halkı olmayanlara yedirmek de câiz olur. Diğer taraftan yüce Allah: "Artık içinizden her kim hasta olursa..." diye buyurmaktadır. Bu da bizim söylediğimize açık bir delildir. Çünkü yüce Allah: "Oruç, sadaka ya da kurbandan bir (iyle) fidye (gerekir)" diye buyurmakta ve şurada olur, burada olmaz dememektedir. Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre o bunları nerede yerine getirirse yeterli olur. Yine yüce Allah: "Kurban (nüsuk)" diye buyurmakta ve böylelikle kesilen hayvana "nüsuk" ismini vermektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona bu ismi vermiş ve ona "hedy" ismini vermemiştir. O bakımdan bu konuda Hazret-i Ali'den gelen rivâyet ile birlikte bunu hediye kurbanına kıyas etmemiz de hediye kurbanı olarak değerlendirmemiz de gerekmez. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b'a fidyede bulunma emrini verdiğinde Harem'de bulunmuyordu. O halde bütün bunların, Harem'in dışında yapılabilecekleri sahih bir hükümdür. Şâfiî'den de buna benzer (sahih olma ihtimali uzak) bir rivâyet gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Ya da kurbandan bir fidye.." âyetinde yer alan "nüsuk" kelimesinin tekili "nesîke"dir. Bu ise kulun yüce Allah'a ibadet olmak üzere kestiği hayvana verilen addır. Bunun (nesâik) şeklinde çoğulunun yapılması da mümkündür. Nüsuk, asıl itibariyle ibadet demektir. Yüce Allah'ın: "Ve bize menâsikimizi göster" (el-Bakara, 2/128) âyetinde bize ibadet edeceğimiz yerleri göster, demektir. Bir görüşe göre de nüsuk dilde aslında gusül demektir. Elbisesini yıkayan bir kimse hakkında bu tabir kullanılır. İbadet eden kimse ibadetiyle nefsini günahların kirlerinden yıkamış gibi olur. Bir diğer görüşe göre nüsuk gümüş külçeleri demektir. Her bir gümüş külçesine "nesike" ismi verilir. Kul âdeta kendi nefsini günahların pisliklerinden arındırmış ve böylelikle saf bir külçe haline getirmiş olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Âyetin; "Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" bölümüne dair açıklamalarımızı on üç başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyetteki "Emniyet"in Anlamı: Yüce Allah'ın: "Emin olduğunuz vakit" âyeti ile ilgili olarak hastalıktan iyileştiğiniz takdirde anlamına; veya sizi muhasara altına alan düşmanın korkusu geçip güvenliğe kavuştuğunuz zaman anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu ikinci açıklama şekli İbn Abbâs ve Katâde'ye aittir. Âyet-i kerimenin lâfzına daha uygun bir açıklamadır. Şu kadar var ki eğer hastalık korkusunu düşünecek olursak, o takdirde -az önce de geçtiği gibi- emniyete kavuşmak, hastalıktan emin olmak anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Umreden Faydalanmanın (Temettü') Muhatapları: Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede yer alan: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse" âyeti ile kimlerin muhatap olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Abdullah b. ez-Zübeyr, Alkame ve İbrahim der ki: Bu âyet-i kerîme muhsar kimseler hakkındadır. Burada serbest olanlar muhatap alınmamıştır. İbn ez-Zübeyr'e göre burada geçen faydalanma (temettu')un şekli şöyledir: Kişi hac vaktini geçirinceye kadar muhasara altına alınır. Daha sonra Beytullah'a ulaşır ve umre yaparak ihramdan çıkar, arkasından bir sonraki sene de haccını kaza eder. Böylelikle bu kişi umre ile kaza olarak yaptığı hac arasında temettü' yapmış olur. Başkasının görüşüne göre muhsar olup temettü' yapan kişinin durumu şu şekildedir: Muhsar umre yapmaksızın ihramdan çıkar ve ertesi sene gelinceye kadar umreyi tehir eder. Hac aylarında umre yapar ve aynı yıl hac da yapar. İbn Abbâs ve bir grup ilim adamı der ki: Âyet-i kerîme muhsar kimselerle muhsar olmayıp yollan serbest olan kimseler hakkındadır. 3- Temettü', İfrad ve Kıran Hacları: İleride de genişçe açıklanacağı üzere temettü' haccının da ifrad haccının da kıran haccının da câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hepsini beğenmiş ve haccı esnasında ashabından herhangi bir kimsenin hac şeklini reddetmemiştir. Aksine yaptıkları haclarını câiz kabul etmiş ve bu yaptıkları işlerini beğenmiştir. Ancak ilim adamlarının farklı görüşlere sahip oldukları konu şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), haccı esnasında hangi hac niyetiyle ihrama girmiştir ve bunlardan hangisi daha faziletlidir? Bu konudaki görüş ayrılıklarının sebebi ise bu hususta varid olmuş rivâyetlerdir. Aralarında Mâlik'in de bulunduğu bazı kimseler şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ifrad haccı yapmış idi ve ifrad, kıran haccından daha faziletlidir. Yine Mâlik der ki: Kıran da temettü' haccından daha faziletlidir. Müslim'in Sahih'inde ise Hazret-i Âişe'den gelen rivâyete göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte (hac etmek üzere) yola çıktık. O şöyle buyurdu: "Sizden her kim bir hac ve bir umre için ihrama girmek isterse yapsın. Sizden her kim yalnızca hac için ihrama girmek isterse öyle yapsın ve sizden her kim sadece umre ile ihrama girmek isterse o da öyle yapsın." Hazret-i Âişe der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hac niyetiyle İhrama girdi, beraberinde bulunan birtakım kimseler de bu şekilde ihrama girdi. Kimisi umre ve hac ile birlikte ihrama girdi. Kimisi sadece umre niyetiyle ihrama girdi. Ben de yalnızca umre niyetiyle ihrama girenler arasında idim. Bu hadisi bir grup kimse Hişam b. Urve'den, o babasından o da Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir. Bazı raviler bu hadisin rivâyetinde şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben ise yalnızca hac niyetiyle ihrama giriyorum." Müslim, Hacc 114-116. İşte bu hadis anlaşmazlık konusu ile ilgili açık bir nastır. Ayrıca bu (Hazret-i Peygamberin) ifrad haccı yaptığını ve ifradın daha faziletli olduğunu kabul edenlerin de delilidir. Muhammed b. el-Hasen de Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'den birbirinden ayrı iki hadis gelir de bize de Ebû Bekir ve Ömer'in (Allah ikisinden de razı olsun) bu iki hadisten birisiyle amel edip ötekini terkettiklerine dair bir haber ulaşırsa, işte bu doğrunun onların amel ettikleri şekilde olduğuna delalet eder. Ebû Sevr de ifrad haccını müstehab kabul eder ve onun temettü' ve kırandan daha faziletli olduğunu söyler. Şafifden gelen iki görüşün meşhur olanı da budur. Başkaları ise umre ile faydalanıp haccetmeyi (temettü' yapmayı) müstehab kabul eder ve bu daha faziletlidir, derler. Bu Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. ez-Zübeyr'in görüşüdür. Ahmed b. Hanbel de bu görüşü benimsemiştir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî der ki: Şâfiî dedi ki: Ben ifradı tercih ederim, bununla birlikte temettü' da güzel birşeydir, onu mekruh görmeyiz. Temettü' haccının daha faziletli olduğunu kabul edenler Müslim'in İmrân b. Husayn yoluyla rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste İmrân (b. Husayn) der ki: Mut'a (temettü' haccı) ile ilgili âyet-i kerîme Allah'ın Kitabında nazil oldu ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu emretti. Bundan sonra temettü' haccıyla ilgili âyetini nesheden başka bir âyet-i kerîme de nazil olmadı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da vefat edinceye kadar bu haccı nehyetmedi. Arkasından da adamın birisi (Hazret-i Ömer'i kastediyor) kendi görüşüne dayanarak dilediği bir şeyi söyledi. Tirmizî rivâyet ediyor: Bize Kuteybe b. Said, Mâlik b. Enes'ten o İbn Şihab'dan o Muhammed b. Abdullah b. el-Haris b. Nevfel'den anlattığına göre Muhammed b. Abdullah, Sa'd b. Ebi Vakkas ile ed-Dahhak b. Kays'ı Hazret-i Muâviye b. Ebi Süfyan'ın hacca gittiği sene, umre ile haccederek temettu'da bulunmaktan söz ederlerken dinlemiş. ed-Dahhak b. Kays demişti ki: Böyle bir işi ancak yüce Allah'ın emrini bilmeyen bir kimse yapabilir. Sa'd da şöyle demiştir: Kardeşimin oğlu sen ne kötü söz söyledin. ed-Dâhhak da der ki: Ömer b. el-Hattâb bu işi yasakladı? Sa'd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yaptı. Biz de onunla birlikte bunu yaptık. (Tirmizî der ki): Bu sahih bir hadistir. Tirmizî, Hacc 12; Nesâî, Menâsik 50; Muvatta’', Hacc 60. İbn İshak da ez-Zührî'den, o Salim'den rivâyetle dedi ki: Mescidde İbn Ömer ile birlikte otururken Şam halkından bir adam ona gelip umre ile hacca kadar temettu'a dair soru sordu. İbn Ömer de: İyi ve güzeldir, dedi. Adam: Ama senin baban bu şekilde yapmayı yasaklıyordu, deyince şöyle dedi: Yazıklar olsun sana. Benim babam bunu yasakladı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bunu yapmış ve yapılmasını emretmiş iken; babamın sözünü mü alıp kabul edeyim yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini mi alıp kabul edeyim? Kalk git yanımdan! Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiş, Ebû Îsa et-Tirmizî de Salih b. Keysan'dan o İbn Şihab'dan o da Salim'den rivâyet etmiştir. Tirmizî, Hacc 12 Leys'ten, onun Tavus'tan onun İbn Abbâs yoluyla rivâyet edildiğine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer ve Osman temettü' haccı yaptılar. Bunu ilk yasaklayan kişi Hazret-i Muâviye'dir. Bu hasen bir hadistir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Leys'ten gelen bu hadis münker bir hadistir. Buradaki Leys, Leys b. Ebi Suleym'dir ve zayıf bir ravidir. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan meşhur olan ise her ikisinin de temettü' haccını yasakladıkları şeklindedir. Hazret-i Ömer'in yasakladığı ve yapanları döverek cezalandırdığı temettu'un, umre yaparak haccı feshetmek olduğunu, "Umre yaparak haccı feshetmek (feshu'l-hacci fî’l-umra)"; şöyle olur: Kişi önce hacc niyetiyle ihrama girer, sonra da bundan vaz geçerek umre yapıp ihramdan çıkar ve hac vaktine kadar ihramsız kalır. Bu davanış bir bakıma ibadeti hafife almak anlamına geldiğinden iyi karşılanmaz. önce umre yapıp ondan sonra hacca kadar temettü' yapmayı (yani ihramdan çıkmayı) ise yasaklamadığını söyleyen bir grup ilim adamı olmakla birlikte, durum böyledir. Hazret-i Ömer'in temettu'u yasakladığını sahih kabul edenler de şu iddiayı ileri sürerler: Hazret-i Ömer'in temettu'u yasaklamasının sebebi, Beytullah'ın bir yılda iki veya daha fazla ziyaret edilmesi, böylelikle de hac mevsimi dışında ziyaretçilerin çokça olması sayesinde onun çokça imar edilmesidir. Diğer taraftan Hazret-i Ömer bununla giden gelenin çok olması sayesinde Harem halkının daha rahat ve refah içerisinde olmasını istemiş; böylelikle Hazret-i İbrahim'in: "Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir...." (İbrahim, 14/37) şeklindeki duasının da tahakkuk etmesini amaçlamıştır. Başkaları da şu açıklamayı yapmaktadır: Hazret-i Ömer'in temettü' haccını yasaklaması, insanların kolay ve hafif olması dolayısıyla temettu'a meylettiklerini görmesi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti olduğu halde ifrad ve kıran haclarının zayi olmasından korkmasıdır. Ahmed b. Hanbel, temettü' haccın tercih edilişine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Eğer geride bıraktığım işin aynısıyla gelecek (sene) de karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanlarını götürmem ve ben bunu sadece bir umre (niyetiyle) yapardım." âyetini delil gösterir. Bunu hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Hacc 81, Umre 6, Şerike 15, Temenni 3, İ'tisam 27; Müslim, Hacc 130, 141; Ebû Dâvûd, Menâsik 23; Nesâî, Hacc 188; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimi, Menâsik 34... Başkaları da kıran haccı daha faziletlidir demektedir ki, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî de bunlar arasındadır. el-Müzenî bu görüşü kabul eder ve şöyle der: Çünkü kişi böylelikle her iki farzı da eda etmiş olur. İshak'ın görüşü de budur. İshak der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıran haccı yapmış idi. Ali b. Ebî Tâlib'in görüşü de budur. Kıran haccını müstehab ve daha faziletli kabul edenler Buhârî'nin Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Hazret-i Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı (Medine'den dört mil uzaklıktaki) el-Akik denilen yerde şöyle derken dinledim: "Bu gece Rabbimden birisi gelerek bana: Şu mübarek vadide namaz kıl, dedi ve hac içinde bir umre (niyet ediyorum) de." Buhârî, Hacc 16, İ'tisam 16, Hars 16; Ebû Dâvûd, Menâsik 24; İbn Mâce, Menâsik 40. Tirmizî'nin de rivâyetine göre Enes şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı: "Bir umre ve bir hac ile (niyet ediyor) ve lebbeyk (diyorum)." Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. Buhâri, Hacc 34; Müslim, Hacc 185, 215; Tirmizî, Hacc 11, Nesâî, Hacc 49. Ebû Ömer der ki: İnşaallah ifrad haccı daha faziletlidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ifrad haccı yapmıştı. O bakımdan biz de onun daha faziletli olduğunu söylüyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber'den ifrad haccı yaptığına dair rivâyetler daha sahihtir. Ayrıca ifrad amel itibariyle daha çoktur. Daha sonra ise umre ayrı bir amel olarak yerine getirilir. Bütün bunlar taattir. Taatlerin daha çok olanı ise daha faziletlidir. Ebû Cafer en-Nehhâs ise der ki: İfrad haccı yapan bir kimse temettü' haccı yapandan daha çok yorulur. Çünkü o ihramlı kalmaya devam eder. Bu ise sevabını daha da çok artırır. Konu ile ilgili hadislerin birlikte mütalaa edilmesi ve bunların arasının te'lif edilmesi şu şekilde olur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize hem temettu'u hem de kıranı emrettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hem temettü' yapmıştır, hem de kıran yapmıştır, bu mümkün ve câiz olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fir'avn kavmi arasında seslenip dedi ki.." Yani bu âyette Fir'avun'un hem seslendiği, hem dediği ifade edilmektedir. İlgili rivâyetlerde de Hazret-i Peygamber'in hem temettü', hem de ifrad yaptığı anlatılmaktadır. (ez-Zuhruf, 43/51) Ömer b. el-Hattâb'ın şu sözleri de buna benzemektedir: Biz de recmettik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da recmetti ve O recmi de emretti. Buhârî, Hudûd 30; Müslim, Hudûd 15; Ebû Dâvûd, Hudûd 23 vb. Derim ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haccında zahir olan kırandır ve onun haccı kıran yaptığıdır. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Enes'ten gelen sözü geçen iki Hadîs-i şerîf bunu ifade etmektedir. Müslim Sahih'inde ise Bekir'den o Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hac ve umre için birlikte telbiye getirdiğini işittim." Bekr dedi ki: Ben bunu İbn Ömer'e anlattım, o: Hayır yalnızca hac için telbiye getirdi, dedi. Daha sonra Enes ile karşılaştım. Ona İbn Ömer'in dediğini anlattım. Enes dedi ki: Siz bizi galiba çocuk belliyorsunuz. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Bir umre ve bir hac ile lebbeyk dediğini duydum." Müslim, Hacc 185, 186; Nesâî, Hacc 49; Dârimî, Menâsik 78, Müsned, III, 99 Yine Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) umre için telbiye getirdi, ashabı ise hac için telbiye getirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ashabından beraberinde kurban getirenler de ihramdan çıkmadı. Diğerleri ihramdan çıktılar. Buhârî, Hacc 23; Müslim, Hacc 196 Kimi ilim adamı şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aslında kıran haccı yapmış idi. Kıran haccı yaptığına göre o hem hac hem umre yapmış demektir. Böylelikle konu ile ilgili hadisler arasında ittifak hasıl olur. en-Nehhâs da şöyle der: Bu hususta söylenen en güzel sözlerden birisi de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) umre için ihrama girip telbiye getirdi. Onun bu durumunu görenler temettü' yaptı, dediler. Arkasından hac için ihrama girip telbiye getirdi, onun bu durumunu görenler de ifrad haccı yaptı, dedi. Daha sonra da Hazret-i Peygamber: "Bir hac ve bir umre yapmak üzere lebbeyk" dedi; onun bu sözlerini işitenler de kıran haccı yaptı, dediler. Böylelikle konu ile ilgili hadisler arasında ittifak hasıl olmaktadır. Bunun delili ise şudur: Hiçbir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: Ben sadece hac (ifrad) yaptım, temettü' yapmadım, dediğini rivâyet etmemiştir. Bununla birlikte onun Nesâî'nin rivâyet ettiği gibi "kıran yaptım" dediği sahih olarak sabit olmuştur. Nesâî'nin Hazret-i Ali'den rivâyetine göre o şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına vardım bana: "Ne yaptın?" diye sorunca ben: Sen ne şekilde telbiye getirip ihrama girdiysen ben de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdim, dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ben beraberimde hediye kurbanı getirdim ve kıran (hac ile umreyi birlikte) yaptım." Yine (en-Nehhâs devamla) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şunu da ekledi: "Eğer geride bıraktığım işin benzeri ile gelecekte karşılaşacak olursam sizin yaptığınız gibi yaparım, fakat