259

Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi?) "Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" demişti. Allah da onu yüzyıl öldürmüş, sonra dirilterek: "Ne kadar kaldın?" demişti. O da: 'Bugün yahut bir günün bir kısmı" demişti. "Hayır, yüzyıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bir bak! Hiç de bozulmamıştır. Bir de merkebine bak! Biz seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz; sonra da onlara et giydiriyoruz" dedi. Kendisine durum apaçık belli olunca: "Biliyorum ki Allah herşeye kadir'dir" demişti.

Yüce Allah'ın:

"Yahut duvarları çatılan üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini" âyetindeki

"yahut" mânâya bir atıftır. el-Kisaî ve el-Ferrâ''ya göre ifadenin takdiri şöyledir: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan gibisini gördün mü? Veya bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini gördün mü?

el-Müberred de der ki: Anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Onun kim olduğuna bakmadın mı? (O) yolu bir kasabaya uğrayan kimse gibidir. Burada el-Müberred "onun kim olduğuna.." ifadesinin gizli olarak takdir edildiği kanaatindedir

Ebû Süfyan b. Hüseyn "vav" harfini üstün olarak: şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre buradaki "vav" harfi, atıf "vav"ı olup ondan önce takrir anlamını ifade eden istifham hemzesi gelmiştir.

Kasabaya

"el-karye" deniliş sebebi, insanların orada toplanmasıdır. Bu da; suyu topladım anlamına gelendan gelmektedir ki; buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/58. âyet 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır.

Süleyman b. Bureyde, Naciye b. Ka'b, Katâde, İbn Abbâs, er-Rabi', İkrime ve ed-Dahhâk der ki: O kasabanın yanından geçen kişi Uzeyr'dir. Vehb b. Münebbih, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Abdullah b. Bekr b. Mudar ise, bu kişi İrmiyâ'dır. Peygamber idi. İbn İshak der ki: İrmiya, Hızırın kendisidir. Bunu da en-Nekkâş, Vehb b. Münebbih'ten nakletmiştir.

İbn Atiyye de der ki: Görüldüğü gibi görüşü böyledir. Ancak bir ismin bir isme uygun düşme ihtimali müstesna. Çünkü Hızır Mûsa'nın çağdaşıdır. Burada kasabanın yanından geçtiği söz edilen kişi ise -Vehb b. Münebbih'in rivâyetine göre- Hazret-i Mûsa'dan epey zaman sonra ve Hazret-i Harun'un soyundan gelmiş bir kimsedir.

Derim ki: Eğer Hızır, İrmiya'nın kendisi ise aynı kişi olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Hızır, bu konudaki sahih rivâyete göre Hazret-i Mûsâ döneminden şu ana kadar hâlâ hayattadır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Kehf Sûresi'nde (18/65. âyette) gelecektir. Eğer Hızır (aleyhisselâm) bu kıssadan önce vefat etmiş ise; o takdirde İbn Atiyye'nin bu sözü doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

en-Nehhâs ve Mekkî, Mücâhid'den, bunun, İsrailoğullarından ismi belirtilmeyen bir adam olduğunu nakletmektedirler. en-Nekkâş der ki: Bunun Lut (aleyhisselâm)'ın oğlu olduğu söylenmektedir. es-Süheylî'nin el-Kutebi'den naklettiğine göre bu -el-Kutebî'nin iki görüşünden birisine'göre- Şe'ya'dır. Bu kasabayı tahrib edildikten sonra canlandıran ise Fars hükümdarı Kûşek'dir. Sözü geçen kasaba ise Vehb b. Münebbih, Katâde, er-Rabi' b. Enes ve başkalarına göre Beytü'l Makdis'tir. Sözü geçen kişi Mısır'dan gelmekteydi. Âyet-i kerîmede söz edilen yiyeceği ve içeceği ise yeşil incir, üzüm ve küçük bir şarap tulumundan ibaret idi. Üzüm suyu olduğu da söylenmiştir. Onun içeceğinin bir testi su olduğu da söylenmiştir. O dönemlerde Beytü'l Makdis'i boşaltan kişi, Buhtanassar idi. Buhtanassar önce Lehrâsib'in, sonra da Lehrâsib'in oğlu ve İsbindiyad'ın babası Leystaseb'in Irak üzerindeki valisi idi. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bazı kimseler bu kasaba el-Mü'tefike idi.

