279

Şayet yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin; eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Ne zulm ediniz, ne de zulme uğrayınız.

31- Faizi Terketmeyenlerle Savaş:

Yüce Allah'ın:

"Şayet yapmaz iseniz Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin" âyeti faizi bırakmamaları halinde onlara yapılan bir tehdidi ifade eder. Savaş ise öldürme sebebidir. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Kıyâmet gününde fâiz yiyene: Savaşmak üzere silahını al, denilir. Yine İbn Abbâs der ki: Kim faize devam eder ondan vazgeçmezse, müslümanların İmâmının ondan tevbe etmesini istemek hakkıdır. Eğer vazgeçerse mesele yok, değilse boynunu uçurur.

Katâde der ki: Yüce Allah faizcileri öldürülmekle tehdid etmekte, bulundukları yerde öldürülmelerinin, kanlarının mubah olduğunu ifade etmektedir.

Denildiğine göre bu âyetin anlamı şudur: Şayet sizler faizden vazgeçmezseniz, Allah'a ve Rasûlüne karşı Savaş açmış kimselersiniz. Yani sizler onların düşmanlarısınız.

İbn Huveyzimendad da der ki: Bir şehir halkı helâl görerek fâiz alıp vermek hususunda anlaşsalar mürted olurlar. Onlar hakkındaki hüküm, irtidad edenler hakkındaki hüküm gibidir. Şayet bunu helâl kabul ettiklerinden dolayı yapmayacak olurlarsa, o vakit İmâmın (İslâm devlet başkanının) onlarla Savaşması câiz olur. Nitekim yüce Allah şu âyetinde bunu ilan etmiş ve böyle bir Savaşa izin vermiş olduğu görülmektedir: "Allah ve Rasûlü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin."

Ebû Bekir b. Âsım ise: "Sizin onlara karşı Savaş açmış olduğunuzu bildirin" anlamını vermek üzere diye okumuştur.

32- İnsanlığın İki Baş Belası, İçki ve Fâiz:

İbn Bükeyr naklederek der ki: Bir adam Mâlik b. Enes'in yanına gelerek şöyle dedi: Ey Ebû Abdullah, sarhoş bir adamın içki içip durduğunu ve ayı yakalamak istediğini gördüm. Ben de: Şayet Âdemoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise, karım benden boş olsun dedim? Mâlik: Senin bu mes'eleni tetkik edebilmem için geri dön abana süre tanı! dedi. Ertesi gün gelince yine ona: Senin mes'eleni tetkik edebilmek için geri dön, dedi. Bir sonraki gün yine dönünce ona: Hanımın senden boş oldu, dedi. Çünkü ben Allah'ın Kitabı ile peygamberinin sünnetini sahife sahife tetkik ettim. Faizden daha kötü birşey göremedim. Çünkü yüce Allah fâiz dolayısıyla (faizcilere) Savaş ilan etmiştir.

33- Faizcilik Büyük Günahlardandır:

Bu âyet-i kerîme, fâiz yemenin ve faizle uğraşmanın büyük günahlardan olduğunun delilidir. Açıklayacağımız üzere bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İnsanlar üzerinden öyle bir zaman gelecek ki fâiz yemedik bir kimse kalmayacak. Fâiz yemeyen kimseye de onun tozu bulaşacaktır." Nesâî, Buyû’ 2; İbn Mâce, Ticârât 58; Müsned, II, 494; Beyhakî, Sünen, V, 452.

Dârakutnî de melekler tarafından yıkanmış Hanzala'nın oğlu Abdullah'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bir dirhem fâiz yüce Allah katında günah bakımından otuzaltı defa zina etmekten daha ağırdır." Dârakutnî, III, 16 Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ribâ doksandokuz bölümdür. Onun en basiti kişinin annesine varmasıdır." (Yani annesiyle zina etmesidir). İbn Mâce, Ticârât 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Buyû’ 4; Tirmizî, Buyû’ 2

İbn Mes'ûd da der ki: Fâiz yiyen, fâiz yediren, faizi yazan, ona şahitlik eden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından lanetlenmiştir. Beyhakî, Sünen, V, 452.

