249

Tâlût orduyla ayrıldığında: "Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. Onu tatmayansa o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesna" dedi. Fakat içlerinden pek azı dışında ondan içtiler. Nihayet o ve beraberindeki mü’minler nehri geçince: "Bugün bizim gücümüz Câlût'a ve ordusuna yetmez" dediler. Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Nehir ile Sınama:

Yüce Allah'ın:

"Tâlût ordusuyla ayrıldığında" âyetindeki

"ayrılmak" onlarla birlikte çıkıp gitmek anlamındadır. (Ayrıldı anlamını verdiğimiz: "Fesale") kelimesinde, kesmek, kesilmek anlamı da vardır.

Vehb b. Münebbih der ki: Tâlût ordusuyla ayrıldığında askerleri ona: Sular bizi kaldıramıyor, o bakımdan sen de Allah'a bize bir nehir akıtması için dua et, dediler. Tâlût onlara:

"Muhakkak Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir" dedi. Askerlerin sayısı es-Süddî'nin görüşüne göre seksen bin kişi idi. Vehb (b. Münebbih) der ki: Küçük, büyük yahut hasta gibi özür sahibi olanlar dışında kimse ona katılmaktan geri kalmadı.

"İmtihan etmek (ibtilâ)"; denemek, sınamak (ihtibâr) demektir. Nehir kelimesinin türediği kök, genişlik ile alakalıdır. (Gündüz) anlamına gelen en-Nehar kelimesi de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/25. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Katâde der ki: Allah'ın kendisi ile o orduyu sınadığı nehir Ürdün ile Filistin arasındaki bir nehirdir. Cumhûr bu kelimeyi "nehar" şeklinde "ne" harfini üstün olarak okumuştur. Mücâhid ve Humeyd el-A'rec ise "he" harfini sakin olarak "nehr" şeklinde okumuşlardır.

Bu imtihandan maksat onlar için bir sınama olması idi. Sudan içmemek hususunda itaati ortaya çıkan kimsenin, bunun dışındaki hususlarda da itaat edeceği öğrenilmiş oldu. Suya karşı arzusuna yenik düşüp verilen emre itaat etmeyen kimsenin, daha büyük zorluklarda itaatsizliği ise öncelikle sözkonusudur.

Rivâyet edildiğine göre nehre vardıklarında oldukça susamışlar, nehir ise son derece tatlı ve güzel idi. İşte bundan dolayı itaat eden kimselere susuzluğun verdiği rahatsızlık bir parça azalsın ve böyle bir durumda nefsin güdüsünü kırmaları için bir avuç almalarına ruhsat verilmişti. Bununla, bir avuç almanın refah içerisinde yaşama gayeleri olmayan, hayatın ağır şartlarına katlanabilen kararlı kimselerin susuzluktan çekebilecekleri zarar ve sıkıntıyı çekebileceklerini beyan etmektedir. Nitekim Urve şöyle demektedir:

"Suyun güzel olanını içiniz ki, su soğuktur."

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de böyle bir anlamı ifade eder: "Kişiye bünyesini doğrultacak kadar birkaç lokmacık yeterlidir." İbn Mâce, Et'ime 50.

Anlamların incelikleri üzerinde duran bazıları da şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın dünya hakkında verdiği bir örnektir. Allah dünyayı bir nehire benzetmektedir. O nehirden içen kimse dünyaya meyleden ve dünyadan pek çok şeyler ele geçirmek isteyene, nehirden içmeyiterkedenkimse dünyadan yüzçeviren ve dünyaya karşı rağbet göstermeyen (zahid) kimseye, eliyle bir defa avuç alan kimse ise, dünyadan ihtiyacı kadarını alan kimseye benzetmektedir. Bu üç kişinin hali ise Allah nezdinde farklı farklıdır. Bu ifadeler pek güzeldir. Ancak yapılan te'vilde tahrif ve zahirin dışına çıkmak olmasa. Bu açıklama doğru olmakla birlikte, bu anlam bundan başka âyetlerden anlaşılmaktadır.