Ebû Salih'ten gelen rivâyette ise İbn Abbâs şöyle demektedir: Buhtanassar, İsrailoğullarına ordusuyla birlikte gaza yapmış, onlardan pek çok sayıda kimseyi esir alıp beraberinde (Irak'a) getirmişti. Bunlar arasında Şerhiyaoğlu Uzeyr de vardı. İsrailoğulları âlimlerinden birisi idi. Buhtanassar bunları Babil'e getirmişti. Bir gün bir ihtiyacını görmek üzere Dicle kıyısında bulunan Deyr Hirakl (Herakliyus'un Manastırı)na çıkmıştı. Eşeğinden inip bir ağacın gölgesine oturmuştu. Eşeğini ağacın gölgesi altına bağlamış, daha sonra bu kasabayı dolaşmıştı. Orada hiçbir kimsenin sakin olmadığını ve çatılarının duvarları üzerine çökmüş oduğunu görünce: Ölümünden sonra Allah burayı nasıl diriltecek? diye kendi kendisine sormuştu.

Bir diğer görüşe göre; sözü geçen bu kasaba ölüm korkusuyla binlerce kişinin çıkıp ayrıldığı kasabadır. Bu görüş de İbn Zeyd'e aittir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre ölüm korkusuyla binlerce kişi oldukları halde yurtlarından çıkan kimselere Allah: Ölün! demişti. Çürümüş ve açıkça görülen kemiklere döndükleri bir halde iken, bir adam onların yanından geçti. Durup onlara baktı ve dedi ki: Acaba ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek? diye sordu. Bunun üzerine Allah da onu yüzyıl süreyle öldürdü.

İbn Atiyye der ki: İbn Zeyd'in bu görşü âyetin lâfızları ile uyuşmamaktadır. Çünkü âyet-i kerîme, bu kasabanın içinde hiçbir kimsenin yaşamadığını, bomboş olduğunu söylemektedir. "Bu" âyeti ile de sözü geçen bu kasabaya işaret edilmektedir. Kasabanın diriltilmesi ise oranın imar edilmesi, yapıların meydana gelmesi ve orada yaşayanların bulunması ile olur.

Vehb b. Münebbih, Katâde, ed-Dahhâk, er-Rabi' ve İkrime der ki: Sözügeçen kasaba, Babilli Buhtanassar'ın orayı tahrip etmesinden sonraki hali ile Beytü'l-Makdis'tir. Konu ile ilgili uzunca hadiste şöyle denilmektedir: İsrailoğulları birtakım günahlan işleyince İrmiya veya Uzeyr, kasabanın bulunduğu yerde durdular. O sırada bu kasaba Beytü'l-Makdis'in ortasında büyükçe bir tepeyi andırıyordu. Çünkü Buhtanassar askerlerine buraya toprak taşımalarını emretti. Orası bir tepeyi andıracak hale gelinceye kadar bunu sürdürdüler. İrmiya evlerin duvarlarının çatılan üstüne çöktüğünü görünce: Allah bu kasabayı ölümünden sonra nasıl diriltir? diye sordu.

el-Arîş: Evin çatısı demektir. Gölge yapsın veya örtüp saklasın diye hazırlanan herşeye "arış" denilir. Su çekilen yerin üzerine yapılan ve güneşe karşı koruyan gölgeye "arîşu'd-dâliye" denilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah'ın:

"Ve çardaklarından" (en-Nahl, 16/68) âyeti de buradan gelmektedir.

es-Süddî der ki: Yüce Allah buyuruyor ki: Bu kasabanın evlerinin çatıları aşağı düşmüştü. Yani önce çatılar düşmüş, daha sonra da üzerlerine duvarlar düşmüştü. et-Taberî de bunu tercih etmektedir.

es-Süddî den başkası ise şöyle der: Bu orada insan bulunmamakla birlikte evler dimdik ayakta idi, demektir. Burada Çökmüş" boş ve tenha anlamındadır. Çünkü (bu kelimenin) aslı olan "el-havâ'" boş olmak demektir. Aynı şekilde çökmek hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı kökten kelime kullanılmaktadır:

"İşte zulümleri sebebiyle onların bomboş evleri" (en-Neml, 27/52)

Yıkılmış anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim bu âyette da: "Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş, yıkılmış"; yani çatıları üstüne yıkılmış anlamındadır. Midede gıda bulunmadığı zaman boşluğundan dolayı açlığa da "el-havâ'" denilmektedir. Doğum yaptığı için karnı boşaldı, anlamında da yine denilir, "el-haviyy", fail vezninde olup vadinin yumuşak olan iç tarafı demektir. Deve çöktüğünde karnını yerden uzak tutarsa, fiil mazi olarak: "Havva" diye kullanılır. Secde eden erkeğin bu halini anlatmak için de aynı fiil kullanılır.

"Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" âyetinin anlamı da şudur: Allah burayı hangi yolla ve hangi sebeple diriltecektir? Lâfzın zahirinden anlaşılan, kasabanın imar edilmesi ve oranın iskân edilmesiyle ihya edilmesi, diriltilmesidir. Nitekim şimdilerde, imar edilmesi ve iskan edilmesi uzak olan harap şehirler hakkında; harab olduktan sonra burası nasıl imar edilecek, denilir. Âdeta bu ifade, akrabalarını, sevdiklerini görmeye alışmış olduğu şehrine ibretle bakıp duran bir kimse tarafından kulanılmış bir hasret ifadesi gibidir. İşte bu hasreti duyan kimseye, bizzat kendisi hakkında soru sorduğu husustan daha büyük bir misal verilmektedir. Bizzat kendisi hakkında kendisine verilen bu misalin onun sorduğu sorunun Âdemoğlundan ölenlerin diriltilmesine dair olması ihtimalini de ortaya koymaktadır. Yani Allah bu kasabanın ölmüş insanlarını nasıl diriltir anlamında da olabilir.

Taberî bazılarından şöyle dediğini nakletmektedir: Bu söz yüce Allah'ın diriltmeye kudreti hakkında bir şüphe idi. İşte bundan dolayı bizzat o soranın kendisi buna misal verilmiştir. İbn Atiyye der ki: Oranın imar edilmesini sağlamak suretiyle bir şehrin diriltilmesine yüce Allah'ın kadir olmasında herhangi bir şüphe sözkonusu olamaz. Şu kadar var ki bir başka açıdan cahil bir kimse tarafından böyle bir şüphenin sözkonusu olması mümkündür. Doğru olan ise âyet-i kerîmenin tefsirinde şüphe diye birşeyden söz etmemektir.

"Allah da onu yüzyıl öldürmüş..." âyetindeki:

" Yüz" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir yıl demektir, Yıllar ki ne yıllar; tabirinde ikinci kelime birincisini tekid içindir. Aralarında olabildiğine uğraştırıcı bir iş vardır, demek gibidir. el-Accâc der ki:

"O her şeyi bastıran dehşetli o yılların geçmesinden ötürü..."

Aslında buradaki "el-uvvam" kelimesi, takdiri olarak Suda yüzen kelimesinin çoğuludur. Ancak bu tek başına zikredilmez. Çünkü (burada) isim değil, tekiddir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.

en-Nekkâş der ki: Yıl anlamındaki bu kelime gibi bir masdardır. Bir yıllık bir zaman süresine bu ismin veriliş sebebi, güneşin yörüngesindeki bir yüzmesi, bir turuna denildiğinden dolayıdır. Bu ise yüzmek gibi bir anlama gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Her biri bir yörüngede yüzerler" (el-Enbiya, 21/33) İbn Atiyye der ki: Bu en-Nekkâş'ın getirdiği açıklama anlamında kullanılmıştır.

Buna göre kelimesi şekline benzemektedir.

Burada sözü geçen öldürmenin zahirinden anlaşıldığına göre bu, cesetten ruhun çıkartılması ile gerçekleşmiştir. Bu âyet-i kerîme ile kıssada rivâyet edildiğine göre yüce Allah, bu kasabaya orayı imar edecek ve bu konuda oldukça gayret gösterecek bir hükümdar göndermişti. Ve nihayet bu sözü söyleyenin diriltilmesi esnasında oranın imarı tamamlanmış idi.

Şöyle de denilmiştir: Bu kişinin ölümünden yetmiş yıl geçtikten sonra Allah "Kûşek" ismi verilen büyük bir Fars hükümdarını göndermiş ve otuz yıl içerisinde burayı imar etmişti.

"Sonra dirilterek" âyeti onu diriltti, anlamındadır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.

"Ne kadar kaldın demişti." Burada geçen

"ne kadar kaldın?" sözünü kimin söylediği hususunda farklı görüşler vardır. Bu sözü söyleyenin yüce Allah olduğu söylenmiştir. Daha önceden geçtiği üzere meleklere dediği şekilde melekler aracılığı ile: "Eğer doğru söylüyorsan... demeksizin doğrudan ona böyle sormuştur. Denildiğine göre; gökten kendisine bu sözleri söyleyen bir ses işitmiştir. Hazret-i Cebrâîl'in ona hitap ettiği, bir peygamberin bunu söylediği, vefatı esnasında onu gören ve diriltildiği vakte kadar hayatta kalan mü’min bir kimsenin ona: Ne kadar kaldın diye sorduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Daha açıkça anlaşılan bunu söyleyenin yüce Allah olduğudur. Çünkü yüce Allah:

"Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" diye hitap etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kûfeliler mahreç itibariyle birbirlerine yakın oldukları için "se" harfini "te" harfine idğam ederek Ne kadar kaldın?" diye okumuşlardır. Çünkü bu iki harfin de çıkış yeri dilin ucu ve ön dişlerin dipleridir. Ayrıca her ikisi de mehmûs olmakta birleşirler. Hems: Sözlükte sesi gizli çıkarmak demektir. Bir kıraat ilmi terimi olarak mahreçlerinden çıkmaları esnasında mahrecele aralık kalması ve mahrece fazla dayanümaması sebebiyle, harf telaffuz edilirken nefesin harfle beraber akmasına denir. Fe, hâ, (peltek) se, he, hı, sad, sin, kef ve te harfleri bu sıfata sahip harflerdir. (Doç. Dr. İsmail Karaçam, Kur'ân-ı Kerîm'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İstanbul, 1991, s. 201).

en-Nehhâs ise der ki: İzhar (bu iki harfin çıkarılması) "se"nin mahrecinin "te"nin mahrecinden ayrı olduğundan dolayı daha güzeldir.