Buhârî'nin rivâyetine göre Ebû Cuhayfe şöyle demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kan ücretini (yani hacamat yapma ücreti) köpek bedelini, zina eden kadının kazancını yasakladı. Fâiz yiyeni ve yedireni, dövme yapanı, yaptıranı ve suret yapanı da lanetlemiştir." Buhârî, Buyû’ 113, Libas 96; yakın ifadelerle: Buhârî, Talâk 51. Ayrıca bk. Buhârî, Tıb 51; Müslim, Müsakaat 40, 41; Ebû Dâvûd, Buyû’ 63; Tirmizî, Buyû’ 46, Nikâh 37, Tıb 23; Nesâî, Buyû’ 91, Sayd 30-32; Muvatta’', Buyû’ 68; Dârimi, Buyû’ 34 vs...

Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre arab'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Helâk edici yedi büyük günahtan uzak durunuz... -Bunlar arasında da-: "..ve fâiz yiyen" de geçmektedir. Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 44; Müslim, îman 145; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 10; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâi, Vesâyâ 12

Ebû Dâvûd'un Mûsannefi'nde (Sünen'inde) İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fâiz yiyeni, yedireni, onu yazanı ve ona şahitlik edeni lanetlemiştir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 4; Tirmizî, Buyû’ 2; İbn Mâce, Ticârât 58.

34- Tevbe Edenler Ana Mallarını Alabilirler:

Yüce Allah'ın:

"Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" âyet-i kelimesiyle ilgili olarak Ebû Dâvûd, Süleyman b. Amr'dan o babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Veda Haccı'nda şöyle buyururken dinledim: "Şunu bilin ki cahiliyye döneminin bütün faizleri kaldırılmıştır. Ana mallarınız sizindir, ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız" dedi ve hadisin geri kalan kısmını da zikretti. Ebû Dâvûd, Buyû’ 5; Tirmizî, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 76; Dârimî, Buyû’ 3; Müsned, V, 73.

Böylelikle yüce Allah tevbe etmekle birlikte ana mallarını geri alabileceklerini ifade etmekte ve onlara: Fâiz almak suretiyle "ne zulmediniz" ne de ana mallarınızdan herhangi bir miktar alıkonulup verilmeyerek mallarınızın gitmesi suretiyle de "ne de zulme uğrayınız" diye buyurmaktadır.

Burada "ne de zulme uğrayınız" âyetinin borcunuzun vadesinden sonraya bırakılarak sallallahü aleyhi ve sellemsaklanmak suretiyle zulme uğramayınız, anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü varlıklının sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması bir zulümdür. Bk. Buhârî, Havalât 1, 2, İstikraz 12; Müslim, Musâkaat 33; Ebû Dâvûd, Buyû’ 10; Tirmizî, Buyû’ 68; Nesâî, Buyû’ 100-101; İbn Mâce, Sadakaat 8; Muvatta’', Buyû’ 48; Müsned, II, 71, 245... Buna göre bunun anlamı şöyle olur: Faizin kaldırılması ile birlikte borç ödenecektir. İşte sulhte izlenen sünnet (yol) de budur. Sulhe en çok benzeyen şey de budur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Ebi Hadred'deki alacağı hususunda Ka'b b. Mâlik'e borcunun yarısını bağışlamasını işaret edince Ka'b: "Olur" dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ötekine: "Kalk, onun borcunu öde" diye emir buyurdu. Buhârî, Salât 71, 83, Husumât 4, Sulh 14; Müslim, Müsakaat 20; Ebû Dâvûd, Akdiye

İlim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde ödeme emrini karşılıklı yapılan sulhlerde bir sünnet olarak telakki etmişlerdir. İleride Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/114. âyet ile 128 âyet 3. başlıkta) sulha dair açıklamalar, sulhun câiz olanı ve olmayanına dair bilgiler -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.

35- Fâiz ve Fasid Akidler:

Yüce Allah'ın:

"Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir" âyeti faizin kabzedilmemiş miktarının ibtal edildiğini ve faizsiz olarak ana malın alınmasını tekiden ifade etmektedir. Bazı ilim adamları bunu, kabzetmeden önce akdin haram kılınmasını gerektiren herhangi bir şey ortaya çıktı mı, onun akdi iptal etmiş olacağına delil göstermişlerdir. Mesela, müslüman bir kimse avlanmış bir av hayvanını satın alsa, sonra müşteri veya satıcı hayvanın kabzedilmesinden önce ihrama girse, satış batıl olur. Çünkü kabzetmeden önce bu akdin haram olmasını gerektiren bir durum ortaya çıkmıştır. Nitekim yüce Allah kabzedilmemiş olan faizi de haram kılmıştır. Buna sebep ise kabzdan önce onun haram olmasına sebep olan hususun ortaya çıkmasıdır. Şayet kabzedilmiş olsaydı buna tesir etmezdi. Ebû Hanîfe'nin görüşü budur.

