ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ(Medine'de inmiştir. 200 âyettir). Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile 1Elif, Lâm, Mim. Âyetin tefsiri için bak:2 2Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır, Kayyûm'dur. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Elif, Lâm, Mîm. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır, Kayyûm'dur" âyeti ile başlayan bu sûrenin Medine'de indiği icmâ' ile kabul edilmiştir. en-Nekkaş, bu sûrenin Tevrat'taki adının "Taybe" olduğunu nakletmektedir. el-Hasen, Amr b. Ubeyd, Âsım b. Ebi'n-Necûd ve Ebû Ca'fer er-Ruâsî vasl "Elifini kat' ile şeklinde ve Bir, iki, üç, dört" gibi sayı isimleri vasl olmakla birlikte vakf takdir ettikleri gibi, "Elif, Lâm, Mîm" üzerinde de vakf takdir ederek "Elif, Lâm, Mîm Allahu..." şeklinde okurlar. el-Ahfeş Said der ki: İki sakinin birarada bulunması dolayısıyla "Elif, Lâm, Mîm"'in "Mîm" harfini esreli olmak üzere şeklinde okumak da caizdir. ez-Zeccâc ise der ki: Bu, bir hatadır. Ağırlığı dolayısıyla Araplar böyle demezler. en-Nehhâs der ki: Evla olan kıraat şekli âmmenin okuyuşudur. Eski nahiv âlimleri bu hususta değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Sîbeveyh'in görüşüne göre "Mîm"in fethalı okunması iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyladır. "Mîm"in fethalı okunmasını seçmeleri esre, "yâ" ve yine ondan önce esrenin bir araya getirilmemesi isteğidir. el-Kisaî der ki: Hecâ (alfabe) harfleri ile vasl Elifleri bir araya gelecek olurlarsa, vasl Elifi hazfedilir ve hecâ harfi vasl Elifinin harekesi ile harekelenerek (meselâ) şöyle denilir: " Elif, Lâm, Mîmallah, Elif Lâm, mizkür, Elif, Lâm mîmiktarabet." el-Ferrâ' da der ki: Asıl olan er-Ruâsî'nin de okuduğu şekilde "Elif, Lâm, Mîm Allahu..." şeklinde okumaktır. Böylelikle hemze'nin harekesi Mîm'e verilmiş olmaktadır. Ömer b. el-Hattâb da: "el-Hayyu’l-kayyâm" şeklinde okumuştur. Harice der ki: Abdullah (b. Mes'ûd)ın Mushafında: "el-Hayyu'l kayyimu" şeklindedir. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında sûrelerin başlarında yer alan Mukatta Harflere dair ilim adamlarının görüşlerini önceden açıklamış bulunuyoruz. Bu sûrede "Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur, Hay'dır, Kayyûm'dur" başlı başına bir cümle olarak geldiğinden dolayı bu hususa dair bu görüşlerin tümünün bir anda burada düşünülmesi mümkündür. 2- Aynı Sûreyi Birden Çok Rek'atte (Zammı Sûre Olarak) Okumak: el-Kisâî'nin rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yatsı namazını kıldırdığı bir seferinde Âl-i İmrân Sûresi'ni okumaya başlayarak "Elif Lâm Mim..." diye okumuş ve birinci rek'ate yüz âyet, ikinci rek'atte de geri kalan yüz âyeti okumuştur. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Bir sûreyi iki rekatta okumamalıdır. Eğer namaz kılan böyle yapacak olsa bu da yeterli gelir. Mâlik, el-Mecmua'da, bunda bir mahzur yoktur, fakat yapılması gereken de bu değildir, demektedir. Derim ki: Sahih olan bunun câiz olduğudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da akşam namazında A'raf Sûresi'ni iki rekate bölerek okumuştur. Bunu da yine Nesâî rivâyet etmiştir. Ayrıca Ebû Muhammed Abdulhak da bunun sahih olduğunu bildirmiştir ki, ileride gelecektir. 3- Bu Sûrenin Faziletine Dair Rivâyetler: Bu sûrenin faziletine dair birçok haber ve rivâyet gelmiştir. Bunlardan bazılarına göre bu sûre yılan sokmasına karşı bir emân, yoksullara bir hazine, âhiret gününde bu sûreyi okuyanı sallallahü aleyhi ve sellemunacağı ve onun son âyetlerini geceleyin okuyan kimseye geceyi namazla kılmış gibi ecir yazılacağı ve buna benzer diğer haberler bu kabildendir. Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde şunu zikretmektedir: Bize Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm nakletti, dedi ki: Bana Ubeydullah el-Eşcaî naklederek dedi ki: Bana Mis'ar nakletti, dedi ki: Bana Câbir, içinde düştüğü duruma düşmeden önce en-Nehaî'den naklederek dedi ki: en-Nehaî dedi ki: Abdullah dedi ki: Gecenin son bölümünde kılacağı namazda Âl-i İmrân Sûresi'ni okumak yoksul bir kimse için ne büyük bir hazinedir. Bize Muhammed b. Said anlattı, bize Abdusselam, el-Cüreyrî'den, o Ebû's-Sillîl'den naklederek dedi ki: Bir adam kısas dolayısıyla takip edilecek oldu. O da gidip Mecenne vadisine sığındı. Burası öyle bir vadi idi ki, orada yürüyen bir kimseyi mutlaka bir yılan sokardı. Vadinin kenarında yüksekçe bir yerde iki rahip de vardı. Akşam olunca rahiplerden biri diğerine: Allah'a yemin olsun ki bu adam helâk oldu demektir, dedi. Derken o adam Âl-i İmrân Sûresi'ni okumaya başladı. Bu sefer rahipler şöyle dediler: Bu adam Taybe Sûresi'ni okudu, kurtulması muhtemeldir Sabahı sağ salim etti. Mekhul'den de müsned olarak şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim Cum'a günü Âl-i İmrân Sûresi'ni okuyacak olursa, gece oluncaya kadar melekler ona rahmetle dua eder. Osman b. Affân'dan da senedini kaydederek şöyle dediğini zikreder: Geceleyin Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarını okuyana bu kişi bir geceyi namazla geçirmiş gibi yazılır. Ancak bu rivâyetin senedinde İbn Lehîa vardır. Müslim'de en-Nevvâs b. Sem'ân el-Kilâbî'den şöyle dediğini belirten bir rivâyet yer almaktadır: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet günü Kur'ân-ı Kerîm ve onun gereğince amel eden ehl-i Kur'ân olanlar getirilir. Kur'ân'ın önünde Bakara Sûresi ve Âl-i İmrân yer alır." -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu iki sûreye üç örnek verdi ve ben daha sonra bu üç örneği unutmadım. Devamla dedi ki: "Bu iki sûre ya iki bulut yahut da aralarında ışık ve aydınlık bulunan iki siyah gölgelik veya sahiplerini savunan dizi dizi kuşlardan iki topluluk gibidir." Yine Müslim, Ebû Umame el-Bâhilî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kur'ân-ı Kerîm'i okuyunuz. Çünkü o Kıyâmet gününde ashabına bir şefaatçi olarak gelecektir. İki ışık saçıcı sûre olan Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini de okuyunuz. Çünkü her ikisi de Kıyâmet gününde iki bulut yahut iki gölgelik ya da sahiplerini savunan dizi dizi iki bölük kuş gibi geleceklerdir. Bakara Sûresi'ni okuyunuz. O sûreyi almak (öğrenmek) bereket, onu terketmek hasrettir. Bâtılcılar da onun altından kalkamaz." Hazret-i Muâviye der ki: Burada geçen "batılcılar"dan kastın, sihirbazlar olduğu haberi bana ulaşmıştır. 4- Bakara ve Âl-i İmrân Sûrelerine "ez-Zehrâveyn" Adının Verilişi: Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine "ez-Zehrâveyn" adının verilişiyle ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır: 1- Bunlar, ışık saçan iki sûredir. Bu da "ez-Zehr ve ez-Zuhre" kelimesinden alınmadır. Bu adın veriliş sebebi ya o sûreleri okuyanın nurlarından yani manalarından aldığı aydınlık ile hidâyet bulmasıdır. 2- Ya da onları okumaya karşılık, Kıyâmet gününde (okuyucularına) verilmesi sözkonusu olan eksiksiz nûr dolayısıyladır. Bu da ikinci görüştür. 3- Bu iki sûreye bu ismin veriliş sebebi, her ikisini de Ebû Dâvûd ve başkalarının kaydettikleri şekilde yüce Allah'ın İsm-i Azam'ını müşterek olarak ihtiva etmeleridir. Yezid kızı Esmâ'dan gelen rivâyete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz yüce Allah'ın İsm-i Azamı şu iki âyet-i kerimededir: "Ve ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Rahmândır, Rahîmdir" (el-Bakara, 2/263) âyetiyle Âl-i İmrân Sûresi'nde yer alan: "Allah O'dur ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, o Haydir, Kayyûm'dur" âyetidir. Bunu aynı zamanda İbn Mâce de rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfte (bu iki sûreyi nitelemek üzere geçen) "el-ğamâm: Bulut" kelimesi, sarmaş dolaş bulut demektir. Tepeye yakın olduğu takdirde buna el-ğayaye (gölgelendirici herşey) ismi verilir. "ez-Zulle (gölgelik)" de aynı şeydir. Hadîs-i şerîfin manası da şudur: Bu iki sûreyi okuyan kimse onları okumanın sağladığı sevabın gölgesindedir. Nitekim Hadîs-i şerîfte: "Kişi sadakasının gölgesindedir" denilmektedir. Hadîs-i şerîfteki: "Onu sallallahü aleyhi ve sellemunurlar" ifadesinden kasıt da şudur: Yüce Allah, onların sevabı dolayısıyla, onun adına savunma yapacak melekler yaratır. Nitekim kimi Hadîs-i şerîfte: "Şüphesiz her kim: "Allah şahitlik etti ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetini okuyacak olursa Allah, Kıyâmet gününe kadar kendisine mağfiret isteyecek yetmiş melek yaratır" buyurulmuştur. Hadîs-i şerîfte geçen: "Aralarında (her iki bulut arasında) ışık ve aydınlık olacaktır" ifadesi ise bunlardaki aydınlığa dikkat çekmektedir. Çünkü "siyah" kaydı getirilince bunların karanlık olacağı vehmi uyanabileceğinden böyle bir vehim "her ikisi arasında da bir aydınlık vardır" âyeti ile ortadan kaldırılmaktadır. Yani bu iki bulutun siyah olmalarından kasıt, oldukça kesif oluşları ve bu kesiflikleri sebebiyle altlarında bulunan ile güneşin sıcaklığı ve aşın harareti arasında engel teşkil etmeleri dolayısıyla bu böyle olacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Sûrenin Baş Taraflarının Nüzul Sebebi: Bu sûrenin baş tarafları, Muhammed b. İshak'ın, Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre Medine'ye gelen Necran heyeti dolayısıyla nazil olmuşun Bu heyette bulunanlar hıristiyan olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına Medine'ye altmış süvari olarak geldiler. Bunların arasında şereflilerinden ondört kişi vardı. Bu ondört kişi arasında da bütün işlerinin başı üç kişi vardı ki, bunlar heyetin emiri, görüş sahibi ve asıl ismi Abdulmesih olan el-Âkib, diğeri ise gerçek koruyucuları, efendileri, toplantılarının başkanı el-Eyhem ismini taşıyan kişi, diğeri ise papazları ve âlimleri bulunan, Bekr b. Vâiloğullarından birisi olan Ebû Harise b. Alkame idi. Bunlar ikindi namazının akabinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdiler. Üzerlerinde bir çeşit Yemen elbisesi olan hibârları, cübbe ve ridâları vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı: Biz onlar gibi güzel ve heybetli bir başka heyet görmedik, dediler. Dua vakitleri girince kalktılar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinde doğuya doğru ibadet ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onlara ilişmeyin" buyurdu. Arkasından Medine'de birkaç gün daha kaldılar. Bu süre zarfında ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Îsa hakkında tartışıp durdular. Onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiler ve buna benzer daha başka oldukça çirkin ve tutarsız iddialarda bulundular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da gözkamaştırıcı apaçık delillerle onların görüşlerini cevaplandırıyor, iddialarını çürütüyordu. Fakat onlar bunu bir türlü görmüyorlardı. Onlar hakkında bu sûrenin başından itibaren seksen küsur kadar âyet nazil oldu. Nihayet iş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onları Mübahaleye davet etmesi noktasına kadar gelip dayandı. İbn İshak'ın Siretinde ve başka eserlerinde zikredildiğine göre durum böyle olmuştur. 3O sana Kitabı, hak ile önündekileri doğrulayıcı olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de indirdi; "O sana kitabı" yani Kur'ân-ı Kerîm'i "hak ile" yani doğruluk ile "indirdi." Burada "hak ile" âyetinin açık ve nihaî delil ile indirdi, anlamına geldiği de söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm peyderpey, kısım kısım indirilmiştir. İşte bundan dolayı ardı arkasına indirmeyi ifade eden tef îl kökünden "nezzele" diye buyurmuştur. Tevrat ve İncil ise bir defada indirilmiştir. İşte bundan dolayı (onlar hakkında): "enzele" diye buyurulmuştur. Hak ile" âyetindeki "be" harfi "kitab"ın halini bildirmektedir. Bu harf, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk eder. Bu ise; Kitap, sana hak ile gelerek... takdirindedir. Bu kelime kelimesine taalluk etmez. Çünkü bu kelime, bir tanesi cer harfi ile olmak üzere iki mef'ûle geçiş yapmıştır, üçüncüsüne geçiş yapamaz. "Doğrulayıcı olarak" kelimesi ise intikal eden (değişebilen) bir hal olmayıp te'kid edici bir haldir. Çünkü onun başka türlü olması imkânsızdır. Yani uygun olmaması düşünülemez. Cumhûrun görüşü budur. Bazıları ise bunda intikal olduğunu da takdir etmişlerdir. Yani o hem kendisini doğrulayıcı hem başkasını doğrulayıcı. "Önündekileri" âyeti ile kastedilen daha önce indirilmiş kitaplardır. Tevrat, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime çakmak taşının alevi görüldüğü vakit kullanılan kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin aslı ise "tef ele" vezni üzere şeklindedir. "Te" harfi zaiddir. "Te" harfi hareke alıp ondan öncesi fetha olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir. Bu kelimenin tef'ile vezninde olup "re" harfinin esre'den fetha'ya intikal ile mümkündür. Nitekim (bazı lehçelerde): şeklinde söylendiği de görülür. Bu iki açıklama da el-Ferrâ''dan nakledilmiştir. Halil ise der ki: Bu kelimenin aslının vezni "fev'ale" veznidir. Buna göre kelimenin aslı da şeklindedir. Birinci "vâv" kelimesinde olduğu gibi "te"ye kalbedilmiştir. Halbuki bu kelimenin aslı olup veznindedir ve aslı şeklindedir. Harekesi ile önceki harf fethalı olduğundan dolayı "ye" harfi "elife kalbedilmiştir. Arapçada "fev'ale" binası ise tef ale binasından daha çok kullanılır. "Tevrat" kelimesinin: " Tevriye"den alındığı da söylenmiştir. Bu ise birşeyi ta'riz yoluyla (üstü kapalı) açıklarken diğer tarafını gizlemek demektir. Âdeta Tevrat'ın çoğunluğu, gereken tasrih ve açıklama verilmeksizin birtakım tariz ve işaretlerden meydana geldiğinden dolayı bu isim verilmiş gibidir. Bu da el-Müerric'in görüşüdür. Cumhûr ise birinci görüşü kabul etmiştir. Buna sebep ise yüce Allah'ın şu âyetleridir: "....Biz Mûsâ ile Hârûn'a furkanı ışık veren ve takva sahiplerine bir öğüt olarak verdik" (el-Enbiyâ, 21/48) âyetidir. Burda "Furkan"dan kasıt ise Tevrat'tır. İncil kelimesi ise "asi" demek olan "en-necl" kelimesinden "if'îl" vezninde bir kelimedir. Çoğulu "enacîl" gelir. Tevrat'ın çoğulu ise "Tevârin" şeklindedir. İncil, birçok ilim ve hikmetin aslı demektir. Kişinin aslı olduklarından dolayı, anne ve babası kastedilerek "Allah onun iki nâciline de lanet etsin" denilir. İncil kelimesinin birşeyi çıkartmak, halini anlatmak için kullanılan; dan geldiği de söylenmiştir. Buna göre; İncil vasıtasıyla birçok ilim ve hikmet elde edildiği için ona bu isim verilmiş olmaktadır. Çocuğa ve soy-sopa, anne-babasından çıktığı için "neci" denilmesi bundan dolayıdır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Öyle bir topluluğa ki, onların ataları küçüklerine adiliği miras bırakmamıştır Aksine her babayiğit onların çocuklarıdır." Neci aynı zamanda sızıntı halinde çıkan su demektir. Su bir yerden sızıntı halinde çıktığı vakit ifadeleri kullanılır. İşte bundan dolayı İncil'e bu ad verilmiştir. Zira yüce Allah, onun vasıtasıyla silinmiş, izleri kaybolmuş hakkı ortaya çıkarmıştır. İncil kelimesinin gözün genişliğini ifade etmek üzere kullanılan dan alınma olduğu da söylenmiştir. Oldukça geniş bir mızrak yarasını ifade etmek için tabiri kullanılır. Şair der ki: "Busra arasında parlak keskin bir kılıçla vurulmuş nice darbe ve Oldukça geniş nice mızrak yarası..." Bu anlam göz önünde bulundurularak, İncil'e bu isim verilmişin Çünkü İncil, onlar için çıkartılan, genişletilen ve onlar için hem nûr ve hem bir aydınlık olan aslî bir kaynaktır. (İncil'den gelen): Tenâcul'un karşılıklı anlaşmazlık anlamında olduğu söylenmiştir. Buna göre insanların onun hakkında anlaşmazlıkları dolayısıyla bu kitap İncil ismini almıştır. Şemir kimi lügatçilerden şunu nakletmektedir: Satırları fazla yazılı her bir kitaba "incil" denilir. "Necele" kelimesinin, yaptı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair der ki: "Onun, o işte yaptığı gibi ben de yapıp gidiyorum." Tevrat ve İncil'in Süryanice olduğu da söylenmiştir. İncil'in Süryanice "İncilon" olduğu da söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi nakleder. el-Cevherî de der ki: İncil, Hazret-i Îsa'ya verilen kitabın adıdır. Bu kelime hem müzekker, hem müennes olur. Bunu müennes olarak zikreden, sahifeyi kasteder, müzekker olarak kabul eden de kitabı kasteder. Başkaları ise şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'e de aynı şekilde İncil ismi verilmiştir. Nitekim Hazret-i Mûsa'nın münacaat kıssasında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Rabbim, ben Levhalarda, İndileri kalplerinde olan bir kavmin geleceğini görüyorum. Onları ümmetim kıl!" Ancak yüce Allah ona şöyle buyurdu: "O ümmet Ahmed ümmetidir." Salat ve selâm ona. İşte burada "İnciller" ile Kur'ân kastedilmektedir. el-Hasen "el-Encîl" şeklinde okurken, diğerleri "iklîl" gibi esreli olarak "İncîl" okumuşlardır. Bu da iki ayrı söyleyiştir. Eğer bu kelime Araplardan işitilmiş ise Arapların arapçalaştırdığı, Arapça olmayan isimlerden olması ve Arap dilinde benzeri bir kelime olmaması da mümkündür. 4Bundan önce insanlara hidâyet olmak üzere. Furkan'ı da indirdi. Muhakkak ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere çetin bir azap vardır. Allah Azîz'dir, intikam alıcıdır. Yüce Allah'ın: "Bundan önce" Kur'ân'dan önce "insanlara hidâyet olmak üzere" âyeti hakkında İbn Fûrek der ki: İfadenin takdiri, takva sahibi olan insanlara hidâyettir, şeklindedir. Bunun delili ise Bakara Sûresi'nde: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) âyetidir. Böylelikle o, buradaki umumî ifadeyi Bakara Sûresi'ndeki özel ifadeye göre açıklamış bulunmaktadır. "Hidâyet olmak üzere" âyeti hal olmak üzere nasb mahallindedir. "Furkân" kelimesi ise Kur'ân demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştır. 5Yerde olsun, gökte olsun şüphesiz hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bu, yüce Allah'ın eşyaya dair bütün hususları etraflıca bildiğini haber vermektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer âyetler pek çoktur. Yüce Allah olanı da olacağı da olmayanı da bilendir. Durum böyle olduğuna göre; eşyaya dair bilgiler Îsa'ya gizli kalabildiğine göre; o, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabilir? 6Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Azizdir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur" âyeti ile, yüce Allah bizlere, insanları annelerin rahimlerinde kendisinin şekillendirdiğini haber vermektedir. "Rahîm" kelimesi rahmetten gelmektedir. Çünkü rahim (akrabalık) kendisi sebebiyle insanların karşılıklı olarak merhamet göstermelerine sebeptir. "Suret (şekil)" kelimesi ise birşeyi meylettirmek için kullanılandan gelmektedir. "Suret" buna göre belli bir şekle ve belli bir konuma benzemeye meyleden şeyin adıdır. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah, tazim edilmektedir. Muhtevası içerisinde Necrân hıristiyanlarının görüşleri reddedilmekte, Hazret-i Îsa'nın şekil verilen kimselerden olduğu ifade edilmektedir. Bu ise aklı başında herhangi bir kimsenin inkâr edemeyeceği bir husustur. Yüce Allah Haşr Sûresi (22/5. âyette) ile Mü’minûn Sûresi'nde (23/12-14. âyetlerde) şekillendirmeye dair açıklamalarda bulunmuştur. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de İbn Mes'ûd tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte buna dair açıklamalarda bulunmuştur ki, bu Hadîs-i şerîf de yüce Allah'ın izniyle (az önce belirtilen yerde) gelecektir. Yine bu âyet-i kerimede tabiatçıların görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü tabiatçılar tabiatı mutlak kahhâr (etkin güç) olarak kabul etmektedirler. Onların görüşlerini redde dair açıklamalar ise Tevhîd âyetinde (el-Bakara, 2/164. âyet 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İsmi Muhammed b. Sencer olan İbn Sencer'in Müsned'inde de şu Hadîs-i şerîf yer almaktadır: "Muhakkak yüce Allah ceninin kemiğiyle kıkırdaklarını erkeğin menisinden, onun yağ ve etlerini de kadının menisinden yaratır" denilmektedir. İşte bu, çocuğun hem erkeğin hem de kadının menisinden yaratılmış olduğunun en açık delilidir. Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Şüphesiz Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık..." (el-Hucurât, 49/13) âyetinden açıkça anlaşılan da budur. Müslim'in Sahihinde de Sevbân yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir: Yahudi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedi ki: Ben sana yeryüzü insanları arasında bir peygamberin, yahut bir ya da iki kişinin dışında hiçbir kimsenin bilmediği bir hususu sormaya geldim. Hazret-i Peygamber: "Buna dair bilgiyi sana verecek olursam bunun sana faydası olur mu?" diye sorunca Yahudi, dedi ki: Ben de kulaklarımla duymuş olurum. (Devamla) dedi ki: Ben sana çocuğun durumu hakkında sormaya geldim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu sarıdır. Bir araya gelip de erkeğin menisi kadının menisinden üstün gelirse yüce Allah'ın izniyle erkek çocukları olur. Şayet kadının menisi erkeğin menisinden üstün gelirse Allah'ın izniyle çocukları kız olur." Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle Şûra Sûresi'nin sonlarında (42/49-50) gelecektir. 2- Allah, Dilediği Şekilde Şekillendirendir: Yüce Allah'ın: "Dilediği gibi şekillendiren" âyeti; güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir noksanlık ve buna benzer mutluluk ve bedbahtlık gibi hususları ifade, eder. İbrahim b. Edhem'den nakledildiğine göre Kur'ân okuyuculan onun meclisinde bildiği hadislerin bir kısmını dinlemek üzere bir araya geldiler. Onlara şöyle dedi: Beni meşgul eden dört şey vardır. Bunlarla uğraştığım için hadis rivâyet edecek boş vaktim olmuyor. Ona: Seni meşgul eden şeyler nelerdir? denilince şu cevabı verdi: Bunlardan birincisi şudur: Ben yüce Allah'ın şu âyetinde sözünü ettiği Mîsâk Günü üzerinde düşünüyorum: "Bunlar cennetliktir ve aldırış etmiyorum, bunlar da cehennemliktir aldırış etmiyorum." İşte ben bu ayrımın yapıldığı vakit, bu iki kesimden hangisinde idim, bilemiyorum. İkinci husus rahimde bana şekil verildiği zamanda rahimler üzerinde görevli olan melek: "Rabbim, bu bedbaht mıdır yoksa mutlu mudur?" diye sorduğunda cevabın ne olduğunu bilemeyişimdir. Üçüncü husus ölüm meleği ruhumu kabzedeceğinde: "Rabbim, küfür ile birlikte mi îman ile birlikte mi (ruhunu kabzedeyim)?" diyeceğinde ne cevap verileceğini bilemiyorum. Dördüncü husus ise: "Ey günahkârlar, siz bugün ayrılın!" (Yâsîn, 36/59) buyrulacağı vakit, ben iki kesimden hangisi arasında olacağımı bilemeyişimdir. Daha sonra yüce Allah: "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" diye buyurmaktadır. Yani O'ndan başka yaradan, O'ndan başka suret ve şekil veren yoktur. İşte bu, O'nün vahdaniyyetinin delilidir. Nasıl olur da Îsa kendisi şekillendirilmiş iken şekil veren, kuvvet veren olabilir? "O Azizdir" asla mağlub edilemez, "Hakimdir" hikmet sahibi olandır veya herşeyi sapasağlam yapandır. İşte bu da özellikle sözkonusu ettiği şekillendirme hakkında daha da özel bir ibaredir. 7Sana Kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Kur'ân'ın Müteşâbih Olanına Uyanlar: Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'yiline yeltenmek İçin onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar: «Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır» derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır" âyetini okudu. (Hazret-i Âişe) devamla dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan sakınınız." Ebû Ğâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebû Umâme ile birlikte gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik) başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen Hâricîlerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebû Umame şöyle dedi: Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarladı- sonra da ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebû Umâme? deyince şöyle dedi: Onlara olan merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslâm'dan çıktılar. Daha sonra yüce Allah'ın: "Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir..." âyetinden itibaren birkaç âyet okudu, daha sonra da: "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın..." (Âl-i İmrân, 3/105) âyetini okudu. Ben: Ey Ebû Umâme, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu senin kendi görüşüne dayanarak söylediğin "birşey mi yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme dayanarak söylüyor isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkâr bir kimseyim demektir. Aksine ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir değil, iki değil, üç değil, dört değil beş değil, altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim. Daha sonra da parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklarım sağır olsun, dedi ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde olacaktır. " 2- Muhkem ve Müteşâbihe Dair İlim. Adamlarının Görüşleri: İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sevrî'nin ve diğerlerinin görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri arasında muhkem, olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen âyetlerdir. Müteşâbih olanlar ise yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan âyetlerdir. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyâmetin kopacağı vakit, Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hazret-i Îsa'nın inmesi, sûre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir. Derim ki: Müteşâbihe dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında er-Rabî' b. Haysem'den yüce Allah'ın bu Kur'ân-ı Kerîm'i indirdiğini ve dilediğinin bilgisini yalnızca kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivâyeti nakletmiş bulunuyoruz. Ebû Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın namazın kabul olunmadığı Fâtihatu’l-Kitap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki: Muhkem İhlas Süresidir. Çünkü bu sûrede tevhidden başka hiçbir şey yoktur. Şöyle de denilmiştir: Kur'ân-ı Kerîm, bütünüyle muhkemdir, çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) Yine Kur'ân'ın bütünüyle müteşâbih olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Müteşâbih bir kitap olarak..." (ez-Zümer, 39/23) diye buyurmuştur. Derim ki: Ancak bu açıklamanın âyet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" âyetinin anlamı şudur: Yani bu âyetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır. "Müteşâbih bir kitap olarak" âyeti ise, bir kısmı'diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte, demektir. Yoksa yüce Allah'ın: "Bazı âyetleri muhkemdir" âyeti ile "diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu mana değildir. Bu âyet-i kerimedeki "müteşâbih" tabiri ihtimal ve benzerlik kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Bize göre birçok inekler birbirine benziyor" (el-Bakara, 2/70) âyeti kabilindendir. Yani biz onları birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına gelme ihtimali vardır. Bu âyette "muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali bulunmayan âyetlerdir. Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu sefer müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'î hususların kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer'î durumundadır. İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler, yüce Allah'ın En'âm Sûresi'nde yer alan: "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım.." (el-En'am, 6/151) âyetinden itibaren üç âyetin sonuna kadar olan âyetlerdir. İsrailoğulları hakkındaki: "Rabbin: «Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyilikle muamele edin» diye hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) âyeti de muhkem âyetlerdendir. İbn Atiyye der ki: Bu bana göre (İbn Abbâs'ın) muhkem âyetlere dair vermiş olduğu bir örnektir. Yine İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler Kur'ân-ı Kerîm'in nâsih âyetleri, haram kılan âyetleri, farz kılan âyetleri, kendisine îman edilen ve gereğince amel olunan âyetleridir. Müteşâbihler ise, mensûh âyetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri, kendisine îman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı âyetlerdir. İbn Mes'ûd ve başkaları ise der ki: Muhkem âyetler neshedici âyetlerdir. Müteşâbihler ise nesholunan âyetlerdir. Katâde, er-Rabî' ve ed-Dahhâk da böyle demiştir. Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr der ki: Muhkem âyetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı) kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden âyetlerdir. Bunların herhangi bir manaya hamledilmeleri veya asıl anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir. Müteşâbih âyetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir. Mücâhid ve İbn İshak da bu görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu, bu âyetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhâs ise der ki: Muhkem âyetler ile müteşâbih âyetler hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli şudur: Muhkem âyetler bizatihi ayakta durabilen ve anlaşılması için başka âyetlere başvurmayı gerekli kılmayan âyetlerdir: "Kimse O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-İhlâs, 112/4) ile: "Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyrukları gibi. Müteşâbih âyetler ise: "Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret edicidir" (ez-Zümer, 39/53) âyetinin gereği gibi anlaşılabilmesi için yüce Allah'ın: "Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" âyeti ile: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48, 116) âyetine başvurulur. Derim ki: en-Nehhâs'ın bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü "muhkem" kelimesi (........) kelimesinden ism-i mef'ûldur. "İhkâm" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt bulunmayan âyetlerin böyle olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu âyetlerin kelime manaları gayet açıktır ve kelime dizilişi de sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmayacak olursa o vakit müteşâbihlik ve karışıklık sözkonusu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Huveyzimendâd der ki: Müteşâbih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil ise, ilim adamları arasında iki âyetten hangisinin diğerini neshettiği hususu ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hazret-i Ali ile İbn Abbâs'ın, kocası vefat etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak bekleyeceği görüşündedirler. Hazret-i Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ûd ve başkaları ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Sûresi (Talâk Sûresi)nin dört ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbâs ise bunun nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir. Ayrıca eğer nesih olup olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz halinde olan âyetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da buna bir örnektir. Mesela, yüce Allah'ın: "Ve size bunlardan başkaları helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti kendilerine malik olunması (cariye olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna karşılık: "İki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak geçen müstesna.." (en-Nisâ, 4/23) âyeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu tür müteşâbihlere bir örnek de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen haberler ile kıyasların birbirleriyle tearuz etmesidir. İşte sözü geçen müteşâbih budur. Ancak bir âyet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşâbih türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı âyet gibidir. Her ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim: âyet-i kerimesi -ileride yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/6. âyette) açıklanacağı üzere- hem üstün hem de esreli okunmuştur. 3- Müteşâbih Sanılan Bazı Âyetlere Örnekler: Buhârî, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi İbn Abbâs'a şöyle dedi: Ben Kur'ân-ı Kerîm'de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler görüyorum. İbn Abbâs: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle dedi: Yüce Allah: "Sûr'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağı yoktur. Birbirlerini de sormazlar" (el-Mü’minûn, 23/101) diye buyururken, bir başka yerde: "Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (Sâffât, 37/27) diye buyurmaktadır. Bir yerde: "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) diye buyrulurken bir başka yerde: "Rabbimiz, Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23 diyerek bu âyet-i kerimede de birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Nâziât Sûresi'nde yer alan: "Sizi yaratmak mı daha zordur yoksa göğü mü? Onu bina etmiştir... Bundan sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Nâziât, 79/27-30) âyetinde göklerin yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte, bir başka yerde ise: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar mı kılıyorsunuz?... İkisi de isteyerek geldik dediler" (Fussilet, 41/9-11) diye buyurmakta ve bu âyetinde yerin yaratılmasından göğün yaratılmasından önce söz etmektedir. Yine yüce Allah: "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" (en-Nisâ, 4/100); "Allah Azizdir, Hakimdir" (en-Nisâ, 4/158) ile: "Allah Semi'dir, Basirdir" (en-Nisâ, 4/134) diye buyurmaktadır. Bu âyetler ise âdeta daha önce böyle idi de şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır. Bunun üzerine İbn Abbâs şu cevabı verdi: "Aralarında akrabalık bağı yoktur" (el-Mü’minûn, 23/101) âyetinde Birinci Nemadaki durum anlatılmaktadır. Bundan sonra Sûra bir defa daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler müstesna, göklerde ve yerde bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır. Bilâhare son üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru soracaklardır. Yüce Allah'ın: "Biz müşriklerden değildik" (el-En'âm, 6/23) âyeti ile "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) âyetine gelince; yüce Allah ihlâs sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine müşrikler şöyle diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim. Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azaları yaptıkları işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü saklayamayacakları ortaya çıkacaktır ve o vakit kâfirler keşke müslüman olsalardı, diye temennide bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde yarattıktan sonra semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı. Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte yüce Allah'ın: "Bundan sonra da arzı yayıp döşedi" (en-Nâziât, 79/30) âyetinde anlatılan budur. Buna göre arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" âyeti ise bizzat Allah kendi zatını kastetmektedir. Yani yüce Allah ezelden beri de böyleydi, ebediyyen de böyle kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse mutlaka onun dilediği olur. Yazıklar olsun sana, Kur'ân-ı Kerîm senin için anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir. Bu kelime "elif-lâm"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı, munsarif değildir. Çünkü bu kelimede asıl olan "büyüklük, küçüklük" kelimelerinde olduğu gibi elif-lâm ile sıfat olmasıdır. Elif-Lâm'a ihtiyacı kalmadığından munsarif bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebû Ubeyd der ki: Arapların bu kelimeyi munsarif yapmamalarının sebebi bunun tekilinin marife olsun, nekre halinde olsun munsarıf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip der ki: Durum böyle olduğu takdirde kelimelerinin de munsarif olmaması gerekir. el-Kisâî der ki: Bu kelimenin munsarif olmayış sebebi sıfat oluşudur. Yine el-Muberred bunu kabul etmeyip der ki: kelimeleri de sıfattır, fakat bunlar munsarıftır. Sîbeveyh der ki: Bu kelimenin elif Llâm'a muhtaç olmaması düşünülemez. Çünkü böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim kelimesinden alındığı için kelimesinin de bütün görüşlere göre marife olduğu görülmektedir. kelimesi de bu kelime elif-lâm’lı halin yerine kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu kelimesi elif-lâm'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi. Halbuki yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş bulunmaktadır. 5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar: Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" âyeti mübtedâ olmak üzere merfû'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşâbih olanına uyarlar" âyetidir. ez-Zeyğ: (Eğrilik); meyletmek (sapmak) demektir, Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip bırakıldığında da bu kökten gelen fiil kullanılır. Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi (saptırdı)" (es-Saff, 61/5) âyetindeki "sapma" kelimeleri de bu kökten gelmiştir. Bu âyet-i kerîme kâfir, zındık, cahil, bid'at sahibi bütün kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necrân hıristiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katâde, yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar..." âyetinin tefsiri ile ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Harurâlılar ile Hâricîlerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini bilemiyorum. Derim ki: Bu şekildeki tefsir Ebû Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır. O kadarı sana yeterlidir. 6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler: Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar" âyeti ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbâs (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşâbih olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmak ve ayağı saptırmak için müteşâbihe tabi olmaları ve bu maksatla müteşâbih olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan Zındıklarla Karmatîler böyle yapmışlardır. Diğer bir maksatları da müteşâbihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren Allah'ın cisim özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki buyrukları bir araya getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar yüce yaratıcının mücessem, bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu cisim ve suretin onlara göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce Allah bunlardan yüce ve münezzehtir. Yahut da bunlar müteşâbih olana bunların te'villerini açıklamak, manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu hususta Hazret-i Ömer'e çokça soru soran Sabîğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna göre müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur: 1- Kâfir olduklarından şüphe olmayan ve Allahü teâlâ'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler. 2- Haklarındaki sahih görüşe göre kâfir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara, şekillere ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irtidat edene yapılan uygulama gibi bunlar da öldürülürler. 3- Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen, bunun câiz olup olmadığı hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bilindiği gibi selefin gösterdiği yol, müteşâbih âyetlerin zahirinden anlaşılanın imkânsız olduğunu kesin olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terketmek şeklindedir. Bu konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece okuyup gidiniz. Bazıları ise bu âyetlerin te'vilini açıkça yapmış ve onlardan mücmel olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'î olarak tayin etmeksizin, dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir. 4- Hazret-i Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyu sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye lâyık bir kimsedir. Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir. Çünkü o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadî'nin bize naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi. Süleyman Hammâd b. Zeyd'den, o Yezid b. Hâzim'den, o Süleyman b. Yesâr'dan naklettiğine göre; Sabîğ b. İsi Medine'ye geldi. Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih âyetine ve bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (radıyallahü anh) durumdan haberdar olunca arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı. Önceden de ona kuru hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hazret-i Ömer ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im dedi. Hazret-i Ömer de: Ben de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam etti. Daha sonra Sabîğ: Bu kadarı yeter ey mü’minlerin emiri, dedi. Allah'a yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor. Sabîğ'in te'dibine dair rivâyetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivâyetlerden ez-Zâriyât Sûresi'nde söz edilecektir. Daha sonra yüce Allah Sabîğ'a tevbe etme ilhamını vermiş, tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir şekilde tevbesinde sebat gösterdi. Yüce Allah'ın: "Fitne çıkarmak" âyetinin anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak arzusu, mü’minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını istemeleri ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: "Ve teviline yeltenmek için" âyetinin anlamı şudur: Bu gibi kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat verilmesinin açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini (gerçekleşeceği vakti) ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini onlara bildirdi. Ebû İshak der ki: Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onlar onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar. Onun tevilinin geleceği gün" yani onlara vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi ve azap gibi kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için "evvelce onu unutanlar: «Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi» diyeceklerdir." (el-A'raf, 7/53) Yani bizler peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları şeylerin te'vilini (akıbetini) görmüş bulunuyoruz. (Ebû İshâk devamla) der ki: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez demektir. 7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girerek şöyle dediler: Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lâm, Mîm" âyeti nazil olmuştur. Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü ancak yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lâm otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini yalnızca Allah bilir" âyeti nazil oldu. Buna göre burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve işin sonunda evi edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim, ise onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fakihler bunu tarif ederek şöyle demişlerdir: Te'vil, lâfzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır. Tefsir ise lâfzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir. Bunu ifade etmek üzere:şekli kullanılır. Te'vil ise anlamın beyan edilmesidir. Mü’minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu değildir, ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve bizatihi şüpheyi kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği olabilir; şeklindeki açıklama da buna örnektir. İbn Abbâs'ın ced (dede) hakkında: O da babadır, demesi de böyledir. Çünkü o, yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları" âyetini te'vil ederek bu hükme varmıştır. 8- İlimde Derinleşmiş Olanlar: Yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti ile ilgili olarak; bu, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki âyete atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi kullanılmıştır hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki âyetlerden ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın: "Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyetinde tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulaziz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisaî, el-Ahfeş, el-Ferrâ', Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir. Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: Sizler bu âyet-i kerimeyi vasl ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz. Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların: "Biz O'na îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" sözleridir. Ömer b. Abdulaziz de buna benzer bir söz söylemiştir. Taberî buna yakın bir ifadeyi Yûnus'tan, o Eşheb'den o da Mâlik b. Enes'ten rivâyet etmiştir. Buna göre "derler" âyeti derinleşmiş olanlar âyetinin haberidir. el-Hattabî der ki: Şanı yüce Allah, kendisine îman edip içindekileri tasdik etmemizi emrettiği Kitabının âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısım halinde indirmiştir. Aziz ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır: "Sana Kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir... Hepsi Rabbinizin katındandır." Burada yüce Allah kitabının müteşâbih olanına dair bilgisini kendisine tahsis ettiğini ve O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber vermekte, daha sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinleşmiş olanların: Biz O'na îman ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz etmektedir. Şayet onların îmanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye lâyık olmazlardı. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerimede tam vakıf yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde olduğu ve bundan sonraki âyetlerin ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki âyet ise: İlimde derinleşmiş olanlar: Biz ona îman ettik... derler" âyetidir. Bu, İbn Mes'ûd'dan, Ubey b. Ka'b, İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den de rivâyet edilmiştir. Ancak Mücâhid'den: "İlimde derinleşmiş olanlar"ı kendisinden önceki âyete nesak atfı yaptığı ve derinleşmiş olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun: "İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve îman ettik... diyerek.." şeklindedir, der ve "derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef'ûlu bir arada hazf etmezler. Hali ise fiil açıkça söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hal de sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı "Abdullah binerek geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur. Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın halini bildirir. Nitekim şair -ki bunu Ebû Ömer: Ebû'l-Abbas Sa'leb şu beyiti okudu, diyerek bana okumuştur şu sözleri söyler: "Ben orada oldukça kızgın ve kısa bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım; Yürürken kısadır, otururken uzun görülür." Yani yürürken boyu kısadır, demektir. O halde; nahivcilerin de konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının genelinin görüşü, yalnızca Mücâhid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur. Aynı şekilde şanı yüce Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde, daha sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetine bakalım: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65); "Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187); "Onun Vechi (zatı) dışında herşeyyok olacaktır" (el-Kasas, 28/88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı yüce Allah, yalnız kendisine tahsis etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak etmez. Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir" âyeti de böyledir. Şayet: "ilimde derinleşmiş olanlar" âyetindeki "vav," nesak atfı için olmuş olsaydı, yüce Allah'ın: "Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinin herhangi bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Hattabî'nin naklettiği ve Mücâhid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti aziz ve celil olan Allah’ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yeralıp onlar bu müteşâbihi bilmelerine rağmen: "Biz ona îman ettik" demektedirler. Ayrıca er-Rabî', Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi "derinleşmiş olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve rüzgar ağlıyor kederinden Şimşek de bulutlar arasında çakıyor." Bu beyitin iki anlama gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi mübteda, "parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre- Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan ("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip "parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri sürenler şanı yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl övmüş olabilir? Ayrıca İbn Abbâs da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim" demiştir. Mücâhid de bu âyet-i kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu sözünü İmâmu'l-Harameyn Ebû'l-Mealî ondan nakletmiştir. Derim ki: Bir takım ilim adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle demişlerdir: Sözün tam olarak takdirî ifadesi "Allah nezdindedir" şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah bilir, ifadesi ise müteşâbihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona îman ettik. Hepsi Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan deliller ve müteşâbihatın muhkem âyetlere havale edilerek açıklanma imkânıdır. Onlar müteşâbihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını bilemeyince: Biz hepsine îman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun sâlih şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz nezdindedir. Birisi kalkıp: Müteşâbihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbâs: Ben "evvâh" ve "ğislîn" kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye sorarsa, ona şöyle cevap verilir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü İbn Abbâs daha sonra bunu öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye uygun olarak tefsir etmiştir. Bundan daha kesin bir cevap da şöyledir: Şanı yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa bir diğeri bilebilir. İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hazret-i Peygamber'in İbn Abbâs'a: "Allah'ım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret" şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona öğret anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti üzerinde vakıf yapmak ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur demiştir. Çünkü onların "ilimde derinleşmiş olanlar" diye adlandırılmaları Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsallallahü aleyhi ve sellemi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka birşey bilmiyor iseler onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allahü teâlâ'nın gaybın bilgisini yalnızca kendisine ayırdığı Kıyâmet saatinin kopması gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmezler, diyenlerin bu sözden kastettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üslûplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir. Bununla olabilecek doğru olmayan birtakım te'vil ihtimalleri de izale edilebilir. Yüce Allah'ın Hazret-i Îsa hakkında "Ve O, kendisinden bir ruhtur" (en-Nisâ, 4/171) âyeti ve benzerleri böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla bu kabilden pek çok şey bilmedikçe hiçbir kimseye râsih (ilimde derinleşmiş) ismi verilemez. Müteşâbih, mensûh olan âyetlerdir, diyenlerin görüşlerine göre ise, râsih olanların te'vili bilmek (durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşâbih âyetlerin bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz. Rusûh (derinleşmiş olmak); bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye râsih denilir. Bu kelime aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusûhu) ve ağacın yerde râsih olması gibi. Şair der ki: "Kalbimde derin kök salmıştır Leylâ'nın sevgisi, Belirtileri dahi değişiklik gösterme yi kabul etmiyor." "Filanın kalbinde îman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan): söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını ifade eder. Bu tabiri İbnu'l-Fâris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt anlamlı bir kelimedir. (......) kelimeleri hep bir şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir. " Şanı yüce Allah: "Biz sana bu Zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın" (en-Nahl, 16/44) diye buyurmuşken, Kur'ân-ı Kerîm'de nasıl müteşâbih olabilir ve Allah Kur'ân'ın tümünü nasıl apaçık kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir: Bundaki hikmet -Allahu a'lem- âlimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in tümü açık seçik olsaydı âlim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için bir yer bırakır. Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin güzelliği de az olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Kur'ân Muhkemiyle Müteşâbihiyle Allah'tandır: "Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinde, muhkemiyle müteşâbihiyle yüce Allah'ın Kitabına ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin katındandır, şeklindedir. "Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür. Daha sonra yüce Allah: "Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani böyle bir sözü söyleyen îman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir. Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla "lübb" ismi verilmiştir. Sahipleri" kelimesi ise kelimesinin çoğuludur. 8"Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme! Katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz sen pek çok bağışlayansın." Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Rabbimiz... kalplerimizi çevirme" âyetinde ".... derler" takdirinde hazfedilmiş bir söz vardır. Bu şekilde söylemek, ilimde derinleşmiş olanların sözü olarak nakledilmektedir. Anlamının: Ya Muhammed.... de!... şeklinde olması da mümkündür. Denildiğine göre, kalbin çevrilmesi (zeyğ'i) dinden meyledip uzaklaşmak demektir. Peki, bunlar hidâyete ulaştırılmış iken, yüce Allah'ın kendilerini fesada döndürmesinden korkuyorlar mıydı denilecek olursa şöyle cevap verilir: Onlar, yüce Allah kendilerine hidâyet verdikten sonra kendilerine ağır gelecek ve bunun sonunda altından kalkmaktan kendilerini acze düşürecek şeyler ile sınamamasını dilemişlerdir. Meselâ, yüce Allah'ın: "Şayet Biz onlara kendinizi öldürünüz yahut yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık..." (en-Nisâ, 4/66) âyetinde sözü edilen sınama bu kabildendir. İbn Keysan der ki: Bunlar yüce Allah'tan sapmamayı ve bunun sonucunda da Allah'ın kalplerini haktan çevirmemesini istemişlerdir. Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini çevirdi" (es-Saf, 61/5) âyetinde olduğu gibi. Yani (dualarının anlamı şudur): Bize hidâyet verdiğine göre; hidâyetin üzere bize sebat da ver. Bizler haktan dönmeyelim ki, Senin de kalplerimizi haktan çevirmene müstehak olmayalım. Bir görüşe göre de bu duanın önceki ifadelerle bir ilgisi yoktur. Şöyle ki: Yüce Allah, sapkın kimseleri sözkonusu ettikten sonra kullarına sözü geçen haktan sapmış ve yerilen kesimden olmamalan için kendisine ne şekilde dua edeceklerini öğretmiş olmaktadır. Muvatta’''da Ebû Abdullah es-Sunabibî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ebû Bekr es-Sıddîk'in halifeliği döneminde Medine'ye geldim. Onun arkasında akşam namazını kıldım. İlk iki rek'atte Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha Sûresi) ile birlikte mufassal bölümünün kısa sûrelerinden birer sûre okuduktan sonra üçüncü rek'ate kalktı. Ben de ona yaklaştım, âdeta elbiselerim onun elbiselerine değiyor gibiydi. O esnada Fâtiha'yı ve: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme.." âyetini okuduğunu işittim. İlim adamları der ki: Hazret-i Ebû Bekir'in bu âyet-i kerimeyi okuması bir çeşit kunut ve duadır. Çünkü o dönemde, irtidad edenlerin sıkıntılı durumları başgöstermişti. Kunut ise bir grup ilim adamına göre, müslümanların kendileri adına korkmalarına sebep teşkil edecek büyük bir durum ile karşı karşıya kalmalarında akşam namazında da bütün namazlarda da caizdir. Tirmizî'nin rivâyetine göre Şehr b. Havşeb şöyle demiş: Ben Umm Seleme'ye şöyle sordum: Mü’minlerin annesi, senin yanında bulunduğu sıralarda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın en çok yaptığı dua ne idi? Şu cevabı verdi: En çok yaptığı dua şuydu: " Ey kalpleri evirip çeviren, kalbime dinin üzere sebat ver." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. "Ey kalpleri evirip çeviren, dinin üzere kalbime sebat ver!" duasını ne kadar da çok yapıyorsun? Şöyle buyurdu: "Ey Umm Seleme, kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmak arasında bulunmayan hiçbir Âdemoğlu yoktur. O dilediğini doğru bırakır, dilediğini de çevirir (hidâyetten uzaklaştırır)." Bunun üzerine Muâz (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme" âyetini okudu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Bu âyet-i kerîme Mu'tezile'nin: Allah kulları saptırmaz, yani "kendi fiillerini yaratanlar kullardır" şeklindeki sözlerine karşı bir delildir. Şayet meylettirme, saptırma Allah tarafından olmasaydı yapılması câiz olmayan bir işin önlenmesi hususunda Allah'a dua etmek uygun düşmezdi. Ebû Vâkid el-Cerrâh ise, "Rabbimiz!... kalplerimizi saptırma!" anlamındaki âyetini (.......) şeklinde fiili kalplere isnad etmek suretiyle okumuştur. Bu ise yüce Allah'a yöneltilen bir dilektir. Her iki okuyuş şekline göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: Artık Sen, kalplerimizde hidâyetten sapıklığa doğru bir meyil yaratarak, kalplerimiz haktan çevrilmesin. 2- "Bize Katından Bir Rahmet Ver" Yüce Allah'ın: "Katından bize bir rahmet ver" yani nezdinden, Senin tarafından lütfederek bize rahmet bağışla, bizden herhangi bir sebep veya herhangi bir amelin dolayısıyla değil. Bu ifade Allah'a bir teslimiyet ve O'na karşı bir acizliğin ifadesidir. "Ledün" kelimesinin dört türlü söylenişi vardır. Birisi "lâm" harfi üstün, "dal" harfi ötreli, "nün" harfi sakin "ledun" şeklinde. En fasih söyleyiş budur. Diğeri ise "lâm" harfi üstün, "dal" ötreli ve "nun" harfi de hazf edilmiş şeklinde (ledu diye); üçüncüsü ise "lâm" harfi ötreli, "dal" harfi sakin, "nûn" harfi de üstün olmak üzere "lüdne" şeklinde; dördüncüsü ise "lâm" harfi üstün, "dal" sakin, "nûn" harfi de üstün "ledne" şeklinde. Muhtemeldir ki mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların cahilleri ile batınîlerin zındıkları bu ve benzeri âyet-i kerimelere yapışarak şöyle derler: İlim denilen şey, Allah'ın baştan beri herhangi bir kesb (ilim tahsili) sözkonusu olmaksızın kendiliğinden bağışladığı birşeydir. Kitapları ve yaprakları tetkik etmek ise bir perdedir. Ancak ileride bu konuya dair gelecek açıklamalarda belirtileceği üzere böyle bir iddia red olunur. Âyetin anlamı da şudur: Bize rahmetinden sadır olan bir nimet bağışla. Çünkü rahmet, zati sıfata racidir. Rahmetin kendisinin hibe edilmesi düşünülemez. 9"Rabbimiz, muhakkak ki geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan Sensin. Şüphesiz Allah va'dinden dönmez." Darmadağın olmalarından sonra onları öldükten sonra diriltecek olan Sensin. Bu âyetle Kıyâmet günü için diriliş ikrar edilmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte ilimde derinleşmiş olanların bildikleri ve ikrar ettikleri; buna karşılık öldükten sonra dirilişe dair kendileri için müteşâbih (tereddüdü gerektiren) hale düşüp sonunda inkâra kadar giderek; muhalefet ettikleri şeyin manası budur. Rayb, şüphe demektir. Bunun ne anlama geldiğine dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/2. âyet) geçmiş bulumaktadır. Mîâd, kelimesi va'dden "miPâl" veznindedir. (Va'dolunan zaman, demektir). 10Kâfir olanların malları ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmaz ve onlar ateşin yakıtıdırlar. Bu âyetin anlamı açıktır. Yani onların malları da çocukları da onlara gelecek Allah'ın azabından hiçbir şeyi önleyemezler. es-Sülemî: "Hiçbir faydası olmaz" âyetini diye okumuştur. Buna sebep ise fiilin önceden geçmesi ve isim ile fiil arasına başka bir kelimenin girmesidir. el-Hasen de şeklinde ve ikinci ya'yi tahfif olsun diye sakin olarak okumuştur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Esma dolayısıyla bu ye's(im) yeter artık, yeter Onun hastalığına -uzayıp gittiği için- şifa verecek de yoktur." Şairin burada yerine demesi gerekirken, "ya" harfini (elifsiz olarak) serbest bırakmıştır. Buna benzer bir söyleyişin yer aldığı bir beyiti de el-Ferrâ' nakletmektedir: "Onların elleri sanki tertemiz çakılı bulunmayan hoş kokuda Birbirlerine gümüş para alıp veren kızların elleri gibidir." Yüce Allah'ın: âyetinde yer alan: edatı "yanında, nezdinde" demektir. (Yani Allah'ın nezdinde faydası olmaz). Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. "Ve onlar ateşin yakıtıdırlar." Yakıt (el-vekûd); odunun adıdır. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/124. âyette) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasan, Mücâhid ve Talha b. Mûsârrif, "vav" harfini ötreli olarak “.....” şeklinde ve "ateşin yakıtı olan bir odun" şeklinde muzaf takdir ederek (muzafın hazfedildiğini kabul ederek) okumuşlardır. Arapçada "vav" harfi ötreli olduğu takdirde; demek gibi, demekde mümkündür. Bu kelimenin "vav" harfi ötreli olarak okunması halinde, kelime masdar olur. Ateş alevli bir şekilde yandığı vakit, bu tabir kullanılır. İbnu'l-Mübarek, el-Abbas b. Abdulmuttalib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bu din öyle bir yayılacaktır ki denizleri aşacak, denizler Allah tebâreke ve teâlâ yolunda atlarla aşılacak, daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan topluluklar gelecek. Bunlar Kur'ân'ı okuduklarında bizden daha güzel okuyan (bilen) kim vardır, bizden daha bilgili kim vardır? diyecekler." Sonra ashabına yönelerek şöyle buyurdu: "Siz böylelerinin bir hayra sahip olacağını zanneder misiniz?" Ashab: Hayır deyince şöyle buyurdu: "İşte bunlar sizdendirler; bunlar bu ümmettendirler ve bunlar ateşin yakıtıdırlar. " 11Tıpkı Fir'avun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar âyetlerimizi yalanladılar da, Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın azâbı çok çetindir. "De'b (mealde: gidiş)": Âdet ve durum demektir. Kişi çalışıp çabaladığı takdirde onun bu durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Deve binicisi tarafından yorulacak olursa yine bu kelime kullanılır. Gece ve gündüze de "ed-dâibân" ismi verilir. (Çünkü adetleri üzere sürekli olarak devam eder, giderler). Ebû Hâtim der ki: Ben Yakub'un " Gidişi gibi" kelimesini hemzeyi üstün olarak okuduğunu ve ben küçük bir çocukken bana şöyle söylediğini hatırlıyorum: diye okumak, neye göre doğru olur? Ben ona: Sanırım: kökünden gelirse böyle söylemek doğru olur dedim. Benim bu açıklamamı kabul etti ve küçüklüğüme rağmen çok iyi bir değerlendirmede bulunduğumdan dolayı hayret etti. Bense böyle söylenip söylenemeyeceğini bilmiyordum. en-Nehhâs der ki: "Böyle bir söz yanlıştır. Hiçbir zaman: denilmez. Aksine denilebilir. Nahivciler böyle nakletmektedir ki, bunlardan birisi de el-Ferrâ''dır. Bu söyleyişi "el-Mesâdir" adlı kitabında nakletmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays şöyle demektedir: "Ondan önce Umm el-Hureyris'ten de gördüğün gibi Ve Me'sel'de komşusu olan Umm er-Rebab'dan gördüğün gibi." "Deeb" söyleyişi de caizdir. Nitekim da söylenebilir. Çünkü bunda boğaz harflerinden bir harf vardır." Âyet-i kerimenin başındaki "kâf" harfi hakkında (dilciler) farklı görüşlere sahiptir. Bunun şu takdirde ref mahallinde olduğu söylenmiştir: Onların gidişi Fir'avun hanedanının gidişi gibidir. Yani kâfirlerin sana karşı yaptıkları, Fir'avun hanedanının Mûsa'ya yaptıklarına benzer. el-Ferrâ' ise şu anlama geldiğini iddia etmiştir: Fir'avun hanedanının kâfir oluşu gibi, Araplar da kâfir oldular. en-Nehhâs ise der ki: Burada "kef" harfinin "kâfir oldular"a taalluk etmesi câiz değildir. Çünkü "kâfir oldular" kelimesin cümlenin sılasına dahildir. Bir diğer görüşe göre buradaki "kef" harfi "Allah.... onları yakalayıverdi" âyetine taalluk etmektedir. Yani Allah onları Fir'avun hanedanım azapla yakaladığı gibi yakaladı. Yine bir diğer görüşe göre bu âyet: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmaz" âyeti ile alakalıdır. Yani mallarının ve çocuklarının Fir'avun hanedanına fayda vermediği gibi, kendilerine de mal ve çocuklarının faydası olmayacaktır. Bu âyet ise, "cihaddan geri kalıp bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı" diyenlere bir cevaptır. Bunda "vekûd (yakıt)" dan türeyen mukadder bir fiilin amel etmesi, bu durumda benzetmenin yanmanın kendisi hakkında olması da mümkündür. Bu anlamı yüce Allah'ın şu âyetleri de desteklemektedir: "Fir'avun hanedanının ise kötü azap......ateştir. Onlar sabah akşam ona arzolunurlar. Kıyâmetin kopacağı günde: Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun (diyecekler)". (el-Mu'min, 40/45-46) Bununla birlikte birinci görüş daha tercihe değerdir. İlim adamlarından birden çok kişi de o görüşü tercih etmişlerdir. İbn Arefe der ki: "Tıpkı Fir'avun hanedanı... gidişi gibi" âyeti Fir'avun hanedanının adeti gibi; anlamındadır. Şöyle demek istiyor: Fir'avun hanedanı peygamberlere zorluk çıkarmayı adet haline getirdikleri gibi; bunlar da inkârı ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a zorluk çıkarmayı adet haline getirmişlerdir. el-Ezherî de bu anlamda açıklamalarda bulunmuştur. el-Enfal Sûresi'nde yer alan "Fir'avun hanedanının gidişi gibi" (el-Enfal, 8/52) âyetine gelince; bunun da anlamı şudur: İşte Fir'avun hanedanı suda boğulmak ve helâk edilmekle cezalandırıldığı gibi, bunlar da öldürülmekle ve esir edilmekle cezalandırıldı. Yüce Allah'ın: "Onlar âyetlerimizi yalanladılar" âyetinde "okunan âyetler"i kastetmesi muhtemel olduğu gibi, Allah'ın vahdaniyetine delalet etmek üzere dikilmiş bulunan âyetleri de kastetmiş olması muhtemeldir. "... Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın azâbı çok çetindir." 12Kâfirlere de ki: "Siz mutlaka yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü döşektir!" Burada kasıt yahudilerdir. Muhammed b. İshâk der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de Kureyş'i mağlub edip Medine'ye döndükten sonra yahudileri toplayıp onlara şunu dedi: Ey Yahudiler topluluğu! Bedir günü Kureyş'in başına gelenlerin bir benzerini Allah'ın başınıza getirmesinden sakınınız. Sizler de biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu Kitabınızda Allah'ın size ahdinde (âyetinde) görmektesiniz. Yahudiler ona: Ey Muhammed dediler. Savaşın ne olduğunu bilmeyen gafil bir topluluğu yenik düşürüp de onlara karşı eline bir fırsat geçti diye gurura kapılma! Allah'a yemin ederiz, bizimle Savaşacak olursan asıl Savaşçıların biz olÖuğumuzu göreceksin. Bunun üzerine yüce Allah: "Kâfirlere de ki: Siz mutlaka yenileceksiniz..." âyetini inzal buyurdu. Buradaki "Yenileceksiniz" kelimesinin "te" okunuşu yahudilere hitap olup bozguna uğratılacaksınız ve âhirette: "Toplanıp cehenneme sürüleceksiniz" demektedir. İkrime ve Saîd b. Cübeyr'in, İbn Abbâs'tan rivâyeti budur. Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre ise; yahudilerin, Uhud günü müslümanların başına gelen musibete sevinmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Buna göre bu kelime Yenileceklerdir" anlamında olur. Yani Kureyşliler yenilecekler ve: toplanıp sürüleceksiniz" kelimesi de: şeklinde ve "toplanıp sürülecekler" anlamında okunur ki bu da Nâfi'in kıraatidir. Yüce Allah'ın: "Orası ne kötü döşektir!" âyetinde kastedilen yer, cehennemdir. Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Mücâhid der ki: Anlamı ise, onların kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Bunun manası şöyle gibidir: Kendilerini cehenneme götüren o fiilleri ne kötüdür! 13Karşılaşan iki topluluğun durumunda sizin için bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kâfirdi. Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır. Yüce Allah'ın: "Karşılaşan iki topluluğun... bir ibret (yani alâmet) vardır." Burada (......) denilerek (.......) denilmeyişinin sebebi "âyet: ibret, alâmet" kelimesinin müennesliğinin hakiki olmayışındandır. Bunun beyan anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani bu, sizin için bir beyan bir açıklama idi. Bu görüşte olanlar manayı göz önünde bulundurup lâfza riâyet etmemişlerdir. İmruu'l-Kays’ın şu beyitinde olduğu gibi: "Dümdüz, yumuşak tenli, genç ve güzel, yumuşak huylu Taptaze yaprakları tomurcuklanmak üzere dalları kabarmış sorgun ağacının çubuğu gibi..." Burada şairin demeyişinin sebebi, sıfatın (lafzen müzekker olan -önceden geçmiş- asa anlamındaki kelimeye) ait olmasıdır. el-Ferrâ' der ki: Âyet-i kerimede fiilin müzekker gelmesi, fiil ile isim arasında sıfatın girmesinden dolayıdır. Sıfat, fiil ile isim arasına girdiğinden fiil müzekker gelmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar, Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Üzerinize yazıldı ki: Sizden birine Ölüm gelip çattığı zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa... vasiyette bulunsun" (el-Bakara, 2/180. âyet 2. başlıkta) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. "Karşılaşan iki topluluğun" Bedir günü karşı karşıya gelen müslümanlarla müşriklerin "durumunda sizin için bir ibret vardır." Cumhûr: (......): Biri" kelimesini onlardan birisi, anlamında olmak üzere ötreli okumuştur, el-Hasen ve Mücâhid ise bunu esreli olarak («s») şeklinde, daha sonra da: "Diğeri ise kâfirdi" diye bedel olmak üzere okumuştur. İbn Ebi Able ise bu her iki kelimeyi de nasb ile okumuştur. Ahmed b. Yahya der ki: Hal olmak üzere nasb ile okumak caizdir. Yani her iki fırka, birbirinden ayrı ve birileri. Mü’min diğerleri kâfir olmak üzere iki fırka idiler. ez-Zeccâc der ki: Nasb ile okunması; yani ben şu iki topluluğu kastediyorum, anlamına gelir. Bir insan topluluğuna "fie" denilmesinin sebebi, ona fey' edilmesi yanı sıkıntılı zamanlarda ona dönülmesi dolayısıyladır. ez-Zeccâc der ki "fie" fırka, topluluk demektir. Başı gövdeden ayrıldığını ifade etmek üzere "kılıçla başını fe'vetti" tabirinden alınmıştır. Bu "iki topluluk" ile Bedir günü karşılaşan topluluklara işaret edildiğinde görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun muhatabının kim olduğu hususunda farklı kanaatler vardır. Bir görüşe göre bununla mü’minlere hitap edilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bütün kâfirlere olması da muhtemeldir. Medine yahudilerinin muhatab alınmış olması da muhtemeldir. Her bir ihtimali bir grup ileri sürmüştür. Mü’minlere hitabın faydası, ruhlarına sebat vermek, onlarda kahramanlık duygularını uyandırarak; -fiilen gerçekleştiği gibi- kendilerinin iki misli hatta birçok kat fazlası olan düşmanları üzerine atılacak hale gelmeleridir. Yüce Allah'ın: "Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır." Ebû Ali der ki: Bu âyet-i kerimedeki "görmek" göz ile görmektir. Bundan dolayı tek bir mef ûle geçiş yapmıştır. Mekkî ve el-Mehdevî der ki: Buna "gözleriyle" âyeti de delâlet etmektedir. Nafi' burada "görüyorlardı" anlamına gelen kelimeyi diye (yâ ile) okumayıp "te" ile: onları görüyordu" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise bunu "yâ" ile okumuşlardır. "Kendilerinin iki katı" âyeti ise "onları görüyordunuz" âyetinde bulunan "siz görüyordunuz"dan hal olmak üzere nasb mahallindedir. Cumhûra göre ise burada "görüyordunuz" âyetinin faili mü’minlerin kendileridir. (Yani: Ey mü’minler! Siz kendiniz görüyordunuz). "Onları görüyordunuz" âyetindeki "hum: onları" zamiri ise kâfirlere aittir. Ancak Ebû Amr, bu kelimenin "te" harfi ile şeklinde okunmasını kabul etmeyip şöyle der: Eğer durum böyle olsaydı bunun yerine: "Onları kendinizin iki katı görüyordunuz" denmesi gerekirdi. en-Nehhâs der ki: Bu gerekmeyebilir. Fakat; arkadaşlarınızın iki katı, anlamında olması mümkündür. Mekkî der ki: "Onları görüyordunuz" şeklinde "te" ile okunuş "sizin için" âyetindeki hitaba uygundur. O bakımdan burada hitabın müslümanlara "onları" zamirinin de müşriklere ait olması güzeldir. "Te" ile bu kelimeyi okuyanların "sizin iki katınız" anlamında şeklinde okumaları gerekirdi. Böyle bir okuyuş ise hatta muhalefet dolayısıyla câiz değildir. Fakat hitaptan gaibe yönelmek şeklindeki konuşma ve söz söyleyişleri görülegelmiş bir üsluptur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgarla gemileri götürdüklerinde"(Yûnus, 10/22); "Verdiğiniz her bir zekât" (er-Rum, 30/39) âyetinde (mü’minlere) hitap ettikten sonra gaib zamir kullanılarak: "İşte onlar kat kat mükâfat alanlardır" (er-Rum, 30/39) diye buyurmaktadır. Buna göre "kendilerinin iki katı" anlamındaki kelimesindeki "hâ" ve "mîm" harflerinden oluşan zamirin müşriklere ait olması muhtemeldir. Yani ey müslümanlar, siz müşrikleri gerçek sayılarının iki katı kadar görüyordunuz. Bu ise mana itibariyle uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah, müslümanların gözlerinde müşriklerin sayısını çoğaltmaz. Aksine O, bizlere müşriklerin sayısını mü’minlerin gözünde az gösterdiğini haber vermektedir. Buna göre mana şöyle olur: Ey mü’minler, sizler müşrikleri sayıca kendinizin iki katı görüyordunuz. Gerçekte ise onlar mü’minlerin üç katı idiler. Yüce Allah böylelikle müşriklerin sayısını mü’minlerin gözünde azaltarak müşrikleri kendilerine, kendilerinin iki katı gösterdi ki, manen güçlensinler ve cesaretleri artsın. Zaten onlara mü’minlerden yüz kişinin ikiyüz kâfiri yeneceği bildirilmişti. Diğer taraftan müslümanların sayısını müşriklerin gözünde azaltarak gösterdi ki, müşrikler müslümanlara karşı cesaretlensinler ve böylelikle Allah'ın onlar hakkındaki hükmü yerini bulsun diye. Buradaki "kendilerinin iki katı" âyetindeki zamirin müslümanlara ait olması da muhtemeldir. Yani siz ey müslümanlar, müslümanları sahip olduğunuz gerçek sayının iki katı gibi görüyordunuz. Yani siz bizzat kendinizi gerçektekinin iki katı gibi görüyordunuz. Allah'ın bunu bu şekilde onlara göstermesinin sebebi, müşriklerle karşılaşmaya karşı maneviyatlarını güçlendirmekti. Fakat birinci te'vil daha uygundur. Buna yüce Allah'ın şu âyetleri de delâlet etmektedir: "Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti..." (el-Enfal, 8/43); "Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu.." (el-Enfâl, 8/44) İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yanımda bulunan bir adama: Onları yetmiş kişi kadar görebiliyor musun? O: Zannederim onlar yüz kişidirler, demişti. Fakat esirleri aldıktan sonra bizlere bin kişi olduklarını haber verdiler. Taberî'nin bazılarından naklettiğine göre şöyle demişler: Allah, kâfirlerin gözlerinde mü’minlerin sayısını çok gösterdi. Öyle ki kâfirler mü’minleri kendilerinin iki katı zannettiler. Ancak Taberî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Evet, bu görüş çeşitli açılardan reddedilir. Aksine Allah, müşriklerin sayısını (az önce de geçtiği üzere) mü’minlerin gözünde az göstermiştir. Bu te'vile göre "görüyordunuz" şeklindeki okuyuşta görenler, kâfirler olur. Yani siz ey kâfirler, mü’minleri kendilerinin iki katı olarak görüyordunuz. Önceden de geçtiği üzere kendinizin iki katı olarak görüyordunuz anlamına gelme ihtimali de vardır. el-Ferrâ' ise bunun anlamının, kendilerini kendilerinin iki katı yani üç misli olarak görüyordunuz. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Dilde böyle bir anlatım şekli bilinmemektedir. ez-Zeccâc der ki: Bu bir yanlışlıktır. Bütün ölçülere göre burada yanlışlık vardır. Çünkü bizler birşeyin mislini aklen ona eşit olarak biliyoruz. Onun iki mislini de onun iki katına eşit olarak aklımızla kavrıyoruz. İbn Keysan der ki: el-Ferrâ', görüşünü şu sözleriyle açıklar: Sen yanında bir köle varken: Bunun gibi bir köleye ihtiyacım vardır, dediğin takdirde senin hem o köleye, hem onun gibi başka bir köleye ihtiyacın olduğunu ifade ediyorsun. Aynı şekilde, ben bunun gibi iki kişiye muhtacım, dediğin vakit senin üç köleye ihtiyacın var, demektir. Ancak kelimenin anlamı onun söylediği gibi değildir, dildeki kullanış da öyle değildir. el-Ferrâ''yı böyle bir yanlışlığa düşüren ise müşriklerin Bedir gününde mü’minlerin üç misli olmalarıdır. Böylelikle o, müşrikleri ancak bu şekilde gerçek sayılan kadar görmelerinin mümkün olacağı vehmine kapılmıştır. Böyle bir ihtimal ise uzaktır, mana da bu şekilde değildir. Aksine şu iki sebepten dolayı Allah müşrikleri mü’minlere gerçek sayılarından başka şekilde göstermiştir. Bu sebeplerden birisi şudur: Yüce Allah, bunun daha uygun olduğunu görmüştür. Çünkü bu şekilde mü’minlerin kalpleri güç kazanmıştır. Diğer sebep ise bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir âyet (mucize ve alâmet)dir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- Bedir vak'asına dair açıklamalar (Âl-i İmrân, 3/123-125. âyetlerin tefsirinde) gelecektir. Bu kelimenin "ye" ile okunuşuna gelince İbn Keysân der ki: Onları görüyorlardı" kelimesindeki "he" ve "mîm" (onlar) zamiri "diğeri ise kâfirdi" âyetine aittir. "Kendilerinin iki katı" âyetindeki zamir ise "biri Allah yolunda çarpışıyordu" âyetine aittir. Bu ise ifadelerin akışının delalet ettiğine uygun olarak zamir kullanmak kabilindendir. Bu da yüce Allah'ın: "Allah dilediğini yardımıyla destekler" âyetidir. İşte bu da kâfirlerin gözle görme itibariyle müslümanların iki katı olduklarını, fakat sayıca onların üç misli olduklarını göstermektedir. (İbn Keysân devamla) der ki: Burada görme, yahudilere aittir. Mekkî ise der ki: Görmek Allah yolunda çarpışan kesim hakkındadır. Görünen ise kâfir topluluktur. Yani Allah yolunda çarpışan topluluk, kâfirler topluluğunu mü’min topluluğunun iki katı olarak görüyorlardı. Halbuki kâfirler topluluğu mü’min topluluğunun üç katı idi. Önceden de geçtiği üzere Allah kâfirlerim sayısını mü’minlerin gözünde azaltmıştır. Burada "sizin için bir ibret vardır" âyetindeki hitap yahudileredir. İbn Abbâs ve Talha ise " Onları görüyorlardı" âyetini "te" harfini ötreli olarak Size iki katı oldukları gösteriliyordu" okumuşlardır. es-Sülemî de meçhul fiil olarak "te" harfi ötreli okumuştur. "Allah dilediğini yardımıyla destekler, şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler vardır." Bu âyetin anlamı önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 14Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma atlara, develere ve ekinlere aşırı düşkünlük insanlara süslenip hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- İnsanlara Güzel Gösterilen Şeyler: Yüce Allah'ın: "... süslenip hoş gösterildi" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları süsleyip hoş gösterenin kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim der ki: Bunu süsleyip hoş gösteren Allah'tır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın sözünün zahiri de budur. Bu sözü Buhârî nakletmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz yeryüzünde ne varsa ona bir zinet kıldık." (el-Kehf, 18/7) Hazret-i Ömer: Şimdi ey Rabb, onu bize süslü gösterdiğin zaman (biz ne yapabiliriz)? deyince yüce Allah'ın: "De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (bir sonraki âyet) âyeti nazil oldu. Bir diğer kesim ise; burada süslü gösteren şeytandır, demektedir. el-Hasen'in sözünün zahirinden anlaşılan budur. O: Bunu kim süslü gösterdi? Dünyayı onu yaratandan daha çok zemmeden kimse yoktur, demiştir. Yüce Allah'ın süslü göstermesi, ancak faydalanmak için varetmek, gerçek şekilde hazırlamak ve insanın mayasında bu gibi şeylere eğilimi yaratmak şeklinde olur. Şeytanın süslü göstermesi ise vesvese, aldatma, uygun olmayan yollardan dünyalık elde etmeyi güzel gösterme şeklindedir. Âyet-i kerîme her iki halde de bütün insanlara yeni bir öğüdün ifadesidir, demektir. Bunun muhtevasında da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşı olan yahudilere ve diğerlerine bir azar vardır. Cumhûr, meçhul fiil olarak: " Süslü gösterildi" şeklinde ve Aşırı düşkünlük" kelimesini merfu olarak okumuşlardır. ed-Dahhâk ve Mücâhid ise malum fiil şeklinde: " Süsledi" ve: Sevgisini" şeklinde mansub olarak okumuştur. kelimesindeki "he" harfinin fetha ile harekelenmesi, isim ve sıfattan ayırdetmek içindir. Şehevât; "şehvet" kelimesinin çoğuludur. Anlamı bilinen bir kelimedir. Arzulara uyup gitmek, insanı aşağılatır. Onlara itaat, bir helâk demektir. Müslim'in Sahih'inde: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır, ateş de arzu ve şehvetlerle kuşatılmıştır" denilmektedir. Bunu Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfteki bu temsilin faydası şudur: Cennet ancak hoşa gitmeyen yollan aşmak ve bunlara katlanıp sabretmekle elde edilir. Cehenemden kurtulmak ise ancak arzu ve şehvetleri terkedip insanın bunlara karşı kendisini dizginlemesi ile mümkün olur. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Cennetin yolu oldukça zordur ve yüksektir. Cehenneme giden yol ise son derece kolaydır ve toprağı yumuşaktır. " İşte Hazret-i Peygamber'in: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de arzularla kuşatılmıştır" hadisinin manası da budur. Yani cennetin yolu zordur ve tepelerden daha yüksek olan zorlu yerleri vardır. Cehenneme giden yol ise kolaydır. Zorluğu yoktur. Bunda herhangi bir tehlike ve sıkıntıya sebep olacak birşey yoktur. Hazret-i Peygamber'in: "Toprağı yumuşaktır" âyetinin anlamı da budur: Yüce Allah: "Kadınlara" âyetinde, insanların nefisleri onlara çokça arzu duyduğundan önce kadınları sözkonusu ederek başladı. Çünkü kadınlar, şeytanın attığı kementler ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne terketmiş değilim." Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Kadın fitnesi herşeyden daha çetin ve zorlu bir fitnedir. Denilir ki: Kadınlarda iki fitne vardır. Çocuklarda ise tek bir fitne vardır. Kadınlardaki fitnenin birisi, akrabalık bağlarını kesmeye götürür. Çünkü kadın kocasına annelerle, kızkardeşlerle bağı kesmeyi emreder. İkinci fitne ise helâl, harama bakmaksızın mal toplama fitnesidir. Oğullara gelince onlardaki fitne bir tanedir. O da onlar için mal toplama tutkusudur. Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızı yüksek odalarda iskân etmeyiniz ve onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz." Bu şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) erkekleri bundan sakındırmış olmaktadır. Çünkü onların yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri dolayısıyla erkekleri görmeleri sözkonusudur. Bu ise onları himaye etmek ve onları setretmek değildir. Çünkü kimi zaman erkekleri görüp de bundan dolayı fitne ve bela sözkonusu olabilir. Diğer taraftan kadınlar erkekten yaratılmışlardır. O bakımdan kadının bütün derdi, erkektir. Erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmıştır. Kadın da erkeğin sükûn bulduğu bir varlık kılınmıştır. Bu sebeble onlardan birine öteki hakkında güven duyulamaz. Onlara yazı yazmayı öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede sözkonusudur. eş-Şihâb'ın Kitabında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kadınlara (gereğinden çok) elbise almayınız ki, evlerinden dışarıya çıkmasınlar." diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı insan bu dönemlerde eğer (evlenmeden) duramıyor ise dininin zarar görmemesi için dindar kadını araştırmalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "Elleri toprakla dolasıca, sen dindar olan kadını seç" diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. İbn Mâce'nin Sünne'inde de Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Güzellikleri dolayısıyla kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü onların güzellikleri onları aşağılatabilir. Malları dolayısıyla da kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü malları onları azdırabilir. Fakat dinleri dolayısıyla onlarla evleniniz. Şüphesiz burnu delik, siyah fakat dindar bir cariye daha faziletlidir. " Yüce Allah'ın: "Oğullara" âyeti önceki âyete atfedilmiştir. Oğullar (anlamına gelen: el-benin) kelimesinin tekili: "ibn"dir. Yüce Allah, Hazret-i Nûh'tan haber vererek: "Şüphesiz benim oğlum benim aile halkımdandır" (Hud, 11/45) diye niyaz ettiğini bildirmektedir. Küçültme ismi de -Hazret-i Lukman'ın söylediği gibi- "büney" şeklindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Eş'as b. Kays'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Hamza'nın kızından bir oğlun var mı?" O: Evet ondan bir oğlum var; fakat onun yerine Cebeleoğullarından geri kalanlara yedirebileceğim bir tencere yemeğim olmasını tercih ederdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen böyle desen dahi şüphesiz ki onlar, kalbin meyvesidir. Gözün aydınlığıdır. Bununla birlikte onlar (ölüm tehlikesine atılmaya karşı) insanı korkutur, cimriliğe iter, üzüntü ve kedere sebep olurlar. " el-Kenâtîr kelimesi "kıntâr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim yüce Allah: "Ve öbürüne kıntârla (mehir) vermiş olsanız..." (en-Nisâ, 4/20) diye buyurmaktadır. Kıntar ise oldukça büyük ölçüde bağlanıp düğümlenmiş mal demektir. Rıtıl ve rubu' gibi ağırlık ölçüsü olarak kullanılan şeyin ismi olduğu da söylenmiştir. Bu kadar ağırlığa ulaşan şeye de bu bir kıntardır, yani bir kıntara denk ağırlıktadır, denilir. Araplar bir kişinin malı kıntar ağırlığını bulduğu takdirde: derler. ez-Zeccâc der ki: Kıntar kelimesi, birşeyin bağlanıp düğümlenmesinden ve sağlam hale getirilmesinden alınmıştır. Araplar birşeyi sağlam olarak yapan kimseye: O şeyi sağlam yaptın, derler. İşte köprüye "el-kantara" denilmesinin sebebi de bu şekilde sağlam yapılışından dolayıdır. Tarafe der ki: (Devem) Rumlardan birinin muhkem yapmak ve her tarafını Tuğlalarla pekiştirmek üzere yemin ettiği bir köprü (kantara) gibidir." Kantara üstüne düğüm atılmış demektir. Âdeta kantar düğümlenmiş bir mal gibi kabul edilir. İlim adamları kıntâr'ın miktarını tesbit etmekte çok farklı görüşlere sahiptirler. Ubey b. Ka'b, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kıntar binikiyüz ukıyyedir." Muaz b. Cebel, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre ve ilim adamlarından birçok grup da bu görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahih olanı budur. Fakat Kıntar, buna göre ukıyye'nin miktarının bölgelerdeki farklılığına göre farklılık gösterir. Kıntâr'ın on iki bin ukıyye olduğu da söylenmiştir. Bunu senediyle el-Büstî, Sahih Müsned'inde Ebû Hüreyre'den rivâyetle kaydetmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıntar onikibin ukiyyedir. Bir ukıyye ise sema ile arz arasındakilerden hayırlıdır." Ebû Hüreyre bu görüşü de benimsemiştir. Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Her kim bir gecede on âyet okursa o zikredenlerden diye yazılır. Her kim yüz âyet okursa kânitlerden yazılır, her kim beşyüz ile bin âyet okursa bir kıntar ecir almış olarak sabahı eder." Kıntar nedir? diye sorulunca: "Bir öküzün derisini dolduracak kadar altındır" diye cevap verdi. Bu hadis mevkuftur. Ebû'n-Nadra el-Abdi de bu görüştedir. İbn Sîde, Süryanicede de böyle söylendiğini zikretmektedir. en-Nekkaş, İbnu'l-Kelbî'den, bu kelimenin Rumcada böyle söylendiğini nakletmekdedir. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve el-Hasen der ki: (Kıntar) bin ikiyüz miskal gümüştür. el-Hasen bunu merfu' olarak zikreder. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre kıntar onikibin dirhem gümüştür. Altın olarak ise bin dinardır. Yani müslüman bir erkeğin diyeti kadardır. el-Hasen ve ed-Dahhâk'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, bir kıntar seksenbin (dirhem)dir, derken; Katâde kıntar yüz rıtıl altın yahut seksenbin dirhem gümüştür. Ebû Hamza es-Sumâlî ise der ki: Kıntar, Afrika ve Endülüs'te altın veya gümüşten sekiz bin miskaldır. es-Süddî, dörtbin miskaldir, derken; Mücâhid yetmişbin miskaldir, demektedir. Bu görüş, İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Mekkî'nin naklettiği bir görüşe göre kıntar, altın veya gümüş olsun kırk bin ukıyyedir. İbn Side, el-Muhkem adlı eserinde de bunu belirtmektedir. Devamla der ki: Kıntar berberîcede bin miskal demektir. er-Rabi' b. Enes ise der ki: Kıntar üstüste yığılmış pek çok mal demektir. Araplarca bilinen anlamı da budur. Yüce Allah'ın: "Ve onlardan birisine bir kıntar vermiş olsanız dahi" (en-Nisâ, 4/20) âyeti de böyledir. Yani ona pek çok mal verdiyseniz, demektir. Hadîs-i şerîfteki kıntar da bu anlamdadır: "Şüphesiz Safvan b. Umeyye cahiliyye döneminde kantar kantar mal biriktirdi. Babası da öylece kantar kantar biriktirdi." Yani onu kantar kadar malı oldu demektir. el-Hakem'den nakledildiğine göre kıntar yer ile gök arasıdır. "el-Mukantara" kelimesinin anlamı hakkında da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Taberî ve başkaları der ki: Bu kat kat katlanmış demektir. Âdeta kantarlar üç, mukantara da dokuz kantar ifade ediyor gibidir. el-Ferrâ''dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: el-Kanâtîr kelimesi kıntar'ın çoğuludur. el-Mukantara ise çoğulun da çoğuludur. O takdirde el-Mukantara dokuz kanâtîra eşit olur. es-Süddî der ki: el-Mukantara dinar yahut dirhem oluncaya kadar sikke haline getirilmiş olan maldır. Mekkî de el-Mukantara tamamlanmış anlamındadır der. Bunu el-Herevî de nakletmiştir. Nitekim: da denilmektedir. Kimi (dilciler) der ki: İşte yapının üstüste gelmesi dolayısıyla binalara "el-kantara" denilmesi bundandır. İbn Keysan ve el-Ferrâ' der ki: Mukantara, dokuz kıntardan daha aşağı olamaz. Yine denildiğine göre; mukantara malın hazır olduğuna ve mevcud olduğuna bir işarettir. el-Büstî'nin Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim on âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa kanitlerden yazılır. Her kim bin âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa mukantirlerden (yani kantar kantar sevaba nail olanlardan) diye yazılır. " Yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşe" âyetindeki "altın" kelimesi (ez-zeheb) müennestir. O bakımdan: Güzel altın" denilir. Çoğulu ise; ...diye gelir. Bunun kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. O vakit bu diye çoğul yapılır. Filan kişi güzel bir yolda gitti, demektir. Yine "zeheb" kelimesi Yemen halkı için bir ölçektir. Bir kişi altın madenini görüp dehşete kapıldığı vakit: denilir. Gümüş (fıdda)ün ne demek olduğu da bilinen birşeydir. Çoğulu şeklinde gelir. Buna göre (altın anlamına gelen) zeheb kelimesi gitmek anlamına gelen dan alınmadır. (Gümüş anlamına gelen); fıdda kelimesi ise dağılan birşey hakkında kullanılan dan alınmadır. Ben topluluğu dağıttım, onlar da dağıldılar, tabiri de buradan gelmektedir. İşte bu iki kelimenin türedikleri köklerin bunlar olması, bunların geçici oldukları ve sabit olmadıkları hissini vermektedir. Nitekim görülen de budur. Bu anlamı ifade etmek üzere söylenen sözlerin en güzeli bir şairin şu beyitleridir: "Son söylediğin dinar işte ateştir Şu geçip giden dirhemin sonu ise kederdir İkisi arasında kişi evet, takva sahibi olursa Keder ile ateş arasında kalbi muazzebdir." Yüce Allah'ın: "Atlara" âyeti müennestir. İbn Keysân der ki: Bana Ebû Ubeyde'den şöyle dediği nakledildi: "el-Hayl: Atlar" kelimesinin tekili "hâil" şeklindedir. " (Kuş anlamına gelen) tâir ve tayr" ile "(koyun anlamına gelen) dâin ve dayn" kelimeleri gibi. Bir diğer ismi "el-feres" olan "el-hayl"e bu adın veriliş sebebi, yürüyüşünde böbürlenmesidir (böbürlenmek demek olan ihtiyâl ile aynı kökten). Başkaları ise şöyle demektedir: Bu aynı kökten tekili olmayan çoğul isimdir. Tekili ise "feres"tir. Nitekim kavm, raht, nisa, ibil ve benzeri kelimeler de böyledir. Hazret-i Ali'den nakledilen haberde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Şüphesiz Allah atı rüzgardan yarattı. Bundan dolayı onu kanatsız olduğu halde uçucu kıldı." Vehb b. Münebbih der ki: Allah, atı güney rüzgarından yarattı. Yine Vehb der ki: Sahibinin getirdiği ne kadar teşbih, tekbir ve tehlil varsa mutlaka o at onu işitir ve onun gibisini söyleyerek ona cevap verir. Atlara ve onların nitelikleri el-Enfâl Sûresi'nde (8/60. âyette) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Allah, Âdem'e bütün hayvanları arzetti. Ona bunlardan tek bir tanesini seç denildi, o da atı seçti. Ona; kendin için güç kaynağı olan bir şeyi seçtin, denildi. Bu bakımdan ata "el-hayr: hayır" ismi verilmiş oldu. Diğer taraftan ata "hayl" adının veriliş sebebi ise, onda aziz olma alametinin bulunuşudur. Atâ binen bir kimse, Allahü teâlâ'nın bunu kendisine bağışlaması sebebi ile azizlik duygusunu duyar, yüce Allah'ın düşmanlarına karşı da böbürlenir. Atâ "feras" adının veriliş sebebi, aslanın avının üzerine atılması gibi, ileri atılarak mesafeleri katetmesidir. O bu uzaklıkları âdeta birşeyi elleriyle yakalayıp tüketircesine katetmektedir. Atâ "arabî" adının veriliş sebebi, Hazret-i Âdem'den sonra Hazret-i İsmail'e Beytullah'ın temellerini yükseltmesine mükâfat olarak verilmiş olmasıdır. Hazret-i İsmail de araptır. Böylelikle bu Hazret-i İsmail'e yüce Allah tarafından verilmiş bir nimet ve bağış oldu. Ondan dolayı da ata "arabî" ismi verildi. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İçinde atîk bir atın bulunduğu eve şeytan girmez." Ona "atîk" deniliş sebebi ise, dişi aygırdan ve Arap attan doğmamış olması (yani erkeği de dişisi de Arap at olmasıdır). Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Atların hayırlısı siyah, alnında beyazlık, burnu ve üst dudağı beyaz olandır. Bundan sonra ise yine alnında beyazlık olup da dört ayağı da bileklerine kadar beyaz olandır. Sonra üç ayağı beyaz olup ön sağ ayağı vücudunun renginden olandır. Şayet siyah olmazsa siyah ile kırmızı arası rengi olup da bu şekilde benekleri olan at gelir." Bu hadisi Tirmizî, Ebû Katâde'den rivâyet etmiştir. Dârimî'nin Müsned'inde yine Ebû Katâde'den rivâyete göre adamın birisi: Ey Allah'ın Rasûlü demiş, ben bir at almak istiyorum, hangisini alayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen siyah renkli, alnında beyazlık bulunan, üç ayağı bileklerine kadar beyaz olup sağ (ön) ayağı beyaz olmayan veya bu şekilde rengi siyah ile kırmızı arası olan bir at al ki, hem ganimet elde edersin, hem de esenliğe kavuşursun." Nesâî de Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlardan sonra atlardan fazla birşeyi sevmezdi. Hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "At üç türlüdür. Bir adam için ecre sebeptir, bir adam için örtüdür, bir adam için de vebaldir." Hadis uzuncadır. Hadisin yaygınlığı onun tamamını zikretmeye ihtiyaç bırakmamaktadır.' İleride Enfâl Sûresi (8/60) ile Nahl Sûresi (16/8. âyet)de yüce Allah'ın izniyle atlara dair hükümlerden yeteri kadar söz edilecektir. Yüce Allah'ın: "Nişanlı atlar" âyetinden kasıt, Saîd b. Cübeyr'e göre otlak ve meralarda yayılan atlar demektir. Çünkü bu şekilde yayılan hayvan ve koyunlara "sâime" denilir. (Nişanlı atlar diye meali verilen: el-müsevveme ile aynı kökten). Yine bu maksatla salınan hayvan hakkında denilir. salıverilen hayvanı anlatmak için kullanılır. İbn Mâce'nin Sünen'inde Hazret-i Ali'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin doğuşundan önce hayvanların (develerin) otlaklara salınmasını (sevm) ve süt veren hayvanların kesilmesini yasaklamıştır. Burada "es-sevm" kelimesi otlamak üzere salmak anlamındadır. Yüce Allah da: "Ve içinde (hayvanlarınızı) yaymakta olduğunuz (ot ve) ağaç(lar) bundandır" (en-Nahl, 16/10) diye buyurmaktadır. el-Ahtal der ki: "İbn Bez'a'nın (Husayn ez-Zühlî'nin kardeşi Şeddâd b. el-Münzir) yahut da onun gibi diğerinin (bununla da Havşeb b. Rüeym'i kastediyor) misali; Senin için daha uygundur! Ey develeri otlatan (deve çobanın)ın oğlu!" Otlayan her bir davara da: "es-sevâm" denilir. Bir görüşe göre burada "nişanlı atlar"dan kasıt, cihâd için hazırlanmış olan atlardır. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Mücâhid der ki: Salma atlar demek, semiz ve güzel atlar demektir. İkrime der ki: Salma atlar'dan kasıt, güzelliğin gözkamaştırıcı hale getirdiği atlar demektir. en-Nehhâs da bu açıklamayı tercih etmiştir ki; bu da Gözalıcı adam, ifadesinden alınmadır. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir. el-Müsevveme, alamet demek olan sîmâ kelimesinden gelmekte olup atların yüzlerine alamet vurmak demektir. el-Kisâî ve Ebû Ubeyde'nin görüşü budur. Derim ki: Lâfzın bütün bu anlamlara gelmesi muhtemeldir. O halde "salma atlar"dan kasıt otlaklarda yayılan, diğerlerinden ayırdedilmeleri için nişanlanmış, güzel ve (cihad için) hazırlanmış atlar demektir. Ebû Zeyd der ki: Bunun aslı atın üzerinde vücudunun diğer bölgelerinden farklı olacak şekilde bir yün parçası veya bir alamet koymaktır. Bu da o atların meralarda diğerlerinden ayrılması için yapılır. Dilci İbn Faris, Mücmel adlı eserinde der ki: el-Müsevveme, eyer takımları üzerinde olduğu halde salınan atlar demektir. el-Muerric (Ebû Feyd Amr b. el-Haris es-Sedusî Basralı nahiv bilgini) der ki: Müsevveme'den kasıt, dağlanarak nişanlanmış atlar demektir. el-Muberred ise her tarafta bulunup tanınan anlamındadır der. İbn Keysan ise, ablak atlar demektir, der. Hepsinin de "sima" kelimesine yakın bir anlamı vardır. er-Rabia der ki: "Ve eğiltilerek zayıflatılmış, ok gibi alâmetti (müsevvemât) atlar ki; Üzerlerinde cinleri andıran bir topluluk vardır." Yüce Allah'ın: "Davarlara" âyeti ile ilgili olarak İbn Keysân der ki: Eğer "neam" denilecek olursa, bununla yalnızca develer kastedilir. Şayet "en'âm" denilecek olursa, hem deve hem de otlayan bütün davarlar buna girer. el-Ferrâ' der ki: Bu kelime müzekker olup bunun müennesi yoktur. O bakımdan Araplar: "(.......): İşte bu, suya giden bir davardır" derler. Çoğulu ise en'âm şeklinde gelir. el-Herevî der ki: "en-neam" kelimesinin müzekkeri de gelir, müennesi de gelir, "el-en'âm" kelimesi deve, sığır ve koyun türünden davarları ifade etmek için kullanılır. Şayet "en-neam" denilecek olursa o takdirde özellikle deve kastedilir. Şair Hassan der ki: "Eskiden de böyleydi, halen de böyledir, orada bir tanıdık vardır Onun otlakları arasında alâmetti develeri var." İbn Mâce'nin Sünen'inde Urve el-Bârikî'den merfu olarak (Hazret-i Peygamber'den) şöyle dediği nakledilmektedir: "Develer sahipleri için bir güç kaynağıdır, koyunlar berekettir, hayır ise kıyâmet gününe kadar atların perçemlerinde düğümlenmiştir." Yine İbn Mâce'nin Sünen'inde İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Koyun cennetin hayvanlarındandır." Yine orada Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zenginlere koyun edinmelerini, fakirlere de tavuk edinmelerini emretti. Devamla buyurdu ki: "Eğer zenginler tavuk edinecek olurlarsa o takdirde Allah kasabaların helâk edilmelerine izin verir." Yine orada Um Hani'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle demiştir: "Koyun edininiz, çünkü onda bereket vardır." Bu hadisi Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den, o Veki'den o Hişam b. Urve'den, o babasından o Um Hani'den rivâyet etmiştir ki, isnadı sahihtir. Yüce Allah'ın: "Ekinlere" âyetinde geçen "el-hars" kelimesi sürülen herşeyin adıdır. Bu kelime masdar olup ekine bu ad verilmiştir. Ekin kastı ile toprağı altüst eden kimse hakkında: denilir. O bakımdan "hirâse" ismi tahıl ekimi, bostan yapımı ve buna benzer diğer ziraat işleri hakkında kullanılır. Hadîs-i şerîfte: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek" denilmektedir. Ekin ektim manasına denilir. Abdullah b. Mesud'dan gelen Hadîs-i şerîfte de: "Bu Kur'ân-ı Kerîm'i harsediniz" denilmektedir. Onu iyice tetkik ediniz, demektir. İbn Arabî der ki: Hars etmek, tetkik etmek, teftiş etmek demektir. Hadîs-i şerîfte: "En doğru isim ise el-Hâris'tir" denilmektedir. Çünkü haris kazanan demektir. Malın "ihtiras (peltek se ile) edilmesi" kazanılması demektir. "Milıras" ateş yakan "el-harâs" ise yayın kirişlerinin bağlandığı yerdir. Çoğulu da "ahrise"dir. Kişi dişi devesini zayıflattığı takdirde "ahrese" tabiri kullanılır. Hazret-i Muâviye yoluyla gelen hadiste şöyle sorduğu bildirilmektedir: "Su taşıyan develeriniz ne yaptı?" Onlar da: Bedir günü biz de onları biçtik, dediler. Ebû Ubeyd der ki: Bununla biz onları o günü zayıf ve güçsüz düşürdük, demek istemişlerdir. Buhârî'nin Sahih'inde Ebû Umâme el-Bâhilî'den -toprağı sürmek için bir demir ve yine toprak sürmek için bazı aletler gördüğünde- şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bu bir topluluğun evine girdimi, mutlaka o eve zillet girer." Denildiğine göre buradaki zillet'ten kasıt, yöneticilerin ve sultanların toprakla uğraşan kimselerden istedikleri arazideki haklardır. el-Mühelleb der ki: Hazret-i Peygamber'in bu Hadîs-i şerîfteki âyetinin anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- üstün hallere teşvik ve rızkı en şerefli sanatlar yoluyla talep etmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin ziraatle uğraşarak Allah yolunda atlara binip cihad etmeyi zayi etmelerinden korkmuştur. Zira, çiftçilik ile uğraşacak olurlarsa, atların sırtına binmekle geçimlerini kazanan ve atlara binen diğer ümmetler onlara galip gelir. Böylelikle Hazret-i Peygamber onları araziyi imar etmek ve bu gibi yorucu mihnetlere meyledip onlarla uğraşmak suretiyle değil de cihad ile geçimlerini sağlamaya teşvik etmiştir. Nitekim Hazret-i Ömer'in şu sözlerine bakalım: "Zorlu ve haşin yaşayışa alışın. Yüklerinizi develerin sırtına vurun, atlara da bindikçe binin. Sakın deve çobanları bu konuda sizi mağlub etmesin." Bu sözleriyle atlardan uzaklaşmamalarını ve atlara binerek bedenleri eğitmelerini emretmektedir. Buhârî ve Müslim'de de Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir müslüman bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya bir hayvan yiyecek olursa mutlaka bu, onun için bir sadaka olur." İlim adamları der ki: Yüce Allah burada dört tür malı zikretmektedir. Bunların her birini bir sınıf insan mal edinir. Altın ve gümüşü ticaret erbabı kimseler mal edinir. Otlaklara salınan atları hükümdarlar mal edinir. Davarları, çölde yaşayanlar mal edinir. Ekini ise köy ve kasabalarda yaşayanlar mal edinirler. Böylelikle her bir sınıfın fitnesi mal edindiği bu tür ile olur. Kadın ve çocuklar ise herkes için fitne sebebidir. "Bunlar dünya hayatının geçimidir." Yani dünya hayatında kendileriyle yararlanılan sonra da geçip giden, kalıcılığı olmayan şeylerdir. Bu âyetle yüce Allah dünyaya karşı zâhid olmayı teşvik etmekte; âhirete de rağbeti artırmaktadır. İbn Mâce ve başkalarının Abdullah b. Ömer'den rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünya bir metadır. Dünya metaı arasında ise salih bir kadından daha üstün hiçbir şey yoktur. " Yine Hadîs-i şerîfte: "Dünyada zahid ol (dünyaya rağbetin olmasın) Allah seni sever." Yani dünya metaından olan ve zorunlu ihtiyaç fazlası olan mal ve makama rağbet etme. Hazret-i Peygamber bir diğer Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlunun şu hususlar dışında kalanlarda bir hakkı yoktur: Mesken olarak kullanacağı bir ev, avretini örtecek bir elbise ve kuru bir ekmek ile su." Bu hadisi Tirmizî el-Mikdam b. Madi Kerib'den rivâyet etmektedir. Sehl b. Abdullah'a soruldu: Kul dünyayı ve bütün arzularını kolaylıkla nasıl terkedebilir? O: Kendisine emrolunanlarla meşgul olarak, diye cevap verdi. 11- Güzel Akıbet Allah Nezdindedir: Yüce Allah'ın: "Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir" âyeti mübtedâ ve haberdir. Meâb; dönüş yeri demektir. Dönmeyi ifade etmek üzere denilir. İmruu’l-Kays der ki: "Her uzak yerde dolaştırılıp durdum, o kadar ki; Sonunda ganimet olarak dönüşe razı oldum." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ayrılıp giden herkes geri döner Fakat ölüm ile ayrılan geri gelemez." kelimesinin aslı şeklindedir. Burada "vav"ın harekesi hemzeye kalbedilip, ibdal ile "vav" yerine "elif" getirilmiştir. "Mekaal" kelimesi gibi. . Âyet-i kerîme dünyalığın azlığını vurgulamak, onun önemsizliğini belirtmek, buna karşılık âhirette yüce Allah'a güzel bir şekilde dönmeye teşvik etmek anlamındadır. 15De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber veriyim mi? Takvaya erenler için Rablerinin katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Tertemiz eşler ve Allah'ın rızası da vardır. Allah kullarını çok iyi görendir. Soru: "Bunlardan" (Türkçede: Vereyim mi? (âyeti) ile sona ermektedir. "Takvaya erenler için" âyeti öne alınmış bir haberdir. "Cennetler" kelimesi ise mübtedâ olmak üzere ref edilmiştir. Sorunun: "Rablerinin katında..." âyetinde bittiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre "cennetler" kelimesi "bunlar öyle cennetlerdir ki" takdirinde gizli bir mubtedânın (haberi olmak üzere) merfudur. Bu açıklamaya göre ise "daha hayırlısını" kelimesinden bedel olarak "cennetler" kelimesinin iki esreli okunması da câiz olur. Fakat birinci şekle göre böyle bir okuyuş câiz olmaz. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber'in şu âyetini andırmaktadır: "Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı, şerefi, güzelliği ve dini. Ey elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikâhlayarak zafere ulaş." Hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. İşte "dindar olanı nikâhlamakla zafere kavuş" âyeti bu âyet-i kerimeye bir örnektir. Bundan öncekiler ise, bir önceki âyet-i kerimeye örnektir. Yüce Allah bunu dünyayı terkedenlerin maneviyatlarını güçlendirmek ve dünyalığa sahip olamadıkları dolayısıyla da onları teselli etmek için zikretmektedir. Bu âyet-i kerimenin kelimelerinin anlamları, daha önce Bakara Sûresi'nde-(el-Bakara, 2/25. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Rıdvan (rıza)" kelimesi "nza"dan masdardır. Bu da yüce Allah'ın cennet ehlini cennete koymasından sonra gerçekleşecektir. Yüce Allah onlara: "Size daha fazla vermemi istediğiniz birşey var mı?" diye soracaktır. Onlar da: Rabbimiz bundan daha üstün herhangi bir şey olabilir mi? diyecekler. Yüce Allah: "Benim rızam (var); bir daha ebediyyen size azap etmeyeceğim." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah kullarını çok iyi görendir" âyeti hem bir vaaddir, hem bir tehdit. 16Onlar ki: "Rabbimiz, biz gerçekten îman ettik. Artık günahlarımızı bize bağışla ve o ateş azabından bizleri koru" diyenler; "Onlar ki" âyeti yüce Allah'ın: "Takvaya erenler" âyetinden bedeldir. Bunu mef'ûl de kabul edebiliriz. Yani: "Onlar... diyenlerdir." Övmek suretiyle nasb olarak da kabul edilebilir. "Ey Rabbimiz biz gerçekten îman ettik" tasdik ettik. "Artık günahlarımızı bize bağışla." Bu, günahların bağışlanması için Allah'a yapılan bir duadır. "Ve o ateş azabından bizleri koru." Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/201. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 17Sabredenler, doğru olanlar, gönülden ibadet edenler (Allah yolunda) infak edenler ve seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. "Sabredenler" masiyetlere ve arzularına karşı direnenler. İtaatlere devam edenler diye de açıklanmıştır. "Doğru olanlar" yani davranışlarında, sözlerinde samimi olanlar: "Gönülden ibadet edenler" itaat edenler "infak edenler" Allah yolunda mallarını harcayanlar. Yine Bakara Sûresi'nde bu hususlara dair açıklamalar eksiksiz bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede kendilerine cennetlerin vadolunduğu takva sahiplerinin durumlarını açıklamaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir" âyetinin anlamı hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Enes b. Mâlik der ki: Burada sözü geçenler, Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. Katâde ise, sözü geçenler namaz kılanlardır, demektedir. Derim ki: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunlar hem namaz kılarlar, hem Allah'tan mağfiret isterler. Özellikle "seher vakti"nin söz konusu edilmesi duanın vakti olması ve isteklerin karşılanma ihtimali yüksek bir zaman olmasıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın Hazret-i Yakub'un çocuklarına söylediğini naklettiği: "Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" (Yusuf, 12/98) âyetini açıklamak üzere şöyle buyurur: "Yakub onların bu mağfiret isteklerini seher vaktine erteledi." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. İleride gelecektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Cebrâîl'e: "Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?" diye sorunca Hazret-i Cebrâîl: Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde sarsılır" diye cevap verdi. "Seher" denildiği gibi "sehr" de denilir. ez-Zeccâc der ki: "Seher" gecenin geçip ikinci fecrin çıktığı vakte kadarki zamandır. İbn Zeyd ise, bu vakit gecenin sonuncu altıda biridir, demektedir. Derim ki: Bundan daha sahih olanı, hadis İmâmlarının Ebû Hüreyre'den naklettikleri şu Hadîs-i şerîftir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah, her gece gecenin ilk üçte biri geçince dünya semasına iner ve der ki: Ben melik olanım. Ben melik olanım. Var mı Bana dua eden? Ben de onun duasını kabul edeyim. Var mı Benden dilekte bulunan? Ben de ona istediğini vereyim? Benden mağfiret isteyen var mı? Ben de ona mağfiret edeyim. Ve bu tan yeri ağarıncaya kadar böyle devam eder, gider." Müslim'in bir rivâyetinde ise "sabah fecr ağarıncaya kadar" şeklindedir. Lâfız Müslim'indir. Bu âyetin te'vili hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivâyettir: Ebû Hüreyre ile Ebû Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivâyete göre şöyle demişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verilecek." Ebû Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivâyet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır. Buna dair açıklamalarımızı da "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ ve Sifatihî el-Ulâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'tan Mağfiret Dilemenin Hükmü: Allah'tan mağfiret dilemek mendubtur. Yüce Allah bu âyet-i kerimede olsun, başka âyetlerde olsun mağfiret dileyenlerden övgü ile söz etmiştir. Başka bir âyet-i kerimede: "Seherlerde de onlar mağfiret dilerler" (ez-Zâriyât, 51/18.) diye buyurmaktadır. Enes b. Mâlik der ki: Biz seher vakti yetmiş defa istiğfar getirmekle emrolunduk. Süfyan es-Sevrî der ki: Bana ulaştığına göre gecenin ilk bölümü oldu mu bir münadî kânitûn (Allah'a dua edip de yalvaranlar)ın kalkması için seslenir. Onlar da bu şekilde kalkarlar ve seher vaktine kadar namaz kılarlar. Seher vakti oldu mu yine bir münadî: Nerde mağfiret isteyenler? diye seslenir. Bunun üzerine onlar da mağfiret isterler. Başkaları da kalkıp namaz kılar ve onlar da bunlara katılırlar. Tanyeri ağardı mı yine bir münadî şöyle seslenir: Haydi gafiller kalksın. Bunlar da kabirlerinden diriltilen ölüler gibi yataklarından kalkarlar. Enes'ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz yüce Allah buyuruyor ki: Ben yeryüzü halkını azâb etmek istiyorum da mescidlerimi imar edenlere, Benim rızam için birbirlerini sevenlere, teheccüd kılanlara, seher vaktinde mağfiret isteyenlere bakınca; onlar sebebiyle yeryüzü halkından azâbı defederim." Mekhûl der ki: Bir ümmet arasında her gün yirmibeş defa Allah'tan mağfiret dileyen onbeş kişi varsa Allah herkesi azâb etmek suretiyle o ümmeti helâk etmez. Bunu Ebû Nuaym "el-Hilye" adlı eserinde zikretmektedir. Nâfi' der ki: İbn Ömer bütün geceyi ihya eder sonra ey Nâfi' seher vakti geldi mi? diye sorardı. Ben de kendisine: Hayır derdim. Bu sefer yine namaz kılmaya devam eder sonra aynı soruyu sorardı. Ben kendisine: Evet de diğim vakit oturur, Allah'tan mağfiret dilerdi. İbrahim b. Hâtıb babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Seher vakti mescidin bir kenarında bir adamın şöyle dediğini işitirdim: Ya Rabbi, Sen bana emrettin, ben de Sana itaat ediyorum. İşte bu bir seher vaktidir, bana mağfiret buyur. Kim olduğuna baktım, onun İbn Mes'ûd olduğunu gördüm. Derim ki: İşte bütün bunlar istiğfarın, kalbin huzuru ile birlikte dil ile mağfiret dilemek olduğunu göstermektedir. Yoksa İbn Zeyd'in dediği gibi, burada mağfiret isteyenlerden kasıt, sabah namazını cemaatle kılanlar değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Lokman, oğluna şöyle demiş: "Oğulcuğum, horoz senden daha akıllı olmasın. Sen uykuda iken o seher vakitleri seslenmesin." İstiğfarda söylenecek sözler arasından tercih edilenler Buhârî'nin Şeddâd b. Evs'ten yaptığı şu rivâyette zikredilenlerdir. Buhârî'nin el-Cami' es-Sahih'inde (Şeddâd'ın) bundan başka bir rivâyeti de yoktur. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İstiğfarın başı şöyle demendir: "Allah'ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. Gücüm yettiğince Sana olan ahdim Sana olan va'dim üzereyim. Yaptıklarım kötülüklerinden Sana sığınırım. Üzerimdeki nimetlerini itiraf ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Bana mağfiret buyur. Şüphesiz günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur." (Devamla) buyurdu ki: "Her kim gündüzün bunu inanarak söyler de o gün akşamı etmeden ölürse cennet ehlindendir. Her kim bunu geceleyin buna inanarak söyler de sabahı etmeden o gece ölürse cennet ehlindendir. " Ebû Muhammed Abdulgani b. Said, İbn Lehia'dan, o Ebû Sahr'dan o Ebû Hazret-i Muâviye'den, o Saîd b. Cübeyr'den o Ebû's-Sahbâ el-Bekrî'den o Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın elinden tuttuktan sonra şöyle buyurdu: "Sana günahların, karınca adımları sayısınca -veya ufak karıncaların adımlan sayısınca- olsa dahi, Allah'ın günahlarını -ki sana mağfiret olmuştur ya- mağfiret etmesini sağlayacak sözler öğreteyim mi? Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, ben kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur. Çünkü günahları Senden başka mağfiret edecek yoktur. " 18Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azizdir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Saîd b. Cübeyr dedi ki: Kabe'nin etrafında 360 tane put vardı. Bu âyet-i kerîme nazil olunca bu putlar yüzüstü secde eder gibi yıkıldılar. el-Kelbî de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'de olduğu haberi yayılınca onun huzuruna Şam halkı yahudilerden iki alim geldi. Medine'yi görünce biri diğerine bu şehir ahir zamanda çıkacak peygamberin Medine'sinin niteliklerini ne kadar da andırıyor! Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna vardıklarında sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. Ona: Sen Muhammed misin? dediler. O: Evet buyurdu. Yine aynı zamanda Ahmed misin diye sordular. Yine evet buyurdu. Bu sefer şöyle sordular: Biz sana bir şehadete dair soru soracağız. Eğer sen bunu bize haber verirsen sana îman eder ve seni takdis ederiz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Sorunuz" deyince şöyle dediler: Bizlere Allah'ın Kitabında yer eden en büyük şahitlik hakkında haber ver. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) şu: "Allah, -adaleti ayakta tutarak- şehadet eder ki gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler" âyetini indirdi. Her iki ilim adamı da İslâm'a girdi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etti. Burada sözü geçen "ilim sahipleri"yle meleklerin kastedildiği söylenmiştir. İbn Keysan da der ki: Burada "ilim sahipleri"nden kasıt muhacirler ve ensardır. Mukâtil de; Kitap ehlinin îman edenleridir, derken; es-Süddî ile el-Kelbî; bütün mü’minlerdir derler; ki daha kuvvetli olan görüş budur. Çünkü umumîdir. 2- îlmin ve Âlimlerin Fazileti: Bu âyet-i kerimede ilmin faziletine, ilim adamlarının şeref ve üstünlüğüne delil vardır. Çünkü şayet ilim adamlarından daha şerefli bir kimse bulunsaydı yüce Allah ilim adamlarını birlikte sözkonusu ettiği gibi; onları da elbette kendi ismiyle, meleklerinin ismiyle birlikte burada zikrederdi. Yüce Allah ilmin şerefi ile ilgili olarak Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) şunu buyurmuştur: "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (Ta-Hâ, 20/114) Eğer ilimden daha şerefli birşey olsaydı elbette ki yüce Allah peygamberine ilmini artırmasını istemesini emretmiş olduğu gibi; onun da artırılmasını istemesini emrederdi. Hazret-i Peygamber de: "Şüphesiz ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır" dediği gibi: "İlim adamları Allah'ın, yaratıkları üzerindeki eminleridir" diye de buyurmuştur. Bu da ilim adamları için, büyük bir şereftir; dinde onların çok büyük bir yer işgal ettiklerini göstermektedir. Hadis hafızı Ebû Muhammed Abdulgani yine hafız olan Bereka b. Naşit'dan -asıl ismi Ankel b. Hakarik'dir. Bunun anlamı da Bereke b. Naşît'dir- rivâyetle der ki: Bize Ömer b. el-Müemmil anlattı. Bize Muhammed b. Ebi'l-Hasîb anlattı. Bize Ankel anlattı. Bize Muhammed b. İshak anlattı, bize Şerîk, Ebû İshak'tan anlattı. O el-Berâ'dan şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İlim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Sema ehli onları sever ve öldükleri takdirde Kıyâmet gününe kadar denizdeki balıklar dahi onlara mağfiret diler." Bu konuda Ebû Dâvûd tarafından rivâyet edilen Ebû'd-Derda yoluyla gelen bir Hadîs-i şerîf de vardır. Gâlib el-Kattân rivâyetle der ki: Ben bir ticaret maksadıyla Kûfe'ye gittim. el-A'meş'e yakın bir yerde konakladım. Ona zaman zaman gidip gelirdim. Bir gece Basra'ya doğru gitmek isteyince geceleyin kalkıp teheccüd kıldığını gördüm. Şu: "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur, o Azizdir, Hakimdir. Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/18-19) âyetlerini okudu. el-A'meş dedi ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şehadet ediyorum. Bu şehadetimi Allah'a emanet bı rakıyorum. Ve bu benim Allah nezdindeki bir emanetimdir. Ve: "Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır" -sözlerini defalarca tekrarladı-. Sabahleyin yanına gittim, onunla vedalaştıktan sonra şöyle dedim: Ben senin bu âyet-i kerimeyi okuduğunu işittim. Bu âyet hakkında sana ulaşan haber nedir? Ve bir seneden beri senin yanında olduğum halde bunu bana anlatmış değilsin. Bana: Allah'a yemin ederim, bir sene daha kalsan yine sana anlatacak değilim. (Gâlib devamla) dedi ki: Onun yanında ikamet ettim ve kapısına bana bu sözleri söylediği günün tarihini yazdım. Üzerinden bir sene geçince ona: Ey Muhammed'in babası işte sene geçmiş bulunuyor, dedim. Deki ki: Bana Ebû Vail, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde bu emanetin sahibi getirilir. Yüce Allah şöyle buyurur: Kulum bana bir ahid vermişti. Verilen sözleri yerine getirmeye en lâyık olan Benim, haydi kulumu cennete koyunuz." Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Gâlib el-Kattan, Gâlib b. Hattâf el-Kattân'dır. el-A'meş'ten: "Allah adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki" hadisini rivâyet etmekte ise de bu, mu'dal bir hadistir. İbn Adiy der ki: Onun rivâyet ettiği hadislerin zayıf olduğu açıkça görülmektedir. Ahmed b. Hanbel de der ki: Galib b. Hattâf el-Kattân sikadır. İbn Maîn de: Sikadır derken, Ebû Hâtim de: Çok doğru sözlü salih bir kimsedir, demektedir. Derim ki: Galib'in adaletli ve sika bir ravi olduğunu anlamak için Buhârî ve Müslim'in, Kitaplarında ondan rivâyet kaydettiklerini bilmek bizim için fazlasıyla yeterlidir. Yine Enes'ten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim: "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîzdir, Hakimdir" âyet-i kerimesini uyuyacağı vakit okuyacak olursa, Allahü teâlâ ona Kıyâmet gününe kadar kendisi için mağfiret dileyecek yetmişbin tane melek var eder." Şöyle de denilmektedir: Her kim bu şahitliği kalbinden inanarak ikrar ederse o, adaleti ayakta tutmuş olur. Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ka'be'nin etrafında üçyüzaltmış tane put vardı. Arap kabilelerinden her birisinin bir ya da iki putu vardı. Bu âyet-i kerîme nazil olunca sabahleyin putların secde halinde yıkılmış oldukları görüldü. 4- Âyet-i Kerîme ile İlgili Açıklamalar: "Allah... şehadet etti" açıkladı ve bildirdi, demektir. Nitekim filân kişi hakkın kimin lehine yahut kimin aleyhine olduğunu açıkladığı vakit, "hakimin yanında şahitlik etti" denilir. ez-Zeccâc dedi ki: Şahit birşeyi bilen ve açıklayan kimse demektir. Yüce Allah bize vahdaniyetini, yarattıkları ile delillendirdi ve açıkladı. Ebû Ubeyde der ki: "Allah şehadet etti" âyeti, Allah hükmetti, yani bildirdi, anlamındadır. İbn Atiyye ise der ki: Bu birkaç bakımdan reddedilir. el-Kisaî âyetinin ilk hemzesini üstün okuduğu gibi, "Muhakkak din..." âyetindeki hemzeyi de bu şekilde okumuştur. el-Müberred der ki: Bu okuyuşa göre takdirî ifade şöyle olur: Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik ederek, Allah katında dinin de İslâm olduğuna (şahitlik etti). el-Kisaî der ki: İki hemzeyi de nasb ile oku. Bunun anlamı şöyle olur: Allah şuna şuna şehadet etti ve Allah katında dinin İslâm olduğuna da şehadet etti. İbn Keysân der ki: İkinci olarak gelen: birincisinden bedeldir. Çünkü İslâm, tevhid demek olan bu âyetin muhtevasını açıklamaktadır. el-Kisâî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs da: âyetinde: "Allah şahitlik etti ki muhakkak ki O" âyetindeki hemzeyi esreli okurken; âyetindeki hemzeyi üstün olarak okumuştur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Allah, Allah katındaki dinin İslâm olduğuna şahitlik etmiştir. Daha sonra yine -sözün başına dönerek- şöyle buyurdu: Şüphesiz O'ndan başka ilâh yoktur. Ebû'l-Muhelleb -ki kurra birisiydi- hal olmak üzere nasb ile: "Allah'ın şahitleri olarak... şahitlik ettiler" diye okumuştur. Yine ondan: "Ki Allah'ın şahitleridirler" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Şu'be, Âsım'dan o Zir'den o Ubey'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle okuduğunu rivâyet etmektedir: "Muhakkak Allah katında din, haniflik dinidir, yahudilik de değildir, hıristiyanlık da mecusilik de değildir. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Ayırdetme gücüne sahip olan kimse açıkça şunu anlar: Bu sözler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından tefsir (açıklama) olmak üzere söylenmiştir. Hadisi nakleden bazı kimseler ise bunu Kur'ân'danmış gibi rivâyet etmişlerdir. "Ayakta tutarak" âyeti yüce Allah'ın: "Allah şehadet etti" âyetindeki ismini te'kid etmek üzere hal olarak ya da "O'ndan başka ilâh yoktur" daki zamirin hali olarak mansuptur. el-Ferrâ' ise der ki: Bu kelime kat' dolayısıyla nasbedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslı …..şeklindedir. Ancak elif-lâm kat' edilince (kaldırılınca) yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi nasbolundu: "Din de daima O'nundur" (en-Nahl, 16/52). Abdullah'ın kıraatinde ise sıfat olmak üzere: "Adaleti ayakta tutan Allah" diye okumuştur. Kist ise adalet demektir. "Ondan başka ilâh yoktur, o Azizdir, Hakimdir" Bu âyetin tekrarlanmasının sebebi birinci (O'ndan başka ilâh yoktur) âyetin tez durumunda olması, ikinci şehadetin (O'ndan başka ilâh yoktur âyetinin) ise hükmün yerini tutmasıdır. Ca'fer es-Sadık der ki: Birinci cümle vasfetmek ve tevhid etmek, ikincisi ise resmetmek ve talim etmektedir. Yani "Siz Allah'tan başka ilâh yoktur, O Azîzdir, Hakîmdir deyiniz" demektir. 19Muhakkak Allah katında din İslâm'dır. Kitap verilenler ise ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" âyetindeki "din" kelimesi itaat ve millet anlamındadır. İslâm ise îman ve itaatler anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû'l-Aliye yapmıştır. Kelamcıların Cumhûru da bu görüştedir. Aslolan "îman " ve "İslâm"ın ad olduğu şeylerin birbirlerinden farklı olmasıdır. Çünkü Cibril Hadisi diye bilinen hadis bunu ifade etmektedir. Bazan bunlar eş anlamlı da olabilir; o takdirde her birine ötekinin ismi verilebilir. Nitekim Abdulkays Heyetî ile ilgili hadiste bunu görüyoruz. Orada Hazret-i Peygamber, kendilerine yalnızca Allah'a îman etmelerini emretmiş ve şöyle demiştir: "Îman nedir bilir misiniz?" Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir.. " Yine Hazret-i Peygamber'in: "Îman yetmiş küsur bölümdür. Onun en alt seviyesi yolda eziyet veren şeyleri kaldırmak, en üst seviyesi ise Allah'tan başka ilâh yoktur (lâ ilahe illallah) demektir." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiştir. Müslim de ayrıca: "Ve haya imandan bir şubedir" kısmını da eklemektedir. Kimi zaman bu kelimelerin her birisinde karşılıklı bir tedahül (örtüşme) de sözkonusu olabilir. Şöyle ki; kişi bunlardan birisini zikreder ve aslında onun ad olduğu şeyi kastetmekle birlikte; diğerinin de ad olduğu şeyi kastedebilir. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi. Çünkü bunun kapsamına hem tasdik, hem de ameller girmektedir. Hazret-i Peygamber'in şu âyeti bu kabildendir: "Îman kalbin bilmesi, dil ile söylemek ve erkân ile amel etmektir" Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Önceden de geçmişti. Gerçek ise; birinci anlamın hem kelime anlamı itibariyle hem şer'î anlamı itibariyle kastedildiğidir. (Yani îman ile İslâm'ın ayrı şeyler olduğudur). Bunun dışındaki anlam ve yorumlar ise terimdeki kapsamın genişletilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Kitap verilenler ise ancak.... ayrılığa düştüler." Yüce Allah, kitap ehlinin gerçekleri bilmelerine rağmen görüş ayrılığına düştüklerini ve bunun aralarındaki çekememezlik ve dünyalık aramaktan kaynaklandığını haber veriyor. Bunu İbn Ömer ve başkaları söylemiştir. Âyette bir takdim ve te'hir vardır. Manası şudur: Kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düşmeleri, ancak kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr de der ki: Bu âyet-i kerîme ile kastedilenler hıristiyanlardır ve bu, Necran hıristiyanlarına bir azardır. er-Rabi' b. Enes ise, bununla kastedilenler Yahudilerdir demektedir. Bununla birlikte "Kitap verilenler" tabiri yahudileri de hıristiyanları da kapsamına alır. Yani "kendilerine kitap verilenler" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvveti hususunda "ancak kendilerine ilim" yani kitaplarında o peygamberin nitelikleri ve peygamberliğine dair açıklamalar "geldikten sonra aralarındaki ihtilaftan dolayı ayrılığa düştüler." Şöyle de denilmiştir: Yani kendilerine İncil verilenler, Îsa hususunda ancak yüce Allah'ın tek bir ilâh olduğuna, Îsa'nın da Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi geldikten sonra ihtilâfa düştüler ve onun hakkında farklı görüşler, iddialar ortaya attılar. " İhtiras" kelimesi mef'ûlün leh olmak üzere mansubtur. Yahut da: " ...ler" den hal olmak üzere nasb edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 20Seninle tartışmaya girişirlerse "Ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a teslim ettim" de. Kendilerine kitap verilenlere ve (kitapsız) ümmîlere: "Siz de İslâm oldunuz mu?" de. Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Şayet yüzçevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir. Yüce Allah'ın: "Seninle tartışmaya girişirlerse: «Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim» de" âyeti şu demektir: Şayet onlar seninle uydurma sözlerle ve kelime oyunlarıyla tartışacak olurlarsa, senin işin mükellef kılınmış olduğun îmana sahip çıkmak ve onu tebliğ etmek olsun. Sana yardımcı olmak ise Allah'a aittir. Yüce Allah'ın: "Yüzünü" âyeti kendini, zatını anlamındadır. Hazret-i Peygamber'in: "Yüzüm onu yaratana ve ona suret verene secde etmektedir" hadisindeki "yüz" kelimesi de bu kabildendir. Buradaki "yüz" kelimesinin, kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Kişinin: Filan kişi şu yüze (yöne) doğru çıktı, demesi gibi. Buna dair bu anlamdaki açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/112. âyette) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Ancak birinci açıklama daha uygundur. Kişinin kendisini ifade etmek üzere "yüz" tabirinin kullanılması, kişinin en şerefli organının ve en çok duyu organının toplandığı organ o olmasından dolayıdır. Şair der ki: "Ben yüzümü teslim ettim, kendisine teslim olduğu Tatlı ve berrak suyu taşıyan bulutların." Yüce Allah'ın: "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise baki kalır" (er-Rahmân, 55/27) âyeti hakkında yetkin kelamcılar bunun "zatı" ifade eden bir ibare olduğunu söylemişlerdir. Kendisi ile vechi (rızası) kastedilen amel, diye de açıklanmıştır. Allah'ın: "Bana uyanlarla" âyetindeki "Ben" kelimesi "Teslim ettim" âyetindeki "te" harfine atfedilmiş ve mahallen merfudur, yani bana uyanlar da teslim olmuşlardır, demektir. Bu şekilde arada te'kid olmaksızın merfu zamire atıf, aralarındaki fasıl (araya başka kelimelerin girmesi) dolayısıyla caizdir. Nâfi', Ebû Bekr ve Ya'kub: "Bana uyanlar" âyetinin sonunda "ye" harfini, aslında olduğu şekilde tesbit etmişlerdir, diğerleri ise Mushafa tabi olarak; bunu hazfetmişlerdir. Çünkü (Hazret-i Osman) Mushafında bu kelime "yâ"sızdır. Şair de şöyle demektedir: "Bir gün dahi, bolluk içinde olduğumu gizlemiyor Fakat sıkıntımı ise, (devamlı) gizli tutar karakterim." Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere: «Siz de İslâm oldunuz mu?» de. Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Şayet yüzçevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir" âyetinde kasıt yahudiler ve hıristiyanlardır. "Ümmiler" ise kitabı olmayanlar demek olup kasıt Arap müşrikleridir. "Teslim oldunuz mu?" âyeti hem takrir (durumu söyletmek) anlamında bir istifhamdır (soru) hem muhtevasında emir de vardır. İslâm'a giriniz, demektir. Taberî ve başkaları böyle demiştir. ez-Zeccâc: "İslâm oldunuz mu?" âyeti tehdid anlamındadır der. Bu da güzel bir açıklamadır. Çünkü bu, İslâm oldunuz mu, olmadınız mı? anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Doğru yola girmişlerdir" ibaresinin dili geçmiş (mazi) sigasıyla gelmesi, onlar için hidâyetin gerçekleşip elde edileceğinin mübalağa yoluyla haber verilmesi kastı iledir. Tebliğ" ise fiil kökünün ikinci harfinin (aynu'l-fi'linin) hafif okunmasıyla nın mastarıdır. Sana tebliğ etmek düşer, demektir. Bu âyetin cihad ile neshedilen emirlerden olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak bu, âyetin nüzul tarihini bilmeyi gerektirir. Bu âyet-i kerimelerin Necrân heyeti hakkında nazil olduğuna dair rivâyetin zahirine bakılacak olursa, bunun anlamı şöyle olur: Sana düşen, sana indirilen buyrukları Savaşmak ve benzeri diğer yollarla tebliğ etmekten ibarettir. 21Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenlere; işte onlara elem verici bir azâbı müjdele. Âyetin tefsiri için bak:22 22İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmış olanlardır. Ve onların hiç bir yardımcıları yoktur. Bu âyete dair açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere...." âyeti ile ilgili olarak Ebû'l-Abbâs el-Müberred der ki: İsrailoğullarından birtakım kimselere kendilerini aziz ve celil olan Allah'a davet eden peygamberler geldi. Onlar da o peygamberleri öldürdüler. Daha sonra bazı mü’minler kalkıp onlara İslâm'a bağlanmalarını emrettiler. Onları da öldürdüler. İşte bu âyet-i kerîme onlar hakkında nazil olmuştur. Ma'kil b. Ebi Miskin de böyle demektedir: Peygamberler (Allah'ın salâtı selâmı üzerlerine olsun) İsrailoğullarına Allah'tan yeni bir kitap getirmeksizin- gelirlerdi. İsrailoğulları da o peygamberleri öldürürlerdi. O peygamberlere tabi olanlardan bir topluluk kalkar ve kendilerine adaleti emrederler, bunları da öldürürlerdi. İbn Mes’ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlardan adeleti emredenleri öldüren topluluk ne kötü bir topluluktur! İyiliği emretmeyip kötülükten sakındırmayan bir topluluk ne kötü bir topluluktur! Mü’minin aralarından takiyye yaparak (kendisini gizleyerek) yürüdüğü topluluk, ne kötü bir topluluktur!" Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ın rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İsrailoğulları bir günün başının kısa bir bölümünde tam kırküç peygamber öldürdü. İsrailoğulları arasında âbid kimselerden on iki kişi kalkıp iyiliği emrettiler, kötülükten sakındırdılar. Aynı günün son demlerinde de işte bunların hepsi öldürüldü. Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın sözünü ettikleri de bunlardır." Bunu da el-Mehdevî ve başkaları zikretmiştir. Şube, Ebû İshak'tan o Ebû Ubeyde'den o Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İsrailoğullarının bir günde yetmiş peygamber öldürdüğü olurdu. Daha sonra da günün sonuna doğru onların sebze pazarları kurulurdu. Birisi: Kendilerine bununla (bu âyet-i kerîme ile) öğüt verilen kimseler, herhangi bir peygamber öldürmüş değillerdir; diyecek olursa, buna şu şekilde cevap verilir: Ancak âyetlere muhatap olanlar peygamberleri öldürenlerin yaptıklarına razı idiler. O bakımdan onların seviyesindedirler. Yine bu âyetlere muhatap olanlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ve onun ashabı ile Savaştıkları gibi; onları öldürmeye de kalkıştılar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da seni çıkarmak için tuzak kuruyorlardı..." (el-Enfal, 8/30) 2- Geçmiş Ümmetlerde Ma'rufu Emretmek ve Münkerden Alıkoymak: Bu âyet-i kerîme, önceki ümmetlerde de ma'ruf emrinin, münkerden alıkoymanın vacip (farz) olduğunu göstermektedir. Risaletin ve nebevî hilafetin asıl faydası da budur. el-Hasen der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsa o Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Rasûlünün halifesidir, kitabının halifesidir. " Ebû Leheb'in kızı Dürre'den ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde (hutbe irad etmekte) iken adamın birisi gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, insanların en hayırlısı kimdir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Aralarında ma'rûfu en çok emreden, münkerden en çok alıkoyan, Allah'tan en çok korkan, akrabalık bağlarını en çok gözetendir. " Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Onlar münkeri emreder, mâruftan alıkoyarlar." (et-Tevbe, 9/67). Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Bunlar da iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." (et-Tevbe, 9/71) Böylelikle yüce Allah iyiliği (mârufu) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymayı mü’minler ve münafıklar arasındaki fark olarak göstermektedir. İşte bu da mü’minin en belirgin özelliklerinden birisinin, iyiliği emretmek, münkerden de alıkoymak olduğunu göstermektedir. Bunun başı ise İslâm'a davet etmek ve bu uğurda Savaşmaktır. İyiliği emretmek, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Öncelikle bunu sultan (devlet yetkilisi) yerine getirmelidir. Çünkü hadlerin uygulanma yetkisi ona aittir, tazir de onun görüşüne göre yapılır. Hapsetmek, serbest bırakmak, sürgün etmek, gurbete göndermek, onun yetkisi içerisindedir. O her bir şehirde, salih, güçlü, alim ve emin bir kimseyi tayin eder ve bunları yerine getirmesi için emir verir. Herhangi bir ziyade sözkonusu olmaksızın o da gereği gibi hadleri uygular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O mü’minlere ki eğer Biz yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, münkerden alıkoyarlar." (el-Hacc, 22/41) 3- Kötülükten Alıkoyanın Nitelikleri: Kötülüğü yasaklayan kimsenin adaletli bir kimse olması, Ehl-i Sünnete göre şart değildir. Bu görüş bid'atçilerin konu ile ilgili kanaatlerine muhaliftir. Çünkü bid'atçiler: Münkeri ancak adil olan bir kimse değiştirmeye kalkışır, derler. Bu ise yersizdir. Çünkü adalet, insanlar arasında çok az kimsede bulunabilen bir özelliktir. Buna karşılık ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak ise bütün insanlar hakkında geneldir. Eğer yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) âyeti ile: "Sizin yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir hışmı gerektirir" (es-Saf, 61/3) âyetine ve benzerlerine delil diye sarılacak olurlarsa onlara şöyle denilir: Burada yasaklanmış bir işin yapılmasından dolayı kınama sözkonusudur. Yoksa bir kimsenin münkerden alıkoyması dolayısıyla yergi sözkonusu değildir. Bir kötülüğü işleyip de onu yasaklamanın onu işlemeyeninkine göre daha, çirkin olduğunda şüphe yoktur. İşte bundan dolayıdır ki böyle yapanlar, cehennem ateşi içerisinde eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi döneceklerdir. Nitekim biz bunu yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emreder de..." (el-Bakara, 2/44) âyetini tefsir ederken açıklamış bulunuyoruz. İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre; müslümanlar, gücü yeten her kişinin, eğer münkeri değiştirdiğinden dolayı kınamaktan başka bir şeyle karşılaşmayacak ve bu ona eziyet etmek noktasına varmayacak olursa, gücü yeten her kimsenin o münkeri değiştirmesinin vacip olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Şayet kınamadan başka birşeyle karşılaşmayacak olursa, bu kınamanın onu münkeri değiştirmekten alıkoymaması gerekir. Eğer eliyle değiştirmeye güç yetiremiyorsa diliyle değiştirir. Buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle değiştirir ve bundan fazlasını yapmakla mükellef değildir. Şayet kalbiyle değiştirerek red edecek olup başkasına gücü yetmiyor ise, üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş olur. (İbn Abdi’l-Berr) devamla der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı vurgulayan Hadîs-i şerîfler oldukça çoktur. Fakat bu hadisler "güç yetirmek" kaydı ile mukayyeddir. el-Hasen der ki: Bu konuda kendisiyle konuşulacak kimse, ancak düzelmesi umulan bir mü’min yahut da kendisine birşey öğretilecek bir cahil olabilir. Kılıcını yahut kamçısını eline alıp da: Benden kork! Benden kork! diyene gelince; böylesiyle senin bir ilgin yoktur. İbn Mes'ûd der ki: Değiştirme gücü bulunmayan bir münkeri gören bir kimse için kalbinden o münkerden tiksinmesi ve Allah'ın da bunu bilmesi, onun için yeterlidir. İbn Lehîa el-A'rec'den, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’minin kendisini zelil kılması helâl değildir." Ey Allah'ın Rasûlü, kendisini zelil kılması ne demektir? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Altından kalkamayacağı şekilde birtakım belâlara kendisini maruz bırakmasıdır. " Derim ki: Bu hadisi İbn Mâce, Ali b. Zeyd b. Cüd'ân'dan o el-Hasen b. Cündeb'den o Huzeyfe'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Bununla birlikte her iki senet hakkında da tenkid edici sözler söylenmiştir. Ashab-ı kiramdan kimisinin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Şüphesiz bir kişi karşı çıkabilme gücü olmayan bir münkeri gördüğü takdirde üç defa: "Allah'ım, şüphesiz bu bir münkerdir" demelidir. Bunu söylediği takdirde üzerine düşeni yapmış olur. İbnu'l-Arabî'nin iddia ettiğine göre; eğer bir kimse o münkeri izâle edeceğini umuyor, bununla birlikte onu değiştirmeye kalktığı takdirde dövüleceğinden yahut öldürüleceğinden korkuyor ise, ilim adamlarının çoğunluğuna göre, kendisini böyle bir tehlikeye atması caizdir. Şayet onun ortadan kalkmasını umut etmiyor ise, böyle bir işe kalkışmanın faydası yoktur. (İbnu'l-Arabi) der ki: Benim kabul ettiğim görüşe göre; niyeti halis ise; durum ne olursa olsun o kendisini böyle bir tehlikeye atsın ve hiçbir şeye aldırış etmesin. Derim ki: Bu Ebû Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) sözünü ettiği icmaya muhaliftir. Bu âyet-i kerîme ise, öldürme tehlikesi olmakla birlikte iyiliği emretmenin ve münkerden alıkoymanın câiz olduğunu göstermektedir. Nitekim yüce Allah: "Mâ'rûfu emret, münkerden alıkoy. Ve sana isabet edenlere da sabret..." (Lukman, 31/17) diye buyurmaktadır ki; bu da (bu uğurda) gelebilecek eziyetlere bir işarettir. 5- Münkeri El, Dil, ve Kalp ile Değiştirmenin Mahiyeti ve Sorumluları: Hadis İmâmları Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizden bir münker gören onu eliyle değiştirsin, gücü yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin). Bu ise imanın en zayıf halidir. " İlim adamları der ki: El ile marufu emretmek, yöneticilere; dil ile ilim adamlarına; kalb ile değiştirmek ise zayıflara yani insanlar arasındaki avama ait bir görevdir. Şayet münkerin onu yasaklayan tarafından dil ile ortadan kaldırılması mümkün ise onu yapsın. Eğer ancak cezalandırmak yahut öldürmekle bu münkeri ortadan kaldırabilecekse onu da yapsın. Öldürmekten daha aşağısı ile münkeri izale etmek mümkünse öldürmek câiz değildir. Bu ise yüce Allah'ın şu âyetinden çıkartılmaktadır: "O haddi aşan grupla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (el-Hucurât, 49/9) İlim adamları da bunu esas alarak şunu söylemişlerdir: Cana yahut mala saldıran bir kimseyi, canına yahut malına veya başkasının canına zarar vermeye kalkışanı önleyebilir ve bundan dolayı onun için sorumluluk sözkonusu değildir. Zeyd Amr'ı Bekr'in malını almak isterken görür ise, şayet mal sahibi Amr'a gücü yetmiyor ve malının alınmasına da razı değil ise Zeyd'in Amr'ı önlemesi ona engel olması gerekir. Hatta ilim adamları şöyle demiştir: İsterse bundan dolayı ona kısas uygulanacağını farzetsek dahi (Allah katında sorumlu tutulması sözkonusu değildir). Şöyle de denilmiştir: Bir şehirde eğer dört türlü insan varsa ora halkı beladan korunmuş olurlar: Zulmetmeyen adil bir başkan, hidâyet yolu üzere âlim bir kimse, ma'rûfu emreden münkerden alıkoyan, ilmin ve Kur'ân'ın tahsiline teşvik eden hocalar ve hanımları, ilk cahiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayanlar. 6- İyiliği Emredip Münkerden Alıkoymanın Terki: Enes b. Mâlik'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Biz ne zaman iyiliği emretmeyi münkerden alıkoymayı terkedelim? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerde başgösteren şeyler aranızda başgösterdiği takdirde." Ey Allah'ın Rasûlü, bizden önceki ümmetlerde neler başgösterdi? Şöyle buyurdu: "Yöneticilik küçükleriniz arasında, ahlâksızlık büyükleriniz arasında, ilim de sizin ayak takımınız arasında (olursa)." Zeyd der ki: Peygamber efendimiz'in: "İlim de ayak takımınız arasında" âyeti fasıklar arasında ilim yayılırsa demektir. Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar Mâide Sûresi'nde (5/89. âyette) ve diğerlerinde yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Yüce Allah'ın: "Amelleri boşa gitmiş olanlardır" âyeti ile; "Onlara.... müjdele" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Tekrarının anlamı yoktur. 23Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek üzere Allah'ın Kitabına çağırdıyorlar da sonra onlardan bir zümre arkasını çevirerek gidiyor?" Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: İbn Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yahudilerden bir topluluğun yanına Beytu'l-Midras'a gelip de onları Allah'ın yoluna davet etmesi sebebiyle nazil olmuştur. Nuaym b. Amr ile el-Haris b. Zeyd ona: Ey Muhammed, sen hangi din üzeresin? diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben İbrahim'in dini üzereyim" diye cevap verince şöyle dediler: İbrahim yahudi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Haydi Tevrat'ı getiriniz; o sizin ve bizim aramızda hakem olsun." Ancak Tevrat'ı getirmeyi kabul etmediler. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre ise bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Yahudilerden bir topluluk Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Haydi Tevrat'ı getiriniz orada benim sıfatlarım yazılıdır" dedi. Ancak onlar bunu kabul etmediler. Cumhûr: "Hüküm vermek üzere" diye okumuşlardır. Ebû Cafer Yezid b. el-Ka'ka' ise "ya" harfini ötreli olarak diye okumuştur. Ancak birinci kıraat daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İşte bu, size karşı hakkı söyleyen Kitabımızdır." (el-Câsiye, 45/29) 2- Hakime Davet Edilenin Durumu: Bu âyet-i kerimede hakime çağırılan kimsenin, hakimin huzuruna gitmesinin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü o kimse, Allah'ın Kitabına davet edilmiştir. Şayet onu kabul etmeyecek olursa emre muhalif olur ve muhalefet e-den ile kendisine muhalefet edilenin durumuna göre, onun te'dib edilerek azarlanması gerekir. Bu bizde Endülüs'te ve Mağrib ülkelerinde uygulanan bir hükümdür. Fakat Mısır diyarında bu yoktur. Sözünü ettiğimiz bu hüküm ise Kitab-ı Kerîm’de Nûr Sûresi'nde yüce Allah'ın şu âyetinde açıklanmış bulunmaktadır: "Aralarında hüküm vermek için Allah'a ve Rasûlüne davet olunduklarında onlardan bir grubun yüzçevirdiklerini görürsün... Hayır, onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (en-Nûr, 24/48-50) ez-Zührî, el-Hasen'den senedini kaydederek, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Hasmı, müslüman âlimlerden birisine kendisini çağırdığı halde, bunu kabul etmeyen zalimdir, onun alacak bir hakkı yoktur. " İbnu'l-Arabi der ki: Bu, batıl bir hadistir. Ancak buradaki "o kişi zalimdir" sözü doğrudur. Onun "alacak bir hakkı yoktur" sözü ise doğru olamaz. Bununla birlikte hak üzere değildir, demek istemiş olması da muhtemeldir. Mâlikî mezhebine mensup İbn Huveyzimendâd der ki: Hakimin meclisine çağrılan herkesin, hakimin fasık olduğunu bilmediği yahut da davacıya ya da davalıya düşmanlığı bilinmediği sürece bu çağrıyı kabul etmesi gerekir. 3- Bizden Öncekilerin Şeriati Bize Delil Olur mu? Bu âyet-i kerimede bizden öncekilerin şeriatinin, nesholunduğunu bildiklerimiz dışında, bizim için de şeriat olduğuna dair delil vardır. Ayrıca -ileride açıklanacağı üzere- bizden önceki peygamberlerin şeriatiyle hükmetmekle görevli olduğumuza dair de delil bulunmaktadır. Şu kadar var ki; bu, biz Tevrat okuyup ordaki hükümlerle amel ederiz, demek değildir. Çünkü elinde Tevrat'ın bulunduğu kimseler, bu konuda güvenilir kimseler değildir ve onu değiştirmişlerdir tağyir etmişlerdir. Şayet onda değişikliğe, uğramamış ve değiştirilmemiş olduğunu bildiğimiz birşey bulursak, onu okumanız câiz olur. Buna yakın bir görüş Hazret-i Ömer'den de nakledilmiştir. O Ka'b'a şöyle demişti: Eğer sen onun yüce Allah'ın İmrân oğlu Mûsa'ya indirdiği Tevrat olduğunu biliyor isen onu oku. Hazret-i Peygamber de Tevrat'ın değişikliğe uğratılmamış olan bölümlerini biliyordu. İşte bundan dolayı onları Tevrat'a davet etti ve Tevrat gereğince hüküm vermelerini istedi. Buna dair açıklamalar Maide Sûresi'nde (5/49. âyette) gelecektir. Ayrıca bu konuda varid olmuş haberler de yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir. Bu âyet-i kerimenin bu hususta nazil olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 24Bu, onların: "Sayılı günlerden başka bize asla ateş dokunmayacak" demeleri yüzündendir ve uydurageldikleri yalanlar dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır." Burada onların yüzçevirip dönüp gitmelerine ve: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (el-Mâide, 5/18) şeklindeki sözlerine ve buna benzer diğer sözlerine aldandıklarına işaret etmektedir. Yüce Allah'ın: "Bize asla ateş dokunmayacak" âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/80. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 25Ya geleceğinde şüphe olmayan bir günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak? Burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetine konu üzerinde durup düşünmeleri ve hayret edilecek bir halde olduklarının anlaşılması için bir hitaptır. Yani Kıyâmet gününde haşredilip artık dünyada iken ileri sürdükleri o aldatıcı sözlerin tutarsızlığı, çürüklüğü ortaya çıkıp da küfür ve inkârları cüretkârlıkları ve çirkin amellerinden kazandıkları şeylere karşılık cezalandırılacakları vakit durumları ne olacaktır? Yahut ne yapacaklardır. Yüce Allah'ın: "Bir günde" âyetindeki "lâm"; " ...de" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Basralılar ise şöyle demektedir: Bunun anlamı Hesap günü için onları topladığımız... şeklindedir. et-Taberî ise; o günde meydana geleceklerden dolayı... diye açıklamıştır. 26De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayr yalnız Senin elindedir. Sen şüphesiz herşeye kadirsin." Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah Fâtiha'yı, Âyetu’l-Kürsî'yi, "Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki..." (Âl-i İmrân, 18) âyetini "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah., dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" âyetlerini indirmeyi murad edince, kendileriyle Allah arasında herhangi bir perde olmaksızın Arş'a tutundular ve şöyle dediler: Rabbim, Sen bizleri günahlar diyarına ve Sana isyan edenlere mi indiriyorsun? Yüce Allah şöyle buyurdu: İzzet ve celalim hakkı için her farz namazın akabinde sizleri okuyan bir kimseyi mutlaka -yaptıkları ne olursa olsun- Haziratu'l-kuds'a yerleştireceğim ve mutlaka her gün gizli olan gözümle ona yetmiş defa nazar edeceğim. Her gün asgarileri mağfiret olan yetmiş ihtiyacını göreceğim, bütün düşmanlarından onu koruyacağım, düşmanlarına karşı ona yardım edeceğim ve onu cennete girmekten ölümden başka hiçbir şey alıkoymayacak." Muaz b. Cebel der ki: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidemedim. Onunla birlikte cuma namazını kılamadım. Şöyle buyurdu: "Ey Muaz, seni cuma namazına gelmekten alıkoyan nedir?" Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Yahudi olan Bariyaoğlu Yuhanna'nın bende bir ukıyye külçe altın alacağı vardı. Kapıma gelmiş benim dışarı çıkmamı gözetleyip duruyordu. Onun beni yanına gelmekten alıkoymasından korktum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Muaz, Allah'ın, borcunu ödemeni (sağlamasını) arzu eder misin?" diye sorunca ben: Evet, dedim. Şöyle buyurdu: "Her gün: "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım..." dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin. Dünya ve âhiretin Rahmânı her ikisinin Rahîmisin. Sen bu ikisinden dilediğini verirsin ve dilediğinden de alıkoyarsın. Bana borcumu ödemeyi kolaylaştır. Şayet yer dolusu altın borcun olsa Allah o borcunu sana ödetir." Bu hadisi hafız Ebû Nuaym de Atâ el-Horasanî'den rivâyet etmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler -yahut kelimeler- öğretti ki yeryüzünde bulunan her bir müslüman şayet kederli yahut borçlu veya üzerinde bir alacak varsa mutlaka Allah onun borcunu ödetir ve kederini giderir. Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidemedim... deyip hadisin geri kalan kısımlarını zikreder. Bu hadisin Atâ yoluyla gelen rivâyeti gariptir. Atâ bunu Muaz'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince ümmetine İran ve Bizans mülkünü vadetti. Münafıklarla yahudiler: Heyhat, heyhat, dediler. Muhammed nerde, İranlılarla Bizanslıların mülkünü ele geçirmek nerde? Onlar bunu kaptırmayacak kadar güçlü ve kuvvetlidirler. Muhammed'e Mekke ile Medine yetmiyor mu ki İran ve Bizanslıların mülküne göz dikiyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme Necranlı hıristiyanların: "Îsa, Allah'ın kendisidir" şeklindeki batıl iddialarını çürütmek üzere nazil olmuştur. Çünkü Îsa'nın sahip olduğu nitelikler, fıtratı sağlıklı olan herkese Îsa'nın ulûhiyete ait niteliklerin hiçbirisine sahip olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İbn İshak der ki: Aziz ve celil olan Allah bu âyet-i kerîme ile onların inat ve küfürlerini bildirdiği gibi; Hazret-i Îsa'nın da her ne kadar yüce Allah tarafından kendisine peygamberliğine delil olacak şekilde ölüleri diriltmek ve buna benzer mucizeler verilmiş olsa dahi, bu niteliklere tek başına yüce Allah'ın sahip olduğunu bildirmektedir. Bu nitelikleri ifade eden âyetler ise yüce Allah'ın: "Mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın dilediğini aziz edersin dilediğini zelil edersin" âyeti ile: "Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin, ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" (Âlî-İmrân, 3/27) âyetleridir. Şayet Îsa bir ilâh olsaydı bu özelliklerin onda bulunması gerekirdi. İşte bu âyette hem ibret alınacak taraf ve hem de (Hazret-i Îsa'nın ilâh olmadığına) apaçık bir belge vardır. Yüce Allah'ın: "De ki: Ey... Allah'ım" âyetinde yer alan "Allahumme" kelimesinin terkibi hususunda nahiv bilginlerinin farklı görüşleri vardır. Bununla birlikte bu kelimenin "he" harfinin ötreli, "mim" harfinin de şeddeli ve üstün ve münâda olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. el-A'şâ'nın şu sözlerinde ise "mîm" harfi şeddesiz olarak gelmiştir: "Ebû Rebâh'ın yaptığı bir dua gibi ki Onu o büyük Allah'ım işitir." Halil, Sîbeveyh ve bütün Basralı nahivciler der ki: "Allahumme" kelimesinin asli; "ya Allah"tır. Bu kelime "yâ" nida harfi olmaksızın kullanılmaya başlayınca, onun yerine sonundaki şeddeli "mîm"i koydular. Böylelikle iki harf olan şeddeli "mîm"i "yâ" ile "eliften ibaret olan iki harfin yerine kullandılar. "He" harfindeki ötre ise, müfred münada olan ismin ötresidir. el-Ferrâ' ve Kûfeliler ise "Allahumme" kelimesinin aslının: "Ey Allah! Karşımıza hayır çıkar" şeklindedir. Bu diğer kelimeler hazfedilerek, her iki kelime birbirine karıştırılarak "Allahumme" lâfzı ortaya çıktı. "He"nin üzerindeki ötre ise deki ötredir. Hemze hazfedilince hareke oraya intikal etti. en-Nehhâs ise der ki: Bu, Basralıların büyük bir yanlışlığıdır. Bu konuda doğru açıklama Halil ve Sîbeveyh'in söyledikleridir. ez-Zeccâc ise der ki: Müfred olan nidaya delil teşkil eden ötrenin terkedilerek “.....” kelimesindeki ötrenin "Allah" lâfzına konulması imkânsız bir olaydır ve bu, yüce Allah'ın ismine karşı büyük bir saygısızlıktır. İbn Atiyye der ki: Bu da ez-Zeccâc'ın bir aşırılığıdır. Ayrıca o hiçbir şekilde: "Allah'ım karşımıza hayır çıkar" sözünü işitmediğini ileri sürer. Arapların "ya Allahumme" demediğini söyler. Kûfeliler ise der ki: Bazen nida harfi (yani yâ ve benzerleri) "Allahumme" lâfzının başına gelebilir. Buna örnek olmak üzere de recez veznindeki şairin şu mısraını delil gösterirler: "Ey Allah'ım, mağfiret buyursan yahut azâb etsen bile..." Bir diğer şairin de şu beyitlerini buna örnek gösterirler: "Teşbih yahut tehlil getirdiğin her seferinde "Ey Allah'ım!" demenin senin için sakıncası ne ki (veya: sakıncası yoktur); Bizim ihtiyarımızı bize salimen geri çevir Çünkü biz onun hayrından asla mahrum kalmayız!" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Şüphesiz, ben, bir musibet gelip çattığı zaman Ey Allah'ım, ey Allah'ım! derim." Bu kanaatte olanlar derler ki: Şayet "mim" harfi "yâ" harfinin yerine gelmiş olsaydı, her ikisi birlikte (bu beyitlerde olduğu gibi) kullanılmazdı. ez-Zeccâc ise der ki: Böyle bir söyleyiş şaz (kuraldışı) ve istisnadır. Bunu kimin söylediği de bilinmemektedir. Bundan dolayı Allah'ın Kitabında ve bütün Arapların divanında (şiirlerinde) bulunan söyleyişler bir kenara bırakılamaz. Bununla birlikte bunun bir benzeri de şairin şu beyitinde zikredilmiştir: "Her ikisi benim ağzıma kendi ağızlarından üflediler (ilham verdiler) Uluyan, havlayana karşı en etkin üfürükleri." Kûfelilerden biri kelimelerinde şeddesiz olarak "mîm" ilave edilebilirse de şeddeli olarak ilave edilemez, der. Bazı nahivciler de şöyle demektedir: Kûfelilerin söyledikleri bir hatadır. Çünkü şayet durum dedikleri gibi olsaydı: "Allahumme" denilmesi ve sadece bununla yetinilmesi gerekirdi. Çünkü bu sözle birlikte dua da vardır. Yine kişi: Allah'ım, Rezzâk olansın Sen, der. Şayet durum iddia ettikleri gibi olsaydı, mübteda ile haber arasına iki cümle daha koymak gerekirdi. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Her kim "Allahumme" diyecek olursa, yüce Allah'a bütün isimleriyle dua etmiş olur. el-Hasen de der ki: Allahumme lâfzı dua (sırasında çağrılacak bütün isimleri) ifade eder. "Mülkün sahibi olan" âyeti hakkında Katâde der ki: Bana ulaştığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), aziz ve celil olan Allah'tan ümmetine İranlıların mülkünü vermesini diledi. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Mukâtil de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'tan İran ve Bizans mülkünü ümmetine vermesini diledi yüce Allah da ona bu duayı yapmasını emretti. Bu anlamdaki rivâyetler az önce geçmiş bulunmaktadır. "Mâlik: Sahip" kelimesi Sîbeveyh'e göre ikinci bir nida olduğu için nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "De ki: Ey göklerin ve yeri yaratan... Allah'ım!" (ez-Zumer, 39/46) âyeti de bu kabildendir. Sîbeveyh'e göre "Allahumme" kelimesinin bir sıfat ile nitelenmesi câiz değildir. Çünkü buna ayrıca "mim" harfi ilave edilmiştir. Bununla birlikte Muhammed b. Yezid ile İbrahim b. es-Serrî ez-Zeccâc ona muhalefet ederek şöyle derler: "Mâlik: Sahip" kelimesi i'rab bakımından yüce Allah'ın isminin sıfatıdır. Yine "gökleri ve yeri yaratan" âyeti de bu şekildedir. Ebû Ali der ki: Ebû Abbas el-Muberred'in görüşü bu olmakla birlikte, Sîbeveyh'in söylediği daha doğru ve daha açıktır. Çünkü vasf edilen isimler arasında "Allahumme"ye benzeyen bir başka isim yoktur. Çünkü bu, kendisine ek bir ses ilave edilmiş müfred bir isimdir. Sesler ise sıfat ile nitelendirilmez. "Gâk" ve benzeri sesler gibi. Bu şekildeki tekil ismin hükmü ise, sıfat ile nitelendirilmemektir. Bazı yerlerde böyle bir ismi sıfat ile nitelendirmiş olsalar dahi, durum böyledir. Burada kıyasa göre sıfat ile nitelendirilmemesi gereken birşey, bu isme ilave edildiğine göre bu kelime (Allahumme kelimesi) bir sese eklenmiş diğer bir ses durumunda olur. (Hayyaalelfelah'ı anlatmak üzere): "Hayye hele" sözü gibidir. Bu da sıfat ile nitelendirilmez. Burdaki "Mülk" Mücâhid'den nakledildiğine göre, peygamberlik demektir. Galip olmak yahut mal ve köleler anlamına geldiği de söylenmiştir, ez-Zeccâc der ki: Anlamı, ey kullara ve kulların malik olduklarına malik olan zat! demektir. Dünya ve âhiretin Mâlikî, anlamına olduğu da söylenmiştir. "Mülkü" yani imanı ve İslâm'ı "dilediğine verirsin." Bunları vermeyi istediğin kimseye verirsin. Bundan sonraki buyruklardaki aynı kelimeler de bu anlamdadır. Bununla birlikte hazfedilmiş birtakım kelimelerin takdiri de kaçınılmazdır. Yani sen o mülkü kimden çekip almak istersen, ondan çekip alırsın, demektir. Daha sonra bu kelimeler hazfedilmiştir. Sîbeveyh şu beyiti zikreder: "Acaba bu zamanın (yaptıkları dolayısıyla) ileri süreceği bir mazereti var mıdır? İnsanlara (yaptıkları dolayısıyla) O insanlara neyi yapmak itiyorsa yapıveriyor." ez-Zeccâc der ki: Yani insanlara neyi yapmak isterse onu yapar, demektir. Yüce Allah'ın: "Dilediğini aziz edersin" âyetindeki izzet yükselmek, kahretmek ve galip gelmek anlamındadır. Yine Allah'ın: "Ve o söz söylemede beni mağlub etti" (Sâd, 38/23) âyeti de bu kabildendir. "Dilediğini zelil edersin." Yenik düşürüp başkası ona üstünlük sağlayarak kahredilen kimse hakkında kullanılır. Şair Tarafe der ki: "Önemli ve görüş belirtilmesi gereken işlerde ağır hareket eder; fakat eli çabuktur hayasızca konuşmalarda; Yiğitlerin yumruklarıyla zelil düşendir, vurularak itilendir." "Hayr yalnız Senin elindedir" yani hayır da şer de senin elindedir; anlamında olup "şer" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyeti de böyledir. Özellikle hayrın zikredilişinin sebebinin, ifadelerin dua olması ve O'nun hazinesine rağbetin artırılması dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. en-Nekkâş der ki: Hayr, yani zafer ve ganimet Senin elindedir. İşarî metodla yorumlayanlar da derler ki: Ebû Cehil, çok miktarda mala sahipti. Bedir günü kuyuya atıldı. Fakirler ise Suayb, Bilal ve Ammâr gibileri olup bunların da mal diye birşeyleri yoktu. Onların bütün varlıkları imandı. "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verirsin." Ebû Talib'in yetimi olan Resûlüllah'ı, kuyunun başında durdurur ve kuyuya atılmış birtakım bedenlere. Ey Utbe, ey Şeybe, diye seslenmesini sağladı: İşte "sen dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin." Ey Suhayb, ey Bilal, sizin buğzedilmeniz suretiyle sizden dünyayı alıkoyduğumuz kanaatinde olmayınız. "Hayır senin elindedir" yani sizin dünyalığa sahip olmayışınız acizlikten kaynaklanmamaktadır. "Sen hiç şüphesiz herşeye kadirsin." Hakkın nimet olarak bağışlanması umumidir ve Allah dilediğini veli (kendisine dost) edinir. 27Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin." İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hasen, Katâde ve es-Süddî, yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze geçirir, gündüzü geceye geçirirsin...." âyetinin anlamı hakkında şunu söylemişlerdir: Yani Sen, birisinden eksileni ötekine geçirirsin ve nihayet gündüz onbeş saat olur ki bu da gündüzün en uzun olduğu süredir. Gece ise dokuz saat olur, bu da gecenin en kısa olduğu süredir. Aynı şekilde: "Gündüzü geceye geçirirsin" âyeti de böyledir. Bu el-Kelbî'nin de görüşüdür. İbn Mes’ûd'dan da bu açıklama rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerimenin lâfızlarının kapsamına gece ile gündüzün ardarda gelmesinin girme ihtimali de vardır. Âdeta birinin gitmesi, ötekine girmesi gibidir. Müfessirler yüce Allah'ın: "Ölüden diriyi çıkarırsın" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptirler. el-Hasen der ki: Bunun anlamı kâfirden mü’mini, mü’minden de kâfir çıkartırsın, şeklindedir. Buna yakın bir açıklama Selman-ı Farisî'den de rivâyet edilmiştir. Ma'mer'in ez-Zührî'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarının yanına girdiğinde görünüşü güzel bir kadın ile karşılaşır ve: "Bu kadın kimdir?" diye sorar. Hanımları: Senin teyzelerinden birisidir, diye cevap verirler. "Hangisi?" diye sorunca hanımları: Bu el-Esved b. Abd Yeğûs'un kızı Halide'dir, derler. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüden diriyi çıkartan Allah'ın şanı ne yücedir!" Halide, saliha bir kadın idi, babası ise kâfir idi. Bu açıklamaya göre maksat kâfirin kalbinin ölü olduğu, mü’minin kalbinin ise diri olduğudur. Buna göre ölüm ve hayat tabirleri istiare yoluyla kullanılmış olmaktadır. İlim adamlarının birçoğunun kanaatine göre ise âyet-i kerimede geçen "dirilik ve ölüm" gerçek anlamlarıyla kullanılmıştır. İkrime der ki: Bu, canlı olan tavuktan cansız olan yumurtanın çıkartılması, cansız olan yumurtadan canlı olan tavuğun çıkartılması gibidir. İbn Mes'ûd ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, cansız olan nutfenin canlı olan erkekten çıkması, canlı olan erkeğin cansız olan nutfeden çıkmasıdır. İkrime ve es-Süddî de der ki: Maksat başaktan çıkan dane ve daneden çıkan başak, hurma ağacından çıkan çekirdek ile çekirdekten çıkan hurma ağacıdır. Buna göre hurma ağacındaki ve başaktaki hayat, bir benzetmedir. Daha sonra yüce Allah: "Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" yani rızkı darlık ve azlık sözkonusu olmaksızın, pek çok verirsin. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak verir, demek de bu kabildendir. Âdeta o verdiği şeyleri hesap etmiyor gibidir, anlamındadır. 28Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor ve dönüş Allah'adır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Mü’minlerin Kâfirlere Karşı Tutumu: İbn Abbâs der ki: Yüce Allah mü’minlere, kâfirlere karşı yumuşak davranarak onları veli (dost ve sırdaş) edinmelerini yasaklamaktadır. Yüce Allah'ın: "Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin" (Âl-i İmrân, 3/118) âyeti de buna benzemektedir. Orada bu hususa dair açıklamalar gelecektir. Yüce Allah'ın: "Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz" âyeti; o kimse ne Allah'ın hizbindendir, ne de Allah'ın dostları arasındadır, demektir. Bu yüce Allah'ın: "Bu kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyetine benzemektedir. Sîbeveyh ise; O benden iki fersah uzaktadır" ifadesi benim arkadaşlarımdandır, benimle birliktedir anlamında olduğunu kaydetmektedir. Daha sonra yüce Allah veli edinme yasağından istisnada bulunmaktadır ki; bu da bir sonraki başlığın konusudur. Yüce Allah'ın: "Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesna" âyeti hakkında Muâz b. Cebel ile Mücâhid şöyle derler: Müslümanların güçlenmesinden önce, İslâm'ın yeni olduğu dönemlerde takiyye sözkonusuydu. Bugün ise Allah İslâm'ı mü’minlerin düşmanlarına karşı takiyye yapmalarına gerek bırakmayacak şekilde güçlendirmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs der ki: Takiyye kalbi îman ile mutmain olduğu halde dili ile (îmana aykırı) sözler söyleyip öldürülmemesi ve bir günah da işlememesi demektir. el-Hasen der ki: Takiyye, kişi için Kıyâmet gününe kadar caizdir. Fakat öldürmede takiyye sözkonusu değildir. Cabir b. Zeyd, Mücâhid ve ed-Dahhâk ise bunu: "Ancak onlardan takiyye yaparak sakınmanız müstesnadır" diye okumuşlardır. Şöyle de denilmiştir: Mü’min, kâfirler arasında ikamet ediyor ise, eğer canına bir zarar geleceğinden korkuyorsa, kalbi îman ile mutmain olduğu halde diliyle onları idare etme yoluna gidebilir. Bununla birlikte takiyye ancak öldürülme yahut bir azanın kesilmesi veya büyük bir eziyet ve işkenceden korkulması halinde helâl olabilir. Kâfir olmak üzere zorlanan bir kimsenin, -doğru görünen görüşe göre- direnmesi ve küfür sözünü söyleme teklifini kabul etmemesi hakkı vardır. Hatta bu onun için ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet 40. başlıkta) geleceği üzere, caizdir. Hamza ve el-Kisaî kelimesini imâle ile okurken, diğerleri tefhîm ile okumuşlardır. kelimesinin aslı "fuale" vezninde şeklindedir. "Tuhm ve Tu'ne kelimeleri gibi. Burada "vav" "te" harfine "ya" da "elif harfine kalbedilmiştir. ed-Dahhâk'ın İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre; bu âyet-i kerîme Ensardan olan Ubâde b. es-Sâmit hakkında nazil olmuştur. Ubâde, Bedir gazasına katılmış takva sahibi bir kişi idi. Bazı yahudilerle antlaşması vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzab (Hendek) günü Savaşa çıkınca Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, beraberimde beşyüz yahudi var. Ben bunların benimle birlikte çıkarak düşmana karşı güç gösterisinde bulunmayı uygun görüyorum. Bunun üzerine yüce Allah: "Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler" âyetini inzal buyurdu. Bu âyet-i kerimenin -ileride Nahl Sûresi'nde açıklanacağı şekilde- müşriklerin kendisinden söylemesini istedikleri bazı sözleri söylemesi üzerine Ammâr b. Yâsir hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demiştir: Yani Allah size kendisinden sakınıp korkmanızı emrediyor. Daha sonra bu şekildeki (âyet-i kerimedeki söyleyişi) kabul benimseyip onunla yetindiler ve kullanılan söyleyiş bu oldu. Nitekim yüce Allah: "Sen benim nefsimde olanı bilirsin bense Senin nefsinde olanı bilmem" (el-Mâide, 5/116) âyetinin anlamı da budur: Sen benim nezdimde olanı ve benim hakikatimde olanı bilirsin. Ben ise Senin nezdinde olanı ve Senin hakikatinde olanı bilmem, demektir. Başkası ise şöyle demektedir: Bunun anlamı, Allah sizi cezası ile korkutup sakındırmaktadır, şeklindedir. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti buna benzemektedir. Diğer taraftan: "Sen nefsimde olanı bilirsin" âyeti ise, benim gaybımda gizleyip sakladıklarımı bilirsin, demektir. Burada "nefis" kelimesi, saklanan şey anlamında kullanılmıştır. Çünkü, kalpte saklanan şeyler, nefiste cereyan eder. "Ve dönüş Allah'adır." Yani Allah'ın amellerin karşılığını vermesine dönülecektir. Bu âyette öldükten sonra dirilişin ikrarı vardır. 29De ki: "Kalplerinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde olanı da O bilir. Allah herşeye kadîrdir." O kalplerin gizlediklerini, kalplerin içindekileri, göklerde ve yerde olanları, onların ihtiva ettiklerini bilendir. O bütün gizlilikleri çok iyi bilir. Zerre ağırlığı dahi birşey ona gizli kalmaz. Hiçbir şey O'na saklı değildir! O'nun şanı ne yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O gizli olanı da, açıkta olanı da bilendir. 30O günde herkes ne hayır işlediyse ve ne kötülük yaptı ise karşısında onu hazırlanmış bulacak. Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah size kendisinden korkmanızı emreder; Allah kullarına çok merhamet eder. Yüce Allah'ın: "O günde" âyeti; "Allah size kendisinden korkmanızı emreder. O günde herkes....." âyetine muttasıl olmak üzere "mansub" gelir. Bunun yüce Allah'ın: "Ve dönüş Allah'adır. O günde herkes..." âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. "Allah herşeye kadirdir. O günde herkes" âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. Bunun "O günü hatırla ki" şeklinde "hatırla" kelimesinin takdiri ile munkatı' (yani yeni bir cümle) olması da caizdir. Yüce Allah'ın: "Allah mutlak galiptir, intikam alıcıdır. O gün yer bir başka yere.... tebdil olunacaktır" (İbrahim, 14/47-48) âyeti de (bu yönüyle) buna benzemektedir. "Hazırlanmış" kelimesi ise nın sılasından hazfedilmiş bulunan zamirden haldir. Takdiri şöyledir: O günde her bir nefis, hayır kabilinden neyi işlediyse onu hazır bulacaktır. Bu takdir, kaybolan şeyi bulmak anlamında olan: dan gelmesi halinde sözkonusudur. Diğer taraftan: Ve ne kötülük yaptı ise" âyetindeki ise daha önce geçen, ya atfedilmiştir. Arzu edecektir" kelimesi ise; ikinci olarak gelen dan hal mahallindedir. Şayet kelimesini "bilmek" anlamında kabul edersek, o takdirde: " Hazırlanmış" kelimesi ikinci mef'ûl olur. Aynı şekilde: "Arzu edecektir" kelimesi ise ikinci mef'ûl yerinde olur. Bunun da takdiri şöyle olur: O gün her bir nefis yaptıklarının karşılığını hazırlanmış olarak bulacaktır. Diğer taraftan ikinci nın mübteda olmak üzere merfu olması, buna karşılık "Arzu edecektir" kelimesinin mübtedanın haberi olmak üzere nasb mahallinde olması da uygundur. nın ceza (şart edatı) anlamın da olması, uygun düşmez. Çünkü "Arzu edecektir" fiili merfudur. Şayet mazi olsaydı ceza (şartın cevabı) olması câiz olurdu ve o takdirde de âyetin anlamı şöyle olurdu: Yaptığı kötülüklerin ise; kendisi ile onun arasında büyük bir uzaklığın bulunmasını arzu edecekti. Yani doğu ile batı arasındaki kadar uzak bir mesafe olmasını isteyecekti. edatını şart için kabul ettiğimiz takdirde, gelecek zaman fiili (muzarî fiil) ancak meczum gelir. Şu kadar var ki; (cevabın başına gelen) "fâ" harfinin hazfedildiği şeklinde yorumlanması ve şu takdirde olması müstesna olur: Yaptığı kötülüğe gelince; o nefis... arzu edecektir. Ebû Ali der ki: Bu, el-Ferrâ''nın görüşüne kıyasen böyledir. Çünkü o yüce Allah'ın: "Eğer onlara itaat ederseniz elbette siz de müşriklerden olursunuz" (el-En'âm, 6/121) âyeti hakkında burada "fe" harfi hazfedilmiştir, demektedir.
