251

Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi. Ona dilediği bazı şeyleri öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Fakat Allah âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir.

"Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar." Yani Allah onların üzerine yardımını indirdi ve böylelikle düşmanlarını bozguna uğrattılar, kırıp geçirdiler.

Bozgun (hezimet); kırmak demektir. İçinde su kalmamış su kabının büzülüp kat kat olmasını anlatmak için de bu kökten gelen: "tehezzüm" tabiri kullanılır. Zemzem hakkında "O Cibril'in bir hezmesidir" ifadesi de buradan gelmektedir. Yani Cibril ayağı ile orayı kırdı ve oradan su çıktı demektir. Kırılan kuru odun parçalarına da bu isim (hezm) verilir.

Yüce Allah'ın:

"Dâvûd da Câlût'u öldürdü" âyetine gelince; Hükümdar kavmi arasından Tâlût'u Câlût ile Savaşmak üzere seçmişti. Hazret-i Dâvûd kısa boylu, hasta görünümlü, sararmış, ufak-tefek ve morarmış birisiydi. Câlût ise insanlar arasında en güçlü, en kuvvetli bir kimse idi. Tek başına orduları bozguna uğratırdı. Amalikalıların başı olan Câlût ise Hazret-i Dâvûd tarafından öldürülmüştür. Hazret-i Davud'un babası, îşâ idi. Babasının Zekeriyya, onun da babasının Reşvâ olduğu da söylenmektedir.

Hazret-i Dâvûd Yalnıza b. Yakub b. İshak b. İbrahim (hepsine selam olsun) kolundan geliyordu. Beytü'l Makdis ehlinden idi. Allah ona hem peygamberliği hem de hükümdarlığı vermişti. Daha önce ise çobandı. Kardeşlerinin en küçüğü idi. Koyun otlatırdı. Tâlût'un askerleri arasında yedi tane kardeşi vardı. Savaş vakti geldiğinde kendi kendisine: Ben de bu Savaşı görmeye gideceğim, demişti. Yoldan giderken bir taşın yanından geçti. Taş ona: Ey Dâvûd, beni al, sen benimle Câlût'u öldüreceksin, dedi. Daha sonra ona bir başka taş seslendi, sonra bir diğer taş seslendi. Onları aldı, torbasına alıp yoluna devam etti.

Câlût ortaya çıkıp kendisiyle teke tek çarpışacak kimse istedi. Herkes onunla karşılaşmaktan korktu. Nihayet Tâlût şöyle dedi: Kim buna karşı çıkar ve onu öldürürse ona kızımı vereceğim ve malımın tasarrufunu ona bırakacağım. Hazret-i Dâvûd gelip dedi ki: Karşısına ben çıkıp onu ben öldüreceğim. Tâlût onu görünce yaşının küçüklüğü ve kısa boyluluğu dolayısıyla bu işe uygun görmedi, geri çevirdi. Davut ise rengi mora çalan kısa boylu birisiydi. İkinci defa aynı şekilde seslendi, üçüncü defa seslendi. Yine Hazret-i Dâvûd karşısına çıktı.

Tâlût ona: Herhangi bir şeyle kendini denedin mi? deyince o da: Evet, dedi. Tâlût: Ne ile? sorunca şöyle dedi: Bir kurt koyunlarımın arasına girdi. Ben de ona vurdum. Daha sonra da başını tutup vücudundan kopardım. Tâlût: Kurt güçsüzdür, dedi. Başka birşeyde kendini denedin mi diye sorunca: Evet dedi. Bir seferinde aslan koyunlarımın arasına girdi, ona bir darbe indirdim sonra da çenelerini tutup birbirinden ayırdım. Bu adamın arslandan daha kuvvetli olduğunu sanır mısın? Tâlût: Hayır dedi.