Şâfiî'nin arkadaşlarının da görüşü budur.

Bu şuna da delil gösterilir: Kabzetmeden önce satılan malın satıcının elinde telef olması ve bu akidde kabzın sakıt olması -seleften bazı kimselere hilâfen- akdin batıl olmasını gerektirir. Böyle bir görüş ayrılığı Ahmed'den de rivâyet edilmektedir. Bu ise şöyle diyenlerin görüşlerine uygun düşmektedir:

Fâiz hakkındaki akid, asıl itibariyle geçerli bir akid idi. Ancak kabzdan önce İslâm'ın ortaya çıkan hükmü ile fâiz batıl olmuştur. Asıl itibariyle fâiz akdinin sahih olacağını kabul etmeyenlere göre ise böyle bir açıklama doğru olamaz. Çünkü fâiz önceki günlerde de haram kılınmış idi. Cahiliyye döneminde Arapların yaptıkları ise müşriklerin adeti idi. Onların fâiz olarak kabzettikleri ise kendilerine gasb ve talan yoluyla ulaşmış diğer mallar mesabesinde idi ve o bakımdan (daha önceden alınmış olan) fâiz malına da el uzatılmadı. Buna göre, (öbür görüşü kabul edenlerin) sözünü ettikleri mes'elelere delil getirmeleri sahih olamaz.

Bizden önceki peygamberlerin şeriatlerinin faizi haram kılma hükmünü ihtiva ettikleri meşhur bir şeydir ve yüce Allah'ın Kitabında bu sözkonusu edilmiştir. Nitekim yüce Allah yahudiler hakkında:

"Kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faizi almaları.." (en-Nisa, 4/161) diye buyurmakta Hazret-i Şuayb kıssasında da kavminden kendisine tepki gösterenle:

"Babalarımızın tapındığını yahut kendi mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hud, 11/87) demişledir. Buna göre bunun bu şekilde delil gösterilmesi uygun düşmez. Evet, bundan daru'l-harb'te yapılan akidlerin İmâm orayı ele geçirdiği takdirde şayet fasid esaslar üzere yapılmış iseler, bu akidleri feshetmeyeceği anlamı da çıkar.

36- Haram Mal ve Helâl Mal Birbirine Karışırsa:

Vera' ehli arasından aşırılığa kaçan bazı kimseler, helâl mala ayırdedilemeyecek şekilde haram karıştığı takdirde, buna karışan haram miktarı kadar çıkartıp ayıracak olursa geri kalanın helâl ve temiz olmayacağı kanaatini benimsemişlerdir. Çünkü çıkartılıp ayrılan kısmın helâl, geri kalanın haram olması mümkündür. İbnu'l-Arabi ise şöyle demektedir: "Bu, dinde bir aşırılıktır. Çünkü ayırdedilemeyen herşeyden maksat onun bizzat kendisi değil mal oluşudur. Eğer bu telef olursa, onun misli olan birşey onun yerini tutar. Karıştırmak ise birbirinden ayırdetmek imkanını telef etmektir. Nitekim tüketmek de onun aynını telef etmektir. Onun misli gidenin yerini tutar. Bu ise hem maddi olarak açıkça anlaşılan bir husustur, hem de manevi olarak apaçık anlaşılan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır."

Derim ki: İlim adamlarımız şöyle der: Elinde bulunan haram mallar eğer faizden ötürü ise, tevbe etmenin yolu bu aldığı faizleri kimden aldıysa ona geri vermektir. Eğer hazır değil ise onu araştırıp bulur. Onu bulmaktan ümidini keserse onun adına o miktarı tasadduk eder. Eğer haksızca zulüm yoluyla almış ise, zulmettiği kimse hakkında aynı uygulamayı yapsın. Şayet işin içinden çıkamaz ve elinde bulunan helâlle haramın miktarının ne olduğunu bilemiyor ise, elinde bulunan miktardan geri iade etmesi gerekenin ne olduğunu -geriye elinde kalanın artık temizlendiğine dair şüphesi kalmayıncaya kadar- araştırır ve elinden çıkardığı o miktarı zulmettiği ya da kendisinden fâiz aldığı bilinen kimselere geri iade eder. O kişiyi bulacağından ümidini keserse, o miktarı o kimsenin adına tasadduk eder.