"Uzak bir mesafe": nihaî uzaklık demektir. Çoğulu da “.....” şeklinde gelir. Önceden galip gelmişti, istila etmişti anlamında olmak üzere: ) denilmektedir. Şair Nâbiğa der ki: "Ancak senin gibisine yahut da senin kendisini geride bıraktığın kimseye Tıpkı asîl bir atın önceden galip gelmesi gibi." Emed kelimesi gazap anlamına da gelir. O taktirde mazi ve mastarı “.....” şeklinde gelir. 31De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Sevgi (el-hubb): Muhabbet demektir. Esreli olarak el-hibb de bu manadadır. Bu son şekliyle sevilen sevgili anlamına da gelir, "el-hıdn" ve "el-hadin" kelimeleri gibi. Seven kişiye "muhib", sevilene de "mahbûb" denilir, el-Cevherî der ki: Bu ise istisnaîdir. Çünkü mudâaf kelime esreli olarak "yefilu" şeklinde gelmez. Ebû’l-Feth der ki: Bunun aslı ise "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Birinci "be" harfi sakin okunup ikincisine idğam edilmiştir. İbn Dehhân Said ise der ki: "Habbe"nin söylenişinde iki şekil vardır: Habbe ve ehabbe şeklinde. Bu binası ile kelimenin aslı, "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Buna delil ise Arapların bu kökten demeleridir. Ancak daha çok görülen "feule" vezninden "feîl" şeklidir. Ebû’l-Feth der ki: Bu kelimenin "ehabbe" şeklinde kullanıldığına delil yüce Allah'ın: "onları sever, onlar da O'nu severler." (el-Maide, 5/54) âyeti ile bu âyet-i kerimede geçen: "Bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyetidir. Araplar "habîb" şeklinde kullandıklarından dolayı "habbe" kelimesi "feule" vezninde de gelir. Aynı şekilde "mahbûb" da dedikleri için "feile" şeklinde geldiği de olur. "Habbe" fiili müteaddi anlamıyla kullanıldığı takdirde ism-i faili varid olmaz. O bakımdan: denilmemektedir. Çok nadir haller dışında "efalu"den ism-i mef'ûl varid değildir. Şairin şu sözü (nadir hallerden) olduğu gibi: "(Sanma ki başkası) benim yanımda kendisine ikram olunan ve sevilen bir konumdadır." Ebû Zeyd de: "Onu sevdim, seviyorum" kullanışını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir: "Allah'a yemin ederim hurması olmasaydı sevmezdim onu Ve Uveyf ile Haşim'den de daha yakın olmazdı." Yine şu beyiti de zikretmektedir: "Ömrün hakkı için benim durumum ile bir beldeye varmak isteyişim Sevdiğinden gittikçe uzaklaşanın durumuna benzer." el-Asmaî, bu fiilin muzâri' olarak kullanılması halinde, muzâraat harflerinden yalnızca "yâ" harfinin meftuh olarak kullanıldığını nakletmektedir, el-Hubb kelimesi su doldurulan testi gibi kaplara denilir. Farsçadan arapçaya girmiştir. Çoğulu "hibâb" ve "hibebe" şeklinde gelir. Bunu el-Cevherî nakletmektedir. Âyet-i kerîme Necrânlılardan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hazret-i Îsa ile ilgili olarak iddialarının, yüce Allah'a olan sevgilerinin ifadesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve İbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerîme bizler Rablerimizi seven kimseleriz, diyen Kitap ehlinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Rivâyet edildiğine göre müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki şüphesiz bizler Rabbimizi seviyoruz dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz..." âyetini indirdi. İbn Arafe der ki: Araplara göre muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir. el-Ezherî de der ki: Kulun Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü yüce Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz" diye buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesi, ise mağfirette bulunmak suretiyle onlara nimette bulunmasıdır. Yüce Allah: "Muhakkak Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 32) diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret buyurmaz, demektir. Sehl b. Abdullah da der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmenin alâmeti sünneti sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır. Ebud'd-Derdâ'nın rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani iyilik, takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda (bana tabi olunuz) demektir." Bu hadisi Ebû Abdullah et-Tirmizî (el-Hakîm) rivâyet etmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah tarafından sevilmeyi isteyen bir kimse doğru söz söylemeye, emaneti gereği gibi eda etmeye ve komşusuna eziyet etmemeye dikkat etsin." Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filanı seviyorum, onu sen de sev, der. Bunun üzerine Cebrâîl onu sever, sonra semada nida ederek der ki: Şüphesiz Allah filan kişiyi seviyor, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu sever. Daha sonra yeryüzünde ona hüsnü kabul bırakılır. Yine Allah bir kula buğzetti mi Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filana buğzediyorum, sen de ona buğzet, def. Bunun üzerine Cebrâîl ona buğzeder. Sonra sema halkı arasında şöyle nida eder: Muhakkak Allah filan kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz. Onlar da ona buğzederler, daha sonra yeryüzünde onun için buğz bırakılır." Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nin sonlarında (19/96. âyette) gelecektir. Ebû Recâ el-Utaridî "bana uyunuz" âyetini "be" harfi üstün olarak şeklinde okumuştur. "Ve günahlarınızı bağışlasın" âyeti "Allah da sizi sevsin" âyetine atfedilmiştir. Mahbûb, Ebû Amr b. el-Ala'dan rivâyet ettiğine göre Ebû Amr, kelimesinin sonundaki harfini kelimesinin başındaki "lâm" harfine idğâm ederek okumuştur. en-Nehhâs ise der ki: Halil ve Sîbeveyh "re" harfini "lâm" harfine idğam etmeyi câiz görmezler. Ebû Amr ise böyle bir yanlışlığa düşmekten uzaktır. Onun, birçok kelimede yaptığı gibi, harekeyi gizlemiş olması da muhtemeldir. 32De ki: "Allah'a ve Peygambere itaat edin." Şayet yüzçevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez. Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'a ve Peygambere itaat edin" âyetine dair açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/59. âyette) gelecektir. "Şayet yüzçevirirlerse" âyeti bir şarttır. Şu kadar var ki fiil mazi olduğundan dolayı i'rab almaz. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer küfürleri üzere sebat edip Allah'a ve Rasûlüne itaati kabul etmeyip dönecek olurlarsa "şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." Yani onların yaptıklarından razı olmaz ve asla onlara mağfiret buyurmaz. -Az önce geçtiği gibi.- Burada "Şüphesiz o" buyrulmayıp: "Şüphesiz ki Allah" diye buyurulmasının sebebi şudur: Araplar birşeyi ta'zim ettikleri vakit onu tekrar zikrederler. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir: Ölümü görmüyorum, ölümü birşeyin geçtiğini Ölüm zengin olanın da fakir olanın da hayatını zehir eder." 33Muhakkak Allah Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah Âdem'i Nûh'u., üstün kıldı" âyetinde geçen "istafâ" seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet) "Âdem" kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin takdiri şu şekildedir: Şüphesiz Allah, onların da dini olan İslâm dinini seçmiştir. ez-Zeccâc der ki: Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından peygamberlik için seçmiştir, şeklindedir. "Nûh" kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan (Acemî) bir isim olmakla birlikte munsarıftır. Çünkü üç harflidir. Hazret-i Nûh, rasûllerin piridir. Yüce Allah'ın Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin ve diğer yakın akrabaların nikâhlanmalarının haram kılınması onun risaletindeki hükümler arasındadır. İdris'in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler yanılmışlardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/59. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir. "İbrahim ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı" âyetine dair açıklamalara gelince; Bakara Sûresi'nde (2/49- âyet 2. başlıkta) "âl: aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Buhârî'de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve Muhammed ailelerinden mü’min olan kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da mü’minlerin velisidir" (Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır. İbrahim'in ailesinin İsmail, İshak, Yakub ve onun oğulları (Esbât) olduğu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da İbrahim ailesinden (âlinden) olduğu da söylenmiştir. İbrahim âlinden kastın, bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân'ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve Mûsâ ile Hârûn aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır." (el-Bakara, 2/248) âyeti de bu kabildendir. Hadîs-i şerîfte de: "Gerçekten ona Davud ailesinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir. Şair de der ki: . "Ali'nin, Abbas'ın ve Ebubekr âlinin (Ebubekr’in kendisinin) sevmiş olduğu Birisi vefat ettikten sonra artık, vefat etmiş hiçbir kimse için ağlama!" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Yılan tarafından sokulmuş ve sayılı günlerini bekleyenin çektiği gibi; O da Leylâ âlini (kendisini) hatırlamaktan sıkıntılar çekiyor." Burada şair bizat Leylâ'nın kendisini hatırlamaktan sıkıntı çektiğini anlatmak istemektedir. İmrân ailesinin İbrahim ailesi (âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah (bir sonraki âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmaktadır. Kastın Hazret-i Îsa olduğu da söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân'ın kızıdır. Önceden de açıkladığımız gibi kendisinin kastedildiği de söylenmiştir. Mukâtil der ki: İmrân, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babasıdır. Nesebi (geriye doğru) şöyledir: İmrân b. Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub. el-Kelbî de der ki: Buradaki İmrân, Meryem'in babası olan İmrân'dır. O da Hazret-i Süleyman'ın soyundandır. es-Süheylî'nin naklettiğine göre ismi İmrân b. Mâtân'dır. Hanımının ismi ise Hanne'dir. Bütün peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu edilmesi ise, peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle onların soyundan gelmiş olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve "nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir. "Âlemlere" âyetinden kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne göre çağdaşları olan âlemlerdir. Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün insanlardır. Bir diğer görüşe göre "âlemlere" âyeti Sûr'a üfleneceği güne kadar bütün âlemlere üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle ki; bunlar: Rasûl ve peygamberdirler. O bakımdan bütün insanların en hayırlıları, seçkinleridir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik) mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere yaratılmışlardır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar için bir eman olmuştur, Yüce Allah onu peygamber olarak gönderince, insanlar Sûr'a üfürüleceği vakte kadar dünya(da helâk olmak) azabından yana güvenlik altına girmiş oldular. Sair peygamberler ise böyle bir makamı işgal edememişlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber: "Ben hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim" diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah'tan insanlara rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" âyetinin anlamı ise Allah'tan insanlara gönderilmiş bir hediye demektir. Denildiğine göre; Hazret-i Âdem beş şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce Allah'ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hazret-i Âdem'i yaratması, ikincisi ona bütün isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmış olmasıdır. Nûh (aleyhisselâm)'ı da beş şey ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların (ikinci) atası kılmış olması. Çünkü bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı. İkincisi Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması. "Ömrü uzayıp da ameli güzel olana ne mutlu!" denilmiştir. Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da mü’minler hakkındaki duasını da yüce Allah'ın kabul etmiş olması. Dördüncüsü onu gemide taşımış olması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise teyzelerle ve halalarla evlenmek haram değildi. Hazret-i İbrahim'i de şu beş özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin atası kıldı. Çünkü rivâyet edildiğine göre onun sulbünden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar bin peygamber gelmiştir. İkinci özelliği Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah'ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara İmâm kılması, beşincisi ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan etmiş olması. Daha sonra yüce Allah: "İmrân ailesini" diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmrân'dan kasıt Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babası ise bunun açıklaması şöyle olur: Yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah İmrân'ın kavmine men ve selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere verilmiş değildir. Şayet kasıt Hazret-i Meryem'in babası ise, yüce Allah ona babasız olarak Hazret-i Îsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş demektir. Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 34Birbirinin soyundan olarak. Allah Semîdir, Alimdir." Daha önce Bakara Sûresi'nde "Zürriyet: Soy sop" kelimesinin anlamı ve bunun türeyişi ile ilgili açıklamalar (2/124. âyet 19- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada "zürriyet" kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan olmak üzere seçmiştir. Yani onların kimisi kimisinin soyundan gelmektedir. Kûfeliler ise bunun önceki âyetle (i'rab bakımından) alakalı olmadığını söylerken, ez-Zeccâc bedel olduğunu söylemektedir. Yani yüce Allah biri diğerinden olan bir zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah'ın: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler" (et-Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi. Yani sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katâde yapmıştır. Bunun, seçilmek, üstün kılınmak ve peygamberlik hususlarında olduğu da söylenmiştir. Kastın soy bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söylenmiş ise de, konu ile ilgili görüşlerin en zayıfı budur. 35Hani İmrân'ın karısı: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım. Benden kabul buyur. Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen Sensin Sen" demişti. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Ebû Ubeyde, yüce Allah'ın: "Hani İmrân'ın karısı., demişti" âyetindeki "Hani" kelimesinin zâid olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Yezid ise burada bu kelime "hatırla" takdirindedir, demektedir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca İmrân'ın karısı... dediğinde; o İmrân ailesini seçmişti, anlamındadır. İmrân'ın karısının ismi Hanne'dir. Babası ise Fâkûd b. Kunbul'dur. Meryem'in annesidir ve Hazret-i Îsa'nın anneannesidir. Hanne, Arapça bir isim değildir. Arapçada Hanne diye bir kadın ismi bilinmemektedir. Bununla birlikte Arapçada Ebû Hanne el-Bedrî diye bir isim kullanılmıştır. Bunun adının "Ebû Habbe" olduğu da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. İsmi Âmir'dir. Şam taraflarında ise Deyr Hanne (Hanne Manastırı) diye bir yer vardır. Yine bu isimle anılan bir başka manastır daha vardır. Ebû Nuvâs der ki: "Ey Zatü'l-Ukeyrah'daki Deyr Hanne (Hanne Manastırı) Senden kim ayıkabilir ki? Şüphesiz ben ayık değilim." Araplar arasında "Habbe" ismi çok kullanılır. Ebû Habbe el-Ensarî bunlardandır. "Subey'a hadisi" diye bilinen hadiste sözü geçen Ebû's-Senabil b. Ba'kek'in ismi da Habbe'dir. (Noktalı) "hı" ile "Hanne" İsmi ile Kadı Yahya b. Eksem'in kızından başka bir kimseyi bilmiyoruz. Bu ise Muhammed b. Nasr'ın annesidir. Ebû Cenne dışında "Cenne" ismi taşıyan kimse de bilinmemektedir. Bu ise şair Zu er-Rimme'nin dayısıdır. Bütün bu açıklamaları İbn Mâkûla'nın kitabından naklettik. Yüce Allah'ın: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım" âyetinde bir adaktan söz edilmektedir. Adağın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/270. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Adak, kulun kendisi için o işi bağlayıcı kılması halinde bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmrân'ın karısı hamile kalınca şöyle demiş: Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam, karnımdakini hür kılacağım. Burada "Sana" âyetinin anlamı ise, ibadetine adıyorum, demektir. "Hür olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. Hazfedilmiş bir mef'ûlün sıfatı olduğu da söylenmiştir. Yani ben Sana karnımdakini hür kılınmış (yalnız Sana tahsis edilmiş) bir köle olarak adıyorum. Ancak, tefsir ve sözün akışı ile i'rab bakımından birinci açıklama daha uygundur. İrab açısından uygunluğuna sebep, sıfatın mevsufun yerine kullanılması bazı yerlerde câiz değildir, kimi yerde de mecazen caizdir. Tefsir açısından uygunluğuna gelince; denildiğine göre İmrân'ın karısının bu sözü söylemesinin sebebi, doğum yapamayacak kadar ileri yaşta olmasıdır. Kendileri ise Allah nezdinde üstün yerleri olan bir aile halkı idiler. O sırada bir ağacın altında bulunuyor iken bir kuşun kursağından yavrusunun ağzına yiyecek boşalttığını görür. O da içinden böyle birşeyi arzuladı ve Rabbine kendisine bir evlat bağışlaması için dua etti. Eğer doğumunu yaparsa bu çocuğu hür kılacağını da adadı. Yani sırf yüce Allah için azad edilmiş, kiliseye hizmet edecek ve yalnızca o hizmetle uğraşacak, kendisini sadece Allah'ın ibadetine verecek, hür bir kimse olmak üzere onu adadı. Böyle bir adak onların şeriatlerinde câiz idi. Çocuklarına da bu şekilde anne babasına itaat etmek bir görevdi. Hazret-i Meryem, doğumunu yapınca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Yani kız kilisenin hizmetine uygun değildir. Denildiğine göre buna sebep, ay hali olması ve bu şekilde rahatsızlanmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre, erkeklerle beraber oturup kalkması uygun olmadığından dolayıdır. Halbuki kendisi erkek çocuk doğuracağını ümit etmişti. İşte onu "hür olarak" adamasının sebebi de budur. 3- Imrân'ın Karısının Adağının Hükmü: İbnu'l-Arabî der ki: İmrân'ın karısının hamile kaldığı yavruyu, bizzat kendisi hür olduğundan dolayı (yavrusu da hür doğacağından) adamasının sözkonusu olamayacağında görüş ayrılığı yoktur. Şayet İmrân'ın karısı cariye olsaydı, kişinin kendi çocuğu hakkında adakta bulunmasının sahih olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı yoktur. Hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, hüküm budur. Çünkü eğer adakta bulunan kimse köle ise, onun böyle bir söz söyleme yetkisi sözkonusu olmaz. Şayet hür bir kimse ise, yavrusunun kendisine köle olması düşünülemez. Kadının durumu da onun gibidir. Peki burada böyle bir adakta bulunmak nasıl açıklanabilir? Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur: Kişi, çocuğunu onunla teselli bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak için ister. İşte bu kadın da çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için istedi. Yüce Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu teselliden payına düşeni, O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil) olanlarının yaptığı adak şeklidir. O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir. Sûfilerden bir adam annesine şöyle demiş: Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na ibadet edeyim, ilim öğreneyim. Annesi: Olur, deyince o da yola koyuldu. Nihayet basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi: Kim o? deyince o da: Ben oğlun filanım, dedi. Annesi: Biz seni Allah için bıraktık, tekrar seni geri dönüp kabul edemeyiz, diye cevap verdi. Yüce Allah'ın: "Hür olarak" âyeti, ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı olan "hürriyet"ten alınmadır. Kitabın tahrîr edilmesi (yazılması) da burdan gelir. Tahrîr ise kitabın bozulmaktan ve karışıklıktan, yanlışlıktan kurtarılması, arındırılması demektir. Husayf in rivâyetine göre İkrime ve Mücâhid şöyle demişlerdir: Muharrar (hür olarak), aziz ve celil olan Allah için halis kılınmış, dünya işinden hiçbir şaibe ile şaibelenmemiş demektir. Bu ise dinde bilinen bir manadır. Katıksız ve arı olan herşeye "hür" denilir. "Muharrar" da aynı anlama gelir. Şair Zû er-Rimme der ki: "Küpe, boynunun yan taraflarında kulağında asılı duruyor İp (i andıran) boynundan ise oldukça uzaktır ve o (küpe) sallanıp durur." Kum taneleri bulunmayan çamura " hur çamur" denilir. Kadına kocası ilk gece yaklaşmayacak olursa; "Filan kadın hür bir gece geçirdi" denilir. Eğer kocası ona yaklaşabilmiş ise o takdirde denilir. 36Fakat onu doğurunca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu.- "Erkek ise kız gibi değildir. Gerçekten ben ismini Meryem koydum. Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım." 5- Kızın Adanması: Yüce Allah'ın: "Fakat onu doğurunca Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs der ki: İmrân'ın karısı bu sözlerini adak olarak erkeklerden başkasının kabul edilmeyişi dolayısıyla söylemişti. Ancak yüce Allah Hazret-i Meryem'i kabul etti. "Kız olarak" anlamındaki kelime haldir. ("Onu" kelimesinden) bedel olarak da kabul edilebilir. Denildiğine göre annesi, gelişip serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı. Bunu Eşheb, Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Bir diğer görüşe göre kızını kundağına sardı ve mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve ondan elini tamamiyle çekti. İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi onlarda da hicab (tesettür) emrinin bulunmayışı ihtimali de vardır. Buhârî ve Müslim'de rivâyet edildiğine göre siyahî bir kadın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde mescidi süpürür, temizlerdi ve sonra vefat etti. 6- Allah Adağını Kabul Buyû' rdu: Yüce Allah'ın: "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" âyetinde yer alan: "Doğurdu" kelimesinin: " Doğurdum" şeklinde "te" harfinin ötreli olarak okunuşuna göre; bu da onun söylediği sözlerin bir devamıdır ve o takdirde bu ifade önceki ifadelerle muttasıl olur. Bu şekildeki okuyuş Ebû Bekr ve İbn Âmir'in kıraatidir. Bu okuyuş yüce Allah'a teslimiyet, O'na itaat ve boyun eğmek ve O'na herhangi bir şeyin gizli kalmasından O'nu tenzih etmek anlamını ifade eder. Bu sözünü haber vermek kastıyla söylemiş değildi. Çünkü yüce Allah'ın herşeye dair bilgi sahibi olduğu, mü’minin kalbinde yer etmiş bir esastır. O bu sözleri yüce Allah'ı tazim ve tenzih kastıyla söylemiştir. Cumhûrun kıraatine göre ise bu, yüce Allah'ın takdim edilmiş buyrukları cümlesindendir. Bu ifadenin takdiri de: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetinden sonra "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" şeklinde olmasıdır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. Mekkî ise der ki: Bu, yüce Allah tarafından bize sebat vermek üzere bildirdiği bir gerçektir. O: Allah Meryem'in annesinin ne doğurduğunu bilendir. O ister bu sözü söylesin, ister söylemesin, demektir. Bu açıklamayı pekiştiren bir husus da şudur: Eğer bu sözler Meryem'in annesinin sözlerinden olsaydı, sözünü şöyle söylemesi uygun düşerdi: Ve sen benim ne doğurduğumu daha iyi bilensin. Çünkü "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" şeklinde sözlerinin başında O'na nida etmişti. İbn Abbâs'tan ise "be" harfi esreli olarak “.....” şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Yani ona böyle söylendi anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Erkek ise kız gibi değildir" âyetini bazı Şâfiî âlimleri şuna delil göstermişlerdir: Ramazan ayında gündüzün kocasının cima talebine itaat eden bir kadının keffaret ödemesinin vücubu erkek ile eşit değildir. İbnu'l-Arabî (der ki): Ancak böyle bir görüşü ortaya koymak bir yanlışlıktır. Çünkü burada anlatılanlar, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir ve onlar (Şâfiîler) bunu delil kabul etmiyorlar. Bu saliha kadın bu sözleriyle, durumunun delaleti ile sözünün kafi ifadesinin tanıklığı ile anlaşıldığına göre; bu saliha kadın, çocuğunu mescide hizmet etmesi için adamıştı. Ancak bunun kız olduğunu, hizmete uygun olmadığını, avret olduğunu görünce, bu konuda maksadına muhalif bir çocuğu olduğundan dolayı, Rabbine özür beyan etmektedir. "Meryem" kelimesi hem müennes hem de marife olduğundan dolayı munsarıf değildir. Aynı zamanda a'cemî (Arapça olmayan) bir kelimedir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8- Kişinin Soyunu Şeytandan Sakındırması: Yüce Allah'ın: "Gerçekten ben ismini Meryem koydum" âyetinde "Meryem" kelimesi onların dillerinde rabbin hizmetçisi anlamındadır. "Ben onu" yani Meryem'i "da soyunu da" yani Îsa'yı "kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım." Bu ifade soy (zürriyet) kelimesinin bazen özel olarak evlat hakkında kullanıldığını göstermektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şeytan tarafından dürtülmemiş hiçbir çocuk yoktur. İşte çocuk şeytanın dürtüsünden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem'in oğlu ve onun annesidir." Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz yüce Allah'ın: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım" âyetini okuyunuz. İlim adamlarımız der ki: Bu Hadîs-i şerîf şunu ifade etmektedir: Yüce Allah, Meryem'in annesinin duasını kabul etti. Çünkü şeytan peygamberler ve veliler dahil olmak üzere Âdem'in çocuklarının tümünü dürter. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur. Katâde der ki: Şeytan doğan her bir çocuğu doğduğu sırada böğründen dürter. Ancak Hazret-i Îsa ve onun annesi bundan müstesnadır. Bunların arasına perde konuldu. Onun dürtmesi perdeye isabet etti, fakat hiçbir şey bu perdeyi aşıp onlara ulaşmadı. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamları der ki: Eğer durum böyle olmasaydı her ikisinin bu konudaki özellikleri sözkonusu olmazdı. Bununla beraber şeytanın herkesi dürtmesi, dürttüğü kimseleri saptırması ve azdırmasını gerektirmemektedir. Böyle birşeyi zannetmek yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü şeytan peygamberlere ve velilere, nice defalar çeşitli bozgunculuklarla azdırma istekleriyle yaklaşmıştır. Bununla birlikte yüce Allah, onları şeytanın maksadına maruz kalmaktan yana muhafaza buyurdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun yoktur" (el-Hicr, 15/42). Bununla birlikte -Allah Rasûlünün de belirttiği gibi- her bir Âdemoğluna onun yanından ayrılmayan bir şeytan görevlendirilmiştir. Meryem ve oğlu her ne kadar şeytanın dürtmesinden yana korunmuş iseler de şeytanın onlarla birlikte bulunmasından, onların yanında olmasından korunmuş değillerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 37Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır. Yüce Allah'ın: "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı" âyeti, Allah onu kutlu olanların yoluna iletti, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: "Kabul" onu terbiye etmeyi, işlerini görmeyi üstlenmek demektir. el-Hasen der ki: Kabul etmenin anlamı şudur: O gece veya gündüzün kısacık bir anında dahi ona azap etmemiştir. "Ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü." Yani hilkatini eksiksiz ve fazlasız olarak gayet güzel bir şekilde tamamladı. Bir günde bir başka çocuğun bir yıllık sürede büyüdüğü kadar büyüyordu. "Kabul" ve "nebat" (kabul etmek ve bitirmek), gelmeleri gereken vezinden başka şekilde gelmiş masdardırlar. Yani bunlar (birer mutlak mef'ûl olarak) aslında şeklinde gelmeli idiler. Şair der ki: "Ölümü benden geri çevirdikten sonra Ve sen bana yayılan yüz deve verdikten sonra nankörlük mü ederim?" Şair "vermen" şeklinde masdarı kastetmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Onu bir bitki gibi büyüttü" diye buyurmuş olması; Bitti, fiil köküne delil teşkil etmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays: "Sonunda o en güzel yere vardık ve oldukça nazikleşti sözlerimiz, Ben boyun eğdirmek istedim zorluğa o da ne biçim boyun eğdi!" Burada Boyun eğdi, kelimesinin masdarı dır. Ancak o bu masdarı Boyun eğdirdi, anlamına kullanmıştır. Bu kabilden karşılaşılacak bütün kelimeler bu şekildedir. Buna göre ile nin anlamı (kabul etmek demek olup) birdir. Öyleyse burada âyetin anlamı: Onun Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu, şeklindedir. Ru'be'nin şu sözü de bunu andırmaktadır: "Ve ben yılanın büküldüğü gibi büküldüm." Çünkü nın anlamı ile ın anlamı (büküldüm demek olup) birdir. el-Katâmî'nin şu sözü de bu türdendir: "İşin en hayırlısı senin karşına çıkandır Yoksa onun arkasından giderek bulmaya çalıştığın değil." Çünkü burada ile (arkasından gittiğin, demek olup) birdir. İbn Mes'ûd: " Melekler indirildikçe indirilir" (Furkan, 25/25) âyetini Melekleri indirdikçe indirir" diye okumuştur. Çünkü ile indirdi, demek olup anlamlan birdir. el-Mufaddal der ki: Âyet: O, onu bitirip yetiştirdi, o da güzel bir şekilde bitip yetişti; anlamındadır. Ancak belirttiğimiz gibi manaya riâyet daha uygundur. "Kabul" kelimesinde aslolan ötreli olmasıdır. Çünkü bu kelime de "duhul ve huruç: Girmek ve çıkmak" kelimeleri gibi bir masdardır. Üstün ise çok az harflerde sözkonusu olur. el-Velû' ile el-Vezû' gibi. İşte bu şekilde üstün olma (kabul) gibi yalnız şu üç kelimededir başkalarında yoktur. Bunu Ebû Amr ile el-Kisaî vesair lügat İmâmları (ileri gelen bilginleri) söylemiştir. ez-Zeccâc ise aslı üzere "kaf" harfini ötreli olarak "kubûl" şeklindeki okuyuşu da câiz kabul eder. Yüce Allah'ın: "Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" âyeti , yani onu Zekeriyya'ya kattı demektir. Ebû Ubeyde ise, işlerini görmeyi Zekeriyya üstlendi, diye açıklamıştır. Kûfeliler bu kelimeyi şeddeli olarak: “.....” diye okumuşlardır. O bakımdan bu kelime iki mef'ûle geçiş yapar. İfadenin takdiri şöyledir: Rabbi, onu Zekeriyya'nın himayesine verdi. Yani onu himaye etmekle Zekeriyya'yı görevlendirdi. Bunu ona takdir buyurdu ve ona kolaylaştırdı. Ubeyy (b. Kâ'b)in Mushafında ise bu kelime şeklindedir. Bu şekilde başa gelen hemze ise, mef ûle geçiş konusunda kelimenin şeddeli olması gibidir. Bundan önceki " Onu kabul etti, onu büyüttü" kelimeleri de böyledir. Yüce Allah kendi zatı hakkında Meryem için ne yaptığını haber vermekte ve buna bağlı olarak âyet: Onu himayesine verdi" şeklinde gelmiştir. Diğer kıraat İmâmları ise fiili Zekeriyya'ya isnad etmek esasına göre hafif (şeddesiz) okumuşlardır. Buna göre yüce Allah bize, onun bakımını ve işlerini görmeyi üstüne alanın Zekeriyya olduğunu haber vermiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak?" (Âl-i İmrân, 3/44) âyeti buna delalet etmektedir. Mekkî der ki: Tercih edilen de budur. Çünkü kelimenin şeddeli olmasının anlamı hafif olmasının anlamına racidir. Zira yüce Allah onu Zekeriyya'nın himayesine verecek olursa, o da Allah'ın emriyle bunu himayesine almış olur. Diğer taraftan eğer Zekeriyya bizzat bunu kendiliğinden himayesine almış ise, bu da Allah'ın meşîet ve kudretiyle olmuş bir iştir. Buna göre her iki kıraatin anlamı birbiriyle içiçedir. Amr b. Mûsâ, Abdullah b. Kesir'den ve Ebû Abdullah el-Müzenî'den bu kelimeyi "fe" harfi esreli olarak şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. el-Ahfeş der ki: Bu kelime şeklinde söyleniyor ise de ben diye söylendiğini işitmedim. Ancak bu şekilde bir söyleyiş de sözkonusu edilmiştir. Mücâhid, "Onu kabul etti" kelimesini, kabul buyur, şeklinde dua ve niyaz anlamını vermek üzere "lâm" harfini sakin olarak şeklinde "rabbi" kelimesini de bir muzafın nidası olmak üzere mansub olarak; (şeklinde, "büyüttü" kelimesini diye "te" harfini sakin olarak "onu (himayesine verdi)" kelimesini "lâm" harfini sakin olarak şeklinde, "Zekeriyya" kelimesini de medli ve mansub olarak diye okumuştur. Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise "Zekeriyya" kelimesini medsiz ve hemzesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise medli ve hemzeli olarak okumuşlardır. el-Ferrâ' der ki: Hicaz halkı "Zekeriyya" kelimesini hem medli hem medsiz olarak okurlar. Necid halkı ise bundan "elif" harfini hazfeder ve bu kelimeyi munsarıf yapar ve derler. el-Ahfeş der ki: Bu kelimenin dört türlü söyleyişi vardır: Medli kasırh, "ya" harfi şeddeli ve munsarıf olarak şeklinde ve (cer ve nasb halinde): şeklinde kullanırlar. Ebû Hâtim der ki: şeklinde munsarıf değildir. Çünkü bu kelime Arapça olmayan (Acemî) bir kelimedir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü bu şekilde "ya" bulunan bir kelime "kürsî ve Yahya" kelimeleri gibi munsarıf olur. Ancak med ve kasr halinde Zekeriyya munsarıf olmaz. Çünkü bunda hem müenneslik elifi hem ucmelik (Arapçadan başka bir dilden olmak) ve hem de marife (özel isim) olmak sözkonusudur. Yüce Allah'ın: "Zekeriyya onun yanına mihraba her gelişinde yanında bir yiyecek bulurdu... Muhakkak Sen duayı işitensin dedi" âyetine dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız: 1- Hazret-i Meryem ile Hazret-i Zekeriyya: Yüce Allah'ın: "Zekeriyya onun yanına mihraba her girişinde..." âyetindeki mihrab kelimesi sözlükte, oturulan bir yerdeki en değerli mekân demektir. İleride buna dair daha etraflı açıklamalar Meryem Sûresi'nde (19/11. âyet 1. başlıkta) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Hazret-i Meryem yüksekçe bir odada bulunuyordu. Hazret-i Zekeriyya da yanına bir merdivenle çıkıyordu. Veddâhu'l-Yemen der ki: "O bir mihrabın sahibidir yanına geldiğimde Bir merdivenle çıkmadıkça onunla karşılaşamıyorum." Yani, onun yüksekçe bir odası vardır demektir. Ebû Salih de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İmrân'ın karısı yaşlandıktan sonra hamile kaldı. Karnında bulunanı hür olarak adadı. İmrân ona: Yazık sana ne yapıyorsun? Ya doğurduğun dişi olursa? diye sordu. Bundan dolayı her ikisi de kedere kapıldı. Hanne henüz hamile iken İmrân vefat etti ve kız doğurdu. Allah da onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu. Halbuki o zamana kadar erkeklerden başkaları hür olarak hizmete alınmıyordu. Hahamlar kendileriyle vahyi yazdıkları kâlemleriyle -ileride geleceği üzere- aralarında kur'a çektiler. Zekeriyya onu himayesine aldı ve onun için özel bir yer yaptı. Yaşı ilerleyince ona ancak bir merdivenle çıkılabilecek bir mihrab (yüksekçe bir oda) yaptı, onun için bir süt anneyi ücretle tuttu. Kapıyı da üzerine kapatıyordu. Onun yanına Zekeriyya'dan başka kimse girmiyordu. Büyüyünceye kadar böyle devam etti. Ay hali olduğu vakit, onu çıkartıp evine götürür ve teyzesi yanında kalırdı. Teyzesi el-Kelbî'nin görüşüne göre Zekeriyya'nın hanımı idi. Mukâtil der ki: Meryem'in kızkardeşi Zekeriyya'nın hanımı idi. Ay halinden temizlendiği vakit gusleder ve Zekeriyya da onu geri mihrabına götürürdü. Kimi ilim adamı der ki: Meryem ay hali olmazdı, o ay halinden temizlenmişti. Zekeriyya da onun yanına girdiği vakit, yazın kış meyvesini, kışın da yaz meyvesini yanında bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden geliyor? diye sorunca o: Allah'tan, diye cevap verirdi. Bunun üzerine Zekeriyya çocuk sahibi olmayı arzulayarak ona bunları veren, bana da bir evlat bağışlamaya kadirdir, dedi. Ebû Ubeyde'ye göre "Nereden" demektir. en-Nehhâs ise der ki: Ancak böyle bir açıklama kolaya kaçıştır. Çünkü "Nere" kelimesi yerler hakkında soru için kullanılır. kelimesi ise yer ve yol hakkında soru edatı olmak üzere kullanılır. Burada ise, bu meyve sana hangi taraftan, hangi cihetten geliyor? demektir. el-Kumeyt bu iki edatı farklı anlamda kullanarak şöyle demiştir: "Nereden ve hangi taraftan sevinç sana gelip döndü? Şevk ve arzunun da olmadığı, şüphenin de bulunmadığı bir yerden (mi)? "Her" anlamına gelen kelimesi ise "bulurdu" kelimesiyle nasbedilmiştir. Yanına girdiği her seferinde... bulurdu, anlamındadır. "Şüphe yok ki Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır" âyetinin Hazret-i Meryem'in sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte onun sözleri olmayıp yeni bir cümle olması da mümkündür. İşte bu, Hazret-i Zekeriyya'nın Allah'a dua edip evlat istemesine sebep olmuştu. 38İşte orada Zekeriyyâ Rabbine dua etti: "Rabbim, bana katından temiz bir soy bahşet. Muhakkak Sen, duayı işitensin" dedi. 2- Her Türlü Dua Allah'adır. Yüce Allah'ın: "İşte orada Zekeriyya Rabbine dua etti" âyetindeki: "Orada" kelimesi asıl itibariyle mekân için olmakla birlikte, hem zaman hem mekan için kullanılabilen bir zarf edatıdır ve burada nasb mahallindedir. el-Mufaddal b. Seleme ise der ki: kelimesi zaman için (o takdirde anlamı: O vakit, olur); kelimesi ise mekân için kullanılır. Kimi zaman birinin diğerinin yerine kullanıldığı da olur. "Rabbim bana katından" nezdinden "temiz bir soy" salih bir nesil "bahşet" bağışla! Soy (zürriyet) tekil de olabilir, çoğul da olabilir, erkek için de kullanılabilir, dişi için de kullanılabilir. Burada ise tekildir. Buna yüce Allah'ın: "Bana kendi katından bir veli (evlat) ihsan et!" (Meryem, 19/5) âyeti delalet etmektedir. Burada "veliler" dememiştir. "Temiz" anlamına gelen kelimesinin müennes gelmesi ise, zürriyet lâfzının müennes olduğundan dolayıdır. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Senin baban bir halifedir, onu bir başkası doğurmuştur Ve sen de halifesin işte kemal budur." Burada görüldüğü gibi Onu doğurmuştur, kelimesini müennes söylemesinin sebebi Halife kelimesinin müennes oluşundan dolayıdır. Enes yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim ölür de geriye iyi bir soy bırakırsa, Allah ona o kimselerin amellerinin ecrinin bir benzerini yazar ve onların ecirlerinden de hiçbir şey eksiltmez. " Bakara Sûresi'nde (2/124. âyet 19. başlıkta) "soy" anlamına gelen "zürriyet" kelimesinin türeyişine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Temiz" yani salih ve mübarek "bir soy bahşet. Muhakkak Sen duayı işitensin" onu kabul edensin. "Allah hamdeden kulunu işitti yani "duasını kabul buyurdu" ifadesi de buradan gelmektedir. 3- Allah'tan Çocuk Sahibi Olmayı Dilemek: Bu âyet-i kerîme çocuk sahibi olmayı istemenin lehine bir delildir. Böyle bir istekte bulunmak, rasûllerin ve sıddîklarin sünnetidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun Biz senden önce peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve zürriyet (evlâtlar) verdik." (er-Radıyallahü anh'd, 13/38) Müslim'in Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Osman dünyadan el etek çekmek istedi. Ancak Resûlüllah böyle birşey yapmayı ona yasakladı. Şayet izin vermiş olsaydı biz de kendimizi iğdiş ederdik. İbn Mâce de Âişe (radıyallahü anhnha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Nikâh benim sünnetimdendir. Her kim sünnetim gereğince amel etmezse benden değildir. Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim. Her kimin imkânı müsaitse nikâhlansın. İmkân bulamayan ise oruç tutsun. Çünkü oruç şehveti keser. " İşte bu; "çocuk isteyen ahmaktır" diyen kimi cahil mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların kanaatini reddetmektedir. Böyle bir kimse, asıl ahmak ve şaşkın olduğunu bilmiyor. Yüce Allah İbrahim el-Halil'den şu şekilde dua ettiğini bize haber vermektedir: "Ve benden sonrakilerde de benim için güzel övgü (lisan-ı sıdk) bırak!" (Şuarâ, 26/84) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ki: Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak kimseler ver ve bizi takva sahiplerine önder kıl! diye dua ederler." (el-Furkan, 25/74) Buhârî de buna binaen: "Çocuk İsteme Babı" diye bir başlık açmıştır. Hazret-i Peygamber de oğlu vefat ettiğinde Ebû Talha'ya şöyle dedi: "Bu gece hanımınla bir arada oldun mu?" Ebû Talha: Evet deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah geçirdiğiniz gecenizi mübarek kılsın." Ebû Talha dedi ki o gece hanımım hamile kaldı. Yine Buhârî'de şöyle denilmektedir: Süfyan dedi ki: Ensardan bir adam şöyle dedi: Ben onun dokuz çocuğunu gördüm hepsi de Kur'ân'ı okuyup öğrenmişlerdi." Yine Buhârî şöyle bir başlık açmıştır: "Bereket ile birlikte çok çocuk sahibi olmak için dua etmek." Daha sonra Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği hadisi naklederek der ki: Umm Süleym: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bu Enes senin hizmetkârındır. Sen onun için Allah'a dua et. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım, sen ona çokça mal ve evlat ver ve ona verdiklerinde de bereket ihsan et." Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Ebû Seleme'ye mağfiret buyur. Onun hidâyete ermiş olanlar arasındaki derecesini yükselt ve onun soyundan geleceklere sen halef ol!" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: "Doğurgan ve sevecen kadınlarla evleniniz. Ben çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim." Bu hadisi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Bu anlamdaki haberler pek çoktur ve bunlar çocuk sahibi olmayı teşvik etmektedir. Çünkü insan hayatında da ölümünden sonra da çocuğundan faydalanmayı umud eder. Hazret-i Peygamber de: "Sizden bir kimse öldü mü üç şey müstesna ameli kesilir" diye buyurduktan sonra: "Yahut da kendisine dua edecek salih bir evladı olursa" diye buyurmuştur. Şayet bu konuda bu hadisin dışında bir âyet olmasaydı bile bu dahi yeterdi. 4- Çoluk Çocuğun Hidâyet Bulmaları İçin Allah'a Dua Etmek: Bu sabit olduğuna göre insana düşen görev, çocuğunun, hanımının hidâyete ermesi için yaratıcısına yalvarıp yakarması, onların hidâyet, salah, iffet ve emir ve âyetlere riâyeti onlara ihsan etmesini; din ve dünyası için kendilerine yardımcı olmalarını istemesi gerekir. Böylelikle dünyasında da âhiretinde de bunlardan büyük bir fayda sağlamış olur. Nitekim Hazret-i Zekeriyya: "Rabbim, Sen onu razı olduklarından kıl" (Meryem, 19/6) diye dua ettiği gibi: "Bana katından temiz bir soy bahşet" diye de dua etmiştir. Yüce Allah (bir başka yerde salih insanların dualarını bize nakletmekte ve) şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak (salih evlat)Zar yer..."(Furkan, 25/74) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Enes'e dua ederek şöyle buyurmuştur: "Allah'ım malını ve çocuklarını çoğalt ve bunları onun için mübarek kıl" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Bu kadarı da bizim için yeterlidir. 39O mihrabda ayakta namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." Yüce Allah'ın: "Melekler ona seslendiler" âyetindeki: "Ona seslendiler" kelimesini Hamza ve Kisaî müzekker olarak ve "elif ile diye okumuşlardır. Ayrıca bu kelimeyi okurken imale de yaparlar. Çünkü bunun aslı "ya" harfidir ve bu harf kelimede dördüncü harftir. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'un kıraati de "elif"lidir. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat şekli de budur. Cerir'den rivâyet edildiğine göre o Muğire'den, Muğire İbrahim'den şöyle dediğini nakletmektedir: Abdullah (b. Mes'ûd) Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde geçen: " Melekler" kelimesini müzekker kabul ederek okurdu. Ebû Ubeyd der ki: Görüşümüze göre o bunu müşriklere muhalefet olsun diye tercih etmiş olmalıdır. Çünkü müşrikler, melekler Allah'ın kızlarıdır, diyorlardı. en-Nehhâs der ki: Ancak böyle bir delillendirmeden hiçbir sonuç elde edilemez. Çünkü Araplar, "erkekler dedi" anlamını ifade etmek üzere hem (müennes olarak) derler, hem de (müzekker olarak) diye söylerler. Kadınlar hakkında da aynı şekilde kullanılır. Peki onlara karşı bu şekilde Kur'ân-ı Kerîm ile nasıl delil getirilebilir? Eğer bu şekilde onlara (müşriklere) karşı Kur'ân-ı Kerîm'in bu âyetiyle delil göstermek câiz olsaydı, onların da yüce Allah'ın: " Melekler dediğinde..." (Mesela, Âl-i İmrân, 3/42, 45 gibi) âyetini delil göstermeleri mümkün olurdu. Fakat böyle diyen müşriklere karşı delil, yüce Allah'ın: "Acaba onlar yaratılışlarına şahit mı oldular" (ez-Zuhruf, 43/19) âyeti aleyhlerine delildir. Yani onlar böyle bir şeye şahit olmamışlardır. Peki, meleklerin dişi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Böylelikle onların bu iddialarının bizzat bir hevâdan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak " Ona seslendiler" âyetinin çoğulun müzekker kabul edilmesi esasına göre böyle gelmesi caizdir. Aynı manadaki: âyeti ise çoğulun müennes kabul edilmesine göredir. Mekkî der ki: Melâike: Melekler kelimesi kırık çoğul bakımından akıllı varlıklar durumundadır. O bakımdan müennes yapıldıkları vakit de aklı olmayan varlıklar durumunda kullanılır. Buna göre;"Onlar erkeklerdir, onlar ağaç kökleridir, onlar develerdir. Araplar dediler ki" şeklinde (müennes zamirler) kullanmak mümkündür. Bunu yüce Allah'ın: " Melekler dediğinde" (Âl-i İmrân, 3/42) âyeti pekiştirmektedir. Bir başka yerde de yüce Allah'ın: "Melekler de ellerini uzatmış olarak..." (el-En'âm, 6/93) âyetinde ise fiil, müzekker olarak gelmiştir. Bu şekilde okuyuş üzerinde de icma vardır. Yüce Allah bir başka yerde: "Melekler de her kapıdan onların yanına gelip..." (er-Radıyallahü anh'd, 13/23) diye buyurmaktadır. Bu âyette ise çoğul olan kelimenin müzekker kabul edilmesi de güzeldir, müennes kabul edilmesi de. es-Süddî ise der ki: Ona nida eden yalnızca Hazret-i Cebrâîl'dir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de böyledir. Yine: "O kendi emriyle... melekleri ruh ile indirir" (en-Nahl, 16/2) âyetinde de "melek"ten kasıt Hazret-i Cebrâîl, "ruh"tan kasıt ise vahydir. Arapçada çoğul kullanılarak tek kişi hakkında haber vermek caizdir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar ki insanlar kendilerine... dediklerinde" (Âl-i İmrân, 3/173) âyeti yer almaktadır. İleride geleceği üzere burada çoğul olan "insanlar"dan kasıt, Nuaym b. Mes'ûd'dur. Burada Hazret-i Zekeriyya'ya nida edenin, bütün melekler olduğu da söylenmiştir. Daha zahir olan görüş de budur. Yani onlar tarafından nida geldi, demektir. Yüce Allah'ın: "O mihrabda ayakta namaz kılarken... Allah sana ... müjdeler" âyetindeki "o ayakta" âyeti mübteda ve haberdir. "Namaz kılarken" âyeti ise ref mahallindedir. Bununla birlikte mahzuf bir zamirin hali olarak mansub da kabul edilebilir. Allah..." âyetini Hamza ve Kisaî diye okumuşlardır. Melekler muhakkak Allah...; anlamındadır. "Seslenmek" söylemek manasındadır. Sana... müjdeler" âyeti Medinelilerin kıraatine göre şeddelidir. Hamza ise bunu şeddesiz olarak; diye okumuştur. Humeyd b. el-Kays el-Mekkî de bu şekilde okumakla birlikte o "şin" harfini esreli "ya" harfini ötreli ve "be" harfini ise hafif (hareke vermeksizin) okumuştur. el-Ahfeş der ki: Bu kelime bu şekilde üç türlü okunur ve aynı anlamı ifade eder. Birinci kıraatin delili, çoğunluğun bu şekilde okuyuşudur: Kur'ân-ı Kerîm'de bu kabilden bulunan mazi yahut emir fiiller bu şekilde şeddeli olarak gelmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Benim kullarıma müjde ver." (ez-Zümer, 39/39); "Ona bir mağfireti müjdele" (Yasin, 36/11); "Biz ona İshak'ı müjdeledik" (Hud, 11/71); "Biz sana hakk olarak müjde verdik dediler" (el-Hicr, 15/55). İkinci kıraat ise Abdullah b. Mes'ûd'un kıraati olup Tihâmelilerin söyleyişi olan 'den gelmektedir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Ben aile halkıma müjde verdim Sana Haccac'dan yazılı olarak okunan bir sahife geldiğini gördüğüm zaman." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Kurak, düzlük bir arazide geçip giderken Avuçlarını şevkle yağmura açanları görürsen Yardımcı ol onlara ve onların sevindiklerine sen de sevin; Sıkıntılı dar bir yere konaklarlarsa sen de konakla!" Üçüncü söyleyiş ise 'dan gelmektedir. Şairin şu beyiti de buna uygundur: "Ey Um Amr (sırtlanın künyesidir); sana müjdeyi müjdeliyorum Yaygın ve seri bir ölüm ile ardı arkası kesilmeyen çekirgeleri." Yüce Allah'ın: "Yahya'yı" âyetine gelince; ilk kitapta onun ismi "Hayya" idi. Hazret-i İbrahim'in eşi "Sârre"nin ismi ise "Yesâre" şeklinde idi. Bunun Arapça karşılığı ise "doğum yapmayan, kısır" demektir. Ona Hazret-i İshak'ın müjdesi verilince "Sâre" denildi. Bu ismi ona Hazret-i Cebrâîl verdi. Hazret-i İbrahim'e: Ey İbrahim benim ismimden neden bir harf eksildi? diye sorunca Hazret-i İbrahim de bunu Cebrâîl (aleyhisselâm)'a sordu, şu cevabı aldı: "Onun adından eksilen harf, peygamberlerin en faziletlilerinden olan ve ismi Hayya olup Yahya diye adlandırılan soyundan gelecek bir evladının ismine ilave edilmiştir." Bunu en-Nekkâş zikretmiştir. Katâde der ki: Ona "Yahya" adının verilmesi, yüce Allah'ın onu îman ve nübüvvet ile diriltmesinden dolayıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Ona bu adın veriliş sebebi, yüce Allah'ın onun vasıtasıyla gönderdiği hidâyetle insanları diriltmiş olması, onlara hayat vermiş olmasıdır. Mukâtil de der ki: Yahya ismi, yüce Allah'ın "Hayy" adından türetilmiştir. O bakımdan ona "Yahya" ismi verilmiştir. Onun vasıtasıyla annesinin rahmini canlandırdığı için bu adın verildiği de söylenmiştir. "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici.... olarak" âyetinde kastedilen ise müfessirlerin çoğunluğunun görşüne göre Hazret-i Îsa'dır. Hazret-i Îsa'ya "kelime" adının veriliş sebebi, yüce Allah'ın "ol" kelimesiyle olmasıdır. Hazret-i Îsa babasız dünyaya gelmiştir. Ebû's-Simmal el-Adevî ise Kur'ân-ı Kerîm'in tümünde bu kelimeyi "kâf" harfi esreli "lâm" harfi de sakin olarak okumuştur. O bakımdan bu kelimeyi burada “.....” şeklinde okumuştur ki, bu da fasih bir söyleyiş olup kol, uyluk kelimelerine benzemektedir. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Îsa'dan "kelime" diye söz edilmesinin sebebi, insanların yüce Allah'ın kelâmı ile hidâyet bulduğu gibi, onun vasıtasıyla hidâyet bulmalarıdır. Ebû Ubeyd ise der ki: "Allah'tan bir kelime" âyetinin anlamı, Allah'tan bir kitap demektir. Devamla der ki: Araplar: Bana bir kelime okudu, derken bana bir kaside okudu, demek isterler. Nitekim el-Huveydera (Kutbe b. Muhsan b. Cervel'in lakabıdır)'den Hassan'a söz edilince Hassan: Allah onun kelimesine lanet etsin, demiştir. "Kelimesi"yle kastettiği ise onun kasidesidir. Başka görüşler de ileri sürülmüştür. Şu kadar var ki birinci görüş, daha yaygındır ve ilim adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmiştir. Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'ya îman edip onu tasdik eden bir kişidir. Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsa'dan üç yaş daha büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da söylenmiştir. Bunlar teyze çocukları idiler. Hazret-i Zekeriyya (Hazret-i Yahya'nın) Hazret-i Îsa hakkındaki tasdik edici tanıklığını işitince kalkıp Hazret-i Îsa'yı -henüz daha kundaktayken- kucakladı. Taberî'nin naklettiğine göre Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsa'ya gebe kalınca onun kızkardeşi de Hazret-i Yahya'ya gebe kalmıştı. Hazret-i Yahya'nın annesi kızkardeşinin ziyaretine gittiğinde: Ey Meryem, benim de hamile kaldığımı haber aldın mı? diye sorunca Hazret-i Meryem ona: Ya sen benim hamile olduğumdan haberdar mısın? diye sordu. Hazret-i Yahya'nın annesi ona: Ben karnımdaki yavrumun senin karnındaki yavruna secde ettiğini hissediyorum. Bunun da onun karnındaki ceninin başını, Hazret-i Meryem'in karnına doğru eğdiğini hissetmesi ile olduğu rivâyet edilmiştir. es-Süddî der ki: İşte yüce Allah'ın: "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici olarak" âyetinde kastedilen budur. "Tasdik edici olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. "Bir efendi" (anlamına gelen: Seyyid); kavmine efendilik eden ve sözüne başvurulan ileri gelen kişi, demektir. Bu kelimenin aslı: şeklindedir. Filan kişi filandan daha bir efendidir, denirken bu kelime 'den ism-i tafdil olur. Bu âyet insana "aziz veya kerim" adının verilmesinin câiz olduğu gibi "seyyid" adının verilmesinin de câiz olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kurayzaoğullarına şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Haydi, efendiniz için ayağa kalkınız." Buhârî ve Müslim'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Hasan hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Benim bu oğlum bir seyyiddir. Muhtemeldir ki yüce Allah onun sayesinde müslümanlardan çok büyük iki kesimin arasını bulacaktır." Nitekim böyle de oldu. Hazret-i Ali şehid edildikten sonra kırk binden çok kişi Hazret-i Hasan'a bey'at etti. Daha önce babasına bey'at etmemiş, babasına yaptığı bey'ati bozanlardan çok kimse de ona bey'at etmiş idi. Yedi ay kadar bir süre Irak'ta ve onun dışında Horasan bölgesinde halifelik yaptı. Arkasından Hicaz ve Iraklılarla birlikte Hazret-i Muâviye'nin üzerine yürüdü. Hazret-i Muâviye de Şam halkıyla birlikte ona karşı yürüdü. Her iki ordu Enbar'a yakın Irak Sevadından Meşkin denilen yerde karşı karşıya gelince; Hazret-i Hasan Savaşmaktan hoşlanmadı. Çünkü karşı tarafın çoğunluğu helâk olmadıkça iki ordudan birisinin galip gelemeyeceğini biliyordu. Bu ise müslümanlârın telef olması demekti. O bakımdan ileri sürdüğü birtakım şartları kabul etmesi üzerine işi Hazret-i Muâviye'ye terketti. Bunlardan birisi ise Hazret-i Muâviye'den sonra kendisinin halife olması idi. Hazret-i Muâviye bütün bunları kabul etti. Böylelikle Hazret-i Peygamber'in: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir." âyeti yerine gelmiş oldu. Allah'ın ve Rasûlünün Seyyidlik makamına çıkardığı kimseden daha seyyid olamaz. Katâde de yüce Allah'ın: "Bir efendi" âyetini ilim ve ibadette ileri gelen diye açıklamıştır. İbn Cübeyr ve ed-Dahhak ilim ve takvada ileri gelen diye açıklarken; Mücâhid de; seyyid keremli, şerefli demektir, der. İbn Zeyd ise bunu kızgınlığına yenik düşmeyen diye açıklamıştır. ez-Zeccâc der ki: Seyyid, bütün hayırlarda akranı olan kimselerin üstüne çıkabilen demektir. Bu da oldukça kapsamlı bir açıklamadır. el-Kisaî der ki: Keçi cinsinden "seyyid" iki yaşındakilere denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Üç yaşındaki bir koyun iki yaşındaki keçiden hayırlıdır. " Şair de der ki: "Misafire kesmek için ona yaklaşan ister bir yaşındaki koyun olsun, İster iki yaşındaki koyun olsun, farketmez onun için." "Nefsine hakim" demek olan kelimesi aslında alıkoymak, hapsetmek anlamına gelen "el-hasr"dan türemiştir. Birşeyin engel olup alıkoymasını anlatmak için bu fiil kullanılır. Şair İbn Meyyade der ki: "Leylâ'nın senden uzaklaşması darılması değildir, İşlerin, meşguliyetlerin de seni alıkoymaz." Ferci dar olan dişi deveye denilir. el-Hasûr ise âdeta onlardan engellenip alıkonulmuşcasına kadınlara yaklaşmayan kimse demektir. Nitekim yiyeceğini alıkoyup içki içenlerin ortaya koydukları (mezeleri) koymayan kimseye de "hasûr ve hasîr" denilir. "Filan kişiler içtiler de filan kişi onlara karşı hasûr davrandı; yani cimrilik etti demektir. Bu açıklamaları Ebû Amr'dan naklettik. Şair el-Ahtal der ki: "Ve yağlı develeri kesip dolu kâselerle içki içen, içki arkadaşım oldu benim; Ne yiyeceğini alıkoyup cimrilik etti, ne de tatsızlık çıkardı." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz cehennemi kâfirler için bir zindan (hasîr) yaptık" (el-İsrâ, 17/8); yani bir hapishane kıldık. Hasîr aynı zamanda hükümdar demektir. Çünkü başkalarının göremeyeceği bir yerdedir. Şair Lebîd der ki: "Boyunları kalın ve pek kalabalıktırlar; âdeta onlar cinler gibidir; Engel olan (hasîr) kapının yanında ayakta duruyorlar gibi." Hazret-i Yahya, hasûr (nefsine hakim kılınmış) idi. Bu kelime mef'ûl anlamını verecek şekilde "fa'ûl" veznindedir. Yani kadınlara yaklaşmazdı. Âdeta erkeklerde bulunan özelliklerden alıkonulmuş gibi idi. Bu açıklama şekli İbn Mes'ûd ve başkalarından nakledilir. Arap dilinde mef'ûl anlamında fe'ûl vezninde kelime çok kullanılır. Nitekim "halûb" kelimesi mahlûb anlamındadır. (Birincisi çok süt veren, ikincisi süt sağılan anlamındadır.) Şair der ki: "Orada sütü sağılan simsiyah kırkiki (deve) vardır Karganın yeni biten kanat tüyleri gibi siyahtırlar." Yine İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Katâde, İbn Cübeyr, Atâ, Ebû'ş-Şa'sâ, el-Hasen, es-Süddî ve İbn Zeyd der ki: Hasûr, iktidar sahibi olmakla birlikte, kadınlardan uzak duran ve onlara yaklaşmayan demektir. İki sebep dolayısıyla bu, bu konudaki görüşlerin en sahih olanıdır. Birinci sebep, bunun Hazret-i Yahya için övgü olmasıdır. Övgü ise çoğunlukla insanın yapısında olan için değil de kazanılan bir fiil için sözkonusu olur. İkinci sebep ise dilde (hasûr kelimesinin vezni olan) "feûl" vezni ise fail hakkında kullanılan sîğalardandır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Kılıcın ucuyla onların (develerin) en semizlerinin bacaklarını (kesmek için) pek çok vuransın, Kıtlık dolayısıyla azık bulamadıkları takdirde, işte sen develeri boğazlayansın." Buna göre "hasûr" kelimesinin anlamı, kendi nefsini şehvetlerden alıkoyup dizginleyen kimsedir. Belki de Hazret-i Yahya'nın şeriati öyle idi. Bizim şeriatimizde ise aslolan az önce geçtiği gibi nikâhtır. Hasûr'un, evlenmesi umulmayan ve menisi gelmeyen, erkeklik organı bulunmayan anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklama da yine İbn Abbâs'tan, Said b. el-Müseyyeb'den ve ed-Dahhâk'tan zikredilmiştir. Ebû Salih ise Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bütün Âdemoğulları yüce Allah'ın huzurunda dilediği takdirde kendilerini azâb edeceği, yahut merhamet edip bağışlayacağı bir günah ile Allah'ın huzuruna çıkar. Bundan tek istisna Zekeriyya'nın oğlu Yahya'dır. Çünkü o seyyiddi, hasûrdu ve salihlerden bir peygamberdi." Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) eğilip eli ile yerden ufacık bir çöp aldı ve şöyle dedi: "Onun erkeklik organı işte bunun gibiydi, bu çöp gibiydi." Bunun anlamının kendisini Allah'a masiyet olan işlerden alıkoyan olduğu da söylenir. "Ve salihlerden bir peygamber" âyeti hakkında da ez-Zeccâc şöyle demiştir: Salih, Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getiren, insanların haklarını da eda eden kimse demektir. 40"Rabbim, ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?" dedi. "Öyle, Allah dilediğini yapar" dedi. Denildiğine göre burada "rabb"dan kasıt Hazret-i Cebrâîl'dir. Yani o Hazret-i Cebrâîl'e: Rabbim -ey efendim- nasıl oğlum olabilir? diye sordu. Bu el-Kelbî'nin görüşüdür. Kimisi de şöyle demektedir: "Rabbim"den kastı, yüce Allah'tır. Burada edatı da "nasıl" anlamındadır ve zarf olarak nasb mahallindedir. Bu şekilde sorunun anlamı iki türlü açıklanmıştır: Birincisine göre; o hem kendisi hem de hanımı bu durumları üzere mi çocuk sahibi olacak, yoksa çocuk sahibi olabilecek hale mi döndürülecekler? İkinci açıklamaya göre o çocuğu kısır hanımından mı yoksa başkasından mı bağışlanacağını öğrenmek üzere soru sormuştur. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şöyledir: Ben ve hanımım bu durumda iken, nasıl çocuk sahibi olmaya lâyık görülebilirim? O böyle bir soruyu alçakgönüllük göstererek sormuştu. Yine rivâyet edildiğine göre dua ettiği vakit ile kendisine çocuk sahibi olacağı müjdesinin verildiği zaman arasında kırk günlük bir süre geçmiştir. Ona bu müjde verildiği zaman kendisi doksan yaşında idi. Hanımının yaşı da ona yakın idi. İbn Abbâs ile ed-Dahhâk der ki: Ona çocuk sahibi olacağı müjdesi verildiğinde yüzyirmi yaşında idi. Hanımı ise doksansekiz yaşındaydı. İşte onun: "Karım da kısırken" yani çocuk doğuramayacak halde iken, ifadesinin manası da budur. (Kısır anlamına gelen): Âkir kelimesi aynı şekilde erkek ve kadın için kullanılır. "Âkir" denildiği gibi (kadın hakkında): Ukâre de denilebilir. Âkir, aynı zamanda üzerinde hiçbir bitkinin bitmediği büyük kum yığını anlamına gelir. Ukr, şüphe bulunmakla birlikte kendisiyle ilişki kurulan kadına mehir olarak verilen şeye de denilir. Ukr yumurtası'nın horoz yumurtası demek olduğu söylenmiştir. Çünkü horoz bütün ömrü boyunca tek bir yumurta yapar. Ateşin ukru ise ortası ve büyük bir bölümü demektir. Havuzun akrı ise su içmek üzere gelen develerin durdukları son noktadır. Bu kelime ukr şeklinde söylendiği gibi ukur diye de söylenebilir. Usr ve usur gibi. Çoğulu a'kâr gelir ve bu müşterek bir lafızdır. Yüce Allah'ın " Öyle" kelimesi nasb mahallindedir. Yani, işte yüce Allah bunun gibi dilediğini yapar. "Oğul" anlamına gelen kelimesi ileri derecede nikâh arzusu anlamına gelen (........)'dan türetilmiştir. tabiri ise, dişisine yaklaşmak için duyduğu aşın arzudan dolayı galeyana gelmek demektir. Leylâ el-Ahyeliyye der ki: "Şifa verdi ona onulmaz hastalığından Bir oğul ki, kanalı salladığında onun su içmesini sağladı." "Ğulâm," bıyıkları yeni terlemiş genç demektir. Çoğulu ğılma ve ğılmân ...diye gelir. "Ğaylem"in genç erkek ve genç kız anlamına geldiği de söylenmiştir. Yine bu kelime erkek kaplumbağa demektir. el-Ğaylem aynı zamanda bir yerin de adıdır. Deniz coşup da ardı arkasına dalgalandığı vakit de: ) denilir. 41"Rabbim, bana bir alâmet ver" dedi. "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve akşam sabah tesbih et" buyurdu. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah'ın: "Rabbim, bana bir alâmet ver dedi" âyetindeki kelimesi burada iki mef'ûle geçiş yaptığı için "kıldı" anlamındadır. "Bana" kelimesi de ikinci mef'ûl mahallindedir. Hazret-i Zekeriyya'ya çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince yüce Allah'ın kudretinin bunu gerçekleştireceğine dair kanaati onun için uzak bir ihtimal olmamakla birlikte, Allah'tan bu emrin doğruluğunu ve bunun Allah'tan olduğuna dair kendisi vasıtasıyla anlayacağı bir âyet veya bir alâmet gelmesini istedi. Yüce Allah da onu melekler doğrudan doğruya kendisiyle konuştuktan sonra, böyle bir alâmeti istediği için, üç gün süreyle insanlarla konuşamaması ile cezalandırdı. Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamış ve şöyle demişlerdir: İşte, eğer dilsizlik ve buna benzer bir hastalık olmamakla birlikte, böyle bir durum olursa, her halükârda bu bir çeşit cezadır. İbn Zeyd der ki: Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın hanımı kendisinden Yahya'ya hamile kalınca hiç kimse ile konuşamaz bir halde sabahı etti. Bununla birlikte Tevrat'ı okuyabiliyor yüce Allah'ı zikredebiliyordu. Fakat herhangi bir kimseyle konuşmak istedi mi buna güç yetiremiyordu. Yüce Allah'ın: "İşaretten başka" âyetindeki (işaret anlamına gelen:) "er-remz" kelimesi sözlükte dudaklarla ima etmek, işaret etmek demektir. Kaş, göz ve el ile işaret anlamına da kullanılabilir. Kelimenin asıl anlamı harekettir. Bir açıklamaya göre Hazret-i Zekeriyya bu alâmeti itmi'nanının artması için istemiştir. Buna göre anlamı şöyle olur: Sen bana bir alâmet vermekle ni'metini tamamla. O takdirde böyle bir alâmet ek bir nimet ve bir lütuf (keramet) olur. Bunun üzerine ona: "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır" diye cevap verildi. Yani üç gün süreyle senin konuşmana engel olunacaktır. Bu görüşün delili de yüce Allah'ın, meleklerin kendisine bu müjdeyi vermesinden sonra ona: "Nitekim sen daha önce birşey değilken ben seni yarattım" (Meryem, 19/9) diye buyurmuş olmasıdır. Yani Ben seni önceden kudretimle var ettiğim gibi; yine kudretimle senden bir evlat var edeceğim. en-Nehhâs da bu görüşü tercih ederek der ki: Katâde'nin, Zekeriyya (aleyhisselâm) konuşamamakla cezalandırıldı şeklindeki açıklaması, kabul edilmemiş bir açıklamadır. Çünkü yüce Allah bize, onun günah işlediğini haber vermediği gibi, böyle birşeyi istemeyi kendisine yasakladığını da bildirmemiştir. Bu bakımdan söylenecek söz şu olur: Bunun anlamı şöyledir: Rabbim, Sen bana çocuğun var olduğuna delalet edecek bir alâmeti yarat. Çünkü ben onun olup olmadığını bilemem, benim için bu bir gaybdır. "İşaret" anlamına gelen kelimesi, munkatı' istisna olarak nasbedilmiştir. Bunu el-Ahfeş söylemiştir. el-Kisaî der ki: Bu kelime şekillerinde gelir. Ayrıca "mim" harfi üstün olmak üzere şeklinde, yine hem "mim" harfi hem de "radıyallahü anh" harfi ötreli olmak üzere diye de okunmuştur. Bunun tekili şeklinde gelir. 3- Hukukî Bakımdan İşaretin Değeri: Bu âyet-i kerimede, işaretin söz söyleme seviyesinde değerlendirildiğine dair bir delil vardır. Ayrıca sünnet-i seniyyede de böyle değerlendirildiğini gösteren pek çok rivâyet vardır. İşaretler arasında en pekiştirici ifade Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine dayanarak siyah bir cariyenin durumu hakkındaki hükmüdür. Hazret-i Peygamber ona "Allah nerededir?" diye sorunca, cariye başıyla semayı işaret etmiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Sen onu azad et, çünkü o mü’mine bir cariyedir" diye buyurmuştur. Böylelikle İslâm dini kendisi ile cennete hak kazanılıp ateşten korunulabilen diyanetin esası hakkında işareti geçerli kabul etmiştir ve Hazret-i Peygamber, imanı belirten sözleri bizzat diliyle söyleyenin hükmü gibi o cariyenin mü’min olduğuna hüküm vermiştir. O bakımdan işaretin dinin diğer hususları hakkında da geçerli ve etkili olması gerekir. Genel olarak fukâhanın kabul ettiği görüş budur. İbnu'l-Kasım'ın, Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre dilsiz bir kimse hanımım boşadığını işaretle ifade ederse bu boşama onun aleyhine geçerli kabul edilir. Şâfiî de hastalanıp da dili tutulan bir erkeğin karısına ric'at yapmak ve onu boşamak hususunda dilsiz gibi olduğunu belirtmiştir. Ebû Hanîfe ise der ki: Bu, eğer yaptığı işaretin ne anlama geldiği biliniyor ise böyledir. Şayet bu işaretin anlamı hususunda şüphe sözkonusuysa batıldır. Ancak onun bu sözü kıyas değil, istihsan yoluyla söylenmiştir. Bütün bu hususlarda kıyasa göre hüküm verilecek olursa, batıldır, demek gerekir. Çünkü dilsiz bir kimse ne konuşur, ne de onun işaretinin anlamı akıl ile kavranılabilir. Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Ebû Hanîfe'yi bu sözü söylemeye iten, onu dine dair çeşitli hükümler hakkında işaretlerin câiz olduğunu belirten sünnetteki rivâyetleri bilemeyişidir. Muhtemelen Buhârî "Talâk ve Benzeri İşlerde İşaret" diye bir başlık açmakla onun görüşünü reddetmek istemiştir. Atâ da der ki: Yüce Allah: "İnsanlarla konuşamamandır" âyetinden kasıt, üç gün süreyle oruç tutmasıdır. Çünkü onlar oruç tuttukları vakit ancak işaret ile konuşurlardı. Fakat böyle bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Kur'ân'ın Sünnet ile Nesholunacağını Kabul Edenler: Kur'ân'ın Sünnet ile neshedilebileceğini kabul eden bazıları şöyle demektedir: Zekeriyya (aleyhisselâm) güç yetirebildiği halde konuşmaktan alıkonuldu. Bu ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bir gün boyunca akşama kadar susup konuşmamak yoktur" Hadîs-i şerîfi ile neshedilmiştir. Bununla birlikte ilim adamlarının çoğunluğu burada nesh bulunmadığını ve Hazret-i Zekeriyya'nın kendisini konuşmaktan alıkoyan bir hastalık sebebiyle konuşamaz hale geldiğini söylemişlerdir. Sözkonusu bu rahatsızlık ise, sağlıklı olmakla birlikte konuşamama halidir. Müfessirler de böyle demişlerdir. İlim adamlarının önemli bir çoğunluğu ise: "Akşama kadar bir gün boyunca susmak yoktur" hadisinin Allah'ı zikretmekten uzak olunmaz anlamında olduğunu söylemişlerdir. Anlamsız ve faydasız şeyler söylemeye gelince; elbette ki bunları söylemeyip konuşmamak daha güzeldir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah tesbih et" âyetine gelince, birinci görüşe göre yüce Allah, dilinin tutulmuş olmasına rağmen, kalbinde Allah'ı zikretmeyi terketmemesini emretmektedir. Bundan önce Bakara SÛRESİ'nde (2/40. âyette) zikrin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Eğer Allah'ı zikretmeyi terk hususunda herhangi bir kimseye ruhsat verilmiş olsaydı elbette yüce Allah'ın şu âyetinde Hazret-i Zekeriyya'ya ruhsat verilmeli idi. Çünkü: "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an" diye buyurulmuştur. Yine Savaşta bulunan kimseye yüce Allah'ın şu âyeti ile zikirde bulunmama hususunda izin verilmesi gerekirdi: "Bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça zikredin." (el-Enfâl, 8/45). İbn Ka'b'ın bu görüşünü Taberî nakletmiştir. "Tesbih et" namaz kıl, anlamındadır. Namaza: "Sübha" denilmesinin sebebi, namazda yüce Allah'ın her türlü kötülükten tenzih edilmesidir. " Akşam" kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun tekil olduğu da söylenmiştir. Akşam ise güneşin zeval vaktinden batacağı vakte kadarki süredir. Bu açıklama Mücâhid'den nakledilmiştir. Muvatta’''da el-Kasım b. Muhammed'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben yetiştiğimde insanlar öğlen namazını aşıy vaktinde (akşam, yani güneşin zevalinden sonra) kılmakta idiler. "Sabah" ise tan yerinin ağardığı vakitten, kuşluk vaktine kadar olan süredir. 42Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz Allah, seni seçip temizledi ve seni âlemlerin kadınlarından üstün tuttu" demişlerdi. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah seni seçip temizledi" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Temizledi", Mücâhid ve el-Hasen'den nakledildiğine göre küfürden arındırdı, demektir. ez-Zeccâc ise ay hali, lohusalık ve buna benzer diğer kötülüklerden temizledi ve seni Hazret-i Îsa'yı doğurmak üzere seçip üstün kıldı, diye açıklamıştır. "Seni âlemlerin" yani el-Hasen, İbn Cüreyc ve diğerlerinden rivâyete göre çağdaşı olan âlemlerin kadınlarından üstün tuttu. Burada geçen "âlemlerin kadınlarından" âyetinin, Sûr'a üfürüleceği ana kadar bütün kadınlardan anlamına geldiği de söylenmiştir. İleride yapacağımız açıklamaya göre de sahih olan budur. Bu, ez-Zeccâc ve başkalarının da görüşüdür. Seçilme ve üstün kılınmanın tekrar edilmesinin sebebi de şudur: Birincisinin anlamı ona ibadet etmek üzere seçilmesidir, ikincisinin anlamı ise Hazret-i Îsa'yı doğurmak üzere seçilmesidir. Müslim, Ebû Mûsa'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Fir'avun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir. " İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve eksiksiz olmak demektir. Bu kelimenin mazisi "mim" harfi hem üstün hem de ötreli olmak üzere şeklinde gelir. Muzarîsi ise mim harfi ötreli olarak ...diye gelir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemal ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklardan, şehidlerden ve salihlerden oluşan Allah'ın evliyası gelir. Durumun böyle olduğu kabul edildiğinden şöyle denilmiştir: Hadîs-i şerîfte sözü geçen kemâl ile kastedilen peygamberlik olduğuna göre Hazret-i Meryem ile Hazret-i Âsiye'nin iki kadın peygamber olması gerekir. Nitekim böyle bir görüş de vardır. Sahih olan Hazret-i Meryem'in peygamber olduğudur. Çünkü yüce Allah önceden de geçtiği gibi, sair peygamberlere vahyettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiş bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar da ileride Meryem Sûresi'nde (19/12-26. âyetleri tefsir ederken) gelecektir. Âsiye'ye gelince; onun peygamberliğine açıkça delâlet eden bir âyet vârid olmuş değildir. Aksine yine ileride Tahrîm Sûresi'nde (66/11. âyette) açıklanacağı üzere, onun sıddîk oluşuna ve faziletine delalet eden âyetler gelmiştir. Sahih yollarla gelen rivâyetlerde Ebû Hüreyre'nin naklettiğine göre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu da rivâyet edilmektedir: "Dünya kadınlarının en hayırlısı dört tanedir. Bunlar İmrân kızı Meryem, Fir'avun'un karısı Muzâhim'in kızı Âsiye, Huveylid kızı Hadice ve Muhammed kızı Fatıma'dır." Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennet halkı hanımlarının en faziltelisi Huveylid kızı Hadice, Muhammed kızı Fatıma, İmrân kızı Meryem ile Fir'avun'un karısı Muzâhim kızı Âsiye'dir." Yine ondan gelen bir diğer rivâyete göre şöyle buyurmuştur: "Meryem'den sonra cennet halkı kadınlarının efendisi Fatıma ile Hadice'dir." Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hadîs-i şerîflerin zahir ifadesi Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Havva'dan Kıyâmetin kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlarının hepsinden faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine yüce Allah'tan mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtiva eden vahyi -diğer peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. O halde Hazret-i Meryem bir peygamber kadındı. Peygamber ise veliden daha faziletlidir. O bakımdan Hazret-i Meryem mutlak olarak geçmiş ve gelecek, öncekilerin ve sonrakilerin bütün kadınlarından daha faziletlidir. Ondan sonra ise fazilette, Hazret-i Fatıma, sonra Hazret-i Hadice ve sonra da Hazret-i Âsiye gelir. Nitekim Mûsâ b. Ukbe de bunu Kureyb'den böylece rivâyet etmiştir. Kureyb'in rivâyetine göre İbn Abbâs dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Dünya kadınlarının efendisi Meryem, sonra Fatıma, sonra Hadice, sonra da Asiye'dir." Bu hasen bir hadis olup rivâyetler arasındaki müşkilliği kaldırmaktadır. Nitekim yüce Allah Hazret-i Meryem'e hiçbir -kadına vermediği şeyleri özellikle vermiştir. Bunlar Ruhu'l-Kudüs'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş özellikler değildir. Ayrıca Hazret-i Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk doğacağı müjdesi kendisine verilince Hazret-i Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı yüce Allah indirdiği Kitab-ı Hakiminde ona "Sıddîka: çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan kadın" ismini vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir kadındı." (el-Maide, 5/75). Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O kânitlerden (Allah'ın âyetine itaat edenlerden) idi" (et-Tahrim, 66/12). Böylelikle yüce Allah Hazret-i Meryem'in hem sıddîk oluşuna, hem müjde kelimelerini tasdik edip doğruladığına, hem de itaat eden kânitlerden olduğuna tanıklık etmiş bulunmaktadır. Ancak Hazret-i Zekeriyya'ya çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince o, yaşının büyüklüğünü ve karısının da kısırlığını gözünün önüne getirerek: Karım da kısırken benim nasıl çocuğum olabilir? diye sormuş ve kendisine bir alemet verilmesini istemişti. Hazret-i Meryem'e çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince o, kendisinin bakire olduğunu, ona hiçbir insan elinin değmediğini hatırına getirince de kendisine: "Evet, öyledir ve Rabbin buyurdu ki:" (Meryem, 19/21) diye ona cevap verilmiş, o da bu kadarı ile yetinmiş, Rabbinin kelimelerini doğrulamış, bu işin içyüzünü bilenden ayrıca bir alâmet istememiştir. Peki, bütün âlemler arasında Hazret-i Âdem'in kız çocuklarından böyle üstün menkıbeleri bulunan bir başka kadın var mıdır? İşte bundan dolayı rasûllerle birlikte cennete es-sabikûnu (ileri gidenleri) geride bıraktığı rivâyet edilmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennete benim ümmetimin ileri gidenlerinden, aralarında İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub, Esbat (Hazret-i Yakub'un evlatları) Mûsâ, Îsa ile İmrân kızı Meryem gibi ondört adam dışında, hiç kimse daha önce cennete gitmeyecektir diye yemin edecek olursa şüphesiz ki benim bu yeminim doğrudur. " Zahir bilgisini öğrenip de zahir şeyleri gizli şeylere delil gösteren kimselerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîflerine de dikkat etmeleri gerekirdi: "Ben Âdem evladının efendisiyim, bununla birlikte övünmüyorum..." Devamla onun: "Kıyâmet gününde Hamd sancağı benim elimde olacaktır. Kerem anahtarları elimde olacaktır. Ben ilk konuşacak olanım, ilk şefaat edecek olanım, ilk müjde verecek olanım, ilk... ve ilk... olanım" âyetinde işaret edilen bu dünya hayatındaki sair peygamberlere olan üstünlük ve efendiliğe ancak batındaki çok büyük bir özelliği dolayısıyla nail olduğuna da dikkat etmeleri gerekirdi. İşte Hazret-i Meryem'in de Kur'ân-ı Kerîm'de sıddîk olduğuna ve Rabbinin kelimelerini tasdik ettiğine dair Allah'ın şahitliğine mazhar olması, ancak onu oldukça yücelten, yaklaştıran bir mertebe dolayısıyla olmuştur. Hazret-i Meryem'in peygamber olmadığını söyleyen kimselerin açıklaması da şöyledir: Onun meleği görmesi, ashabın Hazret-i Cebrâîl'i İslâm'a ve îmana dair soru sormak üzere Dihyetu'l-Kelbi'ye benzer bir şekilde görmelerini andırmaktadır. Ashab-ı Kiram o meleği bu şekilde görmekle peygamber olmadılar. Ancak birinci görüş daha zahir (daha güçlü)dir ve çoğunluk da bu kanaattedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kurtubî -merhum- de işaret ettiğimiz âyetleri tefsir ederken "erkekler" anlamına gelen "rical" kelimesini "Âdemoğulları" diye tefsir etmekle birlikte; bilhassa Yûsuf, 12/109. âyeti tefsir ederken el-Hasen'in: "Allah ne bedevilerden, ne kadınlardan ne de cinlerden bir Peygamber göndermiştir" sözlerini nakletmekte daha sonra da şunları söylemektedir: "İlim adamları derler ki: Rasûlün şartlarından biri de Âdemoğlundan, erkek ve şehirli olmasıdır." 43"Ey Meryem, kunut ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan, rükû' edenlerle birlikte rükû' et." Mücâhid'den nakledildiğine göre "kunût et"; namazda uzunca kıyamda dur, demektir. Katâde ise, devamlı olarak O'na itaat et anlamındadır, der. "Kunut"un anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/116. âyet 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Evzaî der ki: Melekler ona bunu deyince kalkıp namaza durdu. Ayakları şişinceye ve ayaklarından kan ve irin akıncaya kadar ayakta namaz kılmaya devam etti. Selam olsun ona... "Secdeye kapan, rükû' edenlerle birlikte rükû' et." Burada rükû'dan önce secdeye kapanmanın sözkonusu edilmesinin sebebi "ve" atıf harfinin tertibi gerektirmeyişindendir. Bu hususa dair görüş ayrılıkları ise Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" (el-Bakara, 2/158) âyeti açıklanırken ele alınmıştır. Şayet: "Zeyd ve Amr kalktı" denilecek olursa Amr'ın Zeyd'den önce kalkmış olması mümkündür. Buna göre buradaki âyetin anlamı: Rükû' et ve secde yap" şeklinde olur. Bir görüşe göre ise onların şeriatinde sücud, rükû'dan önce imiş. "Rükû' edenlerle birlikte rükû' et" âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Yani onlarla birlikte namaz kılmıyor isen de onların yaptıklarını yap, anlamındadır. Bundan kastın, cemaatle namaz kılmak olduğu da söylenmiştir. Yine buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/43. âyet 5. başlık ve devamı) geçmiş bulunmaktadır. . 44Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye kâlemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Çekişirlerken de sen yanlarında bulunmadın. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir" âyetinden kasıt şudur: Yani Zekeriyya, Yahya ve Meryem (hepsine selam olsun)'ın durumlarına dair sözünü ettiğimiz bu hususlar gayba dair haberlerdendir. "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyetinde de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine açık bir delil vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber geçmişlerin kitaplarını okumamış olduğu halde, Hazret-i Zekeriyya ile Hazret-i Meryem'in kıssalarını indirdiği gibi; bunlara dair haberler vermiştir ve bu konuda kitap ehli de onu tasdik etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyeti ile "Bunlar" âyetine işarette bulunmuştur. İşte bu kelimenin müzekker gelmesinin sebebi de budur. Burada "vahyetmek"ten kasıt ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a risalet vermek demektir. Vahiy ise, ilham ile de olabilir, işaretle de olabilir, başka şekillerde de olabilir. Sözlükte bunun asıl anlamı birşeyi gizlice bildirmek demektir. İşte bundan dolayı ilham da vahiy diye adlandırılır olmuştur. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu kabildendir: "Hani Ben Havarilere vahyetmiş idim." (el-Maide, 5/111); "Ve Rabbin arıya vahyetti ki.." (en-Nahl, 16/68). "Havarilere vahyettim" âyetinin onlara emrettim, anlamına olduğu da söylenmiştir, ile aynı anlamda olup, "vahyetti" demektir, el-Accac der ki: "Ve ona karar bulmasını vahyetti, o da karar buldu.! Yani Allah arza karar bulmasını emretti, o da karar buldu. Hadîs-i şerîfte de "Sür'atlice, sür'atlice" denilmektedir. Bu kelimeden fiil ise; şeklinde gelir. İbn Faris der ki: Vahiy, işaret, yazmak ve haber göndermek (risalet) demektir. Senden başkasına bilmek üzere bıraktığın herşeye (vahy) denir. Nasıl olursa olsun. Vahiy aynı zamanda hızlı demektir. Sese de 'el-Vahâ' denilir. Onlara bağırdık, çağırdık anlamında (vahiy kökünden olmak üzere) “.....” denilir. 2- Hazret-i Meryem'in Himayesi: Yüce Allah'ın: ".... sen yanlarında değildin" yani ya Muhammed, sen onların bulundukları yerde, huzurlarında bulunmuyordun, demektir. "Kâlemlerini atarlarken." Kalem kelimesi birşeyi kesmek anlamına gelen; (........)'dan gelmektedir. Bunun fal için kullandıkları oklar anlamına olduğu söylenmiştir. Kendileriyle Tevrat'ı yazdıkları kâlemleri olduğu da söylenmiştir, daha uygun açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah fal oklarını kullanmayı yasaklayarak: "Bu, bir fısktır" (el-Maide, 5/3) diye buyurmuştur. Şu kadar var ki, onların bu işi cahiliyye döneminde yaptıkları şekilden başka türlü ve başka maksatla yapmış olmaları da düşünülebilir. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye.." Hangisi onu büyütecek diye. Zekeriyya (aleyhisselâm): "Onu almaya en çok hak sahibi benim. Çünkü teyzesi benim yanımdadır" demişti. Meryem'in annesi olan Fâkûd kızı Hanne'nin kızkardeşi Fakud kızı Eşyi' onun hanımı idi. Sair İsrailoğulları ise: Hayır biz onu almaya daha hak sahibiyiz. Çünkü o bizim büyük ilim adamımızın kızıdır, demişlerdi. Bunun üzerine onu himayelerine almak üzere kur'a çektiler. Herkes kendi kalemini getirdi ve kâlemlerini akan suya atmaları, kimin kalemi durup da su onu akıntısıyla sürükleyerek götürmezse, o kimsenin Meryem'i yanına alacağı üzerinde ittifak ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sair kâlemler suyun akıntısına kapılıp gitti, fakat Zekeriyya'nın kalemi üstte kaldı." Bu da Hazret-i Zekeriyya için bir mucize idi. Çünkü o bir peygamberdi ve onun eliyle mucizeler ortaya çıkardı. Başka açıklamalar da yapılmıştır. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye" âyeti mübtedâ ve haber olup sözün delâlet ettiği gizli fiil ile nasb mahallinde mübteda ve haberdir. İfadenin takdiri ise şöyledir: Meryem'i hangisi himayesine alacak diye bakıyorlardı. Burada fiilin: "Hangisi" kelimesinde amel etmeyişinin sebebi, istifham (soru) için oluşudur. 3- Kur'a Çekmenin Hukukî Değeri: Kimi ilim adamımız bu âyet-i kerimeyi Kur'ânın kabul edileceğine delil göstermiştir. Kur'a bizim şeriatimizde paylaştırmada adaleti isteyen herkes için aslî bir ilkedir. Fukahânın Cumhûruna göre delilleri eşit seviyede olan kimselere göre kur'a sünnettir. Böylelikle taraflar arasında adalet sağlansın, kalpleri mutmain olsun ve onların arasında hakları paylaştıran kimse hakkında zanda bulunma ihtimalleri ortadan kalksın ve eğer paylaştırılan tek bir cinsten ise, hak sahiplerinden birisi ötekinden daha fazla hak almasın. Kitap ve Sünnete uymak, bunun böyle olmasını gerektirir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları kur'a gereğince uygulamada bulunmayı kabul etmezler. Bu konuda vârid olmuş Hadîs-i şerîfleri red ederek, bunların hüküm bakımından bir anlam ifade etmediklerini ve yüce Allah'ın yasaklamış olduğu fal oklarına benzediğini söylemişlerdir. İbnu'l-Münzir ise Ebû Hanîfe'den kurayı câiz kabul ettiğini ve şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'a, kıyasa göre uygun bir yol değildir. Fakat bizler bu konuda kıyası terkedip ilgili rivâyetleri ve sünnetteki delilleri alıp kabul ettik. Ebû Ubeyd der ki: Üç peygamber kur'a ile amel etmişlerdir. Bunlar Yûnus, Zekeriya ve peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. İbnu'l-Münzir der ki: Kur'a ile uygulama yapılacağı hususu, ortak kimseler arasında paylaştırılan şeyler hakkında ilim adamları tarafından âdeta icma ile kabul edilmiş gibidir. O bakımdan kurayı reddedenin sözünün bir anlamı yoktur. Buhârî "Kitabu'ş-Şehâde"nin sonlarında: "İçinden çıkılmaz işlerde kur'a ve yüce Allah'ın: "Kâlemlerini atarlarken" âyetini" açtıktan sonra en-Nu'man b. Beşir'in şu Hadîs-i şerîfini nakleder: "Allah'ın sınırları üzerinde duran ve onlar hakkında riyakârlık yapan kimsenin misali, bir geminin (yerlerini) paylaştırmak üzere kur'a çekenlerin durumuna benzer...." İnşaallah el-Enfal Sûresi (8/25. âyet 1. başlıkta) ile Zuhruf Sûresi'nde (43/34. âyet 5. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca Um-el-Ala'nın Ensar, Muhacirlerin nerede kalacaklarına dair kura çektikleri vakit paylarına Osman b. Maz'ûn'un düştüğüne dair rivâyeti; Hazret-i Âişe'nin de: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payı çıkarsa onunla birlikte yolculuğa çıkardı" anlamındaki hadisi de (Buhârî) orada zikretmektedir. Bu hususta (yolculukta hanımlardan birisi ile çıkma) İmâm Mâlik'ten farklı rivâyet gelmiştir. Bir seferinde bu Hadîs-i şerîf dolayısıyla kur'a çeker derken, bir diğer seferinde yolculukta kendisine hangisini daha uygun buluyorsa onunla yola çıkar, demiştir. Ebû Hüreyre yoluyla gelen Hadîs-i şerîfe göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şayet insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların bulunduğunu bilip de sonra da bunu yapmak için kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak olsalardı elbette kur'a çekerlerdi." B¥u anlamda Hadîs-i şerîfler pek çoktur. Kur'ânın ne şekilde çekileceği ve konu ile ilgili görüş ayrılıkları fıkıh kitaplarında sözkonusu edilmiştir. Ebû Hanîfe şu sözleriyle delilini açıklar: Hazret-i Zekeriyya ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasında kur'a çekmesi şayet kur'asız olarak aralarında razı olup anlaşabilselerdi câiz olacak şeyler kabilindendi. İbnu'l-Arabî ise der ki: Böyle bir gerekçe zayıftır. Çünkü Kur'ânın faydası ancak taraflardan her birisinin o hakkın kendisinin olmasını istediği hallerdeki gizli hükmü ortaya çıkarmaktır. Karşılıklı rıza ile ortaya çıkacak olan birşey ise başka bir konudur. Herhangi bir kimse: Kur'a, karşılıklı rızanın sözkonusu olmasıyla birlikte yapılır, diyecek olursa şunu belirtelim ki kur'a karşılıklı rıza ile birlikte hiçbir zaman yapılmaz. Kur'a ancak tarafların karşılıklı olarak cimrilik gösterdiği ve başkasına vermeyi kendiliğinden razı olmadığı şeyler hakkında olur. Şâfiî'ye ve kur'ayı kabul edenlere göre de Kur'ânın şekli şöyle olur: Birbirine eşit küçük parçalar kesilir. Her bir parçanın üzerine pay sahibinin ismi yazılır. Bundan sonra yine aralarında fark olmayacak şekilde çamurdan birbirine eşit parçalar arasına yerleştirilir. Sonra bu çamurlar azıcık kurutulup arkasından bu işlemlerde hazır bulunmayan bir adamın elbisesine bırakılıp elbisesi üzerine örtülür, sonra bu adam elini uzatır ve bir yuvarlak çamur parçası çıkarır. Bir adamın ismi çıktı mı, kendisi için kur'a çekilen pay, o kişiye verilir. Âyet-i kerîme aynı şekilde teyzenin hadâne (annesi ölmüş küçük çocuğun bakımını üstlenme) hakkının nine dışında diğer akrabalardan daha öncelikli olduğunu göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da -Emetullah adındaki- Hazret-i Hamza'nın kızını, teyzesi nikâhı altında bulunan Ca'fer'e verilmesi hükmünü vermiş ve: "Teyze anne makamındadır" demiştir. Bu mesele daha önce Bakara Sûresi'nde (2/233- âyette 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Zeyd b. Harise Mekke'ye gitti ve Hamza'nın kızını getirdi. Ca'fer: Ben onu yanıma alacağım. Çünkü onu almaya daha çok ben hak sahibiyim. Hem amcamın kızıdır, hem de teyzesi benim yanımdadır ve teyze de anne demektir, dedi. Hazret-i Ali de: Hayır, onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Hem benim amcamın kızıdır, hem benim yanımda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı vardır. O bu kızı almaya daha bir hak sahibidir, dedi. Zeyd de: Onu almaya ben daha çok hak sahibiyim. Çünkü onun için ben yolculuk yaptım, yola koyuldum ve onu ben getirdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına çıktı ve bazı şeylerden söz ederek dedi ki: "Bu kız çocuğuna gelince; ben onun Cafer'e verilmesini hükme bağlıyorum. Teyzesiyle birlikte olacak ve zaten teyze bir annedir." İbn Ebî Hayseme'nin naklettiğine göre Zeyd b. Harise Hazret-i Hamza'nın vasisi idi. Buna göre teyze, vasiden daha bir hak sahibi olur. Amcaoğlu ise, eğer teyzenin kocası ise, hadane hususunda -her ne kadar- teyze kızı için mahrem olmasa dahi- hadaneyi kesen bir engel değildir. 45Hani melekler şöyle demişti: "Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. İsmi Meryem oğlu Îsa Mesih'tir. Dünyada da âhirette de şanı yücedir, Allah'a yakın kılınanlardandır. Bu âyette da önceden geçtiği üzere Hazret-i Meryem'in peygamberliğine bir delil vardır. "Hani" anlamında kelimesi "çekişirlerken" âyetine taalluk etmektedir. Bunun yüce Allah'ın: "Sen onların yanında bulunmadın" âyetine taalluk etmesi de mümkündür. "Kendinden bir kelimeyi" anlamındaki âyetini Ebû's-Semmâl: şeklinde okumuştur ki buna dair açıklamalar önceden (39. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "İsmi Meryem oğlu Îsa Mesih'tir." Burada "kelime" kelimesi, erkek çocuk anlamına geldiğinden dolayı dişi olarak; Onun ismi; dememiştir. "Mesih" Hazret-i Îsa'nın lakabı olup sıddîk anlamındadır. Bunu İbrahim en-Nehaî söylemiştir. Denildiğine göre bu kelime, arapçalaştırılmış bir kelimedir. Bunun aslı ise şin'lidir (meşih). Bu kelime müşterek bir lafızdır. İbn Fâris der ki: Mesîh, damar, sıddîk, üzerinde yazı ve nakış bulunmayan düz dirhem anlamındadır. Mesh ise cima demektir. Erkek kadın ile cima ettiği vakit bu tabir kullanılır. Düz olan yere de (aynı kökten gelmek üzere): "el-emsah denilir. Kaba etleri oldukça zayıf olan kadına da "el-meshâ" denilir. tabiri; filân güzeldir, demektir. Güzel olan yaya "mesîha" denilir ki çoğulu da "mesâih" ...diye gelir. Şair der ki: "Onların yan taraflarında yana yatmış yumuşak yayları vardır Fakat bu yaylar zayıf da değildir, ince de değildir." Hazret-i Meryem'in oğlunun unvanı olan "Mesih" kelimesinin nereden alındığı konusunda da farklı görüşler vardır. Yeryüzünü meshettiği, yani orada karar bulmaksızın gidip geldiği için bu adın verildiği söylenmiştir. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre ise Hazret-i Îsa, musibet sahibi birisine meshetti mi (elini sürdü mü) mutlaka iyileşirdi. Ona "Mesîh" ismi bundan dolayı verilmiş gibidir. Buna göre "Mesîh" kelimesi fail anlamında fe'îl veznindedir. Bir diğer görüşe göre Hazret-i Îsa, bereket yağı ile meshedildiği için bu ismi almıştır. Peygamberlere bu yağdan sürülürdü. Bu, kokusu hoş olan bir yağ idi. Bu yağ birisine sürüldü mü peygamber olduğu bilinirdi. Yine denildiğine göre Hazret-i Îsa'nın ayak tabanlarındaki iki çukur, düz olduğu (mensûh) için bu ismi almıştır. Güzelliğin onu meshetmesi yani güzelliğinin açıkça görülmesi dolayısıyla bu ismi aldığı da söylenmiştir. Ona bu adın veriliş sebebinin günahlardan temizlenmekle meshedildiğinden dolayı olduğu da söylenmiştir. Ebû'l-Heysem ise der ki: (Sonu ha'lı olarak) el-mesîh kelimesi (sonu hı’lı olarak) el-mesîh kelimesinin zıddıdır. "Allah onu meshetti" denildiği zaman, güzel ve mübarek bir hilkat ile yarattı, denilir. (Hı’lı olarak) "onu meshetti" ise çirkin ve lânetli bir şekilde yarattı, anlamındadır. İbnu'l-Arabî der ki: Mesîh sıddîk demektir. Mesîh (hı’lı olarak) bir gözü kör demektir ki Deccal bu ad ile anılır. Ebû Humeyd de der ki: Mesih'in İbranice aslı "şin"li olarak "meşih"tir. "Muşa" kelimesi Arapçaya "Mûsa" şeklinde geçtiği gibi, bu da "mesih" şeklinde gelmiştir. Deccâl'e "mesih" adının veriliş sebebi ise, iki gözünden birisinin meshedilmiş (kör) olmasından dolayıdır. Deccâl'in ise "mim" esreli ve "sin" harfi de şeddeli olmak üzere "missîh" diye adlandırıldığı da söylenir. Bazıları da bu kelimeyi aynı şekilde son harfi "noktalı hı" olarak da söylemişlerdir. Bazı dilciler ise bu kelimeyi "mim" harfini üstün, "hı" harfini deşeddesizolarak "mesîh" şeklinde söylemişlerdir. Ancak birincisi daha uygundur, çoğunluğun kabul ettiği de budur. Ona bu adın veriliş sebebi onun (Deccal) yeryüzünü dolaşacak olmasıdır. Yani Mekke, Medine ve Beyt-i Makdis dışında yeryüzündeki bütün beldelere girebilecektir. O bakımdan bu da faîl anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Deccal, yeryüzünü mihnet ile mesh edecek (dolduracaksa); Hazret-i Meryem'in oğlu ise ni'met ile meshedecektir. (Deccâl'in ismi olarak) Mesih'in gözünün birisi meshedilmiş (kör) anlamına gelmesi halinde bu kelime, "mef'ûl" anlamında fail veznindedir. Şair der ki: "Şüphesiz Mesih (ha ile); Mesih (hı ile)'i öldürecektir." Müslim'in Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Deccal'in uğrayıp geçmeyeceği bir belde yoktur. Mekke ile Medine müstesna." Abdullah b. Amr yoluyla gelen rivâyette ise: "Ka'be ve Beytü'-l-Makdis müstesna" şeklindedir. Bunu Ebû Cafer et-Taberî zikretmektedir. Ebû Cafer et-Tahâvî ise şunu ilave etmektedir: "Ve Tür Mescidi müstesna." Tahavi bunu Cunâde b. Ebi Umeyye yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisinden rivâyet eder. O da Hazret-i Peygamber'den bunu rivâyet eder. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'nin Samura b. Cündüb'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "O (Deccal) bütün yeryüzünde ortaya çıkacaktır, ancak Harem, Beytü'l-Makdis müstesna ve o Beytü'l-Makdis'te mü’minleri muhasara altına alacaktır." Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikreder. Müslim'in Sahihinde ise şöyle denilmektedir: "O bu halde iken yüce Allah Meryem oğlu Mesih'i gönderecektir. O da, iki elbiseye bürünmüş, iki elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak Dımaşk'ın doğusunda el-Menartu'l-Beydâ (Beyaz Minare )nin yakınında nazil olacaktır. Başını eğdiği vakit damlar, yukarı kaldırdığı vakit ondan inciyi andıran gümüş taneleri saçılacaktır. Onun nefesinin kokusunu alan bir kâfir mutlaka ölür. Onun nefesi ise gördüğü son noktaya kadar ulaşır. (Îsa) onu (Deccal'i) takip edecektir ve sonunda ona Babu Lüd denilen yerde yetişecek ve onu öldürecektir" diyerek hadisi bütünüyle nakleder. Şöyle de denilmiştir: Mesih Hazret-i Îsa'nın başka bir kökten türememiş bir ismidir. Bu ismi ona Allah vermiştir. Buna göre "Îsa" kelimesi "Mesih" kelimesinden aynıyla bedel olur. Îsa ise Arapça olmayan bir isimdir. Bundan dolayı munsarıf değildir. Eğer bunu Arapça bir kelime kabul edecek olsak dahi, özel isim olunca da nekre olunca da munsarıf olmaz, çünkü bu kelimenin sonunda te'nis "elifi vardır. Şayet bu kelime müştak (başka kökten türemiş) bir kelime olursa, yönetmek ve başında işlerini idare etmek anlamına gelen 'dan türemiş olur. "Şanı yücedir (vecîh)": Yani makam ve mevkisi yüksek, şerefli kimse demektir. Hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. "Allah'a yakın kılınmışlardandır." Allah nezdinde yakın olanlardandır. Bu kelime az önce geçen: "Şanı yücedir" kelimesine atfedilmiştir. Yani aynıştu mes :kul İmal 30/4 46"Beşiğinde de yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır ve salihlerdendir." "Ve salihlerdendir." Bu kelime de yine aynı şekilde: "Şanı yücedir" kelimesine atfedilmiştir. Yani o, Allah'ın salih kullarındandır da. Ebû Bekr b. Ebû Şeybe şunu rivâyet etmektedir: Bize Abdullah b. İdris, Husayn'dan o Hilal b. Yesaf'dan naklederek dedi ki: Beşikte yalnız üç kişi konuşmuştur. Bunlar Îsa, Yûsuf’un sahibi (yani kıssasında sözü edilen kişi) ile Cüreyc'in kıssasında sözü edilen kişidir. O, bu şekilde "Yûsuf’un sahibi" diye ifade kullanmıştır. Müslim'in Sahih'inde ise Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Beşikte üç kişiden başkası konuşmuş değildir. (Bunlar) Meryem oğlu Îsa, Cüreyc'in sahibi ile zorba birisinin adamıdır. Küçük bir çocuk annesinden süt emmekte iken ..." diyerek hadisi uzun uzadıya nakleder. Ashab-ı Uhdud kıssasına dair Suhayb'ın rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kadın da imanı dolayısıyla ateşe atılmak üzere getirildi. Beraberinde de bir küçük çocuk vardı." Müslim'den başka eserlerde: "Süt emen bir çocuk getirdi. Ateşe düşmekte tereddüt etti. Çocuk ona: Anacığım, sabret, çünkü sen hak üzeresin, dedi." ed-Dahhâk ise der ki: Altı kişi beşikte konuşmuştur. Bunlar Yûsuf’un şahidi, Fir'avun'un karısı Maşita'nın küçük çocuğu, Îsa, Yahya, Cüreyc'in adamı ile zorba olan kişinin adamı. ed-Dahhâk Ashab-ı Uhdud'dan söz etmez. Böylelikle o Ashab-ı Uhdud kısasında konuşan çocuktan söz etmemektedir. Onu da ilave ettiğimiz takdirde konuşanların sayısı yedi kişi olur. Bunun ile Hazret-i Peygamber'in: "Beşikteyken üç kişiden başka konuşan olmamıştır" hadisi arasında bir tearuz yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber bu hadisi söylediği durumda iken kendisine vahyedilenlerden elde ettiği bilgiye göre konuşmuştur. Daha sonra yüce Allah bu hususta dilediği şeylerin bilgisini verdi; o da bunların haberini verdi. Derim ki: Yusuf kıssasında kendisinden söz edilen kişiye dair açıklamalar ileride geleceği gibi, Cüreyc kıssasında konuşan küçük ile zorba adamın ve Ashab-u Uhdudun kıssasında konuşan küçüğe dair açıklamalar da Müslim'in Sahih'inde yer almaktadır. Uhdud ashabı kıssası ise ileride yüce Allah'ın izniyle Buruc Sûresi'nde (85. sûre) gelecektir. Fir'avun'un hanımı Maşita'nın küçük çocuğuna gelince; Beyhakînin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya çıkarıldığım gece hoş bir kokunun geldiği bir yerde yürüdüm. Bu neyin kokusudur diye sordum. Bana Fir'avun'un kızı Maşita ile onun çocuklarının, dediler. Maşita'nın tarağı elinden düşmüş o da: Bismillah demişti. Fir'avun'un (diğer) kızı: Babam mı, diye sorunca o şöyle dedi: Benim de Rabbim, senin de Rabbin, babanın da Rabbi. Senin babamdan başka Rabbin mi var? diye sorunca: Evet benim de Rabbim, senin de Rabbin babanın da Rabbi Allah'tır. Fir'avun onu çağırdı ve: Benden başka Rabbin var mı? diye sordu. O: Evet, benim de Rabbim senin de Rabbin Allah'tır. Bunun üzerine Fir'avun bakırdan büyük bir kazanın kızdırılmasını emretti. Daha sonra Maşita'nın oraya atılmasını emredince: Senden bir isteğim var, dedi. Nedir o? diye sorunca şöyle dedi: Benim ve çocuklarımın kemiklerini bir yere getirip koyacaksın. Fir'avun: Evet senin bu istediğini üzerimizdeki hakkın dolayısıyla yerine getireceğiz. Emir verdi ve çocukları biri ötekinin ardına ateşe atıldılar. Nihayet aralarında süt emen bir çocuğa sıra geldi. O da (annesine): Anneciğim atıl, tereddüt gösterme. Çünkü biz hak üzereyiz, dedi." (İbn Abbâs) dedi ki: - Küçükken dört kişi konuşmuştur. İşte bu çocuk, Yusuf'un lehine şahitlik eden kişi ile Cüreyc kıssasında kendisinden söz edilen kişi ve Meryem oğlu Hazret-i Îsa'dır. 47Meryem dedi ki: "Rabbim bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?" Dedi ki: "Öyledir, Allah dilediğini yaratır. O birşeyin olmasını dilerse ona "ol" der; o da oluverir." Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Rabbim..." Efendim, demektir. O bununla Hazret-i Cebrâîl'e hitap etmektedir. Çünkü Hazret-i Cebrâîl, ona insan suretinde görününce: Ben, senin Rabbinin sana tertemiz bir evlat bağışlaması için gönderdiği elçisiyim, demişti. Hazret-i Meryem, onun bu sözlerini işitince, hangi yolla çocuk sahibi olacağını sordu ve dedi ki: Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? Yani nikâh yoluyla kimse bana dokunmamışken. Kendi adıyla anılan sûrede ise: "Ve ben ahlâksız bir kadın da değilim." (Meryem, 19/20) dediği nakledilmektedir. Bunu ise te'kid olmak üzere zikretmişti. Çünkü onun: "Bana bir beşer dokunmamışken" şeklindeki sözleri helâl yolla olanı da haram yolla olanı da kapsamaktadır. Demek istiyor ki: Yüce Allah'ın yaratmakta uyguladığı adeti, çocuğun ya nikâh veya ahlâksızlık yoluyla dünyaya gelmesidir. Şöyle de açıklanmıştır: O herhangi bir şeyi Allah'ın kudretinin dışında görmüş değildir. Fakat bu çocuğun nasıl olacağını öğrenmek istemişti. Bu çocuk ileride evleneceği kocasından mı olacak; yoksa doğrudan Allah'ın yaratmasıyla mı var edilecek? Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Cebrâîl kendisine: "Öyledir, Allah dilediğini yaratır" ile "Öyle, fakat Rabbin, bu benim için pek kolaydır. Nitekim sen daha evvel birşey değilken seni yarattım; buyurdu" (Meryem, 19/9) deyince; gömleğinin yakasına ve yenine üfledi. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. İbn Abbâs da der ki: Hazret-i Cebrâîl parmağı ile gömleğinin yenini tuttu ve ona üfledi. Anında Hazret-i Îsa'ya gebe kaldı. Yine -yüce Allah'ın izniyle onun adıyla anılan sûrede açıklanacağı üzere- başka açıklamalar da yapılmıştı. Kimisi de şöyle der: Hazret-i Cebrâîl'in üflemesi onun rahmine vardı ve öylelikle hamile kaldı. Kimisi de şöyle cevap verir: Hazret-i Îsa Hazret-i Cebrâîl'in üflemesinden yaratılmış olamaz. Çünkü o takdirde bu çocuğun bir kısmı melekten bir kısmı insandan olur. Fakat bunun sebebi de şudur: Yüce Allah Hazret-i Âdem'i yaratıp onun zürriyetinden mîsak alınca, suyun bir bölümü babaların sülblerinde bir bölümü de annelerin rahminde vardı. İki su bir araya geldiği vakit çocuk olur. Yüce Allah bu iki türlü suyu Hazret-i Meryem'de bir arada yaratmıştı. Onun bir bölümünü rahminde bir bölümünü de sulbünde. Hazret-i Cebrâîl sulbüne, şehveti harekete gelsin diye üfledi. Çünkü kadının şehveti harekete gelmedikçe hamile kalmaz. Hazret-i Cebrâîl'in üflemesiyle şehveti harekete gelince; sulbünde bulunan su, rahmine düştü. Böylelikle her iki su birbirine karıştı ve bundan dolayı da hamile kaldı. İşte yüce Allah'ın: "O birşeyin olmasını dilerse" yani herhangi bir varlığı yaratmak isterse "ona: Ol der o da oluverir" âyetinde anlatılan budur. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/117. âyet 2. başlıkta) yeterince yapılmış bulunmaktadır. 48Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek. Yüce Allah'ın: "Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek" âyeti ile ilgili olarak İbn Cüreyc şöyle demektedir: Kitaptan kasıt, yazı yazmak ve hattır. Bunu yüce Allah'ın, Îsa (aleyhisselâm)'a öğretmiş olduğu Tevrat ve İncil'den başka bir kitap olduğu da söylenmiştir. 49Onu İsrailoğullarına peygamber olarak gönderecek ve (onlara şöyle diyecektir): "Ben size Rabbinizden bir âyet getirdim. Ben size çamurdan kuş gibi birşey yapıp ona üfleyeceğim ve Allah'ın izniyle hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenler iseniz elbette bunlarda sizin için bir delil vardır." "Onu İsrailoğullarına peygamber olarak göndereceğiz." Onu peygamber kılacağız, demektir. Yahut peygamber olarak onlarla konuşacak, anlamındadır. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın: "Şanı yücedir" âyetine atıf olduğu da söylenmiştir. el-Ahfeş der ki: Dilediğiniz takdirde Bir peygamber olarak" âyetindeki "vav"ı fazladan gelmiş "rasûl: Peygamber" kelimesini de "ona öğretecek" anlamındaki: kelimesinin sonundaki "he" harfinden hal kabul edebilirsiniz. O zaman ifade: "Ve bir rasûl olarak ona Kitabı öğretir" takdirinde olur. Ebû Zerr yoluyla gelen uzunca Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "İsrailoğullarının ilk peygamberi Mûsa'dır, son Peygamberleri ise Îsa'dır." "Ben size çamurdan" kuşa benzer bir suret ve onu andıran ölçülerde "kuş gibi birşey yapıp ona üfleyeceğim." el-A'rec burada geçen; gibi birşey" kelimesini Ebû Cafer ile birlikte şeddeli olarak şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise hemzeli okumuşlardır. Kuş anlamına gelen: "Tayr" kelimesi hem müzekker hem müennes gelebilir. "Ona üfleyeceğim", yani yaptığım o kuşlardan birisine yahut çamura üfleyeceğim o da bir kuş olacak. "Tacir" kelimesinin çoğulu "tecr" geldiği gibi "tair" kelimesinin çoğulu da "tayr" ...diye gelir. Vehb der ki: Hazret-i Îsa'nın bu şekilde yaptığı kuş, insanlar ona baktıkları sürece uçardı. İnsanların gözünden kayboldu mu yere ölü düşerdi. Böylelikle yaratığın yaptığı iş ile yüce Allah'ın fiili arasındaki fark ortaya çıkmış oluyordu. Şöyle de denilmiştir: O yarasadan başka bir kuş yapmıyordu. Çünkü yaratılış itibariyle en mükemmel olan kuş odur. Böylelikle bu, ileri derecede ilâhî kudretin ifadesi oluyordu. Çünkü yarasanın hem memesi, hem dişleri hem de kulağı vardır. Ayrıca ay hali olur, temizlenir ve yavrular. Şöyle de denilmektedir: Onların Hazret-i Îsa'dan yarasa yaratmasını istemelerinin sebebi, diğer mahlukattan daha bir hayret verici oluşundandır. Onun ayırdedici özelliklerinden bir tanesi de; o yarasanın sadece et ve kandan ibaret olması, tüysüz olduğu halde uçması ve diğer canlıların yavruladığı gibi yavrulamasıdır. Fakat sair kuşların yumurtladığı gibi yumurtlamaz. Yavruladıktan sonra memelerine süt gelir ve memelerinden süt çıkar. Ne gündüzün aydınlığında ne gecenin karanlığında görür. O yalnız güneşin batışından sonra bir süre; tan yerinin ağarmasından sonra ve iyice aydınlanmadan önce bir süre görür. İnsanın güldüğü gibi güler, kadının ay hali olduğu gibi o da ay hali olur. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Hazret-i Îsa'dan böyle bir şeyi yaratmasını istemeleri işi yokuşa sürmek içindir. O bakımdan onlar Hazret-i Îsa'ya: Eğer bu sözlerini doğru söylüyor isen, bize bir yarasa yarat ve bunun canı olsun, dediler. Hazret-i Îsa da bir çamur aldı, onu yarasa şekline soktu, sonra da ona üfledi. O da havada uçan bir kuş oldu. Çamura şekil vermek ve çamura üflemek Hazret-i Îsa tarafından, yaratmak ise Allah tarafındandır. Üflemenin Hazret-i Cebrâîl tarafından, yaratmanın da Allah tarafından oluşu gibi. Yüce Allah'ın: "Anadan doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle" âyetine gelince; bu âyetteki "anadan doğma kör: el-ekmeh" kelimesi İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre anadan doğma kör olarak açıklanmıştır. Ebû Ubeyde de böyle demektedir. el-Ekmeh kör olarak doğan kimse demektir. Ebû Ubeyde, Ru'be'ye ait olan şu mısraı da zikreder: "Ve o anadan doğma körün geri dönüşü gibi geri döndü." İbn Fâris de der ki: Anadan kör doğana "ekmen" denildiği gibi; bu bazen sonradan da görülebilir. Şair Suveyd der ki: "Ve iki gözü de kör oldu, tâ ki gözlerine ak düşünceye kadar." Mücâhid, gündüzün gören, geceleyin göremeyen kimsedir, der. İkrime, ışıktan gözleri kamaşan kişi demektir, der. Fakat sözlükte körlük anlamında, fiil şekillerinde kullanılışı şeklindedir. ise, ben onu kör ettim, demektir. Baras (abraşlık) ise bilinen bir hastalıktır ki, deride görülen beyazlıktır. el-Abraş ayın bir diğer adıdır. ise bilinen bir (zehirli keler) çeşididir. Çoğulu "ebâris" şeklinde gelir. Özellikle bu iki hastalığın sözkonusu edilmesi doktorları aciz bırakan hastalık olmalarındandır. Hazret-i Îsa döneminde ise en yaygın ve ileri meslek doktorluk idi. İşte yüce Allah insanlara çağlarında ilerlemiş bir meslek türünden bir mucize göstermiştir. "Ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle." Denildiğine göre Hazret-i Îsa dört kişiyi diriltti. Bunların biri arkadaşı olan el-Âzir, diğerleri kocakarının oğlu, vergi memurunun kızı ile Hazret-i Nûh'un oğlu Sam idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Âzir adındaki kişi Hazret-i Îsa'nın mucizesinden birkaç gün önce vefat etmişti. Hazret-i Îsa yüce Allah'a dua etti. O da Allah'ın izniyle vücudundan yağları damlayarak kalktı, yaşadı ve çocukları dahi oldu. Kocakarının oğluna gelince yanında bu kadının oğlu naaşın üzerinde taşınırken Hazret-i Îsa geçti. Yüce Allah'a dua etti, oğlu ayağa kalktı, elbiselerini giyindi, naaşım kendisi boynu üzerinde taşıdı, sonra akrabalarının yanına gitti. Vergi memurunun kızına gelince, ölümü üzerinden bir gün geçmişti. Yüce Allah'a dua etti, bundan sonra o da yaşadı ve çocukları oldu. Çevredekiler bunu görünce: Sen ölümü üzerinde fazla zaman geçmemiş kimseleri diriltiyorsun. Belki de bunlar ölmemişlerdi de geçici bir sekteye yakalanmış olabilirler. O bakımdan sen bize Hazret-i Nûh'un oğlu Sâm'ı dirilt. Onlara: Bana onun kabrini gösterin, dedi. Daha sonra Hazret-i Îsa ve onunla birlikte bir topluluk yola koyuldular. Nihayet onun kabrinin yanına vardılar. Yüce Allah'a dua etti, o da kabrinden saçları ağarmış olarak çıktı. Hazret-i Îsa ona: Sizin döneminizde saç ağarması diye birşey yoktu. Nasıl oldu da saçların ağardı, diye sorunca: Ey Allah'ın ruhu dedi. Sen beni çağırınca ben: Allah'ın ruhuna icabet et diyen bir ses işitim. Kıyâmetin koptuğunu zannettim, işte bunun dehşetinden olacak saçlarım ağardı. Hazret-i Îsa ona ruhun nasıl kabzedildiğini sordu, şu cevabı verdi: Ey Allah'ın ruhu, ruhun kabzedilmesinin acısı hançeremden gitmiş değildir. Oysa ölümü zamanından itibaren dört bin yıllık bir süreden fazla bir zaman geçmişti. Çevresindekilere de: Onu tasdik ediniz, bu bir peygamberdir, dedi. Bir kısmı Hazret-i Îsa'ya îman etti, bir kısmı da onu yalanlayarak; bu bir büyüdür, dedi. İsmail b. Ayyaş'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Bana Muhammed b. Talha bir adamdan naklederek, Meryem oğlu Îsa ölüleri diriltmek istediğinde iki rek'at namaz kılardı, dedi. Birinci rek'atte Tebâreke Sûresi'ni, ikinci rek'atte ise Secde Sûresi'ni okurdu. Namazını bitirdikten sonra Allah'a hamd-ü senada bulunur, sonra da şu yedi isim ile Allah'a dua ederdi: Ey Kadîm, ey Hafiy, ey Daim, ey Ferd, ey Vitir, ey Ahad, ey Samed! Bunu Beyhakî zikreder ve: Bu hadisin senedi kavi değildir, der. "Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenler iseniz elbette bunlarda sizin için bir delil vardır" âyetine gelince, yani ben sizin yediklerinizi de sakladıklarınızı da bilenim, demektir. Şöyle ki; Hazret-i Îsa onların isteği üzere ölüleri diriltince, ondan bir başka mucize göstermesini isteyip şöyle dediler: Haydi evlerimizde neler yediğimizi ve yarına ne saklayacağımızı bize haber ver. Hazret-i Îsa onlara haber vererek derdi ki: Ey filan, sen şunu şunu yedin, sen de şunu şunu yedin ve şunu şunu sakladın. İşte ".. haber vereceğim" âyeti ile kastedilen budur. Mücâhid, ez-Zührî ile es-Sahtiyanî, “.....” kelimesini "zel" harfi ile ve şeddesiz olarak; “.....” diye okurlardı. Saîd b. Cübeyr ve başkaları ise şöyle demektedir: Hazret-i Îsa, ilk mektep çocuklarına neler sakladıklarını haber verirdi. Nihayet o çocukların babaları, çocuklarına Hazret-i Îsa ile birlikte oturmalarını yasakladılar. Katâde der ki: Kendilerine sofrada neler yediklerini ve başkalarından gizlice neler sakladıklarını haber verirdi. 50"Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım diye (gönderildim). Size Rabbinizden bir âyet de getirdim. Allah'tan korkun, bana da itaat edin. Âyetin tefsiri için bak:51 51"Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Doğru yol işte budur." Yüce Allah'ın: "... tasdik edici olarak" âyeti deha önce geçen: "Peygamber olarak" âyetine atfedilmiştir. Bunun: Ben size tasdik edici olarak geldim, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Önümdeki" yani benden önceki "Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size" yiyeceklerden "haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım diye." Bu âyette hazf vardır. Yani size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılayım diye geldim, anlamındadır. Denildiğine göre Hazret-i Îsa, onlara günahları sebebiyle kendilerine haram kılınmış ve Tevrat'ta bulunmayan şeyleri helâl kılmıştır. İçyağlarını yemek ve tırnaklı her bir hayvanı yemek gibi. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Îsa kendilerine aslında Tevrat'ta onlara haram kılınmamış olmakla birlikte, ilim adamlarının haram kıldığı birtakım şeyleri helâl kılmıştı. Ebû Ubeyde der ki: Burada geçen "bazı" kelimesinin, herşey, hepsi anlamına olması da muhtemeldir. Lebîd der ki: "Eğer beğenmeyecek olursam, (o) yerleri pek çok terkederim; Yahut da birtakım nefislere (herkese) ölümü gelip yapışır." Ancak böyle bir açıklama tetkikçi, inceleyici dilcilere göre yanlıştır. Çünkü "bazı" ve "cüz" ifadeleri böyle bir yerde hepsi ve bütün anlamını ifade etmez. Çünkü Hazret-i Îsa, onlara Hazret-i Mûsa'nın haram kılmış olduğu birtakım şeyleri helâl kılmıştı. İçyağlarının yenmesi ve buna benzer şeyler gibi. Fakat onlara öldürmeyi, hırsızlığı ve ahlâksızca herhangi bir işi helâl kılmamıştı. Buna delil ise Katâde'den söylediği rivâyet edilen şu sözlerdir: Hazret-i Îsa onlara Hazret-i Mûsa'nın getirdiğinden daha yumuşak hükümler getirmişti. Her ikisine de bizim peygamberimize de Allah'ın selamı olsun. Çünkü Hazret-i Mûsâ kendilerine deve etlerini ve bazı içyağlarını haram kılmıştı. Hazret-i Îsa da bunların bir kısmını helâl kıldı. en-Nehaî ise: "Size haram kılınan bazı şeyleri" âyetini şeklinde okumuştur. Yani "size haram olan bazı şeyleri" anlamındadır. Delalet eden bir karine ek olarak bulunduğu takdirde "bazı" kelimesi nadiren bütün anlamına da kullanılabilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ey Ebâ Münzir, sen (çok kimseyi) yok ettin, bir kısmımızı hayatta bırak!; Merhametinle; (çünkü) kötülüğün bir kısmı, bir diğer kısmından daha hafiftir." Kötülüğün bir kısmı tamamından daha hafiftir, demek istiyor. "Size Rabbinizden bir âyet de getirdim" âyetindeki "âyet" kelimesini birden çok oldukları halde tekil olarak sözkonusu etmesi, bu âyetlerin risaletine delalet etmek bakımından tek bir tür oluşundan dolayıdır. 52İsâ onların inkârlarını sezince: "Allah'a (giden yolda) yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler de: "Biziz Allah'ın yardımcıları, Allah'a îman ettik, sen de şahid ol ki, biz muhakkak müslümanlardanız" dediler. Yüce Allah'ın: "Îsa onların inkârlarını sezince" İsrailoğullarının inkâr edeceklerini sezince, demektir. Burada geçen (ve "sezince" anlamı verilen: kelimesi, bilince ve bulunca demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'a aittir. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu anlayınca anlamındadır. Bunun asıl anlamı ise birşeyin his (duyu) ile var olduğunun anlaşılmasıdır. İhsas, birşeyi bilmek demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan hiçbirini görüyor musun?" (Tâ-Hâ 20/98) Bir başka âyette "el-hass" öldürmek anlamında kullanılmıştır: "Onun izniyle onları öldürüyordunuz." (Âl-i İmrân, 3/152). Çekirgelere dair Hadîs-i şerîfteki: Nihayet soğuk onu öldürünce" ifadesi de burdan gelmektedir. "Onların inkârlarını sezince" âyeti, Allah'ı inkâr edip kâfir olduklarını farkedince; bir açıklamaya göre onların küfrü gerektiren sözü söylediklerini işitince, demektir. el-Berrâ ise onu öldürmeyi istemişlerdi, demektedir. "Allah'a (giden yolda) yardımcılarım kimlerdir? dedi." Hazret-i Îsa böylelikle o inkarcılara karşı yardım istedi. es-Süddî, es-Sevrî ve başkaları der ki: Bu: Allah ile birlikte... (bana kim yardımcı olur?) anlamındadır. Buna göre buradaki "Birlikte, beraber" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve onların mallarını mallarınıza (katarak) yemeyin." (en-Nisa, 4/2) Mallarınızla birlikte yemeyin, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen de yüce Allah'tır. el-Hasen ise der ki: Bu; Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir? demektir. Çünkü onları aziz ve celil olan Allah'a davet etmişti. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kim yardımını yüce Allah'ın bana olan yardımına katar? Bu iki görüşe göre edatı asıl anlamında kullanılmıştır. Güzel bir açıklamadır. Onun bu şekilde yardım dilemesi ise kavmine karşı korunmak ve davetini açığa vurmak içindi. Bu gerekçe el-Hasen ve Mücâhid tarafından gösterilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın peygamberleri ve velileri hakkındaki sünneti budur. Hazret-i Lût da şöyle buyurmuştu: "Keşke size yetecek gücüm olsaydı yahut güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud, 11/80) Bir aşirete ve bana yardımcı olacak arkadaşlara sığınabilseydim, demektir. "Havariler de: Biziz Allah'ın yardımcıları., dediler." Yani O'nun peygamberine ve dinine yardımcı olacak olanlar bizleriz. Havariler Hazret-i Îsa'nın ashabıdır. Bunlar on iki kişi idiler. Bunu el-Kelbî ve Ebû Ravk söylemiştir. Onlara bu ismin verilmesi ile ilgili olarak farklı açıklamalar yapılmıştır. İbn Abbâs der ki: Onlara bu isim elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir. Bunlar avcı kimseler idi. İbn Ebi Necîh ile İbn Artae şöyle demektedir: Bunlar elbise beyazlatıcıları idiler. Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu isim verilmiştir. Atâ der ki: Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsa'yı türlü meslekleri öğrenmek üzere çırak vermişti. Son olarak onu Havarilere vermişti. Bunlar ise elbise temizleyicisi, ağartıcısı ve boyacısı idiler. Hazret-i Îsa'nın ustası yolculuğa çıkmak istedi. Hazret-i Îsa'ya: Yanımda çeşitli renklerde pek çok elbise var. Ben de sana boya yapmayı öğretmiş bulunuyorum. Bu elbiseleri boya, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa tek bir çömleği ısıttı ve o çömleğe bütün elbiseleri koyup: Allah'ın izniyle nasıl olmanızı istiyorsam öylece ol! dedi. Ustası geldiğinde bütün elbiselerin tek bir çömlek içerisinde olduklarını gördü. Bunu görünce: Bunları berbat ettin, dedi. Hazret-i Îsa elbiselerin birisini kırmızı, sarı, yeşil ve buna benzer her bir elbiseyi üzerinde yazılı olarak renklerde çıkartınca boyacı bu işe hayret etti. Bunun Allah'tan olduğunu anladı ve sair insanları çağırıp ona îman etmelerini söyledi, onlar da buna îman ettiler. İşte Havariler bunlardır. Katâde ile ed-Dahhâk derler ki: Bunlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu ismi aldılar. Bununla kalplerinin temizliğini kastetmektedirler. Şöyle de denilmiştir: Bunlar hükümdar idiler. Şöyle ki, bir hükümdar bir yemek hazırladı ve insanları bu yemeğe davet etti. Hazret-i Îsa'nın yemek yediği kap bir türlü eksilmiyordu. Hükümdar ona: Sen kimsin? deyince Hazret-i Îsa ona: Meryem oğlu Îsa'yım, dedi. Hükümdar kendisine: Ben bu hükümdarlığımı bırakıyor ve sana uyuyorum, dedi. Ve kendisine uyanlarla Hazret-i Îsa ile yola koyuldu. İşte Havariler bunlardır. Bu açıklamayı da İbn Avn yapmıştır. Sözlükte "el-haver" beyazlık demektir. Elbiseyi ağartıp beyazlattığımız vakit; Elbiseyi beyazlattım, deriz. Beyazlatılan una ise denilir. Beyazlandı, ağardı anlamındadır. Ateşte beyazlatılmış tencere demektir. Havari aynı zamanda yardımcı demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim ise ez-Zübeyr'dir." Beyaz tenli kadınlara da: "el-havariyyât" denilmektedir. Şair der ki: "Beyaz tenli kadınlara söyle ki: Bizden başkaları için ağlasınlar, Bizim için uluyan köpeklerden başkası ağlamasın." 53"Rabbimiz! İndirdiğine îman ettik ve peygamberinin ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla beraber yaz." "Rabbimiz: İndirdiğine îman ettik." Yani; Rabbimiz.. îman ettik derlerdi. "İndirdiğine" Kitabında indirip açıkça bildirdiğin hükümlere îman ettik "ve peygamberinin" yani Îsa'nın "ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla beraber" Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti ile birlikte "yaz!" Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Anlamı da şudur: Sen bizim isimlerimizi onların isimleriyle birlikte yaz ve bizi onlardan kıl. Bizleri Peygamberlerinin doğru söylediklerine şahitlik edenlerle birlikte yaz; anlamında olduğu da söylenmiştir. 54Hile yaptılar. Allah da hilelerine karşılık verdi Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir. Yüce Allah'ın: "Hile yaptılar" âyetinden kasıt, Hazret-i Îsa'nın kendilerinden küfür ve inkârı sezdiği, yani onu öldürmek istemelerini sezdiği İsrailoğullarının kâfir olanlarıdır. Şöyle ki; Hazret-i Îsa'yı ve annesini kavmi kendi aralarından çıkarttıktan sonra, Havarilerle birlikte kavmine döndü ve açıkça onlara davetini ilan etti. Onlar da Hazret-i Îsa'yı öldürmek istediler ve ona suikast tertiplemek üzere anlaştılar. İşte âyet-i kerimede sözü geçen "hile yapmaları" budur. Allah'ın mekri (hile yapanların cezasını vermesi) ise; el-Ferrâ' ve başkalarından nakledildiğine göre kullarına bilmedikleri yerden istidrâcı (yani onları yavaş yavaş, farkına varmadan azaba yaklaştırması) demektir. İbn Abbâs ise der ki: Onlar her yeni bir günah işledikçe, biz de onlara yeni bir nimet verdik, demektir. ez-Zeccâc da der ki: Allah'ın mekri, onların mekirlerine (hilelerine) karşılık onları cezalandırmasıdır. Bu şekilde onlara verilen karşılık (ceza), onların ilk olarak yaptıkları işin İsmi ile adlandırılmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah onlarla alay eder." (el-Bakara, 2/15); "Halbuki O, onları aldatandır (hilelerini başlarına geçirendir)." (en-Nisâ, 4/142). Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Sözlükte "mekr"in karşılığı hile yapmak, aldatmaya çalışmak demektir. Bacağın güzel ve dolgun olmasına da mekr denir. Yine bir çeşit elbise de bu ad ile anılır. Bunun elbise değil de boyacılıkta kullanılan kırmızı kil olduğu da söylenmiştir. Bunu İbn Fâris nakletmektedir. "Allah'ın mekri"nin burada, Hazret-i Îsa'nın suretinin bir başkasına verilmesi ve Hazret-i Îsa'nın Allah'ın katına yükseltilmesi olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; yahudiler, Hazret-i Îsa'yı öldürmeyi kararlaştmnca onlardan kaçmak üzere eve gitti. Hazret-i Cebrâîl onu evin üst tarafındaki havalandırma deliğinden çıkardı. Onların hükümdarları kendilerinden adi birisi olan Yahuda adındaki kişiye: Haydi yanına gir ve onu öldür, dedi. O da odaya girdi, fakat Hazret-i Îsa'nın içeride olmadığını gördü. Yüce Allah da onun suretini Hazret-i Îsa'ya benzetti. Dışarı çıkıp Hazret-i Îsa'ya benzediğini gördüler; bunun üzerine onu yakalayıp öldürdüler, sonra da haça astılar. Daha sonra da: Yüzü Îsa'ya benzemekte, fakat bedeni bizim adamımızın bedenine benzemektedir. Eğer bu bizim arkadaşımızsa Îsa nerede ve eğer bu Îsa ise bizim arkadaşımız nerede? dediler. Bunun üzerine aralarında bir kavga başgösterdi. Kimisi kimisini öldürdü. İşte yüce Allah'ın: "Hile yaptılar. Allah da hilelerine karşılık verdi" âyetinde anlatılan budur. İleride geleceği üzere bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır. "Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir." Burada "el-Mâkir: Hile yapan, hileye karşılık veren" kelimesi 'dan ism-i faildir. Bazı ilim adamları bunun yüce Allah'ın isimleri arasında zikretmiştir. O bakımdan kulv bu ismi anarak dua edecek olursa: Ey hilelere karşılık verenlerin en hayırlısı, benim lehime (bana yapılan hilelere) karşılık ver, der. Nitekim Hazret-i Peygamber de dua ettiğinde: "Allah'ım, sen lehime mekr yap, fakat aleyhime mekr yapma!" diye dua ederdi. Biz bunu "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 55Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey Îsa, senin vefatını Ben gerçekleştireceğim. Seni kendime kaldırıp yükseltecek, seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tabi olanları Kıyâmet gününe kadar küfre sapanlardan üstün tutacak olan da Benim. Sonra dönüşünüz yalnız bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim. Yüce Allah'ın: "Hani Allah şöyle buyurmuştu: Ey Îsa, senin vefatını ben gerçekleştireceğim..." âyetinde yer alan: "(ip: Hani" âyetinde âmil, ya "hile yaptılar" fiilidir yahut da gizli bir fiildir. Aralarında ed-Dahhak ve el-Ferrâ''nın da bulunduğu meânî âlimlerinden bir topluluk da yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim, seni kendime kaldırıp yükselteceğim..." âyetinde takdim ve te'hir vardır, demişlerdir. Çünkü "vav" harfi tertibi gerektirmez. Buna göre mana şöyle olur: Ben seni kendime kaldırıp yükseltecek ve kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak, semadan indikten sonra da senin vefatını gerçekleştireceğim. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz olmasaydı (azap) lazım olurdu ve belli bir vade olmasaydı." (Tâ-Hâ, 20/129) Burada ifade: Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir vade olmasaydı, azap onlara lazım olurdu, takdirindedir. Şair de şöyle demektedir: "Ey Zat-ı Irk'taki hurma ağacı; üzerine olsun; Allah'ın rahmeti ve selâm." Yani, selâm ve Allah'ın rahmeti üzerine olsun, takdirindedir. el-Hasen ve İbn Cüreyc de der ki: Burada yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" seni semaya ölüm sözkonusu olmaksızın kaldırıp yükselteceğim, demektir. Tıpkı; filan kişideki malımı eksiksiz aldım,alamındabu kelimeyi kullanmak halinde olduğu gibi. Vehb b. Münebbih de der ki: Yüce Allah Îsa (aleyhisselâm)'yı gündüzün üç saat kadar öldürdü, sonra da onu semaya çıkardı. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen sahih haberlerde Hazret-i Îsa'nın semadan ineceği ve Deccâl'i öldüreceği belirtilmiştir ki "et-Tezkire" adlı eserimizde sözü geçen bütün bu hususlara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride de gelecektir. İbn Zeyd de der ki: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" âyeti, seni kabzedeceğim, demektir. Vefatını gerçekleştireceğim ve seni yükselteleceğim, tabirleri aynı anlamdadır ve henüz Hazret-i Îsa ölmüş değildir. İbn Talha da İbn Abbâs'tan: "Vefatını Ben gerçekleştireceğim" âyetinin "seni öldürecek olan Benim" anlamında olduğunu rivâyet etmiştir. er-Rabi' b. Enes de der ki: Burada sözü geçen "vefat", uyku halinde kastedilen vefattır. Nitekim yüce Allah: "Geceleyin sizleri vefat ettiren O'dur" (el-En'âm, 6/60); yani sizi uyutan odur, demektir. Çünkü uyku da ölümün kardeşidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Cennette uyku var mıdır? diye sorulunca o: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir, cennette ise ölüm yoktur" diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiştir. Sahih görüş şudur: Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı ölüm de uyku da sözkonusu olmaksızın semaya yükseltmiştir. Nitekim el-Hasen ve İbn Cübeyr de böyle demiştir. Taberî de bu görüştedir. İbn Abbâs'tan gelen sahih rivâyet de budur. ed-Dahhâk da bu görüştedir. ed-Dahhâk der ki: Olay şöyle olmuştur: Hazret-i Îsa'yı öldürmek istediklerinde, Havariler on iki kişi oldukları halde bir odada toplandılar. Hazret-i Îsa, odanın havalandırma deliğinden yanlarına geldi. İblis de yahudi topluluklarını durumdan haberdar edince dörtbin kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hazret-i Mesih Havarilere: Hanginiz, cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze alabilir? dedi. Onlardan birisi: Ben ey Allah'ın peygamberi, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı, sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hazret-i Îsa'nın suretine benzetildi. Yahudilere karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler. Hazret-i Îsa'ya gelince; Allah onu kuş tüyleriyle donattı, nurdan giydirdi ve ondan yemek ve ekmekten lezzet alma duyusunu aldı, meleklerle birlikte uçtu. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize Ebû Hazret-i Muâviye nakletti, bize el-A'meş, el-Minhal'den nakletti, el-Minhal, Saîd b. Cübeyr'den o İbn Abbâs'tan naklederek dedi ki: Allah Tebareke ve Teâlâ, Hazret-i Îsa'yı semaya yükseltmeyi murad edince Hazret-i Îsa, on iki kişi olan arkadaşlarının yanına, evde bulunan bir su gözesinden başından su damlayarak çıktı. Onlara şöyle dedi: Sizden biriniz bana îman ettikten sonra on iki defa beni inkâr edecektir. Sonra şöyle dedi: Hanginiz bana benzetilip de benim yerime öldürülmeyi ister? Buna karşılık benimle birlikte benim derecemde bulunacaktır. En genç olanlarından bir delikanlı kalkıp: Ben deyince, Hazret-i Îsa: Otur dedi. Daha sonra Hazret-i Îsa sözünü tekrarladı, yine aynı delikanlı kalkıp: Ben dedi. Hazret-i Îsa yine: Otur dedi, Sonra aynı sözü bir defa daha onlara tekrarladı yine bu genç delikanlı kalkıp: Ben dedi. Bu sefer Hazret-i Îsa: Evet işte sen osun, dedi. Yüce Allah o genci Hazret-i Îsa'ya benzetti. Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı odadaki havalandırma deliğinden semaya yükseltti. Daha sonra yahudilerden olan takipçiler geldi, Hazret-i Îsa'ya benzeyeni aldılar, önce onu öldürdüler, sonra da çarmıha gerip astılar. Onlardan bir kişi ise Hazret-i Îsa'ya îman ettikten sonra on iki defa Hazret-i Îsa'yı inkâr etti. Sonunda bunlar üç gruba ayrıldılar. Onlardan bir grup şöyle dedi: Allah dilediği kadar bir süre aramızda bulundu, sonra da semaya yükseldi. Bunlar Yakubîlerdir. Bir diğer grup da şöyle dedi: Allah'ın oğlu, Allah'ın dilediği kadar bir süre aramızda kaldı, sonra Allah onu kendisine yükseltti. Bunlar da Nasturîlerdir. Bir diğer kesim ise; Allah'ın kulu ve elçisi Allah'ın dilediği bir kadar aramızda kaldı; sonra Allah onu kendi katına yükseltti, dediler. İşte bunlar da müslümanlardır. Kâfir olan iki grup müslîiman gruba karşı birbirleriyle yardımlaştılar ve müslümanları öldürdüler. O bakımdan yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönderinceye kadar İslâm bu şekilde üstü örtülü kalmaya devam etti. Hazret-i Peygamber'in gönderilmesiyle bu kâfirler öldürüldü. Buna dair yüce Allah da şu âyeti inzal buyurdu; "Bunun üzerine İsrailoğullarından bir zümre îman etti. Ve bir zümre de inkâr edip kâfir oldu. Biz îman edenleri" yani Hazret-i Îsa döneminde ataları îman edenleri mü’minlerin dinlerini kâfirlerin dinlerine üstün kılmak suretiyle "düşmanlarına karşı destekledik de galibler oluverdiler" (es-Saf, 61/14). Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim. Şüphesiz Meryem'in oğlu adaletli bir hakim olarak inecektir ve şüphesiz haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Genç dişi develeri serbest bırakacaksınız, kimse onlara çobanlık etmeyecektir. Kin, karşılıklı düşmanlık, kıskançlık ortadan kaybolup gidecektir. Malı almak için çağrılacaklar da onu kimse kabul etmeyecektir." Yine Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Nefsim elimde olana yemin olsun ki Meryem'in oğlu, Fec er-Ravhl denilen yerden haccetmek yahut umre yapmak üzere veya her ikisini birlikte ifa etmek üzere ihrama girecektir." Bununla birlikte Hazret-i Îsa şeriatimizî neshederek yeni bir şeriat ile inmeyecektir. Aksine bizim şeriatimizden uygulanması terk edilmiş olan hükümleri yenileyerek ve bu şeriate tabi olarak nazil olacaktır. Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiği gibi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Meryem'in oğlu aranızda inip de sizin İmâmınızın da sizden olacağı vakit haliniz ne olacaktır?" Bir diğer rivâyette de: "Sizden olanla size İmâmlık ederse..." denilmiştir. İbn Ebi Zi'b (Müslim'in senette ismini verdiği üçüncü râvi) der ki: "Sizden olanla size İmâmlık yaparsa ifadesinin ne anlama geldiğini biliyor musun? Ben: Bana haber ver(irsen öğrenirim), deyince şöyle dedi: Yani, yüce Rabbinizin Kitabı ile Peygamberinizin sünneti ile size İmâmlık yaparsa (sizi yönetirse) demektir. Biz bu hususa dair daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" kelimesinin aslı şeklindedir. (Yâ üzerindeki) damme ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. Bu (âyetin başında geçen) nin haberidir. "Seni kendine kaldırıp yükseltecek" fiili de ona atfedilmiştir. "Seni... tertemiz çıkaracak, ve sana tabi olanları.. üstün tutacak" fiilleri de aynı şekilde atfedilmiştir. 'ın şeklinde okunması da mümkündür. Asıl şekil de budur. Tam bir vakfın yüce Allah'ın: "Seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracağım" âyetinin nihâyetinde olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir görüştür. "Ve sana tabi olanları" da ey Muhammed "küfre sapanlardan üstün tutacak olan da Benim." Yani delilleriyle ve bunlar lehine delil ve belgeleri ortaya koymak suretiyle. Güç, kuvvet ve galip gelmekle bunu gerçekleştireceği de söylenmiştir. ed-Dahhâk ile Muhammed b. Eban der ki: Burada üstün kılınacaklardan kasıt, (Muhammed ümmeti değil) Havarilerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 56Kâfir olanları da dünyada ve âhirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. Âyetin tefsiri için bak:57 57Îman edip salih amel İşleyenlere gelince; onların mükâfatlarını da eksiksiz ödeyecektir. Allah zâlimleri sevmez. "Kâfir olanları da dünyada" öldürülmek, asılmak, esir edilmek ve cizye vermek zorunda bırakılmakla, "âhirette de" cehenneme atılmakla "şiddetli azaba uğratacağım." 58İşte bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'dan okuyoruz. "İşte bunları sana., okuyoruz" âyetindeki "İşte" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise "okuyoruz" âyetidir. Bunun mübteda gizli olmak suretiyle; "durum işte böyledir" şeklinde (haber) olması da caizdir. 59Gerçek şu ki; Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı, sonra ona: "Ol" dedi, o da oluverdi. Âyetin tefsiri için bak:60 60Hak Rabbindendir. Öyleyse şüphecilerden olma. Yüce Allah'ın: "Gerçek şu ki; Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı" âyeti kıyas yapmanın doğruluğuna delildir. Benzetmenin mahiyeti şudur Hazret-i Îsa da Hazret-i Âdem gibi babasız yaratılmıştır. Yoksa Hazret-i Îsa da onun gibi topraktan yaratılmış değildir. Birgey bir başka şeyle belli bir ortak niteliğe sahip olduğu taktirde -aralarında büyük bir fark bulunsa dahi- benzetilebilir. Gerçekten Hazret-i Âdem topraktan yaratıldığı halde, Hazret-i Îsa topraktan yaratılmış değildir Bu açıdan her ikisi arasında Fark vardır. Fakat aralarındaki benzerlik, her İkisini de Allahü teâlâ’nın babasız yaratmış olması bakımındandır. Diğer bir sebep de şudur: Her ikisinin de yaratılışının aslı topraktır. Çünkü Âdem, bizzat topraktan yaratılmadı. Fakat toprak çamur haline getirildi, sonra bu ses veren bir kuru çamura dönüştürüldü, sonra da Hazret-i Âdem ondan yaratıldı. İşte yüce Allah Hazret-i Îsa'yı da bir halden diğer bir hale dönüştürdü, arkasından onu babasız olarak bir insan haline getirdi, Bu âyet-i kerîme Necran heyetinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şüphesiz Îsa Allah'ın kulu ve kelimesidir" şeklindeki sözünü reddederek: Sen bizç babasız yaratılmış bir kul göster; demeleri sebebiyle inmiştir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendilerine: "Âdem'in babası kimdi? Siz insanın babasız oluşuna hayret mi ettiniz? Âdem'in babası da yoktu, annesi de yoktu" Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Onlar sana" Îsa hakkında "her neyi örnek getirirlerse muhakkak biz sana" Âdem hakkında "hakkı ve daha güzel bir açıklamayı getiririz" (el-Furkan, 25/33) âyeti de böyledir. Yine rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Necran heyetini İslâm'a davet edince onlar: Biz senden önce de müslümandık, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yalan söylüyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan alıkoyan üç şey vardır: Allah bir oğul edindi, demeniz, domuzu yemeniz ve haça secde etmeniz." Bunun üzerine: Peki Îsa'nın babası kimdir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Gerçek şu ki Allah katında Îsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir" âyetinden itibaren: "... Allah'ın lanetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim" (61. âyet) âyetine kadar olan âyetler nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları (Mübâheley'e) çağırdı; fakat birbirlerine şöyle dediler: Eğer onun dediğini yapacak olursanız bu vadi size karşı alevli ateşle dolar taşar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e: Sen bize bundan başka birşey arzetmiyor musun? deyince; Hz- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ya İslâm'ı kabul edersiniz, ya cizye verirsiniz yahut Savaşırız." İleride geleceği üzere onlar da cizyeyi kabul ettiler. Yüce Allah'ın: "Âdem" kelimesi ile birlikte söz tamam olmaktadır. (Mealde: Gibidir" ile cümle tamamlanıyor). Daha sonra yüce Allah: "Allah onu topraktan yarattı, sonra ona, «ol» dedi, o da oluverdi" diye buyurmaktadır Buradaki yekûn fiili geniş zaman için olmakla birlikte; burada dili geçmiş zaman anlamında "oluverdi" şeklindedir. Gelecek zaman ifade eden. "muzari" fiili anlamı bilindiği takdirde mazi yönünde kullanılır. el-Ferrâ' der ki: "Hak Rabbindendir" âyeti "o" zamiri gizli olarak takdir edilmek suretiyle merfû'dur. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu, yeni bir söz başlangıcıdır ve bunun haberi yüce Allah'ın "Rabbindendir" âyetidir. Bunun fail olduğu da söylenmiştir, Yani; hak sana gelmiştir, anlamında olur. "Öyleyse şüphecilerden olma" âyetinde hitap Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olmakla birlikte; maksat onun ümmetidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Îsa (aleyhisselâm) hakkında asla şüphe etmemişti. 61Sana İlim geldikten sonra kim onun hakkında seninle tartışırsa de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra lânetleşelim, Allah'ta lanetinin yalancılara olmasını dileyelim." Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yâ Muhammed!: "Sana ilim" Hazret-i Îsa'nın Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi "geldikten sonra kim onun" Îsa hakkında "seninle tartışırsa" ve sana karşı iddialarda bulunursa "de ki: Gelin..." Haydi buyurun... Bu ifade aslında üstünlüğü ve değeri olan kimseler İçin kullanılır. Daha sonra bu kelime gelmesi istenen herkes için kullanılmaya başlandı. İleride En'am Sûresi'nde (6/151. âyette) buna dair daha etraflı açıklamalar gelecektir. "... Çağıralım" âyeti cezm mahallindedin "Oğullarımızı" ifadesi, kız çocukların oğullarına "ebnâ: oğullar" denileceğine delildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i getirdi; Hazret-i Fatıma onun arkasında, Hazret-i Ali de Hazret-i Fatıma'nın arkasından yürüyerek geldi. Hazret-i Peygamber de onlara: "Ben dua edersem siz de âmin deyiniz" diyordu. İşte yüce Allah'ın: "Sonra... dileyelim" âyetinin anlamı budur, İbtihâl dua ederken yalvarıp yakarmak, tazarruda bulunmak demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Ebû Ubeyde ve el-Kisaî ise: Lanet okuyalım, anlamında olduğunu söylemiştir. İbtihâl, aslında dua ederken yakarışta lanet okumak olsun başka hususlarda olsun alabildiğine gayret göstermek, tazarru ve niyazını uzunca yapmak demektir. Şair Lebid der ki; "Kavminden, efendi ve yaşlı başlı kimseler arasında (birlikte geldi) Dehr (zaman) onlara baktı da ibtihâl etti." Yani onların helâk edilmesi İçin (dua etmekte) alabildiğine gayret gösterdi. Allah ona behletti, ona lanet etti, demektir. el-Behl de lânetlemek anlamındadır. Az miktardaki suya da "el-behl" denilir. Bir kimseyi kendi istediğiyle başbaşa bırakmak halinde ile denilir, Ebû Ubeyde, Allah onu behletti'nin ona lanet etti, lanet etsin anlamında olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs der ki: Burada sözü edilen kimseler, Necranlıların ileri gelenleri olan es-Seyyid, el-Âkib ve İbnu'l-Hâris'tir. "... Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim." 2- Peygamberliğin Belgelerinden Birisi: Bu âyet-i kerîme, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinin alâmetlerindendir. Çünkü Hazret-i Peygamber onları lânetleşmeye davet ettiği halde, bunu kabul etmediler. Bunların büyükleri olan el-Âkib'in, kendilerine; eğer lânetleşme isteğini kabul edecek olurlarsa bu vadinin onları yakmak üzere ateşle dolacağım belirtmesinden sonra cizyeyi kabul ettiler. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, demişti. Ve siz de biliyorsunuz ki o Îsa hakkında açık ve kesin doğruyu getirmiştir. Bu sözleri üzerine Necranlılar Hazret-i Peygamberle lânetleşmeyi kabul etmeyip kendi topraklarına her sene Safer ayında bin ve Recep ayında da bin elbise (toplam iki bin elbise) ödemek şartıyla geri döndüler Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da islâm'a girmek yerine onlardan bu cizyeyi kabul ederek onlarla barış yaptı. 3- Torun, Evlat Kabul Edilebilir mi? Çoğu ilim adamı der ki: Hazret-i Peygamberin Mübâhale esnasında Hazret-i Hasan ile Hz Hüseyin hakkında: "Oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım" âyeti ile: "Şüphesiz benim bu oğlum seyyiddir. âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iki oğlu" olarak adlandırılmaları onlara hastır. Başkaları için böyle birşey sözkonusu değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde her bir sebep ve her bir neseb koparılmış olacaktır. Benim nesebim ve sebebim müstesna." İşte bundan dolayı Şâfiî mezhebine mensup kimi ilim adamı: "Filanın oğluna" diye vasiyette bulunup da eğer o kişinin kendi sulbünden oğlu yoksa fakat oğlunun oğlu yahut kızının oğlu varsa; o takdirde bu vasiyyet yalnızca oğlun oğlu için geçerlidir, kızın oğlu için geçerli olmaz. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle En'âm Sûresi (6/84-86. âyetler 2. başlıklarda) ile Zuhruf Sûresinde (43/28. âyet 3. başlıkta) gelecektir. 62Doğrusu kıssanın hak ifadesi işte budur. Allah'tan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki Allah Azizdir, Hakimdir. Âyetin tefsiri için bak:63 63Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah, fesat çıkaranları çok iyi bilendir. Yüce Allah'ın: "Doğrusu kıssanın hak İfadesi işte budur" âyetinde yer alan "doğrusu... işte bu" ile Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalara işaret edilmektedir. Buna "kasas" denilmesinin sebebi ise, kıssadaki anlamların birbirinin ardınca gelmesidir. Bu da Arapların: Filan kişi filan kişinin izini kaseder, yani takip eder, demelerinden alınmıştır. "Allah'tan başka ilâh yoktur" âyetindeki te'kid için fazladan gelmiştir, "Azîz" yani asla mağlub edilemeyen, "Hakîm", hikmet sahibi olan demektir ki; buna benzer açıklamalar önceden geçmiştir. Hamd, Allah'a mahsustur. 64De ki: "Ey Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse o vakit "Şahit olunuz ki biz Müslümanlarız" deyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; 1- Kitap Ehli de Herkes Gibi Allah'tan Başkasına İbadet Edemez: Yüce Allah'ın: "De ki: Ey Kitap ehli.." âyetinde hitap, -el-Hasen, İbn Zeyd ve es-Süddî'nin görüşüne göre- Necranlılaradır. Katâde, İbn Cüreyc ve diğerlerinin görüşüne göre; Medine yahudilerinedir. Onlara bu şekilde hitap edilmesinin sebebi, itaat hususunda kendi âlimlerini rabler gibi bir konuma çıkartmalarından dolayıdır. Burada hitabın bütün yahudi ve hıristiyanlara olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Herakliyus'a gönderdiği mektubunda şöyle denilmektedir: "Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Rumların büyüğü Herakliyus'aleyhisselâmelam hidâyete tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm daveti ile davet ediyorum. İslâm'a gir, kurtulursun. İslâm'a gir, Allah sana ecrini iki defa versin. Ve şayet yüzçevirecek olursan o takdirde ırgat ve çiftçilerinin günahları sanadır. "Ve ey Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim... Şahit olunuz ki biz müslümanlarız, deyin." Bu rivâyette lâfız Müslim'e aittir. Sevâ' (eşit); kelimesi, adalet ve insaf demektir. Bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Şair Züheyr de der ki: "Bana bir yol gösterin ki onda zillet ve haksızlık olmasın Bununla aramızda eşitlik sağlansın." el-Ferrâ' der ki: "Adalet" anlamında denilir. "Sin" harfi üstün okunursa (kelimenin sonu) medli (sevââ) şeklinde gelir. Şayet esreli ve ötreli gelirse, o takdirde (gösterildiği şekilde) medsiz gelir. Yüce Allah'ın: "Eşit bir buluşma yeri" (Tâ-Hâ, 20/58) âyetinde olduğu gibi. Yine (el-Ferrâ') der ki: Bu âyet Abdullah (b. Mes'ûd)'un kıraatinde: Sizinle bizim aramızda adaletli olan bir kelimeye" diye okumuştur. Ka'neb burada, "kelime" kelimesini "lâm" harfi sakin olarak "küme" şeklinde okuyarak "lâm"ın harekesini "kef"e vermiştir. Nitekim (karaciğer anlamına gelen) kebid kelimesini kibd şeklinde de okuruz. Bu âyetin anlamı sudur: Çağrıldığınız şeyi kabul edin. Bu ise haktan en ufak bir uzaklaşmanın sözkonusu olmadığı, dosdoğru ve adaletli bir sözdür. Yüce Allah bu sözü: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim..." âyeti ile açıklamış bulunmaktadır. âyetindeki Kelime"den bedel olmak üzere mecrurdur. Yahut da gizli bir mübteda takdir edilerek merfudur. Bu durumda İfadenin takdiri şöyle olur: Bu kelime: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim'dir. Ya da bu i'rabda mahalli olmayan müfesire (açıklayıcı) bir edattır. Bununla birlikte; " ibadet etmeyelim" âyeti ile buna atfedilen edatlarda hem merfu olma hem de meczum olma hali caizdir. Bunun meczum olabilmesi "yani" anlamına gelen müfesire olması halinde söz konusudur. Nitekim yüce Allah: "Yani yürüyün...." (Sâd, 38/6) âyetinde olduğu gibi. Ve bu durumda olumuzluk edatı cezmedici edat olur. Sîbeveyh'in görüşü budur. Buna göre; İbadet etmeyelim haber olması mümkündür. Merfu olması halinde de anlamı: Biz ibadet etmeyiz... şeklinde olabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar bilmezler mi ki, o kendilerine ne bir cevap verir ne de onlara bir zarar ya da bir fayda sağlayabilir" (Tâ-Hâ, 20/89) âyeti de buna benzemektedir. el-Kisaı ile el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: " Ve O'na birşey ortak koşmayalım ve kimimiz kimimizi (radıyallahü anhb) edinmesin," şeklinde, sözün başında yokmuş gibi cezimli okumuşlardır. 2- Allah'tan Başka Rab Edinme Şekli: "Ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin." Yani yüce Allah'ın helal kıldığı dışında, hiçbir kimseyi herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma hususunda izlemeyelim, ardından gitmeyelim. Bu da yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini, rakiplerini., rabler edindiler." (et-Tevbe, 9/31) âyetini andırmaktadır. Yani onlar Allah'ın haram ve helâl kılmadığı şeyler ile ilgili olarak, alim ve rahiplerini haram ve helâl kılmalarını kabul etmek suretiyle rableri ayarında tuttular. Bu da, Şer'î hiçbir delile dayanmayan mücerred istihsani kabulün, batıl olduğunu göstermektedir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Apaçık dayanakları olmaksızın tayin etmiş olduğu ölçüler hususunda Ebû Hanîfe’nin istihsanları gibi. Ayrıca bu âyette: "Şer'î dayanağı açıklamaksızın İmâmın sözünü kabul etmek icabeder" diyen ve yine İmâmın, şeriatten dayanağını açıklamaksızın Allah'ın haram kıldığını helâl kılabileceğini kabul eden Rafızîlerin de görüşünü reddetmektedir. Erbâb kelimesi "rab" kelimesinin çoğuludur. Burada yer alan kelimesi de "başka" anlamındadır. 3- Siz, Yüzçevirseniz de Biz Müslümanız: Yüce Allah'ın: "Eğer yüz çevirirlerse" yani davet olundukları şeyi kabul etmezlerse "o vakit Şahit olunuz ki biz müslümanlarız, deyin," Yani İslâm dinine bağlı kalmak, bizim ayrılmaz vasfı mı zdır. Biz bu dinin hükümlerine uyan kimseleriz. Bu hususta Allah'ın üzerimizdeki lütuf ve nimetlerini itiraf eden kimseleriz. Îsa olsun Üzeyr olsun melekleri olsun hiçbir kimseyi rab edinmeyiz. Çünkü Îsa ve Üzeyr de bizim gibi birer insandır. Ve hepsi de bizim gibi sonradan yaratılmışlardır. Bizler Allah'ın bize haram kılmadığı birşeyi, rahipler haram küdı diye haram kabul edemeyiz. O takdirde onları rab edinmiş oluruz, İkrime de der ki: "Edinmesin" âyeti secde etmesin, anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanına kadar (insanların.) birbirlerine secdelerinin câiz olduğu, fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Muaz'ın kendisine secde etmek istemesi üzerine bunu nehyettiğini önceden açıklamış bulunuyoruz. Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Süresi'nde (2/34. âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Enes b. Mâlik’in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, birbirimize karşı eğilelim mi? diye sorduk, Hazret-i Peygamber: "Hayır" buyurdu. Dedik ki: Birbirimizle muânaka (kucaklaşma) yapalım mı? Yine: "Hayır, fakat musafaha yapın" dedi. Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride Yusuf Süresi'nde (12/100. âyet 2. başlıkta.) gelecektir. Vakıa Süresi'nde de yüce Allah'ın izniyle Kur’ân-ı Kerîm'e yahut onun bir bölümüne taharetsiz dokunmaya dair açıklamalar gelecektir. 65Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Aklınız ermiyor mu? Yüce Allah'ın: "Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin münaşaka ediyorsunuz?" âyetindeki: "Niçin" kelimesinin asli: “.....” şeklindedir. İstifham ile haberin arasındaki farkı göstermek üzere elif hazfedilmiştir. Bu âyet-i kerîme, yahudi ve hıristiyanların her birisinin, İbrahim'in kendi dinleri üzere olduğunu iddia etmeleri üzere nazil olmuştur. Yüce Allah onları, yahudiliğin de hıristiyanlığın da ancak İbrahim'den sonra ortaya çıktığını belirterek yalanlamaktadır. İşte yüce Allah'ın: "Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir" âyeti bunu ifade etmektedir. ez-Zeccâc der ki: Bu âyet-i kerîme yahudi ve hıristiyanlara karşı getirilen en açık bir delildir. Çünkü Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir ve bunlarda bu dînlerden birisinin olsun ismi geçmemektedir. Halbuki İslâm ismi bütün kitaplarda vardır. Denildiğine göre; ibrahim ile Mûsâ (ikisine de selam olsun) arasında bin yıl, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Îsa arasında da aynı şekilde bin yıl vardır. "Aklınız ermiyor mu?" Sîzin delilinizin çürüklüğünü, sözlerinizin de tutarsızlığını aklınızla kavrayamıyor musunuz? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 66Haydi siz, bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz diyelim. Ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız; 1- Yahudi ve Hıristiyanların Bilgisizce İddiaları: "Haydi siz bilginiz olan şey hakkında münaşaka ettiniz diyelim." Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında münakaşa ettiniz, kabul edelim. Çünkü onlar kitaplarında Hazret-i Peygamber'in niteliklerine dair buldukları bilgilerle onun peygamber olduğunu biliyorlar fakat bâtılı ileri sürerek onun hakkında tartışıyorlardı. "Ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?" Bundan kasıt da Hazret-i İbrahim'in yahudi veya hıristiyan olduğunu iddia etmeleridir. Yüce Allah'ın: "Haydi siz..." âyetinin aslı: şeklindedir. Birinci hemze, benzeri olduğundan dolayı "he" harfiyle değiştirilmiştir Bu şekildeki açıklama Ebû Amr b. el-Alâ ile el-Ahfeş'ten nakledilmiştir, en-Nehhâs: Bu güzel bir açıklamadır, der. Kunbul'un, İbn Kesîr'den rivâyetine göre (medsiz olarak): gibi, diye okuduğunu nakletmektedir. Fakat bundan daha da güzeli "he" harfinin hemzeden bedel olmasıdır. O takdirde bunun aslı şeklinde olur. Buradaki "he" harfinin tenbîh (uyarıp dikkat çekmek için) olup ın başına gelmiş olması ve çokça kullanım dolayısıyla "elifin hazfedilmiş olması da mümkündür. (......) kelimesinin telaffuzu iki şekilde olur. Birincisi medli, ikincisi de medsiz (kasr)dır. Araplar arasında bunu medsiz okuyan vardır. Ebû Hâtim şu beyiti nakleden "Ömrün hakkı için bizler ve bizim bu antlaşmalılarımız Tırnakları kesilmemiş bir mihnet (Savaş) içindeyiz." Buradaki: Siz o kimselersiniz ki" edatı nida mahallindedir. Ey o kimseler! anlamındadır. Bunun "Sizin" kelimesinin haberi olması da mümkündür. O takdirde kelimesi Kimseler, anlamında olur, ondan sonraki ifadeler de onun sılası olur. Bununla birlikte "Siz" kelimesinin haberinin, "münakaşa ettiniz" âyeti de olabilir. Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/31. âyet 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. Âyet-i kerimede bilgisi olmayanlara tartışmanın ve konu ile ilgili yeterince araştırması bulunmayan kimsenin o konuda tartışmasının yasak kılındıgına dair delil vardır. İşte yüce Allah: "Haydi siz bilginiz olan şey hakkında münakaşa ettiniz diyelim, ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bilen ve yakîn sahibi olan kimsenin tartışacağına dair de emir varid olmuştur. Yüce Allah: "Ve onlarla en güzel yol hangisiyle onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre ona bir adam gelip oğlunun kendisinden olmadığını belirterek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, benim hanımım siyah bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Senin hiç deven var mı?" diye sorunca adam: Evet, diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber: "Bu develer ne renk?" diye sorunca: Kırmızı diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber tekrar: "Aralarında rengi siyaha çalanları da var mı?" diye sorunca adam: Evet dedi. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Peki, bu renkte olanlar nereden geldi?" diye sordu. Adam: Olur ki bir damarı çekmiş ve o renkte olmuştur Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyrudu; "Senin bu çocuğun da bir damara çekmiş de böyle gelmiş olabilir." İşte bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından tartışmanın gerçek mahiyetine dair verilmiş ve delil getirmenin açıklanmasını ortaya koyan oldukça önemli bir örnektir. 67İbrahim ne yahudi ne de hıristiyan idi. Fakat o Hanîf bir müslüman idi. O müşriklerden de değildi. Yüce Allah, Hazret-i İbrahim'i yahudi ve hıristiyanların yalan iddialarından tenzih etti ve onun Hanîf olan müslümanlık üzere olduğunu, asla müşrik olmadığını beyan etti. Hanîf ise: Allah'ı birleyen, hacceden, kurban kesen, sünnet olan ve kıbleye yönelen kimse demektir. Daha önce Bakara Sûresi'nde (2/135- âyette) bu kelimenin türediği köke dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Sözlükle Müslim ise yüce Allah'ın emrine zilletle boyun eğen, O'na itaat eden demektir. Yine Bakara Sûresi'nde (2/131- âyette) İslâm kelimesinin anlamı yeterince açıklanmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 68Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da mü’minlerin velisidir, İbn Abbâs der ki: Yahudilerin başkanlarının: "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, sen de bilirsin ki, insanlar arasında senden de başkalarından da İbrahim'in dinine en yakın olanlar bizleriz. Çünkü o yahudi idi ve sendeki bu durumun tek sebebi kıskançlıktır" demeleri üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. "Evlâ: En yakındın anlamı en lâyık, en çok hak sahibi demektir. Bunun yardım ve destek vermek suretiyle olacağı söylendiği gibi, delil ile de olacağı söylenmiştir. "Elbette ki" dini ve sünneti üzere olup "ona uyanlar, bu peygamber" tek başına ayrıca zikredilmesi ona tazim içindir Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O iki cennette meyve, hurma ve nar vardır " (er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Bakara Sûresi'nde bu türden açıklamalar yeterince geçmiş bulunmaktadır. "Bu" kelimesi "lar"a atf ile ref mahallindedir. "Peygamber" ise "bu" kelimesinin sıfatı veya atfı beyandır. Şayet nasb ile okunsa, "ona uyanlar"daki "İıe" zamirine atf olmak üzere günlük konuşmada câiz olur. "Allah da mü’minlerin velisidir," Yani onların yardımcısıdır. İbn Mes’ûd'dan rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz her bir peygamberin sair peygamberlerden velileri vardır ve onlar arasından benim velim, atam ve Rabbimin Halili olan (ibrahim -as-)dır." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, elbette ki ona Îman edenler, bu Peygamber ve îman edenlerdir..." âyetini okudu. 69Kitap ehlinden bir taife sizi saptırmak istedi. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da farkında değildirler. Bu âyet-i kerîme Muâz b. Cebel, Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b. Yasîr'i, Nadiroğulları ile Kurayza ve Kaynukaoğullarına mensup yahudilerin kendi dinlerine çağırmaları üzerine nazil oldu. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden pek çok kimse hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geri döndürmek isterler..."(el-Bakara, 2/109!) âyetine benzemektedir. Bu görüşe göre "Min" "...den" teb'iz (kısmîlik) ifade etmektedir. Ayrıca bütün Kitap ehlinin böyle olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu edat cinsin beyanı için olur, "Sizi saptırmak İstedi"; yani İslâm dininden döndürmek, ona aykırı davranmak suretiyle sizi masiyete sürüklemek istediler, demektir. İbn Cüreyc der ki: "Sizi saptırmak istedi" helake götürmek istediler, anlamındadır. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır "Nereden geldiği bilinmeyen selin aktığı ve helâk olup giden köpüklü bulanık bir dalgadaki çöp gibiydin." "Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptırmazlar" âyetinde bir olumsuzluk ve bir olumluluk vardır. "... da farkında değiller." Yani bizzat mü’minleri saptırma amacına ulaşamayacaklarını akıl edemiyorlar. "Farkında değiller"in İslâm'ın doğruluğunu bilmiyorlar. Halbuki bunu bilmeleri onlar için bir farzdır. Çünkü bu konudaki deliller apaçıktır, belgeler göz kamaştırıcıdır; anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 70Ey Kitap ehlil Kendiniz görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Katâde ve es-Süddi'den nakledildiğine göre; Kitaplarınızda bulunan âyetlerin doğruluğunu bilip durduğunuz halde... demektir. Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Halbuki sizler, bunların benzeri olan ve bizzat kabul ettiğiniz peygamberlerin birtakım âyetlerini de görüp durmaktasınız. 71Ey Kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz? "Karıştırmak" anlamı verilen el-lebs bir şeyi birşeye katıp karıştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/42 âyette) geçmiş bulunmakladır. Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîme de (işaret edilen, âyetle) aynı manadadır. "Bile bile hakkı gizliyorsunuz" âyetindeki "gizliyorsunuz"un sorunun cevabi; "bile bîle"nin de hal yerinde bir cümle olması da mümkündür. 72Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: "Varın o mü’minlere İndirilenlere, gündüzün erken saatlerinde îman edin, sonunda da inkâr edin. Belki onlar da dönerler" Bu âyet-i kerîme, Ka'b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf ve benzerleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar kavimlerinin ayak takımlarına: Gündüzün erken saatlerinde yani ilk saatlerinde îman edenlere indirilenlere îman edin, demişlerdi. "Gündüzün ilk saatlerine "veck" denilmesinin sebebi, en güzel vakit oluşundan dolayıdır ve gündüzün, ilk olarak, karşı karşıya, yüzyüze gelinen bölümlerinin erken dönemleri oluşu dolayisıyladır. Şair der ki: "Günün erken saatlerinde aydınlık saçarak ışık verir Denizcinin çıkardığı, ipi çözülmüş inci gerdanlık gibi. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Mâlik'in öldürülmesine sevinen kimseler Gündüzün erken saatlerinde kadınlarınızın yanına gitsin." Buradaki ("erken saatleri" anlamına gelen:) vech kelimesi zarf olarak nast gelmiştir, " Sonunda" kelimesi de böyledir. Katâde'nin görüşüne göre yahudiler bu İşi, müslümanları şüpheye düşürmek için yaptılar. "Thife" kelimesi ise topluluk, cemaat anlamına gelir, (..........): Etrafında dönmek, dolaşmak'tan gelmektedir. Bazen belli bir grubun kendisi anlamında tekil için de kullanılabilir. Âyetin anlamı da şudur; Yahudiler birbirlerine şöyle dediler: Siz günün erken saatlerinde Muhammed'e îman ettiğinizi açıklayınız. Sonra da akşama doğru onu inkâr ediniz. Sîzler bu şekilde yaptığınız takdirde ona uyanlar, dini hakkında şüpheye düşer ve onun dinini bırakıp sizin dininize dönerler ve: Kitap ehli, onu bizden daha iyi bilir, derler Bir diğer açıklamaya göre anlamı şudur: Günün erken saatlerinde Beytu'l-Makdis'e doğru namaz klimasının hak olduğuna îman ediniz. Fakat günün son saatlerinde Kâ'be'ye doğru namaz kılmasını inkâr edip kâfir olunuz. Belki onlar sizin kıblenize geri dönerler. Bu şekilde açıklama, İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Mukâtil de der ki: Anlamı şudur: Bunlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına günün erken saatlerinde geldiler ve daha sonra yanından dönüp sıradan olan insanlarına şöyle dediler: O haktır; ona tabi olunuz. Sonra da şöyle dediler: Hele bir Tevrat'a bakalım. Arkasından akşama doğru geri dönüp şöyle dediler: Biz Tevrat'a baktık, orada anlatılan bu değil. Onlar bu sözleriyle peygamberin hak olmadığını söylüyorlar ve sıradan kimselerin işin içinden çıkmaması isteğiyle onun hakkında şüphe uyandırmak istediler. 73"Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın." De ki: "Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir." (Derler ki): "Size verilenin bir benzerinin de başkasına verildiğine veya Rabbinizin katında onu size karşı delil getireceklerine (de inanmayın)." Deki: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah Vâsi'dir, Alim'dir. Yüce Allah'ın: "Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın" âyeti bir nehiydir. Bu da Yahudilerin birbirlerine söyledikleri sözlerden biridir. Yani ileri gelenler avamdan olanlara böyle dediler. es-Süddî der ki: Burdaki ifadeler Hayber yahudilerinin Medine yahudilerine söylediği sözlerden bir bölümdür. Bu âyet-i kerîme bu sûredeki en müşkü (anlaşılması zor) âyetlerden birisidir. el-Hasen ve Mücâhid'den rivâyet edildiğine göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: "Ancak dininize uyanlara îman ediniz. Ve Rabbinizîn nezdinde onların size karşı delil getireceklerine de İnanmayınız. Çünkü onların lehine hiçbir delil yoktur. Sizin dininiz onlardan daha bir sahih ve doğrudur. Diğer taraftan buradaki: "Delil göstereceklerine" buyrukları cer mahallindedir. Yani onların size karşı delil getirmelerine, yahut onların size karşı getirdikleri delillere inanmayınız, anlamındadır. Bu hususta onları tasdik etmeyiniz, çünkü onların delil diye ortaya koyabilecekleri birşeyleri yoktur. "(Derler ki): "Size verilenin bir benzerinin de başkasına verildiğine..." Tevrat, men, selva, denizin yarılması ve buna benzer pek çok mucizelerin ve diğer üstünlüklerin başkalarına verileceğine de inanmayın, demektir. Bu durumda "verildiğine" âyeti, "veya Rabbiniz katında onu size karşı delil göstereceklerine" âyetinden sonra gelmesi gereken bir ifadedir. Ayrıca "Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" âyeti ise (yahudilere ait) iki söz arasında bir ara cümlesi (i'tiraz)dır. el-Ahfes der ki: Âyetin anlamı şöyledir: Sizler dininize uyandan başkasına inanmayınız. Herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verileceğine de inanmayınız, onların size karşı delil getireceklerini de doğrulamayınız. Buna göre el-Ahfes., bu ifadelerin atfedilmiş olduğu görüşündedir. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şöyledir: Herhangi bir kimseye bize verilen şeylerin benzerinin verileceği hususunda dininize uyanlardan başkasına inanmayınız. Buna göre âyetteki istifham, yani (........)deki hemzenin, soru edatı olarak uzatılması dolayısıyla hemzenin böyle okunması da söyledikleri inkârı (reddi) te'kid etmektedir. Ki onların söyledikleri söz: Kendilerine verilenin bir benzerinin başka bir kimseye verilmeyeceği şeklindedir. Zira yahudi ilim adamları onlara şöyle demişti: Size verilenin bir benzerinin verileceğine dair dininize tabi olandan başkasına inanmayınız. Yani size verilenin bir benzeri hiçbir kimseye verilmeyecektir. O halde bu ifadede de bir uyum (nesak) vardır ve ise edatı Sen Zeyd'i mi dövdün? şeklindeki ifadeyi merfu kabul edenlerin görüşüne göre de ref mahallindedir. Haberi ise hazfedilmiştir ki takdiri de şöyledir: Size verilenin bir benzerinin kimseye verileceğini tasdik yahut kabul eder misiniz? Yani doğrulanacak yahut da kabul olunacak bir türden başkalarına verilmiş birşey var mıdır? Bu da, böyle bir şeyin olacağını tasdik etmeyiniz, doğrulamayınız anlamındadır. Bununla birlikte ( gizli bir fiil takdir etmek suretiyle nasb mahallinde olması da caizdir. Nitekim: Sen Zeyd'i mi dövdün? sözünde de böyle bir gizli ftiî takdiri caizdir. Bu açıklama şekli Arapçada daha güçlü bir eğilimdir. Çünkü fiil ile istifham (soru sorma) daha uygundur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler böyle birşeyîn başkasına verileceğini kabul ediyor musunuz? Yahut, böyle birşeyi yayar mısınız? Veya böyle bir şeyden söz eder misiniz? Ve buna benzer takdirî ifadelerdir. İbn Kesîr ile İbn Muhaysin ve Humeyd med ile okumuşlardır. Ebû Hâtim de der ki:nın med ile okunması; "...e mi?" anlamındadır. Burada daha hafif söyleyiş kastıyla harfi cer olan "lâm" hazfedilmiş ve onun yerine hemze medli okunmuştur. Nitekim: "O kişi mal sahibi oldu diye.." (el-Kalem, 68/14) âyeti de aynı şekilde; ...e diye mi, için mi? anlamındadır, Yüce Allah'ın: "Veya size karşı delil göstereceklerine" âyetin, bu kıraate göre anlamı, mü’minlere hitaba bir yöneliştir. Yahut da "Veya" edalı anlamında olur. Çünkü bu ikisi de şüphe ve ceza (karşılık) ifade eden edadardır. Ve bunlardan birisi ötekinin yerine kullanılabilir. Bu durumda âyet-i kerimenin takdiri ifadesi şöyle olur: Ey mü’minler topluluğu onlar Rabbinizin nezdinde size karşı delil getirirler (diye) inanmayınız. O bakımdan ya Muhammed de ki; Şüphesiz asıl hidâyet, Allah'ın hidâyetidir ve biz o hidâyet pereyiz. Bu edatı medsiz olarak okuyanlar da derler ki: Âyetin başındaki birinci nefiy onların: "İnanmayınız" sözlerindeki inkârlarını göstermektedir, Yani yahudi âlimleri onlara şöyle dediler Size verilenin bir benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız. Yani onların ne îmanları vardır, ne de size karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri. Bu şekilde ilim, hikmet, Kitap delil, men selva, denizin yarılması ve buna benzer üstünlükler ve ikramları ihtiva eden manaya atıfta bulunulmaktadır. Bunun da anlamı şudur; Bütün bunlar ancak size verilmiş şeyler olabilir. Sizin dininize tabi olanlar dışında, size verilenlerin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız. Bu okuyuşa göre İfadede bir takdim ve tehir vardır ve "lâm" da fazladan gelmiştir. İfadede istisna olduğunu kabul eden de bu istisnayı birincisinden yapmamaktadır. Aksi takdirde böyle bir ifade câiz (uygun ve yerinde) olamaz. Kimse" kelimesinin gelmesi, sözün başının nehiy oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu da ın sılasına dahildir. Zira bu da menfi olan fiilin mef'ûlüdür. Ve bu edat cerr'i gerektiren bir durum olmadığından, dolayı nasb mahallindedir. el-Halil der ki: Bu, hazf edilmiş ve cerri gerektiren edat dolayısıyla cer mahallindedir. Şöyle de denilmiştir: Burada "lâm" fazladan gelmiş (bir cer) edatı değildir. "Îman etmeyiniz" ifadesi de; ikrar etmeyiniz, anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Âyetin anlamı şudur: Sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzeri verilir korkusuyla siz, dininize uyandan başkasına inanmayınız. Bir diğer görüşe göre anlamı şöyledir: Siz Kitabınızda bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini, sizin dininize uyanlardan başkasına bildirmeyiniz ki, bu, putlara tapanların onu tasdik etmelerine götüren bir yol olmasın. el-Ferrâ' da der ki: Yahudilerin sözlerinin yüce Allah'ın naklettiği: "Başkasına inanmayın" âyeti ile sona ermiş olması da mümkündür. Bundan sonra yüce Rabbimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle buyurmaktadır: "De ki: Gerçek hidâyet Allah'ın hidayetidir." Yani asıl gerçek açıklama yüce Allah'ın açıklamasıdır ki: "Size verilenin bir benzerinini de başkasına" verilmeyeceği hususu yani size verilenin benzerinin kimseye verilmeyeceği hususu apaçıktır. Bu durumda " şeklindeki olumsuzluk edatı,den sonra takdir edilmiş gibidir. Yani "Verilmeyeceğine (inanın)" şeklindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: " Allah size saparsınız diye açıklar" (en-Nisa, 4/176), sapmıyasınız diye açıklar, anlamındadır. Bundan dolayı bu ifade arasında; " Kimsenin girmesi uygun düşmüştür. Ayrıca: " Veya" kelimesi de... e kadar" ve: " Ancak .,,e" anlamındadır. Nitekim şair İmruu’l-Kays şöyle demiştir: "Ona şöyle dedim: Gözün ağlamasın; çünkü bizler Ya bir devlete konmaya çalışıyoruz yahut ölürüz ve mazur görülürüz. Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ben bir kavmin mızraklarına bir işarette bulunursam, Topuldarını kırarım yahut doğrulurlar" Arapların: (Ya) bir araya gelmeyiz yahut Kıyâmet kopar" sözleri de buna benzemektedir. Bu ise: ...ceye kadar (bir araya gelmeyiz), anlamına gelir. el-Kisaî'nin görüşü de böyledir. el-Ahfeş'e göre ise bu edat; İnanmayın" âyetine atfeden bir edattır ki, bu tür açıklama önceden geçmiş bulunmaktadır. Yani onların öyle bir inançları da, delilleri de yoktur. Bu da manaya bir atıftır. Âyet-i kerimenin bütünüyle yüce Allah'ın mü’minlere hitabı şeklinde olması ihtimali de vardır. Bu da onların kalplerine sebat vermek ve basiretlerini artırmak maksadıyla yapılmış bir hitaptır ki, bundan maksat, yahudilerin işleri içinden çıkılmaz göstermeleri ve dinleri ile ilgili onlara karşı yalan söylemeleri halinde şüpheye düşmelerini önlemektir. Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: Ey mü’minler topluluğu, sizler dininize uyanlardan başkasına İnanmayınız ve size verilen lütuf ve dinin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine de inanmayın, size muhalefet edenlerin Rabbiniz hususunda, dininiz hakkında size karşı delil getirebileceklerine yahut buna güç yetirebileceklerine de inanmayınız, tasdik etmeyiniz. Şüphesiz gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir ve muhakkak bütün lütuf Allah'ın elindedir. ed-Dahhâk der ki: Yahudiler dediler ki: Bizler dinimiz hususunda bize muhalefet edenlere karşı Rabbimiz huzurunda delil getirip (hasımlarımızı) mağlub edeceğiz. Yüce Allah bununla onların delilleri çürütülenler ve azâb edilenler olacaklarını, buna karşılık üstün gelenlerin de mü’minler olacağını açıklamakta ve Kıyâmet gününde onların ileri sürecekleri iddialara karsı delil getirilip susturulacaklarını beyan etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ulaşan haberde de şöyle buyrulmaktadır: "Yahudiler ve hıristiyanlar Rabbimiz nezdinde bize karşı delil getirecekler ve diyecekler ki: Sen bize tek bir ecir verdin, onlara ise iki ecir verdin. Yüce Allah şöyle buyurur: Peki, ben haklarınızdan birşey eksilterek size zulmettim mi? Onlar: Hayır, diyecekler Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyuracak: İşte bu Benim lütf-u keremimdir, Ben onu dilediğime veririm." İlim adamlarımız der ki: Şayet onlar, bunun Allah'ın lütfundan dolayı bize verildiğini bilselerdi Rabbimiz nezdinde bize karşı delil getirmeye kalkışmazlardı. Yüce Allah böylelikle Peygamberine şunu bildirmektedir: Onlar Kıyâmet gününde Rabbiniz nezdinde size karşı delil getireceklerdir. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: Şimdi onlara de ki: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah Vası'dir, Âl-imdir." İbn Kesîr: "Verildiğine" âyetini; şeklinde medli olarak ve soru olmak üzere okumuştur. (Buna göre anlamı şöyle olur: Verileceğine inanır mısınız?") Nitekim şair el-A'şâ şöyle demektedir: "Bir gözü. kör, kötü zamanın hastalıklı ve sevindirici bir tarafı bulunmayan Bir ömrün sıkıntıya düşürdüğü, bir adam gördü diye mi?" Diğerleri ise haber olmak üzere metisiz olarak okumuşlardır. Saîd b. Cübeyr ise nefiy anlamını vermek üzere hemze'yi esreli olarak; Verilmez" diye okumuştur. O vakit bu da el-Ferrâ''nın da dediği gibi yüce Allah'ın sözleri cümlesinden olur. Anlamı da şöyle olur: Ya Muhammed de ki; Asıl hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin bir benzeri kimseye verilmez; yahut onlar Rabbinizin katında onu size karşı delil gösteremezler. Yani yahudiler batıl yolla size karşı mücadele vererek; biz sizden daha faziletliyiz, diyemezler. Yüce Allah'ın; "Veya... size karşı delil gösterecekleri" âyetinin mansub olması, mahzûf iledir. " veya" da ve anlamında ise; “.....” edatı gizli kabul edilir. el-Hasen ise "te" harfini esreli, "ye" harfini de fethah olarak; kimsenin kimseye size verilenin, benzerini vermesi... anlamında okuyarak; mef'ûlu hazfetmiş olmaktadır, Yüce Allah'ın: "De ki: Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" âyetinin açıklanması ile ilgili olarak iki görüş vardır: 1- Hayra iletmek ve yüce Allah'ın nurunu göstermek, aziz ve celil olan Allah'ın elinde olup, o nuru peygamberlerine verir. Bu bakımdan sizin dışınızda sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verilmesini inkâr edip böyle birşey olmaz, demeyin. Şayet bunu inkâr edecek olurlarsa sen de onlara: "Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir" de. 2- De ki: Şüphesiz hidâyet, Allah'ın mü’minlere vermiş olduğu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etmektir, başkası değildir. İşarî tefsir yapanların kimisi bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Siz ancak halinize ve yolunuza uygun düşenlerle birlikte olunuz, oturup kalkınız. Çünkü size muvafakat etmeyen, size murafakat etmez. (Size uygun düşmeyen, size arkadaşlık etmez) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 74Dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir. Yani O, dilediğine peygamberliğini ve hidâyetini tahsis eâer. Bu açıklama el-Hasen, Mücâhid ve başkaları tarafından nakledilmiştir. İbn Cüreyc der ki: O dilediğine İslâm'ı ve Kur'ân'ı tahsis eder, Ebû Osman da der ki: Yüce Allah bu âyetini gayet mücmel bir ifade ile zikretmiştir ki, bununla beraber Allah'ın rahmetini ümit etmek ve ümit etmeye devam edilsin ve ondan korkanlar da korkmayı sürdürsün. "Allah büyük lütuf sahibidir." 75Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Bu, onların: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kitap enlinden" Abdullah b. Selâm gibi "öylesi vardır ki ona kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile., onu sana ödemez." Bununla da Yahudi Finhâs b. Âzûrâ kastedilmektedir. Bir kişi ona bir dinar emanet bırakmıştı da emanetine ihanet etmişti. Bununla Kâb b. el-Eşref ve arkadaşlarının kastedildiği de söylenmiştir. İbn Vessab ile el-Eşheb el-Ukaylî: : Kendisin... emanet bıraksan" âyetini ) şeklinde "nûn harfi üstün olması gerekirken; " Tardım dileriz" diye (nûn'u esreli") okuyanlar gibi okumuştur ki; bu da Bekr ve Temîmlilerin şivesidir. Abdullah: "Yusuf hakkında niye bize güvenmiyorsun?" âyetini "te'menne'deki hemze yerine tîmenne diye okumuştur, Diğerleri ise "elifi (hemzelî) olarak okumuşlardır Nâfi ve el-Kisaî şeklinde onu öder" kelimesini idrâc (seri okuyuş) halinde : şeklinde, 'ıyâ"lı okur. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Amr, el-A'meş, Âsım ve Hamza, Ebû Bekr'in rivâyetinde "he"yi ittifakla vakfe ile (sakin) olarak ve: " Onu sana öder" diye okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: "He" harfinin sakin olarak okunması bazı nahivcilere göre ancak şiirde kabul edilebilir. Bazıları ise hiçbir şekilde kabul etmezler ve bu şekilde okuyanın hatâ ettiği, böylelerinin "he" harfinin sakin okunacağını kabul etmekle yanıldıklarını söylemişlerdir. Ancak Ebû Amr hakkında böyle birşey düşünülemez. O bundan daha üstündür. Ondan gelen sahih rivâyete göre o, "he" harfini esreli okurdu- Bu da Yezîd b. el-Ka'ka'ın kıraatidir. el-Ferrâ' der ki: Kimi Araplar, kendisinden önceki harf harekeli olduğu takdirde "he"yi sakin çıkarırlar ve: " Onu şiddetlice vurdum" derler. Tıpkı "entum, kuntum: siz, idiniz" harflerindeki "mim"i sakin telaffuz ettikleri gibi. Halbuki bunların aslı merfudur. Şairin söylediği gibi: "Rahat da olmadığını karnının da doymayacağını görünce Karnını kum yığınındaki ağaca doğru verip yattı." Şöyle de denilmiştir: Böyle bir yerde "he" harfinin sakin okunması cezm mahallinde olduğundan dolayıdır. Bu ise (fazladan gelen) "el-Yâ ez-zâhibe"dir. Ebû Münzir, Sellâm ile ez-Zührî de "vav"sız ve "he" harfini ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. Katâde, Humeyd ve Mücâhid ise idrâc halinde şeklinde, "vav'lı okumuşlardır- Bunun için "vav" harfinin seçilmesinin sebebi, "vav"ın dudaktan, "he" harfinin mahreç itibariyle uzak olmasıdır. Sîbeveyh der ki: Müzekkerde Hvav" müennesteki "elif" durumundadır. Bunun yerine "ya" harfi getirilebilir. Çünkü "ya", eğer önceki harf esreli, yahut "ya" ise daha hafif söylenir. Sonra da "ya" hazfedilir, geriye esre kalır. Çünkü fiil merfu iken "yarının hazfedildiği olur. O bakımdan burada olduğu gibi bırakılmıştır, 2- Kitap Ehlinin Güvenilir Olan ve Olmayanları: Yüce Allah, kitap ehli arasında hainlik edenlerin de, güvenilir olanların da bulunduğunu haber vermektedir. Müzminler ise bunu ayırdedemezler. O bakımdan onların hepsinden uzak durmak gerekir. -Mü’minlerin de bu durumda olmasına rağmen- özellikle kitap ehlinin sözkonusu edilmesi, onlarda hainliğin daha çok oluşundan dolayıdır. O bakımdan bu konudaki ifade onların çoğunluğuna göre kullanılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Kurtar" (kantar)'a dair açıklama daha önce (Âl-i İmrân, 3/14. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Dinarca gelince; dinar yirmidört kırat, bir kırat ise orta büyüklükte üç tane arpadır. O halde dinar toplam olarak yetmiş iki arpa tanesidir. Bu konuda icma vardır. Çok miktardaki malı gereği gibi koruyup onu tastamam ödeyen kimsenin, az olanı da bu şekilde ödeyeceği öncelikle sözkonusudur. Az miktarda hainlik eden ve vermeyen bir kimsenin daha çok miktarda hainlik yapma ihtimali daha yüksektir. İşte bu "mefhûmu'l-hitâbı” kabule dair en açık delildir. Bu konuda ilim adamları arasında oldukça görüş ayrılıkları vardır ki usul-u fıkıh'da bundan söz edilir. Yüce Allah, bir kısmı emaneti tastamam ödeyen, diğeri ise onun tepesine dikilip durmadıkça ödemeyen olmak üzere iki kısım sözkonusu etmektedir. Ancak, insanlar arasında tepesinde dikilip dursan dahi yine ödemeyen kimseler de vardır. Yüce Allah'ın sadece bu iki kısımdan söz etmesi, çoğunlukla görülen ve mutad olanın bunlar olduğundan, üçüncü kısma ise az rastla nıldığındandır. O bakımdan burada ifade çoğunluk hakkındadır. Talha b. Mûsarrif ile Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve başkaları: ınüdıkça" "dâl" harfini esreli olarak okumuşlardır. Bu şekildeki iki okuyuş, iki ayrı şivedir. Esreli okuyuş Ezd es-Serât'lıların şivesidir Bu okuyuş 'dan; gibi gelmektedir. el-Ahfeş ise şaz olarak diye nakletmiştir. Ebû Hanîfe, borçlunun yakından takip edilmesine dair görüşüne yüce Allah'ın: "Tepesine dikilip durmadıkça..." âyetini delil göstermektedir. Diğer ilim adamları ise bunu kabul etmezler. Buna dair açıklamalar ise önceden Bakara Sûresi'nde (2/280. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Bizim (mezhebimize) mensup olan, Bağdatlı ilim adamlarımızın bazısı borçluların hapsedileceğine yüce Allah'ın: "Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez" âyetini delil göstermişlerdir. Bu şekildeki bir borçluyu takip etmek ve onun tasarrufunu engellemek, alacaklıların hakkı olduğuna göre; onun hapsedilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: "Tepesine dikilip durmadıkça" âyetinin; yüzünü kendisine gösterip senden çekinip utanmadıkça; anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Çünkü haya gözlerdedir. Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın şu sözüne dikkat edelim: Gözleri görmeyen bir âmâdan bir ihtiyacımızı gidermesini istemeyiniz, çünkü haya gözlerdedir. Sen kardeşinden bir ihtiyacını gidermesini isteyecek olursan senden utanıp da onu görmesi için yüzünü ona göster ve ona bak. "Dikilip durmadıkça"nın, onun peşine takılıp yanından ayılmadıkça anlamına olduğu da söylenmiştir. Çünkü sen onu takibe ara verecek olursan, senin kendisindeki alacağını kabul etmez. "Tepesine dikilip durmakla bizzat durmanın kendisini değil de devamlı istemenin kastedildiği de söylenmiştir. "Dinar" kelimesinin aslı "dinnar"dır. Çokça kullanıldığı için kelimenin hafifletilmesi arzusuyla iki "nûn"dan birisi "ya"ya dönüştürülür. Buna delil ise, bu kelimenin çoğulunun "denânîr"; küçültme isminin ise "duneynîr" şeklinde gelmesidir. Emanetin dindeki yeri ve önemi pek büyüktür. -Müslim'in Sahîh'inde belirtildiği gibi emanetin, rahim ile birlikte Sırat'ın iki tarafına dikilmesi yerinin ve öneminin büyüklüğünü gösterir. Bu İkisini koruyanlar müstesna kimsenin Sıratı geç meye imkânı olmaz. Müslim, Huzeyfe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize emanetin kaldırılışından söz ederek buyurdu ki; "Kişi uykusuna dalar ve emanet de kalbinden alınır." Bu Hadîs-i şerîf bütünüyle Bakara Sûresinin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/7. âyet, 5- baslıkta). İbn Mâce rivâyet ediyor: Bize Muhammed b. el-Mûsaffâ anlattı, bize Muhammed b. Harb, Saîd b. Sinan'dan anlattı, Said bize Ebû ez-Zâhiriyye'den o Ebû Şecere Kesir b. Murre'den, o İbn Ömer'den naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak aziz ve celil olan Allah bir kulu helâk etmek istedi mî ondan hayayı çekip alır. Ondan hayayı çekip aldı mı, artık sen onun ancak buğzeden ve buğzedilen kimse olduğunu görürsün. Sen onu ancak buğzeden ve buğzedilen olarak gördün mü, artık emanet de ondan çekilip alınır. Emanet ondan çekilip alındı mı, sen onun ancak hain ve hainlik yapan olarak bilinen bir kimse olduğunu görürsün. Bu şekilde onun hain ve hainlik yaptığı bilinen bir kimse olarak gördün mü, artık rahmet de ondan çekilip alınır. Bu sefer sen onu ancak koğulmuş ve lanete uğramış olarak görürsün, Onu koğulmuş ve lanete uğramış olarak da gördün mü, bu sefer İslâm'ın boyunduruğu ondan çekilip alınır." Yine Bakara Sûresi'nde Hazret-i Peygamber'in: "Sana emanet verene emanetini tastamam öde ve sana hainlik edene sen hainlik etme" âyetinin ne anlama geldiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Bu Âyet-i Kerîme Kitap Ekli İçin Bir Övgü müdür? Bu kanaate sahip olanların aksine -bu âyeti kerimeden kitap ehli'nin bir bölümünün olsun, âdil olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü müslümanların fasıkları arasında bile emanetleri tastamam yerine getiren, pek çok mala karşı güvenilir olan, bununla birlikte de bundan dolayı yine de adaletli sayılmayan kimseler bulunabilmektedir. Çünkü adaletin ve şehadetin yolu için karşılıklı ilişkiler ve malda emanetin gereğini yerine getirmek yeterli değildir. Nitekim kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" dediklerine dikkat etmemiz gerekir. Peki, bizim mallarımızın, namusumuzun kendisi için bir vebal olmaksızın mubah olduğuna inanan bir kimse nasıl adaletli olabilir, nasal adil olduğu söylenebilir? Şayet onların adaletli kabul edilmeleri için bu kadarı yeterli olsaydı onların müslümanların aleyhindeki şahitliklerinin kabul edilmesi gerekirdi. 6- Kitap Ehlinin Emanete Riâyet Etmeme Gerekçeleri: Yüce Allah'ın: "Bu, onların" yanı yahudilerin "ummîlere karşı bize bir sorumluluk yoktur, demelerindendir-" Denildiğine göre yahudiler müslümanlarla alışveriş yaptıklarında: Bizim ümmiler hakkında aleyhimize bir yol yoktur -yani onlara zulmetmemizde bir vebal olmaz.- Çünkü onlar bize muhalefet ediyorlar, diyorlardı. Hatta bunun Kitaplarında bulunduğunu dahi iddia ediyorlardı. Yüce Allah da onları yalanladı ve onların sözlerini reddederek (bir sonraki âyette) "Hayır," diye buyurdu. Yalan söylemeleri ve müslümanların mallarını helâl kabul etmeleri dolayısıyla onların aleyhlerine bir yol var." Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Burada ("Hayır" anlamına gelen: "belâ" âyetiyle) söz tamamlanmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa..." diye buyurmaktadır. Denildiğine göre; yahudiler bedevî Araplardan bazı mallar borç almışlardı. Bu hak sahipleri İslâm'a girince yahudiler: Sizin bizden bir alacağınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terketüniz. O bakımdan bizden alacaklarınız da düştü, dediler ve Tevrat'ın hükmünün de böyle olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine yüce Allah: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" şeklindeki sözlerini reddetmek üzere "hayır" diye buyurmaktadır. Yani durum sizin dediğiniz gibi değildir. Daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: "Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa, şirkten uzak durursa artık o kimse yalancılardan olmaz, aksine Allah ve Rasûlü onu sever," diye buyurmaktadır. Adamın birisi İbn Abbâs'a: Biz kasten zimmet ehli mallarından bir tavuk, bir koyun alır ve bu konuda bizim için bir sakınca yoktur, deriz. İbn Abbâs ona şöyle der: Bu kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerine benzer. Şunu bilin ki zımmîler cizyeyi ödedikleri takdirde gönülleri hoşluğu ile olmadığı sürece malları size helâl olmaz. Bunu Abdurrezzak, Ma'mer'den o Ebû İshak el-Hemdanîden o Sa'saa'dan: Adamın birisi İbn Abbâs'a dedi... diyerek zikretmektedir. 8- Bile Bile Allah'a Karşı Yalan Söylemek: Yüce Allah'ın: "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" âyeti, kafirin, şehadeti kabul edilebilecek bir konuma getirilmeyeceğini göstermektedir. Çünkü yüce Allah, kâfirleri çok yalancı olmakla nitelendirmiştir. Ayrıca bu âyet, Allah'ın haram ve helâl kıldığından başka şeyleri haram ve helâl kılarak bunu şeriatın bir bölümü gibi kabul eden kâfirlere bir red de ihtiva etmektedir. İbnu'l-Arabî der ki: Bundan da şu çıkar: Delile dayalı olmaksızın istihsân ile hükmedenin bu kanaati red olunur. Bununla beraber ben kıble ehlinden herhangi bir kimsenin böyle birşey söylediğini de bilmiyorum. Haberde nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cahlllye döneminde olup da şu ayaklarımın altında olmayan hiçbir şey yoktur. Bundan emanet müstesnadır. Çünkü emanet iyi olana da kötü olana da eksiksiz olarak " 76Hayır! Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. "Kim" âyeti mübtedâ olmak üzere merfudur ve şart edatıdır. "Yerine getirir" kelimesi ise cezm mahallindedir. "Sakınırsa" âyeti de ona atfedilmiştir. Yani kim Allah'tan korkar, yalan söylemez ve kendisine haram kılınanları helâl kabul etmezse "şüphe yok ki Allah sakınanları" bu şekilde davranan kimseleri "sever." Yüce Allah'ın velilerini, dostlarını sevmesinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Yine yüce Allah'ın: "Ahdini" âyetindeki zamir yüce Allah’a racidir. Yüce Allah lâfzı ise: "Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" âyetinde geçmiş idi. (Dolayısıyla zamir ona râci olabilir). Bunun emaneti ödeyen, küfürden, hainlikten ve ahdi bozmaktan sakınan kimseye ait olması da mümkündür. "Ahd" ise faile ve mef'ûle de izafe olunabilen bir mastardır. 77Allah'ın ahdîni ve kendi yeminlerini az bir pahaya değişenlerin âhirette hiçbir payı yoktur. Allah Kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elim bir azap vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Hadis İmâmları el-Eş'as b. Kays'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Benimle yahudilerden bir adam arasında (ortak) bir arazi vardı. O benim o arazideki hakkımı inkâr etti. Ben de onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna götürdüm. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana: "Senin herhangi bir delilin var mı?" diye sûrdu. Ben: Hayır, dedim. Bu sefer yahudiye: "(Arazide hakkım olmadığına dair) yemin et!" diye buyurdu, Ben: O vakit yemin eder ve benim malımı alıp götürür, deyince, yüce Allah: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir pahaya değişenlerin..." âyetini âyetin sonuna kadar indirdi. Yine hadis İmâmlarının Ebû Umame'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim yeminiyle müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah onun için cehennemi vacip kılar ve cenneti de ona haram kılar." Ona bir adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu önemsiz birşey olsa dahi böyle midir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (misvak) ağacından bir küçük çubuk olsun, " Bakara Sûresi'nde (2/174. âyette) de yüce Allah'ın: "Allah Kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz" âyetine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 2- Hakimin Hükmü Helâl Olmayan Birşeyi Gerçekte Helâl Kılar mı? Bu âyet-i kerîme ile Hadîs-i şerîfler, hakimin hükmünün, lehine hüküm verilen kimse bu hükmün batıl olduğunu biliyor ise, zahiren verilen hüküm ile o malı lehine hüküm verilene batınen de helâl kılmayacağını göstermektedir. Hadis İmâmları Ummu Seleme'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizler benim huzurumda davalaşıyorsunuz. Ben bir insanım. Belki sizden herhangi bir kimse kendi delilini diğerinden daha güzel bir şekilde açıklayabilir Ben de sizden işittiğime uygun olarak aranızda hüküm veririm. Her kime kardeşinin hakkından birşeyin verilmesine hüküm verecek olursam onu almasın. Çünkü ben bu hükmüm ile ona cehennemden bir parça kesip veriyorum ki o Kıyâmet gününde bunu getirip gelecektir." Bu hususta İmâmlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda çelişkili iddiada bulunarak aşırıya giden Ebû Hanîfe olup o şöyle der: Batıl şahitliğe mebni olan hakimin hükmü kendisi için haram kılınmış bulunan ferci (yanı kadını) helâl kılar. Nitekim Bakara Sûresi'nde (2/188. âyet 3, başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hanîfe'nin iddiasına göre iki yalancı şahit bir adamın aleyhine hanımını boşadığına dair şahitlikte bulunsa ve hakim de bu İki şahidin şahitliğine göre hüküm verecek olsa, artık o kadın, meselenin batıl olduğunu bilenlerden olup kendisiyle evlenen kimseye dahi helâl olur. Bu, açık ve sahih hadisten yüzçevirmesi dolayısıyla onun çirkin bir iş yaptığı ve böylelikle malları koruma altına alırken, fasid hükümlerle bunların mubah olmayacağı görüşüne rağmen Fercleri (namusları) böyle bir şeye karşı korumaması dolayısıyla ayıplanmış bulunmaktadır. Halbuki ferclerin gereken şekilde korunmaları ve bu hususta ihtiyatlı olmak, daha uygundur. Yüce Allah'ın izniyle Hân âyetinde (en-Nûr, 24/6-10. âyetler) onun bu sözünün tutarsız olduğuna dair açıklamalar gelecektir. 78Onlardan bir gurüh vardır ki kitaptan zannedesiniz diye kitapla dillerini eğip bükerler. Halbuki o kitaptan değildir. "O Allah katındandır" derler. Halbuki o Allah katından değildir. Allah adına bile bile yalan söylerler. Bununla yahudilerden bir kesim kastedilmektedir: ".. Kitapla dillerini eğip bükerler" âyetinde Ebû Cafer ve Şeybe çokluk ifade etmek üzere; "Çokça eğip bükerler" diye okumaktadır. Yani onlar sözleri tahrif ederler ve bu yolla maksattan uzaklaşırlar. Eğip bükmek, meyletmek anlamındadır. Eliyle büktü ve başıyla büktü ifadeleri İçin yine bu fiil kullanılır. Yüce Allah'ın: "Dillerini eğip bükerek" (en-Nisâ, 4/46) âyetinden kasıf, hakka karşı inat ile ve hakkı bırakıp başkasına yönelerek... anlamındadır. Diğer taraftan: "Kimseye dönüp bakmıyordunuz" (Âl-i İmrân, 3/153) âyeti de kimseye doğru yönelmiyordunuz bile anlamındadır. Birisine doğru yönelip orada ikamet ettiğin vakit; denilir. Borcu, sallallahü aleyhi ve sellemsaklamak anlamına da; (ayni kökten olmak üzere): "el-Leyy" denilir. Şair (bu anlamı ifade etmek üzere) der ki: "Ben bunu daha önceden Hassan'a borç vermiştim; İflas etmek ve borcumun sallallahü aleyhi ve sellemsaklanması korkusuyla; O aslı da ayn'ı da satmayı iyi becerir." Şair Zu'r-Rimme de der ki: "Senin hiç ihtiyacın almayıp zengin olmana rağmen, benim alacağımı sallallahü aleyhi ve sellemsaklamak istiyorsun Ey kemer kuşanmış kimse! Güzel bir şekilde borcumu öde!" Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten olmak üzere): "Varlıklı olanın borcunu sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması (leyy), ırzını (haysiyetine dokunacak davranışlara maruz kalmayı) ve cezalandırılmasını helâl kılar" buyurulmaktadır. Elsine (diUer) kelimesi tekilini müzekker kabul edene göre "UsâiTın çoğuludur; müennes kabul edene göre ise çoğulu "elsun" ...diye gelir. 79Hiçbir İnsana yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin. Fakat: "Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbaniler olun" (der), "Yakışmaz" olmaması gerekir, anlamındadır. Nitekim yüce Allah'ın: "Yanlışlıkla olması müstesna bir mü’minin, bir mü’mini öldürmesi yakışmaz" (en-Nisâ, 4/92); "Allah'ın herhangi bir evlat edinmesi yakışmaz" (Meryem, 19/35); "Bizim böyle bir söz söylememiz bize yakışmaz" (en-Nûr, 24/16) âyetinde olduğu gibi. Bütün bunlarda "yakışmaz" ve "gerekmez" anlamlan vardır. "Beşer" kelimesi tek kişi için de kullanılır, çoğul için de kullanılır. Çünkü bu kelime masdar ayarındadır. Burada "beşeriden kasıt, ed-Dahhâk ile es-Süddî'nin görüşüne göre Hazret-i Îsa'dır. Kitap'tan kasıt, Kur’ân-ı Kerîm'dir, Hüküm'den kasıt ise, ilim ve kavrayıştır. Aynı şekilde ahkâm (hükümler) demek olduğu da söylenmiştir. Yani şanı yüce Allah, yalancıları peygamberlik için seçmez. Eğer herhangi bir insan böyle birşey yapmaya kalkışacak olursa, yüce Allah ondan peygamberliğin mucize ve alâmetlerini geri alır. "Sonra., desin" kelimesinin mansub olması, Ona vermesi" ile "Desin" kelimeleri arasındaki ortaklık dolayısıyladır. Yani bir peygamber için, hem peygamberliğin verilmesi, hem de: "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demesi, bir arada bulunur şey değildir, "Fakat: Rabbani olun" yani, fakat o peygamberin insanlara rabbani olun, demesi yakışır. Denildiğine göre bu âyet-î kerîme Necran hıristiyanları hakkında nazil olmuştur. Aynı şekilde sûrenin tümünün, yüce Allah'ın: "Hani sen erkenden mü’minleri Savaşmaya elverişli yerlerde yetiştirmek üzere ailenin yanından ayrılmıştın" (Âl-i İmrân, 3/121) âyetine kadar olan bölümünün nüzul sebebinin Necran hıristiyanları olduğu rivâyet edilmiştir. Fakat onlarîa birlikte yahudiler de sözkonusu edilmektedir. Çünkü yahudiler de hıristiyanların inkâr ve inadının aynısını göstermişlerdir. "er-Rabbâniyyûn: Rabbaniler" kelimesinin tekili "rab"e nisbet olunan anlamında; "rabbani" kelimesidir. Rabbânî ise insanlara büyük hususlardan önce bilginin küçük hususlarını öğreterek terbiye eden, eğiten kimse demektir. Adeia o işleri kolaylaştırmak hususunda rabbe uyuyor gibidir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Kimi müfessir de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı "rabbî"dir. Mübalağalı bir anlam ifade etmek üzere araya "elif" ile "nün" harfleri sokulmuştur. Nitekim sakalı büyük olan kimseye "lihyanı", perçemi büyük olana "cummânî", boynu kalın olana "rakdânî" denilmesi gibi. el-Müberred de der ki; Rabbaniler ilim erbabı demektir. Bunun tekili "rabbân" ...diye gelir. Arapların, bir kimsenin işini çekip çevirip düzelten kimseye; dan "rabbân: çekip çeviren" demeleri gibi- Buna göre "rabbaniler"' insanların işlerini çekip çeviren ve ıslah edip düzelten kimseler demektir. "Elif" ile "nün" harfleri ise tıpkı "reyyân ve atsan (suya kanmış ve susuz)" dedikleri gibi mübalağa için gelmiştir. Daha sonra da nisbet ifade etmek üzere "yâ" harfi ilave edilmiştir. Tıpkı lihyâriî, rakabânî ve cummanî denildiği gibi. Şair de der ki: "Ben havada rehin alınmış olsam dahi; Oradan söz (hadis) ile rabbânî âlimlerim beni indirir." Buna göre rabbânî demek, ilmiyle amil olan, Rabbin dinini bilen kimse demektir. Çünkü eğer ilmiyle amil değilse zaten alim olamaz. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Ebû Reîn de der ki: Rabbânî, alim ve hakim kimse demektir. Şu'be, Âsım'dan o Zir'den o Abdullah b. Mes'ûd'dan "Fakat rabbaniler olunuz" âyeti hakkında; "yani hükemâ ve ulemâ olunuz" dediğini nakletmektedir. İbn Cübeyr ise, takva sahibi hakimler olunuz, diye açıklarken, ed-Dahhâk da şöyle demektedir: Hiçbir kimsenin gücü yettiğince Kur'ân'ı ezberlemeyi bırakmaması gerekir. Çünkü yüce Allah: "Rabbânî olun" diye buyurmuştur. İbn Zeyd de der ki: Rabbanilerden kasıt yöneticiler, ahbâr'dan kasıt ise ilim adamlarıdır. Mücâhid de der ki: Rabbaniler ahbârdan daha üstündürler. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü ahbâr dediklerimiz ilim adamlarının kendileridir. İlim ile birlikte siyaset ve idarede basireti bir arada bulunduran anlamıyla "rabbani" kelimesi, Arapların bir işi düzeltip onu yönetmesini anlatmak üzere kullandıkları ifade olan: "İnsanların işlerini idare etti" tabirinden alınmıştır. Böyle bir kimseye de çokluk ifade etmek üzere: "Râbb ve rabbâm" denilir. Ebû Ubeyde der ki: Ben bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Rabbânî helâli, haramı, emri, yasağı bilen, ümmetin haberlerini, olmuşu ve olanı bilen kimse demektir, İbn Abbâs'ın vefat ettiği gün de Muhammed b. el-Hanefîyye şöyle demişti: "İşte bugün bu ümmetin rabbânîsi Öldü." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir; "Erkek olsun dişi olsun hür ya da köle olsun her bir mü’minin Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm öğrenmesi ve dininde fakîh olması (yeterli bilgi sahibi olması) onun için bir görevdir." Hazret-i Peygamber daha sonra: "Fakat, Kitabı okuyup öğrettiğinize göre rabbânî olun" âyetini okudu. Bunu İbn Abbâs rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Fakat Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbânî olun" âyetine gelince; bu âyetteki; "Öğrettiğinize" kelimesini Ebû Amr ile Medineliler "den hafif şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebû Hâtim de bu kıraati tercih etmiştir. Ebû Amr der ki: Bu kıraati doğrulayan şey (âyet-i kerîmenin sonraki bölümünde gelen): kelimesinin şeddesiz gelerek, şeddeli olarak tedristen şeklinde gelmesidir. Buna karşılık, İbn Âmir ile Kûfeliler bu kelimeyi 'ta'lim'den şeddeli olarak diye okumuştur. Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmekte olup der ki: Çünkü bu okuyuş, hem "bilirsiniz, hem de öğretirsiniz" kelimelerinin anlamını bir arada ifade etmektedir. Mekkî der ki: Şeddeli olarak daha belağatlidir. Çünkü her bir muallim (öğretici) aynı zamanda bilen bir kimse olmak anlamında (âlim)dir. Fakat birşeyler bilen herkes muallim olamaz. O bakımdan bu kelimenin şeddeli okunuşu, hem ilme hem de ta'lime (ilim öğretmeye) delâlet etmektedir. Şeddesiz okuyuş ise, yalnızca bilmeye delâlet etmektedir. Ta'lim (öğretmek.) ise daha beliğ ve daha çok övücü bir sıfattır. Böyle olmayan bir kelime ise, yermek için kullanıldığa takdirde, daha beliğ olur, Şeddesiz okuyuşu tercih edenler İbn Mes'ûd'un: "Rabbaniler olunuz" âyetini; hükemâ ve ulema olunuz, diye açıklamasını delil gösterirler. O bakımdan burada sizler öğretmeniz dolayısıyla fukahâ, hukemâ ve ulemâ olunuz, denilmiş olması uzak bir ihtimaldir, el-Hasen der ki: İlminiz dolayısıyla sizler hükemâ ve ulemâ olunuz, demektir. Ebû Hayve ise; diye okumuştur. Mücâhid de; "Öğrenmekte olduğunuz" anlamında olmak üzere, "te" harfini üstün, "lâm"ı da şeddeli olarak şeklinde okumuştur. 80Size melekleri ve peygamberleri rab edinmenizi de emretmez. Müslüman olduktan sonra size İnkâr etmeyi mi emredecek? İbn Âmir, Âsım ve Hamza ("emretmez" anlamındaki âyeti) Versin de" âyetine atfolmak üzere mansûb okumuşlardır. Yahudilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "Ey Muhammed, sen bizim seni rab edinmemizi mi istiyorsun?" deyip yüce Allah'ın: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de.... size melekleri... de emretmez" âyetlerinın nazil olmuş olması, bunu pekiştirmektedir. Ayrıca bunda "beşer"e giden bir zamir de vardır. Yani insanlar da size bunu emretmez. Burada "insan"-dan kasıt ise, Hazret-i Îsa ile Hazret-i Üzeyr'dir. Diğerleri ise bu kelimeyi yeni bir cümle ve önceki buyruklarla ilişkisi olmaksızın ref ve kat" ile: diye okumuşlardır. Ayrıca burda, Allah'ın adına râci bir Zamir de vardır. Yani yüce Allah sizlere melekleri... rab edinmenizi de emretmez anlamındadır. Bu okuyuşu pekiştiren şey ise Abdullah b. Mesud'un Mushafında: Asla size emretmez" şeklindeki okuyuştur. Bu da cümlenin yeni bir cümle olduğunu göstermektedir. Yine burada da zamir yüce Allah'a aittir. Bunu da Mekkî zikretmiş, Sîbeveyh ve ez-Zeccâc da bu görüşü İfade etmişlerdir. İbn Cüreyc ve bir topluluk ise şöyle demektedir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sizlere...- emretmez, anlamındadır. Bu aynı zamanda Ebû Amr, el-Kisaî ve Haremeyn halkının kıraatidir. "Rabler edinmenizi" yani melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi emretmez. Bu kusur, hıristiyanlarda vardı. Onlar peygamberleri ve melekleri kendilerine rab edinecek derecede ta'zim ederler. "Müslüman olduktan sonra size inkâr etmeyi mi emredecek?" Bu soru, böyle bir şeyi inkâr ve taaccüb anlamındadır. Yüce Allah peygamberlere, insanları kendilerini Ilâlı edinecek şekilde, kendilerine kut edinmeyi haram kılmıştır. Fakat diğer insanlara da peygamberlere saygı göstermeyi emretmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da şöyle buyurduğu variddir: "Sizden herhangi bir kimse: Benim kulum, benim cariyem demesin. Bunun yerine: Benim delikanlım, benim kızım, desin. Sizden herhangi bir kimse: Rabbim demesin, efendim desin." Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah'ın: "Rabbinin (efendinin) yanında beni an" (Yusuf, 12/42) âyeti yer almaktadır ki, yüce Allah'ın izniyle orada bu hususa dair açıklamalar gelecektir. 81Hani Allah peygamberlerden: "Yemin olsun ki size Kitabı ve hikmeti verdim. Sonra da size yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve ona yardım edeceksiniz" diye söz almış ve "İkrar edip de kabul ettiniz mi?" buyurmuştu. Onlar da: "İkrar ettik" demişlerdi, "Öyleyse şahid olun; ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim" diye buyurmuştu. Denediğine göre; yüce Allah peygamberlerden, birbirlerini tasdik edip doğrulamak, birbirlerine imanı emretmek üzere söz almıştır, işte doğrulamak suretiyle yardımcı olmanın anlamı budur. Saîd b. Cübeyr, Katâde, Tavus, es-Süddî ve el-Hasen'in görüşü de budur, âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Tavus der ki: Allah ilk mîsâkı peygamberlerden, her birinin ötekinin getirdiğini tasdik etmesi üzere almıştır. İbn Mes’ûd: " Hanı Allah kendilerine kitap verilenlerden .... söz almıştı.., diye okumuştur. el-Kisaî der ki: Bunun: "Hani Allah peygamberlerden misak almıştı" âyetinin "Hani Allah peygamberlerle birlikte olanlardan söz almıştı" anlamında olması da mümkündür, Basralılar der ki: Allah, peygamberlerden mîsâk aldığında, kendileriyle birlikte olanlardan da mîsâk almış demektir. Çünkü onlar da peygamberlere uymuş ve peygamberleri tasdik etmişlerdir. Yüce Allah'ın: âyetindeki anlamındadır. Sîbeveyh der ki: Ben, Halil b. Ahmed'e yüce Allah'ın: "Hani Allah peygamberlerden; Yemin olsun ki size Kitabı ve hikmeti verdim..." âyetine dair soru sordum bana: edatı anlamındadır, dedi. en-Nehhâs der ki: Halil'in bu açıklamasına göre bu ifade; " Size verdiğim o kitaba" takdirindedir Daha sonra ismin uzunluğu dolayısıyla (o anlamına gelen.) "he" zamiri hazfedilmiştir. Ayrıca "ki" edatı mübteda olmak üzere merfudur. Onun haberi de "Kitap ve hikmet" kelimeleri olur. de cinsin beyanı için olur. Bu ise bir kimsenin: Şüphesiz Zeyd senden daha faziletlidir, demesine benzer. Aynı zamanda bu, el-Ahfeş'in de görüşüdür ve buna göre bu "lâm" ibtidâ (başlangıç) Hlâm"ıdir. el-Mehdevî der ki: Yüce Allah'ın: "Onlara yanınızda olanı,., geldiğinde" âyeti ve ondan sonrakiler, sılaya atfedilmiş bir cümledir. Bu cümledeki mevsûl isme ait olan zamir ise hazfedilmiştir. İfade; Sonra da size onu doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde... takdirindedir. Yüce Allah'ın: "Sonra da size yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve ona yardım edeceksiniz" âyetinde Hazret-i Ali ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüma)'ın görüşüne göre sözü geçen peygamberden kasıt, Allah'ın Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Lâfız her ne kadar nekre (belirtisiz) ise de yapılan işaret muayyen bir kişiyedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Allah bir kasabayı örnek olarak verdi. Orası korkudan yana güvenlik ve huzur içerisindeydi... Yemin olsun onlara aralarından bir peygamber geldi de onu yalanladılar..." (en-Nahl, 16/112-113) Yüce Allah bütün peygamberlerden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmelerine, ona yetiştikleri takdirde yardımcı olacaklarına dair söz almış ve bu şekilde ümmetlerinden de söz almalarım emretmiştir. Yüce Allah'ın: "Mutlaka ona inanacak..." âyetinin başındaki "lâm" harfi mîsâk almaktan ibaret olan kasemin (yeminin) cevabıdır. Çünkü mîsâk almak, yemin ettirmek ayarındadır. Bu da konuşma esnasında: "Ben senden mutlaka şu işi yapacaksın diye misak aldım" demeye benzer ve burada: Ben sana yemin ettiriyorum, demek gibidir, Kasem ile cevabı arasına İleride geleceği üzerek İbn Kesîrin kıraatinde,ın başındaki harfî-i cer olur Mâm" ile kasem ile cevabı birbirinden ayrılmıştır. Ancak bu "lâm"ı üstün okuyan İse, mîsâk almaktan ibaret olan kasemi telakki eden (karşılayan) "lâm" olarak kabul eder. "Mutlaka ona inanacak" âyetinin başındaki "lâm" ise hazfedilmiş bir kasemin cevabıdır. Yani, Allah'a yemin olsun ki mutlaka ona inanacaksınız, takdirindedir. el-Muberred, el-Kisaî ve ez-Zeccâc der ki: edatı şart edatıdır. nin başına geldiği gibi; bunun da başına tahkik için "lâm" gelmiştir. Anlamı da şöyle olur: Size her bir kitap verdikçe muhakkak... Buna göre; nasb mahallinde, "Size verdikçe" cezm mahallinde; "Sonra size gelirse..." de ona atfedilmiş olur. "Mutlaka ona inanacak" âyetinin başında yer alan "lâm" harfi aynı zamanda cezanın (şartın cevabının) da cevabıdır. (Bu yönüyle) yüce Allah'ın: " Ve eğer biz istersek mutlaka.... gideririz" (el-İsra, 17/86) âyetine ve buna benzer diğer âyetlere benzemektedir. el-Kisaî der ki; "Mutlaka ona îman edeceksiniz" âyeti kasem için bir imaddır; o bakımdan sözün birinci bölümüne bitişiktir. Şartın cevabının cevabı ise yüce Allah'ın (bir sonraki âyet-i kerimede gelen): "Artık kim bundan sonra dönerse,,." âyetidir. Böyle bir açıklamaya göre ayrıca bir aidi takdire gerek yoktur. Kûfeliler ise "lâm" harfini esreli olarak diye okurlar. Burada da "lâm" aynı zamanda Ki... anlamındadır ve; Aldı'ya mütaallaktır. Yani, Allah onlardan kendilerine vermiş olduğu Kitap ve hikmet sebebiyle misaklarını almış, sonra eğer size beraberinizde bulunanı doğrulayıcı bir peygamber gelecek olursa bu sözden sonra mutlaka ona îman edeceksiniz (diye söz almıştır). Çünkü misak almak az önce de geçtiği gibi, yemin ettirmek anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyde'nin bu hususta güzel bir açıklaması vardır. O der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Hani Allah kendilerine kitap verilenlerin mîsâkını, size vermiş olduğum Tevrat sebebiyle mutlaka ona îman edeceksiniz, diye almıştı. Bu sözde hazf bulunduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı şöyledir: Hani Allah peygamberlerden size gelen Kitap ve hikmeti mutlaka insanlara öğreteceksiniz ve insanlardan da îman etmelerine dair mutlaka söz alacaksınız, diye misak almıştı. Burada hazf bulunduğuna da: "İkrar edip de ahdîmi kabul ettiniz mi" âyeti delalet etmektedir. Bir diğer görüşe göre esreli olarak okuyanların okuyuşuna göre bu edat, "lâm"; Sonra, anlamındadır. Yani; ben size Kitap ve hikmeti verdikten sonra ona mutlaka inanacaksınız, anlamında olur. Nitekim Nâbiğa şöyle demektedir: "Ben ona ait alâmetleri tesbite çalıştım ve sonunda onu tamdım Altı yıl geçtikten sonra ve bu yıl da yedincidir." "Altı yıl sonra" anlamındadır. Saîd b. Cübeyr ise bunu; şeklinde şeddeli olarak okumuştur. "Vereceğim zaman" anlamında olur. Bunun aslının şeddesiz olma ihtimali de vardır. Yahut ın fazladan İlave edilmesini gerekli görenlerin görüşüne göre; bu edat ilave edilmiş ve böylelikle haline gelmiştir. Daha sonra "nün" harfi idgam dolayısıyla mim'e kalbedilmiş olur. Bu durumda üç tane mim bir araya gelmiş olur. Bunlardan birincisi söyleyiş hafif olsun diye hazfedilmiştir. Medıneliler ise ta'zim anlamı ifade etmek üzere; Size verdik, şeklinde diğerleri ise tekil olarak Size verdim, diye okumuşlardır. Diğer taraftan, bütün peygamberlere değil de peygamberlerin bir kısmına kitap verilmiştir. Şu kadar var ki kitap verilenler için tağlîb sözkonusudur. Maksat da bütün peygamberlerden söz alınmış olmasıdır. Kendilerine kitap verilmemiş olan peygamberler de kitap verilmiş hükmündedirler. Çünkü onlara da hüküm ve peygamberlik verilmiştir. Yine kendilerine kitap verilmeyen peygamberler de kendilerinden önceki peygamberin kitabı gereğince hüküm vermekle emrolunmuşlardır. O bakımdan onlar da kendilerine kitap verilenlerin kapsamına girer. Yüce Allah'ın: "İkrar edip ahdîmi kabul ettiniz mi? buyurmuştu. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Öyleyse şâhid olun! Ben de sizinle beraber şahidlerdenim, diye buyurmuştu" âyetinde yer alan: İkrar ettiniz mi?" lâfzı, "ikrar etmek, kabul etmek"ten gelir. AhidH anlamında olup her iki şekilde de söylenir. Bu kelime sözlükte ağırlık anlamına gelir. Ahid'e bu adın veriliş sebebi ise; onun alıkoymak ve işi ağırlaştırıp sıkı tutmak anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır. "Öyleyse şahit olun" İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bilin anlamındadır. ez-Zeccâc ise; açıklayın demektirf der. Çünkü şahit davacının davasını doğrulayan kimsedir. Anlamının; sizler hem kendinize hem de size tabi olanlara karşı şahitlik edin, şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Ben de sizinle beraber" size ve onlara karşı "şahitlerdenim." Said b. el-Müseyyeb der ki: Yüce Allah meleklere: Onlara şahitlik edin, diye buyurdu; şeklinde açıklamıştır, O takdirde bu kendisinden söz edilmeyen hakkında dolaylı bir anlatım olur. 82Artık bundan sonra kim dönerse onlar fâsıklardır. Bu âyetteki; "Men: Kim," şarttır. Peygamberlerin ümmetlerinden sözün alınışından sonra kim imandan dönecek olursa; "onlar fâsıklardır"; yani imanın dışına çıkan kimselerdir. Fasık dışarıya çıkan kimse demek olup; buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/26. âyette) geçmiş bulunmaktadır. 83Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir. Âyetin tefsiri için bak:84 84De ki: "Allah'a îman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'e, Yakub'a ve Esbâf’a İndirilenlere, Mûsa'ya, Îsa'ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere de îman ettik. Onların hiçbirinin arasında fark gözetmeyiz ve biz O'na teslim olanlarız." Yüce Allah'ın; "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" âyeti ile ilgili olarak el-Kelbî der ki: Ka'b b. el-Eşref ile arkadaşları hıristiyanlada birlikte, anlaşmazlıkları hakkında hüküm vermek üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in yanına geldiler ve şöyle dediler: Bizden hangimiz İbrahim dinine daha lâyıktır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her iki kesiminiz de onun dininden uzaktır" deyince onlar: Hayır biz senin verdiğin bu hükme razı olmuyoruz ve senin dinini de kabul etmiyoruz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın; "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar" yani istiyorlar âyeti nazil oldu. Buradaki: "Başka" kelimesi "arıyorlar" ile nasbedilmiştir. Yani, onlar Allah'ın dininden başkasını(mı) arıyorlar. Ebû Amr ise yalnız başına; Arıyorlar" diye gaibten haber vermek üzere "ya"lı, buna karşılık: "Ona döndürüleceksiniz" âyetinde de muhatab te'si ile okumuş ve şöyle demiştir: "Çünkü birincisi hastır, ikincisi ise geneldir." O bakımdan anlam itibariyle aralarındaki fark dolayısıyla farklı okumuştur. Hafs ve başkaları ise her iki fiili de; Arıyorlar, döndürüleceklerdir” diye okumuşlardır. Çünkü bundan önce: "Onlar fâsıklardır" diye buyurulmuştur. Diğerleri ise her iki fiili de muhatab olmak üzere harfiyle okumuşlardır. (Anlamı da şöyle olur: Arıyorsunuz, döndürüleceksiniz). Çünkü yüce Allah (daha önceden): "Yemin olsun ki size kitabı ve hikmeti verdik" diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Oysa... O'na teslim olmuştur" yani O'na teslimiyet göstermiş, boyun eğmiş, zillet ve itaatini arzetmiştir. Bütün mahlukat, boyun eğmiş ve teslimiyet göstermiştir. Çünkü bütün yaratıklar güçlerinin dışına çıkamayacak bir şekilde yaratılmışlardır. Katâde der ki: Mü’min kimse isteyerek teslim olur (İslâm'a girer) kâfir ise öleceği vakit istemeyerek îslâm'a girer, bunun ise ona bir faydası yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat Bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi." (el-Mü’min, 40/85) Mücâhid der ki: Kâfirin istemeyerek İslâm olması Allah'tan başkasına secde etmesiyle ve gölgesinin de Allah'a secde etmesiyle olur: "Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin zilletle ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa sola dönerek Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl, 16/48); "Göklerde ve yerde bulunanların kendileri ve gölgeleri isteyerek istemeyerek sabah akşam Allah'a secde ederler." (er Radıyallahü anh'd, 13/15) Bir diğer görüşe göre anlamı şöyledir: Yüce Allah mahlukatı onlardan, yerine getirmelerini istediği şeylere elverişli bir yapıda yaratmıştır. Kimisi güzel, kimisi çirkin, kimisi uzun, kimisi kısa, kimisi sağlıklı, kimisi hastadır. Hepsi de zorunlu olarak O'nun emrine boyun eğerler. Sağlıklı olan itaatle ve buna severek boyun eğer, hastalıklı olan da yine itaat etmekte boyun eğmektedîr, Bunu hoş görmese dahi. İsteyerek (tav'an) boyun eğmek, kolaylıkla tabi olup uymak demektir. İstemeyerek (kerhen) ise, zorlukla ve içten kabul etmeyerek olan itaattir. "İster İstemez" kelimeleri hal konumunda iki masdardır. isteyenler olarak ve istemeyenler olarak, demektir. Rivâyet edildiğine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur" âyeti hakkında şöyle buyurdu: Melekler Semada Ensâr ve Abdulkays da yeryüzünde O'na itaat ettiler." Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ashabıma sövmeyiniz, çünkü benim ashabım Allah'tan korkarak İslâm'a girdiler, Sair insanlar ise kılıç korkusuyla İslâm'a girdiler." İkrime der ki: "İster" âyeti tartışmaksızın teslim olan; "istemez" âyeti ise karşılaştığı delilin kendisini tevhidi kabul etmek zorunda bıraktığı kimse hakkındadır Buna yüce Allah'ın şu buyrukları delildir: "Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan elbette ki «Allah» diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87); "Eğer onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ay'ı kim emrinize verdi, diye sorsan onlar elbette «Allah» diyeceklerdir." (el-Ankebut, 29/63.) el-Hasen der ki: Bu âyet genel olmakla birlikte anlamı özeldir Yine ondan gelen rivâyete göre: "Oysa göklerde olanlar O'na teslim olmuştur" âyetinde söz tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Yer de ister istemez (O'na teslim olmuştur)" diye buyurmuştur. istemeyerek teslim olan münafık olandır. Amelinin kendisine bir faydası yoktur. "İster istemez" kelimeleri hal mahallinde iki masdardır. Mücâhid'in İbn Abbâs'tan nakline göre o şöyle demiştir: Herhangi birinizin bineği kendisine zorluk çıkartır yahut da serkeşlik edecek olursa kulağına şu: "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister İstemez O'na teslim olmuştur..." âyetini sonuna kadar okusun. 85Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır. "Başka" kelimesi, "Ararsa" kelimesinin mef'ûlu, "(ba): Din" kelimesi de temyiz olmak üzere nasbedilmiştir. Bununla birlikte, "Ararsa" kelimesi ile nasbedilmesi, diğer taraftan "Başka" kelimesinin de "din"den hal olmak üzere mansub olması da mümkündür. Mücâhid ve es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerîme el-Cülâs b. Süveyd'in kardeşi el-Haris b. Süveyd hakkında nazil olmuştur. Ensardan bir kimseydi. Oniki kişi ile birlikte İslâm'dan döndü ve bunlar kâfir olarak Mekke'ye gidip sığındılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Daha sonra kardeşine mektup yazarak tevbe etmek istediğini bildirdi. Aynı zamanda bu İbn Abbâs'tan ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs der ki: Bu âyetlerin nüzulünden sonra (Haris) tekrar İslâm'a girmiştir. "O, âhirette en büyük zarara uğrayanlardandır," Hişam der ki: Yani o âhirette hüsrana uğrayan kimselerden, hüsrana uğramış birisidir. Şayet böyle olmasaydı, sık ile mevsûlün birbirinden ayrılması gerekirdi. el-Mâzinî de der ki: (el-Hâsirîn'in başındaki) "elif ile "lâm", "er-racul; adam" kelimesinde olduğu gibidir. Nitekim bu hususa dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde: "Ve şüphe yok ki o âhirette salihlerdendîr" (el-Bakara, 2/130) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. 86Îman ettikten. Peygamberin hak olduğuna şahit olduktan ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavmi, Allah nasıl hidâyete eriştirir? Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez İbn Abbâs der ki: Ensardan bir kişi İslâm'a girdi. Sonra irtidat edip müşriklere katıldı, sonra pişman oldu. Kavmine şöyle bir haber gönderdi: Benim adıma Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a: Tevbe etme imkanım var mıdır? diye sorunuz. Kavmi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek onun tevbesi sözkonusu olur mu? diye sordular Bunun üzerine: "îman ettikten Peygamberin hak olduğuna şahit olduktan., sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete eriştirir?" âyetinden itibaren "Allah Gafûrdur, Rahîmdir" (âyet, 89) âyetine kadar nazil oldu. Bu haber ona gönderildi, o da İslâm'a girdi. Bunu Nesâî rivâyet etmiştir. Bir diğer rivâyete göre Ensardan birisi irtidat etti ve müşriklere katıldı. Bunun üzerine yüce Allah: "Îman ettikten... sonra Allah nasıl hidâyete eriştirir?" âyetinden itibaren: "Ancak bunun, ardından tevbe edip ıslah edenler müstesnadır" (âyet, 89) âyetine kadar nazil oldu, kavmi bu buyrukları ona gönderdi. Bu âyeti kerimeler kendisine okununca Allah'a yemin ederim, benim kavmim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı yalan söylemiyor. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'tan getirdiklerinde yalan söylediğini iddia etmiyorum. Şüphesiz yüce Allah da bu üçün en doğru söyleyenidir, diyerek tevbe edip geri döndü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da tevbesini kabul etti ve ona ilişmedi. el-Hasen ise der ki: Bu âyet-i kerîme yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın geleceği müjdesini veriyorlar ve kâfirlere karşı onun yanında yer almak suretiyle zafer kazanacaklarını ileri sürüyorlardı. Ancak Hazret-i Peygamber gönderilince inatlaştılar, kâfir oldular. Bunun üzerine yüce Allah da: "İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır" (Âyet, 87) âyeti nazil oldu. Diğer taraftan "nasıl" kelimesi, bir istifham edatıdır ve bu red ve inkâr anlamını ifade eder. Yani Allah böylelerine hidâyet etmez. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "O müşriklerin Allah nezdinde ve Rasûlü yanında nasıl bir ahidleri olabilir?" (et-Tevbe, 9/7) âyetidir. Onların böyle bir ahidleri olamaz, demektir. Şatr de şöyle demektedir: "Kavmin dört bir yanını bir baskın kuşatmışken Yatak üstünde nasıl olur da uyuyabilirim?" Bu durumda uyumam imkânsızdır, demek istiyor. Denildiğine göre "Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez" âyetinin zahiri şunu ifade etmektedir: İslâm'a girdikten sonra kâfir olana Allah hidâyet vermez, zalim olana da aynı şekilde Allah hidâyet vermez. Fakat bizler mürted birçok kimsenin İslâm'a girdiklerini ve Allah'ın kendilerini hidâyete erdirdiğini, yine zâlimlerden pek çok kimsenin zulümden tevbe ettiklerini görüyoruz. Buna şöyle cevap verilir: Onlar küfür ve zulümlerinde diretip İslâm'a yönelmedikleri sürece Allah da onlara hidâyet vermez. İslâm'a girip tevbe ettikleri takdirde, Allah onlara hidâyeti elde etme başarısını verir. Yüce Allah en iyi bilendir. 87İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlaın lanetinin üzerlerine olmasıdır. Âyetin tefsiri için bak:89 88Ebediyyen onun içindedirler. Onlardan azâb hafifletilmez ve onlara süre verilmez. Âyetin tefsiri için bak:89 89Ancak bunun ardından tevbe edip ıslah edenler müstesna. Doğrusu Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Yani küfürleri üzere devam ettikleri takdirde (Allah'ın meleklerin ve insanların laneti üzerlerine olur). Allah'ın ve insanların lanetinin ne anlama geldiği Bakara Sûresi'nde (2/161- 162'de) geçmiş bulunmaktadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "Ve onlara süre verilmez." Ertelenmezler ve sonraya bırakılmazlar daha sonra tevbe edenleri istisna ederek: "Ancak bunun ardından tevbe edip ıslah edenler müstesnadır" diye buyurmaktadır. Burada (nüzul sebebine göre) kastedilen kişi, önceden de geçtiği üzere Haris b. Suveyd'dir. Anlam itibariyle tekrar İslâm'a dönüp ihlâsla bu dönüşü üzerinde sebat gösteren herkes âyetin kapsamına girmektedir. 90Îman ettikten sonra küfre sapıp küfürleri artanların tevbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar sapanların kendileridir. Katâde, Atâ el-Horasanî ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Îsa ve İncil'i inkâr edip kâfir olan sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr ederek küfürleri artan yahudiler hakkında nazil olmuştur. Ebul-Âliyye de der ki; Bu âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber'in nitelik ve sıfatlarına îman etmelerinden sonra onu inkâr edip kâfir olan yahudi ve luristiyanlar hakkında nazil olmuştur- Küfürleri üzere kalmak ve direnmek suretiyle de "sonra küfre sapıp küfürleri artan" kimseler oldular Bir diğer görüşe göre "sonra küfre sapıp küfürleri artanların," kazandıkları günahlar sebebiyle küfürlerinin artmasının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Taberî'nin tercih ettiği görüş budur ve ona göre bu âyeti kerîme yahudiler hakkındadır "Tevbeleri asla kabul edilmez" âyeti, yüce Allah'ın: "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayandır" (eş-Şûrâ, 42/25) âyeti dolayısıyla müskîldir (anlaşılması, açıklanması zordur) denilecek olursa; şöyle cevap veririz: Bunun anlamı ölüm esnasında tevbeleri asla kabul olunmaz, şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Bu; güzel bir açıklamadır. Nitekim yüce Allah: "Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığında: «Ben şimdi gerçekten tevbe ettim» diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerinki değildir" (en-Nisa, 4/18) diye buyurmaktadır. Bu açıklama el-Hasen, Katâde ve Ara'dan da rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah gargara haline gelmedikçe (can boğaza ulaşmadıkça) kulun tevbesini kabul eder." İleride Nisa Sûresi'nde buna dair açıklamalar gelecektir. Bir diğer açıklamaya göre: "Tevbesi asla kabul edilmez" âyeti, yani küfre girmeden önce yapmış oldukları tevbeleri kabul olunmaz, anlamındadır. Çünkü küfür artık o tevbeyî silmiş, boşa çıkarmıştır. Yine: "Tevbeleri asla kabul edilmez" âyeti, içinde bulundukları küfürden tevbe edip bir başka küfre girdikleri takdirde tevbeleri kabul edilmez, diye de açıklanmıştır Ancak Tevbe edip İslâm'a girmeleri halinde tevbeleri kabul edilir. Kutrub der ki: Bu âyet-i kerîme biz Muhammed'in ölümünü bekliyoruz. Eğer dönme görüşü bizde ağır basarsa kavmimize geri döneriz, diyen Mekkelilerden bir grup hakkında nazil olmuştur. Onların böyle demeleri üzerine yüce Allah: "Îman ettikten sonra küfre sapıp küfürleri artanların tevbeleri asla kabul edilmez" âyetini indirdi. Yani onlar küfürlerinde sabit kaldıkça tevbeleri kabul olunmaz, diyerek onların tevbelerinin makbul olmayacağını ifade etti. Çünkü böylelerinin kararları sağlıklı değildir. Yüce Allah ise sağlıklı (kabul edilebilir) bir karar verildiği takdirde her türlü tevbeyİ kabul eder. 91Doğrusu kâfir olup kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye verecek olsalar bile o, hiçbirinden kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir asap vardır ve onların hiç yardımcıları yoktur. "Dolusu" şeklinde "mim" harfi esreli olarak birşeyi dolduracak miktar anlamındadır "Mim" harfi üstün olarak okunursa doldurmak anlamında masdardır. "Onu fidye verecek olsa bile" âyetindeki "vav'ın fazladan geldiği söylenmiştir. Anlamı şudur; Fidye olarak verecek olsa dahî onların hiçbirisinden yeryüzü dolusu kadar altın dahi kabul olunmaz. Nahivciler arasında görüş sahibi (ehl-i nazar) kimseler de der ki: Bu "vav"ın fazladan gelmiştir görüşü uygun değildir. Çünkü bir mana ifade ediyor. Âyet-i kerimenin anlamı da şöyledir: Karşılıksız olarak yeryüzü dolusu altın onlardan hiç birisinden kabul olunmaz, İsterse onu fidye olarak vermiş olsun. "(Lai): Altın" kelimesinin nasbedilmesi ise el-Ferrâ''nın görüşüne göre, tefsir (temyiz) olduğu içindir. el-Mufaddal Ese der ki: Açıklayıcı (temyiz) olmasını- müphem olduğu halde sözün eksiksiz olması gerekir. Mesela, benim yanımda yirmi vardır, demek gibi. Burada sayı malum fakat sayısı belirtilen meçhuldür. Eğer "dirhem" diyecek olursak bunu açıklamış oluruz (ve bu takdirde bu, tefsir olarak mansub gelir). Zaten temyizin nasbedilmesi onu mecrur veya merfu kılan bir âmilin bulunmayışı dolayısıyladır Nasb da harekelerin en hafif olduğundan dolayı, âmili olmayan her bir şeyin harekesi kılınır. el-Kisaî der der ki: Bu kelimenin mansub olması, bir "..den" edatının mahzûf olması dolayısıyla dır. Yani "altından..." anlamındadır. Yüce Allah'ın âyeti: "Veya bunun dengi oruç tutmaktır" (el-Mâide, 5/95) yani oruç türünden, demektir. Buhârî ve Müslim'de Katâde'den, onun Enes b. Mâlik'ten rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Kıyâmet gününde kâfir getirilir ve ona şöyle denilir: Ne dersin, şayet senin yeryüzü dolusu kadar altının olsaydı onu kendini kurtarmak için kimselere verir miydin? O: Evet der. Ona şöyle denilir: Senden bundan daha kolay olan şey istenmişti." Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir. Müslim'de ise: İstenmiştir" yerine: "Yalan söyledin senden... istenmişti" şeklindedir. 92Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz ve her ne infâk ederseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Hadis İmâmları -lâfız Nesâî'nin olmak üzere- Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler; Bu âyet-i kerîme yani: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyeti nazil olunca Ebû Talha şöyle dedi: Şüphesiz Rabbimiz mallarımızı infak etmemizi istiyor. Ey Allah'ın Rasûlü! Şahit ol ki ben, arazimi Allah'a verdim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Sen onu akrabaların olan Hassan b. Sabit ile Ubey b. Kab’a ver (vakfet)" diye buyurdu. Muvatta’''da ayrıca: Onun malları arasında en çok sevdiği Bi'ru Hâ idi ve bu mescidin karşısında idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya girer ve o bahçedeki güzel sudan içerdi" denilmekte ve hadisin geri kalan bölümleri zikredilmektedir. Bu âyet-i kerimede, hitabın zahiri ile umumunun delil olarak kullanılabileceğine delil vardır. Çünkü ashab-ı kiram (Allah tümünden razı olsun) bu âyet-i kerîme nazil olduğu sırada hitabın fehvasından başka bir şey anlamamışlardır. Nitekim Ebû Talha: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe,.." âyetini işitince, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerîme ile yalım bunu açıklayıcı Peygamberin bir sünneti ile, Allah'ın kendisinden neyi infâk ettiğini açıklayacak olan âyet, varid oluncaya kadar beklemek gereğini duymadı. Çünkü onlar pek çok şeyi severler. Aynı şekilde Zeyd b. Harise'nin de böyle yaptığını görüyoruz. O da "Sebel" adındaki sevdiği atını aldı ve, Allah'ım Sen de bilirsin ki benim bu atımdan daha çok sevdiğim bir malım yoktur, deyip bu atı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a getirdi ve: Bu Allah yolunda (vakf)dır, dedi. (Oğlu) Usame b. Zeyd'e de: (Hazret-i Peygamber): "Onu al" deyince Zeyd âdeta bundan dolayı rahatsız olmuş gibi oldu. Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona: "Şüphesiz Allah bunu senden kabul buyurdu" dedi. Bunu da Esed b. Mûsâ zikretmiştir. İbn Ömer ise kölesi Nâfi’i azad etti. Halbuki Abdullah b. Cafer ona karşılık bin dinar teklif etmişti. Ebû Ubeyd kızı Safiyye dedi ki: Zannederim o yüce Allah'ın: "Sevdiğiniz şeylerden İnfâk etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyetini davranışına esas almıştır. Şibl, Ebû Neclh'ten o Mücâhid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye kendisine Kisra'nın Medâin şehrini fethettiği günü Celûlâ vak'asında alınan emirlerden bir cariye satın almasını belirten bir mektup yazdı. Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Hazret-i Ömer o cariyeyi çağırttı, onu beğendi. Bunun üzerine dedi ki: Aziz ve celil olan Allah: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" diye buyurmaktadır. Daha sonra Ömer (radıyallahü anh) o cariyeyi azad etti. es-Sevrîden rivâyet edildiğine göre ona şöyle bir haber ulaşmıştır: er-Rabi’ b. Haysem'in Um Veled'i yani er-Rabi'den çocuğu olan cariyesi şöyle dedi: Ona bir dilenci geldiğinde bana şöyle derdi: Ey filan cariye sen dilenciye şeker ver. Çünkü er-Rabi’ şekeri sever. Süfyan der ki: O bunu söylerken yüce Allah'ın: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" âyetini esas alıyordu. Rivâyet edildiğine göre Ömer b. Abdulaziz de heybelerle şeker satın alır ve onları tasadduk ederdi. Kendisine: Sen ne diye bu şekerlerin kıymetini sadaka olarak vermiyorsun? denilince o da: Çünkü ben şekeri daha çok severim. O bakımdan sevdiğim şeyleri infak etmek istedim. el-Hasen de der ki: Hiç şüphesiz sizler canınızın çektiği şeyleri terketmedikçe sevdiğiniz şeyleri elde edemezsiniz. Umduğunuz şeylere ise hoşunuza gitmeyen şeylere sabretmedikçe ulaşamazsınız. "Birr"in açıklaması hakkında Tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Atâ, Mücâhid, Amr b. Meymun ile es-Süddî'den cennet diye açıklanmıştır. İfadenin takdiri ise şöyledir: Sizler sevdiklerinizden infak etmedikçe birr'in sevabına nail olamazsınız. Nail olmak ise, vermek, bağışlamak demektir. Filan kişiden bana iyilik nail oldu, yani bana iyiliği dokundu. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sevdiklerinizden infak etmedikçe, cennete ulaşamazsınız ve size cennet verilmez.. Birr’in salih amel olduğu da söylenmiştir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Siz sıdka sarılın, çünkü o birre iletir, birr ise cennete iletir." (Bu Hadîs-i şerîf Bakara Sûresi'nde (2/177. âyet 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Atiyye el-Avfî; birr itaat anlamındadır, demektedir. Atâ da şu açıklamayı yapar: Sizler, sağlıklı, cimri, yaşamayı ümid eden, fakirlikten de korkan bir kavim iken tasaddukta bulunmadıkça dinin şerefine ve takvaya nail olamazsınız. el-Hasen de rivâyete göre şöyle demiştir: "İnfak etmedikçe" âyetinden kasıt, farz olan zekâtım vermektir. Mücâhid ve el-Kelbî ise bu âyet-i kerîme neshedilmiştir. Bunu zekâtı emreden âyet-i kerîme neshetmiştir, demektedirler. Anlamı: Hayr yolunda sadaka vermek yahut onun dışında itaatlerde bulunmak suretiyle sevdiklerinizden infak etmedikçe birre nail olamazsınız diye de açıklanmıştır. Bu da kapsamlı bir açıklamadır Nesâî, Sa'saa b. Hazret-i Muâviye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Ebû Zer ile karşılaştım. Ona: Bana bir hadis naklet, dedim, olur dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bütün malından Allah yolunda iki avuç kadar infak eden her bir müslümanı mutlaka cennetin acibleri (teşrifatçıları) karşılar ve hepsi de onu yanlarında bulunanlara gelmesi için çağırır. Ben ona: Bu nasıl olur? deyince şöyle dedi: Eğer (sadakası) deve ise iki devesi, eğer inek ise iki ineği (sadaka vermiş gibi ecir alır)." Ebû Bekr b. el-Varrak der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile onları füttivvete iletmektedir. Yani benim sizlere olan iyiliğime nail olmanız, ancak kardeşlerinize iyilik yapmanızla, onlara mallarınızdan, infak etmenizle, makam ve mevkileriniz vasıtasıyla onlara yardım etmekle nail olabilirsiniz. Eğer bunu yapacak olursanız, o takdirde benim bircime ve atifetime nail olursunuz. Mücâhid der ki: Bu yüce Allah'ın: "Onlar ona olan sevgilerine rağmen fakire yetime ve esire yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8.) âyetini andırmaktadır. "Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilir." Yani onu bildiğine göre, mükâfatını da verir. 93Tevrat İndirilmeden önce İsrâîlin kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun!" Âyetin tefsiri için bak:94 94Bundan sonra artık kim Allah'a karşı yalan uydururca, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: Helâl" demektir. Daha sonra (helâl kılınanlardan) istisnâda bulunarak: "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığından başka" diye buyrulmaktadır. İsrâîl ise Yakub (aleyhisselâm)'dır. Tirmizî'de İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre; yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Bize İsrail'in kendisine neyi haram kıldığını bildir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu; "O çölde yaşardı. Siyatik (ırku'n-nesa) hastalığına yakalandı. Ona deve eti ile deve sütünden daha uygun birşey bulunmadı. Bundan dolayı onları kendisine haram kıldı." Yahudiler; Doğru söyledin, dediler... (Tirmizî) hadisin geri kalan kısmını kaydeder. Yine onun, o hastalıktan iyileşecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve İçeceğini terkedeceğini adadığı da söylenmektedir. En çok sevdiği yiyecek ve İçecek ise, deve eti ile deve sütü idi. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve es-Süddî der ki: Yakub (aleyhisselâm) oldukça güçlü bir kişi olan kardeşi îsü'dan kaçarken Harran'dan Beytü'l-Makdis'e geldiği sırada bir melek ile karşılaştı. Hazret-i Yakub onun hırsız olduğunu zannetti. Onu curup sırtını yere yıkmak istedi. Ancak melek Hazret-i Yakub'un baldırını yakaladı ve arkasından semaya yükseldi. Hazret-i Yakub da ona bakıp duruyorken siyatikten rahatsızlandı. Bundan dolayı da oldukça sıkıntı çekti. Geceleyin ağrısından uyuyamıyordu. Geceyi feryad ederek, bağırarak geçiriyordu, Hazret-i Yakub: Şayet yüce Allah kendisine şifa verecek olursa hiçbir zaman (nun eti) yememeye ve yine damar bulunan bir yemek yememeye yemin etti, ve böylece bunları kendisine haram kıldı. Bunun üzerine çocukları damarları ayıklayıp etten çıkarmaya başladılar. Meleğin Hazret-i Yakub'u bu şekilde dürtmesinin sebebi de şudur: Hazret-i Yakub, Allah kendisine oniki evlat verdiği ve Beytü'l-Makdis'e de sağlıklı bir şekilde ulaşabildiği takdirde onların sonuncularını boğazlamayı adamıştı. O bakımdan meleğin onu bu şekilde dürtmesi adağının yükümlülüğünden kurtulması içindi. Bu açıklamalar ed-Dahhâk'tan nakledilmiştir. 2- Peygamberlerin Haram Kılmaları: Hazret-i Yakub'un bu yiyecekleri kendisine haram kılması kendi içtihİsmi ile mi olmuştu, yoksa yüce Allah'ın izniyle mi olmuştu? hususunda farklı görüşler vardır. Doğru olanı birincisidir. Çünkü yüce Allah: "İsrâîl’in kendi nefsine haram kıldığından başka" âyeti ile bu haram kılmayı, ona izafe etmektedir. Diğer taraftan Peygamber, İçtihİsmi ile bir kanaate varacak olursa, bu bizim için uymamız gereken bir dinî hüküm halini alır. Çünkü yüce Allah onun bu uygulamasını takrir yoluyla kabul etmiş olur. Nasıl ki o peygambere yüce Allah vahiy gönderiyor ve bizim ona uymamız lazım ise, aynı şekilde Allah'ın izin vermesiyle o da ictihad ediyor ve buna güç yetirdiği takdirde de içtihadının gereğini yerine getirmek zorunlu oluyordu. Eğer önceden de Hazret-i Yakub'a bunları haram kılmaya dair izin verilmemiş olsaydı, elbette ki o, helâl ve haram kılmak gibi bir işe kalkışmazdı. Bizim Peygamberimiz de sahih olan rivâyete göre balı yahut da cariyesi Mâriye'yi kendisine haram kılmıştı. Ancak yüce Allah onun bu haram kılmasını takrîr yoluyla kabul buyurmayıp ileride Tahrim Sûresi'nde açıklanacağı üzere: "Allah'ın sana helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" (et-Tahrim, 66/1.) âyeti nazil oldu. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Allah'ın helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" âyetinin mutlak ifadesi bunun Mâriye'ye has olmamasını gerektirir, denilebilir. Şâfiî ise bu durumda keffaretin vücubunun manasının aklen anlaşılamayacağı kanaatinde olduğundan; keffâreti nassm konusuna tahsis ettiğini görüyoruz, Ebû Hanîfe ise mubah olan her bir şeyin haram kılınmasında bunun bir asıl olduğu görüşündedir O bakımdan of haram kılmayı yemin etmek gibi değerlendirmiştir. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Peygamber Oluşunun Belgeleri: Yüce Allah'ın: "De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs der ki: Yâkub (aleyhisselâm) siyatikten rahatsızlanınca doktorlar ona deve etlerinden uzak durmasını tavsiye ettiler, o da deve etini kendisine haram kıldı. Yahudiler: Biz de deve etlerini kendimize haram kılıyoruz, çünkü Yakub onu haram kıldı, Allah da bu etin haram olduğunu Tevrat'ta bildirdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyetti kerimeyi indirdi. ed-Dahhâk der ki: Yüce Allah onları yalanladı ve iddialarını reddederek şöyle buyurdu: "Ey Muhammed! De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun," fakat onlar getirip okumadılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Bundan sonra artık kim Allah'a karşı yalan uydurursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir" diye buyurdu. ez-Zeccâc bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak der ki: Bu âyet-i kerimede Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın peygamberliğine çok büyük bir delil vardır Onlara böyle bir hükmün Kitapları Tevrat'ta bulunmadığını haber verdiği ve onu getirmelerini emrettiği halde, onlar bunu kabul etmediler. Yani böylelikle onlar Hazret-i Peygamber'in bunu vahye dayanarak söylediğini anlamış oldular. Atiye el-Avfi de der ki: Deve etinin kendilerine haram olması, Hazret-i Yakub'un bu eti kendilerine haram kılması dolayısıyla olmuştu. Şöyle ki: İsrâîl (Hazret-i Yakub) siyatikten rahatsızlanınca: Allah'a yemin ederim eğer Allah bana bu rahatsızlıktan şifa verecek olursa hiçbir çocuğum onu yemeyecektir, diye yemin etti. Bu ise onlara haram kılınmamıştı. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah deve etini Tevrat'ta onlara haram kırmamıştı. Bu onlara sadece zulüm ve küfürleri dolayısıyla Tevrat'tan sonra haram kılınmıştı. İsrailoğulları büyük bir günah işledikleri takdirde, yüce Allah da onlara hoş ve temiz bir yiyeceği haram kılar ya da onların üzerine -ölüm- olan riczi (azâbı) indirirdi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları bunu ifade etmektedir: "O yahudilerin zalimlikleri.., sebebiyledir ki kendilerine helâl kılman birçok pak ve temiz şeyleri onlara haram kıldık." (en-Nisa, 4/160); "Biz yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık... Bunu onlara zulümleri yüzünden ceza diye verdik. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz." (el-En'âm, 6/146) 4- Siyatik Rahatsızlığının Tedavisi: İbn Mâce Sünen'inde: Siyatiğin tedavisi" diye bir başlık altında şu hadisi nakleder: Bize Hişam b. Hammâd ile Râşid b. Said er-Ramlî anlatarak dediler ki: Bize el-Velid b. Müslim anlattı, bize Hişam b. Hassan anlattı, bize Enes b. Şîrîn anlattı, o Enes b. Mâlik'i şöyle derken dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Siyatik rahatsızlığının tedavisi için bir bedevi koyunun kuyruk yağı alınır, eritilir, sonra da bu (yağ), üç bölüme ayrılır, her gün aç karna bir bölümü içilir." Bunu ayrıca es-Sa’lebî de Tefsirinde Enes b. Mâlik yoluyla şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) siyatik hakkında şöyle buyurdu: "Küçük de olmayan büyük de olmayan bir Arap koçunun kuyruk yağı alınır, küçük parçalara bölünür. Daha sonra eritilerek yağı çıkartılır, üçe bölünür ve her gün aç karnına üçte biri içilir. " Enes der ki: Ben bunu üç kişiden fazlasına tavsiye ettim, Allah'ın izniyle şifa buldular. Şu'be der ki: Haccac b. Yusuf döneminde bir yaşlı siyatik hakkında bana şunu anlattı: Yüce Allah adına sana yemin ediyorum; Eğer iyileşmeyecek olursan seni ya ateşle dağlayacağım yahut da bir ustura ile uaş edeceğim. Şu'be dedi ki: Ben bunu denedim. Sen böyle dersin ve siyatik olan yere bu şekilde (elini) sürersin (iyileşirsin). 95De ki: "Allah doğru buyurmuştur. O halde Hanîf olarak İbrahim'in dînine uyun. O, müşriklerden değildi." Yani, Ey Muhammed de ki: Allah doğru buyurmuştur. Bunlar Tevratta haram kılınmış şeyler değildir. "O halde Hanif olarak İbrahimin dinine uyun." Bu âyetle onun dinine uyulması emre dilmektedir. “O, müşriklerden değildi." Bu da daha önce de geçtiği gibi onların batıl iddialarını reddetmektedir. 96Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan, âlemlere mübarek ve hidâyet olmak üzere kurulan o Evdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid: Müslim'in Sahih'înde Ebû Zer'den şöyle dediği sabit olmuştur Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yeryüzünde kurulan ilk mescide dair soru sordum, O: "Mescid-i Haram'dır" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sorunca, O: "Mescid-i Aksa" diye buyurdu. Bu sefer ben: İkisi arasında ne kadar (zamanlık bir süre) vardır? diye sordum, şöyle buyurdu: "Kırk yıl Hem diğer taraftan yerin tümü senin için bir mesciddir. Namaz vakti nerede girerse orada namaz kıl." Mücâhid ve Katâde dedi ki: Beyt-i Haram'dan önce herhangi bir mescid kurulmuş değildir Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Beyt-i Haram'dan önce birçok evler vardı. Yani İbadet maksadıyla kurulmuş ilk ev, odur. Mücâhid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Müslümanlarla yahudiler karşılıklı olarak övündüler. Yahudiler: Beytü'l-Makdis Kâ'be'den daha faziletli ve daha büyüktür. Çünkü peygamberlerin hicret ettiği yer orasıdır ve O, Arz-ı Mukaddes'tedir dediler, Müslümanlar da şöyle karşılık verdi: Hayır, Kâ'be ondan daha faziletlidir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi. Bundan önce Bakara Sûresi'nde (2/127'nci âyetin tefsirinde) Beyt'in inşa edilmesine ve onu ilk inşa edenlere dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Mücâhid der ki: Şanı yüce Allah, bu Beyt'in yerini, yeryüzünden herhangi bir şeyi yaratmadan ikibin yıl önce yaratmıştı. Hiç şüphesiz onun temelleri, en aşağıdaki yedinci arza kadar inmektedir Mescid-i Aksâ'yı ise, Süleyman (aleyhisselâm) bina etmiştir. Nitekim Nesâî tarafından sahih bir isnadîa kaydedilen ve Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadisrfe de böyle İfade edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Süleyman b. Dâvud (aleyhisselâm) Beytü'l-Makdis'i inşa edince yüce Allah'tan üç husus diledi. Yüce Allah'tan vereceği hükümlerinin kendi hükmüne uygun düşmelerini söylemesini istedi; bu isteği ona verildi. Yine yüce Allah'tan kendisinden başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini İstedi, bu da ona verildi. Yüce Allah'tan Mescidin inşasını bitirince de buraya yalnızca onda namaz kılmak arsuzuyla kim gelirse, mutlaka onu günahlarından -annesinin o kimseyi doğurduğu gibi- kurtarılmasını diledi, bu da kendisine verildi." Bu durumda bu iki hadis (son naklettiğimiz hadisi şerif" ile, başlığın başında nakledilen Hadîs-i şerîf) arasında bir işkâl (çelişki) görülmektedir. Çünkü, Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Süleyman arasında uzun yıllar geçmiştir, Tarihçilere göre bin yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Bu çelişki şöyle açıklanmıştır: İbrahim ile Süleyman (ikisine de selam olsun) başkalarının temelini atmış olduğu mescidlerin binalarını yenilemişlerdir. Beyt-i Haram'ı ilk bina edenin önceden de geçtiği gibi Âdem (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. Buna göre, onun çocuklarından başka birtakım kimselerin Beyt-i Haram'dan kırk yıl sonra Beytü’l-Makdis'i bina etmiş olması mümkün görünmektedir. Aynı şekilde meleklerin de Allah'ın izin vermesi üzerine Beyfi bina etmiş olmaları da mümkündür. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hazret-i Âdem'in yaratılışından önce olmuştu. Daha sonra Hazret-i Âdem, bu evin yapabildiği kadarını bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı, Sonra da onun inşasını İbrahim (aleyhisselâm) tamamladı. 2. Mekke İsmi Nereden Gelmektedir: Yüce Allah'ın: "Mekke'de bulunan,..dır" âyeti, “Doğrusu”nun haberidir. Baştaki "lâm" da te'kid içindir. "Bekke," Beyt'in yerinin ismi, "Mekke" ise şehrin sair bölümlerinin adıdır. Bu açıklama, Mâlik b. Enes'den nakledilmiştir. Muhammed b. Şihâb da şöyle demektedir: Bekke mescidin ismi, Mekke Harem bölgesinin hepsidir, Bunun kapsamına evler de girer. Mücâhid der ki: Bekke ile Mekke aynı şeylerdir. "Mekke"nin başındaki bu "mim" harfi (Bekke'nin başındaki) ub" harfinin yerine (bedel olarak) gelmiştir. Nitekim Araplar Yapışkan çamur" derken, "b" harfi yerine da derler. Bu açıklamaları da ed-Dahhak ve el-Muerric dile getirmişlerdir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: "Bekke" izdiham anlamına gelen "Bekk"den türetilmiştir. Bu şehire "Bekke" adının verilmesi ise, insanların tavaf ettikleri yerde izdiham etmelerinden dolayıdır. Aynı zamanda bu mastar, boyunun ezilmesi, bükülmesi manasına da gelir, Şöyle de açıklanmıştır. "Bekke"ye bu adın veriliş sebebi, orada haksızlık, zulüm ve isyana kalkışmaları halinde zorbaların boyunlarını ezmesinden dolayıdır Abdullah b. e-Zübeyr der ki: Buraya herhangi bir zorba kötülük etmek kastıyla geldi mi, mutlaka aziz ve celil olan Allah onun boynunu kırar ve onu ezer. "Mekke"ye gelince, Bu şehire bu ismin veriliş sebebinin suyunun azlığı olduğu söylendiği gibi, buraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı zorluklar dolayısıyla kemikten âdeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karşılaşmasından ötürü verilmiştir. Bu açıklama Arapların kemiğin içinde bulunanları çıkartmayı ifade etmek üzere kullandıkları Kemiğin içindekini (iliğini) çıkardım, tabirinden alınmıştır. Aynı şekilde deve yavrusunun annesinin memesindeki sütü tamamen emip içmesini anlatmak üzere; ifadesini kullanırlar. Şair de şöyle demektedir: "Emdikçe emdi, sonunda içlerinde süt diye bir şey bırakmadılar." Mekke'ye bu ismin veriliş sebebinin, orada zulme sapan kimseleri helâk etmesi ve imkânlarını eksiltmesi olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Mekke'ye bu ismin veriliş sebebi, insanların orada ıslık çalıp gülmeleridir. Bu da Yüce Allah'ın: "Onların, Beyt'in yanındaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan ibaretti" (el-Enfâl, 8/35) âyetinden alınmış bir açıklamadır. Ancak tasrif (Arapçada kelime türetme kuralları) böyle bir açıklamayı uygun göstermemektedir. Zira Mekke kelimesi son iki harfi aynı (muzaaf) bir kelime iken, (........): ıslık çalmak ise sülâsî ve illetlidir. Yüce Allah: "Mübarek... olmak üzere" âyeti, orada amellerin kat kat fazlasıyla mükâfaatlandırılışı dolayısıyla mübârekliğini ifade etmektedir. Bereket; hayrın çokluğu demektir. "Mübarek" kelimesi, ya "Kurulan" kelimesindeki zamirden, yahut da Mekkert kelimesinden anlaşılan zarftan hal olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı şöyle olur: Mekke'de bulunan ve mübarek olan evdir, şeklindedir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında bu kelimenin: Mübarek" şeklinde ikinci bir haber olarak, yahut da (... an'dan bedel, ya da bir müpteda takdiri ile (haber) olması da mümkündür. "Âlemlere.., ve hidâyet olmak üzere..." âyeti de öncekine atfedilmiştir. Ve o âlemler için bir hidâyettir" anlamında da olabilir. Kur'ân-i Kerîm'in dışında Beyt"e sıfat olmak üzere mecrûr olarak şeklinde kullanılması da mümkündür. 97Orada apaçık alâmetlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Artık kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir. 4. Apaçık Alâmetlere Sahip Bir Ev: Yüce Allah'ın: "Orada apaçık alâmetler... vardır" âyeti, müptedâ ya da sıfat olarak merfu’dur. Mekkeliler, İbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd b. Cübeyr ise "apaçık âyetler" anlamındaki âyeti tekil olarak Apaçık bir âyet" diye okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir, Bunlar derler ki: İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir âyettir. Mücâhid ise, Makam-ı İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve, Rükün ve Makam'ın, Haremin âyetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır Diğer kıraatlerde ise, "Apaçık alâmetler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alâmetlerle Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatîmi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast ederler. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Bunu çoğul olarak "apaçık alâmetler" anlamında okuyanların kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alâmetlerdendir. Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koşuklarında av hayvanı Harem sınırına girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemende bolluk olacağı, eğer Rüknü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde bolluk olacağı, Beyt'in tamamım kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş atılan Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam etmesi de bu alâmetler arasındadır "Makam" kelimesi ise, Arapların; Ben bir yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi, "mukam : kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/125'nci âyet, 3- başlıkta) geçtiği gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna dair açıklamalar da geçmişti. "Makam" anlamındaki kelimenin merfu’ gelmesi de mübtedâ oluşundan dolayıdır. Haberi ise hazfedilmiştir. İfadenin takdiri: Onlardan birisi de Makam-ı İbrahim'dir" şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Muhammed b. Yezid'den, "makam" kelimesinin "alâmetler" anlamındaki kelimeden bedel olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre âyetin anlamı: O alâmet (ler) Makam-ı İbrahim.,.dir" anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim şair Züheyr şöyle demiştir: "O, dişi devenin üzerinde su taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki, bütün bunlar o deveyle beraber gitmiştir. Yine o devenin, su kaplarının üzerinde asılması gereken yerleri ve ipleri de vardır. Ayrıca bir yük ve bir su kovası da- Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak yerlere kadar akar gider." Ebû'l-Abbas’ın görüşüne göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar" anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur." (el-Bakara, 2/7) Şair de (bu kabilden olmak üzere) şöyle demektedir: "Şüphesiz ki kapağında hastalık bulunan gözler,.." Burada şair ("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf kelimesini çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da: "Hac bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir" anlamında rivâyet edilen hadis pekiştirmektedir. Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti ile ilgili olarak Katâde şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alâmetlerindendir. en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun çevresinden kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu. Oysa Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığım görmedin mi ?" (el-Fîl, 105/1) Meânî âlimlerinden (yani Meani'l-Kur'ân'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Âyet-i kerîme şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya giren kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz yoktur." (el-Bakara, 2/197) Bu ise, refes yapmayın, fasiklık etmeyin, kötü söz söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen İmâm Nu'man b. Sabit (Ebû Hanîfe) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını gerektiren bir günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına alır- Çünkü yüce Allah: "Kim oraya girerse emin olur" diye buyurmakta, böylelikle Şanı yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini gerekli kılmaktadır. Bu husus aralarında İbn Abbâs'ın ve başkalarının da bulunduğu seleften bir topluluktan rivâyet edilmiştir. İbnü'l-Arabî der ki:"Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır. Birincisi, bu görüşe sahip olan kimse, âyet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu âyet-i kerimeyle gelecekte de böyle bir hüküm teshil etme kastı güdülmediğini anlayamamıştır. İkincisi ise, burada sözü geçen eman ve güvenliğin önceden olup bittiğini, bundan sonra da Harem bölgesindeöîdürmeve çarpışmanın vukua geldiğini, Şanı Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki olmayacağını bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle olduğunun delilidir. Ebû Hanîfe, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle demektedir; Eğer Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez, onunla herhangi bir muameleye girilmez ve konuşulmaz. Tâ ki oradan çıkıncaya kadar. Onun bu şekilde çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve emanı söz konusu etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Harem bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat bu durumda da yine güvenlik altında olmak sözkonusu değildir" İlim adamlarının Cumhûru Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Kâ'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b. Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi. Derim ki; es-Sevrî, Mansur'dan o, Mücâhid'den, o, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme sığınacak olursa, onunta konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Tâ ki, Harem bölgesinden çıkıp ona had uygulanıncaya kadar. Bu, en-Nehaî"nin de görüşüdür. İşle Kûfelilerin delili budur. İbn Abbâs bunu, âyetin İfade ettiği manadan anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir. Doğru olan ise yüce Allah'ın bu âyetle Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken, Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?." (el-Ankebût, 29/67) Cahiliyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın izniyle Mâide Sûresi'nde (5/97. âyet 2. başlıkta.) geleceği üzere- emin olup güvenlik altına girerdi, Katâde der ki: Oraya cahiliyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür Rivâyet olunduğuna göre, inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'ân'da; "Kim oraya girerse emin olur" denilmiyor mu?. Biz oraya girdik, şunu şunu yaptık, bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. İlim adamı ona; Sen Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O, kendi sözüne itaat eden kimselere; Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona İlişmekten kendimi uzak tuttum, demiş olmuyor mu?. İnkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş; İşte Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti de böyledir. Yahya b. Ca'de der ki: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti, ateşten emin olur anlamındadır. Derim ki: Yahya b. Ca'de'nin bu sözü, umumî anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet olunan Şefaat hadisinde şöyle denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyâmet gününde mü’minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haklarını sonuna kadar vermesini istemek için yalvardı ki arından daha çok, simden hiçbir kimse Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir,.." Oraya girenin ateşten emin olması hac ibadetlerini yapmak ve yüce Allaha yakınlaşmak üzere oranın hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu olur. Cafer es-Sadık der ki: Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır. Hacc-ı Mebrûr'un cennetten başka bir mükâfatı da yoktur." el-Hasen: Hacc-ı Mebrur, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış olarak dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir: "Ey Allah'ın Kâbesi, muhtaç olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası! O kimse ki, arkadaşlarından ve meskeninden vedalaştı da; Korku ve ümit arasında geldi. Eğer Allah lütfedip sa'yini kabul ederse, Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o. Ve sen şefaati umulan kimselerdensin Artık Vâfid b. Haccâc (kinaye yoluyla kendisini kastediyor)a sen de merhamet eyle!" Âyetin anlamının: Kim Umretul-Kazâ esnasında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oraya girerse emin olur, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın: "Yemin olsun Mescidi Haram'a -inşaallah- korkusuzca ve emin olarak... gireceksinizdir" (el-Feth, 48/27) âyetidir. Burada "kim" lâfzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve âyet-i kerimenin av hayvanlarının güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür, Bununla birlikte "kim" anlamına gelen "men" ismi mevsûlunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında kullanıldığına şu âyet delil gösterilebilir: "Onlardan kimisi de karnı üzere yürür (sürünür)." (en-Nûr, 24/45.) Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, bilsin ki, muhakkak Allah âlemlere muhtaç değildir." Âyetine dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız: 1. Allah'ın İnsanlar Üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi: Yüce Allah'ın Allah'ın..." âyetindeki "lâm" harfi, vacib kılma ve bağlayıcı emir verme kastıyla getirilen "lâm" harfidir. Daha sonra Yüce Allah bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan Üzerinde" âyeti ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse; Filanın üzerimde şu hakkı vardır, diyecek olursa o, o filanın bu hakkını te'kid etmiş ve üzerine vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir te'kid, hürmetini daha bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lâfızların en beliği ile sözkonusu etmektedir, Haccın farziyeti hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslâm'ın temellerinden birisidir. Hac, yalnız ömürde bir defa farzdır. Kimileri ise şöyle demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivâyet ederler. Ancak bu hadis batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle bir kapıyı kapatmaktadır. Derim ki: Abdurrezzak dedi ki: Bize Süfyan es-Sevrî anlattı, o, el-Âlâ b-el-Müseyyeb'den, O, babasından, Or Ebû Said el-Hudrî rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa, şüphesiz ki mahrumdur. " Bu ise el-Âlâ b. el-Müseyyeb b. RafT el-Kâhilî el-Kûfî diye bilinen, muhaddislerin çocuklarından birisinin rivâyeti yoluyla meşhurdur. Bu kişiden, birden çok kişi hadis rivâyet etmiştir. Onlardan kimisi "her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivâyet etmektedir: el-Âlâ b. Yûnus b. Habbab'dan, O, Ebû Said'den demektedir. Hadis buna benzer daha farklı rivâyetlerle gelmiştir. İnkarcılar haccı kabul etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya aykırıdır. Say vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu kanaatleriyle bütün bu fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar yüce Mevlâ'nın mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler. Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilâhî emirlere uymak olduğunu, bunun faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. İşte bu husus dolayısıyla Hazret-i Peygamber telbiye getirdiğinde: Buyû' r, Senin emrin haktır, haktır- Ben de emrine uyuyorum. Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyû' r ey hak olan ilâh- Hadis İmâmları da Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize bir hutbe irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten haccediniz". Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hazret-i Peygamber sustu. Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna gücünüz yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helâk oldular. Ben size herhangi bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size bir şeyi yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lâfzı Müslim'e aittir. Böylelikle bu hadis şunu açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek olursa, o emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı gerektirmemektedir. Bu ise, üstad Ebû İshak el-İsferâyinî ve diğerlerinin kanaatlerine hilaf en böyledir. Rivâyette sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ashabı: Ey Allah'ın Rasûlü, bizim bu haccımız, içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm böyledir? diye sormuşlar. Hazret-i Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle olacaktır" diye buyurmuştur. İşte bu âyet: Hac, her beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bir nasdır. Hac, Araplarca bilinen ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan itaatler ve Hamilikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir isi yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tarz hacdan önce de hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o da Hazret-i İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'a-r-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz diyorlardı. Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/189. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Derim ki: (Bu hususta) rastladığını en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretten önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş. Çünkü Hazret-i Peygamber bununla Hazret-i İbrahim'in sözü geçen, şu nidasına cevap vermiş bulunuyordu: "Ve insanlar arasında hacca çağır..." (el-Hac, 22/27). el-Kiyâ et-Taberî de der ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği, haccın onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla: Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu İddiaya göre- Hazret-i İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki, böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır. 2. Hac Fevri midir (İmkân Bulunulan İlk Fırsatta mı Haccetmelidir)? Kitap ve Sünnet, haccın fevrî (derhal) değil de terâhî (ertelenebilir) üzere farz olduğuna delildir. İbn Huveyzimendâd'ın naklettiğine göre, Mâlik’in mezhebinden (görüşlerinden) çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şâfiî, Muhammed b. el-Hasen ve kendisinden nakledilen bir rivâyete göre Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Maliki mezhebine mensub müteahhir Bağdad’lı âlimler arasında, haccın fevrî olarak farz olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç yetirmekle birlikte haccın tehiri câiz değildir. Bu, aynı zamanda Dâvûd (ez-Zâhirî)'nin de görüşüdür. Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı yüce Allah, Hac Sûresi'nde: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, kem de develer üzerinde her uzak bir yoldan sana gelsinter" (el-Hac, 22/27) diye buyurmaktadır. Hac Sûresi ise Mekke'de inmiştir. Burada da yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, İnsanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır. Bu sûre ise, Medine'de hicretin üçüncü yılında, Uhud gazvesinin gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hicretin onuncu yılına kadar haccetmedi. Bu hususta sünnetten delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimâm b. Sa'lebe es-Sa'dî'nin Hazret-i Peygamberin huzuruna gelişini anlatan Hadîs-i şerîftir. Dimâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek ona İslâm'a dair sormuş, Hazret-i Peygamber de şehadeti, namazı, zekâtı, oruç ve haccı zikretmişti. Bu hadisi İbn Abbâs, Ebû Hüreyre ve Enes rivâyet etmişlerdir. Hepsinde de hacc'dan söz edilmekte ve haccın o vakit farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel ve tam olan rivâyet ise Enes yoluyla gelendir. Bununla birlikte Dimâm'ın Hazret-i Peygamberin huzuruna geliş zamanı konuşanda farklı görüşler vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu yılda geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebû Ubeyde el-Vakidî'den Ahzâb'ın geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazvesinin meydana geldiği yıl olduğunu da nakletmektedir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Hacc’ın fevri değil de terâhî ile farz olduğunun delillerinden birisi de, ilim adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, İki yıl ve buna benzer bir süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde farz olan haccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır. Diğer taraftan hac, bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de değildir. Haccıni ifsad edip de sonradan haccını kaza eden kimse gibi de değildir. İlim adamları güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun, dememeyi icma ile kabul etmiş olduklarına göre, haccm edâ vaktinde bir genişlik (muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccin fevrî değil de terâhî üzere farz olduğunu anlamış oluruz. Ebû Ömer der ki: Haccin terâhî ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir sınır tesbit etmemektedir. Ancak Suhnûn'dan şöyle bir rivâyet gelmiştir: Haccedebilme imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir eden kimseye haccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği reddedilir mi? diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır, velevki ömründen altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı ağacak olursa, bu sefer onun fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir. Bu ise bir vakit ve sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşrî' etmek hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir. Derim ki: Bu görüşü, İbn Huveyzimendâd da İbnü'l-Kasım'dan rivâyet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve başkaları derler ki: Eğer haccı altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir kimsenin vebal altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına erteleyecek olursa günahkâr olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan azdır" Sanki bu son on yıllık süre İçerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için) hitabın edâ edileceği süre daralmış gibi görülür Ebû Ömer der ki: Suhmûn gibi kimileri, Hazret-i Peygamber'in: "Ümmetimin ölümlerinin çokça yaklaştığı zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek azdır" âyetini delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf yoktur Çünkü bu ifade, eğer hadîs sahih ise, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin çoğunlukla ömrünü ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar da zamanın genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin çoğunlukla rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak, adaleti ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklığına kafi olarak hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır. 3. Hac Bütün İnsanlara Farzdır: İlim adamları yüce Allah'ın: "Beyt’i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinde, hitabın onların hepsi hakkında umumî bir hitab olduğunu İcma ile kabul etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: "Her ne kadar insanlar umum lâfızların mutlaklığı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu âyet-i kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır. Çünkü küçük çocuk da îcma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın kapsamına girmez. Çünkü köleyi, yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu âyetinin dışına çıkartan, yine âyeti kerimenin sonunda yer alan: "Ona yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yol bulabilen birisi değildir. Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı için efendinin hakkını kendi hakkından öncelemîştir. Bu hususta ümmet arasında da, İmâmlar arasında da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur." İbnül-Münzir der ki: Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa, yine haccedebilmek için imkân buldukları takdirde islâm'ın farz olan haccını yerine getirmekle yükümlüdürler. Ebû Ömer (İbn Abdî’l-Ben) der ki: Dâvûd (ez-Zâhirî) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fukahâ topluluğuna ve rivâyet İmâmlarına muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adamlarının Cumhûruna göre köle, yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetindeki umumî hitabın dışında kabul edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarrufta bulunma yetkisinin bulunmayışı ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıyacağıdır. Tıpkı cumayı emreden yüce Allah'ın şu âyetindeki hitabının dışında kaldığı gibi: "Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya koşun..." (el-Cumua, 62/9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları bu kanaattedir. Aynı şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren hitabın da kapsamı dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şahidler de (şahidlik etmeye) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" (el-Bakara, 2/282). Köle ise bu hitabın kapsamına girmemektedir. Yine küçük çocuk da "insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumluluğun) ürerinden kaldırılmış olması deliline dayanarak yüce Allah'ın: "...Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinin kapsamı dışına çıkması mümkündür. Nitekim kadın da yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığında. " âyetinin kapsamına girmez. Halbuki kadın da îman edenler kapsamına girenlerdendir, İşte kölenin de sözü geçen hitabın kapsamı dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca bu; Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın te'vilini tahrif ettiklerini kabul etmeye imkân yoktur. Denilse ki: Eğer köle, Mescid-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne diye hacc ile mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, İcma'a karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun İlleti (sebebi, gerekçesi) gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslâm haccı (farz, haccı) bakımından herhangi bir önem taşımadığına delil gösterdik. Diğer taraftan İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi iken hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi gerekir." İbnü'l-Arabi der ki: Kimi ilim adamımız işi nısbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac, köle üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farâyeti itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kalır idi. Kâfirin haccı ise sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştiril İne e, bu sefer de hac emrine muhatap olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir: 1) Bize göre kâfirler, şeriatin rer'î emirlerine de muhataptırlar. Mâlik'in görüşüne göre bunun böyle olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. 2) Köle olmakla birlikte namaz, ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Bununla birlikte kâfirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa, bunlar hiçbir önem taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması İcabeder. 3) Küfür, İslâm'a girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması icabeder. Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimin efendinin haklarının öncelikli olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır. Başarıya ileten Allah'tır. 4- Güç Yetirebilme (Istitâ'a): Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin" âyetinde yer alan "herkes anlamındaki kelimesi, bedeiu’l-ba'd minel küll (bölümün bütünden bedeli) olarak (ki, kü! "İnsanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu nahivcilerin görüşü budur. el-Kisâî ise, bu edatın "hicc: hacc etmek" kelimesi ile ref mahallinde olmasını câiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri: Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi,,." şeklindedir. Bunun şart olduğu, bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf edilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde bir borçtur, takdirindedir. Dârakutnî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eden Ey Allah'ın Rasûlü hac her yıl mıdır? diye soruldu. O da: "Hayır, (tarz olarak) gereken bir defa hac etmektir." Hazret-i Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye sorulunca, O da: "Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu hadisi ayrıca Enes, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Cabir, Âişe ile Amr b. Şuayb'dan, O, babasından, O da dedesi yoluyla da rivâyet etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buyurdu ki: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti ile ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı bulabilmendir." İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisi, İbn Mâce de Sünen'inde Ebû Îsa et-Tirmizî de Cami'inde rivâyet etmiştir. Tirmizî daha sonra şunları söylemektedir: "Bu hasen bir hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu hadis mucibincedir. Buna göre bir kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen) İbrahim b. Yezid ise, el-Hûzî el-Mekkî'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından onun hakkında eleştiride bulunmuşlardır. İbn Mâce ile Tirmizî bunu, Veki' yoluyla rivâyet etmekle birlikte, Dârakutnî bunu, Süfyan b. Said yoluyla rivâyet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir: Bize İbrahim b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbâd'dan, O, İbn Ömer'den dedi ki: Bir adam kalkıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, hac ne ile (hangi şartlarla) vacip olur? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve binek (ile)." Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, peki hacı kime derler? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "(Taramamaktan dolayı) saçı keçeleşmiş ve koku kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir başkası kalkarak: Ey Allah'ın Rasûlü, ya hac nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "(Hac), acc ve secc'dir". Vekî' der ki: Acc ile telbîye getirmek sureliyle, sesi yükseltmeyi, secc ile de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu, İbn Mâce'nin lâfzıdır. Haccın vacib olması için azık ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b. el-Hattâb, oğlu Abdullah, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve Mücâhid de vardır. Şâfiî, es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, Ahmed, İshak, Abdulaziz b. Ebi Seleme ve İbn Habib de bu görüştedirler. Abdûs da bunun bir benzerini Suhnûn'dan nakletmektedir. Şâfiî derki: Güç yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm, binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen kendisi haccedebilen kişinin Kur'ân-ı Kerîm hükmü gereği haccetmesi farzdır. Çünkü Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin" âyeti bunu gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzere-Has'am'lı kadın dolayısıyla varid olan Hadîs-i şerîftir, Bizatihi haccedebilecek kimse -kit o da bineği üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığım da bulur, yahut da yolda, mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek İcra etmek suretiyle azığını kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan, erkek veya kadın olsun, yürüyerek haccetmesidir. Şâfiî der ki: Kadına nisbetle erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekser böyle bir kimsenin hacca gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur. Mâlik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da buluyor ise, onun farz hacctnı eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla birlikte yürümeye gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet azığa sahip ise, onun farz olan haccı eda etmesi gerekir. Eğer azığa sahip olmamakla birlikte yolda ihtiyaç duyacağı miktarım kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır. Eğer bizatihi çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen kimselerden ise, farz haccı bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet kendisi için yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan bir kimse ise, o takdirde farz haccını ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer böyle bir kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise, onun da farz olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Mâlik, gücü yeten kimsenin haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir, İsterse beraberinde azık ve binek bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b. ez-Zübeyr, en-Nehaî ve İkrime'nin de görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç birisi olup malı da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna işçi olarak çalışması gerekir. Mukâtil ona: Allah insanları Beytine yürüyerek gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir: Onlardan herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı? Hayır, emekleyerek dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun için vacibtir. Bu görüşü benimsiyenler, Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem piyade ve hem de develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 22/27) âyetini delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn olup bedenî ibadetlerdendir. O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık bulmanın da, binek bulmanın da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine derler ki: Eğer el-Huzt yoluyla gelen ve azık ile bineği öngören hadis sahih ise, biz bu hadisi insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve umumî şekildeki hacc edişlerine hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte olsun, Arapçada olsun, Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla görülen hale uygun kullanılması çokça görüten bir durumdur. İbn Vehb, İbnü'l-Kasım ve Eşheb'in Malikten rivâyetlerine göre, ona bu âyeti kerimeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Mâlik'e; Burada kasıt azık ve binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki değil. Bu yükümlülük, ancak insanların takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayakları üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir. Hacca gidecek güç bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.- Yahut kişinin nafakalarını karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çocuğu da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terâhî üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter. " Aynı şekilde anne-babanın zayi olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir şekilde bakacak kimselerin bulunmaması halinde de kişi için hacca yol bulabilme sözkonusu otmaz. Şayet ona duyacakları özlem ve kendisi olmadan yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu engellemek isterlerse, buna önem verilmez. Koca, hanımını hacca gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu alıkoyabileceğidir. Özellikle de haccın fevren olmadığı görüşünü kabul edecek olursak. Şayet -daha önce Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 5. başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutu namazı kılamayacak kadar başı dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Mâlik der ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükû ve secde yapabilecek kadar izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar mı?. Namazı terkeden kimsenin vay haline! diye İlavede bulunur. Yolda cana kıymak istiyen yahut da belli bir sının tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şâfiî der ki: Bir cane dahi vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakut olur. Dilenci bir kimsenin eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine birşeyler verecek kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce sözü geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara göre ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir. 6. Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse: Engeller ortadan kalkıp da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birlikte, ticaret malları (emtiası) varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına hükmedilen malları hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması) gerekir. İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bir kırbası bulunuyor, başka bir şeyi de yoksa, farz olan İslâm haccmı eda etmek için onu satıp da çoluk çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın bırakabilir mi? diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk çocuğunu da sadaka alacak durumda bırakmalıdır. Ancak, sahih olan birinci görüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur. Şâfiî'nin görüşü de budur. Şâfiî'nin mezhebinde zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu el-îmlâ adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu bulunmasın. Kimi fukaha da şöyle demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi beldesinde ikâmeti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildin Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi, meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa, ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile halkı olsun, olmasın farketmez. Diğer taraftan Şâfiî, el-Üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede aile halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir. Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayrı olarak fazladan haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara atmış bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının nafakasından öne atmış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri kadar malı varsa) demiş gibidir. Arkadaşları (Şâfiî mezhebinin âlimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir. Şayet ticaret yaptığı malı bulunup, ondan sağladığı kâr, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli gelebiliyor ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir miktar harcadığı takdirde, sağladığı kârı azalacak ve böylelikle yetecek kadar kâr elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi gerekir mi, gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır. Birinci görüş, (gerekir görüşü) Cumhûrun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü, bir kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac etmek maksadıyla akarın aslım satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir. İbn Şureyh de der ki: Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından sonra arta kalan malında vaciptir. İşte bunlar, kişinin bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair açıklamalardır. Hasta ve bineği üzerinde duramayacak kadar kötürümleşen ve âdeta hiçbir şeye güç yetiremediği için azaları tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer) hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı yüce Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir. Mâlik der ki: Bir kişi kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar. Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi câiz değildir. Ancak, ölümündün sonra yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da tatavvu olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın: "Kişi için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) âyetini göstermektedir. Böylelikle yüce Allah, kişi için çalışıp çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Her kim: Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır, diyecek olursa, âyetin zahirine muhalefet eder. Ayrıca yüce Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi üısanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetini, da delil göstermektedir. Böyle bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir. Çünkü haccetmek, mükellefin bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir. Diğer taraftan hac bir ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması halinde, bunun hakkında nâiblik (vekâlet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak, Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine hac edilen kişiyi ve bu emri yerine getireni," Bunu Taberânî, Ebû’l-Kasım, Süleyman b. Ahmed şöylece rivâyet etmektedir: Bize, Amr b. Husayn es-Sedûsî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ma'şer anlattı, o, Muhammed b. el-Munkedir'den... deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Derim ki: Ebû Ma'şer'in ismi Necîh'dir. Ve bu, hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir. Yerine hac etmesini emrettiği takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta, kötürüm ve oldukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şâfiî, böyle bir kişi bir bakıma güç yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur: Birincisi; kendisinin yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz haccı yerine getirmesi gerekir, Bu, Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Ondan rivâyet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivâyet edilmiştir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, İbnü’l-Mübârek, Ahmed ve İshak da bu görüştedirler. İkinci durum ise, kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun. yerine haccedebilecek bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şâfiî, Ahmed ve İbn Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebû Hanîfe ise, bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir şekilde- hac gerekmez, der. Şâfiî görüşüne, İbn Abbâs’ın rivâyet ettiği şu hadisi delil göstermektedir: Has'amlılardan bir kadın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın kullarına haccı farz kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir ihtiyar iken ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hazret-i Peygamber; "Evet" diye buyurdu. Bu husus ise. Veda harcında olmuştu, Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin, eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?" Kadın; Evet deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha uygundur." Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sozkonusudur Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi, gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle yükümlü olmadığadır ve böyle birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir. İlim adamlarımız derler ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle birisi yerine haccetmenin tarz olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat, sadece anne-babaya İyilik yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevî maslahatlarına dikkat etmeyi, hem tabiat itibariyle, hem de şer'î yönden onlara menfaat sağlamayı kastetmektedir. Hazret-i Peygamber, kadının olumlu bir tepki gösterdiğini, babasına iyilik yapmak noktasında açıkça görülen samimi bir arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap ulaştırma isteğini görüp, haccın bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü tesbit edince, ona bu şekilde karşılık vermiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber: Benim annem haccetmeyi adadı, fakat ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac edeyim mi? diye soran kadına da: "Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin üzerinde bir borç olsaydı, ne dersin onun borcunu öder miydin?" diye sorunca, kadın da: Evet diye cevap vermişti. İşte bunda bü gibi hususların nafileler ve Ölülere iyilik ve hayırlar ulaştırmak kabilinden olduğuna delâlet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz gibi, Hazret-i. Peygamber onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma ile kabul edilen görüşe göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun velisinin o borcu, kendi öz malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak bunu ödeyecek olursa, onun yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen haccetmenin, kadının babası üzerine Tarz olmadığının delillerinden birisi de, kadının açıkça belirttiği "güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç yetiremeyene de hac zaten farz değildir, İşte bu da böyle bir şeyin vacip olmayacağını ve farz olmadığını açıkça ortaya koyar O bakımdan hadisin baş tarafından kat'i olarak nefyolunan (farziyet) hususunun, sonunda zannî olarak sabit olması mümkün değildir. Zaten Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir lâyıktır" ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadisin zahiri üzere olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun ödenmesinin önceliği vardır. Ve öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı icma ile kabul edilmiştir. Çünkü Âdemoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ihtiyacı yoktur. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır. Ebû Ömer İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Mâlik ve arkadaşlarının görüşüne göre, Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder. Başkaları da şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebû Mus'ab şöyle demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise şöyle demektedir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac edemeyen yaşlı kimse ile, haccetmeksîzin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek olsa dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsal varid olmuştur. Ve böyle bir hac, o kimse için yüce Allah’ın izniyle yeterli olur. Bu açıklamalar ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur. Has'amlı kadının durumu ile ilgili hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmiş olup, bu, el-Hasen'in: "Kadının, erkeğin yerine haccetmesi câiz değildir" şeklindeki görüşünü de reddetmektedir. 8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi? İlim adamları, icrnâ' ile şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol azığı bulunmuyor ise, onun haccetmesi i'arz değildir. Eğer, yabancı bir kimse kendisine haccedeceği bir malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet alımda kalacağından dolayı icmâ' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir. Bir kişi, babasına bir mal hibe edecek olursa, Şâfiî şöyle demiştir: Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekir, Çünkü evlat, kişinin kendi kazanandandır. Ve bu hususta babaya minnet sözkonusu edilmez. Mâlik ve Ebû Hanîfe ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle mükellef değildir, derler. Çünkü, böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan kalkar. Zira bu durumda o, babasını mükâfatlandırmış, babasının hakkını ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır 9. Haccetme İmkânı Olmakta Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası: Yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani, kim haccın farz olduğunu inkâr eder ve onun yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip olursa,,, demektir. Hasan-ı Basrî ve başkaları da derler ki: Şüphesiz, haccedebilecek gücü olmakla birlikte haccı terkeden bir kimse kâfirdin Tirmizî de el-Hâris yoluyla Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe ve azığa sahip olur da haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahu di, isler hıristiyan ölsün. Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin, Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki; "Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Hilal b. Abdullah ise, meçhul bir ravidir- Haris de zayıf kabul edilmektedir." Buna yakın bir rivâyet de Ebû Umame ile Ömer b. el-Hattâb (r. anhuma)’dan nakledilmektedir. Abdu Hayr b. Yezid'den, o, Ali b. Ebî Talib (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, muhakkak Allah size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır. Kim bunu yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi, ister hıristiyan, isterse de mecusî olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da gelmeyecektir." İbn Abbâs da dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kimin yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekât düşen bir malı bulunup da onun zekâtını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi isteyecektir." Ey İbn Abbâs, biz bu cezanın kâfirler hakkında sözkonusu olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: Bu hususta ben de size Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm okuyayım: "Ey îman edenler, mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir. Her hangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakit gelmeden evvel, Bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." el-Hasen b. Salih, Tefsir'inde der ki: "(Beni döndürün) ki, zekât vereyim, hac edebileyim (diyecektir, anlamındadır)". Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet edildiğine göre, bir adam kendisine bu âyet-i kerîme hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac eder de bundan bir sevap ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkâr etmiş olur." Katâde, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Ben, belli başlı şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar, malı bulunduğu halde haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye bağlasınlar. İşte yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti bunu anlatmaktadır. Derim ki: Bu âyet, haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek sadedindedîr. Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme şunu ihtiva etmektedir: iler kim gücü yettiği halde haccetmeksizin ölecek olursa, onun hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine haccetmesi yeterli olmaz. Çünkü, başkasmın haccetmesi, üzerinden farzı kaldırmış olsaydı, elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Saîd b. Cübeyr de der ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek olsa, gidîp onun cenaze namazını kılmam. 98De ki: "Ey kitab ehli, Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini İnkâr ediyorsunuz?" Âyetin tefsiri için bak:99 99De ki: "Ey kitab ehli siz, (gerçeği) gördüğünüz halde Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek, Îman edenleri niçin o yoldan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Yüce Allah'ın: "Deki: Ey kitap ehli...niçin Allah'ın yolundan çeviriyorsunuz" buyruğundakî: "Çeviriyorsunuz" âyeti, Allah'ın dininden döndürüyorsunuz demektir. el-Hasen ise bu kelimeyi şeklinde okumuş olup, bunlar da: den gelen iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı kokuşan eti anlalmak üzere: demek ile, yine kokup değişmesini anlatmak üzere kullanılan tulleri gibi. "Onu eğri göstermeye yeltenerek" âyetinde: "Onlara ölçerek verdiklerinde..." (el-Mutaffifin, 83/3.) âyetinde de olduğu gibi, "lâm" harfi hazf edilmiştir. Meselâ; Ona bunu istedim; denildiği gibi, "lâm" harfi kullanılmaksızın da denilir. Ona yardım eltim, anlamındadır. Eğrilik: Dinde, sözde ve davranışla meyletmek, sapmak ve doğru yoldan uzaklaşmak demektir, harfi üstün okunursa duvar ve benzeri dosdoğru olan herşey hakkında eğriliği anlatmak için kullanılır. Bu açıklamalar Ebû Ubeyde ve başkalarından nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Davetçiye hiçbir tarafa eğrilmeden uyup giderler" (Tâ-Hâ, 20/108) da, onun çağrısından eğrilip başka tarafa dönemezler, anlamındadır. Belli bir yer hakkında, orda ikâmet edip durdu, manasına kullanılır ki, duran anlamını veren ism-i faili şeklinde gelir. Şair der ki: "Olur ki onların boş arsalarını yahut çadırlarının izlerini görürüz, Diye siz de bizimle birlikte kalır mısınız?" "Eğri adam" huyu kötü adam demektir. Ayaklarında nisbeten eğrilik bulunan atların halini anlatmak üzere de bu kökten gelen kelimeler kullanıldığı gibi, "el-A'veciyye" önceleri cahiliyye döneminde bilinen bir at çeşidi idi. Bunun, -fazla aralık olmaksızın- ayaklar arasında mesafelerin uzaklığını anlattığı da söylenmiştir ki, bu da at için övücü bir özelliktir. Yüce Allah'ın: "Siz, gördüğünüz halde" âyeti, aklınız erdiği halde anlamındadır. Bu, siz Tevrat'ta Allah'ın kendisinden başka hiçbir dini kabul etmediği din İslâm'dır, yazısını gördüğünüz ve buna tanıklık ettiğiniz halde anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Tevrat'ta, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nitelikleri de yazılıdır. 100Ey îman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler. Bu âyet-i kerîme, Evs ile Hazrecliler arasında fitneyi -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ardı arkası kesildikten sonra- yeniden körüklemek isteyen bir yahudi hakkında inmiştir. Bu yahudi aralarında oturmuş ve onlara iki kabileden birisine mensub birisine ait ve aralarındaki Savaşa dair söylemiş olduğu bir şiiri okudu. Bu sefer, diğer kabile şöyle demişti. Bizim şairimiz de filan filan gün hakkında şöyle dedi. Bunun sonucunda olaydan bir parça etkilenmiş gibi oldular ve şöyle dediler: Haydi gelin -önceden olduğu gibi Savaşı bir daha alevlendirelim- Bunun üzerine onların bir bölümü: Ey Evslîler geliniz. Diğerleri ise, ey Hazrecliler geliniz, diye seslendiler. Bir araya toplandılar, silahlarını aldılar, Savaşmak üzere dizildiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da geldi. Ve iki saf arasında durarak, yüksek sesle bu âyet-i kerimeyi okudu, Evslilerle, Hazrecliler Hazret-i Peygamberin sesini işitince ona kulak verip dinlediler. Okumasını bitirince silahları bıraktılar, biribirlerinin boyunlarına sarılıp ağlaşmaya başladılar. Bu açıklama, İkrime, İbn Zeyd ve İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Bu şekilde şiir okunmasını sağlayan kişi, yahudi Şâs b. Kays idi. O, Evslilerle Hazreclîler arasına daha önce aralarında cereyan eden Savaşları hatırlatacak kimseyi göndermişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise gelip onlara durumlarını hatırlattı. Böylelikle onlar, bu işin şeytanın bir dürtüsü ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını bıraktılar, ağladılar, biribirlerinin boyunlarına sarıldılar. Daha sonra da dinleyip itaat edenler olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gittiler. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey Îman edenler," yani Evs ve Hazrecliler "eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye" yani, Şâsa ve arkadaşlarına "İtaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler" âyetini inzal buyurdu Cabir b. Abdullah dedi ki: Bu isimize muttali olmasından en çok hoşlanmadığımız kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) idi. O da geldi ve bize eliyle işaret etti, biz de bu işten vazgeçtik, Allah da aramızı bulup barıştırdı. Bunun üzerine biz (bu işe muttali olduğundan dolayı) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haberdar olmasından daha çok sevindiğimiz kişi olmadı. Ve ben, başı itibariyle ondan daha çirkin ve daha vahşetli, sonu itibariyle de ondan daha güzel bir gün görmedim. 101Allah'ın âyetleri size okunur, aranızda da Peygamberi bulunurken, nasıl kâfir olurdunuz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırca muhakkak doğru yola iletilmiştir. Yüce Allah, bu ifadeyi hayret üslûbu ile kullanmıştır. Yani: "Allah'ın âyetleri" Kur'ân-ı Kerîm, "size okunup, aranızda da Peygamberi" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) "bulunurken, nasıl kâfir olursunuz?" İbn Abbâs dedi ki: Cahiliyye döneminde Evs ile Hazrec arasında oldukça kötü bir Savaş sürüp gidiyordu. (İslâm'dan sonra) aralarında cereyan eden bu olayları sözkonusu ettiler, biribirlerine karşı kılıç çekerek ayaklandılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidildi, bu durumdan ona söz edildi, O da yanlarına vardı. Bunun üzerine şu: "Allah'ın âyetleri size okunup, aranızda da Peygamberi bulunurken,.." âyetinden itibaren, "Siz, bir ateş uçurumunun tam kenarındayken, sizi oradan kurtardı" (âyet 103) âyetine kadar olan bölüm nazil oldu. Bu âyeti kerîme(ler)in kapsamına, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görmeyenler de girer. Çünkü, onların arasında kalan Hazret-i Peygamber'in sünneti, bizzat onu görmenin yerini alır ez-Zeccâc der ki: Bu hitabın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashabına has olması da mümkündür. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bulunuyor, onlar da onu görüyorlardı. Aynı şekilde bu hitabın ümmetin tümüne olması da mümkündür. Çünkü, onun eserleri, alâmetleri, ona verilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın aramızda imiş gibi yerini tutmaktadır. İsterse biz onu görmeyelim. Katâde de der ki: Bu âyet-i kerimede gayet açık iki büyük alâmet vardır. Bunların birisi Allah'ın Kitabı, diğeri Allah'ın Peygamberidir. Allah'ın Peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabına gelince, Allah onu aralarında kendi katından bir nimet ve rahmet olmak üzere kalıcı bıraktı. Allah'ın helâl ve haramı, ona itaat ve masiyet orada belirtilmiştir. Nasıl", nasb mahallindedir Edatın sonundaki "f harfi, Halil ve Sîbeveyh'e göre, İki sakin harfin yanyana gelmesi dolayısıyla nasb olunmuştur. Bu harf için, fethanın tercih edilme sebebi, "fâ"dan önceki harfin "yâ" olmasıdır. "Yâ" ile esreyi bir arada teleffuz ağır geldiğinden (üstün) olmuştur. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa", kim Allah'ın dinine ve itaatine sımsıkı sarılarak korunursa, "muhakkak doğru yola İletilmiştir." Doğru yolu izleme muvâfakiyeti ona ihsan edilmiş ve gösterilmiştir. İbn Cüreyc, "Allah'a sımsıkı sarılırsa" âyetini, Allah'a îman ederse diye açıklamıştır, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim Allah'a sımsıkı sarılırsa; yani kim Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sıkı sıkıya yapışırsa, demektir. Çünkü onun vasıtasıyla başkasından vazgeçer ve başkasına karşı korunacak olur ise, bu kökten gelen ifadeler kullanılır. ifadesi ise, kendisi ile korunulacak şeyi ona hazırladım, anlamındadır. Bir şeye sımsıkı yapışan, sarılan herkes hakkında mu'sim ve mu'tasim denilir. Bir şeyi önleyen herseye de âsim denilir. Ferazdak der ki: "Ben asımlar (koruyucular) olan Temim oğullarının oğluyum Gece ve gündüzün en büyük musibetleri geldiğinde." Şair Nâbiğa da der ki: "Korkusundan dolayı gemi tayfası sımsıkı saran (mu'tasım); Alabildiğine yorulan, kendisini ter bastıktan sonra geminin dümenine. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sımsıkı sarılmış (mu'sim) olarak, o işte kendisini şarta bağladı; Ve bunun için sebeplere yapışmayı bıraktı ve tevekkül etti." Bir kimsenin açlığını Önlemeyi ifade etmek için de: (........) denilir. Araplar, yemek, bir kimsenin açlığını önlediği vakit derler. İşte bundan dolayı Sevîk (kavut)a da "Ebû Âsım" künyesini vermişlerdir. Ahmed b. Yahya dedi ki: Araplar ekmeğe âsim ve câbir ismini verirler. Daha sonra şu beyiti okudu: "Sen beni kınama, bunun yerine câbiri (ekmeği) kına. Çünkü çirkin sözleri söylemek zorunda beni bırakan câbirdir." Yine Araplar, ekmeğe âmir ismini da verirler, dedi ve şu beyiti okudu: "Ebû Mâlik (açlığın künyesi) mûtad olarak yanıma Öğle vakitleri gelir Gelir de yükünü âmirin (ekmeğin) yanında bırakır." 102Ey îman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. Bu âyete dair açıklamala fimizi tek başlık halinde sunacağız: Buhârî'nin Murre'den, onun da Abdullah'tan rivâyetine göre, Abdullah şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'tan gereği gibi korkmak, O'na itaat edilmesi ve asi olunmaması, anılıp unutulmaması, O'na şükredilip, nankörlük edilmemesi şeklinde olur." İbn Abbâs der ki: Bu, bir göz açıp kırpacak kadar bir zaman dahi Allah'a asî olmamaktır, Müfessirlerin açıkladıklarına göre, bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ashab-ı Kiram, âyetin ağırlığım hissederek: Ey Allah'ın Rasûlü, buna kim güç yetirebilir? diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" (Teğâbün, 64/16) âyetini indirdi ve bu âyet-i kerimeyi nesh etti. Bu açıklama Katâde, er-Rabî’ ve İbn Zeyd'den nakledilmektedir. Mukâtil der ki: Âl-i İmrân'da bu âyetin dışında neshedilmiş bir âyet da yoktur. Bir diğer görüşe göre Yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyeti bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır. Yani, siz gücünüz yettiğince ve nasıl kormak gerekiyorsa öylece Allah'tan korkun. Bu, daha doğru bir açıklamadır. Çünkü nesih, ancak İki âyet-i kerimenin bir arada anlaşılmasına (cem'a) imkân olmadığı halde sözkonusu olur. Bir arada bunları anlamak mümkün olduğundan dolayı, neshe gitmemek daha uygundur. Ali b. Ebi Talha'nın rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler,, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyet-i kerimesi nesholmuş değildir, "Nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyetinin anlamı ise, Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece cihad etmeleri, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenmemeleri ve kendilerinin de çocuklarının da aleyhine dahi olsa, adaleti uygulamaları demektir. en-Nehhâs der ki: Müslümanların âyet-i kerimede sözü edilen her bir şeyi yerine getirmeleri bir farzdır ve bunda nesh vaki olmamıştır. Yüce Allah'ın: "Ve ancak müslümanlar olarak can verin" âyetinin anlamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/132, ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 103Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştirdı. O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz. Siz bir ateş uçurumunun tam kenarındayken, sizi oradan O kurtardı. Doğru yola eresiniz diye Allah, âyetlerini size işte böylece açıklar. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız; Yüce Allah'ın: "Sarılın" âyetindeki (isim-mastar) ismet, korunmak demektir. İşte "bezraka"ye ismet denilmesi burdan gelmektedir, Bezraka ise, kafilenin korumaya alınması demektir. Bu da kafile ile birlikte, kafileyi rahatsız edecek kimselere karşı koruyacak kimseleri göndermek suretiyle olur. İbn Haleveyh der ki: Bezraka kelimesi Arapça değildir. Farsça bir kelimedir. Araplar bunu arapçalaştırmışlardır. O bakımdan; sultan, kafile ile birlikte bir bezraka gönderdi, denilir. Habl (İp): müşterek (birçok anlam için ortak olarak kullanılan) bir kelimedir. Dilde asıl anlamı ise, kendisi aracılığı ile istenilen ve gerek duyulan şeye ulaşılan sebep demektir. el-Habl, boyun ve omuzu birbirine bağlayan ip. Yine, kumdan uzunca devam eden dalga da bu anlamdadır. (Haccetmek üzere gelen bedevî Arabın sözlerinin nakledildiği) Hadîs-i şerîfteki: "Allah'a yemin ederim, üzerinde vakfe yapmadığım bir habl yoktur. Benim haccım oldu mu? şeklindeki ifadesi de bu anlamdadır. Yine habl, hayvanın burnundan bağlanan yulara da denilir. Ahid ve ant anlamına da gelir el-A'şâ der ki: "Eğer bir kabilenin ahidleri (hıbâl) ona (deveme) sınırları geçirirse; O vakit o, senin için başka bir kabileden ahid alır." Buradaki ahid'den kastı da emândır. Habl, aynı mamanda büyük musibet anlamına da gelir. Kuseyyir der ki: "Ey Azze, iyice anlamak için acele etme! Samimi mi geldiler laf getirenler, yoksa musibetlerle (hanl'in çoğulu: hebûl ile) mi? Hibâle ise, avcının şebekesine denir. Alıid anlamında olanı müstesna, bütün bunların hiçbirisi âyet-i kerimede kastedilmiş değildir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan gelmiştir. İbn Mes'ûd ise der ki: Allah'ın ipi, (hablullah) Kur'ân-ı Kerîmdir. Ali ve Ebû Said el-Hudrî de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği gibi, Mücâhid ve Katâde'den de buna benzer bir açıklama rivâyet edilmiştir. Ebû Hazret-i Muâviye'nin el-Hecerî'den, Onun, Ebû'l-Ahvas'dan, Onun da Abdullah'dan rivâyetine göre Abdullah şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerîm hablullahtır (Allah'ın ipidir)." Taki b. Mahled rivâyetle der ki: Bize Yahya b. Abdulhamid anlattı, bize, Huşeym el-Avvam b. Havşeb'den anlattı, o, eş-Şa'bi'den, O, Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyetle dedi ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" âyeti cemaat olun demektir. Yine ondan ve başkalarından çeşitli yollarla böyle bir açıklama rivâyet edilmiştir. Bütün bunların manası birbirine yakın ve birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle kaynaşmamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) helâk olmaktır, cemaat ise kurtuluştur. Şöyle diyen İbnü'l-Mübârek'e Allah'ın rahmeti olsun: "Şüphesiz cemaat hablullahtır. Ona yapışın, Onun sapasağlam kulpuna yapışarak korunun." 