282Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip adaletle yazsın. Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun. Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa biri diğerine hatırlatır diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise, onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah indinde adalete daha uygun, şahadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir beis yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahitlik edin. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer yaparsanız, bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı elliiki başlık halinde sunacağız: 1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın..." âyetiyle ilgili olarak Said b. el-Müseyyeb şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre Kur'ân-ı Kerîm'in Arşta en yeni (son nazil olan) âyeti borçlanma âyetidir. İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme özel olarak selem hakkında nazil olmuştur. Yani Medine halkının yaptığı selem alışverişi âyetin nazil olmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan bu âyet-i kerimenin bütün borçlanmaları kapsadığı -icma ile- kabul edilmiştir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerîme otuz tane hüküm ihtiva etmektedir. Bazı ilim adamlarımız bu âyet-i kerimeyi -Mâlik'in de söylediği üzere- kârzlardaki ertelemenin câiz olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü bu âyette mudayenelerde (borçlanma akidlerinde) karz ile sair akidler arasında bir ayrım gösterilmemiştir. Şâfiîler ise bu hususta muhalif kanaat belirtir ve şöyle derler: Âyet-i kerîme sair borçların ertelenmesinin câiz olduğunu ifade eden bir hüküm ihtiva etmemektedir. Bu âyet-i kerimede eğer vadeli bir deyn (borç) değil ise, şahit tutma emri vardır o kadar. Diğer taraftan bir başka yoldan delâlet ile, deynde ertelenmenin câiz olduğu veya olmadığı bilinir. 2- Deyn'in Anlamı: Yüce Allah'ın: " Bir borç" âyeti te'kiddir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve iki kanadıyla uçan bütün kuşlar..." (el-En'am, 6/38); "Meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler." (el-Hicr, 15/30.) Deyn'in gerçek mahiyeti, iki bedelden birisinin peşin, diğerinin ise zimmette vadeli olduğu her türlü muameledir. Ayn Araplar tarafından hazır (peşin olan) şeydir. Deyn ise gaib olan (hazır bulunmayan) şeyin adıdır. Şair der ki: "İki dirhemimize karşılık olarak peşin ve deyn olmaksızın Bizlere kaynatılmış üzüm şırası ve kızarmış et vereceğini vadetti." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ölümler beni dilediği yere atıversin Beni iki çukurun arasına atmadığı sürece Odun ve ateş yaktıkları vakit işte nakden (peşin) Ve deyn olmayan ölüm budur." Şanı yüce Allah bu anlamı hak âyeti olan: "Belirlenmiş bir vadeye..." diye açıklamaktadır. 3- Vadenin Belirlenmesi ve Selem'de Vade: Şanı yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti ile ilgili olarak İbnu’l-Münzir şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti bilinmeyen bir süreye kadar yapılan selem akdinin câiz olmadığını göstermektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti de yüce Allah'ın Kitabındaki bu anlamın bir benzerini ortaya koymuştur. Sabit olduğu üzere Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye vardığında Medine halkı iki ve üç yıllığına meyvelerde selem yapıyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim herhangi bir hurma hakkında selef (selem) yaparsa, ölçeği belli ve tartısı belli miktarda ve bilinen bir vadeye kadar selef yapsın." Bu hadisi İbn Abbâs nakletmektedir. Bunu Buhârî, Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Buhârî, Selem 1, 2, 7; Müslim, Müsakat 127-128; Ebû Dâvûd, Buyû’ 55; Nesâî, Buyû’ 63; İbn Mâce, Ticârât 59; Dârimî, Buyû’ 45; Müsned, I, 217, 222, 282, 358. İbn Ömer der ki: Cahiliyye dönemi insanları, deve etlerini, hamile olan dişi deve yavrusunun, bir daha hamile kalacağı zamana kadar satarlardı. Hamilenin yavrusunun hamile kalması (habelu'l-habelet), dişi devenin yavrulaması sonra da yavruladığı bu yavrunun bir daha hamile kalması demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bu şekilde alış-veriş yapmalarını yasakladı. Buhârî, Buyû’ 61, Selem 8, Menâkıbu'l-Ensâr 26; Müslim, Buyû’ 6; Ebû Dâvûd, Buyû’ 24; Tirmizî, Buyû’ 16; Nesâî, Buyû’ 68: Muvatta’', Buyû’ 62; Müsned, II, 5, 11, 15, 63, 76, 80, 108, 144, 155. İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes icma ile, câiz olan selem şeklinin, kişinin arkadaşıyla, miktarı belli, nitelikleri belirlenmiş ve benzerinde hata edilmeyecek şekilde genel olarak bir araziden gelecek mahsulde, belli bir ölçek ile belli bir vadeyle belli dinarlar yahut dirhemler mukabilinde yapılması ve alışverişi yaptıkları yerlerinden ayrılmadan önce selemin bedelini ödeyip yiyeceğin kabzedileceği yeri belirlemeleri şeklinde olacağını kabul etmişlerdir. Eğer bu işi yaparlar ve yaptıkları bu iş (satış) câiz ise sahih bir selem olur. İlim ehlinden herhangi bir kimsenin bunu iptal ettiğini bilmiyorum." Derim ki: Bizim (mezhebimize) mensup ilim adamlarımız der ki: Hasat vaktine kadar, meyvelerin toplanma zamanına, nevruz ve mihrican günlerine kadar selem caizdir. Çünkü bütün bunların özel ve bilinen zamanları vardır. İlim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) selemi tarif eder ve şöyle derler: "Zimmette olmak üzere nitelikleri tesbit edilmiş, malum olan bir şeyin peşin bir mala ya da onun hükmündeki bir şey karşılığında, bilinen bir vadeye satılmasıdır." Bu alışverişin, "zimmette olmak üzere... malum olan bir şeyin" diye belirlenmesi bilinmeyen bir şeyden ve muayyen olan aynlarda selem yapmaktan sakınmak (bunları tanımın dışında tutmak) içindir. Mesela, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye geldiği sırada Medinelilerin yaptıkları selem şekilleri buna örnektir. Onlar muayyen bir takım hurma ağaçlarının meyvelerini seleme konu yapıyorlardı. Ancak böyle bir akiddeki ğarar (tehlike ve ihtimal) dolayısıyla bu şekilde akid yapmayı onlara yasakladı. Çünkü bu ağaçlar afete maruz kalıp hiçbir şekilde meyve vermeyebilir. "Nitelikleri tesbit edilmiş" ifadeleri teferruatıyla belirtilmeksizin, genel özellikleriyle bilinen şeyleri tanım dışında bırakmak içindir. Mesela, türünü ve muayyen niteliklerini tesbit etmeksizin hurma, elbise veya balıklar üzerinde selem yapmak bu kabildendir. "Peşin bir mala" ifadesi ise veresiyenin veresiye karşılığında olmasını tanım dışında tutmak içindir. "Ya da onun hükmündeki.." ifadesi ile de selemin rasumalinin (selem bedelinin) iki ve üç gün gibi ertelenmesi câiz olan ertelemeyi anlatmak için zikredilmiştir. Bize göre şartlı olsun olmasın, süre yakın olduğundan dolayı bu kadarcık bir erteleme caizdir. Ancak, bunun şart koşulması câiz değildir. Şâfiî ile el-Kûfî, selemin rasumalinin akidden ve ayrılmadan sonraya bırakılmasını câiz kabul etmez ve bunun tıpkı sarf akdi gibi olduğunu belirtirler. Bizim delilimiz şudur: Bu iki akid özel nitelikleri itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. Sarfın kapısı oldukça dardır. Selemden farklı olarak şartlan pek çoktur. Çünkü sarf muameleleri ile ilgili şaibeler daha fazladır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bilinen bir vadeye" ifadesi ise peşin selemi dışarıda tutmak içindir. Meşhur olan görüşe göre böyle bir selem câiz olmaz, ileride de gelecektir. Vadenin "bilinen" ile nitelendirilmesi, cahiliyye döneminde bilinmeyen vadelere yaptıkları selemi kapsam dışında tutmak içindir. 5- Selem Akdini İfade Etmek Üzere Kullanılan Tabirler: Selem ve selef, aynı anlamda iki tabirdir. Her ikisi de Hadîs-i şerîfte kullanılmıştır. Şu kadar var ki, bu akdin özel ismi "selem"dir. Çünkü selef, karz hakkında da kullanılır. Selem, ittifakla câiz olduğu kabul edilen satışlardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "yanında olmayanı satma"yı yasaklamasından istisna edilmiştir. Hazret-i Peygamber, selem yapma ruhsatını vermiştir. Çünkü selem zimmette olmak üzere malum bir şeyin satılması olduğuna göre, akid taraflarından her birisinin içinde bulunduğu zorunluluk gereği, hazır olmayan birşeyin satışını gerektirmektedir. Çünkü rasulmal sahibi aselemin bedelini ödeyen kimseb meyveyi satın alma ihtiyacındadır. Meyve sahibi ise, ona harcamak üzere vaktinden önce o meyvenin bedeline muhtaçtır. Böylelikle selem satışının ihtiyaç duyulan mesalihten olduğu ortaya çıkmaktadır. Fukaha buna "bey'u'l-mahavic (muhtaçların satışı)" ismini vermişlerdir. Eğer, ancak peşin olarak câiz olsaydı, bu hikmet sözkonusu olmaz, böyle bir maslahat ortadan kalkar ve yanında olmayan birşeyin satılmasından istisna edilmesinin bir faydası da kalmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Selemin kimi üzerinde ittifak, kimi üzerinde ihtilaf edilen dokuz tane şartı vardır. Bu şartların altısı (seleme konu olan mal demek olan) muslemun fîh'te, üçü de selemin (ücreti olan) radıyallahü anh'sumalindedir. Muslemun fih'te aranan altı şart: Zimmette olacak, nitelikleri tesbit edilecek, miktarı tayin edilecek, vadeli olacak, vade belli olacak, vadenin gelmesi esnasında mevcut olacak. Selemin radıyallahü anh'sumalinde aranan üç şarta gelince: Cinsi, miktar olarak ve nakit olarak belli olacak. Radıyallahü anh'sumalde aranan bu üç şart -az önce geçtiği gibi- nakit olması dışında, ittifakla kabul edilmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Birinci şart, zimmette oluştur. Bundan gözetilen maksadın zimmette olmak olduğunu anlamakta zorluk yoktur. Çünkü bu bir müdâyene (borçlanma) akdidir. Şayet böyle olmasaydı deyn (borç) olarak meşru kılınmaz ve insanların da kâr elde etmesi ve insanlara şefkat kastıyla meşru kılınmazdı. İnsanlar bu görüşü ittifakla kabul ederler. Şu kadar var ki Mâlik, selem muayyen olan birşeyde ancak iki şart ile caizdir, der. Bunlardan birisi köyün güvenlik altında olması, ikincisi ise onun alınmaya başlanmasıdır. Sütün koyundan, taze hurmanın hurma ağacından alınması gibi. Ondan başka böyle birşey söyleyen yoktur. Bu iki mes'ele delil itibariyle sıhhatlidir. Çünkü selemde tayinin kabul edilmeyişi, muzâbene ve zarar korkusu iledir ki, vade geldiği vakit bunun gerçekleşme imkânı ortadan kalkmasın. Eğer selem yapılan yer güvenilir bir yer olup çoğunlukla müslemun finin varlığı imkânsız değil ise, bu câiz olur. Çünkü fıkıh mes'elelerinde sonuçların kat'iyetle teminat altına alınmasından hiçbir zaman emin olunamaz. Basit bir garar ihtimali kaçınılmazdır. Bu, fer'î mes'elelerde pek çoktur. Bunların sayım ve dökümü mes'eleleri konu alan kitaplardadır. Bunları almaya başlamakla birlikte süt ve taze hurmada selem yapmaya gelince; bu Medine'ye ait bir mes'eledir. Medine halkı bunu icma ile kabul ederler. Bu mes'elenin de esası maslahat kaidesidir. Çünkü kişi, günbegün süt ve taze hurma almaya gerek duyabilir. Her gün yeniden böyle satın alması onun için zor olabilir. Çünkü nakit bulmayabilir ve ayrıca fiyat da aleyhine olarak değişebilir. Hurma ve sütün sahibi ise, nakde gerek duyar. Çünkü onun yanında bulunan şey, bir ticaret malıdır. Tasarrufta bulunması için uygun düşmeyebilir. Karşılıklı ihtiyaç onlar için ortak bir özellik olduğundan dolayı, ârâyâ Bey'u'l-ârâyâ: İhtiyaç dolayısıyla Şâfiî, Hanbelî ve tercih edilen görüşe göre Mâlikî mezhebinde câiz kabul edilen bir alış-veriş şeklidir. Şâfiîlerin tarifine göre, dalındaki taze hurmanın, yerde (dalından koparılmış) bulunan hurma karşılığında tahminî olarak ve ölçekle satılmasıdır. Dalında üzümün kuru üzüm ile aynı şekilde satılması da böyledir. Ancak bunun beş veski (1.250 kg.) aşmaması ve mecliste bedellerin karşılıklı kabzedilmesi şarttır. Hanefi Mezhebine göre ise böyle bir alış-veriş ancak zaruret dolayısıyla caizdir... Konu ile ilgili hadisler için bk. Buhârî, Buyû’ 83, 84, Mûsakaat 17; Müslim, Buyû’ 57, 62, 66, 71, 81-83; Ebû Dâvûd, Buyû’ 19, 22, 33; Tirmizî, Buyû’ 63; Nesâî, Buyû’ 28, 32, 33, 35, 74; İbn Mâce, Ticârât 55; Dârimî, Buyû’ 24; Muvatta’', Buyû’ 14... ve buna benzer ihtiyaç ve mesalih gibi asıl kaidelere kıyas edilerek, böyle bir muamelede bulunmaya taraflara ruhsat verilmiştir. Nitelikleri tesbit edilmiş olması şeklindeki ikinci şart da ittifakla kabul edilmiştir, üçüncü şart da böyledir. Miktarın tesbiti üç şekilde olur. Keyl (ölçek ile ölçmek), vezn (ağırlıkla ölçmek) ve sayı. Bu ise örfe bağlıdır. Örf ise ya insanların örfüdür veya şeriatin örfüdür. Dördüncü şart olan vadeli olması hususunda görüş ayrılığı vardır. Şâfiî der ki: Peşin selem caizdir. İlim adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmezler. İbnu'l-Arabî der ki: Sürenin tesbiti hususunda Mâlikîler oldukça farklı görüşler ortaya atmışlardır ki bunun bir gün kadar olacağını dahi söylemişlerdir. Hatta kimi ilim adamlarımız peşin selem caizdir, demektedir. Sahih olan ise selemde vadenin kaçınılmaz olduğudur. Çünkü mebi' (satılan şey) iki türlüdür. Ya muaccel olur, bu ise ayndır; veya müeccel (deyn) olur. Şayet peşin olur da müslemun ileyhin yanında bulunmuyor ise; o vakit bu, yanında bulunmayan şeyi satmak kabilindendir. O bakımdan her bir akdin niteliklerine ve şartlarına uygun olarak gerçekleşebilmesi için vadenin tesbiti kaçınılmazdır. Çünkü Şer'î hükümler olması gereken şekilde yapılır ve ona göre değerlendirilirler. Bizim ilim adamlarımıza göre vadenin süresinin sınırlandırılması hususunda pazarlar arasında farklılık vardır. Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" âyeti ile Hazret-i Peygamber'in: "Bilinen bir vadeye" diye buyurması, başka hiçbir kimsenin sözüne gerek bırakmayacak kadar açıktır. Derim ki: İlim adamlarımızın câiz kabul ettikleri peşin selem türü, fiyatları birbirinden farklı beldelerdeki selemdir. Aralarında bir, iki yahut üç günlük mesafe bulunan yerlerde (peşin) selem caizdir. Aynı beldede ise böyle bir selem câiz olmaz. Çünkü o beldenin fiyatı birdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Beşinci şarta gelince, bu da vadenin belli olmasıdır ki, ümmet arasında bu şart ile ilgili görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah ve onun Peygamberi "vadeyi" bilinen ve belli olmakla nitelendirmişlerdir. İslâm bölgelerinin fakihleri arasında yalnızca Mâlik, meyvelerin toplanması vaktine, ekinlerin hasadına kadar satışın câiz olduğunu kabul eder. Çünkü onun görüşüne göre bu, bilinen bir vadedir. Bu hususa dair bilgiler, yüce Allah'ın: "Sana hilalleri soruyorlar..." (el-Bakara, 2/189. âyet 9- başlıkta) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Altıncı şart olan vade esnasında var olması şartı hakkında yine ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Eğer vadenin geleceği vakit satılan şey, yüce Allah tarafından bir takdir gereği bulunmayacak olursa, bütün ilim adamlarına göre akid fesholur. 7- Selem ile İlgili İhtilaflı Bazı Şartlar: Müslemun ileyhin, müslemun fîhe malik olması -seleften bazılarına hilafen- selemin şartlarından değildir. Çünkü Buhârî, Muhammed b. el-Mucalid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah b. Şeddad ile Ebû Bürde beni Abdullah b. Ebi Evfâ'ya göndererek dediler ki: Ona sor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde buğdayda selef (selem) yapıyorlar mıydı? Abdullah dedi ki: Bizler Şam halkından olan Nabîtlilere Nabîtler: Irak bölgesinde bulunan, su akan yerlerde yerleşik bir toplumun adıdır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, V, 9; İbn Mânzûr, Lisânu'l-Arab, VII, 411). buğday, arpa ve zeytinyağında belli ölçeklerde ve belli bir vadeye kadar selef yapardık. Ben: Aslı kendisinde bulunan kimselerle mi? diye sordum, o: Bu konuda biz onlara soru sormazdık, dedi. Daha sonra beni Abdurrahman b. Ebzâ'ya gönderdiler. Ona sordum şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde selef yapıyorlardı. Biz de onlara ekip biçtikleri tarlaları var mıdır, yok mudur diye sormazdık. Buhârî, Selem 3, ayrıca 2 ile 7'de daha kısaca; yakın ifadelerle de; Ebû Dâvûd, Buyû’ 55; Nesâî, Buyû’ 61, 62; İbn Mâce, Ticârât 59; Müsned, IV, 354. Ebû Hanîfe ise akid vaktinden vade zamanına kadar muslemun fihin var olmasını şart koşmuştur. Çünkü muslemun fihin aranıp bulunmaması, buna bağlı olarak da bu akdin garara dönüşmesi korkusuyla böyle söylemiştir. Sair fukaha ise, ona muhalefet eder ve şöyle derler: Göz önünde bulundurulması gereken, vade vaktinde onun var olmasıdır. Kûfeliler ve es-Sevrî taşınmayı gerektiren ve masrafı gerektiren şeyler ile ilgili olarak kabz yerinin de sözkonusu edilmesini şart koşar ve: Bu durumda kabz yeri sözkonusu edilmeyecek olursa, selem fasittir, derler. el-Evzaî ise, bu mekruhtur, der. Bize göre ise eğer bunu sözkonusu etmezlerse akid fasid olmaz ve kabz yeri taayyün eder. Ahmed, İshak, hadis ehlinden bir grup da böyle demiştir. Çünkü İbn Abbâs yoluyla gelen hadiste, selem yapılan malın kabzedileceği yerden söz edilmemektedir. Şayet bu, akdin şartlarından olsaydı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tıpkı ölçeği, tartıyı ve vadeyi açıkladığı gibi bunu da açıklardı. İbn Ebi Evfa'nın (az önce nakledilen) hadisi de bunun gibidir. 8- Vade Geldiği Halde Satılan Mal Bulunmazsa: Ebû Dâvûd, Sa'd (yani et-Taî)dan, o Atiyye b. Sa'd'dan, o Ebû Said el-Hudrî'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim herhangi bir şeyde selef yaparsa onu başkasına değiştirmesin." Ebû Dâvûd, Buyû’ 57; İbn Mâce, Ticârât 60. Ebû Muhammed Abdulhak b. Atiyye dedi ki: O el-Avfî'dir (el-Avfî, Atiyye b. Sa'd'ın lakabıdır) dedi ki: Kimse onun hadisini delil diye göstermez. Oldukça değerli muhaddisler ondan rivâyet etmiş olsa dahi. Mâlik der ki: Belli bir fiyata, belli bir vadeye yiyecek birşeyde selef yapıp da vade geldiğinde satın alan, satın aldığı şeyi satıcının ödeyemeyeceğini görüp de onu ikale ederse; (akdi fesheden) kimsenin durumu bize göre şöyledir: Böyle bir kimse ondan ancak gümüşünü yahut altınını veya ona ödemiş olduğu bedeli aynen almalıdır. Bu bedel karşılığında selem dolayısıyla verdiği malı ondan geri kabzedinceye kadar, ondan başka birşey satın almaz. Çünkü ona ödediği değerden başkasını alsa yahut ondan satın almış olduğu yiyecekten başkası ile onu değiştirse; o vakit bu, ödeme gerçekleşmeden (yani selem akdi ile alması gerekeni almadan) önce yiyeceği satmak demektir. Mâlik dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise tamamiyle alınmadan önce yiyeceğin satılmasını yasaklamıştır. Bu manadaki bazı hadisler için bk. Buhârî, Buyû' 49, 51, 55; Müslim, Buyû’ 29, 32, 34, 35, 40, 41; Ebû Dâvûd, Buyû’ 65; Tirmizî, Buyû’ 56; Nesâî, Buyû’ 55; İbn Mâce, Ticârât 37; Muvatta’', Buyû’ 40, 43. Yüce Allah'ın: "Onu yazın" âyetinden kasıt, borcun ve vadenin yazılmasıdır. Şöyle de denilmektedir: Yüce Allah burada yazmayı emretmiştir; fakat yazmaktan kasıt, şahit tutmaktır. Çünkü şahitsiz yazı delil olmaz. Bize unutmayalım diye yazma emri verilmiştir, diye de açıklanmıştır. Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'inde Hammâd b. Seleme'den o Ali b. Zeyd'den, o Yusuf b. Mihran'dan, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aziz ve celil olan Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın..." âyeti hakkında dedi ki: "İlk kabul etmeyen kişi Âdem (aleyhisselâm)'dir. Allah ona zürriyetini gösterdi. Nuru yukanlara doğru yükselen parlak beyaz tenli bir adam gördü. Rabbim bu kimdir? dedi. Bu, senin oğlun Dâvûd'dur dedi. Rabbim onun ömrü ne kadardır? diye sorunca; altmış yıl, diye buyurdu. Rabbim, ömrünü artır, deyince; hayır diye buyurdu. Ancak sen ona kendi ömründen verirsen (olur). Peki benim ömrüm ne kadardır? diye sorunca; bin yıl diye buyurdu. Hazret-i Âdem: Ben ona kırk yıl bağışlıyorum, dedi. Yüce Allah ona dair bir yazı yazdı ve meleklerini ona şahit tuttu. Hazret-i Âdem'in vefatı gelince melekler yanına geldi. O: Benim ömrümden daha kırk yıl kalmıştır, deyince melekler: Sen bunu oğlun Davud'a bağışladın, dediler. Âdem: Kimseye ben birşey bağışlamadım, deyince yüce Allah o yazılı belgeyi çıkardı ve melekleri ona karşı da şahitlik etti. -Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Yüce Allah Davud'un ömrünü yüzyıla tamamladı Âdem'in ömrünü de bin yıla tamamladı. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiştir. Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi't-Tayalisl Müsnedi Ebî Dâvûd, Beyrut, 1400, II, 82; Tirmizî, Tefsir 7. sûre 3; Müsned, I, 251-252, 299, 371. Yüce Allah: "Onu yazın" âyetinde borcu açıklayıcı bütün nitelikleriyle bütün özellikleriyle yazmaya açıkça işaret etmektedir. Bundan kasıt ise akid tarafları arasında vehmedilecek ihtilâfların ortadan kaldırılması, her ikisinin de hakime gitmeleri halinde hakimin hükmedeceği esasların bildirilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bazıları borçların yazılmasının ilgililer hakkında vacip olduğu görüşündedir. Bu ister satış olsun, ister kabz olsun bu âyet-i kerîme ile farz kılınmıştır. Böylelikle bu konuda inkâr yahut unutkanlık önlenmiş olur. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur. İbn Cüreyc ise şöyle demektedir: Borç alan kimse onu yazsın, satan da şahit tutsun. en-Nehaî de der ki: Öncekiler yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerinize güvenirse..." (el-Bakara, 2/283) âyetinin yazma emrini neshettiği görüşünde idiler. Buna yakın bir görüşü İbn Cüreyc de nakletmiştir. İbn Zeyd de böyle demiştir. Ebû Said el-Hudrî'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. er-Rabi' ise bunun bu lâfızlarla vacip (farz) olduğu kanaatindedir. Daha sonra yüce Allah bunu: "Eğer biriniz diğerinize güvenirse..." (el-Bakara, 2/283) âyeti ile hafifletmiştir. Cumhûr der ki: Yazma emri malların korunması ve şüphelerin izale edilmesi için bir teşviktir. Eğer borçlu takva sahibi bir kimse ise, yazmanın ona bir yararı olmaz. Böyle olmazsa yazmak borcu hususunda bir zekâ mahsulü ve hak sahibinin de bir belgesi olur. Kimisi de şöyle demiştir: Eğer şahit tutarsan bu bir azimettir, şayet güvenirsen sen helâl edilmiş olan bir işi yapmış olursun. İbn Atiyye der ki: İşte sahih olan görüş de budur. Bu görüşe göre de herhangi bir nesh sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah, kişinin bağışlamak ve terketme hakkının icma ile kabul edildiği bir hususu yazmaya teşvik etmektedir. O'nun bu teşviki insanlar lehine bir ihtiyat olsun diyedir. 11- Yazan Adaletle Yazmalıdır: Yüce Allah'ın: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" âyeti hakkında Atâ ve başkaları şöyle demişlerdir: Yazı yazabilenin yazması vaciptir. eş-Şa'bi de böyle demiştir. Eğer ondan başka yazacak kimse bulunmazsa onun yazması onun için vaciptir. es-Süddî der ki: İşi bitirmekle beraber vacib olur. Birinci "yazsın" fiilinin başında emir "lâm"ı hazfedildiği halde, ikincisinde "lâm" getirilmiştir. Çünkü ikincisi gaib, birincisi muhatab içindir. Muhatab için de bu "lâm"ın kullanıldığı olur. Nitekim yüce Allah'ın: "Sevinsinler" (Yûnus, 10/58) âyetinin "te" ile "Sevininiz" kıraati de bu kabildendir. Gaib'de bu "elifin hazfedildiği de olur. Şairin şu beyiti bu kabildendir: "Ey Muhammed! Feda olsun sana bütün canlar; Bir şeyin düşmanlığından korkarsan." Yüce Allah'ın: "Adaletle" âyeti, hak ve doğrulukla, demektir. Yani hak sahibi olan kimseye söylediğinden fazla veya daha azını yazmayın. "Aranızda" diye buyurup da "birinize" diye buyurmaması alacaklının yazma hususunda borçlu olanı itham edebilme ihtimalindendir. Aynı şekilde bunun aksi de böyledir. İşte bu bakımdan şanı yüce Allah onların dışında bir kâtibin adaletle yazmasını teşri' buyurmuştur. Bu kimsenin de kaleminde de kalbinde de birisinin lehine, ötekinin aleyhine herhangi bir sevgi bulunmasın. Şöyle de denilmiştir: İnsanlar, istisnasız olarak karşılıklı ilişkilerde bulunduklarından aralarında yazı yazmasını bilen ve bilmeyen olduğundan dolayı şanı yüce Allah, taraflar arasında bir kâtibin adaletle yazmasını emir buyurmuştur. 13- Yazmak ile Görevlendirilenler: Yüce Allah'ın: " Adaletle" âyetindeki "be" harfi, yüce Allah'ın "Yazsın" âyetine mutaallaktır; "kâtip" âyetine değil. Eğer böyle olsaydı bizatihi adil olandan başkasının herhangi bir belgeyi yazmaması icabederdi. Halbuki kimi zaman çocuk ve köle, ayrıca hacr altında bulunan kimse iyice yazma kurallarını bildikleri takdirde, yazabilmektedir. Bunları yazmak üzere tayin edilen kimselere gelince; yöneticilerin bunları ancak adaletli ve razı olunan kimseler olarak görevde tutmaları icabeder. Mâlik (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: İnsanlar arasındaki belgeleri ancak yazmayı bilen ve bizatihi adaletli ve güvenilir kimseler yazsın. Çünkü yüce Allah: "Aranızda bir kâtip adaletle yazsın" diye buyurmaktadır. Derim ki: Bu görüşe göre "be" harfi "kâtip" kelimesine mutaallaktır. Yani aranızda adaletle yazan bir yazıcı yazsın, demektir. Buna göre "adaletle" âyeti sıfat mahallinde olur. 14- Yazıyı Bilen Yazmaktan Yüz Çevirmesin: "Kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın" âyetinde yüce Allah, yazı yazmasını bilen kimsenin yazmaktan yüzçevirmesini yasaklamaktadır. İnsanlar yazı yazmasını bilen kimsenin yazmasının, şahidin de şehâdette bulunmasının vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Taberî ve er-Rabi': Yazı yazmasını bilen kimsenin yazması emrolunduğu takdirde yazması vaciptir, derler. el-Hasen der ki: Kendisinden başka yazı yazacak kimsenin bulunmadığı bir yerde yazmadığından dolayı alacaklı zarar görecekse yazması vaciptir. Çünkü durum böyle olduğu takdirde onu yazmak (onun için) bir farzdır. Şayet ondan başka yazabilecek kimse bulunabiliyor ise, başkası bu işi yaptığı takdirde, onun için bu konuda genişlik vardır. es-Süddî der ki: İşi olmadığı takdirde onun için yazmak vaciptir. Bu görüş, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Mehdevî de er-Rabi' ve ed-Dahhak'tan yüce Allah'ın: "Çekinmesin" âyetinin daha sonra gelen yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile neshedilmiş olduğunu söylediklerini nakletmektedir. Derim ki: Bu açıklama şu görüş sahiplerinin yahut şu kanaat sahiplerinin şu sözlerine uygundur: Önceleri alışveriş taraflarının seçtiği herkes için yazmak vacip idi ve bunu kabul etmemesi, o kimse için câiz olmazdı. Bu durum yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile neshedilinceye kadar böylece sürüp gitti. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü kim olursa olsun, alışveriş taraflarının istedikleri herkese bunun vacip olduğu sabit değildir. Eğer yazmak vacip olsaydı, yazmak için ücretle tutmak sahih olmazdı. Çünkü farz olan fiiller için icare batıldır. İlim adamları ise belge yazma karşılığında ücret almanın câiz olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. İbnu’l-Arabî der ki: Sahih olan, bu emrin bir irşad emri olduğudur. Yazıcı hakkını almadıkça yazmayabilir. "Çekindi, çekinir" anlamındaki fiilin: şeklinde gelmesi istisnaidir. fiillerinden başka buna benzer şekilde kullanılan fiil yoktur. Fiillerin sırasıyla anlamı: Darıldı-darılır; çekindi, yüzçevirdi-çekinir, yüzçevirir; (gece) karardı-kararır; haracı topladı-toplar. 15- Allah Kendisine Yazmayı Öğrettiği Gibi O da Yazsın: Yüce Allah'ın: " Allah'ın kendisine öğrettiği gibi... yazsın" âyetindeki Gibi'deki "kâf" harfi yüce Allah'ın Yazmaktan" âyetine mutaallaktır. Yani Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin. Bunun yüce Allah'ın: " Çekinmesin" âyetinin anlamına mutaallak olması ihtimali de vardır. Yani Allah ona yazma bilgisini ihsan ettiği için o da yazmaktan yüzçevirmesin; Allah ona lütufta bulunduğu gibi, o da başkasına iyilikte bulunsun. Böyle bir açıklmaya göre sözün yüce Allah'ın: “Yazmaktan" âyetinde tamamlanıp bitmesi sonra da "Allah'ın kendisine öğrettiği gibi" âyetinin da yeni bir cümlenin başlangıcı olma ihtimali vardır. O takdirde "kâf harfi de yüce Allah'ın: "Yazsın" âyetine taalluk eder. Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan da yazdırsın" âyetinde sözü edilen "Üzerinde hak olan kişi," kendisinden alacak istenen borçludur. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi diliyle kendisi hakkında ikrarda bulunur. Yazdırmak anlamına gelen iki ayrı kullanımdır. (........) şeklinde gelir. Birincisi Hicazlılarla Esedoğullarının şivesidir. Temimliler de ikincisini kullanırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de her ikisi de kullanılmıştır. Allah şöyle buyurmaktadır: " Onlar sabah akşam ona okunur." (el-Furkan, 25/5) Bunun aslı ise şeklindedir. Daha hafif olduğu için "lâm" yerine "ye" harfi gelmiştir. Şanı yüce Allah, borçlunun yazdırmasını emretmiştir. Çünkü şahitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir. Ayrıca yüce Allah, yazdırdığı hususta kendisinden korkmasını emretmekte ve üzerindeki haktan herhangi bir şey eksiltmesini yasaklamaktadır. "Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" âyetindeki , eksiltmek, eksik bırakmak demektir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl değildir" (el-Bakara, 2/228) âyetinde de bu anlam dile getirilmiştir. Buna göre de âyetin anlamı şöyle olur: "Hiçbir kâtip yazmaktan çekinmesin. Allah ona nasıl öğrettiyse o da (öylece) yazsın." Yüce Allah'ın: "Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur..." âyeti ile ilgili olarak bazıları bundan kasıt, küçüktür, demişlerdir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü beyinsiz (sefih), ileride de açıklanacağı üzere büyük de olabilir. "Veya zayıf" yani aklı olmayan büyük demektir. "Yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse" âyetine gelince; yüce Allah üzerinde hak bulunan kişiyi (borçluyu) dört gruba ayırmaktadır: Birisi bizzat yazdırabilen bağımsız kimse, diğer üçü ise kendileri yazdıramayan ve her zaman benzerleri görülebilen kimselerdir. Hakkın onlar lehine bazı yönlerde ortaya çıkması paylaştırılması halinde, miras ve buna benzer muamelât dışındaki hallerdedir. Bu üç tür beyinsiz (sefih), zayıf ve bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimsedir. Sefih (beyinsiz) mal ile ilgili görüşü yerli yerinde olmayan, kendisi adına doğru dürüst alamayan ve o mallardan birşey veremeyen kimsedir. Tıpkı dokuması hafif ve ince olan (sefih) kumaşa benzetilmektedir. Ağzı bozuk kimseye de sefih denilir. Çünkü bu şekilde ağzı bozukluk, ancak cahil insanlarda ve hafif akıl sahibi kimselerde görülür. Araplar sefihliği kimi zaman zayıf akıllılık, kimi zaman da güçsüz beden hakkında kullanırlar. Şair der ki: "Akıllarımızın zayıflamasından korkarız Zaman akıllıya karşı da cahillik eder." Zür'r-Rimme de şöyle demektedir: "Esen rüzgarların uçlarını zayıf bulup hareket ettirip Sarstığı mızraklar gibi; yürüdü gitti o kadınlar." Şöyle de demişlerdir: "Dât" harfi ötreli olarak "du'f" beden zayıflığı hakkında, üstün olarak da görüş zayıflığı hakkında kullanılır. Bunun iki ayrı şive olduğu da söylenmiştir. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü Ebû Dâvûd'un Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bir adam aklında zayıflık (da'f) olduğu halde alışveriş yapardı. Onun akrabaları Allah'ın Peygamberine gelip: Ey Allah'ın Peygamberi, dediler, filanı hacr altına al. O aklında zayıflık olduğu halde alışveriş yapıyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu çağırdı ve ona alışveriş yapmayı yasakladı. Ey Allah'ın rasûlü, dedi ben bir an dahi alışveriş yapmaksızın duramam. Bunun üzerine Resûlüllah ona şöyle buyurdu: "Eğer alışverişi terketmiyor isen o vakit al ve ver ve: Aldatmaca yoktur, de." Bu hadisi Ebû Îsa Muhammed b. Îsa, es-Sülemî et-Tirmizî de Enes'ten rivâyet etmiş ve: Bu sahih bir hadistir dedikten sonra: "Aklında zaaf olan bir adam vardı..." dedi ve hadisin geri kalan kısmını kaydetmektedir. Ebû Dâvûd, Buyû’ 66; Tirmizî, Buyû’ 28; Nesâî, Buyû’ 12. Buhârî de bu hadisi Sahihi'nde zikreder ve orada şöyle der: "Alışveriş yaptığın vakit aldatmaca yoktur, de ve sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin." Burada sözü geçen kişi, Habban b. Münkiz b. Amr el-Ensârî'dir. Habban, Yahya ve Vasi'in babasıdır. Onun Mâlik'in hocaları olan Yahya ve Vasi'in dedesi Münkiz olduğu, babasının da Habban olduğu da söylenmiştir. 130 yaşında vefat etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yaptığı gazalardan birisinde beynine kadar ulaşan bir yara almıştı. Bundan dolayı aklı da nisbeten hafiflemiş, dili de ağırlaşmıştı. İbnu’l-Esîr, Vsdu'l-Ğâbe, I, 437. Dârakutnî der ki: Habban b. Münkiz zayıf, gözleri görmez bir adam idi. Başına gelen bir darbe dolayısıyla kafası beynine kadar yarılmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ona satın aldığı şey hususunda üç gün muhayyerlik tanımıştı. Dilinde de bir ağırlık olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Alıp sat ve: Aldatmaca yok de" diye buyurmuştu. Ben onun yerine dediğini işitirdim. Bunu İbn Amr yoluyla rivâyet etmektedir. Dârakutnî, III, 55; İbn Amr'dan değil, İbn Ömer'den. Hadiste geçen Aldatmaca, aldatmak, kandırmak demektir. Arapların: eğer yenii düşüremezsen o takdirde hile yoluyla sat, şeklindeki deyimleri de burdan gelmektedir. Buna göre de âyetin anlamı şöyle olur: "Hiçbir kâtip yazmaktan çekinmesin. Allah ona nasıl öğrettiyse o da (öylece) yazsın." 18- Hacr Altına Alınabilenler (Kısıtlanabilenler): Bilgisinin azlığı ve aklının zayıflığı dolayısıyla alışverişte aldatılan kimsenin hacr altına alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ahmed ve İshak böylesinin hacr altına alınacağını söylerken, başkaları hacr altına alınmaz, derler. Bu iki görüş de (Maliki) mezhebinde vardır. Bu âyet-i kerîme ile Hadîs-i şerîfteki: "Ey Allah'ın Peygamberi, filanı hacr altına al" ifadesi dolayısıyla sahih olan birinci görüştür. Hazret-i Peygamber sözü geçen kişinin: "Ey Allah'ın Peygamberi, ben alışveriş yapmadan duramam demesi üzerine hacr altına almaktan vazgeçmiş ve ona alışverişi mubah kılıp bu müsadeyi ona has kılmıştır. Çünkü bir kimsenin alışverişte özellikle aklındaki bir kıtlık dolayısıyla aldatılması halinde, hacr altına alınması gerekir. Bunun o kişiye özel bir izin olduğunu gösteren delillerden birisi de Muhammed İbn İshak'ın yaptığı şu rivâyettir: İbn İshak dedi ki: Bana Muhammed b. Yahya b. Habban anlatarak dedi ki: Bu kişi benim dedem Munkiz b. Amr'dır. Başında beynine kadar ulaşan bir yara almış, bundan dolayı dilinde ağırlık olmuş, aklı da hafiflemişti. Ticaretten bir türlü vazgeçmiyor fakat devamlı da aldatılıyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi, bu durumunu ona anlattı. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Alışveriş yaptığın zaman, aldatmaca yok, de. Sonra sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin. Beğenirsen onu yanında alıkoyarsın, beğenmezsen onu sahibine geri iade edersin." Uzunca bir ömür sürmüştü. Yüzotuz yıl yaşadı. Osman b. Affan (radıyallahü anh) döneminde insanların etrafa yayılıp çoğaldığı bir dönemde çarşıda alışveriş yapar, birşeyler satın alır, satınaldığını akrabalarına götürür, ileri derecede aldatılmış olduğu görülürdü. Onlar bundan dolayı onu kınar ve: Hâlâ satın mı alıyorsun? derlerdi. O da şu cevabı verirdi: Ben muhayyerim. Beğenirsem alırım, beğenmezsem geri veririm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana üç gün süreyle muhayyerlik hakkı vermiştir. Sonra aldığı o malı bir veya iki gün sonra sahibine geri verirdi. Adam: Allah'a yemin ederim ben bunu kabul etmem, derdi. Çünkü sen malımı almış, bana dirhemlerini vermiştin. O da şöyle derdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana üç gün muhayyerlik vermişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir adam geçer, ticaret sahibine: Yazıklar olsun sana, o doğru söylüyor. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona üç gün süreyle muhayyerlik vermişti, derlerdi. Bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dûrakutnî, III, 55-56. Ayrıca Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) el-İstiab'da bunu zikreder ve der ki: Buhârî bunu et-Tarihinde Ayyaş b. el-Velid'den, o Abdu'l-Alâ'dan, o İbn İshak senediyle rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Veya zayıf olur" âyetinde geçen "zayıf," aklı pek yerinde olmayan, tabiatı itibariyle eksik ve yazdırmaktan aciz olan kimse demektir. Yazdırmaktan acizliği ya konuşamamasından ya dilsizliğinden ya da doğru dürüst ifade edememesinden dolayıdır. Böyle birisinin de velisi baba veya vasisi olur. Yazdıramayan kimse ise küçüktür. Velisi ise onun vasisi ya da babasıdır. Hastalık veya bundan başka bir özür sebebiyle şahit tutma mahallinde bulunmayan kimse de bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimseler arasındadır. Bunun velisi ise vekilidir. Dilsize gelince böyle bir kimse zayıflardan sayılabilir. Evla olan ise, gücü yetmeyen kimselerden sayılmasıdır. Bunlar birbirlerinden ayırdedilmesi gereken gruplardır. Yüce Allah'ın izniyle bunlara dair açıklamalar ve gerekli bilgiler Nisa Sûresi'nde (4/5. âyette) gelecektir. 20- Velinin Adaletle Yazdırması: Yüce Allah'ın: "Onun velisi adaletle yazdırsın" âyetinde yer alan "onun velisi"ndeki zamirin Taberî, "hak ile" âyetine ait olduğu kanaatine sahiptir. Bu konuda er-Rabi' ve İbn Abbâs'tan da senediyle bu rivâyet nakledilmektedir. (Buna göre: Hak sahibi kimse adalet ile yazdırsın, anlamına gelir). Bu zamirin "üzerinde hak olan"a ait olduğu da söylenmiştir ki, sahih olan da budur. İbn Abbâs'tan gelen rivâyet sahih değildir. Beyyine (olan yazılı belge), nasıl bir şeye şahitlik eder ve alacaklı olanın yazdırması ile sefihin zimmetinde bir mal olduğunu tesbit edebilir? Bu şeriatte olmayan birşeydir. Bu sözün sahibinin: Hastalık veya yaşlılık dolayısıyla dilindeki bir ağırlıktan ötürü veya dilsizliği sebebiyle yazdıramayan kimseyi kastetmiş olması hali müstesnadır. Eğer durum böyle olursa, hastanın da, dilsiz olduğu için yazdıramayan kimsenin de kimi ilim adamına göre velisi yazdırır.. Tıpkı sabi (küçük) ile onu hacr altında kabul eden sefih ile ilgili olarak sabit olan hükümde olduğu gibi. Durum böyle olduğu takdirde hak sahibi adaletle yazdırır ve yazdırmaktan aciz olanı (borçlu) da işittirir. Bu şekilde yazdırma tamamlandığı takdirde de aciz olan kimse bunu ikrar eder. Bu ise âyet-i kerimenin ele almadığı bir husustur ve bu, ancak hastalık dolayısıyla ve onunla birlikte sözü geçen kimselerden olup yazdıramayan kimseler hakkında sahih olabilir. 