Şayet haksızlıklar onun bütün servetini kapsayacak ve çokluğu dolayısıyla ödemesi gerekenleri ebediyyen ödeyemeyeceğini bilirse, bundan tevbe etmenin yolu, elinde ne varsa hepsini ya yoksullara ya da müslümanların menfaatine olan işlere harcayarak çıkarmasıdır. Ve bunu elinde ancak namazda asgari olarak yetecek kadarıyla elbise bırakıncaya kadar sürdürür. Bu asgari miktar ise göbeğinden dizkapağına kadar olan avretini örtecek miktardır. Buna ek olarak bir de bir günlük yiyeceğini saklar. Çünkü başkasının malından -zorunlu ihtiyaç duyduğu takdirde- alabilmesi hakkı o kadardır. İsterse bu miktarı kendisinden aldığı kimse bundan hoşnud olmasın.

Burada bu durumdaki bir kimse ilim adamlarından çoğunluğunun görüşüne göre müflisten ayrılmaktadır. Çünkü müflis başkalarının mallarını haksızlık yaparak ele geçirmiş değildir. Aksine o malları müflise veren, mal sahiplerinin kendileridir. Bundan dolayı hem onun avretini örtecek miktar, hem de mutad giyim miktarı ona bırakılır. Ebû Ubeyd ve başkalarının görüşüne göre ise, müflise namazda yeterli olan asgarî miktardan fazlası bırakılmaz. Bu ise göbeğinden dizkapağına kadar olan bölgeyi örtecek miktardır. Bundan sonra böyle birisinin eline mal geçtikçe onu elinden çıkartır ve dediğimiz miktardan başkasını elinde tutmaz. O ve onun durumunu bilenler, ödemesi gerekeni ödediğini bilinceye kadar bu uygulamayı sürdürür.

37- Fâiz ve Bazı Ziraî Akidler:

Yüce Allah'ın fâiz hakkında yaptığı Savaş açma tehdidinin bir benzeri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan muhabere Muhabere; muzâraa ile aynı şeydir. Müzâraa da araziyi, mahsul aralarında belli bir oranda paylaşılmak üzere ekecek ya da orada çalışacak birisine vermektir. (İbn Kudâme, el-Muğni, V, 581). Müzâraa ile musâkatın hükmü aynıdır. (Aynı eser, V, 588). Ebû Hanîfe tarafından câiz görülmemekle birlikte, Hanbelîler, Ebû Yûsuf, Muhammed ve Şâfiilerce câiz, Mâlikîlerce bazı şartlarla câiz kabul edilmiştir. hakkında varid olmuştur.

Ebû Dâvûd rivâyet eder ve der ki: Bize Yahya b. Maîn haber verdi, dedi ki: Bize İbn Reca' haber verdi, dedi ki: İbn Heysem bana Ebû'z-Zübeyr'den naklederek anlattı. Ebû'z-Zübeyr Cabir b. Abdillah'tan naklederek dedi ki:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim muhabereyi terketmez ise Allah ve Rasûlü tarafından kendisine Savaş ilan edildiğini bilsin." Ebû Dâvûd, Buyû’ 33.

İşte bu âyet muhaberenin yasaklandığının delilidir. Muhabere ise araziyi (ürünün) yarısı, üçte biri, ya da dörtte biri mukabilinde almaktır. Buna muzâraa da denir. Mâlik'in bütün arkadaşları, Şâfiî, Ebû Hanîfe, onlara uyanlar ve Dâvûd arazinin (ürünün) üçte biri, dörtte biri karşılığında olsun verdiği ürünün bir bölümünün karşılığında olsun vermenin câiz olmadığını icma ile kabul ederler. Şu kadar var ki Şâfiî, arkadaşları ve Ebû Hanîfe eğer miktarı belli ise, buğday karşılığında araziyi kiralamanın câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bilinen ve teminat altında olan birşey karşılığında (araziyi vermekte ise) bir mahzur yoktur." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Buyû’ 116; Ebû Dâvûd, Buyû’ 30; Nesâî, Eymân 45, hadis no: 3897. Ancak bu ifade Hazret-i Peygamber'in ifadesi değil, Râfi' b. Hadîc'in Hazret-i Peygamber dönemindeki uygulamayı anlatan sözlerindendir.

Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem de bu görüştedir. Ancak Mâlik ve arkadaşları bunu kabul etmezler. Çünkü yine Müslim tarafından Rafî' b. Hadîc'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde araziyi muhâkale yoluyla veriyor ve üçte bir, dörtte bir ile miktarı tesbit edilmiş buğday karşılığında kiraya veriyorduk. Bir gün amcalarımdan bir adam bize gelip şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim için faydalı olan bir işi bize yasaklamış bulunuyor. Fakat Allah'a ve Rasûlüne itaat daha hayırlıdır. O bize araziyi muhakele yoluyla vererek üçte bir, dörtte bir ve miktan belli buğday karşılığında kiralamamızı yasakladı. Arazi sahibine de araziyi kendisinin ekmesini veya ekmek üzere başkasına vermesini emretti. Müslim, Buyû’ 113; Ebû Dâvûd, Buyû’ 31; Nesâî, Eymân 54, hadis no: 3893; Müsned, IV, 169

Böylelikle Hazret-i Peygamber araziyi kiraya vermeyi ve bunun dışındaki şeyleri mekruh görmüş olmaktadır. Bunlar derler ki: İster bir yiyecek olsun, isterse içilecek birşey karşılığında olsun, durum ne olursa olsun kiraya verilmesi câiz değildir. Çünkü bu vadeli, olarak buğdayın buğdaya karşılık satılması anlamındadır. Aynı şekilde bunlara göre araziden çıkan mahsulün herhangi bir miktan karşılığında yenecek veya içecek birşey olmasa dahi kiralanması câiz değildir. Bundan tek itisna odun, kamış ve kereste mukabili kiraya vermektir. Çünkü onlara göre böyle bir akid müzâbene hükmündedir. Müzâbene: Dalında bulunan taze hurma ya da üzümü, derilmiş hurma ya da kuru üzüme karşılık aynı ölçüde ya da tahmini olarak satmak demektir. Satılan malın miktarında bir cehalet sözkonusu olduğundan dolayı, garar (aldanış) bulunan alış-veriş türlerindendir. Mâlik ve arkadaşlarından bellenen budur.

İbn Suhnûn ise el-Muğire b. Abdurrahman el-Mahzumî el-Medenî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Arazinin oradan çıkmayan bir yiyecek (buğday) karşılığında kiraya verilmesinde bir mahzur yoktur. Yahya b. Ömer de Mâlik'in diğer arkadaşlarının görüşü gibi el-Muğire'den bunun câiz olmadığını rivâyet etmektedir. İbn Habib de şunu zikreder: Kinane şöyle dermiş: Arazi tekrar oraya (tohum olarak) iade edildiği takdirde yeşerecek herhangi birşey karşılığında kiraya verilemez. Bunun dışında kalan herşey karşılığında, yenilsin yenilmesin, o araziden çıksın çıkmasın kiraya verilmesinde bir mahzur yoktur. Yahya b. Yahya da bu görüşte olup: Bu Malikin sözlerindendir, der. Ayrıca der ki: İbn Nafî' de şöyle derdi: Araziden çıksın yahut çıkmasın, arazinin yenecek herşey karşılığında kiraya verilmesinde mahzur yoktur. Bundan istisna, buğday ve onun benzerleridir. Çünkü bu yasaklanan muhâkaledir. Muhâkele: Başağında bulunan buğdayın tahmini olarak aynı ölçükte buğdaya karşılık satılmasıdır. Bu da müzâbene ile aynı nitelikte bir alışveriştir.

Mâlik de el-Muvatta’''da der ki: Beyaz (ekinsiz, düz) araziden çıkacak üçte bir, dörtte bir karşılığında veren kimseye gelince; bu gararın sözkonusu olduğu akidlerdendir. Çünkü ekin kimi zaman az gelir, kimi zaman çok gelir. Kimi zaman tümüyle de telef olur gider. O takdirde arazinin sahibi miktarı belli bir kira ücretini terketmiş olur. Bu ise şuna benzer: Bir kimse belli birşey karşılığında yolculuk için ücretli birisini tutsa, sonra ücretle tutan kişi ücretle tuttuğu kimseye: Şu yolculuğumda sana ücret olmak üzere elde edeceğim kârın onda birini vermemi kabul eder misin? Böyle birşey helâl olmaz ve olmaması gerekir. Mâlik der ki: Kişinin kendisini olsun arazini, gemisini, bineğini olsun, bilinen ve zail de olmayan birşey karşılığında olmadıkça ücrete vermemesi gerekir. Muvatta’', Mûsakaat 2 no'lu hadis'ten sonra yaptığı açıklamalardan: (II, 707)

Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir.