2- Tâlût:

Tâlût'un peygamber olduğunu söyleyenler yüce Allah'ın:

"Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir" âyetini delil gösterirler. Allah'ın ona bunu vahiy ve ilham yoluyla bildirdiğini söylerler. Bu ilhamı da Allah tarafından onlar için bir imtihan olarak değerlendirirler. Tâlût'un peygamber olmadığını söyleyenler ise, Tâlût kavmine bunu bildirdiğinde peygamberleri Şamvîl'in vahiyle bunu öğrenip Tâlût'a haber verdiğini belirtirler.

Bu sınama, samimi ve doğru söyleyenin yalancıdan ayırdedilmesi içindi. Bazılarının kanaatine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı Abdullah b. Huzafe es-Sehmî, beraberindeki asker arkadaşlarına ateş yakıp ateşin içerisine girmelerini, itaatlerini denemek için emretmiştir. Fakat onun şakacılığı onları mükellef tuttuğu işi daha bir büyütmesine itmiştir. Buhârî, Meğâzî 59, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 40; Müsned, I, 82, 124. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar en-Nisa Sûresi'nde (4/59- âyetin tefsirinde) gelecektir.

3- Emre İtaatsizlik Edenler:

"Kim ondan içerse benden değildir." Yani bu Savaşta benimle birlikte olacak arkadaşlarımdan değildir. O bundan dolayı onları imanın dışında görmemiştir. es-Süddî der ki: Sayılan seksen bin kişi idiler. Şüphesiz ki aralarında mü’min de vardı, münafık da vardı, gayretli ve çalışkan da, tembel de vardı. Hadîs-i şerîfte geçen: "Bizi aldatan bizden değildir" Müslim, Îman 164; İbn Mâce, Ticârât 36; Dârimî, Buyû’ 10; ("Aldatan bizden değildir" anlamında). Ebû Dâvûd, Buyû’ 50; Tirmizî, Buyû’ 72; İbn Mâce, Ticarât 36. diye buyurmaktadır. Yani o kimse bizim arkadaşlarımızdan yani bizim yolumuz üzerinde gösterdiğimiz hidâyet üzere yol alanlardan değildir, demektir. Şair der ki:

"Sen Esedoğulları ile olan antlaşmayı bozmaya kalkışırsan

Şüphe yok ki ben de senden değilim, sen de benden değilsin."

Bu kabilden ifadeler kullanmak, Arap dilinde izlenen bir yoldur. Meselâ, adam üslubundan başka bir yol izleyen oğluna: Sen benden değilsin, der.

4- Emre İtaat Edenler:

"Onu tatmayansa o bendendir." Burada "onu içmeyen" demeyerek

"tatmayan" demiştir. Çünkü Araplar aynı şeyi tekrarlamak istediklerinde bir başka lafızla tekrarlamak adetindedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in üslubu ise en fasih bir üsluptur. O bakımdan: Suyun tadına bakmaktan söz edilemez, diyenlerin Kur'ân-ı Kerîm'in bu üslubuna bir eleştiri yönelttikleri söylenemez ve bu sözlerine itibar edilmez.

5- Seddü'z-Zerâi':

Mezhebimiz âlimleri bu âyeti Seddü'z-zerâi'i delil olarak kabul etme lehine bir delil görmüşlerdir. Çünkü tatmanın asgarî seviyesi tadına bakma lâfzının kapsamına girer. Tatma yasaklandığına göre, onun tadına bakmaktan uzak duran bir kimsenin suyu içme gibi bir duruma düşmesine imkân kalmaz. İşte böyle bir mübalağa dolayısıyla "kim ondan içmezse" şeklinde İfade edilmemiştir.

6- Suda Faiz Cereyan Eder mi?

Yüce Allah'ın burada: "Onu tadmayansa" diye buyurması suyun bir tam (yiyecek) olduğunun delilidir. Su bir yiyecek olduğuna göre kalıcı özelliği ve onunla bedenlerin beslenmesi dolayısıyla bir gıda demektir. O bakımdan suda faizin cereyan etmesi gerekir.