Tâlût'un yanında bir zırh vardı. Bu zırh ancak Câlût'u öldürecek kimseye uyardı. Bunu ona haber verdi ve Davud'a giydirince Davud'un üzerine tam geldi. Tâlût ona: Haydi atıma bin , silahımı al dedi. Davut aynısını yaptı.

Kısa bir süre yol aldıktan sonra geri döndü. Herkes bu delikanlı korktu, deyince Hazret-i Dâvûd şöyle dedi: Şayet onu öldürmeyi Allah bana müyesser etmeyecek, ona karşı bana yardımcı olmayacak olursa bu atın da bu silahın da bana faydası olmayacaktır, fakat ben bununla kendi adet edindiğim şekilde Savaşmak istiyorum.

Davud'un sapan atıcılığı herkesten ileri idi. O bakımdan attan indi, torbasını aldı boynuna astı. Sapanını aldı ve Câlût'un karşısına çıktı. Câlût ise silahlarına bürünmüştü. el-Maverdî'nin ve başkalarının naklettiklerine göre; başında üçyüz ritim ağırlığında bir miğfer vardı Câlût ona: Ey genç, sen mi karşıma çıkıyorsun? deyince, Dâvûd: Evet dedi. Bu şekilde köpeğin karşısına çıkar gibi mi? Dâvûd: Evet, hatta sen köpekten de daha hakirsin, dedi. Bu sefer Câlût: Yemin olsun bugün senin etini kuşlara ve yırtıcı hayvanlara yem yapacağım, dedi. Daha sonra birbirlerine yaklaştılar. Câlût, Davut'u küçümsediğinden dolayı eliyle yakalamak istedi. Dâvûd da elini torbasındaki taşlara uzattı.

Rivâyet olunduğuna göre taşlar birbirine yapıştı, tek bir taş haline geldi. Bu taşı alıp sapanına yerleştirdi. Allah'ın ismini anarak sapanını çevirdi ve ona attı. Taş Câlût'un kafasına isabet etti ve Câlût öldü. Dâvûd onun başını kesti ve alıp torbasına koydu. Herkes birbirine karıştı, Tâlût'un askerleri hamle yaptılar ve karşı tarafı bozguna uğrattılar.

Şöyle de denilmiştir: Davud'un attığı taş Câlût'un giydiği miğferin burun bölgesine isabet etmişti. Gözüne isabet edip kafasından çıktığı da söylenmiştir. Yine aynı taş, askerlerinden birkaç kişiye isabet etmiş ve onların da ölümüne sebep olmuştu.

Yine denildiğine göre taş, parçalandı ve onun her bir parçası ordugâhta bulunan herkese isabet etti. Attığı bu taş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Huneyn günü Hevazinlilere fırlattığı bir avuç toprağı andırmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İnsanlar bu âyetlerle iligili çokça kıssalar anlatırlar. Ben ise burada bu kıssalardan gözetilen maksadı zikrettim. Allah'a hamdolsun.

Savaş Kumandanının Bazı Tasarrufları ve Hükümleri:

Derim ki: Tâlût'un: "Her kim Câlût'a karşı çıkar, onu öldürürse, onu kızımla evlendirir ve malımda tasarruf yetkisini ona veririm" sözünün anlamı bizim de şeriatimizde sabittir.

Bu ise İmâmın şöyle demesi gibi olur: Her kim bir düşman kafası getirirse ona şunları vadediyorum. Yahut: Kim esir getirirse ona şunu veriyorum; demesi gibi olur. Buna dair açıklamalar ise yüce Allah'ın izniyle el-Enfal Sûresi'nde (8/1. âyet 5. başlıkta) gelecektir.

Yine bu ifadelerde mübarezenin (teke tek çarpışmanın) ancak İmâmın izniyle olabileceğine delil vardır. Nitekim Ahmed, İshak ve başkaları da böyle demektedir. Bu hususta el-Evzaî'den ise farklı rivâyetler gelmektedir. Ondan nakledildiğine göre İmâmının izni olmadıkça kimse hamle yapamaz. Yine ondan nakledildiğine göre o; bunda bir mahzur yok, demiştir. Şayet İmâm teke tek çarpışmayı yasaklamış ise onun izniyle olmadıkça teke tek çarpışamaz.