Ahmed b. Hanbel, es-Sevrî, el-Leys, el-Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Yûsuf ile Muhammed ise der ki: Kişinin arazisini üçte bir ve dörtte bir gibi ordan mahsul olarak alınacak belli bir bölüm karşılığında vermesinde mahzur yoktur. Bu aynı şekilde İbn Ömer ve Tavus'un da görüşüdür. Bunlar delil olarak Hayber kıssasını ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hayber halkı ile arazilerinin vereceği mahsul ile meyvelerinin yarısı karşılığında muamele akdi yaptığını delil gösterirler.

Ahmed der ki: Ziraat arazilerinin kiralanmasının yasaklanmasına dair Rafi b. Hadic'in hadisi lâfız itibariyle muzdariptir ve sahih değildir. Hayber kıssasını kabul edip ona göre görüş belirtmek ise daha uygundur ve bu sahih bir hadistir. Tabiinden bir kesim ile onlardan sonra gelenler de kişinin gemisini ve bineğini tıpkı arazisini verdiği gibi, Allah'ın bunların kullanılması ile ihsan edeceği rızkın bir bölümü karşılığında vermesini câiz görmüşlerdir.

Onlar bu konuda kıyaslarına asıl delil olarak icma ile kabul edilen kırâd Kırâd: Mudârebe ya da muamele diye de bilinen bir ortaklık türüdür. Bu tür ortaklıkta mal sahibi, malını birisine ticaret yapmak üzere verir ve kâr aralarında anlaştıkları oranda paylaştırılır. akdini esas alırlar. Nitekim ileride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Müzemmil Sûresi'nde

"... diğer bir kısmı da Allah'ın lütfundan arayarak yeryüzünde yol tepecekler..." (el-Muzemmil, 73/7) âyetini açıklarken gelecektir.

"Bizler muhabere yapıyor ve bunda bir mahzur görmüyorduk. Nihayet Rafi b. Hadic Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nehyettiğini bize bildirinceye kadar. Yani biz araziyi oradan çıkan mahsulün bir bölümü karşılığında kiraya veriyorduk" şeklindeki İbn Ömer'in sözü ile ilgili olarak da Şâfiî: İşte bu emirle Hayber uygulamasının neshedildiği anlaşılmaktadır, der.

Derim ki: Neshe dair Şâfiî'in bu sözünün sahih olduğunu ortaya koyan hususlardan birisi de lâfzı Dârakutnî'nin olan hadis İmâmlarının Hazret-i Cabir'den yaptığı şu rivâyettir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) muhâkale, muzâbene, muhabere ve bilinmesi hali dışında es-sünyâ es-Sünyâ: Satış akidlerinde meçhul (miktar ve mahiyeti bilinmeyen) bir şeyi istisna etmektir. (İbnu’l-Esîr, en-Nihaye, I, 224) yı yasakladı. Bu âyet sahihtir. Müslim, Buyû’ 85; Ebû Dâvûd, Buyû’ 33; Tirmizî, Buyû’ 74, Eymân 45, hadis no: 3879; Müsned, III, 313, 356, 364. Ebû Dâvûd da Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabereyi yasakladı. Ben: Muhabere nedir diye sordum. Şöyle dedi: Araziyi (mahsulün) yarısı yahut üçte biri ya da dörtte biri karşılığında almandır." Ebû Dâvûd, Buyû’ 33

38- Kıraat Farklılıkları:

Cumhûr " Kalanı" âyetini "ye" harfini fetha harekesiyle okumuş, el-Hasen ise sakin (harekesiz, med harfi olarak) okumuştur. Cerîr'in şu sözü de bunun gibidir:

"O halifedir, sizin için beğendiğine razı olunuz;

Kararı yerine gelendir, onun hükmünde zulüm yoktur."

Ömer b. Ebî Rabia da der ki:

"Seni ne kadar andım! Sizi anmaktan dolayı mükâfatlandırılacak olsam

Ey insanlar arasında, bütün insanlar arasında aya en çok benzeyen

Şüphesiz ben karşısına geçip «tg^mı etmekten sevinirim;

Şekil itibariyle kendisine benzediğin kimseyi görmeyi sevdiğimden dolayı."