hediye kurbanlarımı getirmiş ve kıran yapmış bulunuyorum." Nesâî, Hacc 49 Hazret-i Hafsa'dan da şöyle dediği sabittir: Dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, insanlara ne oluyor ki umreleri için girdikleri ihramdan çıktılar. Sen ihramdan çıkmadın? O şöyle buyurdu: "Ben başımı keçeleştirdim Keçeleştirme (telbîd): İhramda uzun süre kalacak olanların kirlenmeye karşı saçlarını özel bir zamkla birbirine yapıştırmaları ve böylelikle saçlarını korumaları demektir. (İbnu’l-Esir, en-Nihaye, IV, 424) ve beraberimde hediye kurbanı getirdim. O bakımdan kurbanlarımı kesinceye kadar ihramdan çıkmam." Buhârî, Hacc 34, 107,126, Libâs 69; Müslim, Hacc 177,179; Nesâî, Menâsik 40, 67; İbn Mâce, Menâsik 72; MuvaU ı, Hacc 180; Müsned, VI, 283, 284, 285 İşte bunlar Hazret-i Peygamber'in kıran haccı yaptığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü eğer temettü' haccı ya da ifrad haccı yapmış olsaydı hediye kurbanlarını kesmekten imtina etmezdi. Derim ki: en-Nehhâs'ın "herhangi bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ben tek başına hacc (ifrad) yaptım" dediğini rivâyet etmemiştir" şeklindeki sözüne gelince; Hazret-i Âişe tarafından Hazret-i Peygamber'in: "Ben ise hac için ihrama giriyor ve telbiye getiriyorum" Bu başlığın baş taraflarında geçti. âyeti deha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu ise, ben tek başına hacc (ı ifrad) yapıyorum, demektir. Şu kadar var ki önce umre için ihrama girmiş olması sonra da hac için ihrama giriyorum demesi ihtimali de vardır. Bunu açıklayan hususlardan bir tanesi de Müslim'in İbn Ömer'den yaptığı rivâyettir ki orada şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için ihrama girdi, sonra da hac için ihrama girdi. Müslim, Hacc 174. Buna göre Hazret-i Peygamber'in: "Hac için ihrama giriyorum" demesinde ifrad yaptığına dair bir delil kalmamaktadır. Geriye Hazret-i Peygamber'in: "Ben kıran (yapmaya niyet) ettim." demesiyle onun hizmetçisi Hazret-i Enes'in Hazret-i Peygamber'in: "Hac ve umreyi birlikte yapmak üzere lebbeyk" dediğini işittiğini belirtmesi kalmaktadır. İşte bunlar Hazret-i Peygamber'in kıran yaptığına dair açık naslardır ve te'vil edilme ihtimalleri yoktur. Dârakutnî, Abdullah b. Ebi Katâde'den, o babasının şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hac ile umreyi bir arada yaptı. Çünkü o bundan sonra bir daha hac edemeyeceğini anlamıştı. Darakutnî. II. 288. İfrad, temettü' ve kıran ile bunların her birisinin icma ile câiz olduğuna dair açıklamalar yapılmış bulunmaktadır. İlim adamlarına göre umre yaptıktan sonra ihramdan çıkıp hacca kadar ihramda yasak olan şeylerden faydalanmak (temettü') dört şekilde olabilir. Bunların tek bir şekli üzerinde ittifak vardır, diğer üç şekli hakkında görüş ayrılığı vardır. İttifakla kabul edilen şekil, yüce Allah'ın: "Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetinde kastedilen temettü'dur. Bu da şöyle olur: Kişi -ileride açıklanacağı üzere- hac aylarında umre için ihrama girer. Bu kişinin afakî olması (yani Mekke halkından olmaması) ve Mekke'ye gelip umresini bitirdikten sonra aynı sene beldesine dönmeden önce ya da geldiği cihetin insanlarının mîkatından çıkmadan önce hac için ihrama girinceye kadar Mekke'de ihramsız olarak kalması şeklinde olur. Kişi böyle yaptığı takdirde temettü' yapan (mutemetti') kişi olur; Allahü teâlâ'nın temettü' yapana farz kıldığını yerine getirmelidir. Bu ise kolayına gelen hediye kurbanını kesmektir. Bu kurbanı keser ve Mina ya da Mekke'de yoksullara dağıtır. Kurban kesecek imkânı olmazsa üç gün orada oruç tutar, yedi gün de beldesine döndükten sonra oruç tutar. -İleride açıklanacağı üzere- Müslümanların icmaıyla kurban bayramı birinci günü (Nahr günü) oruç tutamaz. Şu kadar var ki teşrik günlerinde oruç tutmasında -ileride geleceği üzere- görüş ayrılığı vardır. İşte mut'a (temettü' haccı) ile ilgili eskisiyle yenisiyle ilim ehli kimselerin icmâ ile kabul ettikleri hususlar bunlardır. Bunun sekiz tane şartı vardır: 1- Hac ile umreyi bir arada yapacak 2- Her ikisi için bir yolculuk yapacak 3- Aynı yılda bunları yapacak 4- Hac aylarında bunları gerçekleştirecek 5- Önce umreyi yapacak 6- Onları birbirine karıştırmayarak, hac için ihrama umreyi bitirdikten sonra girecek 7- Umre ile hac tek bir kişi için yapılacak 8- Mekkeli olmayacak Temettü' haccı ile ilgili açıklamış olduğumuz hükümlerde, bu sekiz şartı dikkatle aradığınız takdirde göreceksiniz. Umre ile hacca kadar faydalanma (temettü') şekillerinden ikincisi kırandır. Bu ise kişinin tek bir ihramda hac ile umreyi bir arada yapmasıdır. Hac aylarında veya hac ayları dışında her ikisi için ihrama girer ve: "Lebbeyke bi-haccin ve umretin mean (bir arada hac ve umre yapmak üzere emrine itaat ediyorum)" der, Mekke'ye varır varmaz -bu görüşü kabul edenlere göre- haccı ve umresi için tek bir tavaf ve tek bir sa'y yapar. ' Bu görüşü kabul edenler Mâlik, Şâfiî, arkadaşları, İshak ve Ebû Sevr'dir. Aynı zamanda Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah, Atâ b. Ebi Rebah, Hasen, Mücâhid ve Tavus da bu görüştedir. Çünkü Hazret-i Âişe'den gelen hadiste o şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Veda haccında çıktık. Umre için ihrama girip telbiye getirdik.. Sözü geçen hadiste şu ifadeler de vardır: Hac ile umreyi bir arada yapanlara gelince bunlar ise tek bir tavaf yaptılar. Hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 31. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Nefr günü (insanların Mina'dan indikleri gün) henüz Beyt'i tavaf etmeden ay hali olan Hazret-i Âişe'ye şöyle demişti: "Yapmış olduğun tavaf, haccın için de umren için de yeterlidir." Müslim, Hacc 132; Müsned, VI, 124. Bir rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Safa ile Merve arasında yapmış olduğun tavaf haccın için de umren için de yeter." Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 133. Veya kıran haccı yapan kimse iki tavaf ve iki sa'y yapar ki bu görüşte Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî, Evzaî, el-Hasen b. Salih ve İbn Ebi Leyla tarafından kabul edilmiştir. Ayrıca bu Hazret-i Ali ile İbn Mes’ûd'dan da rivâyet edilmiştir. eş-Şabî ve Cabir b. Zeyd de bu görüştedir. Bunlar Hazret-i Ali'den gelen hac ile umreyi bir arada yapıp hac ve umre için iki tavaf ve iki sa'y yaptığına dair hadisleri delil gösterirler. Daha sonra Hazret-i Ali şöyle der: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde yaptığını gördüm. Bu iki hadisi de Dârakutnî rivâyet etmiş olup hepsinin zayıf olduğunu belirtmiş ve kıranı temettü' kabilinden değerlendirmiştir. Dârakutnî, II, 263. Çünkü kıran haccı yapan kimse umre için ayrı bir yolculuk hac için ayrı bir yolculuk, yapmak halinde sözkonusu olacak yolculuğu terketmekten faydalanır ve her ikisini bir arada yapmak ile temettü' eder (yararlanır). Her birisi için kendi beldesinin mikatında ihrama girmez ve böylelikle hac ile umreyi birbirine katmış olur. İşte bu kimse de yüce Allah'ın: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetinin kapsamına girer. Bu temettü' şeklinin câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Medineliler ise beraberinde hediye kurbanı götürmediği sürece umre ile haccı birleştirmeyi câiz kabul etmezler. Hediye kurbanı da onlara göre bir bedene (deve veya inek)dir, daha aşağısını câiz görmezler. Kıran'ın bir temettü' olduğunun delillerinden birisi de İbn Ömer'in sözüdür: Kıran haccı Mekke dışında oturanlar içindir. Daha sonra yüce Allah'ın: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir" âyetini okudu. Mescid-i Haram'da ikametgâhı bulunmakla birlikte temettü' ya da kıran yapan kimsenin ne kıran ne de temettü' için kurban kesmesi gerekir. Mâlik der ki: Ben Mekkeli bir kimsenin kıran haccı yaptığını işitmedim. Şayet yapacak olursa onun için ne hediye kurbanı gerekir, ne de oruç. Bu hususta fukahanın Cumhûru da Mâlik'in görüşündedirler. Abdulmelik b. el-Macuşûn der ki: Mekkeli bir kimse hacc ile umreyi birlikte yaparsa (kıran) onun kıran haccı kurbanı kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah, Mekke halkından sadece temettü' haccında kurban kesme ve oruç tutma mükellefiyetini kaldırmıştır. Temettü' haccının üçüncü şekli: Bu Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın yapılmasını tehditle engellediği ve: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde iki tane müt'a vardı. Ben