Böyle bir sorunun takrir (yani gerçeği söyletmek) üzere melek vasıtasıyla sorulduğu da söylenmiştir.

"(..........). Ne kadar" âyeti ise zarf olarak nasb mahallindedir.

"O da bir gün yahut bir günün bir kısmı, demişti." O böyle bir cevabı kendi bilgisine ve kanaatine göre vermişti. O bakımdan verdiği bu cevapta yalan söylememiş olur. Kehf ashabının söyledikleri şu sözleri de bunu andırmaktadır:

"Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık, dediler." (el-Kehf, 18/19) Halbuki ileride de geleceği üzere onların uykuda kaldıkları süre üçyüzdokuz yıl idi. Onlar böyle dediklerinde yalan söylememişlerdi. Çünkü kendi bildiklerine göre haberi vermişlerdi. Şöyle demiş gibi idiler: Bize göre, bizim kanaatimize göre bizler bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Zülyedeyn kıssasında söylediği: "Ne kısalttım ne de unuttum" sözleri de buna benzer. Zülyedeyn hadisi diye bilinen ve Hazret-i Peygamber'in sehven bir vakit namazın rekatlerini az kıldırması üzerine bu şahsın bu anlamda bir soru sorduğunu belirten bu hadisin geçtiği yerlerin önemli bir kısmı için bk: Buhârî, Salât 88, Ezan 69, Sehv 4, 5, Edeb 45, Ahbâru’l-âhâd 1; Müslim, Mesâcid 97, 99; Ebû Dâvûd, Salât 188, 189; Tirmizî, Salât 175; Nesâî, Sehv 22; İbn Mâce, İkametu's-Salât 134; Dârimi, Salât 175; Muvûtta, Salât 58-60; Müsned, II, 423, 459-460, IV, 77.

Bazıları da şöyle demektedirler: Bu, bu gibi sözler gerçek mahiyetinin varlığı itibariyle bir yalandır fakat bundan dolayı da sorumluluk yoktur. Çünkü yalan söylemek bir şey hakkında bulunduğu durumdan başka türlü haber vermektir. Bu ise bilgi ve bilgisizlik ile farklılık göstermez. Bu durum usul bakımından apaçık anlaşılan bir durumdur. Buna göre şöyle diyebiliriz: Birşey hakkında olduğundan başka türlü haber vermekten -eğer kastı olarak yapılmamış ise- peygamberler masum değildirler. Nitekim peygamberler yanılmaktan ve unutmaktan yana da masum değildirler. İşte bu âyet-i kerîme ile alakalı olan husus budur. Ancak bu konu ile ilgili birinci görüş daha sahihtir.

Katâde, Cüreyc ve er-Rabi" de der ki: Allah onu bir gün sabahleyin öldürdü, daha sonra ise bir gün batımından önce diriltildi. Aynı günde olduğunu sandığından dolayı: Ben bir gün kaldım dedi. Sonra güneşin henüz tamamen batmadığını görünce: Yahut bir günün bir kısmı deyiverdi. Ona: Hayır sen yüzyıl kaldın, diye cevap verildi. O da buna delalet edecek şekilde kasabanın imar edildiğini, ağaçlarını ve binalarını gördü.

"İşte yiyeceğine", bu uğradığı kasabanın ağaçlarından topladığı incirdi

"ve içeceğine bak. Hiç de bozulmamıştır." İbn Mes'ûd, bu buyrukları şu şekilde okumuştur: İşte yiyeceğin ve içeceğin hiç de bozulmamış." Talha b. Musârrif ve başkaları: Yüzyıldan beri duran şu yiyeceğine ve içeceğine bir bak" diye okumuşlardır. Cumhûr âyetinin sonunda vasıl halinde "he" harfini isbat (telaffuz) ederek okumuşlardır. Ancak iki kardeş (Hamza ve Kisaî) böyle okumamışlardır. Onlar bu harfi hazfederler. Vakıf halinde "he" ile okunacağı hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Yine Talha b. Musârrif a"te" harfini "sin" harfine idğam ederek: şeklinde ve şeklinde okumuştur. Cumhûrun kıraatine göre "he" harfi aslî bir harf olup ötre cezim dolayısıyla hazfedilmiştir. O takdirde kelimesi yılların değişikliğe uğratmadığı anlamında: Yıl"dan gelmiş olur.