Bu beyitlerde geçen kelimelerin aslı ile şeklindedir. Ancak şair(ler) bu kelimeleri sakin okumuşlardır. Şiirde bunun örneği pek çoktur. Bunun açıklaması ise şudur: "Yâ" harfi "elife benzer. Nasıl ki "elif hareke almıyor ise, işte burada da "ya" harfi hareke almaz. "Vav" ve "ya" harflerini sakin olarak Seni davet etmeyi seviyor ve sana (borcunu) ödemeyi arzu ediyorum, şeklinde okumak da bu kabildendir. İşte el-Hasen "elif ile diye de okumuştur ki, bu da Taylıların şivesidir. Onlar cariyeye nasiye'ye alın: derler. Şair de şöyle demiştir:

"Yemin ederim dilencilik etmekten korkmam

yeryüzünde develeri sürecek Kayslı bir kimse kaldığı sürece."

Bütün kurrâ arasında Ebû's-Simmâl da "radıyallahü anh" harfini şeddeli ve esreli, "ba" harfini ötreli, "vav"ı da sakin olarak: "Faizden" şeklinde okumuştur. Ebû’l-Feth Osman b. Cinnî ise böyle bir okuyuş iki sebepten dolayı şâz bir okuşuştur, der. Birincisi, evvela esreden sonra ötre gelmektedir. Diğeri ise, "vav" harfi ismin sonundaki zammeden sonra gelmiştir.

el-Mehdevî der ki: Bu kıraatin açıklanması şöyledir: O "elifi aribânın sonundaki "a"yıb kalın olarak okumuş ve böylelikle "elifin kendisinden dönüştüğü "vav"a yakın düşmüştür. Başka bir şekilde de bunun açıklanmaması gerekir. Çünkü dilde öncesi ötre olan ve sonu sakin "vav" olan herhangi bir isim yoktur.

Kisaî ve Hamza ise "re" harfi esreli olduğundan dolayı "er-ribâ" kelimesini imaleli okurken, diğerleri ise "be" fethah olduğundan dolayı tefhim (kalın) ile okumuşlardır.

Ebû Bekr, Âsım ve Hamza'dan "başkasına bildiriniz" anlamında olmak üzere: diye okumuş ve mef'ûl hazfedilmiştir. Diğerleri ise "bilin, bilginiz olsun" anlamında diye okumuşlardır. Bu ise; ben bunu biliyorum, sözünden alınmadır. Bunu da Ebû Ubeyd, el-Esmaî'den nakletmiştir. Dilçilerin naklettiklerine göre birşeyi; "bildim anlamında" denilir. İbn Abbâs ve onun dışındaki diğer müfessirler ise şu açıklamayı yapmışlardır: "Bilin" âyeti: Yüce Allah tarafından size Savaş açıldığından katiyetle emin olun, demektir ki, bu da izin (bildirmek) anlamındadır. Ebû Ali ve başkalan ise medli okuyuşu (Âsım ve Hamza'nın okuyuşunu) tercih eder ve şöyle der: Çünkü onlara, bu işten vazgeçmeyen başkalarına durumu bildirmeleri emrolunduğuna göre, onlar da bu işi kaçınılmaz olarak bilmiş olurlar. Çünkü onların bilmeleri başkalarına bildirmenin kapsamı içerisindedir. Fakat başkalarına bildirmeleri, kendilerinin bilmesinin kapsamına girmez.

Taberi ise kasr'lı kıraati (Âsım ve Hamza dışında kalanların kıraatini) tercih etmiştir. Çünkü bu şekildeki okuşuyun hükmü onlara hastır. Medli okuyuşa göre ise; başkalarına bildirmeleri emrolunmuş olur, o kadar.

Bütün kurrâ "Ne zulmediniz" âyetini "te" harfini üstün olarak, ": Ne de zulme uğrayınız" âyetini da "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Ancak el-Mufaddal, Âsım'dan birincisinde "te" harfini ötreli, ikincisinde de "te" harfini üstün olarak yani bir önceki okuyuşun tam aksine okuduğunu rivâyet etmektedir. Ebû Ali der ki: Çoğunluğun kıraati yüce Allah'ın:

"Eğer tevbe ederseniz" âyetine, her iki fiilin faile isnadı açısından uygun düştüğünden dolayı tercih edilir. O takdirde (ikinci okuyuşa göre) "te" harfinin üstün gelmesi, öncekinin öyle gelmesinden daha zor açıklanır.

279 ﴿