21- Yazdıracak Olan Kişi Borçludur: Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan yazdırsın" diye buyurması, yazdıracak olan kimsenin getirip götüreceği hususunda güvenilir olduğunun delilidir. Bu ise râhin (rehin bırakan kişi) ile mürtehin (rehin alan, alacaklı) borcun miktarında anlaşmazlığa düşüp rehnedilen (rehin bırakılan) şey ortada olduğu takdirde, yemini ile birlikte râhinin sözünün kabul edilmesini gerektirir. Bu anlaşmazlık halinde râhin: Ben elli (dirhem) karşılığında bunu rehin bıraktım, derken mürtehin de: Yüz (dirhem) karşılığında bu rehini aldığını iddia ederse bu konuda rehnedilen şey mevcut ise, rehin bırakanın sözü kabul edilir. Fukahanın çoğunluğunun görüşü budur. Süfyan es-Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih eder ve der ki: Çünkü fazlalık iddiasında bulunan kişi mürtehin (rehin alan alacaklı)dır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Beyyine iddia sahibine (davacıya) yemin de müddea aleyhe (davalıya) aittir" Tirmizî, Ahkâm 12. diye buyurmuştur. Mâlik der ki: Rehin bırakılan malın kıymeti ile iddia ettiği miktar çerçevesinde olması şartıyla mürtehinin sözü kabul edilir. Fakat bunun kıymetinden fazlasını iddia etmesi halinde sözü doğru kabul edilmez. İmâm Mâlik bu görüşüyle âdeta relini ve onun yapacağı yemini mürtehin lehine bir şahit olarak değerlendiriyor gibidir. Yüce Allah'ın: "Üzerinde hak olan da yazdırsın" âyeti ise onun görşünü reddetmektedir. Çünkü üzerinde hak olan kişi râhin (rehin bırakan) kimsedir. Bu husus ayrı bir başlık halinde ele alınacaktır. Birisi dese ki: Yüce Allah rehini şahitlik ve yazmaktan bedel kılmıştır. Şehadet lehine şahitlik yapılan kimsenin iddia edilen miktar ile rehin kıymeti arasında olmak üzere doğru söylediğine delalet eder. Relinin kıymetine ulaştığı takdirde ondan fazlası için bir belgeye de gerek yoktur. Şöyle cevap verilir: Relinin verilmesi rehin kıymetinin borcun miktarı kadar olmasını gerektirmez. Çünkü herhangi bir şeyi az veya çok şey karşılığında rehin olarak bırakmış olabilir. Evet, çoğunlukla rehin bırakılan şeyin kıymeti, borcun miktarından az olmaz. Fakat relinin borca eş bir değerde olması şart değildir. Böyle bir itirazı ileri süren kişi şunu da söyler: Rehin alan kişi alacağının miktarı hususunda yemin ile birlikte rehin aldığı şeyin kıymetine ulaşıncaya kadar yeminiyle birlikte doğru söylüyor kabul edilir. Fakat örf bu şekilde değildir. Çünkü borç -ki çoğunlukla görülen budur- rehnin kıymetinden daha azdır. O bakımdan bu itirazı yapanların bu konudaki sözleri bir neticeye götürmez. 22- Velinin Velayeti Altında Bulunanın Aleyhine İkrarı: Bu âyetten kastın, veli olduğu sabit olduğuna göre, velinin velayeti altındaki yetimin aleyhine yapacağı ikrarın câiz olduğuna delildir. Çünkü veli yazdırdığı takdirde; yazdırdığı şeyde velayeti altında bulunan kimse aleyhindeki sözleri geçerli kalacaktır. 23- Kısıtlının (Mahcurun), Velisinin İzni Olmaksızın Tasarrufu: Hacr altında bulunan sefihin velisinin izni olmaksızın yapacağı tasarruf, icma ile fasittir ve kat'iyyetle feshedilir, hiçbir hükmü gerektirmez ve hiçbir etkisi olmaz. Eğer hacr altında olmayan bir sefih tasarrufta bulunursa, ileride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/6. âyet 8. başlıkta) açıklanacağı üzere, görüş ayrılığı vardır. Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" âyetinde geçen (mealde: şahit tutmak anlamı verilen) istişhâd, şahitlik yapma talebidir. Acaba şahitlik yapmak farz mıdır yoksa mendup mudur? Bu konuda görüş ayrılığı vardır Sahih olan -ileride de yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- bunun mendub olduğudur. 25- Hakların Şehadetle Sabit Oluşu: Yüce Allah'ın: "İki şahit" âyeti ile ilgili olarak şunları belirtelim: Şanı yüce Allah, hikmeti gereği malî ve bedenî haklarda ve hadlerde şahitliği öngörmüştür. Her birisi ile ilgili -zina müstesna- iki şahidi öngörmüştür. İleride buna dair açıklama da Nisa Sûresi'nde (4/15. âyet 5 ve 6. başlıklarda) gelecektir. "Şehîd" mübalağa ifade eder. Bu ise şehadette bulunan ve bunu tekrar tekrar yapan kimsenin bu şahitliğinin, onun adaletine bir bakıma bir işaret olduğuna delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 26- Şahitler Öncelikle Müslüman Erkek Olmalıdır: Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" âyeti, kâfirlerin, çocukların ve kadınların şahitliğinin reddedileceği hususunda açık bir nastır. Kölelere gelince, lâfız onları da kapsamına almaktadır. Mücâhid ise bu âyetten kasıt hür kimselerdir, der. Kadı Ebû İshak da bu görüşü tercih etmiş ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur. Kölelerin şahitliği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şureyh, Osman el-Bettî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr der ki: Kölenin şehadeti adil olduğu takdirde caizdir. Bunlar bunu söylerken âyetin lâfzına ağırlık verirler. Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve ilim adamlarının çoğunluğu ise kölenin şahitligi câiz değildir, derler ve bu konuda köleliğin "ehliyette" eksikliğine ağırlık verirler. en-Nehaî ve en-Nehaî, önemsiz şeylerde şahitliğini kabul etmişlerdir. Sahih olan ise Cumhûrun görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Ey îman edenler, belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman..." diye buyurmakta ve bu hitabı: "Erkeklerinizden" âyetine kadar sürdürmektedir. Hitabın zahiri borçlanan kimseleri kapsamına alır. Köleler ise efendilerinin izni olmaksızın borçlanma hakkına sahip değildirler. Karşı görüşü savunanlar: Âyetin baş tarafının hususiliği son bölümlerinin umum ifade eden âyetlerini esas kabul etmeye mani değildir, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Bunu ileride de açıklanacağı üzere yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti tahsis etmektedir. "Erkeklerinizden" âyeti ise âmâ olan kimsenin şahitlik yapmaya ehil kimselerden olduğunun delilidir. Fakat yakin bilgi sahibi olması da şarttır. Nitekim İbn Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şahitlik hakkında sorulunca şöyle buyurdular: "Şu güneşi görüyor musun? Ya onun gibi şeyler hakkında şahitlik et veya bırak." Hâkim, Müstedrek, IV, 110. İşte bu, şahidin şahitlik ettiği şeyi gözüyle görmesinin şart olduğuna delildir. Hata etmesi mümkün olan istidlal yoluyla şahitlik edenin değil. Evet, sesini tanıması halinde kendi hanımıyla ilişki kurması caizdir. Çünkü ilişki kurmaya kalkışmak galip zan ile caizdir. Ona bir hanım getirilip zifafa sokulsa ve: Bu senin hanımındır, denilse o da onu tanımıyor ise onunla ilişki kurması caizdir. Elçinin sözü ile kendisine gelen hediyeyi kabul etmesi helâldir. Bir kimse Zeyde dair bir ikrarı, bir satışı, bir zina iftirasını veya bir gasbı haber verecek olsa, o takdirde kendisine dair haber verilene bakarak şehadette bulunması câiz olmaz. Çünkü şahitlik yakin bilgiyi gerektirir. Başka hallerde ise zannı galibin (ağır basan kanaatin) kullanılması caizdir. Bundan dolayıdır ki Şâfiî, İbn Ebi Leyla ve Ebû Yûsuf şöyle demiştir: Kör olmadan önce bir işi kafi olarak bilirse körlüğünden sonra ona dair şehadette bulunması caizdir. Bu durumda kendisiyle hakkında şehadette bulunduğu kimse arasında bir engel olan körlüğü, hakkında şehadet edeceği kimsenin gaib olması ve ölmesi gibidir. Bunların kabul ettiği görüş budur. Gözünün gördüğü zamanda şahit olduğu bir şeye daha sonra âmâ olan kimsenin şehadet etmesini kabul etmeyenlerin görüşünün açıklanır bir tarafı yoktur. Körün yaygın habere istinaden sabit olan nesebe dair şahitliği sahihtir. Bu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hükmü tevatüren nakledilen şeyi haber vermeye benzer. İlim adamlarından kimisi ses yoluyla bilinebilen şeyler hakkında âmânın şahitlik etmesini kabul etmiştir. Çünkü bu ilim adamları böyle bir istidlalin yakin derecesine ulaşabileceği görüşündedirler. Seslerin benzemesinin de şekil ve renklerin benzemesi gibi olduğu görüşündedir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü kabul etmek gören kimsenin sese dayanarak şehadette bulunmasını da câiz kabul etmeyi gerektirir. Derim ki: Mâlik'in sese dayanarak âmânın şahitliği ile ilgili görüşü, boşama ve buna benzer hallerde sesi tanıması şartına bağlı olarak caizdir, şeklindedir. İbnu'l-Kasım der ki: Mâlik'e dedim ki: Bir kimse duvarının arkasından onu görmeksizin komşusunun sesini işitse ve bunun hanımını boşadığını kulağıyla duysa, sesi de tanımış ise onun hakkında şahitlik eder mi? Mâlik dedi ki: Onun şahitliği caizdir. Ali b. Ebî Tâlib, el-Kasım b. Muhammed, Şureyh el-Kindi, eş-Şabî, Atâ b. Ebi Rebah, Yahya b. Said, Rabia, İbrahim en-Nehaî, Mâlik ve el-Leys de böyle demiştir. 27- Şahitlik Edecek Erkek Bulunmadığı Hallerde Kadınların Şehadeti: Yüce Allah'ın: "Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun" âyetinin anlamı şudur: Şahit gösteren kimse iki erkek gösteremiyor ise bir erkek ve iki kadını şahit göstersin. Cumhûrun görüşü budur. "Bir erkek" âyeti mübteda olmak hasebiyle merfudur. "İki kadın" âyeti de ona atfedilmiştir. Haber ise hazfedilmiştir. Yani bir erkek, iki kadın, iki erkeğin yerini tutar, demektir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında agünlük konuşmadab nasb da caizdir. Yani sizler bir erkek ve iki kadını şahit getirin, demektir. Bazıları da şöyle demiştir: Hayır, bunun anlamı şudur: Eğer iki erkek olmazsa yani bulunmazsa iki kadının şahit getirilmesi, ancak erkeklerin bulunmaması halinde câiz olabilir. İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir görüştür. Âyetin lâfzından bu anlaşılmamaktadır. Aksine âyetin lâfzından anlaşılan Cumhûrun görüşüdür. Yani eğer şahitlik etmesi istenen iki erkek bulunmuyor, ise yani hak sahibi bu konuya dikkat etmezse veya herhangi bir mazeret dolayısıyla kasten bunu yapamamış ise, bir erkek ve iki kadın şahit tutsun. Şanı yüce Allah, erkekle birlikte iki kadının şahitliğini -iki erkeğin varlığıyla birlikte- bu âyette câiz kılmakta ve başka bir yerde de bundan söz etmemektedir. O bakımdan Cumhûrun görüşüne göre kadının bu şahitliği yalnızca malî konularda câiz kabul edilmiştir. Bunun için de iki kadın ile birlikte bir erkeğin bulunması şartını koşmuşlardır. Bunun yalnızca malî konularda böyle olmasının sebebi ise şudur: Allah malların elde edilme yollarının çokluğu ve malî ilişkilerin umumî belva halini alıp tekrarlanıp durması dolayısıyla belgelendirilme sebeplerini de çoğaltmıştır. O bakımdan bu hususta belgelendirmeyi kimi zaman yazmakla, kimi zaman şahit tutmakla, kimi zaman rehin ile kimi zaman tazminat ile öngörmüş ve bütün bunlarda ise erkeklerle birlikte kadınların şehadette bulunmasını da sözkonusu etmiştir. Akıl sahibi hiçbir kimse yüce Allah'ın: "Borçlandığınız zaman" âyetinin gerdeğe girmekle birlikte mehir borcunu ve kasten öldürmenin diyeti hakkında sulh yapmayı da kapsadığı vehmine kapılmaz. Çünkü böyle bir şehadet borca dair şehadet değildir. Aksine bu, nikâha dair şehadettir. İlim adamları kadınlardan başkalarının muttali olmadığı hususlarda yalnızca kadınların şehadette bulunmasını -zaruret dolayısıyla- câiz görmüşlerdir. Yine kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şahitlik etmesi de bunun gibi -zaruret dolayısıyla- câiz kabul edilmiştir. İlim damları (bir sonraki başlıkta görüleceği gibi) yaralamalarda çocukların şahitliği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki başlığın konusudur. Aralarında anlaşmazlık olmadığı, farklı farklı şeyler söylemedikleri takdirde Mâlik çocukların şahitliğini câiz görmüştür. Küçüğün büyük lehine, küçüğün aleyhine ve büyük lehine küçüğün aleyhine iki çocuğun şahitliğinden daha aşağısı câiz olmaz. Kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şehadetine göre hüküm verenlerden birisi de Abdullah b. ez-Zübeyr idi. Mâlik der ki: Bizce üzerinde icma olunan husus da budur. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Ebû Hanîfe'nin arkadaşları çocukların şahitliğini câiz kabul etmez. Çünkü yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" ve "razı olacağınız şahitlerden" ile; "aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun" (et-Talâk, 65/2) buyrukları bunu gerektirmektedir. Bu buyruklarda sözü geçen nitelikler küçük çocukta bulunmaz. 