el-Cevherî der ki: kelimelerinin Yıllar kelimesinin tekili olduğu söylenir. Bu kelimenin nakıs oluşu ile ilgili olarak da iki görüş vardır. Birincisine göre eksilen harf "vav"dır, diğerine göre ise "he"dir. Bunun aslı ise şeklindedir. Alın anlamına gelen kelimesi gibidir. Bu kelime üzerinden yıllar geçtiği vakit kullanılan Hurma ağacının üzerinden yıllar geçti, kökünden türetilmiştir. Bir yıl meyve veren ve bir yıl da vermeyen hurma ağacına da hem denildiği gibi; yine aynı şekilde da denilir. Ensardan birisi (Süveyd b. es-Samit) şöyle demektedir:

"Bu hurma ağacı iki yılda bir mahsul veren de değildir;

salkımları yanyana getirilip üstüste yığılmış da değildir

Fakat kıtlık yıllarında ihtiyaç sahiplerine meyvesi verilendir."

Bir topluluğun yanında bir yıl ikamet etiğini ifade etmek üzere ile yine denilir. Yıllık bir süre ifade etmek üzere denilir. Bunun küçültme ismi ise şeklinde gelir.

en-Nehhâs der ki: şeklinde okuyan kimse, bunun küçültme ismi olarak şeklini kullanır. Burada "elif" (yani şeddeli nûn'dan sonra gelen ve harf-i med gibi okunan ye harfi) cezm dolayısıyla hazfedilmiş olup "he" harfi üzerinde vakıf yaparak diye okur. O takdirde de "he" harfi harekenin beyanı için olur.

el-Mehdevî der ki: Bunun aslının, ardı arkasına birkaç sene onunla muamele (müzaraa) akdi yaptım, anlamındadan veya "he" harfiyle dan gelmesi de mümkündür. Şayet bu, birincisinden geliyor ise, o takdirde âyet-i kerîmedeki kelimenin asıl şekli olur. Elif (elif-i maksure olan "ya" harfi) cezm dolayısıyla sakıt olmuş olur. Bunun aslı ise "vav"dır. Buna delil ise açoğul yapmak üzere: " Yıllar" demeleridir. Kelimenin sonundaki "he" harfi ise (Susarak harekeyi belli etmek) içindir. Şayet dan geliyor ise o takdirde "he" harfi lamu'l fiil (yani üçlü kökünün son harfi) olur. Buna göre yıl, kelimesinin aslı dır. Birinci görüşe göre ise: dir.

Bunun suyun değişip bozulmasını ifade etmek üzere den geldiği de söylenmiştir. Ancak buna göre bunun şeklinde olması gerekirdi. Ebû Amr eş-Şeybanî de der ki: Bu âyet " Kokuşmuş bir çamurdan" (el-Hicr, 15/26) gelir. Yani abu buyruktab değişmemiş, anlamına gelir. ez-Zeccâc ise, böyle değildir, der. Çünkü yüce Allah'ın ın âyeti değişikliğe uğramış anlamında değildir. Bunun anlamı, yeryüzündeki kanuna (sünnete) göre kalıba dökülmüş şekildedir. el-Mehdevî de şöyle der: eş-Şeybani'nin görüşüne göre bunun aslı şeklinde olmalıdır. İki nun'dan birisi, taz'if (aynı harfin tekrarı)den hoşlanılmadığı için "ya"ya dönüştürülerek sonunda ya dönüşmüş, daha sonra cezm dolayısıyla "elif asondaki yeb düşmüş ve sekt için sonradan he harfi getirilmiştir.

Mücâhid der ki: Kokuşmamış anlamındadır.

en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenen en sahih görüş, bunun dan geldiğidir. Yani yıllar onu değişikliğe uğratmamıştır, demek olur. Bu kelimenin kuraklık anlamına gelen dan gelme ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir: " Muhakkak Biz Fir'avun hanedanını., yıllarca kuraklıkla., tutup sıktık." (el-A'raf, 1/130) Hazret-i Peygamber'in şu âyeti de bu kabildendir:

" Allah'ım, Sen bu yılları onlar hakkında Yusuf'un kıtlık yılları kıl." Aynen ve bazan benzer lâfızlarda olmak üzere: Buhârî, Ezan 128, İstiskaa 2, Cihâd 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3. sûre 9, 4. sûre 21, 44. sûre 2; Müslim, Mesâcid 294, 295, Sıfâtu'l-Münâfikîn 40; Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâî, Tatbik 27; İbn Mâce, İkametu's-Salât 145; Dârimi, Salât 216... Işte buradan kuraklıkla karşı karşıya kaldılar, anlamında denilir.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Kıtlıklar ve kuraklıklar senin yemeğini değişikliğe uğratmamıştır. Yahut yıllar, onu değişikliğe uğratmamıştır. Yani o tazeliği ve güzelliği üzere kalmaya devam etmiştir.