Bazıları da teke tek çarpışmayı mubah kabul etmekte ve onun izniyle mi olur, ondan izinsiz olur mu hususunu sözkonusu etmemektedir. Mâlik'in görüşü de budur.

İmâm Mâlik'e; iki saf arasında durarak: Kim benimle çarpışır? diyen kimse hakkında sorulmuş o da şöyle demiştir: Böyle bir iş onun niyetine bağlıdır. Eğer bununla Allah'ın rızasını diliyor ise bunda bir mahzur olmayacağını umarım. Nitekim bu iş geçmişte yapılıyor idi.

Şâfiî de der ki: Teke tek çarpışmada (mübâreze) bir mahzur yoktur. İbnu'l-Münzir de der ki: Teke tek çarpışmanın İmâmın izniyle olması güzel birşeydir. İmâmın izni olmaksızın teke tek çarpışana da vebal yoktur. Çünkü ben bunu yasaklayan bir haber bilmiyorum.

"Allah da ona hükümdarlığı ve hikmeti verdi. Ona dilediği bazı şeyleri öğretti." es-Süddî der ki: Allah ona Tâlût'un hükümdarlığını ve Şem'un'un peygamberliğini verdi. Ona öğrettiği şey ise, zırh yapımı, kuş dili ve buna benzer Allah'ın kendisine öğrettiği başka şeylerdir.

İbn Abbâs der ki: Allah ona öyle bir zincir vermişti ki, bu zincir samanyoluna ve yörüngeye bitişikti. Onun ucu ise Hazret-i Davud'un ma'bedi yakınında idi. O bakımdan havada birşey oldumu o zincir mutlaka ses çıkartırdı. Hazret-i Dâvûd da olanı bilmiş olurdu. Bu zincire herhangi bir hastalık sahibi dokundumu, mutlaka iyileşirdi. Kavminin dine girişinin alametiyse elleriyle bu zincire dokunup sonra da avuçlarını göğüslerine sürmeleri idi. Hazret-i Davud'un vefatından sonra da bu zincir kaldırılıncaya kadar onun hükmüne başvururlardı.

Âyetin:

"Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah âlemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir" bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- İnsanların Bir Kısmı ile Diğer Bir Kısmının Defedilmesi:

Yüce Allah'ın:

"Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi.." âyetini Nafi' dışında diğerleri (Mushafta tesbit edilmiş şekliyle) okumuşlardır. Nafi': kelimesini şeklinde okumuştur. Bunun fiilin masdan olması mümkündür. (Mastar olarak anlamları): Hesab etmek, dönmek, karşılaşmak gibi. " (Bu) Allah'ın üzerinize yazdığı (farzı)dır." (en-Nisâ, 4/24) âyeti de bunun gibidir.

en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Buna göre "difâ’" ve "def" kelimeleri; "defe'a; def etti, önledi, sallallahü aleyhi ve sellemdı" fiilinin mastarları olur. Sîbeveyh'in görüşü de budur.

Ebû Hâtim ise der ki: ile kelimeleri aynı anlama gelir. (Yani birincisinin müşareket -işteşlik- manası da ihtiva eden "fâale" kipinde olması farklı anlama gelmez). Nitekim: ifadesi her iki fiilde de aynı anlamda olmak üzere: Ayakkabıları üstüste diktim, demektir. Ebû Ubeyde, Cumhûrun okuyuşunu tercih etmiş ve şeklindeki okuyuşu kabul etmiş ve şeklindeki okuyuşu kabul etmemiştir. Çünkü kimse cenab-ı Allah'a karşı müdafaaya giremez. (Bu kipteki müşareket -işteşlik- anlamı dolayısıyla bu okuyuşu kabul etmez).