İbnu'l-Arabî der ki: Mezhebimizde sahih olan görüş budur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik dedi ki: Suyun kıyısında suyun su ile fazlalıklı olarak ve vadeli satılmasında bir mahzur yoktur. Bu, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Su ölçülen ve tartılan şeylerdendir. Bu görüşe göre ise ona göre suda fazlalık câiz olmaz. Buna göre de Muhammed b. el-Hasan suda faizin sözkonusu olduğunu kabul etmektedir. Çünkü ona göre faizde illet ölçülmek ve tartılmaktır.

Şâfiî de der ki: Fazlalıklı olarak suyun satışı câiz değildir, vade de câiz değildir. Ona göre ise faizin illeti, yenilen birşey ve aynı cinsten olmaktır.

7- Akarsudan Su İçme Şekliyle İlgili Hükümler:

İbnu'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe dedi ki: Her kim benim filan kölem Fırat'tan içerse hür olur diyecek olsa, eğilip doğrudan doğruya ağzıyla su içmedikçe hür olmaz. Eliyle veya oradan bir kap alarak içtiği takdirde hür olmaz. Çünkü yüce Allah burada nehirden eğilip ağzıyla içmek ile elle alıp avuçlayarak içmek arasında fark gözetmiştir. İbnu'l-Arabi ise der ki: Bu ise fasit bir görüştür. Çünkü Arap dilinde ister elle avuçlayarak içilsin, ister eğilerek doğrudan ağzıyla içsin, arada bir fark gözetmeksizin her şekildeki içmeye "su içme" denir. O halde sözlük anlamı itibariyle ve hakikatiyle hakkında yemin edilen içme olayı sözkonsu oldu mu, yemin edenin yemini bozulmuş olur. Bunu böylece bil.

Derim ki: Ebû Hanîfe'nin görüşü daha sahihtir. Çünkü dil bilginleri, Kitap ve Sünnetin de fark gözettiği gibi bu iki tür içme arasında fark gözetmişlerdir. el-Cevherî ve başkaları der ki: Bir kimse suyu bulunduğu yerden ağzıyla, fakat elleriyle veya bir kapla olmayarak içecek olur ise buna "keraa: doğrudan ağzıyla su içti" denilir. Kera' ise yağmur suyudur.

Sünnetin bu hususta ayırım gözetmesine gelince İbn Mâce Sünen'inde şunu zikreder: Bize Vasıl b. Abdu’l-A'lâ anlattı, bize İbn Fudayl, Leys'ten o Said b. Amir'den, o İbn Ömer'den naklederek dedi ki: Bir su birikintisinin yanından- geçtik. Doğrudan ağzımızla o sudan içmeye koyulduk (nekreu). Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: " Bu şekilde doğrudan içmeyiniz (la tekre'û) Fakat ellerinizi yıkayınız sonra da ellerinizle içiniz. Çünkü elden daha temiz bir kap olmaz." İbn Mâce, Eşribe 25. İşte bu, bu konuda açık bir nastır. Senette geçen Leys b. Ebi Süleym ise Müslim'in, kendisinden hadis rivâyet ettiği bir kimsedir. Zayıf bir ravi olduğu da söylenmiştir.

8- Eliyle Avuçlayarak İçenler ve Helal Rızık Arayanlar:

Yüce Allah'ın:

"Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesna" âyetinde geçen avuçlamak (el-iğtirâf) birşeyi elle veya bir alet vasıtasıyla almak demektir. (Kepçeye) miğrafe denilmesi buradan gelmektedir. el-Ğarf da el-iğtiraf gibidir. Âyet-i kerimedeki "ğurfeten" kelimesi "ğarfeten" şeklinde "ğayn" harfi üstün olarak da okunmuştur. Bu masdardır. el-Garfe bir defa alıp içmektir. "Ğurfe" şeklinde "ğayn" harfi ötreli olarak da okunmuştur. Bu ise avuçlanarak alınan şey demek olur. Kimi müfessirler de şöyle demiştir: Ğarfe tek bir avuçla alınan, ğurfe ise iki avuçla alınan demektir. Kimisi her iki söyleyiş de aynı anlamdadır, demektedir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) da şöyle der: Avuçlar en temiz kaplardır. el-Hasen'in şu sözleri de bu kabildendir:

"Onlar hiçbir suya beraberlerinde kap götürerek gitmezler

Onlar ancak avuçlarıyla su birikintilerinden avuçlarlar."