"Bir de merkebine bak" âyetiyle ilgili olarak; Vehb b. Münebbih ve başkaları der ki: Kemiklerini birbirlerine gelip bitişmesine ve onun parça parça diriltilmesine bak, demektir. Rivâyet edildiğine göre Allah onu bu şekilde birbirleriyle uygun şekilde bitişmiş kemikler haline gelinceye kadar diriltti, sonra tam bir merkeb oluncaya kadar kemiklerine et giydirdi. Daha sonra bir melek geldi, ona ruh üfledi ve merkeb ayağa kalkıp anırmaya başladı. Müfessirlerin çoğunun açıkladığına göre bu, böyle olmuştur.

ed-Dahhâk ile yine Vehb b. Münebbih'ten şöyle dedikleri rivâyet edilmektedir: Ona şöyle denilmişti: Sen eşeğini bağladığın yerde dimdik haliyle ayakta duruşuna bir bak! Onun baktığı ise -yüce Allah'ın cesedinin sair kısımları ölü olduğu halde, gözlerine ve başına hayat vermesinden sonra- bizzat kendi kemikleri idi. ed-Dahhâk ile Vehb dediler ki: Bütün bu süre boyunca Allah İrmiya'yı ve eşeğini kimsenin görmesine fırsat vermedi.

"Biz seni insanlara bir alamet kılmak için böyle yaptık." el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah'ın: " Biz seni... kılmak için" âyetinde "vav" harfinin gelmesi kendisinden sonraki bir fiile şart olduğuna delalet etmek içindir. Bu ise: Seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık, anlamındadır. Bu da: "Seni insanlara bir alamet kılmak için böyle yaptık" ve ölümden sonra dirilişe bir delalet olmak üzere bunu yaptık, anlamındadır. Bu "vav" harfi zaid olarak da gelmiş kabul edilebilir.

el-A'meş der ki: Onun "bir alamet" oluşu şöyledir: O tekrar öldüğü günkü haliyle genç olarak diriltildi, (dönemindeki) oğulların ve torunların yaşlanmış olduğunu gördü.

İkrime ise der ki: Vefat ettiği gün kırk yaşında idi. Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre de Hazret-i Uzeyr, hanımının yanından çıkıp ayrıldığında hamile idi. Yaşı da elli idi. Allah yüzyıl süreyle onu öldürdü. Daha sonra onu diriltip yine ailesinin yanına elli yaşında olduğu halde geri döndü. Oğlunun yüz yaşında olduğunu gördü. Böylelikle oğlunu kendisinden elli yıl daha yaşlı buldu.

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Allah Uzeyr'i diriltince eşeğine bindi, eski mahallesine geldi, o insanları tanımadığı gibi onlar da onu tanımadı. Evinde âmâ bir yaşlı kadın gördü. Bu onların bir cariyesi idi. Uzeyr yanlarından ayrıldığında bu cariye yirmi yaşında idi. O cariyeye: Bu Uzeyr'in evi midir diye sorunca, evet dedi ve sonra ağladı. Dedi ki: Uzeyr şu kadar yıldan beri bizden ayrıldı. O: Uzeyr benim deyince cariye biz Uzeyr'i şu kadar yıldan beri kaybetmiş bulunuyoruz, dedi. Şu cevabı verdi: Allah yüzyıl süreyle beni öldürdü, sonra diriltti. Cariye, Uzeyr hastalar için bela ve musibet sahibi kimseler için yaptığı duaları kabul edilen bir kimse idi. Bunlar için yaptığı dualarla musibet sahipleri iyileşirdi. Haydi Allah'a dua et de tekrar göreyim, dedi. Uzeyr Allah'a dua etti ve eliyle gözlerine sürdü. Olduğu yerde bağlandığı bir ipten, düğümden kurtuluyormuş gibi sıhhatine kavuştu. Şahitlik ederim ki sen Uzeyr'sin dedi. Daha sonra aralarında yüzyirmisekiz yaşında ihtiyar oğlunun da bulunduğu İsrailoğullarından bir topululuğun yanına gitti. O sırada torunları dahi yaşlanmış, ihtiyarlamıştı. Ey kavmim dedi. İşte Allah'a yemin ederim bu Uzeyr'dir. Herkesle birlikte oğlu ona döndü. Oğlu şöyle dedi: Benim babamın iki omuzu arasında hilal gibi siyah bir beni vardı. Oraya baktığında onun Uzeyr olduğunu anladı.