29- Öngörülen Şekliyle Şahit Bulunamazsa ve Sünnetin Kur'ân'ı Açıklayıcılığı: Şanı yüce Allah iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine bedel kılması, ikisinin hükmünün, erkeğin hükmünün aynısı olmasını gerektirir. Bize göre (iddia sahibi), bir erkek şahit ile birlikte yemin etmek hakkına sahiptir. Şâfiî'de de böyledir. O halde bu bedelin mutlak olarak zikredilmesi gereği, iki kadının şahitliği ile birlikte (iddia sahibinin) yemin etmesi(nin) kabulü icab eder. Ancak bu konuda Ebû Hanîfe ve arkadaşları muhalefet eder ve şahit ile birlikte yemin yapılacağı görüşünü kabul etmeyip şöyle derler: Şanı yüce Allah şahitliği kısımlara ayırmış ve bunları tek tek saymıştır. Şahit ve onunla birlikte yemini de sözkonusu etmemiştir. Dolayısıyla şahit ile birlikte yemin gereğince hüküm vermek câiz olmaz. Çünkü bu yüce Allah'ın ayırdığı kısımlara fazladan bir kısım eklemektir. Bu ise nassa bir ziyade bir ilavedir. Bu da bir neshtir. Bu görüşü kabul edenler arasında es-Sevrî, el-Evzaî, el-Hakem b. Uteybe ve bir grup daha vardır. Bazıları da şöyle demiştir: Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek, Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir. Atâ ise bu şekilde hüküm veren ilk kişinin Abdulmelik b. Mervan olduğunu iddia eder. el-Hakem der ki: Yemin ve şahide göre hüküm vermek bid'attir. Bu şekilde hüküm veren ilk kişi de Hazret-i Muâviye'dir. Ancak bütün bunlar yanlıştır, zandır. Gerçekle bir ilgisi yoktur. Reddedip bilmeyen kimse, tesbit edip bilen kimse gibi değildir. Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" âyetinden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahit ile beraber yemine dayanarak hüküm vermesini reddedecek bir ifade yoktur. Ayrıca bundan haklar, sadece bu âyet-i kerimede sözü geçen yollar ile hak edilir, başka bir yolla olmaz, diye bir sonuç da çıkartılamaz. Çünkü böyle bir iddia, yemin etmesi istenenin yemini kabul etmemesi, fakat isteyenin de yemin etmesi halinde ortaya çıkacak hükmü iptal etmeyi gerektirir. Halbuki, böyle bir durumda davacı, icma ile sözkonusu olan mala hak kazanır. Ve bu, yüce Allah'ın Kitabı'nda yoktur. İşte bu, bu görüşü kabul etmeyenlerin kanaatlerini reddeden kat'î bir delildir. Mâlik der ki: Bu görüşü ileri sürenlere karşı getirilecek delillerden birisi de onlara şöyle demektir: Bir adam bir başkası aleyhine bir mal iddiasında bulunsa, kendisinden bu mal istenen kişi üzerinde böyle bir hakkın olmayacağına dair yemin etmez mi? Yemin ettiği takdirde onun üzerinde olduğu iddia edilen bu hak ortadan kalkmaz mı? Şayet yemin etmeyecek olursa hak sahibi yemin edip hakkının hak olduğunu belirtirse ve bu şekilde karşı taraftaki adam aleyhine hakkı sabit olmaz mı? Ne dersin? Bu hususta hiçbir kimse ve hiçbir belde halkı ihtilaf etmiş değildirler. Peki bu hüküm nerden alınmıştır? Bu hükmü kabul edenler, bunu Allah'ın Kitabı'nın neresinde bulmuşlardır? Bunu kabul eden bir kimse şahit ile birlikte yemini de kabul etmelidir. İlim adamlarımız der ki: Diğer taraftan hadislerin meşhur ve sahih olmasına rağmen, bu hadislerle amel edenlerin bid'at işlediğini ileri sürüp sonunda bunlar gereğince hüküm verenlerin hükmünü nakzetmeleri, onun kısır görüşlü olduğunu söylemeleri hayret edilecek bir şeydir. Bununla birlikte, dört halife, Ubey b. Ka'b, Hazret-i Muâviye, Şureyh ve Ömer b. Abdulaziz -ki bu şekilde amel etmek üzere valilerine de mektup yazmıştır-, İyaz b. Hazret-i Muâviye, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Ebû'z-Zinad ve Rabia da böylece amel etmişlerdir. Bundan dolayı Mâlik şöyle der: Bu husustaki sünnetin ne olduğuna dair geçmiş uygulama yeterlidir. Ne dersiniz, acaba bunların hükümleri nakzedilecek ve bid'at işlediklerine hüküm verilecek midir? Bu büyük bir gaflettir ve hiç de doğru olmayan bir görüştür. Hadis İmâmları İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahid ile birlikte yemin ile hükmettiğini rivâyet etmektedirler. Müslim, Akdiye 3; Ebû Dâvûd, Akdiye 21; İbn Mâce, Ahkâm 31; Muvatta’', Akdiye 5; Beyhakî, Sünen, X, 281. Amr b. Dinar dedi ki: Bu, malî konulara hastır. Bunu Seyf b. Süleyman, Kays b. Sa'dan, o Amr b. Dinar'dan o da İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Ebû Ömer der ki: Bu, bu hadisin en sahih senedidir. İsnadında hiçbir kimsenin en ufak bir tenkidi bulunmayan bir hadistir. Hadis bilgisine sahip olan kimseler arasında ravilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yahya el-Kattan dedi ki: Seyf b. Süleyman sağlam bir ravidir. Ondan daha iyi belleyen kimseyi görmedim. en-Nesâî der ki: Bu, ceyyid bir isnaddır. Seyf de sikadır, Kays da sikadır. Müslim, İbn Abbâs'ın bu hadisini rivâyet etmiştir. Ebubekr el-Bezzâr der ki: Seyf b. Süleyman ve Kays b. Sad sika iki ravidir. Onlardan sonraki ravileri ise sika ve adalet hususundaki şöhretleri dolayısıyla sözkonusu edilmelerine ihtiyaçları yoktur. Ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi reddettiğine dair bir rivâyet gelmemiştir. Aksine bunu kabul ettiklerine dair rivâyetler gelmiştir. Medine âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Şu kadar var ki, Urve b. ez-Zübeyr ve İbn Şihab'dan bu konuda farklı rivâyetler gelmiştir. Ma'mer der ki: Ben ez-Zührî'ye şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeye dair soru sordum. Şöyle dedi: Bu, sonradan insanların ortaya çıkardıkları birşeydir. İki şahit mutlaka gereklidir. Yine ondan rivâyet edildiğine göre hakimlik görevine getirilir getirilmez ilk olarak bir şahit ve ilmine dayanarak hüküm vermiştir. Mâlik, arkadaşları, Şâfiî, ona uyanlar, Ahmed, İshak, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr, Dâvûd b. Ali ve eser ehlinden bir topluluk bu görüştedir. Bence buna muhalefet etmek câiz değildir. Çünkü bu konuda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyetler tevatür derecesindedir, Medineliler de nesiller boyunca böylece amel edegelmiştir. Mâlik dedi ki: Her yerde şahit ile birlikte yemine göre hüküm verilir. Muvatta’''ında bu mes'ele dışında başka herhangi bir şey için delil getirmiş değildir. Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek hususunda ondan, Medine'deki arkadaşlarından olsun Mısır ve diğer bölgedeki arkadaşlarından olsun herhangi bir kimseden farklı rivâyet gelmemiştir. Her beldede bulunan bütün Mâlikîler, -bizde Endülüs dışında- mezheplerine dair bundan başka bir görüş bilmezler. Çünkü Yahya b. Yahya, el-Leys'in buna göre fetva verdiğini görmediği gibi, bu görüşte olmadığını da ileri sürmüştür. Yahya hem sünnete hem hicret yurdundaki uygulamaya muhalefet etmekle birlikte bu hususta Mâlik'e de muhalefet etmiştir. Diğer taraftan şahit ile birlikte yemin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konulmuş ek bir hükümdür. Tıpkı Hazret-i Peygamber'in kadının halası ve teyzesiyle birlikte nikâhlanmasını, yüce Allah'ın: "Bunlardan başkası... size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti ile birlikte yasaklamasına ve yine: "De ki: ... (yemesi) haram kılınmış başka birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) âyetine rağmen, ehil merkep ederiyle yırtıcı hayvanlardan azı dişleri olan bütün hayvanları yemeyi yasaklamasına, yine mestler üzerine meshi öngörmesine benzer. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de yalnızca ayakların yıkanması veya meshedilmesi hükmü variddir. Bunun benzeri ise pek çoktur. Eğer: Kur'ân-ı Kerîm Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şahit ile birlikte yemine göre hüküm verme hükmünü neshetmiştir, demek câiz olursa, o takdirde Kur'ân-ı Kerîm yüce Allah'ın: "Allah alışverişi helâl faizi haram kılmıştır. Meğer ki aranızda karşılıklı bir rızadan doğan bir ticaretten dolayı olsun." (en-Nisâ, 4/29) âyetini da müzabene, bey'ul-ğarar ve henüz halkedilmemiş şeylerin satılması ile satışlarda nehyettiği diğer hükümleri neshettiğini söylemek de mümkün olur. Hiç kimse böyle birşey söyleyemez; çünkü Sünnet, Kitabı beyan edicidir. İbn Abdi'l-Berr'e ait bu açıklamalar için bk. el-İstizkâr, XXII, 48-55. Eğer: Hadîs-i şerîfte varid olan, muayyen bir mesele hakkındadır. O halde bunun genelliği sözkonusu değildir, denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Aksine bu, bu kaideyi kurallaştıran bir ifadedir. Hadisi rivâyet eden İbn Abbâs şöyle demiş gibidir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi vacip kılmıştır. Böyle bir yorumun lehine tanıklık eden hususlardan birisi de Ebû Dâvûd'un İbn Abbâs'tan naklettiği hadisteki şu ifadelerdir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) haklara dair bir şahit ve yemin ile hüküm vermiştir." Ebû Dâvûd, Akdiye 21. Kıyas ve aklî bakımdan konuya baktığımız takdirde; bizler yeminin iki kadının şahitliğinden daha güçlü olduğunu görürüz. Çünkü kadınların Hânda herhangi bir müdahaleleri olmamakla birlikte Hânda yeminin varlığı sözkonusudur. Diğer taraftan sünnet, sahih olarak geldi mi, onun gereğince hüküm vermek icabeder. Sünnetin ayrıca ona tabi olacak (ona uygun) başka şeylere ihtiyacı yoktur. Çünkü sünnete muhalefet eden, sünnetin gösterdiği delili kabul etmek zorundadır. Başarı Allah'tandır. 30- Malî ve Bedenî Haklara Dair Hüküm Vermenin Dayanakları: Şahit ile birlikte yemin ile hüküm vermek, anlaşıldığına ve sabit olduğuna göre, Kadı Ebû Muhammed Abdulvehhab'ın şöyle dediğini hatırlatalım: Bu, mallar ve onlara taalluk eden hususlara dairdir. Bedenî haklarda geçerli değildir. Çünkü şahid ile birlikte yemin ile hüküm verileceğini kabul eden herkes, bu konuda icma etmiştir. (Kadı Ebû Muhammed) der ki: Çünkü mallara dair haklar, bedene dair haklardan daha aşağı seviyededir. Buna delil ise bu haklar hakkında kadınların şahitliklerinin kabul edilmesidir. Kasten yaralama hususunda şahit ve yemin ile kısas icabeder mi etmez mi hususunda Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. Bu konuda iki rivâyet vardır. Birincisine göre bu durumda kısas ve diyet arasında ahak sahibinib muhayyer bırakmak gerekir. Diğerine göre ise, bunlara dayanılarak birşeye hükmetmek gerekmez. Çünkü bu (kısas) bedenî haklardandır. (Kadı Ebû Muhammed) dedi ki: Sahih olan da budur. Muvatta’''da Mâlik dedi ki: Bu (bir şahit ve yemin ile birlikte hüküm verme) özel olarak mallarda olur. Amr b. Dinar da böyle demiştir. el-Mâzerî der ki: Sırf mal hakkında, görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın (yemin ve şahide dayanılarak) hüküm kabul edilir. Fakat sırf, nikâh ve talâk hakkında kabul edilmeyeceğinde de görüş ayrılığı yoktur. Eğer şehadetin muhtevasında mal ile alâkalı birşey yoksa, fakat sonuçta mala götürüyor ise; sübutundan, malın dışında amaçlanmayan ölümden sonra vasiyet ve nikâha dair şehadette bulunmak ve benzeri şehadetlere gelince; bu gibi şahitliğin kabulünde görüş ayrılığı vardır. Bu noktada malı göz önünde bulunduran, katıksız mal davası hakkında kabul ettiği gibi; burada da bunu kabul eder. Durumu göz önünde bulunduran kimse ise bunu kabul etmez. el-Mehdevî dedi ki: Hadlere dair kadınların şahitliği fukahanın genelinin görüşüne göre câiz değildir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre nikâh ve talâkta da böyledir. Mâlik, Şâfiî ve başkalarının görüşü de budur. Bunlara göre kadınlar ancak malî konularda şahitlik ederler. Kadınların hakkında şahitlik edemediği bütün meselelerde, başkalarının şahitliği üzerinde de şehadette bulunamazlar. Beraberlerinde ister erkek bulunsun, ister bulunmasın. Bir erkek ve bir kadından şehadet nakleden kadınlarla beraber bir erkek bulunmadıkça yine şehadeti nakledemezler. Doğum, doğan çocuğun ağlaması ve buna benzer ancak kadınların hazır bulunabileceği bütün hususlarda ise, iki kadının şehadetine göre hüküm verilir. Bütün bunlar Mâlikî mezhebinin görüşleridir. Bazılarında da görüş ayrılığı vardır. Yüce Allah'ın: "O halde razı olacağınız şahitlerden..." âyeti bir erkek ve iki kadına sıfat olarak ref mahallindedir. İbn Bükeyr ve başkaları der ki: Bu âyet ile hakimlere hitab edilmektedir. İbn Atiyye de der ki: Bu uygun bir açıklama değildir. Hitap bütün insanlaradır. Fakat bu mes'ele ile içli dışlı olanlar ancak hakimlerdir. Yüce Allah'ın Kitabında, bazı kimselerin içli dışlı olduğu hususlarda hitabın herkese yöneltildiği benzeri hususlar pek çoktur. Şanı yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" âyeti şahitler arasında razı olunmayacak durumda bulunanlar olduğuna delildir. Bundan şu sonuca ulaşılır: İnsanlar adalet sıfatını baştan beri taşımazlar ki, onlar