onları yasaklıyor ve bunlardan dolayı ceza veriyorum. Sözkonusu bu iki mut'a birisi kadınlarla mut'a (nikâhı) diğeri ise hac mut'asıdır, Nesâî. Menâsik 150. dediği şekildir. Bundan sonra ilim adamları bunun câiz olup olmadığı hususunda tâ günümüze kadar anlaşmazlık içerisinde olagelmişlerdir. Sözkonusu bu mut'a şöyle olur: Kişi hacc için ihrama girer. Fakat Mekke'ye girdi mi umre yaparak haccını fesheder, daha sonra ihramdan çıkar ve terviye günü (Arefe'den önceki Zülhiccenin sekizinci günü) hac için ihrama girinceye kadar ihramsız kalır. (Yani ihramda yasak olan şeylerden istifade eder). İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kendisine dair rivâyetlerin ardı arkasına geldiği şekil budur. Bunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haccettiği esnada ashab-ı kiramından beraberinde hediye kurbanları bulunmayan ve bu kurbanı getirmeyip hacc için ihrama girmiş olanlara bu haclarını umreye dönüştürmesi emrini vermiştir. İlim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta gelen rivâyetlerin sahih olduğunu icma ile kabul eder ve bunlardan herhangi birisini tenkid edip reddetmezlerdi. Şu kadar var ki onlar böyle bir uygulamayı uygun görüp gereğince amel etmek hususunda ihtilaf etmişlerdi. Bunun da bir takım sebepleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu böyle bir uygulamanın terkedilmesini kabul etmektedirler. Çünkü onlara göre bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı o Veda haccında ashabına özel olarak tanıdığı hususi bir ruhsattır. Ebû Zer der ki: Hac içinde temettü' yapmak bizim için özel bir durum idi. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 160-163; Nesâî, Menâsik 77; İbn Mâce, Menâsik 42; Müsned, III, 469. Yine ondan gelen bir rivâyette o şöyle demiştir: "İki mut'a ancak özel olarak bizim için uygundur. O bununla kadınlarla mut'ayı ve hac mut'asını kastetmektedir." Müslim, Hacc 162 Bunun ashaba has olmasının sebebi ile bunun faydası İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın söylediğine göre şöyledir: "Onlar (yani cahiliyye dönemi Arapları) hac aylarında umre yapmayı yeryüzündeki kötü işlerin en büyüğü kabul ediyorlar ve buna karşılık Muharrem ayını (ayları ertelemek demek olan nesî uygulaması ile) Safer kabul ediyor ve şöyle diyorlardı: "Yük taşımaktan dolayı devenin sırtında yüklerin yaraları iyileşir, aradan geçen zaman dolayısıyla izler silinir. Ve Safer ayı da sıyrılır çıkarsa umre yapmak isteyene umre yapmak helal olur." Fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabı (Zülhicce ayının) dördüncü sabahı hac için ihrama girmiş halde geldiler. Hazret-i Peygamber onlara bu haclarını umreye dönüştürmelerini emretti. Böyle bir davranış onlar gözünde oldukça büyüdü ve: Ey Allah'ın Rasûlü, biz nasıl ihramdan çıkacağız (yani ihram dolayısıyla yasak olan herşey bizim için helal olacak mı)? diye sorunca Hazret-i Peygamber: "İhram dolayısıyla yasak olan herşey helaldir" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 34, Menâkıbu'l-Ensâr 26; Müslim, Hacc 198; Nesâî, Hacc 77; Müsned, I, 252, 261; Ebû Dâvûd, Menâsik 79'da kısmen. Ebû Hâtim'in Sahih Müsned'inde de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Allah'a yemin ederim, Zülhicce ayında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Âişe'ye umre yaptırması ancak bununla müşriklerin uygulamasını kesmek içindir. Çünkü şu Kureyş kabilesi ile onların dinleri üzere yol tutanlar şöyle derlerdi: ": Develerin tüyleri bitip yük taşımaktan dolayı sırtlarındaki yaralar iyileşip Safer ayı da çıktımı umre yapmak isteyene umre yapmak helal olur." Böylelikle onlar Zülhicce ayı bitinceye kadar umre yapmayı haram kabul ediyorlardı. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Âişe'ye umre yaptırması ancak onların bu tür kanaatlerini red etmek maksadına mebnidir. İşte bu âyette Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın umre ile haccı feshetmesinin sebebi ancak onlara hacc aylarında umre yapmanın bir sakıncası olmadığını göstermektir. Bu ise sadece O'na ve O'nunla birlikte olanlara has idi. Çünkü yüce Allah mutlak bir emir ile; hacc ile umreye başlayan herkese bunları tamamlama emrini vermiş bulunmaktadır. Kitaptan olup neshedici veya beyan edici bir sünnet olduğunda herhangi bir kapalılık bulunmayan âyetler müstesna, Allah'ın Kitabının zahirine muhalefet etmek gerekmez. Bunu kabul edenler Ebû Zer'den naklettiğimiz hadis ile el-Haris b. Bilal'in babasından rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bilal dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Haccı feshetmek bizim için özel midir yoksa bütün insanlar için genel midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, bizim için özeldir" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Menâsik 24; Nesâî, Hacc 77; İbn Mâce, Menâsik 42; Dârimî, Menâsik 37; Müsned, III, 469. Hicaz, Irak ve Şam fakihleri bu görüştedir. Ancak İbn Abbâs, el-Hasen ve es-Süddî'den farklı bir rivâyet gelmektedir ki Ahmed b. Hanbel de bunu kabul etmektedir. Ahmed der ki: Ben haccın umre ile feshedilmesine dair sahih mütevatir olarak varid olmuş bu rivâyetleri Haris b. Bilal'in babasından yaptığı rivâyeti ile Ebû Zer'in kendi açıklamasıyla reddedemem. Ahmed b. Hanbel der ki: Ayrıca ilim adamları Ebû Zer'in görüşünü icma ile kabul etmiş değillerdir. Eğer icma etmiş olsalardı bu bir hüccet olurdu. İbn Abbâs Ebû Zer'e muhalefet etmiş ve bunu hususi bir durum olarak değerlendirmemiştir. İmâm Ahmed, sahih hadisi delil göstermiştir ki bu, Hazret-i Cabir'in hacca dair rivâyet ettiği uzunca hadistir. Orada şöyle de denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer ben geride bıraktığım işimin benzeriyle gelecekte karşılaşacak olursam, hediye kurbanlıklarını beraber götürmem ve bunu umre yapardım." Suraka b. Mâlik b. Cu'şum ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yalnız bizim bu yılımız için midir yoksa ebediyyete kadar böyle mi? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) parmaklarından birini diğerine sokarak -iki defa: "Umre haccın içine girmiştir, hayır bu ebediyyete kadar böyledir." Hadisin bu lâfzı Müslim'e aittir. Müslim, Hacc 203; Ebû Dâvûd, Menâsik 23, 24, 56; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimî, Menâsik 34, Müsned, III, 320. Allahu a'lem Buhârî de şu başlığı koyarken buna meyletmektedir: "Hacc için telbiye getirip ismen onu zikreden." Daha sonra Buhârî Cabir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadisi kaydeder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bizler hac için lebbeyk diyerek (telbiye getirdiğimiz halde) geldik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bize emretmesi üzerine biz de onu umreye dönüştürdük. Buhârî, Hacc 35. Bir kesim de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ihramdan çıkma emrini vermesi bir başka vecih ile olmuştur. Mücâhid bu vechi şöylece zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı önceleri hacca (niyetle kendilerine) farz kılmamışlardı. Hazret-i Peygamber onlara mutlak olarak telbiye getirip ihrama girmelerini emretmiş ve kendilerine neyin emrolunacağını beklemelerini söylemişti. Hazret-i Ali de Yemen'de iken bu şekilde ihrama girip telbiye getirmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihramı da bu şekilde idi. Buna Hazret-i Peygamber'in şu sözü delildir: "Eğer ben işimin geride bıraktığımın benzeriyle karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanları getirmez ve umre yapardım." Sanki Hazret-i Peygamber kendisine ne emrolunacağını gözetleyerek çıkmış idi. Ve ashabına da aldığı emrin aynısını verecekti. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu âyeti de delildir: "Bu mübarek vadide Rabbim nezdinden birisi bana geldi ve dedi ki: Umre içinde bir hac de, dedi." Buhârî, Hacc 16, İ'tisâm 16, Hars 16; Ebû Dâvûd, Menâsik 23, 24; İbn Mâce, Menâsik 40. Temettu'un dördüncü şekli: Bu, muhsarın ve Beyte ulaşmaktan alıkonulan kimsenin temettu'udur. Yakub b. Şeybe dedi ki: Bize Ebû Seleme et-Tebuzeki anlattı. Bize Vuheyb anlattı. Bize İshak b. Suveyb anlatarak dedi ki: Hutbe irad ederken Abdullah b. ez-Zübeyr'in şöyle dediğini dinledim: Ey insanlar! Allah'a yemin ederim hac zamanına kadar umre ile temettü' etmek (faydalanmak) sizin yaptığınız gibi değildir. Lakin temettü' kişinin haccetmek üzere yola çıkması düşmanın ya da kendisini mazur gösterecek herhangi bir işin onu hac günleri geçinceye kadar engellemesi, bunun akabinde Beyte gelip tavaf etmesi, Safa ile Merve arasında sa'y etmesi daha sonra ise ihramdan çıkarak gelecek seneye kadar temettü' yapması ve sonra da haccedip hediye kurbanını kesmesidir. Muhsarın hükmü ve ilim adamlarının bu konudaki açıklamaları ile ilgili bilgiler bundan önce geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. Önceden onun (İbn ez-Zübeyr'in) kabul ettiği görüş şu idi: Muhsar kimse ihramdan çıkmaz. Kurban bayramının birinci günü onun adına hediye kurbanı kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder, sonra traş olur ve Mekke'ye gelene kadar yine ihramlı kalmayı sürdürür, Mekke'de umre yaparak hacc ihramından çıkardı. Ancak İbn ez-Zübeyr'in zikrettiği husus yüce Allah'ın: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın" âyetinden sonra yer alan: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" âyetinin umumuna muhaliftir. Ve burada görüldüğü gibi hac ile umre için ihsarın hükmü arasında etraflı ve farklı hükümler verilmemektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı da Hudeybiye'de alıkonulduklarında ihramdâ ve Hazret-i Peygamber ashaba da ihramdan çıkmaları emrini verdi. Darakutnî. II. 288. Temettü' Yapana "Mutemetti" Adının Veriliş Sebebi: İlim adamları temettü' yapana "mutemetti'" adının veriliş sebebinin ne olduğu hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. İbnu'l-Kasım der ki: Çünkü o umre vaktinde ihramdan çıkmak suretiyle hacca başlayacağı vakte kadar ihramlı için yapılması câiz olmayan herşeyden faydalanmış (temettü' etmiş) olur. Başkalan ise şöyle der: Temettü' haccı yapana mutemetti' denilmesinin sebebi iki ayrı yolculuktan birisini kaldırmakla faydalanmasıdır. Çünkü umrenin hakkı, özel bir yolculuk kastıyla yapılmasıdır. Haccın hakkı da budur. Fakat o her ikisinden birisini düşürmek suretiyle temettü' ettiğinden Allah onu bir kurban kesmekle mükellef tutmuştur. Tıpkı aynı yolculukta hac ile umreyi bir arada yapan kârin (kıran haccı yapan) kimse gibi. Ancak birinci açıklama şekli daha geneldir. Çünkü mutemetti' kimse ihramlı olmayan kimsenin yapması câiz olan herşeyi yapıp ondan istifade eder ve haccetmek için ayrıca evinden yolculuk yapma gereği üzerinden düştüğü gibi, haccı için ona ait olan mikattan itibaren ihrama girme yükümlülüğü de düşmüş olur. İşte Hazret-i Ömer ile İbn Mes’ûd'un mekruh gördükleri ve her ikisinin ya da onlardan birisinin buna dair şu sözü söyledikleri hac şekli de budur: Sizden herhangi bir kimse organından meni damladığı halde (oradan Arafat'a geçmek üzere) Mina'ya nasıl gelir? Hazret-i Ömer, temettü' haccı yapılmasını tavsiye etmeyiş sebebini bu manaya gelecek sözlerle şöylece açıklamıştır: "... Onların (Arafat'a yakın bir yer olan) Erâk'ta hanımlarıyla ilişki kurup başlarından su damladığı halde hacca gitmeleri hoşuma gitmedi..." (Müslim, Hacc 157; Nesâî, Menâsik 50; İbn Mâce, Menâsik 40; Müsned, I, 50). Ancak müslümanlar bunun câiz olduğu üzerinde icma etmişlerdir. İlim adamlarından bir grup da şöye demiştir: Hazret-i Ömer'in bunu mekruh görmesinin sebebi, onun Beytullah'ın aynı senede birisi hac için birisi umre için iki defa ziyaret edilmesini arzuladığından dolayıdır. Ve ona göre ifrad haccı daha faziletlidir. O bakımdan ifrad haccı yapmayı emrediyor, ona meylediyor ve onu müstehab gördüğü için diğer hac şekillerini yasaklıyor idi. İşte bundan dolayı: "Haccınızın ve umrenizin arasını ayırın, çünkü sizden herhangi bir kimsenin hac ayları dışında gelip umre yapması haccını da daha eksiksiz yapmasına, umresini de daha eksiksiz yapmasına sebeptir" demiştir. Muvatta’', Hacc 67. Hac aylarında umre yaptıktan sonra beldesine ve ikametgâhına geri dönüp sonra aynı sene gelip hacceden kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının Cumhûru şöyle der: Böyle bir kimse temettü' haccı yapmış olmaz. Onun hediye kurbanı kesmesi de oruç tutması da gerekmez. Hasan-ı Basrî ise şöyle der: Ailesinin ikametgâhına dönse dahi haccetse de etmese de yine temettü' yapmış gibi olur. Çünkü: Hac aylarında bir umre mut'adır, denilirdi. Bunu Huşeym Yûnus'tan o el-Hasen'den rivâyet etmiştir. Yine Yûnus'tan, onun da el-Hasen'den rivâyetine göre böyle bir kimsenin hediye kurbanı kesmesi gerekmez. Ancak sahih olan birinci görüştür. Ebû Ömer de ondan bu şekilde: "İster haccetsin ister etmesin" dediğini zikretmektedir. Fakat İbnu'l-Münzir bunu bu şekilde zikretmez. İbnu'l-Münzir der ki: el-Hasen'in bu konudaki delili yüce Allah'ın: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse" şeklinde Kitab-ı Kerîm'in zahirinden anlaşılandır. Burada ayrıca ailesine dönmesi ya da dönmemesi istisna edilmemiştir. Şanı yüce Allah'ın eğer bu konuda özel bir muradı olmuş olsaydı bunu ya kendisi Kitab-ı Kerîm'inde ya da Rasûlünün aracılığıyla elbette açıklardı. Said b. el-Müseyyeb'den de el-Hasen'in görüşüne benzer rivâyet vardır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Yine bu hususta el-Hasen'den ilim adamları tarafından arkasından gidilmeyen ve ilim ehlinden hiçbir kimsenin görüş olarak beyan etmediği bir söz daha rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: Her kim kurban bayramı birinci gününden sonra umre yaparsa bu da bir mut'a (temettü') olur. Tavus'tan iki görüş rivâyet edilmiştir ki, bunlar el-Hasen'den zikrettiğimiz görüşten daha da şaz ve istisnaîdir. Bunlardan birisine göre hac ayları dışında bir kimse umre yapsa sonra da hac vakti girene kadar (Mekke'de) ikamet etse, sonra aynı yıl haccını yapsa o kimse mütemettidir. Ancak ilim adamları arasında ondan başka bu görüşü belirten yoktur. Çeşitli bölge fakihlerinden bu kanaatte olan kimse de yoktur. Çünkü -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- hac aylarında umre yapmaktansa haccetmek daha uygundur. Çünkü umre senenin bütün aylarında caizdir. Haccın ise yapılacağı vakit, belli aylardır. Herhangi bir kimse hac aylarında bir umre yapacak olursa, o umreyi hac için daha evlâ olan bir yerde yapmış olur. Şu kadar var ki yüce Allah Kitab'ında ve Rasûlünün aracılığıyla temettü' haccı yapan ile kıran haccı yapan ve sadece umre yapmak isteyen kimseye umre yapma ruhsatını vermiştir. Bu onun tarafından bir rahmettir. Ve ayrıca yüce Allah, temettü' (ve kıran haccında) kolayına gelen kurban kesmesini de emretmiştir. Tavus'un bu tür istisnaî ikinci görüşü ise Mekkeli olup da Mekke dışından herhangi bir yerden temettü' haccı yapan bir kimsenin hediye kurbanı kesmek zorunda olduğu şeklindeki görüşüdür. Ancak böyle bir görüş benimsenemez. Çünkü yüce Allah'ın: "Bu, aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir" âyetinin zahirine uygun değildir. İlim adamları topluluğunca câiz kabul edilen temettü' haccı bizim önceden sözünü ettiğimiz şartlarla açıkladığımız şekilde yapılan hacdır. Başarımız Allah'tandır. 6- Mekke Dışından Umre İçin Gelip İkametten Sonra Hacceden Mutemetti' Olur mu? Mekke halkından olmayan bir kimse hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse ve orada ikamet kararında bulunsa, sonra aynı sene hacca başlayıp haccetse, bu kimsenin mutemetti' olacağı ve temettü' haccı yapanın mükellefiyetleri ile mükellef olduğu hususu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Yine Mekkeli olup da mikat sınırlan dışında umre niyetiyle ihrama girip gelen, sonra da aile halkı Mekke'de oldukları halde Mekke'den hacca başlasa ve başka bir yerde de meskeni yoksa bu kimsenin kurban kesmesinin gerekmeyeceğini de icma ile kabul etmişlerdir. Hem Mekke dışında bir yerde hem de Mekke'de ikametgâhı varsa Mekke'de de başka yerde de ailesi bulunuyor ise yine hüküm budur. Aile halkıyla birlikte Mekke'den taşınıp sonra hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse orada da aynı sene hac yapıncaya kadar ikamet etse temettü' yapmış olacağını da icma ile kabul etmişlerdir. 