Yine denildiğine göre geri döndüğünde tanıdığı herkesin ölmüş olduğunu gördü. Kavminden hayatta kalmış olan kimselere bir alamet oldu. Çünkü onlar öncekilerden işittiklerinden dolayı durumuna kesin olarak inanıyorlardı.

İbn Atiyye der ki: Bu süre boyunca onun öldürülmesi, daha sonra da diriltilmesi en büyük bir âyet, bir alamettir. Onun bu hali zaman boyunca bir alamet olarak kalacaktır. Bunun bir zaman dilimine tahsis edilmesine ihtiyacı yoktur.

"Kemiklere de bak. Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz" âyetindeki

" onları., birleştirip yerine koyuyoruz" âyetini Kûfeliler ve İbn Amr "ze" harfiyle diğerleri ise "radıyallahü anh" harfiyle okumuşlardır. Eban, Âsım'dan "nün" harfini üstün "şîn" ve "râ" harfini ötreli olmak üzere şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. İbn Abbâs, el-Hasen ve Ebû Hayve de böyle okumuştur. Bu okuyuşun birinci "nûn"un ötreli, "şin"in esreli okuyuşunun diriltmeyi ifade etmek üzere iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arapça'da benzeri kullanımlar görülmektedir. Şu kadar var ki dilde tanınıp bilinen söyleyiş şekli şeklindeki söyleyiştir. Yani Allah onları diriltti, onlar da dirildiler. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: " Sonra dilediği zaman onu tekrar diriltecek." (Abese, 80/22) Bunların diriltilmesi (neşri) elbisenin yayılması (neşredilmesi) gibi olacaktır. Ölü için neşr, ölümden sonra yaşamak hakkında kullanılır. el-A'şâ der ki:

"Hatta insanlar gördüklerinden dolayı şöyle derler:

Ölüp de sonradan yaşayan ölüden dolayı hayretler doğrusu!"

Sanki ölüm kemik ve organların katlanıp dürülmesi, diriltmek ve organların yanyana getirilip toplanması ise neşr (yayılması) gibidir.

"Ze" harfiyle şeklindeki okuyuşun anlamı; "onları kaldırdığımıza bak" şeklindedir. Neşr, yerin yüksekçe olan bölgesine denilir.

Şair der ki:

"Orada bir yaşındaki tilkinin,

Bir yükseğe çıktığı vakit, âdeta semer vurulmuş bir at gibi olduğunu görürsün."

Mekkî der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Diriltmek üzere onları bir araya getirişimizde, kemikleri üstüste nasıl oturttuğumuza bir bak! Çünkü "neşz" yükselmek, yükseğe çıkmak demektir. Kocasına muvafakat etmeyip üste çıkan kadına da "neşûz kadın" denilir. Allah'ın: " Kalkın denildiğinde kalkıverin" (el-Mücâdele, 58/11) âyetinin anlamı, kalkıp biraraya gelip sıkışın, anlamındadır.

Aynı şekilde bu kelimenin "radıyallahü anh" harfiyle okunması diriltmek anlamındadır. Kemikler ise biraraya gelmedikçe tek başına diriltilemezler. "Ze" harfi ile bu anlamı vermesi daha uygundur. Çünkü bu, diriltme olmaksızın bir araya gelmek anlamındadır. Diriltmekle nitelenen ise tek başına kemikler değil, adamın kendisidir. Bu canlı bir kemiktir, denilmez. O bakımdan bunun anlamı şöyle olur: Sen o kemiklere, onları yerdeki yerlerinden nasıl kaldırıp diriltmek üzere sahibinin bedenine getirdiğimize bir bak demek olur.

en-Nehaî ise, "nun" harfini üstün, "şin" ve "ze" harflerini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Böyle bir okuyuş İbn Abbâs ve Kâtade'den de rivâyet edilmiştir. Ubey b. Ka'b ise ("ze" harfi yerine "ye" ile) şeklinde okumuştur.

Giydirmek (kisvet) ise alttakini örten elbise demektir. Burada et bu elbiseye benzetilmiştir. Lebid bunu İslâm hakkında istiare yoluyla kullanarak şöyle demiştir:

"Ve nihayet ben îslâm'dan bir elbise giyindim."

Sûrenin baş taraflarında (Bakara Sûresi'nin girişinde) bu beyit daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Kendisine durum apaçık belli olunca:

«Biliyorum ki Allah şüphesiz herşeye kadirdir» demişti." Rivâyet edildiğine göre şanı yüce Allah, önce onun bir kısmını diriltmiş ve daha sonra da cesedinin geri kalan kısmını nasıl dirilttiğini ona göstermiştir. Katâde der ki: Kemiklerinin, birinin diğerine nasıl eklendiğine bakmaya koyuldu. Çünkü Allah ilk olarak onun kafasını yarattı ve ona: Bak! denildi. İşte bu vakit:

"Biliyorum ki" diye -elif kat' hemzesi olarak- diye cevap verdi. Yani ben bunu biliyorum, anlamındadır.