lehine bu sıfat sabit olsun. Adalet İslâm'dan ayrı ve ona ek bir manadır. Cumhûrun görüşü budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Açık bir fısktan uzak olmakla birlikte İslâm'ı açıkça görülen her bir müslüman -hali bilinmese dahi- adaletli bir kimsedir. Şureyh, Osman el-Bettî ve Ebû Sevr der ki: Burada kastedilenler -köle olsalar dahi- müslümanların adil olanlarıdır. Derim ki: Bunlar hükmü genelleştirmişlerdir. Bu genelleştirmeden bedevî bir kimsenin, adil ve razı olunan bir kimse olduğu takdirde, yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin kabul edilmesini gerektirir. Şâfiî ve ona muvafakat edenler bu görüşü benimsemiştir. Çünkü böyle bir kimse bizim erkeklerimizden ve bizim dindaşlarımızdandır. Bedevi olması ise bir başka şehirden olması gibidir. Adaletli kimselerin şahitliğini kabule delalet eden Kur'ân-ı Kerîm'deki genel âyetler, bedevi (göçebe) kimse ile yerleşik kimse arasında ayrım gözetmemektedir. Şanı yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" ile: "... aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun" (et-Talâk, 65/2) diye buyurmaktadır. Burada "aranızdan" âyeti müslümanlara yönelik bir hitaptır. Bu da kafi olarak adaletin İslâm'dan ayrı bir anlam olduğunu zorunlu olarak ifade etmektedir. Çünkü sıfat mevsufa (nitelenene) fazladan bir özellik kazandırır. Aynı şekilde: "Razı olacağınız şahitlerden" ifadesi de onun gibidir ve bu Ebû Hanîfe'nin söylediğine muhaliftir. Diğer taraftan bir kimsenin razı olunacak bir kimse olup olmadığı, durumu görülmedikçe bilinemez. O bakımdan İslâm'ın zahiri ile yetinmemek gerekir. Ahmed b. Hanbel ve İbn Vehb'in naklettiği rivâyete göre Mâlik, bedevinin yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin reddedilmesi, Ebû Hüreyre arab'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan söylediğini naklettiği şu hadis dolayısıyladır: "Bedevinin kasabada yaşayan kimse hakkındaki şahitliği câiz değildir." Ebû Dâvûd, Akdiye 17; İbn Mâce, Ahkâm 30. Sahih olan ise ileride en-Nisâ (4/135. âyet 3- başlıkta) ile et-Tevbe (9/97. âyet 2. başlıkta) sûrelerinde yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere adaletli ve razı olunan bir kimse olması şartıyla şahitliğin câiz olacağıdır. Ebû Hüreyre'nin hadisinde ise şehirde yaşayan kimsenin pazarda olması ile seferde olması arasında bir fark yoktur. Yolculukta olduğu zaman şehadetinin kabul edileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız der ki: Adalet dini hallerde i'tidalli olmak demektir. Bu ise büyük günahlardan kaçınmak, mürüvvetini korumak, küçük günahları da terketmek, emaneti zahir olmak ve ahmak olmamak suretiyle tamam olur. Bir görüşe göre de adalet, adil olduğunu kabul eden kimsenin kanaatine göre; iç temizliği ve yaşayışın müstakim olması demektir. Mana birbirine yakındır. 33- Konum Olarak Şahitlik ve İçtihadın Delili: Şahitlik, büyük bir velayet ve şerefli bir mertebe olduğundan dolayı -ki bu da başkasının başkası hakkındaki sözünü kabul etmektir- şanı yüce Allah şahitlikte razı olmayı ve adaleti şart koşmuştur. O bakımdan şahitlik edecek kimsenin kendine has birtakım özelliklerinin, kendisiyle bezeneceği birtakım faziletlerinin olması gerekir ki, başkasına göre bir meziyeti olsun. Bu meziyet de özel olarak sözünün kabul edilmesi rütbesini ona vermeyi gerekli kılsın ve kendisinden hak taleb edilenin zimmetinde, onun şehadetine dayanılarak alınacak bir hak olduğuna hüküm edilsin. İşte bu, bizim ilim adamlarımıza göre açıkta olmayan birtakım husus ve hükümlere dair emareler ve alâmetlerle istidlal edip ictihad etmenin câiz olduğunun en açık delilidir. İleride yüce Allah'ın izniyle buna dair diğer açıklamalar Yusuf Sûresi'nde (12/26. âyet 1 ve 3- başlıklarda) gelecektir. Yine bunda işin hakimlerin içtihadına havale edilebileceğine dair delil de vardır. Çünkü şahitteki bir gafilliği yahut şüphe edilecek bir durumunun olduğunu ferasetiyle anlayabilir ve bundan dolayı onun şehadetini red edebilir. 34- Adalet ve Ebû Hanîfe'nin Şahidin Zahiriyle Yetinmesi: Ebû Hanîfe der ki: Hadlerde değil de malî konularda zahiren müslüman olmakla yetinilir. Ancak bu onun kendi görüşünü çürüten ve maksadını ortadan kaldıran bir çelişkidir. Çünkü bizler "haklardan herhangi bir hakka dair..." demekteyiz. O bakımdan hadlerde olduğu gibi bir kimse aleyhine hakka dair şahitlikte bulunmakta da zahiren dindarlığı ile yetinilmez. Bunu da İbnu'l-Arabi söylemiştir. 35- Nikâh Şahitliğinde Adalet Şart mı ? Yüce Allah, açıkladığımız gibi borçlanmalarda razılığı ve adaleti şart koştuğundan dolayı, bunun -nikâh iki fasıkın şahitliği ile de akdolur diyen Ebû Hanîfe'ye hilâfen- nikâhta şart koşulması öncelikle sözkonusudur. Ebû Hanîfe bu sözüyle mali konularda emrolunan ihtiyatı nikâh için öngörmemiştir. Halbuki helâllik, haramlık, had ve neseb ile alakalı olduğundan dolayı nikâhta ihtiyat öncelikle sözkonusudur. Derim ki: Bu konuda Ebû Hanîfe'nin görüşü son derece zayıftır. Çünkü yüce Allah razı olunmayı ve adaleti şart koşmuştur. Halbuki mücerred müslüman olmakla razı olunacak bir kimse olduğu bilinemez. Bu, ancak önceden de geçtiği üzere durumunun tetkik edilmesiyle bilinebilir. Ben müslümanım, şeklindeki sözün zahirine aldanmamak gerekir. Belki de içten içe şahitliğinin reddedilmesini gerektiren özellikleri vardır. Tıpkı yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Öyle insanlar vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar... Allah ise fesadı sevmez." (el-Bakara, 2/204); "Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider..." (el-Münafıkun, 63/4). 36- Şahitlikte Bir Erkek Yerine İki Kadının Öngörülmesindeki Hikmet: Yüce Allah'ın: "Biri unutursa" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyd der ki:"unutursa" demektir. Şehadetten sapmak (dalâl) onun bir bölümünü unutup diğer bir bölümünü hatırlamaktır. Kişi bu ikisi arasında şaşırır kalır. Şahitliği tümüyle unutan kimse hakkında ise bu tabir kullanılmaz. Hamza şart anlamında hemzeyi esreli olarak: " Hatırlatır" âyetindeki "fe" harfini de cevabı anlamında okumuştur. (Buna göre anlamı şöyle olur: Şahit kadınlardan biri unutursa diğerine hatırlatsın). Şart ve cevabı ise iki kadın ve erkeğin sıfatı olmak üzere ref mahallindedir. "Hatırlatır" kelimesinin merfu okunuşu ise yeni bir cümle (isti'naf) olması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah'ın: "Fakat kim bir daha dönerse Allah ondan intikam alır." (el-Maide, 5/95) âyetinin merfu olarak gelmesi de böyledir. Sîbeveyh'in görüşü budur. Diğer taraftan daki hemzeyi üstün olarak okuyan kimse bunu mefûlun leh yapmış olur. Bundaki âmil de mahzûf olur. (.......) âyetinin cemaatin okunuşuna göre üstün olması ile nasb edilen fiile atfolması dolayısıyladır. en-Nehhâs der ki: kelimesinin "te" ve "dât" harflerinin üstün olarak okunması caizdir. Bununla birlikte "te" harfi esreli, "dât" harfi de üstün olmak üzere şeklinde de okunabilir. "Te" ve "dât" harflerini üstün okuyanlar bu fiili şeklinde kullananlar gibi kullanmış olur. Buna bağlı olarak şeklinde "te" harfi esreli okunarak mazi şeklinin vezninde olduğuna delâlet etmesi sağlanmış olur. el-Cehderî ve îsâ b. Ömer de "başka bir sebeple unutursa" anlamına olmak üzere "te" harfini ötreli, "dat" harfini üstün olarak diye okumuşlardır. Ebû Amr ed-Dâni onlardan bunu böylece nakletmiştir. en-Nekkâş ise el-Cehderî'den "şahitlik unutulursa" anlamına "te" harfini ötreli, "dat" harfini de esreli olarak okumuştur. At ve deve telef olup da bulunmamak üzere gittikleri vakit kişi der. Yüce Allah'ın: " Hatırlatır" âyetinde İbn Kesîr ve Ebû Amr "zel" ve "kef" harflerini şeddesiz okumuştur. Bu okuyuş; öbürü diğer kadını şahitlikte erkek gibi yapar, anlamına gelir. Çünkü kadının şahitliği yarım şahitliktir. İki kadın birlikte şahitlik ettikleri takdirde, toplam olarak bir erkeğin şahitliği gibi olur. Bu açıklamayı Süfyan b. Uyeyne ve Ebû Amr b. el-Alâ yapmıştır. Ancak böyle bir açıklamanın doğruluğu uzak bir ihtimaldir. Çünkü unutma anlamına gelen (ed-dalâl)ın karşılığında ancak "hatırlama" sözkonusu olabilir. İşte bu çoğunluğun kıraati olan " Hatırlatır" şeklinde şeddeli okuyuşun anlamıdır. Yani biri yanılır ve unutursa, öteki onu uyarır. Derim ki: Ebû Amr'ın kıraati de aslında bu anlama racidir. Yani onlardan birisi unutacak olursa, diğeri ona hatırlatsın. İşte -şeddeli olarak O şeyi hatırladım, O şeyi- başkasına hatırlattım ve Onu hatırlattım, denildiği zaman hep aynı anlama gelir. Bu açıklamayı (el-Cevherî) es-Sıhhah'ta yapmıştır. 38- Şahitler Şahitlik Etmekten Çekinmesinler: Yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme iki hususu bir arada ifade etmektedir. Bunlar da bir şeye şahit olmak üzere çağrıldığın zaman yüzçevirmeyeceksin, şahit olduğun bir şey hakkında şahitlikte bulunmak üzere de çağrıldığında yine yüzçevirmeyeceksin. İbn Abbâs da böyle demiştir. Katâde, er-Rabî ve İbn Abbâs da der ki: Yani şahit olmak ve bunu yazılı belgeye tesbit etmek üzere (çağrıldığında çekinmeden gideceksin) demektir. Mücâhid de der ki: Âyetin anlamı şudur: Sen bir şeye şahit olmuş isen şahitlikte bulunmaya çağrıldığın vakit (çekinmeyeceksin) demektir. en-Nekkaş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini kaydederek âyet-i kerimeyi bu şekilde tefsir ettiğini belirtmektedir. Mücâhid der ki: Öncelik ve ilk olarak şahit olmak üzere çağrıldığın takdirde arzu edersen git, etmezsen gitme. Ebû Miclez, Atâ, İbrahim, İbn Cübeyr, es-Süddî, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir. Buna göre şahitlerin akdi yapan taraflar yanında hazır olmaları vacip değildir. Ancak borçlanma taraflarının şahitlerin yanında hazır olmak yükümlülüğü vardır. Bu iki şahidin yanına gidip onlardan şahitliklerini yazılı belgede tesbit etmeyi istemeleri haline gelince; yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" âyeti ile kastedilmiş olması mümkün olan durum işte budur. Ve bu, şahitliği tesbit etmek içindir. Onların şahitlikleri bu şekilde tesbit edildikten sonra hakimin huzurunda şahitlikte bulunmak üzere çağrıldıkları vakit, işte bu çağırma (davet) hakimin huzurunda bulunmaları ile -ileride de geleceği üzere- gerçekleşir. İbn Atiyye de der ki: Âyet-i kerîme el-Hasen'in de dediği gibi mendup olmak üzere iki hususu bir arada ifade etmektedir. Müslümanlara kardeşlerine yardımcı olmak teşvik edilmiştir. Eğer şahitlerin rahatlıkla bulunabildiği genişlik halinde ve hakkın askıya alınmayacağından yana emin bulunuluyor ise, çağrılan kimsenin gitmesi mendubdur. Bununla birlikte en basit bir özür sebebiyle çağrıyı kabul etmeme hakkı da vardır. Eğer mazeretsiz olarak gitmeyecek olursa, yine günah da kazanmaz, sevap da alamaz. Şayet ortada bir zorunluluk var ve hakkın askıya alınacağından asgari seviyede olsa bile korkuluyor ise, mendubluk güç kazanır ve vacibe doğru yaklaşır. Eğer şahidin (akde) şahitlik etmekten geri kalması sebebiyle hakkın yok olup telef olacağını bilir ise, o takdirde bu şahitliği yapmak onun için vacip olur. Özellikle şahid olmuş ve şehadette bulunmak üzere çağrılmış ise, o vakit bu şartlarda şehadette bulunması daha pekiştirici bir hüküm kazanır. Çünkü artık bu boyuna geçirilmiş bir boyunduruk ve yerine getirilmesi gereken bir emanet haline gelmiştir. Derim ki: Bu âyet-i kerimenin şuna delil görülmesi de mümkündür: İmâmın insanlar için şahitlik etmek üzere görevliler tayin etmesi ve bunlara beytü’l-malden ihtiyaçlarına yetecek kadar bir maaş bağlaması caizdir. Bu gibi kimselerin insanların haklarını -o hakları korumak üzere- insanların haklarına şahit olarak, onlara dair bilgi sahibi olmaktan başka bir işleri olmaz. Eğer böyle birşey olmazsa haklar zayi olur ve batıl olur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Haklarını aldıkları takdirde şahitler, şahitlik etmek üzere çağrılmayı reddetmeye kalkışmasınlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Eğer: Bu ücretle şahitliktir, denilecek olursa deriz ki: Bu, haklarını beytü’l-malden almış bir topluluk tarafından yapılan katıksız (halisane) bir şahitliktir. Onların aldıkları bu ücret, hakimlerin, valilerin ve bütün müslümanların menfaatleri için çalışan kamu görevlilerinin aldıkları erzaka (maaşlara) benzer. İşte onların aldıkları ücret de bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan yüce Allah da: "Onun için çalışmak üzere tayin edilenlere..." (et-Tevbe, 9/60) âyeti ile bunlara da farz olarak bir hisse ayırmaktadır. 