Mekkî der ki: Bu bir yanılmadır. Ebû Ubeyde burada "müfâale" babının (işteşlik) anlamının varlığını vehmetmiştir. Böyle bir kanaate ise gerek yoktur.

"Allah" lâfzı, fiil dolayısıyla ref mahallindedir. Yani Allah def etmeseydi" demektir. Nâfi'in okuyuşundaki "difâ’" kelimesi de -Sîbeveyh'e göre- mübtedâ olarak ref mahallindedir. "insanları" anlamında ki "en-nâs" kelimesi mefûl mahallindedir. Bu, Sîbeveyh'e göre: Zeyd ile gittim, demek gibidir. Burada harf-i cer ile birlikte: "Zeyd" kelimesi, mef'ûl mahallindedir. Bilelim.

2- Kendileri Vasıtasıyla Fesadın Defedildiği Kişiler Kimlerdir?

İlim adamları kendileri vasıtasıyla fesadın defedildiği kimselerin kimlikleri hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu kimselerin "ebdâl" oldukları söylenmiştir. Bunlar ise kırk kişidirler, onlardan birisi öldü mü Allah onun yerine bir başkasını getirir. Nihayet Kıyâmet yaklaştığında bunların hepsi ölür. Bu, Ebdal'ın yirmiikisi Şam'da onsekiz tanesi ise Irak'ta bulunurlar. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ebdal Şam'da olurlar. Bunlar kırk kişidirler. Onlardan birisi öldü mü Allah onun yerine bir başka kişiyi getirir. Onların hürmetine Allah yağmur yağdırır, onlar hürmetine müslümanları düşmanlarına muzaffer kılar. Onlar için yeryüzü halkı üzerinden belaları Savar." Bu hadisi et-Tirmizî el-Hakîm "Nevâdiru’l-Usûl" adlı eserinde zikretmiştir.

Yine Ebû'd-Derdâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Peygamberler yeryüzünün Evtadı (çalkalanmaktan korunan kazıkları) idiler. Peygamberliğin sonu gelince Allah onların yerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinden kendilerine ebdal ismi verilen bir topluluk getirdi. Bunların çok çok oruç tutmak, çokça namaz kılmakla sair insanlara üstünlükleri yoktur. Fakat üstünlükleri güzel ahlâk, gerçekten samimi olarak takva, vera sahibi, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı kötülük beslemeyen kalpleri vardır ve Allah rızasını arayarak onlara samimiyetle nasihat ederler. Sabırla, tahammülkârlıkla, akıllılıkla ve zillet sözkonusu olmaksızın tevazu ile davranırlar. Bunlar peygamberlerin halefleridirler. Allah'ın kendisi için seçtiği ilmiyle, kendi zatı için ihlâsa erdirdiği kimselerdir. Bunlar kırk tane sıddîktirler, onlardan otuz tanesinin yakinî Halilurrahman İbrahim'in yakînî gibidir.

Allah onlar hürmetine yeryüzü halkından hoşlanmadık şeyleri insanlardan bela ve musibetleri bertaraf eder. Onlar hürmetine yeryüzü halkına yağmur yağdırılır, rızık verilir. Allah onun yerine geçecek birisini yaratmadıkça onlardan bir kimse ölmez." et-Tirmizî, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 383-384.

İbn Abbâs da der ki: Şayet Allah müslümanların ordularıyla düşmanları defetmeseydi, müşrikler galip gelir, mü’minleri öldürür, ülkeleri ve mescidleri tahrib ederlerdi. Süfyan es-Sevrî de der ki: Bunlar kendileri vasıtasıyla hakkın ortaya çıkarıldığı şahitlerdir. Mekkî'nin naklettiğine göre müfessirlerin büyük çoğunluğu şu manayı benimsemişlerdir: Şayet yüce Allah, namaz kılanlar namaz kılmayanlardan, takva sahibi olanlar sebebiyle takva sahibi olmayanlardan (kötülükleri) defetmeseydi, günahları sebebiyle bütün insanları helâk ederdi. en-Nehhâs ve es-Sa'lebı de böyle bir manaya zikretmişlerdir.