Taberî der ki: Yüce Allah'ın:

"Kendisine durum apaçık belli olunca" âyetinin anlamı şudur: Daha önce bizzat görmeden önce Allah'ın kudreti ile ilgili olarak kendisince uzak görülen durumu gözüyle görüp açıklık kazanınca:

"Biliyorum ki..." dedi.

İbn Atiyye ise der ki: Bu bir hatadır. Çünkü böyle bir açıklama lâfzın gerektirmediği bir manayı ihtiva etmektedir. O, şaz görüşe ve zayıf ihtimale göre bu tefsiri yapmıştır. Bana göre bu, Taberî'nin ileri sürdüğü gibi önceden inkâr edip uzak bir ihtimal kabul ettiğini ikrar etmesi anlamında değildir. Aksine bu, ibret almanın etkisiyle söylenmiş bir sözdür. Nitekim mü’min bir kimse yüce Allah'ın kudretinden garibine giden bir durum gördüğü vakit "la ilahe illellah" ve buna benzer bir söz söyler. Ebû Ali der ki: Bunun anlamı şudur: Daha önce bilmediğim bu bilgi türünü bilmiş oldum, demektir.

Derim ki: Böyle bir manayı daha önceden Katâde'den zikretmiş bulunuyoruz. Mekkî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) de böyle demiştir. Mekkî der ki: Yüce Allah'ın ölüleri diriltme hususundaki kudretinden bir kısmını gözüyle görünce kendi durumunu haber verdi ve böylelikle müşahede ile buna yakînen inandı. Ayrıca Allah'ın herşeye kadir olup gücünün yettiğini bildiğini de ikrar etti. Yani ben daha önce gözlerimle görerek bilmediğim bu bilgi türünü zaten önceden de biliyordum. Bu açıklama (.........)daki hemzeyi kat' hemzesi olarak okuyan kıraat âlimlerinin çoğunluğunun okuyuşuna göredir. Hamza ve el-Kisaî ise hemzeyi vaslederek okumuşlardır ki, bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisine göre melek ona (...........): Bil ki., demiştir. Diğerine göre ise o kendisini kendisinden ayrı ve yabancı bir muhatab konumuna getirerek, böyle demiştir. Buna göre; durum kendisine apaçık olunca, kendi kendisine şöyle demiştir: Ey nefs, daha önce görerek bilmediğin bu ilmi yakînen bilmiş ol! Ebû Ali bu kabilden olmak üzere şöyle der:

"Ey Hüreyre, veda et, çünkü kafile yola koyulmak üzeredir."

"(Gözlerin rahatsızlıktan dolayı uyuyamadığı gece olan) Ermed Gecesi gözlerin kapanmadı mı?"

İbn Atiyye dedi ki: Ebû Ali, şairin şu sözü ile bu anlama ışık tutmaktadır:

"Onun nereden olduğunu, nereden içtiğini hatırla!

Pekçok deveyi iyice güden kimsenin iki nefsiyle (kendisiyle) konuşması gibi."

Mekkî dedi ki: Bunun yüce Allah tarafından kendisine bilmeyi emretmek üzere söylenmiş olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah ona kendi kudretini izhar etmiş ve doğruluğunu kesin olarak bildiği işi ona göstermiş, o da kudretini ikrar etmiştir. O bakımdan yüce Allah'ın bunu bilmesini emretmesinin bir anlamı yoktur. Aksine o, bu işi bizzat kendi nefsine emretmektedir ki, bu mümkündür ve güzel bir açıklamadır.

Abdullah (b. Mes'ûd)ın okuyuşunda bunun yüce Allah tarafından kendisine bilmek üzere verilmiş bir emir olduğuna delalet eden şekil vardır. Bunun da anlamı şöyle olur: Sen gözlerinle görüp kesin olarak inandığın için bu bilgiyi bil, asla bundan uzak durma! Çünkü onun okuyuşunda: " Bil denildi" şeklindedir. Yine bu daha önce yüce Allah'ın:

"İşte yiyeceğine bak, merkebine bak ve kemiklere de bak" âyetine uygundur. O bakımdan burada: "Ve bil ki, Allah şüphesiz herşeye kadirdir" âyeti de bu kabilden olur. İbn Abbâs bunu: "Ona bil denildi" anlamında şeklinde okurdu. Ve ayrıca o mu daha hayırlı İbrahim mi diye eklerdi. Çünkü İbrahim'e bir sonraki âyette: "Bil ki Allah Azizdir, Hakimdir" denilmiştir. İşte bu da Allah'ın diriltmesini gözleriyle görmesi üzerine şanı yüce Allah'ın kendisine söylediği bir söz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

259 ﴿