Derim ki: Bu zamanlarda şüphesiz ve tereddütsüz katıksız helal peşinde olan bir kimse gece, gündüz akarak müsahhar kılınmış pınarlardan, nehirlerden avuçlarıyla su içsin. Bununla yüce Allah'tan hasenat kazanma yollarını, günahlarını silinmesini ve hayırlı İmâmlara yetişmeyi arzulasın.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kapla içebilme gücü olmakla birlikte tevazu niyetiyle eliyle içerse Allah ona parmakları sayısınca hasenat yazar. Eller Meryem oğlu Îsa'nın (ikisine de selam olsun) bardağı atarak: Of bu dünya ile beraberdir, dediği zaman kullandığı kabıdır." Bu hadisi İbn Mâce,

İbn Ömer yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) karınlarınız üzerine uzanarak su içmemizi yasakladı -ki bu da doğrudan ağızla, akan sudan içmektir- ve yine bizlere tek elle avuçlamamızı da yasaklayarak dedi ki: "Sizden herhangi bir kimse köpeğin yalaması gibi yalamasın. Allah'ın kendilerine gazaplandığı kimseler gibi de tek elle içmesin. Geceleyin de kıpırdatmadıkça -üstü örtülü bir kap olması hali müstesna- içmesin. Her kim bir kap elde etme gücü olduğu halde eliyle içerse...." deyip az önce kaydettiğimiz şekilde hadisi zikreder. İbn Mâce, Eşribe 25.

Hadisin senedinde Bakiye b. el-Velid vardır. Ebû Hâtim dedi ki: Hadisi yazılır fakat atek başınab onunla ihticac olunmaz. Ebû Zür'a da dedi ki: Bakiye sika ravilerden hadis naklettiği takdirde o da sikadır, demektedir.

9- Azınlık Dışında Çoğunluk İçti:

Yüce Allah'ın:

"İçlerinden pek azı dışında ondan içtiler" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Herkes yakini oranında o sudan içti. Kâfirler suya kanmama hastalığına yakalanmış develer gibi, isyankârlar bundan daha aşağı derecede içtiler. Bu şekilde altmış yedi bin kişi yüzçevirmiş oldular. Sadece bazı mü’minler su içmediler; bir kısmı da avuçlayarak içtiler. Yasaklanan şekilde ise içenler suya kanmadı. Aksine daha da susadılar. Suya yaklaşmayan kimselerin ise halleri düzeldi ve avuçla alıp içenlerden daha güçlü kuvetli oldular.

10- İtaatkâr ve Îman Eden Azınlık:

Yüce Allah'ın:

"Nihayet o ve beraberindeki mü’minler onu" âyetindeki "o" zamiri nehre aittir. (Mealde, nehir kelimesi zikredilmiştir) "nihayet o"daki "o" zamiri ise Tâlût'a ait olup te'kid içindir. "Nehri geçince" âyet-i kerimeden "geçmek" kelimesi "mücâveze" kökünden kullanılmıştır. Aynı kökten gelen ve söz söyleme hakkında kullanılan "mecaz" ise, kullanımı câiz olan, yerini bulan ve bu şekilde kullanılagelen ifade demektir.

İbn Abbâs ve es-Süddî der ki: Onunla birlikte aralarında içenler de bulunduğu halde, dört bin kişi nehri geçti. Ancak Câlût'u ve askerlerini görünce onlardan üç bin altıyüz seksen küsur kişi geri döndü. Çünkü Câlût'un askerleri ise yüzbin kişi idi. Hepsi silahlara bürünmüştü. Bir görüşe göre öldükten sonra dirilmeye ve yüce Allah'ın huzuruna dönmeye kesin olarak inanan mü’minler bu halde -ki onların sayısı Bedir'e katılanlar kadardı-: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" dediler.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre; yasakladığı şekilde su içmeyenler onunla birlikte nehri, geçtiler. Bazıları: Kalabalıklarına rağmen biz düşmana nasil güç yetirebiliriz? deyince aralarından gayretli ve kararlı kimseler: "Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" diye cevap vermiştir. el-Bera b. Azib der ki: Bizler kendi aramızda Bedir halkına katılanların sayısının Tâlût ile birlikte nehri aşan üçyüz on küsur adam olan Tâlût'un arkadaşlarının sayısınca olduğunu konuşur, söylerdik. -Bir rivâyette ise: Üçyüz on üç kişi denilmiştir.- Tâlût ile birlikte mü’minlerin dışında nehri aşan olmadı. Buhârî, Meğâzî 6.