39- Şahit Şahitlik İçin Hakimin Huzuruna Gider: Yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurması, hakimin huzuruna gidecek olanın şahit olduğunu göstermektedir. Bu, şeriatın üzerinde yükseldiği ve bütün çağlarda uygulanan, ümmetin tümünün anladığı bir hakikattir. Arapların mesellerinden birisinde şöyle denilmektedir: "Hakemin yanına, evine gidilir." Bu husus sabit olduğuna göre köle şahitlik edeceklerin kapsamı dışında kalır. Bu ise yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" âyetinin genel ifadesini tahsis etmektedir. Çünkü kölenin çağrıyı kabul etme imkânı yoktur. Bu çağrıyı kabul edip gitmesi de köle için sahih değildir. Çünkü köle bizatihi bağımsız değildir. O ancak başkasının izniyle tasarruf edebilir. O bakımdan velayet etme konumuna çıkamadığı gibi, şahitlik konumunda da değildir. Evet, Cum'a, cihad ve hac farzlarını da edâ etmekle yükümlü değildir. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır. 41- Hak Sahibi Şahitlik Edecek Kimseyi Tanımıyor İse... İlim adamlarımız (Maliki mezhebi âlimleri) der ki: Sözü geçen bu hükümler şahitlik etmek üzere çağrılma haliyle ilgilidir. Şayet bir kimse şahitlik edecek bilgiye sahip olup o şahitlikle yararlanacak hak sahibi bunu bilmiyor ise, bazıları böyle bir şahitliği yapmak mendubdur, demişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurmakta ve çağrılma esnasında şahitlik etmeyi farz kılmaktadır. O halde çağrılmadığı takdirde şahitlik etmesi mendub olur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şehadette bulunan kimsedir." Bunu hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Müslim, Akdiye 19; Ebû Dâvûd, Akdiye 13; Tirmizî, Şehâdât 1; İbn Mâce, Ahkâm 18; Muvatta’', Akdiye 3. Sahih olan görüşe göre; böyle bir şahitlikte bulunmaması halinde, eğer hakkın zayi olmasından veya yok olmasından korkuyor ise, şahitlik etmesi istenmese dahi, şahitlikte bulunması farz olur. Boşama yahut köle azad etme gibi, hanımından faydalanmak, köleyi de hizmetinde kullanmak tasarrufuna şahit tutmuş kimse ve buna benzer haller ile ilgili şahitlikte de hüküm aynıdır. Bütün bunlara dair herhangi bir şekilde şahit tutulmuş olan kimsenin, bu şahitliğini yerine getirmesi vaciptir. Onun bu şahitliği yapması, şahitlik etmesi istenmesine bağlı değildir. Çünkü yapmayacak olursa hak zayi olur. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Şahitliği Allah için dosdoğru yapın" (et-Talâk, 65/2); "Bilerek hak ile şehadet edenler müstesna" (ez-Zuhruf, 43/86). Sahih hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Zalim olsun yahut mazlum olsun kardeşine yardımcı ol." Buhârî, Mezâlim 4, İkrah 7; Tirmizî, Fiten 68; Dârimî, Rikaak 40; Müsned, III, 99, 201. Buna göre (karşı tarafın) inkârının öldürdüğü kardeşinin hakkını diriltmek üzere, kendisinin şahit olduğu olaya dair şahitlikte bulunmakla kardeşine yardımcı olması, artık onun için teayyün etmiş demektir. 42- Şahitlik Etmekten Kaçınmanın Hukuki Cezası: Sözünü ettiğimiz şekillerden herhangi birisine göre şahitlikte bulunması icabeden bir kimse, eğer bu şahitliği yapmayacak olur ise, hem şahidin kendisinde, hem de şahitlik edilecek hususta tenkidi gerektiren bir husus olduğunda şüphe yoktur. Yüce Allah'ın hakları ile insanların hakları arasında bu bakımdan bir fark yoktur. İbnu'l-Kasım'ın ve başkalarının görüşü budur. Kimisine göre de böyle bir şahitlik, eğer insanoğlu haklarından bir hak ile ilgili ise, bu özel olarak sadece o şahitliğin kendisinde tenkidi hak ettiren bir konudur. Artık bundan sonra o konuda şahitliği bir daha yapamaz. Fakat sahih olan birincisidir. Çünkü şahitlikten kaçınanın tenkid edilmesini gerektiren şey, yapması vacip olan bir işi özürsüz olarak yerine getirmediğinden dolayı fasık olmasıdır. Fasık olmak ise, kayıtsız ve şartsız olarak şahitlik ehliyetini ortadan kaldırır. Bu da açık bir husustur. 43- İstenmeden Şahitlik Etmek: Hazret-i Peygamber'in: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şahitlikte bulunandır" Hadis, 41 no'lu başlıkta geçti. âyeti ile İmrân b. Husayn'dan rivâyet edilen şu Hadîs-i şerîf arasında bir tearuz yoktur: "Şüphesiz sizin en hayırlılarınız benimle çağdaş olanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler, daha sonra da onların ardından gelenler." -Sonra İmrân (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi çağından sonra iki mi üç mü dedi bilemiyorum-. "Daha sonra onların ardından şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecek, kendilerine güvenilmeyen ve hainlik edecek, adakta bulunup adaklarını yerine getirmeyecek bir topluluk gelecektir. Ve onlarda şişmanlık da başgösterecektir." Bu iki hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Rikaak 7, Eymân 27, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 1; Şehâdât 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 214; Ebû Dâvûd, Sünne 9; Tirmizî, Fiten 45; Nesâî, Eymân 29; Müsned, IV, 426, 427, 436, 440 Bu son Hadîs-i şerîf üç ayrı şekilde yorumlanabilir: 1- Bununla yalancı şahitliği kastetmiş olabilir. Çünkü yalan şahitlik yapan kimse şahitlik etmesi istenmeyen bir şeye şahitlik etmiş olur. Yani ne şahit olduğu bir şeyi söyler, ne de şahit olması istenmiş bir şeyi. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'nin naklettiğine göre Ömer b. el-Hattâb, el-Câbiye kapısında yaptığı konuşmasında şunları söyledi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim bu şekilde aranızda ayağa kalktığım gibi aramızda ayağa kalktı, sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, ashabım hakkında Allahtan korkunuz, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler (hakkında). Daha sonra yalan ve yalan şahitlik yayılacaktır." Tirmizî, Fiten 7; İbn Mâce, Ahkâm 27; Müsned, I, 18. 2- İkinci yorum: Bu Hadîs-i şerîf ile şahitlikte bulunmak üzere son derece iştahlı olan kimse kast edilmiş olabilir. Bu iştahı sebebiyle şahitlik etmesi istenmeden önce elini çabuk tutar. Böylesinin şahitliği reddedilir. Çünkü onun bu şekilde davranması şahidin belli bir hevâ ve hevesin etkisi altında olduğunu göstermektedir. 3- Üçüncü yorum ise bu hadisin bazı yollarının ravisi olan İbrahim en-Nehaî'nin söylediği şu şekil olabilir: Bizler daha küçük çocuk iken bizlere yeminden ve şahitliklerden uzak durmayı emrederlerdi. 44- Hakkın Belgelenmesinden Üşenmemek Gerekir: Yüce Allah'ın: "Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin" âyetinde yer alan "Üşenmeyin" usanmayın, demektir. el-Ahfeş der ki: denilir. Şair de şöyle demektedir: "Hayatın yükümlülüklerinden bıktım, usandım Her kim yetmiş yıl yaşarsa -babasız kalasıca- usanır." “Yazmakta" ibaresi "üşenmeyin" fiili nasb mahallindedir. "Küçük veya büyük olsun" âyeti ise "onu... yazmaktan" âyetindeki zamirden hâl olan iki kelimedir. Âyet-i kerimede zamirin öne alınması ona gösterilen ihtİmâm dolayısıyladır. Bu şekilde üşenmenin yasaklanması, borçlanmanın aralarında sık sık görülmesi dolayısıyladır. O bakımdan bunu yazmaktan üşenmelerinden ve aralarından herhangi birisinin: Bu az birşeydir. Bunu yazmaya gerek duymuyorum, demesinden korkulduğundan dolayı, şanı yüce Allah, az olsun çok olsun yazmaya teşviki daha bir pekiştirmiştir. İlim adamlarımız der ki: Bundan istisna bir kırat ve buna yakın meblağlardır. Çünkü bunlar ehemmiyetsiz, basit miktarlardır ve bunu kabul etmek veya reddetmek bakımından insan nefsinin herhangi bir isteği olmaz. 45- Yazmak, Adalete, Şehadetin Doğruluğuna Sebeptir: Yüce Allah'ın: "Bu" yani azın da çoğun da yazılması ve buna şahit tutulması "Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam" daha sıhhatli ve daha güçlü koruyucu "ve şüpheye düşmemeniz için de daha yakındır." Şüphe ihtimalini daha da uzaklaştırır. 46- Şahit Yazılı Olanı Hatırlayamazsa: Yüce Allah'ın: "Şehadet için daha sağlam" âyeti, şuna delildir: Şahit yazılı belgeyi görüp de şahitliği hatırlayamayacak olursa bu konuda tereddüde düştüğünden dolayı şahitlikte bulunmaz. Bildiğinden başka birşeyin şahitliğini yapmaz. Bunun yerine şöyle der: Bu benim yazımdır, fakat şu anda orada ne yazdığımı hatırlamıyorum. İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen ilim ehlinin çoğunluğu, eğer şahitlikte bulunduğunu hatırlamayacak olursa yazısına bakarak şehadet etmesini kabul etmezler. Mâlik ise bunun câiz oluşuna yüce Allah'ın: "Biz bildiğimizden başkasına şehadet etmedik" (Yusuf, 12/81) âyetini delil göstermiştir. Bazı âlimler de der ki: Şanı yüce Allah yazmayı adalete nisbet ettiğinden dolayı, kişinin, kendi hattına dayanarak -hatırlamayacak olsa dahi- şahitlik etme imkânı vardır. İbnu'l-Mubarek, Ma'mer'den, o İbn Tavus'tan, o babasından birşeye şahitlik edip de sonradan bunu unutan adam hakkında şöyle dediğini zikretmektedir: Şayet sakde (yazılı borç belgesinde) kendi alametini yahut kendi el yazısını bulursa şahitlik etmesinde bir mahzur yoktur. İbnu'l-Mubarek dedi ki: Ben de bunu gerçekten güzel buldum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberlerden de anlaşıldığına göre o, birden çok şey hakkında delâletler ve belgelere dayanarak hüküm vermiştir. Onun tarafından gönderilen elçilerin varlığı da bu görüşün sağlıklı olduğuna delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride yüce Allahın izniyle Ahkaf Sûresi'nde (46/ 4. âyet, 4. başlıkta) buna dair daha başka açıklamalar gelecektir. 47- Ticari Akidlerin Yazılması: Yüce Allah'ın: "Meğer ki bu aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun" âyetinde yer alan ilkinden olmayan ve istisna olmak üzere nasb mahallindedir. el-Ahfeş Ebû Said der ki: Yani, bir ticaret olması hali müstesnadır. O bakımdan bu istisna meydana gelmek ve gerçekleşmek anlamındadır. Başkası ise: "Devredeceğiniz" âyeti haberdir, der. Burada yalnızca Âsım, diye okumuştur. Bu ise bu kelimenin in haberi olarak böyle okunmuştur. İsmi ise içinde gizlidir. “Hazır" ticaretin sıfatıdır. İfadenin takdiri şöyledir: Ancak ticaret hazır devredeceğiniz bir ticaret olursa. Veya; meğer ki alışveriş hazır bir ticaret olsun.. Mekkî ve Ebû Ali el-Farisî böyle takdir etmişlerdir. Bunun benzerleri ve buna dair istişhadlar önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, onlar için yazmanın zor olduğunu bildiğinden dolayı nakit olarak yapılan bütün alışverişlerde bunu terkedebileceklerini açıkça belirtmiş ve bunu terketmekten dolayı vebali kaldırmıştır. Bu ise yiyecek ve buna benzer miktarı az olan, çoğunlukla yapılan şeyler hakkında böyledir. Yoksa mülkler ve benzeri miktarları çok olan şeyler hakkında böyle değildir. es-Süddî ve ed-Dahkak der ki: Bu ayazma yükümlülüğünün kaldırılmasıb elden ele alınıp teslim edilen şeyler ile ilgilidir. 48- Peşin ve Veresiye Alışverişlerde Yazışma: Yüce Allah'ın: "Aranızda devredeceğiniz" âyeti karşılıklı kabzetmeyi ve kabzedilen şeyi ayırmayı gerektirir. Fakat başkasının yüklenilen diyetleri, arazi ve birçok hayvan satışları halinde ayrılmaları ve saklanmaları kabil olmadığından dolayı bunların yazılması güzeldir. Bunlar da o bakımdan borçlu alım satımlara ilhak edilmiştir. Buna göre yazmak, ileride meydana gelebilecek durum değişikliklerini kalplerdeki değişiklikleri belgeye bağlamak içindir. Şayet akid muamelesinde birbirinden ayrılır ve taraflarkabzederher biri karşı taraftan satın aldığını alıp ayrılabilir ise adeten -ancak bilinmesi oldukça zor sebepler müstesna- anlaşmazlığa düşme korkusu azalır. İşte şeriat vadeli ve peşin satma hallerinde saklanabilen ve saklanamayan şeyler ile ilgili olarak, yazmak, şahit tutmak ve rehin gibi maslahatlara dikkatimizi çekmektedir. Şâfiî der ki: Üç türlü satış vardır. Birisi yazılı ve şahitli satış, birisi rehinli satış, birisi emanet ile satış. Daha sonra bu âyet-i kerimeyi okur. İbn Ömer de peşin sattığında şahit tutar, vadeli sattığında da yazardı. 