7- Temetu' Haccı Yapan Kimsenin Yapması Gereken Tavaf ve Sa'yler: Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî ve Ebû Sevr ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Temettü' haccı yapan bir kimse umre için Beyt'i tavaf eder, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Bundan sonra da haccı için bir tavaf yapması gerekir ve yine Safa ile Merve arasında da sa'y etmesi gerekir. Atâ ve Tavus'tan rivâyet edildiğine göre ise Safa ile Merve arasında tek bir sa'y yapması yeterlidir. Birincisi meşhur olandır. Cumhûrun kabul ettiği de budur. Kıran haccı yapanın tavafı ile ilgili açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hac ayları dışında umreye başlayıp da hac aylarında umre işlerini yerine getiren kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Bu kişinin umresi ihramdan çıktığı ay hangisi ise onda kabul edilir. Demek istiyor ki, o eğer hac ayları dışında umre ihramından çıkacak olursa temettü' haccı yapmış olmaz. Eğer hac ayları içerisinde umresini bitirip ihramdan çıkarsa bu kimse aynı sene haccettiği takdirde temettü' haccı yapmış olur. Şâfiî der ki: Haram aylarda umre için Beyt'i tavaf ettiği takdirde aynı sene haccederse temettü' haccı yapmış olur. Çünkü umre Beyt'i tavaf etmekle tamam olur ve burada onun tamam olmasına bakılır. Aynı zamanda bu, Hasan-ı Basrî'nin Hakem b. Uyeyne'nin, İbn Şubrume'nin ve Süfyan es-Sevrî'nin de görüşüdür. Katâde, Ahmed ve İshak da der ki: Hangi ayda ihrama girmiş ise umresini o ayda yapmış kabul edilir. Bu anlamda Cabir b. Abdullah'tan da bir rivâyet gelmiştir. Tavus der ki: Harem bölgesine hangi ayda girerse umresini o ayda yapmış kabul edilir. Re'y ashabı da der ki: Eğer umre için üç şavt Ramazanda, dört şavt da Şevval ayında yapıp da aynı sene haccını yaparsa temettü' haccı yapan kimse olur. Şayet tavafın dört şavtını Ramazan ayında geri kalan üç şavtını da Şevval ayında yaparsa mutemetti' olmaz. Ebû Sevr de der ki: Hac ayları dışında umre için ihrama girerse umre için ister Ramazanda tavaf etsin ister Şevvalde, bu umresi sebebiyle mutemetti' olmaz,. Ahmed ve İshak'ın: Hangi ayda umre için ihrama girdi ise o ayda umre yapmış kabul edilir, şeklindeki sözlerinin anlamı da budur. 9- Umre Niyetiyle Hac Aylarında İhrama Girdikten Sonra Tavaf Etmeden Hacca Başlarsa: Hac aylarında umre niyetiyle ihrama giren bir kimse, Beyt'i tavafa başlamadığı sürece eğer haccederse; böylelikle bu kişinin kıran haccı yapmış olacağını ve hac ve umreye birlikte niyet ederek kıran haccı yapanın yapması gerekenleri de yapmakla yükümlü olduğunu ilim adamları icma ile kabul etmişlerdir. Ancak tavafa başladıktan sonra umreyi bitirmeden hacca başlayan kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Bunun haccını tamamlaması gerekir ve tavafını bitirmediği sürece o kişi kıran haccını yapmış olur. Benzeri bir görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Ondan meşhur olan görüş ise şudur: Tavafa başlamadan önce bu câiz olmaz. Şöyle de denilmiştir: Böyle bir kimse tavaf için kılması gereken iki rek'at namazını kılmadığı sürece umre üzerine hacca başlama hakkına sahiptir. Bütün bunlar Mâlik'in ve arkadaşlarının da görüşleridir. Umre yapan bir kimse umresi için birtek şavt tavaf etse sonra hac için ihrama niyet etse o kimse kıran haccı yapmış olur; umrenin geri kalanı ondan sakıt olur ve kıran haccı için kurban kesmesi gerekir. Yine bir kimse tavafının birkaç (şavt)ında veya tavaf namazını kılmadan önce fakat tavafını bitirdikten sonra, hac için ihrama girse durum aynıdır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Böyle bir kimse Safa ile Merve arasındaki sa'yini tamamlamadığı sürece haccı umreye katabilir. (Kıran Haccı yapabilir). Ebû Ömer der ki: Bütün bunlar ilim adamlarınca istisnaî (şaz) görüşlerdir. Eşheb der ki: Bir kimse umre için tek bir şavt tavaf edecek olursa hac için ihrama giremez ve kıran haccı yapamaz. Böyle bir kimse umresini tamamlayıncaya kadar sürdürür, ondan sonra hac için ihrama girer. Bu Şâfiî ile Atâ'nın görüşüdür. Ebû Sevr de bu görüştedir. Âl-imler, hacca umrenin katılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Ebû Sevr ve İshak der ki: Umre hacca katılamaz. Her kim hacca umreyi katacak olursa onun yapacağı bu umre birşey ifade etmez. Mâlik bu görüştedir. Şâfiî'nin iki görüşünden biri de budur. Şâfiî'den Mısır'da meşhur olarak nakledilen görüş de budur. Ebû Hanîfe, arkadaşları ve kadim mezhebinde Şâfiî der ki: Böyle bir kimse kıran haccı yapmış olur ve haccı için tek bir şavt tavaf etmediği sürece kıran haccı yapanın neyi yapması gerekiyorsa o da onu yapar. Tek bir şavt tavaf'ettiği takdirde bunları yapması gerekmez. Çünkü artık o hac işlerine başlamış olur. İbnu'l-Münzir der ki: Ben bu mesele hakında Mâlik'in görüşünü kabul ediyorum. 11- Temettü'Haccı Yapanın Kurban Kesmesi: Mâlik der ki: Temettü' haccı yapan bir kimse umresi için bir kurban kesecek olursa bu ona yeterli gelmez. Temettü' haccı için bir başka kurban kesmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse umre ihramından çıktıktan sonra hacca başladığı takdirde temettü' haccı yapan bir kimse olur ve o vakit onun üzerine kurban kesmesi gerekir. Ebû Hanîfe, Ebû Sevr ve İshak der ki: Temettü' haccı yapan kurbanını ancak kurban günü kesebilir. Ahmed der ki: Eğer temettü' haccı yapan kimse (Zulhiccenin ilk) on gününde Mekke'ye gelir, tavaf ve sa'y yaparsa kurbanını kesebilir. On günün içinde gelirse ancak kurbanın birinci günü kurbanı keser. Atâ da bu görüştedir. Şâfiî der ki: Tavaf ve sa'y yaptığı takdirde umre ihramından çıkar. İster beraberinde hediye kurbanlarını getirmiş olsun, ister getirmesin. 12- Temettü' Haccı Yapanın Ölmesi: Temettü' haccı yapmak isteyen kimsenin ölmesi halinde (hükmün ne olacağı hususunda) Mâlik ve Şâfiî farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî der ki: Hac için ihrama girmiş ise eğer imkânı olmuşsa temettü' kurbanını kesmesi vaciptir. Bunu ez-Za'feranî Şâfiî'den nakletmiştir. İbn Vehb'in rivâyetine göre ise Mâlik'e: Hac için ihrama girdikten sonra Arafe'de veya başka bir yerde vefat eden temettü' haccı yapan kimse ile ilgili olarak böyle bir kimsenin hediye kurbanı kesmesi görüşünde misin? diye sorulmuş; o da şu cevabı vermiş: Bunlardan herhangi bir kimse Akabe Cemresine taş atmadan önce ölürse görüşüme göre hediye kurbanı kesmesi gerekmez. Cemreye taş attıktan sonra öldüğü takdirde ise kurban kesmesi gerekir. Ona: Peki bu bıraktığı ana maldan mı karşılanır yoksa üçte birinden mi diye sorulunca: Hayır ana maldan karşılanır, diye cevap vermiştir. Yüce Allah'ın: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)" âyetine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 196. âyetin: "Şayet alıkonursanız... kurbanından (gönderin)" bölümü ile ilgili açıklamalar, onbirinci başlık. Âyetin: "Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah cezası cidden çetin olandır" bölümüne dair açıklamalarımızı da on başlık halinde sunacağız: 1- Kurban Kesme İmkânı Bulamayan Kimse: Yüce Allah'ın: "Fakat kim bulamazsa.." âyetinden kasıt, kurban bulamayandır. Ya parasını bulamadığından ya da kesecek hayvanı bulamadığından dolayı kurban bulamayan kimse hacda üç gün, beldesine döndüğünde de yedi gün oruç tutar.. Hac günlerinde tutulması gereken üç günün sonuncusu Arefe günüdür. Tavus'un görüşü budur. Bu görüş en-Nehaî, Atâ, Mücâhid, Hasan-ı Basrî, en-Nehaî, Saîd b. Cübeyr, Alkame, Amr b. Dinar ve re'y ashabından da rivâyet edilmiştir. Bunu İbnu'l-Münzir nakletmektedir. Ebû Sevr, Ebû Hanîfe'den bu üç günü umre için girmiş olduğu ihramı süresince tutması gerektiğini nakletmektedir. Çünkü umre ihramı temettü' haccı için girilen iki ihramdan birisidir. Dolayısıyla bu üç gün hac için girmiş olduğu ihramda tutabileceği gibi bu umre günlerinde de tutması câiz olur. Yine Ebû Hanîfe ve arkadaşları da şöyle der: Terviye gününden bir gün öncesini (Zülhiccenin yedinci günü), terviye gününü ve Arefe gününü oruçlu geçirir. İbn Abbâs ve Mâlik b. Enes der ki: Hac için ihrama girdiği andan itibaren kurban bayramı birinci gününe kadar olmak üzere bu üç günü tutabilir. Çünkü yüce Allah: "Hac günlerinde üç., gün oruç tutar" diye buyurmaktadır. Bu üç günü umre için girdiği ihram içerisinde tutacak olursa orucu vaktinden önce tutmuş olur ve bu onun için yeterli olmaz. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de şöyle der: O bu üç günü hac için ihrama girdiği vakit ile Arefe günü arasında tutar. Aynı zamanda bu İbn Ömer ve Hazret-i Âişe'nin de görüşüdür. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de rivâyet edîlmîştîr. Muvatta’' adlı eserindeki sözlerinin gereği de budur. Böylelikle Arafe gününde oruçsuz olur. Bu şekilde oruç tutması sünnete uymak bakımından daha uygundur, ibadet yapması açısından da daha bir güç sahibi olmasına sebeptir. Buna dair açıklamalar da gelecektir. Yine Ahmed'den gelen rivâyete göre bu üç günü ihrama girmeden önce tutması caizdir. es-Sevrî ve el-Evzaî der ki: Bu üç günü on günün (Zülhiccenin on gününün) başından itibaren tutabilir. Atâ da bu görüştedir. Urve de der ki: Mina günlerinde Mekke'de olduğu sürece tutar. Aynı zamanda bu Mâlik'in ve Medine halkından da bir grubun görüşüdür. Mina günleri ise kurban bayramının birinci gününden sonra gelen üç teşrik günüdür. Mâlik'in Muvatta’''dakı rivâyetine göre mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe şöyle dermiş: "Hacca kadar umreden faydalanan kimsenin eğer kesecek kurban bulması mümkün olmazsa, hac için ihrama girdiği gün ile Arafe günü arasında (üç gün) oruç tutar.. Eğer bu günlerde oruç tutmazsa Mina günlerini oruçlu geçirir." Muvatta’', Hacc 255; Buhârî, Savm 68 (İbn Ömer'den) Bu ifade temettü' haccı yapan kimsenin ihrama girdiği vakitten Arafe gününe kadar oruç tutmasının sahih olmasını ve bunun başlangıç vaktinin bu olmasını gerektirmektedir. Ya bu günlerin bu üç günün eda vakti olmasından, ondan sonraki Mina günlerinin ise -Şâfiî'nin arkadaşlarının dediğine göre- kazanın yapılacağı vakit olmasından dolayıdır ya da kurban bayramının birinci günü (yevmu'n-nahr)den önce orucu tutmanın kişiyi borçtan kurtardığından dolayıdır; emrolunan da budur. Mezhepte daha zahir (güçlü) olan görüş, daha önce oruç tutmak daha faziletli olsa bile bu günlerde (Mina günlerinde) oruç tutmanın eda yoluyla olacağı şeklindedir. Tıpkı namazın eda edilmesi için genişçe bir vakti bulunan namaz vaktinin baş taraflarının sonrasından daha faziletli olduğu gibi. Sahih olan budur ve bu Mina günlerinde tutulan oruç kaza değil eda orucudur. Çünkü yüce Allah'ın: "Hac günlerinde" diye buyurması hem haccın yapıldığı yeri kastetmesi hem de hac günlerini kastetmesi ihtimal dahilindedir. Eğer kastedilen hac günleri ise bu görüş sahihtir. Çünkü haccın son günü nahr (kurbanın birinci günü)dür. Bununla birlikte haccın son günlerinin taş atma günleri olma ihtimali de vardır. Çünkü taş atma haccın rükünlerinden olmamakla birlikte katıksız olarak hac işlerindendir. Eğer "hac günleri"nden kasıt haccın yeri ise, Mina günlerinde Mekke'de kaldığı sürece bu orucu tutabilir. Urve'nin dediği gibi. Bu görüş oldukça da kuvvetlidir. Bazıları da şöyle demiştir: Böyle bir kimse ta baştan beri bu üç günün orucunu teşrik günlerine kadar te'hir edebilir. Çünkü onun oruç tutmasının vacip olması, ancak kurban bayramı birinci günü kesecek kurban bulamaması halinde sözkonusu olur. 2- Teşrik (veya Mina) Günlerinde Oruç Tutmak: Eğer: Medinelilerden bir grup, yeni görüşünde Şâfiî ve mezhebine mensup âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mina günlerinde oruç tutmayı yasakladığından dolayı teşrik günlerinde oruç tutmak câiz değildir; denilecek olursa; böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Eğer bu konuda bir yasak sabit ise bu umumi bir yasaktır. Bu yasaktan Buhârî'de sabit olan, Hazret-i Âişe'nin bu günlerde oruç tuttuğuna dair rivâyetiyle temettü' haccı yapan kimsenin oruç tutmasıyla tahsis edilir. İbn Ömer ile Hazret-i Âişe'den de şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Kesecek kurban bulamayan kimse dışında teşrik günlerinde oruç tutmak için ruhsat verilmez. Buhârî, Savm 68 Dârakutnî der ki: Bu hadisin isnadı sahihtir. Ayrıca bunu merfu olarak İbn Ömer'den, Hazret-i Âişe'den ve üç ayrı yoldan da rivâyet etmiş, bununla birlikte bunların zayıf olduklarını da belirtmiştir. Dârakutnî, II, 186. Bu günlerde oruç tutma ruhsatının verilmesi ise ancak oruç tutması gereken günler sayısınca hac günlerinden geriye kalmış olması dolayısıyladır. (O zamana kadar) kesilecek kurban bulunamadığından dolayı orucun tutulması vücubu da ancak bununla tahakkuk eder. İbnu'l-Münzir der ki: Biz Ali b. Ebî Tâlib'den şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Oruç tutamayacak olursa teşrik günlerinden sonra oruç tutar. Bunu el-Hasen ve Atâ da söylemiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Eğer (Zülhiccenin) ilk onunda oruç tutamayacak olursa kurban kesmekten başka bir çaresi yoktur. Bu, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Tavus ve Mücâhid'den rivâyet edilmiştir. Ayrıca Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) bunu Ebû Hanîfe'den ve arkadaşları da ondan nakletmiş bulunuyorlar. Bu konu üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. 3- Temettü' Haccı Yapan Kurban Bulduğu Takdirde Oruç Tutabilir mi? İlim adamları temettü' haccı yapan kimsenin kesecek kurban bulduğu takdirde oruç tutamayacağı üzerinde icma etmişlerdir. Ancak önceleri kesecek kurban bulamadığından dolayı oruç tutsa daha sonra orucunu bitirmeden kurban bulduğu takdirde ne yapacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Vehb'in zikrettiğine göre Mâlik şöyle der: Oruca başlayıp daha sonra kesecek kurban bulsa kurban kesmeyi daha çok severim. Yapmadığı takdirde de oruç tutması onun için yeterlidir. Şâfiî der ki: Bu durumda kişi orucuna devam eder: Onun için de farz olan odur. Ebû Sevr de böyle demiştir. Hasen ve Katâde'nin de görüşü bu olup İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Ebû Hanîfe der ki: Orucunun üçüncü gününde kurban kesecek imkanı bulduğu takdirde orucu batıl olur ve kurban kesmesi vacip olur. Şayet hac günlerinde üç gün oruç tutuktan sonra kurban kesecek imkanı bulur ise, o takdirde geri kalan yedi günü tutup kurban kesme yoluna gitmeyebilir. es-Sevrî, İbn Ebî Necih ve Hammâd da bu görüştedir. Yüce Allah'ın: "Yedi gün" kelimesi Cumhûr tarafından "üç" kelimesi üzerine atıf ile iki esreli okunmuştur. Zeyd b. Ali ise "yedi gün daha oruç tutunuz" anlamına gelecek şekilde iki üstün ile okumuştur. 5- "Döndüğünüz Vakit" Âyetinden Maksat: Yüce Allah'ın: "Döndüğünüz vakit" âyeti ile kastedilen, dönüş yeri ülkeniz, beldelerinizdir. İbn Ömer, Katâde, er-Rabi, Mücâhid ve Atâ bu görüştedir. Mâlik de "Muhammed'in Kitabı"nda böyle demiştir. Şâfiî de bu görüştedir. Katâde ve er-Rabi' derler ki: Bu yüce Allah tarafından verilmiş bir ruhsattır. Kendi vatanına dönmedikçe hiçbir kimseye o yedi gün orucu tutmak -Ramazan ayında yolculukta oruç tutan kimsenin yaptığı gibi, işi oldukça sıkı tutan kişi olması müstesna- icabetmez. Ahmed ve İshak da der ki: Yolda oruç tutması da caizdir. Bu görüş Mücâhid ve Atâ'dan da rivâyet edilmiştir. Mücâhid der ki: Dilediği takdirde bu yedi günü yolda tutabilir. Bu bir ruhsattır. İkrime ve el-Hasen de böyle demiştir. Bazı dil bilginlerine göre ise ifadenin takdiri şöyledir: Hacdan döndüğünüz takdirde., yedi gün oruç tutunuz. Yani ihramdan önce ihramdan çıkıp eski halinize döndüğünüz takdirde (yedi gün oruç tutunuz), demektir. Mâlik "el-Kitab"da der ki: Mina'dan döndükten sonra orucunu tutmasında mahzur yoktur. İbnu'l-Arabî de der ki: "Eğer bu bir hafifletme ve bir ruhsat ise ruhsatların öne alınması ve bu konuda kolayı terkedip azimete yönelmek icma ile caizdir. Eğer bu âyetten kasıt (yedi günlük orucun tutulması için) bir vakit tayini ise, bu hususta haccedenlerin ülkelerinin kast edildiğini ortaya koyan açık bir nas da yoktur, zahir bir ifade de yoktur. Çoğunlukla kastedilen ve bu hususta daha zahir olan, hac olduğu şeklindedir." İbnu'l- Arabi'den iktibasın son cümlesi olan "çoğunlukla. . . şeklindedir" cümlesi, İbnu’l-Arabi'nin Ahkâm, 1,131 deki ifadesi esas alınarak tercüme edilmiştir. Âyetten maksat, hacının ülkesine dönüşü değil, Mina'dan dönüşüdür, demek istiyor. Yani bu yedi günü Minâ dönüşü sonrası ister hacda, ister ülkesinde tutabilir. Ancak Kurtubî bu kanaati paylaşmıyor. Derim ki: Hatta bu hususta âdeta nassa yaklaşan zahir bir ifade vardır. Bunu Müslim'in İbn Ömer'den şöyle dediğine dair rivâyeti beyan etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Veda haccında umreden hacca kadar (ihramdan çıkarak) temettü’ yaptı ve hediye kurbanı kesti. Zülhuleyfe'den beraberinde hediye kurbanlarını alıp götürdü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için telbiye getirip ihrama girdi, sonra da hac için telbiye getirip ihrama girdi. İnsanlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hacca kadar umreyle faydalandı (Temettü' etti). Ve insanlardan kimisi beraberinde kurban götürmüş ve kurbanlarını kesmişti, kimisi de kurban götürmemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gelince insanlara şöyle dedi: "Sizden hediye kurbanı getiren kimse varsa, bu kişi ihram dolayısıyla kendisine haram olan herhangi bir şeyi haccını bitirinceye kadar helal bilmesin. (İhramdan