11- Îman Eden ve Sayıca Az Olanlar Galip Gelirler:

Yüce Allah'ın:

"Allah'a kavuşacaklarını bilenler (âyet-i kerimede: Zan kökünden; zannedenler)" âyetinde geçen "zan" yakîn anlamındadır. Bunun kesin bilgi değil de şüphe anlamını ifade etmesi de mümkündür. Yani, Tâlût ile birlikte öldürülüp Allah'ın huzuruna şehid olarak çıkacaklarını zannedenler, demektir. Bu bakımdan bu konuda, şüphe öldürülüp öldürülmeme hususunda sözkonusu olmuştu.

Yüce Allah'ın:

"Nice az bir topluluk (fıe) daha fazla bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" âyetinde geçen: "el-fie: İnsan topluluğu, insan birliği" demektir. Kılıçla başın bölünmesini ifade etmek üzere kullanılan "feeve"den gelmektedir. Onların: "Nice az bir topluluk" ifadelerinde, Savaşa bir teşvik vardır. Sabır duygusu ve Rabbini tasdik eden kimselere uymak arzusu vardır.

Derim ki: Bizim de işte bu şekilde hareket etmemiz gerekir. Fakat kötü amellerimiz, bozuk niyetlerimiz bu şekilde davranmamıza engel olmuştur. O kadar ki bizden sayıca pek çok olan kimseler, defalarca şahit olduğumuz gibi, az sayıdaki düşmana karşı bozguna uğramıştır. Buna sebep ise ellerimizle kazandığımız kötülüklerdir.

Buhârî'de şöyle bir rivâyet vardır: Ebû'd-Derdâ der ki: Sizler amellerinizle Savaşırsınız. Buhârî, Cihâd 13. Yine Buhârî'de müsned olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Sizler zayıflarınızdan başka bir sebeple rızıklanır ve zafere ulaştırılır mı (sanıyorsunuz)?" Buhârî, Cihâd 76; Ebû Dâvûd, Cihâd 70; Tirmizî, Cihâd 24; Nesâî, Cihâd 43; Müsned, I, 173; V, 198

Bizim ise amellerimiz fasid, zayıflarımız ihmal edilmiş, sabrımız az, güvenimiz zayıf, takvamız ise yoktur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Sabrediniz, sabır yarışı yapınız ve nöbet beklesiniz. Allah'tan da korkunuz." (Âl-i İmrân, 3/200);

"Ve yalnız Allah'a tevekkül ediniz" (el-Maide, 5/23);

"Muhakkak Allah takva sahibi olanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir." (en-Nahl, 16/128);

"Allah elbette kendi adinibne yardım edene yardım eder." (el-Hacc, 22/40);

"Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat gösteriniz. Allah'ı da çokça anın ki felâha (umduğunuza) kavuşasınız." (el-Enfal, 8/45)

İşte zafere götüren sebepler ve zaferin şartlan bunlardır. Bunlar ise bizde yoktur; bizde bulunmamaktadır. Başımızdaki musibetlerden ve karşı karşıya kaldığımız durumlardan dolayı inna lillah ve inna ileyni raciûn, diyoruz. Hatta geriye İslâm'ın isminden başka birşey, dinin resminden başka birşey kalmamıştır. Buna sebep ise fesadın zuhuru, tuğyanın çokluğu ve doğruluğun azlığıdır. Nihayet doğuda, batıda, karada, denizde düşman her tarafı istila etti. Fitneler her tarafı kapsadı, karşı karşıya kalınan mihnetler büyüdükçe büyüdü. Allah'ın rahmet buyurduğundan başka korunabilen kimse yoktur.

249 ﴿