es-Sa'lebî der ki: Sair müfessirler ise şöyle derler: Eğer Allah iyi mü’minleri facir ve kâfirlere karşı savunmayacak olsaydı yeryüzü fesada ererdi, yani helâk olur giderdi. Daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydeder: "Muhakkak Allah ümmetimden namaz kılanlar sebebiyle namaz kılmayanlardan, zekât verenler sebebiyle, zekât vermeyenlerden, oruç tutanlar sebebiyle, oruç tutmayanlardan, hac edenler sebebiyle hac etmeyenlerden, cihad edenler sebebiyle cihad etmeyenlerden azâbı defeder. Eğer bu gibi şeyleri terketmek hususunda birlik olsalar onlara Allah bir göz açıp kapayacak bir süre dahi vermez." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada uğrardı" âyetini okudu. İbn Atiyye, ekMuharrar (II, 268, 269)'da bu hadise işaret ettikten sonra şunları söylemektedir: "Bu âyetin anlamının bununla hiçbir ilgisi yoktur. İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadis de sahihtir..."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Muhakkak Allah'ın her gün şöyle seslenen melekleri vardır: Şayet çokça rükû' eden kullar, süt emen yavrular, otlayan hayvanlar olmasaydı, azap üzerinize yağmur gibi yağdırılırdı." Bu hadisi Ebû Bekr b. el-Hatib böyle bir manayla el-Fudayl b. İyad'dan rivâyet etmiştir: Bize Mansur, İbrahim'den, anlattı; o Alkame'den o Abdullah'tan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Aranızda huşu duyan adamlar, otlayan hayvanlar, süt emen çocuklar olmasaydı mü’minler üzerine azap yağmur gibi yağdırılırdı." Bir şair de bu manada (3) el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 227'de bu manada birbirine yakın üç ayrı rivâyet kaydetmekte ve "zayıf" olduklarını belirtmektedir. "Hasen" olduğunu söyleyenler de var olmak üzere şu beyitleri söylemiştir:

"Allah'ın rüküa eren kulları olmasaydı,

Ve süt emen yetim küçük çocuklar,

Düz arazilerde ot otlayan hayvanlar olmasaydı;

Üzerimize en ağır azap yağdırılırdı."

Hazret-i Cabir de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Muhakkak Allah adamın salahı sebebiyle oğlunu, oğlunun oğlunu da ıslah eder. Onun evini ve onun etrafında birkaç evi dahi ıslah eder. O kişi aralarında olduğu sürece Allah'ın korumasında kalmaya devam ederler."

Katâde de dedi ki: Allah kâfir sebebiyle mü’mini ibtila eder, mü’min sebebiyle de kâfire afiyet verir. İbn Ömer de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah salih mü’min sebebiyle ehli beytinden ve komşularından yüz kişiden belayı defeder." Daha sonra İbni Ömer: "Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü mutlaka fesada uğrardı" âyetini okudu.

Denildiğine göre bu "defetmek" yüce Allah'ın rasûller vasıtasıyla teşri' buyurduğu şeriatlerle olur. Şayet bu olmasaydı, insanlar birbirlerini yağmalar, talan eder ve helâk olurlardı.

Bu, gerçekten güzel bir açıklamadır. Hem kötülüğün önlenmesinde, hem defedilmesinde hem de başka hususlarda genel bir ilkedir. Bunun üzerinde dikkatle düşününüz.

"Fakat Allah, âlemler üzerine büyük bir lütuf sahibidir." Şanı yüce Allah mü’minler vasıtasıyla kâfirlerin kötülüğünü defetmesinin, kendi katından büyük bir lütuf ve büyük bir nimet olduğunu beyan etmektedir.

251 ﴿