çıkmasın). Ve sizden her kim hediye kurbanı getirmediyse Beyt'i tavaf etsin, Safa ile Merve arasında sa'y etsin, saçlarını kısaltsın ve ihramdan çıksın. Daha sonra da hac için ihrama girip telbiye getirsin ve hediye kurbanını kessin. Kesecek kurban bulamayan kimse hacda üç gün ve aile halkının yanına döndüğü takdirde de yedi gün oruç tutsun." Müslim, Hacc 174. Bu hadis yedi gün orucu kişinin ancak aile halkına ve beldesine döndüğü vakit tutmasının câiz olacağı hususunda âdeta açık bir nas gibidir. Bununla birlikte doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Buhârîde de İbn Abbâs'tan gelen hadiste şöyle denilmektedir: "Sonra bize terviye günü akşamı hac için ihrama girmemiz emrolundu. Haccın menâsikini bitirdikten sonra gelip Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y ettik. Haccımız bitmiş ve üzerimize kurban kesmek vacip olmuş oldu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç -beldelerinize- döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar." Mealde yer alan "beldelerinize" kelimesi, İbn Abbâs'ın açıklamasıdır. İleride (yedinci başlıkta) de bu hadis gelecektir. en-Nehhâs der ki: Bu daha önceleri bir icma idi. Yüce Allah'ın: "Tam on gün oruç tutar" âyetindeki "tam on gün"ün anlamı hakkında ilim adamları farklı görüşler ileri sürmüştür. Çünkü bunların (üç ile yedinin) toplamının on olduğu bilinen bir husustur. Bununla ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle der: Herhangi bir kimsenin hacda üç gün veya onun yerine geçmek üzere döndüğü takdirde yedi günden birisini seçmekte muhayyer olduğunu zannedebilir. Çünkü burada "bir yedi gün daha" denilmediğinden dolayı böyle bir kanaate varılabilir. İşte Allah: Önce "on gün" sonra da "tam" diye buyurarak böyle bir yanlış anlama ihtimalini ortadan kaldırmıştır. el-Hasen der ki: "Tam" âyeti sevap itibariyle kurban kesen gibi olur, anlamındadır. "Tam"ın kurbandan bedel olduğuda söylenmiştir. Yani on günün tamamı kurban kesmekten bedeldir. Bir diğer görüşe göre "tam" sevap itibariyle temettü' yapmayan kimsenin sevabı gibidir, anlamındadır. Yine bir başka görüşe göre ise: Burada âyetin lâfzı haber vermek şeklinde ise de anlamı emirdir. Yani siz bu günleri (ona) tamamlayınız. İşte bunların farzı budur. el-Müberred der ki: "On" ifadesi sayının bununla sona ereceğine delalettir. Tâ ki herhangi bir kimse artık yedi günde zikredildikten sonra başka günlerin de sayılarının belirtilebileceğini sanmasın. Bunun te'kid için olduğu da söylenmiştir. Mesela: Elimle yazı yazdım, demek gibi. Şairin şu sözleri de bu kabildendir: "Üç ve iki daha, bunlar beştir Altıncıları ise burnuma yaklaşıyor." Burada "beş" ifadesi te'kiddir. Bir başka şairin şu beyitleri de bu kabildendir: "Sabahleyin üç tane bana bu kadarı yeter Altı tane ise akşamı ettiğim zaman İşte bir günde benim dokuz defa su içmem bunlardır Kişinin suya kandıktan sonra içmesi ise bir hastalıktır." Yüce Allah'ın: "Tam" âyeti bir diğer te'kiddir. Bu âyette bu on günün oruçlarının tutulması fazlasıyla tavsiye edilmekte ve daha aşağı sayıda tutulmaması istenmektedir. Bir kimseye önemli bir işi emr ederken: Bu konuda herhangi bir kusur yapmaktan Allah'tan kork! Allah'tan! demen gibi. 7- Aile İkametgâhı Mescid-i Haramda Olanlar ve Olmayanlar: Yüce Allah'ın: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Harram'da olmayanlar içindir" âyetinin anlamı şudur: Temettü' haccı kurbanı Mescid-i Haram'da hazır bulunmayan yabancılar için vaciptir. Buhârî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs'a haccına dair soru sorulmuş o da şöyle demiş: Muhacirler, Ensar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları Vedahaccındatelbiye getirip ihrama girdiler, biz de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdik. Mekke'ye geldiğimizde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hac için ihrama girip telbiye getirmenizi umre için değiştiriniz. Hediyelik kurbanlarına gerdanlık takanlar müstesna." Biz de Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y yaptık, kadınlarla birlikte olduk, dikişli elbiseler giydik. Hazret-i Peygamber şöyle de buyurdu: "Hediyelik kurbanlara gerdanlık takanlara gelince bunlar kurbanlık yerine ulaşıncaya kadar ihramdan çıkmasınlar." Daha sonra terviye günü akşamı hacc için telbiye getirip ihrama girmemizi emretti. Hac menâsikini bitirdikten sonra geldik, Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y ettik. Böylelikle haccımız tamamlanmış ve bu halde üzerimize bir kurban kesmek vacip olmuştu. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar." İbn Abbâs burada: "Vatanlarınıza döndüğünüz vakit" diye açıklamıştır. (Kurban olarak) bir koyun yeterli gelir. Böylelikle aynı yıl hac ve umre menâsikini bir arada yapmış oldular. Yüce Allah bunu Kitabında inzal buyurmuş, Peygamberinin Sünnetinde beyan etmiş ve Mekke halkı dışında kalan insanlar için bunu mubah kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu, aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir." Yüce Allah'ın sözünü ettiği hac ayları ise Şevval, Zülkade ve Zülhiccedir. Her kim bu aylar içerisinde temettü' (haccı) yaparsa onun ya bir kurban kesmesi veya oruç tutması gerekir. (Bir sonraki âyette geçen) rafes cima (kadınlara yaklaşmak)tır. Fusuk (kötü söz): Masiyetler, cidal (kavga) ise tartışmak demektir. Buhârî, Hacc 37. 8- Aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da Olmayanların Yükümlülüğü, Kurban Kesmeleri ve Oruç Tutmaları: Yüce Allah'ın: "Olmayanlar içindir" âyeti olmayanlar üzerindedir, anlamındadır. Yani Mekkeli olmayan kimseler üzerine kurban vaciptir. Hazret-i Peygamber'in: "Onlar için velâ şartını koş" Buhârî, Mükâteb 1, 3, Şurût 13, Buyû’ 73; Müslim, Itk 8; Muvatta’'', Itk 17. hadisinde de böyledir. (Onlara karşı velâ şartını koş, demektir). Yine yüce Allah'ın: "Ve şayet kötülük ederseniz kendinize" (el-İsra, 17/7) yani aleyhinizedir, âyeti de böyledir. Burada temettü' ve kıran haccının Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre yabancı kimse için sözkonusu olduğuna işaret vardır. Aynı şekilde Mescid-i Haram çevresinde bulunanlar için -onlara göre- temettü' ve kıran haccı yapmak sözkonusu değildir. Bununla birlikte Mekkelilerden bu şekilde hacceden olursa bir cinayet kurbanı keser ve ondan birşey yemez. Çünkü bu bir temettü' kurbanı değildir. Şâfiî ise der ki: Mekkeliler bu durumda temettü' ve kıran için kurban keserler. Bu âyette yer alan "bu..." işareti kurban ile oruca racidir. Onlar için kurban kesmek ve oruç tutmak sözkonusu değildir. Abdülmelik b. el-Macuşûn ise temettü' ile kıran haccı arasında fark gözeterek -önceden de ondan nakledildiği üzere- kıran haccı yapılması halinde kurban kesilmesini vacip görürken, temettü' haccında böyle bir yükümlülüğü düşürmektedir. 9- Aile İkametgâhının Mescid-i Haram'da Olmayışı Ne Demektir? Mescid-i Haram'da hazır bulunanlar hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Bununla birlikte -Mekkeliler ile oraya bitişik olanların Mekke'de hazır olanlar olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Taberî ise "Harem ehlinin bunlardan olduğu üzerinde icma vardır" derken, İbn Atiyye: "Durum onun dediği gibi değildir" demektedir. Kimi ilim adamı ise şöyle der: Cuma namazı kılması gereken orada hazır bulunandır. Bu mesafeden daha uzakta bulunan kimse ise hazır olmayan (bedevî) sayılır. Bu görüşü kabul edenler âyet-i kerimedeki "hazır olmak" kelimesini şehirlerde ikamet etmek veya çöllerde yaşamak anlamları ile almıştır. Mâlik ve arkadaşlan ise derler ki: Burada kasıt Mekke halkı ile sadece Mekke'ye bitişik olan beldelerin halkıdır. Ebû Hanîfe ve arkardaşlarına göre ise bunlar Mikat sınırlan içerisinde bulunanlar ile her bir taraftan Mikat'ın ötesinde bulunan kimselerdir. Mikat sınırlan içerisinde kalanlar veya bunların ötesinde kalanlardan olan herkes, Mescid-i Haram'da hazır bulunanlardandır. Şâfiî ve arkadaşlan ise şöyle der: Bunlar bulunduğu yerden Mekke'ye kadar gidecek olursa namazı kısaltması gerekmeyen kimselerdir. Bu gibi yerler ise mikat bölgelerinin (Mekke'ye) en yakın olanlarıdır. Bu âyet-i kerimenin bu âyeti ile ilgili te'vilde selefin kabul ettiği görüşler de bu doğrultudadır. Yani Allah'ın üzerinize farz kıldığı hususlarda "Allah'tan korkun.." Bir görüşe göre burada genel olarak takva emredilmekte ve Allah'ın cezasının çetin oluşundan sakınmaları istenmektedir. |
﴾ 196 ﴿