49- Alışverişlerde Şahit Tutmak: Yüce Allah'ın: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" âyeti ile ilgili olarak Taberî şöyle der: Bu küçük olsun büyük olsun bütün satışlarınız için şahit tutunuz, anlamındadır. Bu hususta insanlar, (şahit tutmak) vacip midir mendub mudur farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, İbn Ömer, ed-Dahhak, Said b. el-Müseyyeb , Cabir b. Zeyd, Mücâhid, Dâvûd b. Ali ve onun oğlu Ebubekir, burada emir vücup ifade eder, demektedir. Bu konuda işi en sıkı tutanları ise Atâ'dır. O şöyle demiştir: Bir dirheme, yarım dirheme, üçte bir dirheme ya da bundan daha az bir meblağa alsan da satsan da şahit tut. Çünkü yüce Allah: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" diye buyurmaktadır. İbrahim'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bir demet bakla dahi olsa, sattığın zaman da satın aldığın zaman da şahit tut. Bu kanaatte olup da bunu tercih edenlerden birisi de Taberî idi. Taberî şöyle der: Sattığı ve satın aldığı zaman herhangi bir müslümanın şahit tutmaması helâl değildir. Böyle yapmayacak olursa aziz ve celil olan Allah'ın Kitabına aykırı hareket etmiş olur. Aynı şekilde bu vadeli ise bunu yazması ve bir yazıcı bulması halinde de şahit tutması görevidir. en-Nehaî ve el-Hasen'in kanaatine göre ise burada emir mendubluk ve irşad ifade etmektedir. Kat'î bir emir değildir. Bunun Mâlik'in, Şâfiî'nin ve re'y ashabının görüşü olduğu da nakledilmektedir. İbnu'l-Arabî bunun hepsinin görüşü olduğunu ileri sürer ve: Sahih olan da budur, der. Dahhak dışında bunun vacip olduğunu kimsenin söylediğini de nakletmez. O devamla der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) satmış ve yazmıştır. Hazret-i Peygamber'in bu konudaki belgesinin sünneti de şöyledir: Rahmân ve rahim Allah'ın adıyla. Bu, el-Addâ b. Halid b. Hevze'nin Muhammed Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan satın aldığı(na dair bir belgedir). Ondan bir köle -yahut bir cariye- satın almıştır. Herhangi bir kusuru saklanmamıştır. Bir gailesi ve bir kötülüğü yoktur. Bir müslümanın bir müslümana sattığıdır. Buhârî, Buyû’ 19; Tirmizî, Buyû’ 8; İbn Mâce, Ticarât 47. Ancak Buhârî'de ifade: "Bu, el-Addâ b. Halid b. Hevze'nin... satın aldığı" şeklinde değil de: "Bu, Allah'ın Rasûlü Muhammed'in el-Addâ' b. Halid'den satın aldığı(na dair belgedir)" şeklindedir. Ayrıca bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IV, 363. Yine Hazret-i Peygamber satmış ve şahit tutmamıştır. Satın almıştır ve şahit tutmaksızın zırhını bir yahudinin yanında rehin bırakmıştır. Eğer şahit tutmak vacip olsaydı anlaşmazlık korkusuyla, rehin ile birlikte şahit tutmak icab edecekti. Derim ki: ed-Dahhak'ın dışında kalıp bunun vacip olduğunu söyleyenleri de zikretmiş bulunuyoruz. ed-Addan'ın bu hadisini Dârakutnî ve Ebû Dâvûd Dârakutnî, III, 77. da rivâyet etmişlerdir. İslâm'a girmesi Mekke'nin fethinden ve Huneyn gazasından sonra olmuştur. Şu sözler de onundur: Huneyn günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaştık. Allah bize üstünlük vermedi, bizi muzaffer etmedi. Sonra da İslâm'a girdi ve güzel bir şekilde İslâm'a bağlandı. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) zikretmiştir. Bu hadisini de zikrettikten sonra şunları söyler: "el-Esmaî dedi ki: Ben Said b. Ebî Arube'ye burada geçen "gaile"nin ne olduğunu sordum, şöyle dedi: Kaçma, hırsızlık ve zina alışkanlığıdır. Yine burada geçen "hibse"nin ne demek olduğunu sordum. Bana müslümanlarla ahdi bulunan kimselerin satılması demektir, dedi." İmâm Ebû Muhammed b. Atiyye dedi ki: Bu konuda hükmün vücup ifade etmesi pek tutarlı değildir. Basit ve önemsiz hususlarda bu oldukça zordur, meşakkatlidir. Çok olan şeyler hakkında ise tacir kimi zaman şahit tutmayı terketmekle karşı tarafın kalbini ısındırmayı kastedebilir. Böyle birşeyi terketmek bazı beldelerde adet de olabilir. Kimi zaman alimden, saygı duyulan yaşlı bir adamdan utandığından dolayı ona şahit tutmayabilir. İşte bütün bunlar güven duymak kapsamına girer, geriye de şahit tutma emrinin mendubluk ifade etmesi kalır. Çünkü çoğunlukla bunda bir maslahat vardır. Elverir ki belirttiğimiz gibi şahit tutmaya mani herhangi bir özrün varlığı olmasın. el-Mehdevî, en-Nehhâs ve Mekkî bir topluluktan: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" âyetini yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse" (el-Bakara, 2/283) âyeti ile neshedildiğini söylemişlerdir. en-Nehhâs bunu Ebû Said el-Hudrî'den senedini kaydederek zikreder. Onun: "Ey îman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazınız" âyetini: "Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emaneti eksiksiz ödesin" (el-Bakara, 2/283) âyetine kadar okudu ve: Bu âyet-i kerîme kendisinden öncekini neshetmiştir, dedi. en-Nehhâs dedi ki: Aynı zamanda bu, el-Hasen'in, el-Hakem'in ve Abdurrahman b. Zeyd'in de görüşüdür. et-Taberî ise şöyle der: Bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bu hüküm (283. âyetteki hüküm) birinci hükümden (282. âyetteki hükümden) farklıdır. Bu, yazacak kâtib bulamayan kimsenin hükmünü ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet bir yolculukta bulunup da katip bulamazsanız, o zaman alacağınız rehinler (de yeter) Eğer biriniz diğerine güvenirse" yani ondan rehin istemezse "kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin." Taberî der ki: Şayet bunun birinci âyetteki hükmü neshetmesi câiz olsaydı, yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse..." (en-Nisa, 4/43) âyetinin yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Namaza kalkacağınız zaman..." (el-Maide, 5/6) âyetini neshettiğini söylememiz, yine aynı şekilde yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa iki ay aralıksız oruç tutmalıdır" (en-Nisa, 4/92. âyetin sonları) âyetinin, yüce Allah'ın: "Mü’min bir köleyi azad etmesi (gerekir)" (en-Nisâ, 4/92. âyetin baş tarafları) âyetini neshettiğini söylememiz mümkün olurdu. Bazı ilim adamları da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse..." âyetinin şahit tutma emrini ihtiva eden âyet-i kerimenin baş tarafından sonra nazil olduğu açıkça ortada değildir. Aksine hep birlikte varid olmuşlardır. Nasih ile mensubun bir arada ve aynı durumda varid olmaları ise câiz değildir. (Taberî) dedi ki: İbn Abbâs'tan kendisine: Deyn âyeti (2/282. âyet) neshedilmiştir, denilince şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Hayır, Allah'a yemin ederim deyn âyeti muhkemdir, onda nesh yoktur. (Devamla) dedi ki: Şahit tutmak ancak kalbi rahatlatmak öngörülmüştür. Çünkü şanı yüce Allah, borcun belgelendirilmesi için birtakım yollar tesbit etmiştir. Bunlardan birisi yazmaktır, birisi rehin tutmaktır, diğeri de şahit tutmaktır. Bölge âlimleri arasında relinin vücup yoluyla değil de mendub olmak üzere meşru olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İşte bundan şahit tutmanın da benzeri bir hüküm taşıdığı öğrenilmektedir. İnsanlar yolculuk halindeyken, mukim iken, karada, denizde, dağda, ovada şahit tutmaksızın alışveriş yapagelmişlerdir. İnsanlar da bunu bilmekle birlikte buna karşı herhangi bir tepki göstermemişlerdir. Şayet şahit tutmak vacip olsaydı bunu terkedene tepki göstermeyi ihmal etmezlerdi. Derim ki: Bütün bunlar güzel istidlaldir. Bundan da daha güzeli şahit tutmanın terki hususunda varid olan sahih sünnettir. Bu da Dârakutnî'nin Tarık b. Abdullah el-Muharibi'den yaptığı şu rivâyettir: Tarık dedi ki: Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden bir kafile ile birlikte geldik. Medine yakınlarında konakladık. Beraberimizde bir hanım da vardı. Biz oturuyor iken üzerinde beyaz iki elbise bulunan bir adam geldi, bize selam verdi, biz de onun selamını aldık. Bu kafile nereden gelmektedir? dedi. Biz de Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden, dedik. Beraberimizde kırmızı bir devemiz de vardı. Bize: Şu devenizi bana satar mısınız? dedi. Biz de şu kadar sa' hurmaya, dedik. Bizden daha aşağı düşmemizi hiç istemedi. Bunu aldım, dedi. Daha sonra devenin başını (yularını) aldı. Sonra Medine'ye girdi ve biz onu göremez olduk. Sonra biz kendi aramızda birbirimizi kınayarak dedik ki: Devenizi tanımadığınız kimseye verdiniz. Beraberimizde bulunan hanım şöyle dedi: Birbirinizi kınamayınız. Ben adamın yüzünü gördüm. O size hainlik edecek birisi değildir. Onun yüzünden daha çok bir kimsenin yüzünü ondördündeki aya benzediğini görmüş değilim. Akşam olunca bir adam yanımıza gelip: Esselamu aleyküm, dedi. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın size gönderdiği elçisiyim. O sizlere bundan doyuncaya kadar yemeyi ve hakkınızı tastamam alıncaya kadar ölçmeyi emretti. (Tarık) dedi ki: Doyuncaya kadar yedik ve hakkımızı tamamiyle alıncaya kadar ölçtük. Dârakutnî, III, 45. Bu hadisi ez-Zührî, Umare b. Huzeyme'den zikretmektedir. Amcası kendisine -ki o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabındandır- anlattığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir bedevî araptan bir at satın aldı.... diye hadisi zikretmektedir. Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: A'rabî (bedevî) şöyle demeye koyuldu: Bu atı sana sattığıma dair şehadet edecek bir şahit getir. Huzeyme b. Sabit dedi ki: Ben şehadet ederim ki o atı sen ona satmış bulunuyorsun. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huzeyme'ye dönüp dedi ki: "Neye dayanarak şahitlik ediyorsun?" Huzeyme şöyle dedi: Seni tasdik etmekle ey Allah'ın Rasûlü. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Huzeyme'nin şahitliğini iki kişinin şahitliğine bedel kıldı. Bu hadisi de Nesâî ve başkaları rivâyet etmiştir. Nesâî, Buyû’ 81. 50- Şahide de Kâtibe de Zarar Verilemez: Yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyeti ile ilgili üç görüş vardır: 1- Kâtip, kendisine yazdınlmadıkça yazmaz. Şahit de şahitliğinde ne ona birşey ekler, ne ondan birşey eksiltir. Bu açıklamayı el-Hasen, Katâde, Tavus, İbn Zeyd ve başkaları yapmıştır. 2- İbn Abbâs, Mücâhid ve Atâ'dan rivâyet edildiğine göre bunun anlamı şudur: Yazan yazmaktan, şahit de şahitlik etmekten imtina etmesin. Bu iki görüşe göre "zarar verilmesin" diye meali verilen: .......ın aslı "re" harfi esreli olarak şeklindedir. Daha sonra idğam olmuş ve birincisinin sakin olması sebebiyle fetha da hafif olduğundan dolayı "radıyallahü anh" harfi fethalı gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben Ebû İshak'ın bu görüşe meylettiğini gördüm. Dedi ki: Çünkü bundan sonra: "Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur" âyeti gelmektedir. O halde evla olan doğru olmayan bir şekilde şahitlik eden veya yazıda tahrif yapan kimseye "fâsık" demektir. Birisinden şahitlik etmeyi isteyip de o meşgul olduğu için şehadet edemeyen kimseden çok, buna böyle demek daha uygundur. Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs, İbn Ebi İshak, birinci "radıyallahü anh" harfini esreli olarak diye okumuşlardır. 3- İbn Abbâs'tan da rivâyet edilen ve Mücâhid, ed-Dahhâk, Tavus ve es-Süddî'ye göre "yazana da şahide de asla zarar verilmesin" âyetinin anlamı, meşgul oldukları halde şahit şahitlikte bulunmaya, yazan da yazmaya çağırılırlasın. Eğer bunlar mazeretlerini ortaya koyacak olurlarsa ayine de bu işi onlara yaptırırsab onları zora koşmuş ve onlara eziyet vermiş olur. Onlara: Siz abu işi yapmamaklab Allah'ın emrine muhalefet ediyorsunuz ve buna benzer sözler söylerse onlara zarar vermiş olur. Bu açıklamaya göre ise akelimesinin aslı "radıyallahü anh" harfi üstün olarak şeklindedir. İbn Mes'ûd da birinci "re" harfini üstün olarak şeklinde okumuştur. İşte yüce Allah böyle bir zarar vermeyi yasaklamaktadır. Çünkü şayet yüce Allah, bu emri mutlak vermiş olsaydı, şahitlik edecek ve yazıyı yazacak olanların bu işlerle uğraşması, dinî görevlerini yerine getirmelerine, mÂişetlerini kazanmalarına engel olabilirdi. Diğer taraftan: "Karşılıklı zarar vermek" lâfzında iki taraftan zarar sözkonusu olduğuna göre, bütün bu manaları gerektirir. Katip ve şahit ilk iki görüşe göre (onlar zarar vermesinler anlamındaki) fiilleri dolayısıyla merfu olmuşlardır. Üçüncü görüşe göre ise meçhul bir fiilin, naib-i faili olduklarından dolayı merfu olmuşlardır. 51- Zarar Vermek Fâsıklığı Gerektirir: "Eğer yaparsanız" yani zarar verirseniz "bu size dokunacak bir fısk" yani masiyet "olur" demektir. Bunun masiyet anlamına geldiği, Süfyan-ı Sevrî'den nakledilmiştir. Kâtip de şahit de fazla veya eksik tesbit ile asi olurlar. Bu ise mal ve bedenlerde eziyete sebep olan yalan kabilindendir. Ayrıca bunda hakkın iptali de sözkonusudur. Aynı şekilde eğer başka bir meşguliyetleri var ise onlara eziyet vermek de ayazmak ve şahitlik etmek zorunda bırakmak dab bir masiyettir ve Allah'ın emrine muhalefet olması bakımından doğrunun dışına çıkmaktır. Yüce Allah'ın: "Size" âyeti ise; size dokunacak bir fasıklıktır, takdirindedir. 52- Herşeyi Bilen Allah Size Öğretiyor; O Bakımdan Allah'tan Korkun: Yüce Allah'ın: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah herşeyi çok iyi bilendir" âyeti, yüce Allah tarafından kendisinden korkan takvâlılara onlara öğreteceğine dair bir vaaddir. Yani takvâlıların kalbine kendisi vasıtasıyla kalblerine bırakılanları kavrayıp anlayabilecekleri bir nûr halkeder. Allah herşeyden önce takvâlı olanın kalbinde bir furkan da halkedebilir. Yani hakkı batıldan kendisiyle ayırdedebileceği bir ölçü verebilir. Şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız O, size (iyiyi kötüden ayırdedecek) bir furkan verir..." (el-Enfal, 8/29) âyeti de bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. |
﴾ 282 ﴿