2. Geçmiş Ümmetlerdeki Tefrika ve İslâm Ümmetinin Çeşitli Fırkaları: Yüce Allah'ın: "Ve ayrılığa düşmeyin" âyeti, yahudiler ve hıristiyanlar kendi dinlerinde ayrılığa düştüğü gibi, siz de dininizde ayrılığa düşmeyin, demektir. Böyle bir açıklama İbn Mes'ûd ve başkalarından nakledilmektedir. Bunun hevâ ve değişik maksatlara uyarak tefrikaya düşmeyiniz, bunun yerine Allah'ın dininde kardeşler olunuz, anlamında olması da mümkündür. Böylelikle bu, onların biribirleriyle olan ilişkilerini koparmalarım, biribirlerine sırt çevirmelerini önlemiş olur. Bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu âyetleri de bu anlama delildir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz, düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz." Bununla birlikte bu âyet-i kerimede fer'î konularda ayrılığın haram olduğuna bir delil yoktur. Çünkü bu, ihtilâf değildir. Zira ihtilâf, kaynaşmanın ve bir araya gelmenin imkânsız olduğu şeyler hakkında kullanılır. İçtihada dayalı meselelerin hükmünde ihtilâfa gelince, bu konularda ihtilâf, farzların delillerinden çıkartılması ve Şeriatın anlam inceliklerinin ortaya çıkartılmak istenmesi dolayısıyladır. Ashab-ı Kiram da değişik olayların hükümleri hakkında ihtilâf edegelmiştir. Buna rağmen onlar, biribirleriyle ülfet halindeydiler, kaynaşma halindeydiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir" diye buyurmuştur. Yüce Allah, ancak fesada sebep teşkil eden ihtilafı men etmiştir. Tirmizînin Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar da buna yakın sayıda fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır." Tirmizî der ki: Bu sahih bir hadistir. Yine bu hadisi, İbn Ömer'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz İsrailoğulları’nın başına gelenlerin aynısı adım adım ümmetimin de başına gelecektir, O kadar ki, onlardan herhangi bir kimse, annesine açıkça varıyor ise, ümmetimden de bu işi yapan çıkacaktır. Ve şüphesiz İsrailoğulları yetmiş iki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemde olacaktır. Bir tanesi müstesna." Peki bu fırka hangisidir? Ey Allah'ın Rasûlü! diye soran ashaba, Hazret-i Peygamber: "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler" diye cevap vermiştir. Bu hadisi, Abdullah b. Ziyad el-İfrîkî yoluyla, Abdullah b. Yezid'den, o, İbn Ömer senediyle rivâyet etmiş ve: Bu, hasen, garib bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan gelen rivâyetiyle biliyoruz, demiştir/3' Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah el-Ifrikî, sika bir ravidir. Kavmi onun sika olduğunu belirtip ondan övgüyle söz ettiği halde, başkaları da onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Ebû Dâvud da Sünen'inde, Muâviye b. Ebi Süfyan'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Şüphesiz sizden önceki kitap ehli kimseler yetmiş iki millete (fırkaya) ayrıldılar. Ve şüphesiz bu millet, pek yakında yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmiş iki fırkası cehennemde bir tanesi cennette olacaktır. Bu ise, cemaattir. Benim ümmetimden öyle bir takım topluluklar çıkacak ki, bu hevalar onlarda, bir kişinin bünyesinde yayılıp girmedik hiçbir damar, hiçbir eklem bırakmayan kuduz hastalığının yayıldığı gibi yayılacaktır." İbn Mâce'nin Sünen'inde de Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim yalnızca Allah'a ihlâs, O'na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızin ibadet, namaz kılmak ve zekât vermek üzere dünyadan ayrılırsa, O, Allah kendisinden razı olmuş olarak Ölmüş olur," Enes dedi ki: İşte bu, rasûllerin getirdiği ve sözlerin bir birine karışıp hevâların ihtilâfa düşmeden önce tebliğ ettikleri, Allah'ın dinidir. Bunu doğrulayan âyet ise, yüce Allah'ın Kitabında nazil olan son âyetler arasındadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Eğer tevbe ederlerse" yani, putları ve putlara ibadeti terk ederlerse "ve namaz kılıp zekât verirlerse..." (et-Tevbe, 9/5) Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir." ( et-Tevbe, 9/11) Bunu, Nasr b. Ali el-Cehdamî'den, o, Ebû Ahmed'den, o, Ebû Cafer er-Razî"den; o, er-Rabi b. Enes'den, o, Enes yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû'l-Ferac el-Cevzî de der ki: Şayet bu fırkalar bilinmekte midir denilecek olursa, buna cevap şudur: Bizler, ayrılmanın tefrikanın gerçekleştiğini biliyoruz. Fırkaların asıllarını da biliyoruz. Her bir fırkadan belli bir kesimin yine birçok fırkalara da ayrıldığını görüyoruz. Her ne kadar bütün bu fırkaların isimlerini ve görüşlerini tamamıyle bilemiyor isek dahi, bizler, bunlar arasında çıkmış bulunan şu asıl fırkaları biliyoruz: Haruriye, Kaderiyye, Cehmiyye, Murcİ'e, Rafizîler ve Cebriyye... Kimi ilim ehli de der ki: İşte bütün sapık fırkaların aslı bu altı fırkadır. Bunların herbirisi de on iki fırkaya ayrılmıştır. Böylelikle bunların toplamı yetmiş iki fırka etmektedir: Haruriyye oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunların birincisi, Ezrakîlerdir. Derler ki: Biz hiçbir kimsenin mü’min olduğunu bilemeyiz. Kendi görüşlerini kabul edenlerin dışında bütün ehl-i kıbleyi tektir ederler. İbâziye der ki: Bizim görüşümüzü kabul eden mü’mindir, ondan yüz çeviren ise münafıktır. Sa'lebîler der ki: Allah herhangi bir kaza veya kader tayin etmemiştir. Nazimiye der ki: Biz imanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ve bütün yaratıklar mazurdur. Halefiye'nin iddiasına göre ise, erkek olsun, kadın olsun kim cihadı terk ederse o kimse kâfir olur Kuziyye (bazı nüshalarda: Kureviyye, bazılarında da Kudriyye) derler ki: Kimsenin kimseye dokunmaya hakkı yoktur. Çünkü onun pislikten temiz olup olmadığını bilemez, Tevbe edip gusledinceye kadar onunla oturup yemek yiyemez. Tenziyye der ki: Kimse kimseye malım veremez. Çünkü belki o kişi malı hakkeden bir kimse değildir. Bunun yerine hak ehli ortaya çıkıncaya kadar onu yere gömer. Şemrâhiyye der ki: Yabancı kadınlara dokunmakta bir sakınca yoktur. Çünkü onlar bir çeşit reyhandırlar. Ahnesiyye der ki; Ölmüş bir kimseye ölümünden sonra ne hayır ulaşır, ne de şer, Hakemiyye der ki: Her kim bir yaratılmışın hükmüne başvurursa o kimse kâfirdir. Mu'tezite der ki: Biz, Ali ve Hazret-i Muâviye'nin durumu hakkında şüphedeyiz. O bakımdan bizler her iki kesimden de beriyiz. Meymûniyye der ki: Bizim sevdiklerimizin rızası ile olmadıkça kimse İmâm olamaz. Kaderiyye de oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan el-Akmeriyye şu iddiadadır: Yüce Allah'ın adaletinin şartlarından birisi de kullarını kendi işlerinde serbest bırakması ve kendilerinin masîyet işlemelerine de engel olmasıdır. Seneviyye'nin İddiasına göre ise, hayır Allah'tan, şer şeytandandır. Mu'tezile, Kur'ân-ı Kerîm’in mahlûk olduğunu söyleyip, rububiyetin sıfatlarını inkâr eden kimselerdir. Keysaniyye şöyle der: Bizler bu fiillerin Allah'tan mı, kullardan mı olduğunu bilemiyoruz. Aynı şekilde, daha sonra insanlar sevap mı görecek, ceza mı görecekler onu da bilemiyoruz. Şeytaniye der ki: Allah şeytanı yaratmamıştır. Şerikiye der ki: Küfür dışında bütün kötülükler kaderle tesbit edilmiştir. Vekmiye der ki: Yaratıkların fiillerinin ve sözlerinin bir zatı (hakiki kişiligi) yoktur. Hasenenin de, seyyienin de bir zatı yoktur, Zibriyye der ki (bazı nüshalarda Zebunediyye): Allah'tan indirilmiş olan her bir kitap ile amel haktır. İster neshedici olsun, ister nesh edilmiş olsun. Mes'adiyye akımı nüshalarda Mütebberiyeb'nin iddiasına göre, isyan edip sonradan tevbe edenin tevbesi makbul değildir. Nâkisiye'nin iddiasına göre ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan bey'ati nakzeden (yani bozan) için günah yoktur. Kasıhyye ise, İbrahim b. en-Nazzam'ın; her kîm Allah'ın bir şey olduğunu İddia ederse, o kimse kâfirdir, şeklinde sözüne tabi olmuşlardır. Cehmiyye de aynı şekilde on iki fırkaya ayrılmıştır. Muattıle'nin iddiasına göre, insan vehminden geçen her bir şey mahluktur, Allah'ın görüleceğini iddia eden kâfirdir. Mureysiye der ki: Allah'ın sıfatlarının çoğunluğu mahluktur. el-Meltezika ise, yaratıcı yüce Allah'ı her yerde kabul etmişlerdir. Vâridiyye der ki: Rabbini bilen kimse cehenneme girmez. Oraya giren de bir daha ebediyyen çıkmaz. Zenadika akımı nüshalarda ZeyarikaJ der ki; Hiçbir kimse rabbi olduğunu ileri süremez. Çünkü böyle bir iddia ancak duyuların idrâkinden sonra mümkün olabilir. İdrak olunamıyan bir şeyin varlığından ise söz edilemez. Harkiyye'nin iddiasına göre, kâfiri ateş yalnız bir defa yakar, ondan sonra da ebediyyen yakılmış olarak kalır ve ateşin sıcaklığını duymaz. Mahlûkiyye'nin İddiasına göre Kur'ân mahlûktur (yaratılmıştır). Fâniye'nin iddiasına göre, cennet ve cehennem fanidir, yok olacaktır. Aralarından; bunlar yaratılmamıştır diyenleri de vardır. Abdiyye akımı nüshalarda î'riyyeb ise, peygamberleri İnkâr eder ve peygamberler aslında hakim (filizof) kimselerdir, derler. Vakifiyye der ki: Biz, Kur'ân mahlûktur demeyiz, değildir de demeyiz. Kabriyye ise, kabir azabını ve şefaati inkâr ederler. Lafuziyye der ki: Brzim Kur'ân'ı teleffuz etmemiz mahluktur. Murcie de on iki fırkaya ayrılmıştır Târikiyye der ki: Yüce Allah'ın yaratıkları üzerinde kendisine îman dışında farz kıldığı bir yükümlülük yoktur. Her kim ona îman ederse dilediği her şeyi yapabilir. Sâibiyye der ki: Yüce Allah, halkını dilediklerini yapsınlar diye sâib (serbest.) bırakmıştır. Râciyye der ki: İtaat edene itaatkâr, isyan edene de isyankâr denilmez. Çünkü bizler, Allah nezdinde onun için neler olduğunu bilemiyoruz. Sâlibiyye (bir nüshada: Şâkkiyye) derler ki: İtaat imandan değildir. Beklşiyye (üç nüshada: Beyhesiyye, bir nüshada da Beysemiyye) derler ki: Îman bir ilimdir. Hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd edecek bilgiye sahip olmayan bir kimse kâfirdir. Ameliyye der ki: Îman bir ameldir. Mankusiyye der ki: Îman artmaz ve eksilmez. Mustesniye der ki: İstisna (inşallah ben mü’minim, demek) imandandır Müşebbihe der ki: (Allah'ın) görmesi bir görme gibidir, eli de bir el gibidir. Haşviyye der ki; Bütün hadislerin hükmünü bir kabul ederler Onlara göre, nafileyi terkeden bir kimse tarzı terketmiş kimse gibidir. Zahiriyye ise, kıyası kabul etmeyenlerdir. Bid'ıyye ise, bu ümmet arasında bid'atleri İlk olarak ortaya koyan kimselerdir. Râfızîler de oniki fırkaya ayrılmışlardır Alevîler derler ki: Risalet görevi Ali'ye idi. Ancak Cebrâîl yanlışlık etti. Emriyye derler ki: Ali, Muhammed'le emrinde apeygamberlik işindeb ortaktır. Şia der ki: Ali (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra onun vasisi ve velîsidir. Ümmet ondan başkasına bey'at etmek suretiyle kâfir olmuştur. İskakiyye der ki: Nübüvvet Kıyâmet gününe kadar kesintisiz olarak devam edecektir. Ehl-i Beyt ilmini bilen herkes peygamberdir. Nâvusiyye der ki: Ali ümmetin en faziletlisidir. Her kim ondan başkasını ondan faziletli bilirse, kâfir olur. İmâmiye der ki: Dünya, Hüseyin soyundan gelen bir İmâm olmaksızın var olmasına imkân yoktur, İmâma, Cebrâîl (aleyhisselâm) ilim öğretir. O öldü mü, onun yerine bir başkasını getirir. Zeydiye der ki: Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, namazlarda İmâmdır. Onlardan birisinin bulunduğu yerde başkalarının arkasında namaz câiz değildir. İyi olsunlar, olmasınlar. Abbasiye; Hazret-i Abbas'ın halifelik konusunda başkalarından önce geldiğini iddia ederler. Tenâsukiyye der ki: Ruhlar arasında tenasüh vardır. İyilik yapan bir kimsenin ruhu çıkar ve onun yaşaması ile mutlu olacak bir canlıya girer. Rec'ıyye'nin iddiasına göre, Hazret-i Ali ve arkadaşları dünyaya geri dönerler ve düşmanlarından İntikam alırlar. Lâine (veya Lâiniyye) ise, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Muâviye, Ebû Mûsa, Hazret-i Âişe ve başkalarına lanet okurlar. Mutarabbisa abidlerin kılığına girerler ve her bir çağda işi kendisine nisbet edecekleri birisini nasb ederler. Onun bu ümmetin Mehdisi olduğunu iddia ederler. O kişi öldü mü, bir başkasını nasb ve tayin ederler. Cebriyye de oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan bir tanesi el-Muztariyye ismini alır. (Bazı nüshalarda Muztaribe). Bunlar derler ki: Hiçbir insanoğlunun yaptığı bir fiil yoktur. Aksine her şeyi yapan Allah'tır. Efâliye der ki: Bizim yaptığımız bazı fiillerimiz vardır. Fakat, bizim o konuda bir istitaatımız (yapıp yapmama gücümüz) yoktur, Bizler, ancak bir iple bir tarafa sürüklenen hayvanlar gibiyiz. Mefrâğiyye der ki: Her şey yaratılmış bulunmaktadır. Şu anda hiçbir şey yaratılmamaktadır. Neccâriyye'nin iddiasına göre, yüce Allah insanları, yaptıkları fiillerinden dolayı değil, kendi fiili dolayısıyla azaplandırmaktadır. Mennâniyye der ki: Sen kalbinden geçene bak ve kalbinde hayır diye benimsediğin şeyi yap. Kesbiyye der ki: Kul ne bir sevap kapanır, ne de cezayı gerektirecek bir şey. Sâbikiyye der ki: İsteyen amel etsin, isteyen amel etmesin. Çünkü mutlu olan kimseye günahlarının bir zararı olmaz, bedbaht olan kimseye de iyiliğinin faydası olmaz. Hibbiyye der ki: Her kim Yüce Allah'ın muhabbetinden bir kâse içecek olursa, onun üzerinden İslâm'ın rükünleriyle ibadet mükellefiyeti kalkar. Havfiyye der ki: Yüce Allah'ı seven bir kimse O'ndan korkamaz. Çünkü seven sevdiğinden korkmaz. Fikriyye (bazı nüshalarda Firkiyye, bir nüshada Nekriyye şeklindedir) der ki: Kimin ilmî artarsa, o oranda üzerinden ibadet düşer. Haşebiyye der ki: Dünya bütün kullar arasında eşittir. Ataları Âdem'in kendilerine bıraktığı miras bakımından birinin ötekine bir üstünlüğü yoktur. Menniyye der ki: Fiil de bizdendir, istitâa (fiile güç yetirebilmek) da bize aittir. Yüce Allah'ın izniyle En'âm Sûresi'nin sonlarında da (6/153- âyet) bu ümmette daha fazla görülen tefrikaya dair açıklamalar gelecektir. İbn Abbâs, Simek el-Hanifi'ye şöyle demiş: Ey Hanifi, cemaatten ayrılma, cemaatten ayrılma. Çünkü bundan önceki ümmetler tefrikaya düştükleri için helâk oldular. Sen, yüce Allah'ın: "Topluca Allah'ın İpine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" âyetini hiç işitmedin mi? Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sizin için üç şeyden hoşnud olur ve sizin için üç şeyi de hoş görmez. Ona ibadet edip kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızdan, Allah'ın ipine topluca sarılıp ve ayrılmamanızdan razı olur. Üç şeyi de sizin için hoş görmez. Kıylukal (dedikodu), çokça sual ve malı zayi etmek." Yüce Allah bizlere, Kitabına ve Peygamberinin sünnetine sımsıkı sarılmayı, anlaşmazlık halinde onlara başvurmayı farz kılmış, Kitap ve Sünnete hem itikat, hem amel bakımından sımsıkı sarılmak ilkesi etrafında bir araya gelmemizi emretmiştir. Bu ise, sözbirliğini gerçekleştirmenin ve kendisi vasıtasıyla din ve dünya menfeatlerinin gerçekleşebileceği, dağınıklığın düzene girdiği bir araya gelmenin ve anlaşmazlıktan kurtulmanın bir sebebidir. Aynı zamanda O, bizlere bir araya gelmeyi emretmiş ve iki kitap ehlinin karşı karşıya kaldığı tefrikaya düşmeyi de yasaklamıştır. İşte âyet-i kerimenin tam anlamı budur. Ayrıca bu âyet-i kerimede usulü fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde de belirtildiği gibi, icma’ın sahih oluşuna bir delil de vardır Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Yüce Allah'ın: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz. Siz, bir ateş uçurumunun tam kenarındayken sizi oradan O kurtardı" âyeti ile yüce Allah, nimetlerinin hatırlanmasını emretmektedir. Bu nimetlerin en büyüğü ise, İslâm ve onun Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabi olmaktır. Şüphesiz, onun sayesinde düşmanlık ve ayrılık ortadan kalkmış, sevgi ve kaynaşma başgöstermiştir. Maksat, Evs İle Hazrecliler olmakta birlikte, âyet-i kerimenin kapsamı geneldir. Yüce Allah'ın "O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz" âyeti de: Siz, İslâm nimeti sayesinde dîn kardeşleri oldunuz anlamındadır "Eğer suyunuz yerin dibine geçiverse..," (el-Mülk, 67/30). Yerin dibine geçecek olursa, demektir. "Ihvân" kelimesi, Kardeş kelimesinin çoğuludur. Ona bu ismin veriliş sebebi, kardeşin kardeşinin yolunu İzleme maksadını güttüğünden dolayıdır. Herşeyin kenarına da denilir. de aynı anlamdadır. Yüce Allah'ın: "Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarına. " (et-Tevbe, 9/109) âyetindeki "kenar, kıyı" anlamındaki kelime de buradan gelmektedir. Şair recez vezninde şöyle demektedir: "Biz hacılar için bir kuyu kazdık Kuyu ağzının üzerinde (kıyısında) yeşil ot bitmektedir. (......) ise, bir şeyin kıyısına gelmek demektir. Hasta ölümün, kertesine geldi" tabiri de buradan gelmektedir. (......) tabiri; ondan ancak pek az bir şey kaldı, anlamındadır. İbn es-Sikkît der ki: Kişinin ölümü yaklaştığı vakit, ay görülmeyecek Iıale yaklaştığında, güneşin de batışı esnasında hep: Ondan ancak pek az bir şey kaldı, denilir. el-Accâc der ki; "Güneşin battığı yahut da batmak üzere olduğu bir vakitte. Bakmak isteyen kimselere baktırdığım, oldukça yüksek bir gözetleme yeri..." Bu fiil, "yâ"lı olmakla birlikte, bunun "vâv”lı bir kullanışı da vardır. en-Nehhâs der ki: 'ın aslı dır. O bakımdan "elif" ile yazılır, fakat imale yapılmaz. el-Ahfeş de der ki: Bunda imale yapmak câiz olmadığından "vav"lı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü imale "yâ"ya yakın bir şeydir. Ayrıca, bunun tesniyesi de şeklinde gelir el-Mehdevî der ki: Bu âyet, onların küfürden çıkıp îmana girişlerini anlatan temsilî bir ifadedir. 104İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Bu sûrede (21-22. âyetlerin tefsirinde) mârufu emredip münkerden alıkoymaya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "İçinizden" âyetinde yer alan...den/ teb'îd (kısmilik bildirmek) içindir. Yani, iyiliği emredecek olanların ilim adamı olmaları gerekmektedir. Çünkü bütün İnsanlar ilim adamı değildir. Bunun cinsi beyan etmek için geldiği de söylenmiştir. O takdirde: Hepiniz böyle olunuz, demek olur. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü birinci görüş, mârufu emredip, münkerden alıkoymanın farzı kifaye olduğuna delildir. Şanı yüce Allah da bunların kimliklerini: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerine imkân ve iktidar verdiğimiz takdirde namazı dosdoğru kılarlar..." (el-Hac, 22/41) âyetiyle tayin etmektedir. Bütün insanlar ise, bu şekilde bir imkâna mazhar kılınmamışlardır. İbn ez-Zübeyr de bu âyeti; "İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen bir topluluk bulunsun" anlamında Kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen" (ilavesiyle) diye okumuştur. Ebû 'Bekr el-Enbarî der ki: Bu fazlalık, İbn ez-Zübeyr tarafından yapılmış bir açıklamadır ve onun söylediği bir sözdür. Bazı nakikiler bu hususta yanlışlık yaparak bunu Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızları arasına almıştır. Benim bu söylediklerimin sahih oluşuna bana, babamın naklettiği şu hadis de delildir. Babam dedi ki: Bize, Hasen b. Arefe anlattı. Bize, Vekf anlattı. Vekîf Ebû Âsım'dan, o, Ebû Avn'dan, o, Subayh'dan dedi ki: Ben Osman b. Affân'ı: "Mârûfu emreden, münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen..." şeklinde okuduğunu işittim. Aklı başında hiçbir kimse, Hazret-i Osman'ın bu fazlalığın Kur'ân-ı Kerîm’den olduğuna asla inanmadığında hiçbir şüphe etmez. Çünkü o, bütün müslümanların İmâmı durumunda olan kendi Mushaf'ına bu ibareyi yazmamıştır. O, bu ibareyi sadece bununla öğüt vermek ve bundan önce gelen âlemlerin Rabbinin sözünü te'kid etmek kastıyla zikretmiştir, o kadar. 105Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır. Bu âyetle, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre, yahudilerle lımstiyanlar kast edilmektedir. Kimisi de bununla kast edilenler, bu ümmetin bid'atçileridir, demişlerdir. Ebû Umâme ise, bunlardan kasıt, Haruralılar (Hâricîler)dir demiş ve bu âyet-i kerimeyi okumuştur Cabir b. Abdullah ise: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler" yahudilerle hiristiyanlardır, demiştir. Âyet-i kerimede: "Kendilerine geldi" âyeti, çoğul olarak müzekker gelmiştir. Bunun agünlük konuşmadab: “.....” şeklinde kullanılması da mümkündür. 106O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır. O zaman yüzleri kara olanlara: "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha! İşte kâfir olmanızın cezası olarak tadın azâbı!" denir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Kıyâmet Gününde Kimi Yüzler Ağaracak, Kimi Yüzler Kararacaktır: Yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyeti ile Kıyâmet günü kast edilmektedir, insanlar, kabirlerinden diriltilecekleri vakit, mü’minlerin yüzleri ağarmış olacak, kâfirlerin yüzleri de kararacaktır. Bu ağarıp kararmanın, herkesin kendi kitabını (amel defterini) okuyacağı vakit olacağı da söylenmektedir. Mü’min, kitabını okuyup da, kitabında hasenatının yazılı olduğunu görünce buna sevinir ve yüzü ağarır. Kâfir ile münafık da kitabını okuyup orada günahlarını göreceği vakit, yüzü simsiyah kesilir. Bir başka görüşe göre, bu husus amellerin tartılacağı sırada olacaktır. İyilikleri ağır basarsa yüzü ağarır, kötülükleri ağır basarsa yüzü kararır. Bir diğer görüşe göre de bu husus, Şanı Yüce Allah'ın: "Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın" (Yasin, 36/59) denileceği vakit sözkonusu olacaktır. Başka bir görüşe göre, Kıyâmet günüs her bir kesime kendi mabudunun etrafında toplanması emrolunacaktır. Onlar, bu batıl mabutlarına gidecekleri vakit üzülecekler ve yüzleri simsiyah kesilecektir Mü’minler, ehli kitab ve münafıklar ise yerlerinde kalacaklardır. Yüce Allah mü’minlere: "Rabbiniz kim?"der, onlar: Rabbimiz aziz ve celil olan Allah'tır, derler. Bu sefer onlara: "Onu görürseniz tanır mısınız"? diye sorucak, onlar da: Biz onu tenzih ederiz. Ancak O bize kendisini tanıtırsa biz de G'nu tanırız, derler. Onlar da yüce Allah'ı dileyeceği şekilde görecekler. Bunun üzerine mü’min olanlar yüce Allah'a secde ederek yere kapanacaklar. Yüzleri kar gtbi bembeyaz kesilecektir, Münafıklarla kitap ehli ise, secde edemeyecek halde kalacaklar, bundan dolayı üzülecek ve yüzleri simsiyah kesilecektir, işte yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyetinde anlatılan budur. Ağarır, kararır" anlamındaki âyetlerin "t" harfleri, üstün yerine esreli de okunabilir. Çünkü, Ağardı" denildiği vakit hemze esreli söylenir, işte başa gelen "t" de böylece esreli okunabilir. Bu da Temimlilerin şivesidir. Yahya b. Vessab da bu şiveye göre okumuştur. ez-Zührî ise: diye okumuştur. Bunda da "te" harfinin esreli okunması caizdir. Bununla birlikte şeklinde "yüzler" anlamındaki kelimenin müzekker kabul edilmesi suretiyle "ye" ile de okunması mümkündür. "Yüzler" anlamındaki kelimenin; şeklinde okunması da caizdir. Tıpkı: "Belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Murselât, 77/11) âyetinde f'vav" harfi yerineb hemze ile söylenmesi gibidir. Yüzlerin ağarması, nimetlerle aydınlanıp parıldaması, kararması ise, can yakıcı azâbın kendilerini yorup bitirmesidir. 2. Bu Azap Kimler Hakkındadır: Muayyen olarak kimlerin böyle olacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs der ki: Sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır. Derim ki: İbn Abbâs'ın bu sözünü, Gassân'ın kardeşi Mâlik b. Süleyman el-Herevî, Mâlik b. Enes'den, o, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle rivâyet etmiştir: İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani, sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır." Bunu da Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatîb zikretmektedir. O, bu hususta der ki; Bu hadisin Mâlik yoluyla rivâyet edilmesi münkerdir. Atâ der ki: Muhacir ve Ensar'ın yüzleri ağaracak, Kurayza ve Nadiroğullarının yüzleri ise kararacaktır Ubey b. Ka'b der ki; Yüzleri kararacak olanlar kâfirlerdir. Onlara şöyle denilecektir: Sizler, Âdem'in sırtından küçücük zerreler gibi çıkartıldığınız vakit ikrarınız, dolayısıyla îman ettikten sonra küfre saptınız ha!. Bu açıklama, Taberînin de tercihidir, el-Hasen der ki: Âyet-i kerîme münafıklar hakkındadır. Katâde ise mürtedler hakkındadır, demiştir. İkrime ise: Bunlar kitap ehlinden bir kavimdir. Önceleri kendi peygamberlerini tasdik eden kimseler idiler. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de peygamber olarak gönderilmeden önce tasdik edenlerdi. Ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, onu inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın: "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha!" âyeti buna işaret etmektedir. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği görüş de budur. Mâlik b. Enes de: Bu âyet-i kerîme, hevâ ehli hakkındadır, demiştir. Ebû Umame el-Bâhîlı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den: Bu, Haruralılar hakkındadır" dediğini nakletmektedir. Bir başka haberde de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş: "Bu, Kaderiyye hakkındadır.” Tirmizî Ebû Gâlib'ten şöyle dediğini rivâyet eder; Ebû Umâme, Dimaşk kapısı üzerinde dikilmiş (kesik) bir takım başlar gördü. Bunun üzerine Ebû Umâme şöyle dedi: Bunlar ateşin köpekleridir. Gökyüzü altında öldürülmüşlerin en kötüleridir. Bunların öldürdükleri ise, en hayırlı maktullerdir. Daha sonra: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır..." âyetini sonuna kadar okudu. Ben, Ebû Umâme'ye Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bizzat sen mi dinledin? diye sordum, şöyle dedi: Eğer ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bir, iki, üç -diyerek yediye kadar saydı- defa duymamış olsaydım. Hiç de bunu size nakl etmezdim. Tirmizî dedi ki: Bur hasen bir hadistir. Buhârî’nin Sahih'inde de Sehl b. Saad'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden önce Havz'ın kenarına ben varmış olacağım. Her kim benim yanıma uğrayacak olursa, (o havuzdan) içer. Ondan İçen İse, ebediyyen bir daha susuzluk çekmeyecektir. Benim yanıma (su içmek üzre) kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onlar arasına engel olunacaktır." Ebû Hazim dedi ki: en-Nu'man b. Ebi Ayyaş, benim bu sözlerimi işitip söyle dedi: Sen, Sehl b. Saad'dan bunu böyle mi dinledin? Ben: Evet dedim. O da şöyle dedi: Ben de tanıklık ederim ki, Ebû Said el-Hudrî'den bunu işittim ve o bunda şunu da ilave ediyordu: (Hazret-i Peygamber buyuruyor ki): "Ben diyeceğim ki: Onlar bendendir. Bana: Şüphesiz ki sen, senden sonra ne bid’atler uydurup çıkardıklarını bilmezsin. Bu sefer ben de: Benden sonra değişiklik yapanlar benden uzak dursun, uzak dursun diyeceğim." Ebû Hüreyre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet ederdi: "Kıyâmet gününde ashabımdan bir topluluk Havz'a benim yanıma gelecekler. Bu sefer Havz'dan alınıp uzaklaştırılacaklar. Ben, Rabbim, onlar benim ashabımdır (ümmetimdir), diyeceğim. Şöyle buyuracak: Sen, bunların senden sonra neler ortaya çıkardıklarını bilmiyorsun. Onlar, gerisin geri arkalarına dönüp irtidat ettiler." Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Her kim Allah'ın razı olmayacağı ve Allah'ın izin vermediği şekilde Allah'ın dininde bir takım değişiklikler yapar, değiştirir yahut bidatler ortaya koyacak olursa, şüphesiz ki o, Havz'ın etrafından kovulup uzaklaştırılan, yüzleri kararacak olan kimselerden olacaktır. Elbetteki en çok uzaklaştırılıp kovulacak olanlar da müslümanların cemaatine muhalefet edip onların yolundan ayrılanlardır. Çeşitli fırkalarıyla Hâricîler, farklı sapıklıklarıyla Râfizîler, türlü hevâ ve hevesleriyle Mutezilîler gibi. Bütün bunlar değiştirmiş ve bid'at çıkarmış kimselerdir. Aynı şekilde haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak ehlini öldürmek, hak ehlini zelil etmek suretiyle aşırıya kaçan zâlimler, masıyetleri hafife alıp büyük günahları açıkça işleyen kimseler, çeşitli sapıklık, hevâ ve bîd'at sahibi kimseler de böyledir. Bütün bunların âyet-i kerîme ile haberde -açıkladığımız gibi- kastedilen kimseler olacaklarından korkulur Bununla beraber cehennemde ebediyyen kalacak olanlar, ancak ve ancak kalbinde îman namına hardal tanesi ağırlığı kadar dahi hiçbir şey bulunmayan inkarcılardır. İbnü’l-Kasım der ki: Bazan sapık fişkalara mensup olmayanlar arasında bu sapık fırkalar arasındakilerden daha kötüler de bulunabilir. Yine o, şöyle derdi: İlılâs masiyetlerden uzak durmakla mükemmel olur 3. îmandan Sonra Küfrün Cezası: Yüce Allah'ın: "O zaman yüzleri kara olanlara..." âyetinde: "Şöyle denilecektir" anlamındaki ibare hazf edilmiştir. "Îmanınızdan sonra küfre saptınız ha!..," Yani onlar, Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorulduğu vakit; evet dedikleri o misak gününde îman etmişlerdi. Bu sözler yahudilere söylenecektir. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce ona îman ediyorlardı, Fakat peygamber gönderilince onu inkâr ettiler. Ebû'l-Âl-iyye der ki: Bu, münafıklara söylenecektir. Onlara: Açıktan açığa imanınızı İkrar ettikten sonra, gizliden gizliye de kâfir mi oldunuz? denilecektir. Arap dili bilginleri şart edatının cevabında "fe" harfinin mutlaka gelmesi gerektiğini icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü bir kimsenin Zeyd'e gelince, o da yola koyulacaktır, ifadesi, Ne olursa olsun Zeyd yola koyulacaktır, manasındadır. 107Ama yüzleri ağaranlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Yüce Allah'ın: "Ama yüzleri ağaranlar ise..." âyetinde sözkonusu edilenler, Yüce Allah'a itaat ve onun ahdine vefa gösteren kimselerdir. "Allah'ın rahmeti içindedirler, onlar orada ebedi kalacaklardır." Yani, O'nun cennetinde ikram ve ihsan yurdunda ebedi ve devamlı kalacaklardır Şanı yüce Allah bizi de onlardan kılsın. Bizi türlü bid'at ve sapıkların yollarından uzak tutsun, îman edip salih amel işleyenlerin yollarına muvaffak etsin. Âmîn. 108Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez. Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. Maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Onları sana hak olarak" yani, doğrulukla "okuyoruz." Bundan maksat da, biz sana Cebrâîl'i indiriyoruz, Cebrâîl de onları sana okumaktadır, demektir- ez-Zeccâc: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" âyeti, zikrolunan bu âyetler, Allah'ın hüccet ve delilleridir demektir, diye açıklamıştır. Şunlar," aslında "bunlar" manasınadır. Çünkü, bu âyet-i kerimelerin indirilmesi sona erdiğinden dolayı âdeta uzaklaşmış gibi olduğundan, bu işaret zamiri getirilmiştir. Bununla birlikte "Allah'ın ayetleri" anlamındaki ifadenin, "bunlar" anlamındaki işaret zamirinden bedel olması ve sıfat olmaması da mümkündür. Çünkü, müphem olan belirtisiz bir kelime, izafet He nitelendirilmez. "Allah, âlemlere zulmetmek istemez." Yani O, günahsız oldukları halde onlara azâb etmez. 109Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." el-Mehdevî der ki: Bu âyetin kendisinden önceki buyruklarla İlişki yönü şudur: Şanı Yüce Allah, mü’minlerle kâfirlerin durumunu sözkonusu edip de, kendisinin âlemlere zulmetmek istemediğini belirttikten hemen sonra kudretinin genişliğini ve zulme ihtiyacı olmadığını sözkonusu etti. Çünkü, göklerde ve yerde bulunan herşey O'nun mülkü ve tasarrufundadır. Bu âyetin (109- âyetin) yeni bir söz başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bununla kullarına, göklerde ve yerde bulunan herşeyin kendisinin olduğunu beyan etmektedir ki, yalnız O'ndan dilekte bulunsunlar, yalnız O'na İbadet etsinler, O'ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmesinler. 110Siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden akkorsunuz ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler olmakla birlikte çoğu fasıllardır. Bu âyetlerin: "Siz İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" bölümüne dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Ümmetlerin En Hayırlısı Olan Bir Ümmet: Tirmizî, Beliz b. Hakîm'den, o, babasından, o da dedesi yoluyla rivâyet ettiğine göre, Beliz b. Hakîm'in dedesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şanı yüce Allah'ın: "Siz İnsanlar İçin çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti ile ilgili olarak şöyle buyururken dinlemiş; "Siz yetmiş ümmetin tamamlayıcısısınız. Allah nezdinde bunların en hayırlıları ve en değerlileri de sizlersiniz." Tirmizî der ki: Bur hasen bir hadistir. Ebû Hüreyre de der ki: Biz, insanlar arasında, insanlara en hayırlı olan kimseleriz. Zincirlerle onları İslam'a sürükleriz. İbn Abbâs der ki: Bunlar, Mekke'den Medine'ye hicret edip, Bedir ve Hudeybiye'de hazır bulunan kimselerdir. Ömer b. el-Hattâb da şöyle demiştir: Onların yaptıklarını yapan, onlar gibi olur. Denildiğine göre burada sözü geçenler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetidir. Yani, onların arasından salih kimselerle, fazilet ehli olan kimseler kast edilmektedir. Kıyâmet gününde diğer insanlara karşı şahidük edecek olanlar da -Bakara Sûresi'nde de (2/143. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi- onlar olacaklardır. Mücâhid der ki: "Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin yerine gelmesi, âyet-i kerimede sözü geçen şartların gerçekleştirilmesine bağlıdır, Bunun, Levh-i Mahfuzda siz böylesintz, anlamına geldiği söylendiği gibi, siz îman ettiğinizden bu yana en hayırlı bir ümmetsiniz anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir başka açıklama da şu şekilde yapılmıştır: Bunun böyle olması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve onun ümmetinin geleceğinin daha önceden müjdelenmiş olmasıdır Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Sizler, sizden önce gelen kitap ehline göre, en hayırlı bir ümmetsiniz. el-Ahfeş der ki: Burada "en hayırlı ümmerten kasıt, en hayırlı din mensubu sizlersiniz, demektir. Daha sonra el-Ahfeş aburada ümmetin din anlamına kullanıldığını açıklamak üzereb şu beyiti nakletmektedir: "Yemin ettim ve ben artık senin içinde herhangi bir şüphe bırakmadım; (Sana) kendisi itaatkâr olduğu halde bir dine mensup birisi abu yemini dolayısıylab hiç günahkâr olur mu?" Âyet-i kerimedeki “.....” fiilinin nakıs değil de tam olduğu da söylenmiştir. Yani siz, en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmış ve var edilmişsinizdir. Buna göre "en hayırlı ümmet" anlamındaki İbare hat'dir. Buradaki “.....” in zaid olduğu da söylenmiştir. O takdirde anlam: Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklinde olur. Sîbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir: "Ve oldukça kerim olan bizim komşularımız...” Yüce Allah'ın: "Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" (Meryem, 19/29); "Düşünün ki siz, bir zamanlar çok az idiniz de O, sizi çoğalttı" (el-A'râf, 7/86) âyetinde ki bu kökten gelen kelime de bunun gibidir. Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hatırlayın ki siz, bir zamanlar azlıktınız..." (el-Enfâl, 8/261) Süfyan, Meysere el-Eşcaî'den, o, Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyre'den: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Siz, insanları zincirlerle İslâm'a çekiyorsunuz. en-Nehhâs der ki: Buna göre ifadenin takdiri; Sız, insanlar için en hayırlı bir ümmet oldunuz, şeklindedir Mücahidin görüşüne göre ise ifadenin takdiri şöyle olun Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü sizler iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız. Şöyle de açıklanmıştır: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin en hayırlı bir ümmet oluşu, onun (tebliğine muhatap olan) ümmetin arasında müslümanlığın daha çok oluşundan, iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın onlar arasında daha bir yaygın oluşundan dolayıdır. Şöyle de denilmiştir: Bu husus, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı içindir. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim (aralarında peygamber olarak gönderilmiş olduğum) bu neslimdir" âyeti de buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in nassı ile, bu ümmetin en hayırlı ümmet olduğu sabit olduğu gibi, hadis İmâmlan da Imran b. Husayn yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "İnsanların en hayırlıları benim (çağdaşım olan) neslimdir Sonra, onlardan sonra gelenler, daha sonra da onlardan sonra gelenler." Bu Hadîs-i şerîf de bu ümmetin öncekilerinin daha sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu göstermektedir. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir, Onların bu görüşüne göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sohbetinde bulunup, ömründe bir defa dahi olsa, onu görmüş olan kimselerin kendisinden sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu, Hazret-i Peygamber’in sohbetinde bulunmak faziletine denk hiçbir amelin bulunmayacağını kabul etmişlerdir. Ebû Ömer (İbn Abdİ’l-Berr) ise, ashabdan sonra gelenler arasında genel olarak ashab arasında bulunanlardan daha faziletli kimselerin bulunabileceğini ve Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlılan benim neslimdir" âyetinin umum ifadesi ile anlaşılmaması gerektiğim kabul etmektedir. Buna delili de şudur: Bir nesilde daha çok faziletli olan da bulunabilir, daha az faziletli bulunan da bulunabilir. Nitekim Hazret-i Peygamberin nesli arasında imanını açıkça izhar eden münafıklar topluluğu ve Hazret-i Peygamberin kendilerine yahutta bazılarına hadler uyguladığı büyük günah sahibi kimseler de vardı. Ve kendilerine: "Hırsız, içki içen, zina eden kimse hakkında ne dersiniz?" dîye sormuştur. Yine, kendi çağdaşı bulunanlara da yüz yüze: "Ashabıma sövmeyiniz" demiştir. Halid b. el-Velid'e de Ammâr hakkında: "Senden daha hayırlı olan kimseye sövme" diye buyurmuştur. Ebû Umame'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beni görüp de bana îman edene ne mutlu. Beni görmediği halde bana îman eden kişiye de yedi defa ne mutlu!" Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde de şöyle bir hadis yer almaktadır: Muhammed b. Ebi Humeyd'den, o, Zeyd b. Eslemeden, o babasından, o, Ömer (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyordum. Şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında imanı en üstün olanların kimler olduğunu bilir misiniz?" Biz: Meleklerdir, dedik. O: "Onların îman etmeleri elbette gerekir. Ama onlardan başkaları. (Onlardan îman bakımından daha üstündür)." Biz, Peygamberlerdir dedik. Bu sefer: "Onların zaten îman etmeleri gerekir, Hayır, onlardan başkalarıdır." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında îman bakımından en üstün kimseler, henüz atalarının sulblerinde bulunan, beni görmedikleri halde bana îman eden, yazılı bir takım kâğıtlar görüp de onlarda bulunanlar gereğince amel eden bir takım insanlardır. İşte bunlar bütün yaratıklar arasında îmanları en üstün kimselerdir." Salih b. Cübeyr de Ebû Cum'a'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Ey Allah'ın Rasûlü, bizden daha hayırlı bir kimse var mıdır? diye sorduk. O, şöyle buyurdu: "Evet, sizden sonra gelen ve iki kapak arasında bir kitap görüp onda bulunanlara îman eden, bana da beni görmedikleri halde îman eden bir topluluktur." Ebû Ömer der ki: Ebû Cum'a'nın Hazret-i Peygambere arkadaşlığı (sohbeti) vardır. Asıl ismi da Habib b. Sibâ'dır Salih b. Cübeyr ise, tabiinin sika râvilerindendir. Ebû Salebe el-Huşenî de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: "Şüphesiz önünüzde Öyle bir takım günler vardır ki, o günlerde dini üzere sabır ve sebat gösterecek bir kimse, tıpkı kor ateşi avucunda tutan kimse gibi olacaktır. İşte o günlerde amel eden kimseye onun gibi amelde bulunan elli adamın ecri kadar ecir verilecektir." Ey Allah'ın Rasûlü, onlardan birisinin ecri kadar mı diye sorunca: "Hayır, sizden birisinin ecri kadar" diye buyurdu. Ebû Ömer (İbn. Abdi’l-Berr) der ki: İşte bu: "Hayır, sizden" lâfzını, kimi muhaddisler zikretmemişlerdir, Ömer b. el-Hattâb da Yüce Allah'ın: "Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin açıklaması ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: Kim sizin yaptığınız gibi yaparsa, o da sizin gibi olur. Hadîs-i şerîfler arasında her hangi bir tearuz (çatışma, çelişki) yoktur. Çünkü, birincisi hususi bir anlam ihtiva etmek üzere varid olmuştur. Başarıya ulaştıran Allah'tır. Bu hususa dair hadislerin açıklanması ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir; Hazret-i Peygamber'in çağdaşı olan nesilin üstün kılınması, onların kâfirlerin çokluğu dolayısıyla îmanları bakımından garip olmaları, kâfirlerin eziyetlerine sabredip katlanmaları, dinlerine sımsıkı sarkmalarıdır. Şüphesiz bu ümmetin daha sonra gelecek olanları da, kötülüğün, fasıklığın, haksızca kan dökmelerin, masiyetlerin ve büyük günahların açıktan açığa işlendiği bir zamanda, bu dini dosdoğru uygulayıp, ona sımsıkı sarılıp Rablerine itaat üzere sabır ve sebat gösterecek olurlarsa, işte onlar da böyle bir durumda gariplerden olurlar. Böyle bir durumda onların amelleri, tıpkı kendilerinden öncekilerin amellerinin temiz ve bereketli olduğu gibi, temiz ve bereketli olur. Bu açıklamaya tanıklık eden hususlardan birisi de Hazret-i Peygamber'in: "İslâm garip olarak başladı ve başlangıçtaki haline dönecektir. O halde gariplere ne mutlu" âyetidir. Yine Ebû Salebe'nin rivâyet ettiği hadis de burca tanıklık ettiği gibi, Hazret-i Peygamber’in: "Ümmetim Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı hayırlıdır bilinemiyen bir yağmur gibidir" âyeti de buna tanıklık etmektedir. Bu hadisi de Ebû Dâvud, et-Tayalisî ve Ebû Îsa et-Tirmizî rivâyet etmişlerdir. Hişam b. Ubeydullah er-Rârf de bunu Mâlik'ten, o, ez-Zührî'den, o da Enes'den şöylece rivâyet etmektedir: Enes dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetimin misali yağmura benzer. Onun öncesi mi hayırlıdır, yoksa sonrası mı bilinmez." Bunu Darakutnî "Müsned-u Hadisi Mâlik" adlı eserde de kaydetmektedir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Hişam b. Ubeydullah sika bir ravidir. Bu hususta ahadis (limleri) farklı kanaatlere sahip değildirler Rivâyete göre Ömer b. Abdulaziz, halifeliğe gelince, Salim b. Abdullah'a şöyle bir mektup yazmış: Sen, bana Ömer b. el-Hattâb'ın yaşayış ve davranışını yaz ki, ben de ona göre amel edeyim. Salim ona şunu yazdı: Eğer sen, Ömer'in uygulamasını yapacak olursan, Ömer'den daha faziletli olursun. Çünkü senin zamanın, Ömer'in zamanı gibi değildir. Senin etrafında bulunan adamların da Ömer'in etrafındaki adamlar gibi değildir. Ömer b. Abdulaziz, çağının fukahasına da abu şekildeb mektup yazdı, hepsi de ona Salim'in dediğine benzer şeyler yazdılar. Değerli bir takım ilim adamları, Hazret-i Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim çağımda yaşayan neslimdir" hadisi ile: "İnsanların en hayırlısı ömrü uzayıp, ameli güzel olandır. En kötüsü de, ömrü uzayıp ameli kötü olandır" hadisleri arasında bir tearuz bulunduğunu kabul etmişlerdir. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Bu hadîs-i şerifler rivâyet yollarının tevatür derecesine ulaşması ve güzel olmasına rağmen, bu ümmetin başı ile sonu arasında eşitliğin bulunmasını gerektirmektedir. Yani daha önce belirtildiği şekilde, ilim ve din ehlinin yüksek görülmediği, fıskın ve kötülüklerin, haksızca kan dökmelerin çok olduğu, mü’minin zelil kılınıp facir'in üstün kılındığı ve din garip olarak başladığı gibi, tekrar garip hale döndüğü, dini yerine getiren kimsenin kor ateşi avucunda tutan kimse gibi zora katlandığı, fasid bir zamanda Îman ve ameli salihe bağlı olmak halinde böyledir. İşte böyle bir durumda bu ümmetin başı ile sonu arasında amellerin fazileti birbirine eşit olur. Bundan Bedir ve Hudeybiye'ye katılanlar müstesnadır. Bu bölümde varid olmuş hadisler üzerinde dikkatle düşünen bir kimse, açıkça doğruyu anlayıp görür. Allah da lütfunu dilediği kimseye verir. 3. iyiliği (Ma'rufu) Emredip, Kötülükten (Münkerden) Alıkoymak: Şanı Yüce Allah'ın: "Ma'rufa emreder, münkerden akkorsunuz" âyeti, bu ümmete, bunu yerine getirdikleri ve bu niteliğe sahib oldukları sürece bir övgüdür. Eğer, münkere karşı çıkıp onu değiştirmeyi terkedecek, münker işlemek üzere birbirleriyle anlaşacak olurlarsa, o takdirde bu övgüyü hak etmezler, bunun yerine yerilirler. Bu, onların helâk edilişlerine de sebep teşkiî eder. İyiliği emredip, münkerden alıkoymaya dair açıklamalar, bu sûrenin baş taraflarında (3/21-22. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri İçin hayırlı olurdu" âyetinde yüce Allah, Kitap ehli'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmelerinin kendileri için daha hayırlı olduğunu, onlardan kimisinin mü’min, kimisinin fâsık olmakla birlikte, fâsık olanlarının da daha çok olduğunu haber vermektedir. 111İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler. Sizinle Savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez. Yüce Allah'ın: "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" âyeti ile kast edilen, onların (verebilecekleri zararın) yalanları, tahrifleri ve iftiralarından ibaret olduğunu anlatmaktadır. Yoksa, onların galip gelecekleri anlamında değildir. Bu açıklama, el-Hasen ve Katâde'den nakledilmiştir Buna göre, âyet-i kerimedeki istisna muttasıldır. Manası da şöyle olur: Onlar sîze ancak az miktarda bir zarar verebilirler. Buna göre "ezâ" kelimesi, mastar gibi kullanılmıştır. Âyet-i kerîme Allah'ın, Rasûlüne ve mü’minlere bir vaadidir. Buna göre, kitap ehli onları mağlup edemeyeceklerdir. Kendileri kitap ehline karşı zafer kazanacaklar ve kitap ehlinin mü’minlere, kökten imha gibi bir zarar görmeleri söz konusu olmayacaktın Onlardan görecekleri zararlar, iftiralarla, tahriflerle eziyet vermekten ibaret kalacaktır. Sonunda güzel akibet ise mü’minlerin olacaktır. Buradaki istisnanın munkatf olduğu da söylenmiştir. Anlam da şöyle olur: Onlar asla sîze zarar veremeyeceklerdir. Bununla birlikte size, İşittirecekleri sözlerle sizi rahatsız edeceklerdir. Mukâtil der ki: Yahudilerin elebaşları olan Ka'b, Adiy, Nu'man, Ebû Rafı', Ebû Yâsir, Kinane ve İbn Suriyâ, kendi kavimleri arasından Îman eden, Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarına müslüman olmaları sebebiyle eziyet vermeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah: "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" yani onlar, ancak dilleriyle sizi rahatsız edebilirler, âyetini indirdi. İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Sizinle Savaşsalar bile, size arkalarım dönüp kaçarlar" yani, bozguna uğrarlar. Burada da ifade tamam olmaktadır. "Sonra kendilerine yardım da edilmez" âyeti de yeni bir cümledir. Bundan dolayı bu âyetin sonunda "nun" harfi sabit olmuştur. Bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mucizesidir. Çünkü, ona karşı Savaşan yahudiler ona arkalarım dönüp kaçmışlardır. 112Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine de miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır. Âyetin tefsiri için bak:113 113Hepsi bir değildir. Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır. Yüce Allah'ın: "Nerede bulunurlarsa bulunsunlar" nerede ele geçirilir ve onlarla karşılaşılırsa karşılaşılsın; "üzerlerine zillet vurulmuştur" âyeti ile kastedilenler, yahudilerdir. İfade burada tamam olmaktadır. Bakara Sûresî'nde onlara zilletin vurulmasının anlamına dair açıklamalar (2/61. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna" âyeti ise, bir önceki âyetten yapılmış, munkatı' bir istisnadır. Yani, fakat onlar Allah'tan gelen bir ahde sığınırlar, demektir. İnsanların ahdinden kasıt İse, onlara verdikleri zimmet ahdidir. "İnsanlarla kastedilenler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlerdir. Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve mü’minlere haraç verirler, onlar da kendilerine eman verirler. İfadede bir ihtisar vardır. Yani: Allah'tan bir ahde bağlı olarak korunmaları hali müstesna; şeklindedir ki, bu hazf edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ' yapmıştır. "Allah'ın hışmına uğradılar" âyetinde ki: Döndüler," demektir. Bunun, yüklenip taşıdılar anlamına geldiği de söylenmiştir. Sözlükte bunun asıl anlamı ise, öyle bir hışım onlardan ayrılmaz bir şeydir, manasındadır Bakara Sûresi'nde de (2/61, âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra Yüce Allah onları neden bu şekilde cezalandırdığını da: "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır" diye buyurarak açıklamaktadır. Yine buna dair yeterli açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/61. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra şanı yüce Allah: "Hepsi" bir değildir, diye Vıabeı -veTirrektt-din İfade burada tamam olmaktadır. Âyetin anlamı da şudur; Kitap ehli ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti eşit değildir. Bu şekildeki açıklama İbn Mes'ûd'dan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden îman edenlerle kâfirler birbirine eşit değildirler. Ebû Hayseme Züheyr b. Harb şunu nakletmektedir: Bize, Haşim b. el-Kasim anlattı. Bize, Şeyban anlattı; O, Âsım'dan, o, Zir'den, o da İbn Mes'ûd'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece yatsı namazını geciktirdi. Daha sonra Mescide çıktı, herkesin bu namazı beklemekte olduğunu gördü. Şöyle buyurdu: "Din sahiplerinden yüce Allah'ı bu saatte sizden başka zikreden hiçbir kimse yoktur." (İbn Mes'ûd) der ki: Ve şu âyet: "Hepsi bir değildir, kitap ehlinden... bir topluluk vardır... Allah takva sahiplerini en iyi bilendir" âyetlerini indirdi. İbn Vehb de buna benzer bir rivâyet nakletmektedir, İbn Abbâs der ki: Yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte îman edenler hakkındadır. İbn İshak da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakleder: Abdullah b. Selâm, Sa'lebe b. Sa'ye, Esid b. Sa'ye, Esid b. Ubeyd ve yahudilerden İslâm'a giren diğerleri müslüman olup îman ve tasdik ederek İslâm'a yönelip, İslâm kalplerinde yerleşince, yahudilerin âlimleriyle küfre sapanları şöyle demişlerdi: Muhammed'e îman edip tabi olanlar, ancak bizim kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı, atalarının dinini terkedip bir başkasına gitmezlerdi. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hepsi bir değildir, kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır... İşte onlar salihlerdendir" âyetlerini İndirdi. el-Ahfeş der ki: İfade; kitap ehlinden öyle ümmete mensup kimseler, yani öyle güzel yol izleyen kimseler vardır ki... takdirindedir. Bu takdire, delil olarak da şu mısrayı zikretmektedir: "Kendisi (emre) itaatkâr olduğu halde, bir ümmet sahibi (güzel bir yola sahip bir kimse) hiç günahkâr olur mu?" İfadede İıazif olduğu ve ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden (emirleri) uygulayıp duran bir topluluk da vardır. Bu şekilde olmayan bir topluluk da vardır. Yüce Allah, birisini zikretmekle yetinip, ötekini sözkonusu etmemiştir. Ebû Züeyb'in şu beyitinde olduğu gibi: "Kalbim ona gitmek hususunda bana karşı çıktı. Ben de onun emrine itaat ediyorum. Ama bilemiyorum onun arkasından gitmek doğru mudur?" O, bununla doğru mudur, yanlış mıdır demek istemiş, fakat ikincisi (anlaşıldığından) hazf edilmiştir. el-Ferrâ' der ki: Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk ile kâfir olan bir topluluk birbirine eşit olamaz. en-Nehhâs ise der ki: Bu, çeşitli bakımlardan yanlış bir görüştür. Birincisi, bu Topluluk" kelimesinin; Bir, eşit" kelimesi ile reF etmektedir. Bu durumda; Değil" kelimesinin ismine herhangi bir şey avdet etmemekte, buna karşılık fiil gibi değerlendirilmeyen kelime ile ref’ etmekte ve gerek olmayan ifadeleri de takdir etmektedir. Zira daha önceden kâfirlerden söz edilmiştir. O halde, bunu takdir edip mahzûf kabul etmenin uygun bir yönü de yoktur. Ebû Ubeyde ise der ki: Bu, Arapların "Pireler beni yediler ve arkadaşların gittiler" şeklindeki sözlerini andırmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu da yanlıştır. Çünkü, onlardan daha önce söz edilmiştir. Halbuki, "pireler beni yediler" anlamındaki kullanımda ve benzerlerinde, bunlardan daha önceden söz edilmemiş olmalıdır. Yüce Allah'ın: "Geceleri" yani, gecenin çeşitli zamanları anlamındadır. Bunun tekili; şeklinde gelir, Bu kelime burada zarf olarak nasb edilmiştir. "Secdeye vararak” âyeti ise, namaz kıldıklarını anlatmaktadır. Bu açıklama el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Çünkü Kur'ân okumak, rükû ve sücud halinde sözkonusu değildir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın: "Ve O'na secde ederler" (el-A'raf, 7/206) âyetidir. Yani, ona namaz kılarlar, demektir. Furkan Sûresi'nde de; "Onlara Rahmân (olan Allah)'a secde edin, denildiğinde..." (el-Furkan, 25/60); en-Necm Sûresinde de: "Artık Allah'a secde edip ibadet edin" (en-Necm, 53/62) diye buyurulmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyetle özellikle bilinen secde anlatılmak istenmiştir. Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmektedir. Diğer taraftan önceden, İbn Mes'ûd'dan gelen hadiste zikrettiğimiz gibi maksat, yatsı namazıdır. Puta tapıcılar ise, akşam karardı mı, hemen uyurlar. Muvahhidler ise, yatsı namazında Allah'ın âyetlerini okuyarak Allah'ın huzurunda ayakta dururlar. Nitekim yüce Allah, onların ayakta duruşlarını sözkonusu ecmekle birlikte: "Secdeye vararak...” diye de buyurmaktadır. Yani onlar, kıyamla birlikte secde ederler anlamındadır. es-Sevrî der ki: Burada sözkonusu edilen, akşam ile yatsı namazı arasındaki namazdır. Maksadın gece namazı olduğu da söylenmiştir. Önceki kitaplan okuyan Şeybeoğullarından birisinin de şöyle dediği nakledilmektedir: Biz, aziz ve celil olan Rabbin sözleri arasında şunu da buluyoruz: Gece karardı mı, tek başına kalan bir deve veya bir koyun çobanının, hiç gece saatlerinde ayakta durarak, secde ederek ibadet eden kimse gibi olduğu mu zannedilir? 114Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. Mârufu emrederler, münkerden vazgeçirirler. Hayırlara koşuşurlar. İşte onlar salihlerdendir. "Onlar Allah'a... inanırlar." Yani, Allah'ın varlığını ikrar ve kabul ederler. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı da tasdik ederler. "Mârufu emrederler." Bunun, umum ifade ettiği söylendiği gibi bununla, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabî olmanın emredilmek maksadında olduğu da söylenmiştir, "Münkerden vazgeçirirler." Münkerden vazgeçirmek, Allah'ın emirlerine muhalefetten vazgeçirmek demektir, "Hayırlara koşuşurlar." İşledikleri hayırlara, sür'atlice ve herhangi bir şekilde ağırdan almaksızın yönelirler. Çünkü onlar, bu hayırların sevaplarının ne kadar çok olduğunu bilirler. Vakit geçmeden önce amellerini işlemekte ellerini çabuk tutarlar, diye de açıklanmıştır. "İşte onlar, sâlihlerdendir." Yani, salihlerle birlikte olanlardır, Salihler ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı olup, cennettedirler. 115Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar. Allah takva sahiplerini en iyi bilendir. "Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar" âyetinde geçen Yaptıkları" kelimesi ile "Ondan mahrum bırakılmazlar" anlamındaki kelimeleri, el-A’meş, İbn Vessâb, Hamza, el-Kisaî, Hafs ve Halef, her ikisinde de "yâ" ile, "Allah'ın âyetlerini okuyup duran topluluğ"a dair haber olmak üzere okumuşlardır. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs'ın da kıraatidir, Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Diğerleri ise, her İki yerde de (ne hayır yaparsanız ondan mahrum bırakılmazsınız anlamında) muhatap sığası ile okumuşlardır. Çünkü daha önce yüce Allah'ın: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti geçmiştir. Ebû Hâtim'in tercih ettiği kıraat de budur. Ebû Amr ise hem "ya" ile, hem de "te" ile okunuşun uygun olacağı görüşünde idi. Âyetin anlamı da: Siz, hayır namına ne yaparsanız asla onun sevabından mahrum bırakılmazsınız. Aksine size hayırlarınızın sevabı verilir ve onun karşılığında mükâfat göreceksiniz, demektir. 116Küfre sapanların mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Yüce Allah'ın: "Küfre sapanların" anlamındaki âyet, nin ismidir. Haberi ise: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır" âyetidir. Mukâtil der ki: Şanı yüce Allah, kitap ehli mü’minlerini sözkonusu ettikten sonra, onların kafirlerini sözkonusu etmektedir ki, bu da yüce Allah'ın: "Küfre sapanların..." âyeti ile dile getirilmektedir. el-Kelbî de şöyle demektedir: Yüce Allah, bu âyeti bir müptedâ asöz başlangıcıb yaparak şöyle buyurmaktadır: Küfre sapanların mallarının çok olması ile çocuklarının çok olmasının Allah'ın azabına karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Sair akrabalar arasından) çocukların özellikle anılmaları ise, neseb itibariyle kendilerine en yakın olanların çocukları olmalarından dolayıdır. "Onlar cehennemliklerdir" âyeti, bir müptedâ ve haberdir. Aynı şekilde: "Orada ebediyen kalacaklardır" anlamındaki âyet da böyledir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 117Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet ederek onu helâk eden kavurucu soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer. Allah, onlara zulmetmedi. Ama onlar, kendilerine zulmediyorlar. Yüce Allah'ın: "Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, kavurucu bir soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer" anlamındaki âyetinde yer alan (......) edatı, hem mastar manasını veren edat olabilir, hem de anlamında aidi hazf edilmiş bir ismi mevsul anlamında olabilir. Yani, onların o harcadıklarının misali.., anlamındadır. "Bir rüzgârın durumuna benzer" âyeti ise, bir rüzgârın esişine benzer, anlamındadır. İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerimede geçen "Kavurucu soğuk," ileri derecede soğuk demektir. Bu kelimenin aslı itibariyle ses demek olan den geldiği söylenmiştir. O takdirde bu âyet-i kerimede bu kelime, şiddetle esen rüzgânn sesi demek olur. ez-Zeccâc ise der ki: Bu kelime o rüzgârda bulunan ateşin alevinin çıkardığı sestir. Bu manadaki açıklamalar Bakara Sûresinde (2/266. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber soğuk sebebiyle ölmüş bulunan çekirgeleri (yemeyi) yasaklamıştır. Âyeti kerimenin anlamına gelince: Kâfirlerin harcamalarının geçersizliğinin, boşa gitmesinin ve fayda sağlamamasının örneği, oldukça soğuk, kavurucu bir rüzgârın yahut da bir ateşin isabet edip yaktığı ve helâk ettiği bir ekine benzer. O ekin sahipleri, ekinin kendilerine bir fayda sağlayacağını umuyorken, artık ondan hiçbir fayda sağlayamaz olurlar. Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah" böyle yapmakla "onlara zulmetmedi. Ama, onlar kendilerine" küfre sapmak, isyan etmek, yüce Allah'ın hakkını vermemek suretiyle "kendilerine zulmediyorlar." Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, ziraat zamanı dışında, yahut uygun olmayan yerlerde ekin ekmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Şanı yüce Allah da bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koydukları için onları te'dip etti, Bu açıklamayı da el-Mehdevi nakletmektedir. 118Ey îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi candan İsterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; eğer akıl ederseniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Kâfirlere Meyletmenin Yasaklığı: Yüce Allah, kâfirlere meyletmeyi yasaklamayı burada daha da pekiştirmektedir. O halde bu âyet, daha önce yer alan: "Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz..." (Âl-i İmrân, 3/100) âyeti ile ilişkilidir. Âyet-i kerimede geçen, (ve "sırdaş" anlamı verilen): el-Bitâne kelimesi mastardır. Tek kişiye de, çoğula da isim olarak verilebilir. Kişinin, bitâne ise, onun iç ve gizli işlerine muttali olan özel adamları ve yakınlarıdır. Bunun aslı ise, (hem sırt, hem de elbise ve benzerlerinin yüzü anlamına gelen) zahr'ın zıddı olan batn (karın ve astar) dır. Bir kimsenin, bir diğer kimsenin özel adamı ve yakını olmasını anlatmak için deb denilir. Şair de der ki: "İşte onlar, benim samimi adamlarımdır. Evet ve hatta özel adamlarım. Hem onlar, her yakınım Mt tarafa, benim en yakın sırdaşlarımdır." 2. Kâfir ve Sapıkları Sırdaş Edinmenin Yasaklanışı: Yüce Allah, bu âyet-i kerimeyle, mü’minlere, kâfirlerden, yahudilerden ve hevalarının arkasından giden sapık fırkalardan olanları içli dışlı kimseler, yakın kimseler edinmeyi, görüşlerini almayı ve işlerini görmeyi kendilerine havale etmeyi yasaklamaktadır. Denildiğine göre, senin itikat ve dinine muhalif olan hiçbir kimse ile karşılıklı konuşmaman gerekir. Şair der ki: "Sen kişiye dair sorma. Onun arkadaşını sor. Çünkü herbir arkadaş beraber olduğu kimseye uyar." Ebû Dâvûd'un Sünen'inde yer alan rivâyete göre, Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kiminle arkadaşlık ettiğine bir baksın." İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Siz insanları kardeş edindikleri kimselerle değerlendirin. Daha sonra yüce Allah, yakın ilişki kurmayı neden ve hangi husustan dolayı yasakladığını şöylece açıklamaktadır: "Onlar, size kötülük yapmaktan geri kalmazlar." Yani onlar, sîzin halinizin bozulması için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bu da şu demektir: Onlar, zahiren sizinle Savaşmıyor olsalar dahi, -ileride açıklaması geleceği üzere- size, hileler, tuzaklar kurmakta, sizi aldatmak uğrunda ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemezler. Ebû Umame'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar" âyeti hakkında: "Onlar Hâricîlerdir" dediğini rivâyet etmektedir. Rivâyete göre, Ebû Mûsâ el-Eş'arî? zımmi bir kimseyi kâtip olarak göreve aldı. Ömer (radıyallahü anh) ona bundan dolayı sitem eden bir mektup yazdı ve bu âyet-i kerimeyi hatırlattı Sonra Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Ömer (radıyallahü anh)'ın huzuruna bir hesap getirdi ve bunu Hazret-i Ömer'e sundu. Hazret-i Ömer, yapılan bu hesabı beğendi. Daha sonra Hazret-i Ömer'e bir mektup geldi. Ebû Mûsa'ya: Senin kâtibin nerede? Gelsin de insanlara bu mektubu okusun, deyince, Ebû Mûsa: O mescid'e giremez, dedi. Hazret-i Ömer: Neden, o cüoüp mü? diye sorunca, Ebû Mûsâ: Hayır o bir hıristiyandır, dedi. Hazret-i Ömer onu azarladı ve şöyle dedi: Allah onları uzaklaştırmışken sen onları yakınlaştırma. Allah onları hakir düşürmüşken sen onları tebcil etme. Allah onların hain olduklarını söylemişken sen onlara güvenme. Yine Ömer (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Siz, kitap ehlini görevlerinizde kullanmayın. Çünkü onlar, rüşveti helâl bilirler. Siz, göreceğiniz işlerinize ve yönettiğiniz raiyenizin işlerine yüce Allah'tan korkan kimseleri görevlendirerek yardım alınız. Hazret-i Ömer'e: Burada Hireli bir hıristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edecek, ondan daha güzel kalemle yazı yazacak kimse yoktur. Or senin yazı işlerini yürütmesin mi? denilince şu cevabı vermiş; Ben, mü’minleri bırakıp başkalarını sırdaş edinemem. O halde zimmet ehlini kâtipliğe getirmek câiz değildir. Bundan başka alış verişteki tasarrufları da, onların vekâletleri de câiz değildir. Derim ki: Bu günümüzde şartlar artık değişmiştir. Kitap ehlinden kimseler artık kâtip yapılıyor, güvenilir kimse kabul ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve cahil yönetici ve emirler nezdinde üstün mevkilere getirilmiş bulunuyorlar. Buhârî'nin rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudrî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah, ne kadar peygamber göndermiş ve ne kadar halife tayin etmiş ise, mutlaka onun iki türlü sırdaşı vardır. Bu sırdaşlardan bir türü ona iyiliği emreder ve iyiliği yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, ona kötülüğü emreder ve kötülük yapmaya teşvik eder. (Kötülükten) korunan kimse İse, yüce Allah'ın koruduğu kişidir.” Enes b. Mâlik de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız ve mühürlerinize de Arapça (Hazret-i Muhammed'in mührü gibi) kazımayınız." el-Hasen b. Ebi'l-Hasen bunu şöylece açıklamaktadır: Hazret-i Peygamber bununla şunu kastetmektedir: Sizler, herhangi bir işiniz hakkında müşriklere danışmayınız ve mühürlerinize (yüzüklerinize) de "Muhammed (Resûlüllah) diye" kazımayınız. el-Hasen der ki: Bunu doğrulayan da şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan: "Ey Îman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin..." âyetidir. 3. Mü’min Olmayan Sırdaşlar Kötülük Yapmaktan Geri Kalmazlar; Yüce Allah'ın: "Sizden başkasını" yani, sizin dışınızda kalanları sırdaş edinmeyin. el-Ferrâ' der ki: Yüce Allah'ın: "Bundan başka iş yaparlardı" (el-Enbiyâ, 21/82) bunun dışında işler yaparlardı, demektir. "Sizden başka ifadesi, yaşayış, güzel davranış ve itikada bağlılık noktasında sizden başkaları diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın: "Geri kalmazlar" da, aleyhinize fesad teşkil edecek hususlarda ellerinden geleni yapmaktan geri kalmazlar, demektir. Bu âyet ise: "Sizden başkasının sıfatı durumundadır. Hiçbir gayret esirgemem ve; Kusurlu hareket ettim, esirgedim, diye kullanılır. Şair Îmruu’l-Kays der ki: "Şüphesiz ki kişi, hayatta kaldığı sürece hiçbir zaman; -Üzerine düşeni yerine getirmekte kusurlu davranmasa dahi-istediği işleri başaramaz. ile aynı anlama gelir; fesat demektir. Bu fesat, (bozuluş) fiillerde, bedende ve akıllarda olabilir. Hadisi şerifte de: Her kim (organı işlemez hale getirecek) bir şekilde yaralanır yahut da organları bozulacak olursa..." diye buyurulmaktadır. Aklı bozulmuş kimseye de: denilir. ise, sevgi o kişinin aklını bozdu, demek olur. Şair Evs der ki: "Ey Lübeynâ'nın soyundan gelenler! Sizler ancak pazusu işlemez hale gelmiş bir elsiniz. el-Ferrâ' da şöyle bir beyit nakletmektedir: "İbn Saad öyle bir baktı ki ve bununla hamle için hazırlık yaptı; Bu hem seninle beraber olanların, hem de bineklerin bozuluşuna sebep olmuştu, "Kötülük" kelimesi ikinci mef'ûl olarak mansub gelmiştir. Çünkü "geri kalmamak" anlamındaki fiil, iki mef'ûle teaddi eder. Mastar olarak (mef'ûl-i mutlak) olarak da mansub gelmiş olabilir. Yani, Onlar size, sizi bozacak şekilde kötülük yaparlar, demek olur. Cer harfinin hazfi ile nasb edildiğini kabul etmek de mümkündür. Nitekim Araplar Vurmakla onun canını yaktım, derler. "Sıkıntıya düşmenizi isterler" âyetindeki mastar manası vermek içindir. Onlar size zor gelen şeyleri severler, demektir ise, zorluk ve meşakkat demek olup, buna dair açıklamalar Bakara Sûresinde (2/220, âyet 8, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 4. Kâfirlerin Açığa Vurdukları Öfkeleriyle İçlerinde Gizledikleri: Yüce Allah'ın: "Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır" âyeti, size olan düşmanlıkları ve sizi yalanlamaları, ağızlarıyla ortaya çıkmaktadır, demektir. Öfke (buğz), sevginin zıddıdır, (Âyet-i kerimedeki): ise, müennes bir mastardır. Şanı yüce Allah'ın, diller bir kenara özellikle ağızlan sözkonusu etmesi, gelişi güzel konuşmalarında bile bunu ortaya attıklarına işaret içindir. Onlar, öfkesi gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri derecededirler. İşte Hazret-i Peygamber'in; kişinin kardeşinin ırzına (şeref ve haysiyetine) gelişi güzel dil uzatmasını yasaklaması da bu anlamdadır. "Eşek anırmak üzere ağzını açtı" tabiri ile; "Atlar ağızlarını açarak geldiler" tabirlerinde de aynı kökten kelimeler kullanılmıştır Bu hadisten kişinin kardeşinin şeref ve haysiyetine farkettirmeden dil uzatmasının câiz olduğu anlaşılamaz. Çünkü bu da, ilim adamlarının ittifakı ile haramdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de de: "Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın" (el-Hucurât, 49/12) diye buyurulduğu gibi, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve haysiyetleriniz) birbirinize haramdır." Buna göre Hadîs-i şerîfte "ağız açma"nın söz konusu edilmesi, bu konuda kişinin böyle bir sözü söylemesi ve bu konuda işi ileriye götürmesinin yasaklısına işaret etmektedir. Bunu biîelim. 5. Düşmanın Düşmanı Aleyhine Şahidliği: Bu âyet-i kerimede düşmanın, düşmanı aleyhine şahidliğinin câiz olmadığına delil vardır. Medinelilerle Hicaz ehli de bu görüştedir. Ebû Hanîfe'den ise bunun câiz olduğu görüşü rivâyet edilmiştir. İbn Battal, İbn Şaban'dan şöyle dediğini nakleder: İlim adamları adalet sahibi olsa dahi düşmanın düşmam aleyhine şahidliğinin hiçbir hususta câiz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü, düşmanlık adaleti ortadan kaldırır. Ya kâfirin düşmanlığı... 6. Kâfirlerin Gizledikleri Kin: Yüce Allah: "Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür" âyeti onların ağızları ile açığa vurduklarından daha fazla bir kin ve öfkeyi gizlediklerini haber vermekte ve bize bildirmektedir. Abdullah b. Mes'ûd Öfkeleri... takmaktadır" âyetini, fiili müzekker olarak; diye okumuştur. Çünkü -müennes olan kelimesi, yine "öfke" anlamına gelen -ve müzekker olan- b ile aynı anlamdadır. 119İşte siz, öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz, Kitabın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında: "Îman ettik" derler. Yalnız, başlarına kaldıkları vakit de size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. "Öfkenizden ölün" de. Gerçekten Allah, göğüslerin özünü çok İyi bilendir. Yüce Allah'ın: "İşte siz, öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz" âyetinde kastedilenler münafıklardır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Sizinle karşılaştıklarında; Îman ettik, derler" âyetidir. Bu açıklamayı, Ebû’l-Aliye ve Mukâtil yapmışlardır. Burada "sevgi", temiz duygular beslemek, kötülük düşünmemek anlamındadır. Yani siz ey müslamanlar, o münafıklara karşı temiz duygular beslersiniz. Onlarsa münafıklıkları dolayısıyla size karşı temiz duygular beslemezler. Anlamın söyle olduğu da söylenmiştir: Siz onların İslâm'a girmelerini istersiniz, onlar ise sizin küfre sapmanızı isterler. Çoğunluğun ifade ettiği görüşe göre ise, burada maksat yahudilerdir. "Kitap" dan kasıt ise, ilâhî kitapların tümüdür. İbn Abbâs der ki: "Siz kitapların tümüne İnanırsınız" demektir. Yahudiler ise Kitabın bir bölümüne inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine îman edin, denildiği zaman, biz, bize indirilene îman ederiz, derler" (el-Bakara, 2/91). "Sizinle karşılaştıklarında îman ettik derler." Yani, biz Muhammede ve onun Allah'ın Rasûlü olduğuna îman ederiz, derler. Ancak, "yalnız başlarına" kendilerinden olanlarla birlikte "kaldıkları vakit de" kendi aralarında "size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar." Size besledikleri kinden dolayı parmak uçlarını ağızlarına götürürler. Biri diğerine: Şunları görmüyor musunuz? Güçlendiler ve çoğaldılar, derler. "Isırmak" gereğini yerine getirememekle birlikte ileri derecede öfke ve kin duymayı anlatan bir tabirdir. Ebû Talibin şu mısraı da bu türdendir: "Bizim arkamızdan öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Beni gördükleri vakit -Allah öfkelerini daha uzatsın- Öfkeden dolayı başparmaklarının uçlarını ısırırlar." Aynı kökten gelen ise, şehirlerde yaşayanların davarlara verdikleri küsbe, hurma çekirdeği ve öğütülmüş hurma çekirdeği gibi hayvan yemlerine denilir. Bir toplumun develerinin bu tür yemleri yediğini ifade etmek için de: denilir. tabiri ile, âdeta hurma çekirdeği ile beslenmiş gibi semirmiş deve kastedilir. da oldukça hilekâr ve son derece zeki kişi demektir. Parmakları ısırmak ise, kişinin güç yetiremediği şeyleri elinden kaçırmaktan ötürü, yahutta değiştirmeye güç yetiremediği musibetlerle karşı karşıya gelen öfkeli ve kızgın kişinin davranışıdır. Burada ısırmak, dişlerle yapılan bir ısırmadır. Nitekim henüz çabuk geçip gitmiş bîrşey dolayısıyla eli ısırmak ve buna benzer, dişleri pişmanlıktan dolayı gıcırdatmak ve kederlenen kimsenin çakıl taşlarını sayması, yere çizgiler çizmesi gibi davranışlar da bu kabildendir. Bu şekilde ısırmak, "dâd" harfi ile yazılır. Zamanın musibeti anlamındaki da ise, noktalı "ti" ile yazılır. Nitekim şair (Ferazdak) şöyle demiştir: "Ve ey Mervan'ın oğlu, zamanın musibetleri mal diye bir şey bırakmadı. Kökü tamamıyla kurumuş olan yahut da geriye azıcık bir kalıntıdan başkasını." Parmak uçları'nın tekili, şeklinde gelir Ebû'l-Cevzâ bu âyeti okuduğunda, burada sözü geçenler İbâdiyedir, dermiş. İbn Atiyye der ki: Bu nitelik, Kıyâmet gününe kadar bid'at ehlinin bir çoğunda sözkonusu olabilir, Yüce Allah'ın: "«Öfkenizle ölün» de. Gerçekten Allah göğüslerin özünü çok İyi bilendir." Denilse ki: Şanı yüce Allah bir şeye ol dediği zaman o da derhal olur, gerçeği varken nasıl olur da ölmediler. Şöyle cevap verilir: Böyle bir soruya iki türlü cevap verilebilir: Bu hususta Taberî ve pek çok müfessir şöyle demiştir: Bu, onlara yapılan bir bedduadır. Yani, ey Muhammed de ki: Ölünceye kadar Allah sizin kin ve öfkenizi devam ettirsin. Bu açıklamaya göre, yüzlerine karşı bu sözlerle onlara beddua etmesi -yüzlerine karşı onlara lanet etmekten farklı olarak- uygundu. İkinci cevap: Âyetin anlamı şudur: Sen onlara arzuladıklarını ele geçiremeyeceklerini bildir. Çünkü ölümr onların bu arzularının gerçekleşmesine engeldir. Bu açıklamaya göre, beddua anlamı yoktur. Geriye ise azarlama ve onları öfkelendirme manası kalmaktadır. İşte bu mana Müsafir b. Ebî Amr'ın şu sözü de buna uygun bir anlam ihtiva etmektedir: "O bizim aslımız hakkında dahi kötü temennide bulunur, Biz de kim kıskançlık ederse onun gözünü patlatırız." Yüce Allah'ın şu âyeti de bu anlamı andırmaktadır: "Kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de yardım etmeyeceğini sanıyor ise, derhal tavana bir ip bağlasın, sonra da koparsın" (el-Hacc, 22/15) 120Sîzlere bir İyilik dokunursa bu, onları üzer. Ama size bir kötülük dokunursa buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını kuşatandır. Yüce Allah'ın: "Sizlere bir İyilik dokunursa bu, onları üzer" âyetinde "sizlere... dokunursa" anlamındaki fiili, es-Sülemî, "yâ" ile, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Lâfız, hoşa giden ve gitmeyen her şey hakkında umumîdir. Müfessirlerin sözünü ettikleri bolluk, kuraklık, mü’minlerin toplanıp biraraya gelmeleri, aralarına tefrikanın düşmesi ve buna benzer çeşitli açıklamalar, bir takım örneklendirmelerden ibarettir. Açıklamalar arasında bir farklılık yoktur. Âyet-i kerimenin İfade ettiği mana şudur: Bu kadar aşıfı derecede düşmanlık beslemek, kin duymak, mü’minlere gelen sıkıntılardan dolayı sevinmek gibi niteliklere sahip olanlar, sırdaş edinilmeye ehil ve lâyık kimseler değildir. Özellikle de dünya ve âhiretin kazanılması kendisine bağlı olan cihad ve oldukça büyük böyle bir işte bu, sözkonusu edilmemelidir. Şu beyiti söyleyen şair ne güzel demiş: "Her bir düşmanlığın zamanla ortadan kalkması umulabilir Sana kıskançlık duyduğu için düşmanlık edenin düşmanlığı müstesna." "Sabreder" yani, onların eziyetlerine katlanır, itaate ve mü’minleri de veli ve dost edinmeye devam eder "ve sakınırsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez." Ayet-i kerimedeki "size hiçbir zarar veremez" anlamındaki: âyeti (Nâfi' tarafından): şeklinde okunmuştur. (Bu okuyuşa görede) bu fiil: arar vermek anlamına gelir. Şanı yüce Allah onların zararlarının sözkonusu olmamasını sabır ve takva şartına bağlamaktadır. O bakımdan bu âyet, mü’minlere teselli ve onların maneviyatlarını bir güçlendirme sadedindedir. Derim ki: İki el-Haremî ile Ebû Amr da bu kelimeyi önceden de açıkladığımız gibi şeklinde; dan gelmiş gibi okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Bir zararı yoktur" (eş-Şuarâ, 26/50) âyeti de buradan gelmektedir. Âyet-i kerimedeki bu kelimede "ya" harfinin hazf edilmesi ise, iki sakinin bir arada olmasından ötürüdür. Çünkü, "radıyallahü anh" harfinin ötresi hazf edilecek olursa, geriye "radıyallahü anh" harfi de sakin, "yâ" harfi de, kalacağından, "yâ" harfi hazf edilmiştir. "Yâ" harfinin hazf edilmesinin daha uygun gelmesi ise, ondan önce ona delâlet edecek bir şeyin ("dad" harfinin esresinin) bulunmasıdır. el-Kisaî ise, kendisinin: şeklinde ("yâ" yerine "vav"lı) kullanışını (Araplardan) işittiğini nakletmiş ve şeklindeki okuyuşu da câiz kabul etmiştir. Ayrıca, Ubey b. Kabin kıraatinde bu kelimenin diye okuduğunu da iddia etmiştir. Kûfeliler ise şeklinde "râ" harfini şeddeli ve ötreli olarak okumuşlardır. Bu da Zarar verdi"den gelmektedir. Bunun "fe" harlı takdiri ile merru' olması mümkündür. "Size zarar vermez" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Her kim iyilikler yaparsa Allah onların mükâfatlarım verecektir," el-Kisaî ve el-Ferrâ''nın görüşü budur. Yahud da bu fiil, takdim takdiri ile de merfu olabilir, Sîbeveyh de abu şekildeki kullanışab örnek olmak üzere şu mısraı nakleder: "Şüphesiz ki senin kardeşin eğer yere yıkılacak olursa, sen de yere yıkılırsın. Bu da şu demek olur: Şayet sabreder ve sakınırsanız, (onların hilesinin) size zararı olmaz. Bu fiilin meczum olması da caizdir. "Radıyallahü anh" harfi İse, iki sakinin yanyana gelişi dolayısıyla -ötreden sonra ötreyi tabi kılmak suretiyle-ötreli okunmuştur: Aynı şekilde "radıyallahü anh" harfini üstün okuyanlar da fiili meczum kabul ederek böyle okumuşlardır. "Râ" harfinin üstün okunuşu da iki sakinin yanyana gelmesi ve fethanın hafifliği dolayısıyladır. Bunu da Ebû Zeyd, el-Mufaddal'dan Âsım'dan rivâyet etmiştir. Bu açıklamaları da el-Mehdevi nakletmektedir. en-Nehhâs da şunu nakletmektedir: el-Mufaddal ed-Dabbî ise, Âsım'dan; şeklinde, iki sakinin yanyana gelmesinden ötürü "râ" harfini esreli okuduğunu İddia etmektedir. 121Hani sen, mü’minleri Savaş için duracakları yerlere yerleştirmek İçin erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın. Allah Semi’dir, Alîm’dir. Yüce Allah'ın: "Hani sen... erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın" âyetinde yer alan: "İz: Hani" kelimesinde mukadder bir fiil amel etmektedir ki, ifadenin takdiri: Hatırla ki sen, erkenden -yani sabahleyin- ayrılmıştın, şeklindedir. "Aile halkının yanından" âyeti, Âişe'nin yanından, evinden ayrılmıştın, demektir. "Mü’minleri Savaş için duracakları yerlere yerleştirmek için, erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın. Allah, Semî’dir, Alîmdir" âyetinde sözü edilen gazve Uhud'dur. Bu âyet, bütünüyle onun hakkında nazil olmuştur. Mücâhid, el-Hasen, Mukâtil ve el-Kelbî de bu gazadan kasıt Hendek gazasıdır, demişlerdir. Yine el-Hasen'den bunun Bedir günü diye açıkladığı da nakledilmektedir. Ancak Cumhûr, bunun Uhud gazvesi olduğu görüşünü benimsemiştir. Yüce Allah'ın: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu" diye başlayan bir sonraki âyet de buna delil teşkil etmektedir. Çünkü sonraki âyette sözü geçen bu durum Uhud günü olmuştu. Müşrikler, Bedir gününün intikamını almak üzere üçbin kişilik bir ordu ile Medine'nin üzerine yürümüşlerdi. Medine'nin karşısında, vadinin kıyısında bulunan Uhud yakınlarında konaklamışlardı. Müşrikler, buraya hicretin otuzbirinci ayının başında, hicretin üçüncü yılı Şevval ayının onikisine rastlayan Çarşamba gününde varmışlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da henüz Medine'de iken Perşembe günü de orada kalmışlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında kılıcında bir parça körelmenin olduğunu ve bir takım ineklerin boğazlandığını, elini de oldukça sağlam bir zırha soktuğunu gördü. O, bu rüyasını şöylece yorumladı: "Ashabımdan bir gurup kişi öldürülecek, Ehl-i Beyt'imden de bir kişi bu öldürülecekler arasında bulunacaktır. Sağlam zırh ise Medine'dir." Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Bütün bunlar da bilindiği gibi bu gazada gerçekleşmişti. "Yerleştiriyordun" fiilinin aslı, şeklindeki mastarı ile yer edinmek demektir, Hazret-i Peygamber'in: "Bana kasten yalan uyduran bir kimse cehennemdeki yerini hazırlasın." âyetinde de bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Orada kendisine bir yer edinsin, demektir. Buna göre "mü’minleri.,, yerleştirmek için" âyeti, onları Savaşta dizmek için anlamındadır. Beyhakî'nin Enes (radıyallahü anh)'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda kendimi âdeta bir koçun terkisine biniyormuşum gibi gördüm. Kılıcımın keskin tarafını kırılıyor gördüm. Bunu ben, kavmin (Kureyşlilerin) koçunu öldürmek diye te'vil ettim. Kılıcımın keskin tarafının kırılmasını da Ehli Beyt'imden, yakınlarımdan birisinin öldürülmesi diye te'vil ettim." Hazret-i Hamza şehid edildi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müşriklerin sancaktarı olan Talha’yı öldürdü. Mûsa b. Ukbe de İbn Şihab'dan şöyle dediğini nakleder: Muhacirlerin sancaktan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisi olup şöyle demiştir: Ben Âsım'ım! İnşaalîalı (beraberimdekileri koruyacağım). Said b. Osman'ın kardeşi Talha b. Osman el-Lahmî ona: Ey koruyacağım iddia eden (Âsım), teke tek çarpışmaya var mısın? deyince, adam; Evet, dedi. Bu adam çabuk davranıp Talha'nın başına bir kılıç darbesi indirdi. Ve bu kılıcını adamın sakalına varıncaya kadar vurdu ve onu öldürdü. Böylelikle müslümanların sancaktarının onu öldürmüş olması, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın rüyasında gördüğünü ifade ettiği: "Bir koçun terkisine biner gibiyim" şeklindeki ifadesini doğrulamaktadır. 122O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar. Yüce Allah'ın; "Hani" âyetinde âmil; "Yerleştiriyordun" fiili, yahut "Semdir, Alîm'dir" âyetidir. Sözü geçen "İki takım"dan kasıt ise, Hazreclilerden Selimeoğulları ile Evs'den Hariseoğullarıdır. Bunlar Uhud günü ordunun iki kanadını oluşturuyorlardı. "Bozulmaya yüz tutmuştu" âyeti ise, korkaklığa kapılmak üzere idi, anlamındadır. Buhârî'de Câbir (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz: tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi" âyeti bizim hakkımızda nazil olmuştur. Sözü geçen iki takım biz Hariseoğulları ile Selime oğullarıyız. Bununla birlikte biz, bu âyet-i kerîme keşke inmese idi, diye temenni etmiyoruz. Çünkü Yüce Allah'da: "Halbuki onların dostu Allah idi" diye buyurmaktadır. Bir başka görüşe göre bunlar, Harisoğulları ile Hazrecoğulları ve Nebîtoğullarıdır. Nebît ise, Evsoğullarından Amr b. Mâlik'tir. Dağılmaktan kasıt ise, korkaklığa kapılmaktan ibarettir. Sözlükte de bu böyledir. İki kesimin dağılıp bozulmaya yüz tutması ise, Medine'den çıkıştan sonra Abdullah b. Ubeyy'in, beraberinde bulunan münafıklarla geri dönmesi sırasında olmuştu. Yüce Allah, onların kalplerini sebat vererek geri dönmediler. İşte Yüce Allah'ın: "Halbuki onların dostu Allah idi" âyeti bunu ifade etmektedir. Yani, bu isteklerini gerçekleştirmeye karşı kalplerini koruyan O olmuştu. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Savaşa çıkmayıp oturmak istediler. Bu ise onlar için küçük bir günahtı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu bozuluş (yani Savaşa çıkmamak isteği), sadece içlerinden geçen bir düşünce idi. Onlar bunu hatırlarından geçirmişlerdi. Yüce Allah da Peygamberini bu hususa muttali kıtarak, basiretlerini daha bir artırmış oldu. Bu şekilde bir gevşeme eğilimi, onların kasti olarak yapmak istedikleri birşey değildi, O bakımdan Allah da onları korudu. Biri ötekini (bundan dolayı) yerdi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çıkıp gittiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müşrikleri göreceği bir yere varıncaya kadar yoluna devam etti Medine'den bin kişilik bir kuvvet ile çıkmıştı. Ancak, Abdullah b. Ubey b. Selûl, kızarak üçyüz kişi ile birlikte geri dönmüştü. Kızmasının sebebi de, düşman üzerlerine gelecek olursa, Medinede oturup orada Savaşma görüşünü ifade etmekle birlikte, görüşüne muhalefet edilmesiydi. O, bu görüşüyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın görüşünü de paylaşmış oluyordu. Ancak, Ensar'ın çoğunluğu bunu kabul etmemişti. -İleride gelecektir-. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), müslümanlarla birlikte Medine'nin dışına çıktı ve aralarından yüce Allah'ın kendilerine şehidlik lütfettiği kimseler şehid oldu. Mâlik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Ulmd günü muhacirlerden dört kişi, ensardan da yetmiş kişi öldürüldü. -Allah hepsinden razı olsun-. (Bir önceki âyette geçen): "Duracak yerler" anlamındaki “.....” kelimesi, oturma yeri demek olan “.....” ln çoğuludur. Anlam itibariyle duracak yer (mevkıf) gibidir. Ancak, bunun "oturmak" anlamındaki “.....” lâfzı, bir yerde sabit olmayı anlatır. Özellikle de okçular, yerlerinde oturan kimselerdi. İşte, Uhud gazvesine dair açıklamalar kısaca bundan ibarettir, İleride yeteri kadar açıklamalar gelecektir, O gün müşriklerle birlikte başlarında Halid b. Velid'in bulunduğu yüz at (lı) vardı. Müslümanların ise, yalnızca bir atı vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gazvede yüzünden yara aldı ve alt çenesinin sağındaki Ön dişi atılan bir taşla kırıldı. Başındaki miğferi de yarıldı. Allah, ümmetine ve dînine yapmış olduğu hizmetleri karşılığında peygamberlerinden bir Peygambere sabrına karşılık verdiği mükâfatların en üstünü ile onu mükâfatlandırsın. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu şekilde zarar veren kişiler Leysoğullarından Amr b. Kamia ile Utbe b. Ebi Vakkas idiler. Şöyle de denilmiştir: Büyük fakih Muhammed b. Müslim b. Şihab (ez-Zührîb'nin dedesi olan Abdullah b. Şihab), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın alnını yaralayan kişidir el-Vakidî der ki: Bizce sabit olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzüne taş atan kişinin, İbn Kamia'dır. Onun dudağını kanatan ve ön dişini kıran kişi ise, Utbe b. Ebi Vakkas'dır Yine el-Vakidî, isnadını kaydederek Nafi' b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, muhacirlerden bir kişiyi şöyle derken dinledim: Uhud'da hazır bulundum. Dört bir yandan okların yağdığını, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da bu okların ortasında yer aldığını ve bütün bunların ona isabet etmesinin önlendiğini gördüm. Ben, Abdullah b. Şihab ez-Zührî'nin de o gün şöyle dediğini gördüm: Bana Muhammed'i gösterin, bana Muhammed'i gösterin; eğer o kurtulursa kurtulmayayım, diyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, beraberinde hiçbir kimse bulunmaksızın onun yanıbaşında duruyordu. Sonra da onun yanından geçip gitti, Bu hususta Safvân kendisine sitem edince de: Allah'a yemin ederim onu görmedim Allah'a yemin ederim ki o, bize karşı korunmaktadır. Biz, onu öldürmek üzere kendi aramızda dört kişi olarak sözleşmiş ve antlaşmıştık. Fakat bunu bir türlü gerçekleştiremedik, dedi. Taşlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın üzerine yağarcasına geldi. Nihayet bir çukura düştü. Bu çukuru Ebû Âmir er-Rahib, müslümanlara bir tuzak hazırlamak kastıyla kazmış idi. Hazret-i Peygamber, yanı üzere çukura düşünce, Talha doğruluncaya kadar onu kucakladı. Ebû Said el-Hudri'nin babası Mâlik b. Sinan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yarasından kan emdi. Başındaki miğferde bulunan iki halka da Resûlüllah'ın yüzüne batmıştı. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ise onları dişleriyle çekmeye çalışmış ve iki ön dişi bundan dolayı düşmüştü. O bakımdan Ebû Ubeyde'nin ön dişleri yoktu ve bu ona âdeta bir güzellik veriyordu. -Allah ondan razı olsun.- Yine bu gazada Hamza (radıyallahü anh) şehid düştü. Onu Vahşi öldürdü. Vahşi, Cübeyr b. Mut'im'im kölesi idi. Cübeyr de kendisine: Eğer Muhammed'i öldürecek olursan, atların yularlarını sana veririz (önderimiz yaparız), demişti. Eğer Ali b. Ebî Tâlib'i öldürürsen, hepsi siyah gözlü yüz deve veririz. Eğer Hamza'yı öldürürsen, sen hürsün, demişti. Vahşi ise şöyle demişti: Muhammed'e gelince, onun Allah tarafından bir koruyucusu vardır. Kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim çıktıysa mutlaka onu öldürmüştür. Hamza'ya gelince, o da kahraman birisidir Bununla birlikte denk düşürüp onu öldüreceğimi umarım. Hint de, Vahşi bu işe hazırlandığı yahut yanından geçtiği her seferinde: Haydi Ebû Deseme! Yüreğimizi soğut, sen de rahatla! diyordu. Vahşi, bir kayanın arkasında pusuda yattı. Hazret-i Hamza da müşriklerden bir topluluğun üzerine bir hamle düzenlemişti. Hamle yapıp geri dönüp yanından geçince, ona attığı mızrak isabet etti ve Ölü olarak yere yıkıldı. -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve Allah ondan razı olsun-. İbn İshak der ki: Hint, Hazret-i Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı, ağzına koyup çiğnedi. Ancak, onu yutamadı. Ağzından dışarıya fırlatıp, daha sonra yüksekçe bir kayanın üzerine çıkarak, avazı çıktığı kadar bağırıp şu beyitleri okudu: "İşte biz size Bedir gününün karşılığını verdik Savaştan sonra Savaş, elbetteki alevli olur Utbe'nin (Bedir’de) öldürülüşüne dayanamıyordum Kardeşimin de onun amcasının da ve Bekrimin de. Şimdi içimi rahatlattım ve adağımı yerine getirdim Ey Vahşi, göğsümdeki kini susturdun. Yemin olsun ki, Vahşi'ye teşekkür borcum vardır Kabrimde kemiklerim çürüyünceye kadar." Usâse b. Abbâd b. Abdulmuttalib'in kızı Hint de Ona, şu şekilde cevab verdi: "Sen Bedir'de de Bedir'den sonra da rezil oldun Ey ileri derecede kâfir ve son derece müfteri kişinin kızı! Yüce Allah, sabahleyin erkenden karşına aydınlık yüzlü, uzun boylu Hâşimîleri çıkardı Ellerinde delip geçen kesici her bir kılıç bulunan! Hamza benîm arslanım, Ali benim kartalım; Hani, Şeybe ve baban bana kötülük etmek istemişlerdi de Her ikisinin de göğsü kana bulanmıştı. Senin o kötü adağın ise en kötü bir adaktır!" Abdullah b. Revâha da, Hamza (radıyallahü anh) için şu ağıtı yakmıştı: Ağladı gözüm, ağlaması da gerekir Fakat ağlamama da, feryadın da yok faydası O Allah'ın arslanı için hani, sabahleyin şöyle demişlerdi: İşte Hamza! Öldürülen yiğit adamınız! Bütün müslümanlar için musibet oldu, onun orada ölümü Resûlüllah için de bu bir musibetti. Alâ'nın babası! Senin şehadetinden dolayı yıkıldık hep birlikte Sense, çok üstün, iyilik sahibi ve hakları gözetendin. Cennetlerde Rabbinin selâmı olsun sana İçinde zeval bulmayan nimetlerin bulunduğu Ey hayırlı Hâşim oğulları! Sabredin Çünkü sizin bütün işleriniz hoştur, güzeldir, Allah Rasûlü sabredendir, kerimdir Konuştu mu O, Allah'ın emriyle konuşur. Yok mu, benden Lüeyy'e şu sözü ulaştıracak: Bugünden sonra devran dönecektir. Bilmediler ve tadmadılardı bugünden önce; Susamışı suya kandıran darbelerimizi. Unuttunuz Bedir kuyusuna attıklarımızı Hani sabahleyin o çabucak gelen ölüm gelmişti size O sabah, yere yıkılmıştı Ebû Cehil Kuşlar leşi etrafında döner dururdu, Utbe ve onun oğlu da yıkıldılar hep birlikte. O keskin kılıç ise, Şeybe'yi ısırmıştı. Ve bizim Ümeyye'yi kan revan içerisinde bırakışmaz Göğsünde saplanmış bir mızrak ile; Rabîaoğullarının tepelerini soruyorsunuz İşte bizim kılıçlarımız o tepelere inen darbelerden körelmisler. Hamza öldü diye sevincini izhar etme ey Hind! Çünkü sizin izzetiniz de bir zillettir. Ey Hind, ağlamana devam et ve usanmadan ağla! Çünkü Sensin çokça gözyaşı döken, çokça kederli ve yakınlarını kaybetmiş kadın," Hazret-i Hamza'nın kızkardeşi Safiyye de onun için bir mersiye söylemişti. Bu da Siyret'te zikredilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Yüce Allah'ın: "Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar" âyetine gelince, buna dair açıklanacak tek bir husus vardır. O da "tevekkül"e dair yapılacak açıklamalardır. Tevekkül; sözlükte acizliğini ve başkasına güvenip dayandığım izhar etmek demektir. Bir kişi, başkasına güvenip dayanarak kendi işini göremeyecek olursa; “.....” denilir, İlim adamları, tevekkülün gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Seni b. Abdullah'a tevekkülün mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle demiştir: Bazıları tevekkül; gelenlere peşinen razı olmak ve mahlukattan ümit kesmek demektir. Bir başka kesim ise tevekkül; sebepleri terk edip, sebeplerin müsebbibine yönelmek demektir. Eğer sebep kişiyi müsebbipten alıkoyacak olursa, o kişinin yaptığı o işe tevekkül denilmez, demişlerdir Sehl ise şöyle demektedir: Kim tevekkül sebebe yapışmayı terketmekle gerçekleşir derse, şüphesiz ki o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine karşı çıkmış olur. Çünkü şanı yüce Allah: "Artık ele geçirdiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin" (el-Enfâl, 8/69.) diye buyurmaktadır. Ganimet ise, kulun kazancı ile ele geçirilen bir şeydir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık boyunlarının üstüne ve onların her parmağına vurun." (el-Enfâl, 8/12) Bu da bir ameldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Muhakkak Allah, (çalışıp kazanan) meslek sahibi kulunu sever diye buyurmaktadır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı da Seriyye'den gelecek ganimetten ödenmek üzere birbirlerine borç verirlerdi. Sehl'den başkaları da şöyle demişlerdir: Genel olarak fukâhanın görüşü budur. Bu görüşe göre: Yüce Allah'a tevekkül, Allah'a güvenmek, O'nun takdir ettiği hükmün mutlaka gerçekleşeceğine kat’i olarak inanmak, yemek yemek, içmek, düşmandan sakınmak, silah hazırlamak, şanı yüce Allah'ın sünneti gereğince mûtâd olan şeyleri kullanmak gibi, mutlaka yerine getirilmesi gereken sebepleri yerine getirmek hususunda da onun Peygamberinin sünnetine tabi olmaktır. Sufilerin muhakkik olanları da bu görüştedirler. Şu kadar var ki, onların kanaatine göre, bu sebepleri yerine getirmek suretiyle tatmin olup kalbin sebeplere yöneltilmesi halinde tevekkül ismini almaya hak kazanılmaz, Çünkü sebepler, tek başlarına ne bir menfaat sağlayabilir, ne bir zarar Önleyebilir. Aksine, sebep de sonuç da şanı yüce Allah'ın fiilidir. Hepsi O'ndandır ve O'nun meşîeti ile gerçekleşir. Tevekkül eden kişi, ne vakit bu sebeplere kalbi ile meyledecek olur ise, artık o, bu isimden (mütevekkillikten.) sıyrılmış olur. Diğer taraftan tevekkül edenlerin de iki hali sözkonusudur. Birincisi, tevekkül hususunda sağlamlaşmış kişinin halidir. Böyle bir kimse kalbi ile bu sebeplerden herhangi birisine iltifat etmez ve ancak bu konudaki emir gereğince sebepleri yerine getirir. İkincisi ise, bu duruma gelmemiş olanın halidir ki, o da kimi zaman bu sebeplere iltifat etmekle birlikte, ilmi yollarla, kat'i burhanlarla ve halî zevkleriyle bunlara iltifatı nefsinden uzaklaştırır. O, bu durumunu, şanı yüce Allah, lütfü ile kendisini sağlam mütevekkillerin makamına ulaştırıncaya ve anilerin derecesine çıkartıncaya kadar devam ettirir. 123Yemin olsun ki siz, düşkünler iken Bedirde Allah size zafer vermişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız. Âyetin tefsiri için bak:125 124Hani sen mü’minlere; "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun. Âyetin tefsiri için bak:125 125Evet, sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Gazaları ve Bunlar Arasında Bedircin Yeri: Şanı yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki siz, düşkünler İken Bedir'de Allah size zafer vermişti" âyetinde sözünü ettiği Bedir gazvesi, hicretin onsekizinci ayında, Ramazan ayının onyedisine rastlayan cuma günü cereyan etmişti Bedir, bir suyun bulunduğu ve o suyun bölgeye ismini verdiği bir yerdir. Şa'bî der ki: Bu su, Bedir adında Cüheyne'li bir adama aitti. O yere de bu ad verilmişti. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Vâkidî ve başkaları derler ki: Bedir, belli bir yerin adıdır. Başka bir şeyden aktarılmış (nakledilmiş) bir isim değildir. İleride yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nde (8/11. âyet-i kerimenin tefsirinde) Bedir'e dair açıklamalarda da bu husus gelecektir. "Düşkünler" kelimesinin buradaki anlamı, sayıca az kimseler demektir. Çünkü, o sırada mü si umanların sayısı üçyuz onüç yahut üçyüz ondört kişi idi. Düşmanları ise, dokuzyüz ile bin kişi idi. "Düşkünler" kelimesi, 'in çoğuludur. Burada bu (düşkünlük; zül) istiare yoluyla kullanılmış bir isimdir. Yoksa onlar, kendi özleri itibari ile aziz kimseler idiler. Şu kadar var ki, düşmanlarına ve yeryüzünde bulunan bütün kâfirlerin toplamına nisbetle sayıları düşünülecek olursa, onların düşkün görülmeleri ve yenilgiye uğramaları gerekirdi. Nasr, (mealde; zafer); yardım demektir. Allah, Bedir günü onlara yardım etmişti. O günde müşriklerin ileri gelenleri öldürülmüştü. Ve İslâm, o günün temeli üzerine bina edilmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ilk Savaşı idi. Müslim'in Sahihinde Büreyde'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onyedi gaza yapmış ve onların sekiz tanesinde fiilen çarpışmıştır." Yine Müslim'de İbn İshak'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Zeyd b. Erkam ile karşılaştım, ona şöyle sordum; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kaç gazada bulundu? O; Ondokuz gaza yaptı, dedi. Peki sen bunlardan kaçında onunla birlikte bulundun, diye sordum, bu sefer: Onyedi gazada bulundum dedi. Yine: Hazret-i Peygamberin yaptığı ilk gaza hangisidir? diye sordum, O: Zatü'l-Useyre veya Zatü'l-Uşeyr dedi. Bütün bunlar; tarih ve siyer bilginlerinin kabul ettiklerine muhalif görülmektedir. Muhammed b. Sa'd, Tabakat adlı eserinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın gazvelerinin sayısı yirmiyedidir. Seriyye sayısı ise elli altıdır. Bir başka rivâyette de kırk altıdır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Savaştığı gazveler ise, Bedir, Uhud, Mureysi', Hendek, Hayber, Kurayza, Feth (Mekke'nin fethi), Huneyn ve Taif gazalarıdır. Yine İbn Sa'd der ki: Bize nakledenlerin İcma ile söyledikleri bunlardır Kimi rivâyetlerde de Hazret-i Peygamber, Nadiroğulları, Hayber dönüşü, Va'di'l Kura ve el-Gabe gazvelerinde de Savaşmıştır. Bu husus böylece ortaya çıktığına göre, şunları söyleyebiliriz: Zeyd de Bureyde de her biri kendi bildiklerini veya şahit olduklarını anlatmıştır. Zeyd'in: "Hazret-i Peygamber'in ilk gazvesi Zutü'l-Useyre (el-Uşeyre) gazvesidir" şeklindeki sözü de aynı şekilde tarih ve siyer bilginlerinin söylediklerine muhaliftir. Muhammed b. Sa'd der ki: Zatül-Uşeyre gazvesinden önce, Hazret-i Peygamber'in bizzat yaptığı üç tane gazve daha vardır. İbn Abdi’l-Berr de; "ed-Durer fi'l-Meğazi ve's-Siyer" adlı eserinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat katıldığı ilk gazvesi, Safer ayındaki Ebvâ gazvesidir. Şöyle ki, Hazret-i Peygamber Rebiül-evvel ayının onikisinde Medine'ye ulaştı. Rebiül-evvel ayının geri kalan zamanını Medine'de geçirdiği gibi, o yılın geri kalan süresini ve hicretin ikinci yılından da Saler ayına kadar olan süreyi Medine'de geçirdi. Daha sonra sözü geçen yılın Safer ayında Medine'ye Saad b. Ubâde'yi yerine vekil bıraktı ve Veddan'a kadar gitti. Orada Damraoğulları ile bir banş antlaşması yaptı. Oradan Medine'ye Savaşmaksızın geri döndü. İşte Ebvâ'a gazvesi diye bilinen gazve de budur. Sonra, Medine'de aynı yılın Rebiü'l-evvel ayma kadar kaldı. Daha sonra, aynı yıl içerisinde Medine'ye es-Saib b. Osman b. Maz'ûn'u yerine vekil tayin edip, Medine'nin dışına çıktı ve Radvâ tarafında Bavat denen yere kadar gitti. Ondan sonra da Medine'ye Savaşmaksızın geri döndü. Daha sonra Rebiul-ulâ ayının geri kalan süresi ile Cuma de'kıla'nın bir miktarını Medine'de geçirdikten sonra Medine'nin dışına gazada bulunmak üzere çıktı, Medine'ye de Ebû Seleme b. Abdülesed'i vekil bıraktı. Milk yolu üzerinden Zatül-Useyre'ye doğru yola koyuldu. Derim ki: İbn İshak, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben ve Ali b. Ebî Tâlib, Yenbû'un iç taraflarındaki Zatü'l-Uşeyre gazvesinde iki yol arkadaşı idik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya varıp konaklayınca, orada bir ay kadar bir süre ikâme etti. Orada Mudlicoğulları ile onların Damraoğullarından anlaşmalıları olanlarla bir barış antlaşması akdetti. Alî b. Ebi Talib bana şöyle dedir Ey Ebû'l- Yakzân (Ammar'ın künyesi), ne dersin, şu kendilerine ait (hurmalıktaki) pınar başında çalışan Mudlicoğullarına mensup bir topluluğun yanına gidip onların nasıl çalıştıklarını bir görelim mi? Biz de onların bulundukları yere gittik, bir süre onların çalışmalarını seyrettik. Daha sonra uyku bizi bürüdü. Biz de toprağı bol bir yerde küçük arıların bulunduğu bir yere gittik ve orada uyuduk. Allah'a yemin ederim ki, bizi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip ayağıyla uyandırıncaya kadar uyanmadık. Resûlüllah bizi uyandırınca, o topraklardan üstümüz başımız bulanmış olduğu halde kalkıp oturduk. İşle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o gün Ali'ye- (toprağa bulanmış olduğundan dolayı) "Bu ne hal Ey Ebû Turab (toprağın babası)! dedi. Biz de Hazret-i Peygambere durumumuzu anlatınca şöyle buyurdu: "Ben sizlere insanlar arasında en bedbaht iki adamın kimler olduğunu haber vereyim mi?" Biz: Bildir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle buyurdu: "Semud kavminden o dişi deveyi kesen Uhaymir ile ey Ali, sana şuranın üzerine vuran -deyip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elini başına koydu- ve bu darbesi dolayısıyla da senin şuranı kana bulayacak olan kişidir" dedi ve elini de sakalının üzerine koydu. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cumadelûlâ'nın geri kalan'süresi ile Cumadeul-âhire'den bir kaç gün daha orada kaldı ve orada Mudlicoğulları ile barış antlaşması yaptıktan sonra Savaşmaksızın geri döndü. İşte bundan birkaç gün sonra Bedir gazvesi meydana geldi. İşte, tarih ve siyer bilginlerinin hakkında şüphe etmedikleri husus budur. Buna göre Zeyd b. Erkam, ancak kendi bildiği bir hususu anlatmış olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Zatü'l-Uşeyre'ye "Zatül-Useyr ve Zatül-Uşeyr" de denilir. İşte bundan sonra büyük Bedir gazvesi olmuştur ki, bu da o gazvede bu lunanlar için en üstün, en faziletli ve en büyük gazvedir. İlim adamlarının bü yük bir topluluğunun kanaatine göre, Allah, melekleri ile Peygamberine ve mü’minlere bu gazvede yardımcı olmuştur. Ayetin zahiri de buna delalet etmektedir. Yardım, Uhud'da değil de bu gazvede olmuştur. Bu yardımın Uhud gününde olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki...Bedir'de Allah size zafer vermişti" âyetinden "şükretmiş olasınız" âyetine (yani, 123. âyet-i kerimeye) kadar olan bölümü iki ifade arasında bir ara cümlesi olarak kabul etmektedir. İşte Amir eş-Şabînin görüşü budur. Ancak, diğerleri ona muhalefet etmişlerdir. Diğer taraftan meleklerin Bedir günü Savaşta bulunduğu ve çarpıştıklarına dair rivâyetler, ardı arkasına gelmiş ve birbirini pekiştirmektedirler. Bunlardan birisi de Ebû Useyd Mâlik b. Rabia’nın sözleridir. Ebû Useyd, Bedir günü hazır bulunanlardan idi. O şöyle demiştir: Şu anda sizinle birlikle Bedir'de bulunsam ve gözlerim görseydi, ben sizlere meleklerin çıkıp geldikleri dağ yolunu hiçbir şüphe ve tereddüde kapılmaksızın gösterecektim. Ebû Useyd Mâlik b. Rabia'nın bu sözünü, Akil, ez-Zührî’den, o, Ebû Hazım Seleme b. Dinar yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Ebi Hatim der ki: ez-Zührî'nin Ebû Hazım yoluyla bu tek hadisten başka yaptığı bir rivâyeti bilinmemektedir. Ebû Useyd ise, denildiğine göre Bedire katılanlar arasında en son vefat eden kişidir. Bunu, Ebû Ömer elîstîâb adlı eserinde ve başkaları da ifade etmişlerdir. Müslim'in Sahih'inde de Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Bedir günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere baktı, onların bin kişi, ashabının ise üçyüz ondokuz kişi olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- kıbleye yöneldi, sonra da ellerini uzatarak Rabbine şöylece seslenmeye başladı: "Allah'ım, bana olan vadini gerçekleştir. Allah'ım, bana vadettiğini ver, Allah'ım, eğer şu müslümanlar topluluğu helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet olunmayacaktır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış olarak Rabbine seslenmeye devam edip durdu, Sonunda ridâsı omuzlarının üzerinden düştü. Ebû Bekir yanına varıp rîdasını aldı ve tekrar omuzlarına koydu. Daha sonra arkasında durup şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar niyaz ettiğin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği vadini yerine getirecektir. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: Şüphesiz Ben, size, meleklerden birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim; diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) âyetini indirdi. Ve yüce Allah, meleklerle Peygamberine yardım etti. Ebû Zumeyl der ki: İbn Abbâs bana şunları anlattı: O gün müslümanlardan bir kişi önündeki müşriklerden birisini hızlıca takip ederken, üst taraflardan bir kamçı darbesi sesi ve bir süvarinin şöyle dediğini işitti; İleri ey Hayzûm! Önündeki müşrike baktı ve sırt üstü yere yıkıldığını gördü. Yere düşen bu müşriğe bakınca da burnunun kırılmış ve yüzünün de -bir kamçı yemişçesine- yarılmış ve yüzünün her tarafının morarmış olduğunu gördü. Ensar'dan olan bu kişi gelip bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatınca, Hazret-i Peygamber de: "Doğru söyledin, bu üçüncü semadan yardıma gelen meleklerdendir." O gün müslümanlar, yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisin geri kalan bölümleri de yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nin sonlarında (8/67. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Böylelikle sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm de Cumhûrun dediğini destekler mahiyette vârid olmuştur. Yüce Allah'a hamd olsun. Harice b. İbrahim'den o, babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Cebrâîl'e: "Bedir günü meleklerden ilerle ey Hayzum! diyen kimdi?" diye sorunca, Cebrâîl de: "Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki ey Muhammed" diye cevap verdi. Ali (radıyallahü anh)'dan nakledildiğine göre, insanlara irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiş: Ben, Bedir kuyusundan su çekmek isterken hiçbir şekilde benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr gelip gitti. Daha sonra yine -ondan önce eseni müstesna- benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr daha esti. (Hazret-i Ali'den bunu rivâyet eden kişi) dedi ki: Zannederim bir şiddetli rüzgârdan daha söz etti. Birinci rüzgâr, Cebrâîl idi. O, bin melek ile birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yardımına geldi. İkinci rüzgâr ise; bin melek ile birlikte gelen Mikâil idi. Bunlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağında yer aldılar. Ebû Bekr de onun sağında idi. Üçüncü rüzgâr ise İsrafil idi. O da bin melek ile birlikte gelip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın solunda yerini aldı. Ben de sol kanatta idim. Sehl b. Huneyf (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Bedir günü, bizim herhangi birimizin kılıcı ile müşrikin kafasına işaret etmekle birlikte kılıcımız daha başına ulaşmadan kafasının vücudundan kopup düştüğünü görüyorduk. er-Rueyyı' b. Enes'den dedi ki: Bedir günü insanlar, melekler tarafından öldürülenleri, kendilerinin öldürdüklerinden boyunlar ve parmaklar üzerinde ateşte dağlanmışçasına bir alâmetten ayırt edebiliyorlardı. Bütün bunları, Beyhakî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Melekler de fiilen çarpışıyorlardı. Kâfirlere vurdukları darbelerin alâmeti apaçık belli oluyordu. Çünkü, darbelerinin isabet ettiği her bir yerde ateş alevi ortaya çıkıyordu. O kadar ki Ebû Cehil, İbn Mes'ûd'a: Beni sen mi öldürdün (sanıyorsun)? Hayır, beni bütün gayretlerime rağmen kılıcımın ucu atının tırnağına dahi ulaşmayan bir kişi öldürdü, demiştir. Meleklerin sayıca çok oluşunun faydası ise, mü’minlerin kalbine sükûn vermekti. Çünkü yüce Allah, bu melekleri Kıyâmet gününe kadar cihad edecek melekler kılmıştır. Allah için sabredip ecrini Allah'tan bekleyen herbir orduya melekler de katılır, onlarla birlikte Savaşırlar. İbn Abbâs ve Mücâhid der ki: Melekler ancak Bedir günü çarpışmışlardır. Bunun dışındaki günlerde ise, Savaşta hazır bulunurlar, fakat Savaşmazlar. Onlar, yalnızca bir sayı çokluğu veya bir yardım gücü teşkil ederler. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Meleklerin çokluğunun faydası, dua ve tesbih etmeleri ve o gün Savaşanların sayısını artırmalarıdır. Bu görüşe göre melekler Bedir günü çarpışmamışlar, sadece mü’minlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlardır. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Katâde der ki: Bu olay Bedir günü olmuştu. Yüce Allah mü’minlere önce bin melek ile yardım göndermiş, sonra da bunlar üçbin melek olmuşlardı. Daha sonra da beş bin melek oldular. İşte Yüce Allah'ın; "Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da, O da: Muhakkak Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) âyeti ile; "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi (Âl-i İmrân, 3/124) âyeti ile: "Evet, sabreder sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Rabbiniz sim nişanlı beş bin melekle yardım edecektir" (Âl-i İmrân, 3/125) âyetinde anlatılanlar bunlardır. Mü’minler, Bedir günü sabrettiler, Allah'tan korktular, sakındılar. Allah da vâdettiği üzere beş bin melek ile onlara yardım gönderdi. Bütün bunlar Bedir günü olmuştu. el-Hasen der ki: Bu beşbin melek, Kıyâmet gününe kadar mü’minler için yardımcı bir güç kalmaya devam edecektir. en-Nehaî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına Bedir günü şöyle bir haber ulaşmıştı: Muhariboğullarından Kürz b. Cabir, müşriklere yardımcı olmak istiyor. Bu ise hem Peygambere hem müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine de yüce Allah: "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi?" âyetinden itibaren "... nişanlı beşbin melekle yardım edecektir" âyetine kadar olan bölüm nazil oldu. Kürz yolda iken müşriklerin bozguna uğradıkları haberini alınca, onlara yardıma gelmedi ve geri döndü. Yüce Allah da mü’minlere beşbin melek ile yardım göndermedi. Daha önceden ise, bin melek ile onlara yardım edilmişti. Şöyle de denilmiştir: Allah, Bedir günü mü’minlere, itaati üzere sabreder ve haramlardan sakınacak olurlarsa bütün Savaşlarında da onlara yardımcı göndereceğini vâdetmişti. Onlar Ahzap günü dışında sabretmediler ve yasaklarından çekinmediler. Bunun için yüce Allah da (Ahza) Gazvesi'ndeb Kurayzaoğullarını muhasara etmeleri üzerine onlara yardımcılar göndermişti. Şöyle de denilmiştir: Bu yardım, Uhud günü gerçekleşmişti. Allah, sabrettikleri takdirde onlara yardımcılar göndereceğini vâdetmişti. Onlar ise sabretmediler, o da tek bir melekle dahi onlara yardım etmedi. Eğer, onlara yardım gönderilmiş olsaydı bozguna uğramazlardı. Bu açıklamayı da İkrime ve ed-Dahhâk yapmıştır. Saa'd b. Ebi Vakkasdan şöyle dediği sabit olmuştur: Ben, Bedir günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağ ve solunda beyaz elbiseleri bulunan iki adam gördüm. Bunlar onun önünde alabildiğine çetin bir şekilde Savaşıyorlardı. Bu iki kişiyi ne önceden görmüştüm, ne de sonra gördüm; ' buna ne dersiniz? diyene şu şekilde cevap verilir: Belki de bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a has bir durumdu. Allah, özel olarak ona, onu savunmak üzere iki melek göndermiş olabilir. Bu ise, Ashab-ı Kirama gönderilmiş bir yardım değildir. Meleklerin inmesi, şanı yüce Rabbin bizzat muhtaç olmadığı yardım sebeplerinden bir sebeptir. Böyle bir sebebe Yüce Rab değil, yaratıkların ihtiyacı vardır. O halde, kalbimiz yalnızca Allah'a taalluk etmeli, yalnızca Ona güvenmelidir. Sebepli sebepsiz biricik yardımcı Odur, "O, bir şeyi dilerse, Ö'nun emri sadece ona: Ol, demesidir. O da oluverir," (Yâsîn, 36/82) Ancak yüce Allah bunu, insanlar eskiden beri devam edegelen ve kendilerine emretmiş olduğu şekilde sebeplere yapışsınlar diye haber vermektedir. "Ve sen, Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın." (el-Ahzâb, 33/62) Bunun da tevekküle aykırı bir tarafı yoktur. Ayrıca bununla: Sebepler, ancak zayıflar için bir sünnet olmuştur. Yoksa güçlüler için değil, diyenlerin görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü asıl güçlü olanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı idi Onların dışındakiler de zayıfların tâ kendileridir. Fiilin şekli, kötülüklerde yardım etmeyi, şekli ise, hayırda, iyi hususlarda yardım etmeyi ifade etmek için kullanılır ki, buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hayve kelimesini, "z" harfi esreli ve şeddesiz olarak okumuştur. Yardımı beraberlerinde indirenler olarak, demektir. İbn Âmir ise "z" harfini şeddeli ve üstün olarak, çokluk anlamı İfade edecek şekilde okumuştur Daha sonra Yüce Allah: "Evet" diye buyurmakta ve ifade burada tamam olmaktadır. "Sabreder" ifadesi bir şarttır. Yani düşman ile karşılaşmanız halinde sabreder ve "sakınırsanız" demek olup, bu da ona atfedilmiştir. O'nun masiyetinden sakınırsanız demektir. Cevabı da: Yardım edecektir" âyetidir. " Bu cihetlerinden" âyeti, geldikleri bu taraftan demektir. Bu açıklama, İkrime, Katâde, el-Hasen, er-Rabi, es-Süddî ve İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Bunun; gazap ve öfkelerinden... anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklama Mücâhid ve ed-Dahhâk’tan nakledilmektedir. Çünkü onlar, Uhud günü, Bedir günü gördükleri ve çektiklerinden ötürü bayağı öfkelenmiş idiler, Ancak bu kelimenin (mastar olarak) asıl anlamı, bir şeyi kast etmek ve ciddiyetle, ısrarla, gayretle o işe yönelmek, koyulmak demektir. Bu da Tencere kaynayıp taştı, ifadesinden alınmıştır İse, öfkeyle dolup taştı, demektir. Duraksamadan ve derhal o işi yaptı, manasına gelir. ise, tencereden taşan şey manasına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Ve tandır kaynayıp taştı" (Hûd, 11/40) diye buyurulmaktadır. Şairde şöyle demiştir: "Tencereleri taşar üzerimize, biz de (ona su ve benzerî şeyler katarak) onun kaynayıp taşmasını önleriz." Yüce Allah'ın: "Nişanlı" kelimesi "vav" harfi üstün olarak ism-i mef'ûldür. İbn Âmir, Hamze, el-Kisaî ve Nâfi'in kıraati bu şekildedir. Belli birtakım alamet ve nişanları bulunanlar olarak, demektir. Şeklinde "vav" harfi esreli okunursa; ism-i fail olur. Bu da Ebû Amr, İbn Kesîr ve Âsım’ın kıraatidir. Önceki manaya gelme ihtimali de olabilir. Yani bunlar, birtakım alâmetler ile hem kendilerini, hem de atlarını nişanlanmışlardı. Taberî ve başkaları da bu kıraati tercih etmiştir. Çoğu müfessir de şöyle demiştir: Bu şekilde "vav" harfinin esreli okunuşu, onlar baskın ve hücumda atlarını serbest bırakmışlar olarak, salmışlar olarak demektir. el-Mehdevî, bu mananın "vav" harfinin üstün okunuşu halinde sözkonusu olacağını zikretmiştir. Yani yüce Allah onları kâfirler üzerine böylece göndermişti. İbn Fûrek de böyle açıklamıştır. Birinci kıraat ile ilgili olarak ilini adamları, meleklerin nişan ve alâmetleri hususunda farklı görüşler onaya atmışlardır. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve diğerlerinden rivâyet olunduğuna göre melekler, uçlarını omuzları arasına saldıkları beyaz birtakım sarıklar sarmışlardı. Bunu, Beyhakî, İbn Abbâs'tan naklettiği gibi, el-Mehdevî de ez-Zeccâc'dan nakletmiştir. Ancak Cebrâîl (aleyhisselâm), ez-Zübeyr İbn Avvâm'io sarığına benzer sarı bir sarık sarmıştı. İbn İshak da böyle demiştir. er-Rabi der ki: Onların nişanları siyah beyaz renkli atlar üzerinde bulunmaları idi. Derim ki: el-Beyhakî, Süheyl b. Amr (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, Bedir günü siyah beyaz renkli atlar üzerinde sema ile arz arasında nişanlı bir takım kimseler gördüm. Bunlar, hem müşriklerden adam öldürüyor, hem esir alıyorlardı. Burada Süheyl'in ayrıca "nişanlı" ifadesini kullanması, siyah beyaz renkli atların âyet-i kerimede sözü geçen nişanın kendisi olmadığını gösterir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mücâhid de der ki: Meleklerin atlarının kuyrukları ve yeleleri kesilmiş, alınlarında ve kuyruklarında renkli yünler ile sade yünden alâmetler bulunuyordu. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre melekler, Bedir günü atlarının alın ve kuyruklarına beyaz yün ile nişan koymuşlardı. Abbâd b. Abdullah b. ez-Zübeyr ile Hişam b. ürve ve el-Kelbî de şöyle demişlerdir: Melekler, Zübeyr gibi üzerlerinde omuzları arasına uçları sarkıtılmış sarı sarıklar giyinmiş oldukları halde indiler. ez-Zübeyr’in iki oğlu Abdullah ve Urve de böyle demişlerdir Abdullah der ki: Zübeyr (radıyallahü anh)’in sarık olarak kullandığı, sarı bir çarşaftan ibaretti. 4. Askeri Birliklerin Nişan ve İşaretleri: Derim ki: Âyet-i kerîme, kabile ve askerî birliklerin bir takım nişan ve işaretler edinmelerine delil teşkil etmektedir Bunları, sultan (halife veya komutan) onlar için tayin ve tesbit eder. Böylelikle Savaş esnasında her bir kabile ve birlik diğerlerinden ayırt edilebilir. Aynı şekilde âyet-i kerîme, meleklerin bu türden atlar sırtında gelmiş oldukları dolayısıyla, ablak asiyah beyaz renklib atların faziletine de delildir. Derim ki: Meleklerin bu tür atlar üzerinde gelmeleri, el-Mikdâd'ın atına benzemesi için olabilir. Çünkü onun atı da ablak idi ve orduda başka bir at da yoktu. O bakımdan melekler el-Mikdad'a ikram için ablak atlar üzerinde İnmiş olabilirler. Nitekim Hazret-i Cebrâîl de ez-Zübeyr gibi sarı bir sarık sarınmış olarak inmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Âyet-i kerîme yün giyinmeye de delil teşkil etmektedir. Peygamberler de salih kimseler de yün giyinmişlerdir. Ebû Dâvûd ve -lâfız kendisinin olmak üzere- İbn Mâce, Ebû Burde'den, o, babasından şöyle dediğini rivâyet ederler: Babam bana dedi ki: Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunduğumuz sırada yağmur üzerimize yağdıktan sonra yanımızda bulunmuş olsaydın, bizim koyunlar gibi koktuğumuzu görürdün. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'da yenleri dar, yünden bir Bizans cübbesi giyinmiştir. Bunu da hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir. Hazret-i Yûnus da yün cübbe giyinmiştir. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar, Yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/80. âyet, 3- başlıkta) gelecektir. 6. Meleklerin. Atlarının Şekli ve Mücâhid'in ifadeleri: Derim ki: Mücâhid'in nakline göre, meleklerin atlarının kuyruklarının ve yelelerinin kesilmiş olma ihtimali uzaktır. Çünkü, Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde (Sünen'inde) Utbe b. Abd es-Sulemî den, onun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinlediği rivâyet edilmektedir: "Atların perçemlerini de yelelerini de kuyruklarım da kesmeyiniz. Çünkü atların kuyrukları, onların kendilerini korudukları araçları, yeleleri onların ısıtıcısıdır. Hayır ise onların alınlarında düğümlenmiştir." Buna göre Mücâhid'in bu sözünün kabul edilebilmesi için meleklerin atlarının bu şekilde olduklarını ortaya koyan ayrıca bir nakli gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca âyet-i kerîme beyaz ve sarı renginin güzelliğine de delil teşkil etmektedir. Çünkü melekler bu renkte sarıklar giyinmiş oldukları halde inmişlerdi. İbn Abbâs der ki; Sarı ayakkabı giyenin ihtiyacı giderilir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz, Çünkü o, giyindiğiniz elbiselerin en hayırlısıdır. Ölülerinizi de beyaz renkli elbiselerle kefenleyiniz, Sarıklar ise Arapların tacları ve elbiseleridir." Rükâne –ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile güreşmiş, Hazret-i Peygamber de onun sırtını yere yıkmıştı- şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinledim: "Bizlerle müşrikler arasındaki fark başımızdaki berelerimizin üzerine sarık sarmamızdır." Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir, Buhârî der ki: Bu hadisin senedinde meçhul raviler vardır. Ve onlardan kimin kimden hadis işittiği bilinmemektedir. 126Bunu (yardımı) Allah sîze sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın dîye yaptı. Yoksa zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'tandır. Yüce Allah'ın: "Bunu, Allah size sırf bir müjde olsun., dîye yaptı" âyetindeki zamir, gönderilen yardıma aittir. Bu ise melekler yahut yardım vaadi veya yardım göndermekten ibarettir. Buna da yüce Allah'ın: "Yardım edecektir" âyeti delil teşkil etmektedir. Zamir, nişan ve alâmete veya meleklerin indirilmesine yahut da gönderilecek meleklerin sayısını bildiren ifadelere de ait olabilir. Çünkü, beşbin kişi bir sayıyı ifade etmektedir. "Ve kalpleriniz bununla yatışsın diye" anlamını ifade eden âyette, "diye" anlamını veren "lâm," lanv-ı key diye bilinir. Yani, kalplerinizin bununla yatışıp huzur bulması için o bunu böyle yaptı. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve korumak için böyle yaptık." (Fussilet, 41/12) O semâyı korumak üzere Allah bunu böyle yaratmıştır, anlamındadır. "Yoksa zafer" yani mü’minlere yardım "ancak Azîz ve Hakim olan Allah'tandır." Kâfirlerin zafere ulaşması bunun kapsamına girmez. Çünkü kâfirlerin galip gelmeleri, ancak ve ancak yardımsızlıkla ve yenilgiye uğramakla etrafı kuşatılmış kötü akibet ve hüsranla çevrelenmiş bir mühlet vermekten ibarettir. 127Küfre sapanların bir kısmını kessin, yahut kedere boğsun da ümitsiz olarak geri dönüp gitsinler diye. "Küfre sapanların bir kısmını" öldürmek suretiyle "kessin" âyetine gelince; âyetin nazmı (ifade dizilişi) şöyledir: Yemin olsun Allah, küfre sapanların bir kısmını kessin diye Bedir'de size yardım etmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yardım -Allah bu yolla küfre sapanların bir kısmını kessin diye- ancak Allah'tandır. Bunun; "Size... yardım edecektir" âyeti ile ilgili olması da mümkündür. Yani, küfre sapanların bir kısmını kessin diye size yardım edecektir. Bundan kasıt ise, Bedir günü öldürülen müşriklerdir. Bu açıklama da el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. es-Süddî de der ki: Bununla kast edilenler, Uhud günü öldürülen müşriklerdir-. Bunlar onsekiz kişi idi. "Onları kedere boğsun." Onları üzüntüye gark etsin, demektir. (Bu kelimenin bu anlamda kullanılışına örnek olmak üzere) Rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Talha'nın yanına gelmiş, oğlunun kederli, üzüntülü (mekbût) olduğunu görünce: Bu neden böyle? diye sormuş, ona devesi öldü diye cevap verilmiştir. Bu kelimenin aslı, kimi dilcilerin naklettiklerine göre, şeklindedir, bu ifade, üzüntü, keder ve öfke onların ciğerlerine isabet eder ve işler manasınadır. Burada "dâl" harfi "te'ye dönüştürülmüştür. Nitekim, Başını tıraş etti" ifadesinde de "te" ile "dâl" harfi birbirine dönüştürülebilmektedir. ise, Allah düşmanı püskürttü ve zelil etti, manasına gelir. (......) ifadesi de ciğerine isabet ettirdi, demektir. Meselâ, keder ciğerini yaktı, yahut düşmanlık ciğerini yaktı tabirleri kullanılır. Araplar da düşmanı kastetmek üzere "ciğeri kara" tabirini kullanırlar, Şair el-A'şâ der ki: "Bir topluluğa gitmek için zorlanmana gelince, İşte asıl düşmanlar ve kara ciğerliler onlardır." Sanki ciğerler, aşın düşmanlıktan dolayı kavrulmuş da kararmış gibidir. Ebû Miclez ise bu kelimeyi, şeklinde "dal" harfi ile okumuştur. Hâib (ümitsiz kimse); ümidi kesilmiş kimse demektir. İstediğini elde edemeyen kimse hakkında kullanılır. "Hayyâb" ise ateş yakmakla sonuçlanmayan çakış demektir. 128Elinde emirden birşey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları için onları azaplandırır. Âyetin tefsiri için bak:129 129Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder; Allah Gafûr'dur, Rahîm’dir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberin Kavmine Bedduası: Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Uhud günü ön dişi kırılmış, başı yaralanmıştı. Bunun üzerine akan kanlarını silmeye ve şöyle demeye koyulmuştu: Peygamberleri kavmini Yüce Allah'a davet edip durduğu halde. Peygamberlerinin başını yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felâh bulabilir!" Bunun üzerine yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. ed-Dahhâk der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere beddua etmek isteyince, Yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Peygamber, toptan imha edilmeleri için beddua etmek üzere izin istedi. Ancak, bu âyet-i kerîme nazil olunca, onlardan bazılarının müslüman olacaklarını anladı. Nitekim, aralarında Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, İkrime b. Ebî Cehil ve başkalarının bulunduğu pek çok kimse de onlardan îman etmiş idi. Tirmizî"nin de rivâyetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dört kişiye beddua ediyordu. Şanı yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" âyetini indirdi. Allah onları İslâm'a hidâyet etti. (Tirmizî) der ki: Bu, hasen, garip, sahih bir hadistir. Yüce Allah'ın: "Ya onların tevbesini kabul eder" anlamındaki âyetin: "Küfre sapanların bir kısmını kessin" âyetine atfedildiği söylenmiştir. Yani, yüce Allah, ya küfre sapanların bir kısmını kessin yahut bozguna uğratmakla onları kedere boğsun yahut onların bir kısırımın tevbelerini kabul etsin, ya da bir kısmım azaplandırsın, demektir. Ya, yahut, veya" edatı, Tâ ki; ve ancak... sa, anlamında olur. Nitekim şair İmruu'l-Kays bu şekilde bu edatı şöylece kullanmıştır: "Yahut da (tâ ki) ölelim de mazur görülelim." İlim adamlarımız der ki: Hazret-i Peygamberin: "Peygamberlerinin başını yaralayan bir kavim nasıl iflah olabilir!" şeklindeki sözü, kendisine böyle bir şeyi yapanların hidâyete muvaffak kılınmalarını uzak gördüğünü ortaya koymakla birlikte, yüce Allah'ın: "Elinde emirden bir şey yok" âyeti, onun uzak gördüğü şeyin yakın bir ihtimal olduğunu ifade etmekte, müslüman olabilecekleri umudunu aşılamaktadır. Hazret-i Peygamber'e bu hususta ümit verilince: "Allah'ım! Sen benim kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye dua buyurmuştur. Nitekim Müslim'in Sahihinde İbn Mes'ûd’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı, kavmi kendisini vurduğu için yüzünden akan kanları "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye silen peygamberlerden bir peygamberin halini anlatırken görür gibiyim. İlim adamlarımız derler ki; İbn Mes'ûd'un hadisinde anlatan kişi de, durumu nakledilen kişi de bizzat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisidir. Buna delil de Hazret-i Peygamber'in Uhud günü Ön dişi kırılıp yüzü yaralarınca, bu işin ashabına oldukça ağır gelmesi ve onların: Keşke onlara beddua etsen, demeleri üzerine, Hazret-i Peygamber'in: "Şüphesiz ki ben, lanet okuyan bir kişi olarak gönderilmedim. Aksine ben, bir davetçi ve bir rahmet olmak üzere gönderildim. Allah'ım! Kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmezler" şeklinde açık ve sarih olarak gelen hadisi buna delildir. Sanki Hazret-i Peygambere, bu husus, Uhud'daki bu durum vukua gelmeden önce vahiy ile bildirilmiş ve bu peygamberin kimliği ona tayin edilmemiş gibidir. Bu durum kendi başına gelince, naklettiğimiz bu hadisin delili ile kastedilenin kendisi olduğu ortaya çıkmış oldu. Yine bunu, Hazret-i Ömer'in Hazret-i Peygambere söylediği şu söz de açıklamaktadır: Anam-babam sana feda olsun Ey Allah'ın Rasûlü, gerçekten Nûh, kavmine: "Rabbim, yer yüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma" (Nûh, 71/26) diyerek beddua etmiştir. Sen de bize bu şekilde beddua edecek olursan kimse kalmamak üzere toptan helâk oluruz. Halbuki senin sırtına basıldı, yüzün kanatıldı, ön dişin kırıldı. Bununla birlikte hayırdan başka bir şey söylemeyi kabul etmeyerek: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur Çünkü onlar bilmezler, dedin." Hazret-i Peygamber'in: "Peygamberlerinin ön dişini kıran bir topluluğa, Allah, ileri derecede gazab eder" şeklindeki ifadesinde kastedilen ise; bu işi fiilen yapan kimsedir. Biz, bu kişinin ismini bu konudaki farklı görüşlerle birlikte zikretmiş bulunuyoruz. Durumun, özellikle bu işi yapana has olduğunu söylememizin sebebi ise, Uhud'da bulunanlardan bir topluluğun İslâm'a girmiş olup bunların güzel bir şekilde İslama bağlanmış olmalarıdır. 2. Sabah Namazında Kunut: Kûfeli ilim adamlarından birisi, bu âyet-i kerimenin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın, sabah namazının son rekatinde rükûdan sonra yaptığı kunûtu nesh ettiğini iddia etmiş ve bu hususta İbn Ömer'den gelen hadisi de delil göstermiştir. Buna göre İbn Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı sabah namazının son rekatinde rükûdan başını kaldırdıktan sonra şöyle buyururken dinlemiş: "Allah'ım, Rabbimiz, sonunda da hamd yalnız sanadır" dedikten sonra: "Allah'ım, filâna ve filâna lanet et" demesi üzerine, şanı yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları İçin onları azaplandırır" âyetini indirdi. Bunu, Buhârî rivâyet etmiştir. Müslim de bunu, Ebû Hüreyre'den daha geniş olarak rivâyet etmiştir. Ancak, bunda nesih sözkonusu değildir. Şanı yüce Allah bununla, elinde emirden bîrşey olmadığına dair Peygamber efendimizin dikkatini çekmekte ve onu uyarmaktadır. Gayba dair Allah'ın kendisine bildirdiğinden başkasını bilemeyeceğini, işin bütünüyle Allah'a ait olduğunu haber vermektedir. O, dilediği kimsenin tevbesini kabul eder, dilediği kimseyi de acilen cezalandırır. İfadenin takdiri de şöyledir: Emirden elinde bir şey yok. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ne senin, ne onların; yalnız Allah'ındır, O, dilediğine mağfiret eder, dilediğinin de tevbesini kabul eder. Buna göre nesih diye bir şey sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Elinde emirden bir şey yok" âyeti her bir işin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu açıkça ortaya koymakta, böylelikle Kaderiyye'nin ve onlardan başkalarının görüşleri de reddolunmaktadır. 3- Sabah Namazında ve Diğer Namazlarda Kunut İle İlgili Görüşler: İlim adamları, sabah namazında ve diğer namazlarda kunut hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Kûfeliler, sabah namazında olsun, diğer (farz.) namazlarda olsun kunut yapmayı kabul etmezler. Leys, Mâlik’in arkadaşı olan Yahya b. Yahya el-Leysî el-Endenlüsî'nin görüşü de budur, Şa'bî de bunu kabul etmez. Muvatta’''da İbn Ömer'den nakledildiğine göre o, hiçbir namazda kunut yapmazdı. Nesâî'de de şu rivâyet vardır: Bize Kuteybe, Haleften haber verdi. O, Ebû Mâlik el-Eşcaî'den, o, babasından dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın arkasında namaz kıldım. Kunut okumadı. Ebû Bekir'in arkasında namaz kıldım o da kunut okumadı, Ömer'in arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Osman'ın arkasında da namaz kıldım o da kunut okumadı. Ali'nin arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Sonra şöyle dedi: Oğulcağızım o, bir bid'attir. Bir görüşe göre de sabah namazında her zaman, diğer namazlarda ise müslümanların başına bir musibet geldiği vakit kunut okur. Bu görüşü, Şâfiî ve Taberî ifade etmiştir Bir başka görüşe göre kunut, sabah namazında müstehabtır. Bu görüş Şâfiî'den rivâyet edilmiştir. el-Hasen ve Suhnûn ise kunut sünnettir, demişlerdir. Ali b. Ziyad'ın Mâlik'ten kunutu kasti olarak terkedenin namazı iade edeceğine dair naklettikleri rivâyet bunu gerektirmektedir, Taberî ise, kunûtu terketmenin, namazı ifsad edici olmadığına dair icma bulunduğunu nakletmektedir el-Hasen'den nakledildiğine göre ise, kunutu terketmek, sehiv secdesi gerektirir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî ise, Said b. Abdülaziz'den, sabah namazında kunut yapmayı unutan kimse hakkında sehiv secdesi yapar, dediğini nakletmektedir. Mâlik ise, rüküdan önce kunut yapmayı tercih etmiştir. İshak'ın görüşü de budur. Yine Mâlik'ten, rükûdan sonra kunut yapacağına dair rivâyet yapılmıştır. Bu şekildeki kunut dört halifeden de rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu Şâfiî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür, Ashab-ı Kiram'dan bir topluluktan ise bu hususta, namaz kılanın muhayyer olduğunu ifade ettikleri görüşü rivâyet edilmiştir. Dârakutnî de sahih bir sened ile Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumaya devam edip durdu. Ebû Dâvûd da "el-Merâsîl" adlı eserinde, Halid b. Ebi İmrân'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mudarlılara beddua ederken, Cebrâîl ona gelerek: "Sus" diye işaret etti, o da sustu. Daha sonra Cebrâîl şöyle dedi: Ey Muhammed, şüphesiz ki Allah, seni, ne sövüp sayan, ne de lanet okuyan birisi olarak göndermiştir. O, seni ancak bir rahmet olmak üzere gönderdi. Seni bir azâb olasın diye göndermedi. "Elinde emirden hiç bir şey yok. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalim oldukları İçin onları azaplandırır." Daha sonra Cebrâîl Hazret-i Peygambere şu kunûtu öğreterek dedi ki; "Allah'ım, şüphesiz biz, yalnız Senden yardım dileriz. Yalnız Senden mağfiret dileriz. Sana îman eder, Sana zillet ve İtaatle boyun eğeriz. Sana karşı nankörlük edenleri hal’ (iktidardan alaşağı) eder, terk ederiz. Allah'ım, yalnız Sana ibadet eder, Sana namaz kılar ve secde ederiz. Sana doğru gelir, hizmetine koşarız. Rahmetini umar ve kesin azabından korkarız. Şüphesiz Senin azâbın kafirlere yetişir." 130Ey Îman edenler! Kat kat fâiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felâh bulasınız. Âyetin tefsiri için bak:132 131Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız. Âyetin tefsiri için bak:132 132Allah'a ve Peygamber’e itaat edin ki, rahmete eresiniz. Yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler! Kat kat fâiz yimeyin" âyetindeki bu fâiz yasağı, Uhud ile ilgili açıklamalar arasına gelmiş bir ara cümlesi gibidir. İbn Atiyye der ki: Ben, bu hususta rivâyet edilen herhangi bir şey bilmiyorum. Derim ki: Mücâhid dedi ki: Onlar, belli bir vadeye bir şey satarlar, vade gelince, bu ödeme vaktini daha da ertelemek üzere o bedelin miktarını artırırlardı. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey îman edenler! Kat kat fâiz yemeyin" âyetini indirdi. Derim ki: Diğer masiyetler arasında özellikle faizi sözkonusu etmesi, şanı yüce Allah'ın: "Eğer yapmazsanız (faizden vazgeçmeyecek olursanız), Allah ve Rasûlünden size Savaş açılmış olduğunu biliniz" (el-Bakara, 2/279) âyetinde, Allah'ın Savaş ilan etmiş olduğundan dolayıdır. Savaş ise, öldürülmenin habercisidir. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Eğer faizden sakınmayacak olursanız, bozguna uğrar ve öldürülürsünüz. Yüce Allah bununla, faizi terketmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, faizli işlemler yapıyorlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kat kat" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir, Katlanmış olarak" ifadesi ise, onun sıfatıdır. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Anlamı şudur: Arapların borçları kat kat artırdıkları o faizi yemeyin. Çünkü, fâiz isteyen kişi: -Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi: Borcunu mu ödersin, yoksa fâiz mi verirsin? derdi. "Katlanmış olarak" kelimesi ise, yaptıkları şekilde yıl be yıl bu borcun katlanmasının tekrarlandığına bir işarettir Bu pekiştirici ifade, onların yaptıkları işin ne kadar çirkin ve ne kadar şeni olduğunu göstermektedir, İşte bundan dolayı, özellikle borcun kat kat artırılma hali sözkonusu edilmiştir. Yüce Allah'ın; "Allah'tan korkun" yani, faizden elde ettiğiniz mallar hususunda Allah'tan korkup onları yemeyin. Daha sonra onları korkutarak: "Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız" diye buyurmaktadır. Bu tehdit, faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helal kabul eden kişi kâfir olur ve kâfir olduğuna hükmedilir. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı, sizden imanı söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir işten uzak durunuz. Çünkü, kimi günahlar kişinin imanının sökülüp alınmasını gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-babaya kötü davranış da bunlardandır. Bu hususta şöyle bir rivâyet de nakledilir: Alkame adındaki anne-babasına kötü davranan birisine, ölüm esnasında: Lâ ilâhe illâlah, de denilmiş, o, buna güç yetirememiş. Nihayet annesi gelip ondan razı olmuş. Akrabalık bağlarını koparmak, fâiz yemek, emanete hainlik de bu türden günahlar arasındadır, Ebû Bekr el-Verrâk, Ebû Hanîfe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kuldan imanın en çok nez' edildiği (çekilip alındığı) hal, ölüm esnasındaki haldir. Daha sonra Ebû Bekr (el-Verrâk) der ki: Îmanı söküp alan günahlara baktık, kullara zulmetmekten daha çabuk imanı söküp alan birşey göremedik. Bu âyet-i kerimede, Cehmiyyenin kanaatini reddetmek üzere ateşin mahlûk olduğuna delil vardır. Çünkü, olmayan birşeyin hazırlanmış olduğundan söz edilmez Daha sonra yüce Allah: "Allah'a ve Peygambere İtaat edin" diye buyurmaktadır. Yani, farzlar hususunda Allah'a, sünnetler hususunda da Peygambere itaat edin. "Allah'a itaat edin" âyeti ile faizin haram kılınışı hususunda ona itaat edin, "Rasûle itaat edin" âyetinde de, size, bunun haram olduğuna dair tebliğinde itaat edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. "... ki, rahmete erdirilesiniz" Allah size rahmet ihsan elsin diye. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 133Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete koşuşun. O, takva sahipleri için hazırlanmıştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Cennete ve Mağfirete Koşmak: Yüce Allah'ın: "Koşuşun" anlamındaki âyetini, Nâfi’ ve İbn Âmir, "vav"sız olarak; diye okumuşlardır. Medine ve Şamlıların Mushaflarında da böyledir. Yedi kıraat İmâmının geri kalanlarında ise bu kelime, "vav”lıdır. Ebû Ali der ki: Her iki husus da yaygın ve doğrudur. Bunu, "vav"lı okuyanlar, cümleyi cümleye atfettikleri için böyle okurlar. "Vav"sız okuyanlar isef ikinci cümlenin birinci cümle ile içice olması ve böylelikle de "vav" ile atfa ihtiyaç bırakmaması dolayısıyladır. "Müsaraat; koşuşmak" eli çabuk tutmak demek olup, "müfâale" veznindedir. Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifadeler de vardır. Anlamı şöyledir: Mağfireti gerektiren bir iş olan itaate koşuşun. Enes b. Mâlik ile Mekhûl, yüce Allah'ın: "Rabbinizden bir mağfirete... koşuşun" âyetini, ihram tekbirine (iftitah tekbirini İmâmla birlikte getirmeye) koşuşun demektir, diye açıklamışlardır. Ali b. Ebî Tâlib farzları edaya, Osman b. Affan ise ihlâsa koşuşun, diye açıklamışlardır. el-Kelbî ise, faizden tevbe etmeye koşuşun diye açıklamıştır. Savaşta sebata koşuşun diye açıklandığı gibi, başka açıklamalar da yapılmıştır. Âyet-i kerîme, bütün bunları kapsayan umumî bir buyruktur. "Öyleyse siz de hayırlarda birbirlerinizle yarışın" (el-Bakara, 2/148) âyeti ile aynı manayı dile getirmektedir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (Bakara Sûresi'nde işaret eden âyet-i kerîme açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete..." âyeti; eni, göklerle yerin eni kadar olan cennete...; takdirinde olup muzaf hazf edilmiştir Yüce Allah'ın: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, yalnız bir nefis gibidir." (Lukman, 31/28) âyetinde olduğu gibi. Bu da yalnızca bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir, takdirindedir. Şair de şöyle demektedir: "Sen, devenin böğürtüsünü keçi mi sandın? Yazıklar olsun Bana o keçi değildir. Şair burada: Onun böğürtüsünü keçinin meleme sesi mi sandın? demek istemektedir. Bu âyetin bir benzeri de Hadîd Sûresi'nde yer alan; "Eni yerle göğün eni gibi olan bir cennete..." (el-Hadid, 57/21) anlamındaki âyete benzemektedir. Bu âyetin te'vili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs der ki: Nasıl ki kumaşlar yayılıp, serilip ve biri diğerine ekleniyor ise, gökler ve yer de birbirine eklenecek, bir araya getirilecektir. İşte bu, cennetin enini teşkil eder. Boyunu ise Allah'tan başkası bilemez. Cumhûrun görüşü de budur. Böyle bir açıklamaya da karşı çıkılamaz. Çünkü, Ebû Zerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şu hadisi şerifi naklettiği bilinmektedir; "Yedi gök ile yedi yer, Kürsî'ye oranla ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış birkaç dirhem gibidir. Kürsî de Arşa göre, ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğünde bırakılmış bir halka gibidir." İşte bunlar (yani, Kürsî ile Arş) gökler ve yerden oldukça daha büyük yaratıklardır. Şanı yüce Allah'ın kudreti ise bütün bunlardan da büyüktür. el-Kelbî der ki; Cennetler dört tanedir: Adn cenneti, Me'vâ cenneti, Firdevs cenneti ve Naîm cenneti. Bunların herbirisinin eni, bir birine eklenecek olursa göğün ve yerin eni kadardır. İsmail es-Süddî der ki: Eğer gökler ve yerler kırılıp dökülecek ve hardal yapılacak olursa, her bir hardal tanesi karşılığında eni gökle yerin eni kadar olan bir cennet ortaya çıkar. Sahih hadiste de şöyle denilmiştir; "Şüphesiz ki, cennet ehli arasında en düşük makamlı olan kişi, yapabileceği bütün temennilerini yaptıktan sonra, yüce Allah'ın da kendisine: Sana bütün bu dileklerin ve bir de onların on misli kadarı vardır, diyeceği kimsedir." Bu hadisi Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmiş olup, bunu Müslim ve başkaları da kaydetmişlerdir. Yala b. Ebi Murre der ki: Ben, Heraklius'un Peygambere gönderdiği elçisİ olan et-Tenûhî ile kocamış bir yaşlı iken Hums şehrinde karşılaştım. Şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna Heraklius'un mektubunu götürdüm. Solunda duran bir adama bu mektup sabitesini uzattı. Ben: Bu mektubu okuyacak adamınız hanginizdir? deyince onlar: Hazret-i Muâviye'dir, dediler. Bir de baktım ki, benim adamımın (Heraklius'un) mektubunda şunlar yazılıdır: Sen, bana beni eni gökler ve yer kadar olan bir cennete davet ettiğin bir mektup yazdın. Peki ateş nerede? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Subhanallah. Peki, gündüz geldiği vakit gece nerede?” İşte bu delile benzer bir delili, Hazret-i Ömer de yahudilere karşı getirmiştir, Onlar, Hazret-i Ömer'e sizin: "Genişliği göklerle yer arası kadar olan bir cennet" şeklindeki sözünüze göre cehennem nerede kalıyor? (Hazret-i Ömer onlara benzer cevabı verince, bu sefer ona): Sen Tevrat'ta bulunana benzer bir cevap verdin, dediler. Şanı yüce Allah, eni söz konusu etmek suretiyle boyuna dikkat çekmektedir. Çünkü boy, çoğunlukla en ve genişlikten daha fazla olur. Eğer boy sözkonusu edilecek olursa, bu enin genişliği miktarına delâlet etmez. ez-Zührî der ki: Şanı yüce Allah sadece genişliğini nitelendirmektedir. Boyunu ise Allah'tan başka hiçbir kimse bilmez. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Astarları kalın ipekten yaygılara dayanmış haldedirler" (er-Rahmân, 55/54). Şanı yüce Allah astarı, bilinen en güzel süs kumaşı ile nitelendirmektedir. Çünkü bilindiği gibi elbiselerin yüzleri her zaman İçin astarlardan daha güzel ve daha sağlam olur. Araplar da: Enli ülke ve enli düzlük" derken, geniş ülke ve geniş düzlük demek isterler. Şair de der ki: "Genişliğine rağmen Allah'ın ülkesi, Takib edilen ve korkan kimse için âdeta bir avcının kemendi gibidir." Kimisi de şöyle demiştir: Burada ifade, Arapların istiâreli kullanımlarına uygun kullanılmıştır. Cennet, alabildiğine geniş ve enli, uçsuz bucaksız olduğundan dolayı bunun, gökler ve yerin eni zikredilerek anlatılması güzel düşmüştür. Nitekim bir kimseye: Bu bir denizdir, denildiği gibi, büyük bir canlı varlığa da: Bu bir dağdır, denilebilir. Âyet-i kerîme eni sınırlamak kastıyla zikredilmiş değildir. Yüce Allah bununla, gözümüzle gördüğümüz en geniş şeyden daha geniş olduğunu atlatmak istemektedir. Genel olarak ilim adamları, cennetin mahlûk ve halen mevcut olduğu kanaatindedir. Çünkü yüce Allah'ın: "O, takva sahipleri için hazırlanmıştır" âyeti bunu ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bu, Buhârî ile Müslim'de ve diğer hadis hitaplarında yer alan İsrâ hadisi ile diğer hadislerin açık nass ile ifade ettiği bir gerçektir. Mu'tezile ise, cennet ile cehennemin halihazırda yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Onlara göre yüce Allah, gökleri ve yeri katlayıp dürdükten sonra dilediği yerde cennet ve cehennemi yaratacaktır. Çünkü bunlar, mükâfat ve ceza ile amellerin karşılıklarının görüleceği birer yurttur. Dolayısıyle bu ikisi de amellerin karşılığının verileceği bir zamanda ve tekliften sonra yaratılacaklardır. Tâ ki, teklif yurdu ile amellerin karşılığının verileceği yurtlar, âhirette bir arada bulunmadığı gibi, dünyada da bu iki yurt bir arada bulunmasın. İbn Fûrek der ki: Kıyâmet gününde cennet artırılıp büyütülür, İbn Atiyye der ki; Bu ifadede cennet henüz yaratılmamış diyen Münzir b. Said ve diğerlerinin delil diye tutunacakları bir taraf vardır. Yine İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek'in: "Ona ilave edilir, arttırılır" şeklindeki ifadesi halen mevcut olan bir şeye işarettir. Şu kadar var ki, bu yapılacak ilave hususundaki kanaatini haklı gösterecek ve kesinleştirecek bir dayanağa ihtiyacı vardır. Derim ki: İbn Atiyye -Allah ondan razı olsun- bu sözlerinde doğruyu söylemiştir. Eğer, yedi gök ile yedi arz Kürsî'ye nisbetle yerin geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir kaç dirhem gibi ise, Kürsî de Arşa nisbetle geniş bir yer düzlüğünde bırakılmış bir halka gibi ise, şu anda cennet, âhirettekı şekli üzeredir. Ve eni göklerle yerin eni gibidir. Zira Arş, Müslim'in Sahihinde de varid olduğu üzere cennetin tavanıdır. Bilindiği gibi tavan, hem altındakileri ihtiva eder, hem de onlardan da fazladır. Bütün yaratıklar Arş'a nisbetle bir halkayı andırdığına göre, onun enini ve boyunu kudreti sonsuz, egemenlik alanının genişliği nihayetsiz ve O'nun yaratıcısı Allah'tan başka kim takdir edebilir ki? O, her şeyden yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh olandır. 134Onlar ki bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yenerler, insanları bağışlarlar. Allah iyilik edenleri sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Onlar ki... infak ederler" âyetinde dile getirilen bu husus, kendileri için cennetin hazırlanmış olduğu takva sahiplerinin nlteliklerindendir. Âyetin zahirinden, yapılması teşvik olunan şeyleri yapmaktan ötürü övgü ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. "Bollukta" yani, kolay zamanlarda "ve darlıkta" zor zamanlarda "İnfak ederler." Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Kelbî ve Mukatîl yapmıştır. Ubeyd b. Umeyr ile ed-Dahhâk da şöyle demektedir: Serrâ ve Darrâ, bolluk ve darlık zamanları demektir. Sağlık ve hastalık halleri diye de açıklanmıştır. Serrâ hayatta iken, Darrâ ise ölümden sonra vasiyyet etmek suretiyle infak etmek, diye de açıklanmıştır. Serrânın düğün ve ziyafetler, Darrâ'nın da musibet ve matemler zamanındaki infaka işaret olduğu söylendiği gibi, Serrâ'nın sizi sevindiren harcama -çocuklara ve yakınlara harcama gibi-, Darrânin ise düşmanlara (karşı) yapılan harcamalar olduğu da söylenmiştir. Serrâ'nın kişinin ziyafet verdiği ve hediye olarak bağışladığı şeyler, Darrâ’nın ise kişinin darlıktaki kimselere harcayıp onlara verdiği sadakalar olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Âyet-i kerîme, bütün hayırlı infakları kapsamaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Öfkelerini yenerler" diye buyurmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir Öfkenin yenilmesi, onun tekrar içe döndürülmesi demektir. tabiri, kişinin öfkesini yutup ses çıkarmaması, düşmanına bunun gereğini yapabilecek gücü bulmakla birlikte, öfkesini açığa vurmaması demektir, Su kabını doldurup ağzını kapatmayı anlatmak üzere; denilir. Suyun aktığı yerin kendisiyle kapatıldığı şeye de; (.........) denilir. Kırba ve tulumun ağzının kendisi ile kapatıldığı, köseleden ince uzun kesilmiş bağa, (........) denilmesi de buradan gelmektedir. ise, geviş getiren devenin ağzındakini tekrar karnına geri göndermesi halini anlatmak için kullanılır. Gevişini ağzına çıkarmadan önce içinde tutmasına da (...........) denildiği de olur. Bu açıklamaları ez-Zeccâc nakletmiştir. O bakımdan, deve ve dişi deve ağızlarına gevişi getirmedikleri zaman da bu Fiil kullanılır. Çobanın şu beyiti de bu kabildendir: "Hakîl (denilen yerde veya bitkiyi) otladıkları yer olan Zulebârik'ten Gevişlerini içlerinde saklı tuttuktan sonra yayıldılar," Şöyle de denilmiştir: Bu hayvanlar, korkup yoruldukları vakitlerde geviş getirmeyip içlerinde tutarlar Bahileli A'şâ da, hızlı bir şekilde deve kesen bir adamı ve kendisinden korkan develeri vasl'etmek üzere şöyle demiştir: "Olgunlaşmış develer dahi onu gördüğü, vakit, gevişlerim içlerinde yutarlar O kadar ki, o gevişleri içlerinde paramparça olur." Gam ve kederle dolu bir kişiye; denmesi de buradan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de başka yerlerde (bu kelime) şöylece kullanılmıştır: "kederinden gözüne ak düştü. Artık O, (kederini) bütünüyle yutmakta idi" (Yûsuf, 12/84); "Yüzü kapkara kesilir ve kendisi pek öfkelenir" (en-Nahl, 16/58); "Hani o kederli olduğu halde dua etmişti" (el-Kalem, 68/48). Gayz, gazabın aslını teşkil eder. Çoğunlukla bunlar bir arada bulunurlar. Fakat aralarında bir fark vardır. Çünkü, gayz'ın etkisi organlar üzerinde görülmez. Gazab ise böyle değildir. Herhangi bir fiil ile birlikte onun etkisi mutlaka organlar üzerinde ortaya çıkar. İşte bundan dolayı gazab, şanı yüce Allah'a İzafe edilmiştir. Zira gazab, şanı yüce Allah'ın kendilerine gazab olunanlara fiillerinden ibarettir. Bazıları da gayz'ı gazab ile tefsir etmişlerdir ki, pek iyi bir açıklama değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "İnsanları bağışlarlar" âyetinde geçen insanları affetmek (bağışlamak), -insanın hakkının bulunduğu ve affetmesinin câiz olduğu hallerde- çeşitli hayır türlerinden daha üstündür. Her hangi bir cezayı haketmekle birlikte bu ceza kendisine verilmeyen her kişi affedilmiş demektir. "İnsanlar" âyetinin anlamı hakkında da farklı görüşler vardır. Ebû'l-Âl-iyye, el-Kelbî ve ez-Zeccâc, "İnsanları bağışlarlar" âyeti ile kölelerinin bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu bir örnek olmak üzere güzel bir şeydir. Çünkü, köleler hizmet eden insanlardır. Ve köleler çokça hata ederler. Onlara da güç yetirmek kolay bir iştir. Onlara rahatlıkla ceza verilebilir. İşte bundan dolayı bu âyeti tefsir edenler, buna bunu örnek vermişlerdir. Meymûn b. Mehrân'dan rivâyet edildiğine görev birgün cariyesi, içinde sıcak yemek bulunan bir kab getirir. Yanında da misafirleri vardı. Bu cariye'nin ayağı birşeye takıldı ve yemeği Meymûn'un üzerine döktü. Meymûn onu vurmak isteyince cariye: Efendim sen yüce Allah'ın: "Öfkelerini yenerler" âyetinin gereğini yerine getir. O: Getirdim deyince, bu sefer; Ondan sonra gelen: "İnsanları bağışlarlar" âyetinin gereğini yerine getir, dedi. Meymûn yine: Seni affettim deyince, bu sefer cariye: "Allah iyilik edenleri sever" âyetini okudu. Meymûn: Ben de sana iyilik ediyorum. Allah rızası için hürsün, deyiverdi. Benzeri bir olay, el-Ahnef b. Kays'dan da rivâyet edilmiştir. Zeyd b. Eslem de şöyle açıklamıştır: "İnsanları bağışlarlar." Onların zulümlerini ve onların kötülüklerini affederler, demektir. Bu da genel bir açıklama olup, âyetin zahirinden anlaşılan budur. Mukâtil b. Hayyân bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Bize ulaştığına göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bunlar, -Allah'ın koruduğu kimseler müstesna- ümmetimin arasında pek azdır. Halbuki geçmiş ümmetlerde böyleleri pek çoktu." Şanı yüce Allah, böylelikle kızgınlık esnasında bağışlayan kimseleri övgü ile zikredip: "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlayanlardır" (eş-Şûrâ, 42/37) dîye buyurmaktadır. Öfkelerini yenen kimseleri de "insanları bağışlarlar" âyeti ile övmektedir. Ayrıca bu hususta iyilik yapanları sevdiğini de bildirmektedir. Öfkeyi yenmek, insanları affetmek, kızgınlık esnasında kişinin kendisine hakim olması hakkında birtakım Hadîs-i şerîfler varid olmuştur. Şüphesiz ki bu, en büyük ibadetlerden ve nefse karşı cihad türündendir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Güçlü kuvvetli kimse, herkesin sırtını yere getiren kimse değildir. Fakat asıl güçlü ve kuvvetli kişi, kızgınlık anında kendisine hakim olandır," Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kulun, yuttukları arasında Allah uğrunda yuttuğu bir yudum öfkeden daha büyük ecri bulunan ve kul için ondan daha hayırlı olan hiçbirşey yoktur." Enes'in de rivâyetine göre bir adam; Ey Allah'ın Rasûlü, herşeyden en çetin olan şey nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber; "Allah'ın gazabıdır" diye buyurmuş; adam: Peki Allah'ın gazabından koruyan nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber ona: "Kızma!" diye emir vermiştir. el-Ircî der ki: "Öfkelendiğin zaman vakur ol ve yut Öfkeni Ne söylediğini basiretle görür ve işitirsin Kendisi sebebiyle yüce İlâhımızın senden razı olup seni yükseltecek olan Bir anlık sabra kendini mecbur etmen, şeref olarak sana yeter," Urve b. ez-Zübeyr de affetmek hakkında şöyle demiştir: "Şan ve şerefe ulaşamaz bazı topluluklar, üstün şerefli olsalar dahi Kendileri zelil kılınmadıkça bir takım kimselere karşı aziz olsalar dahi Ve onlara hakaret edilmedikçe renklerin parıldar olduğunu görürsün Ancak onların bu affedişleri zilletten dolayı bir affetmek değil ikramdan dolayı bir affetmek olmalıdır." Ebû Dâvûd ile Ebû Îsa et-Tirmizî'nin, Sehl b. Muâz b. Enes el-Cühenî'den, onun babasından rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim gereğini yerine getirebilecek gücü bulmakla birlikte bir öfkeyi yutacak olursa, Kıyâmet günü Allah herkesin gözü önünde onu çağırır ve dilediği hurilerden seçmekte muhayyer bırakır." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir hadistir. Enes b. Mâlik de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kıyâmet günü olunca, bir münadi şöyle seslenir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimseler cennete girsin. Şöyle denilir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimlerdir? Bu sefer, insanları affedenler kalkarlar ve hesapsız olarak cennete giderler." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir. İbnü'l-Mubârek der ki: Ben, Mansur'un yanında oturuyordum, Bir adamın öldürülmesini emretti. Ey mü’minlerin emiri dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü oldu mu, bir münadi aziz ve celil olan Allah'ın huzurunda şöylece seslenir: Her kimin Allah nezdinde karşılığını alacağı bir lütuf ve ikramı varsa, haydi öne çıksın. Bu sefer bir günahı affedenden başka kimse Öne çıkmaz." Bunun üzerine serbest bırakılmasını emretti. 4- Allah, İyilik Edenleri Sever; Yüce Allah'ın: "Allah iyilik edenleri sever" âyeti; Allah onların iyiliklerine karşılık onları mükâfatlandırır, demektir. Serî es-Sekatî der ki: İhsan (iyilik) imkân vaktinde iyilik yapmanda. Çünkü her zaman ihsan yapmak imkânını bulamazsın. Şair de şöyle demiştir: "Gücün yettiği vakit bir hayır İşlemekte çabuk tut elini Çünkü sen her zaman güç yetirebilecek değilsin." Ebû'l-Abbas el-Cummânî de şu beyitlerinde ne güzel söylemiştir: "Her vakit ve her zamanda mümkün olmaz İyilik yapabilme fırsatları doğmaz Böyle bir fırsat ve imkân doğdu mu, çabuk tut elini, koş iyiliğe Bir gün imkân bulamayacaksın korkusuyla." Bakara Sûresi'nde (2/58. âyet, 9- başlıkta) muhsin ve ihsan'a dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 135Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde..." âyetiyle bir önceki âyette sözü eden kesimden daha aşağıda bir başka kesimi sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bunları da onlara katmaktadır. Burada sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir. İbn Abbâs, Atâ yoluyla gelen rivâyetinde şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme -Ebû Mukbil künyeli- hurmacı Nebhân hakkında nazil olmuştur. Ona, güzelce bir kadın gelmiş, o kadına hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öpmüştü. Fakat yaptığına pişman olup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gitmiş, durumu ona anlatınca, bu âyet-î kerîme nazil olmuştu. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî de Müsned'inde, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bana Ebû Bekir anlattı. -Ki, Ebû Bekir doğru söylemiştir- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, abdest alır, iki rekat namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah ona mağfiret buyurur." Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler" âyeti ile diğer âyeti yani "Kim bir kötülük yapar yahut kendisine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyetini okudu. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir. Bu, umumî bir buyruktur. Âyeti kerîme, kimi zaman özel bir sebep dolayısıyla nazil olur, sonra da bu işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme, bir gazaya gitmek üzere çıkan bir Sakifli'nin ensardan bir arkadaşını aile halkına bakmak üzere görevlendirmesi üzerine nazil olmuştur. Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye hanımının üzerine hücum etmek suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunurken elini öpmüş ancak, bu yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp (dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evine dönünce, hanımı ona arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını aramaya çıktı. Nihayet adamı alıp Ebû Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdinde bir kurtuluş bulur ümidiyle götürdü. Ebû Bekir'le Ömer, o kişiyi azarladılar. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gidip ona arkadaşının yaptığını haber vermesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz Hadîs-i şerîf dolayısıyla âyetin umumî olması daha uygundur. İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü demişler, İsrailoğulları Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlardan günah işleyen bir kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğu görülürdü. Bir rivâyette ise, o günahının kefTareti evinin eşiği üzerinde yazılı bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gibi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi İsrail oğullarına yapılan bu uygulamanın yerine bir bedel, bir genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivâyet olunduğuna göre İblis, bu âyet-i kerîme nazil olunca ağlamış. Çirkin iş (el-Fâhişe), her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak zina hakkında çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddî bu âyet-i kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefsir etmişlerdir. "Yahut kendilerine zulmettiklerinde" âyetindeki "yahut" anlamını veren "ev"in, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise kebâirden aşağı olan küçük günahlardır. "Allah'ı anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'rtdan hayayı hatırlarlar ed-Dahhâk: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar dİ-ye açıklamıştır, Bunun, kendi kendilerine Allah'ın bunu kendilerinden soracağım düşünürler, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır. Yine Mukâtil 'den nakledildiğine göre: Onlar, günah işlediklerinde dilleriyle Allah'ı hatırlarlar, demektir. "Ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıyla bağışlanma isterler. Bu anlamı, yahut bu lâfzı ihtiva eden her bir dua istiğfardır. Bu sûrenin baş taraflarında (3/16-17. âyetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğfâr aistiğfâr'ın başı, en üstünüb geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri olduğu belirtilmiştir. İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki, Tirmizî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim, diyecek olursa, o, Savaştan kaçmış olsa dahi günahları bağışlanır. Mekhûl de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan daha çok istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mekhûl de der ki: Ben de Ebû Hüreyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma dileyen kimse görmedim. Mekhûl'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlanma dileyen bir kimse idi. İlim adamlarımız derler ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrarın düğümlerini çözen ve manası kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen bağışlanma dileği değildir. Diliyle "estağfurullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyetî üzere ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve onun işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı vardır. Derim ki: O, bunu kendi dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu zamanımızda alay edercesine, hafife alırcasına günahından ötürü Allah'tan bağışlanma dilediği iddiasıyla teşbihini elinde tuttuğu halde günahtan vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış haliyle İnsanların görüldüğü şu bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur’ân-ı Kerîm'de ise: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 2/231.) diye buyurulmaktadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (2/67 ile 231- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır: Yüce Allah'ın: "Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" âyeti, masiyeti bağışlayıp, onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kimse yoktur demektir. "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hatalar) üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücâhid der ki: Bunu devam ettirip gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subaylı da der ki: Ali (radıyallahü anh) yanında olduğu halde Osman (radıyallahü anh)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben abdestsiz namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı. "Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyetinde sözü geçen ısrar, kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etmemektir. Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmektedir. el-Hutay'a da atları vasfederek şöyle demektedir: "Yavaşlamış atların arkalarından kamçılarla gittiklerinde akoşmalarındab sebat gösteren o atların tersleri kurur, Yapışır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır." Katâde der ki: Israr, masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Dar yollarının sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha) ısrar edip aldatan her kişinin vay haline!" Sehl b. Abdullah der ki: Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoştur, günahı üzere ısrar eden helâk olmuştur. Israr etmek, sonraya ertelemektir. Sonraya ertelemek, yarın tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddiasıdır. Hem yarına kendisi malik değilken yarın nasıl tevbe edebilir? Sehl’den başkaları da şöyle demiştir: İsrar, tevbe etmemeye niyet etmektir. Eğer samimi bir şekilde tevbe etmeyi niyet edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar. Ancak, Sehl'in görüşü daha güzeldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte tevbe olmaz" buyurduğu rivâyet edilmiştir. 3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü: İlim adamlarımız der ki; Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vazgeçmeye iten, aziz ve gaffar olan Allah'ın Kitab'ı, şanı yüce Rabbimizin sözünü ettiği cennetin niteliklerine ve itaatkârlara vadettiklerine dair açıklamalan, cehennem azâbı ile isyankârlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkması ve nimetlerini umması güç kazanıncaya kadar devam ettirirse, yüce Allah'a nimetini umarak, azabından korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun sayesinde Allah'ın cezasından korkar, Onun mükâfatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı yüce Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, günahların -öldürücü zehirler olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararlarına Allah'ın mutluluğa iletmek istediği kimseye ilâhî bir yolla dikkatini çekmesidir. Derim ki: Bu, sadece lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva etmiyor. Çünkü insan, ancak yüce Allah'ın insanın dikkatini çekip uyarması sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefekkür eder. Kul, yüce Allah'ın başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine bakıp işlemiş olduğu günahlarla ve hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına pişmanlık duyarak, şanı yüce Allah'ın cezasından korkarak, geçmişte yaptıklarının benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona: "Tevbe eden kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu, masiyet üzerinde ısrar eden ve helâk oluşun sebeplerini terketmeyen bir kimse olur. Seni b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alâmeti, işlemiş olduğu günahından dolayı, -Tebûk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 9/118)- yiyecek ve içecekten kesilmesidir. Yüce Allah'ın: "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyeti ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahlarını hatırlayıp onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir, en-Nehhâs, bu güzel bir görüştür demektedir. "Onlar bile bile..." âyetinin, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile bile... anlamına geldiği de söylenmiştir. Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın çla tevbelerini kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günahlarından dolayı mağfiret dileyecek olursa, günahlarının bağışla nacağım bilirler anlamındadEr, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, onlar, Benim kendilerine neleri haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açıklamayı da İbn İshâk yapmıştır. İbn Abbâs, el-Hasen, Mukâtil ve el-Kelbî derler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın zararlı, onu terk etmenin, o günahı sürdürmekten daha hayırlı olduğunu bilirler (ve bundan dolayı da günahtan vazgeçerler). el-Hasen b. el-Fadl da der ki: Onlar, günahları bağışlayan bir Rabblerinin bulunduğunu bilirler. Derim ki: el-Hasen b. el-Fadl bu açıklamayı, Ebû Hüreyre arab'ın rivâyet ettiği şu hadisten almıştır Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aziz ve celil olan Rabbinin şu âyetini bize aktarmıştır: "Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur derse, şanı yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur; Kulum bir günah işledi ve o, günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana günahımı bağışla, diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha tekrarlayıp- sonunda şöyle buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını bağışladım." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu âyette, tekrar günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikinci bir günahı işledikten sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çünkü, günahı tekrarlamakla günaha bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar tevbeye dönmek ilk tevbeden daha iyidir. Zira kul, böylelikle kerim olan ve kendisinden başka günahları bağışlayacak kimsenin bulunmadığı O yüce zatın kapısına ısrarla gitmeyi ilave etmiş olur. Hadîs-i şerîfin sonunda yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkârlık anlamında bir emirdir. Dolayısıyla bu, yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr, 15/46) âyeti kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte işlemiş olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı yüce Allah'ın izniyle de gelecekte yapacağı iğlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber vermektedir. -Bu âyet-i kerimeyle bu Hadîs-i şerîf, günahı itiraf edip günahtan dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağladığına delil teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul, günahını itiraf edip de sonra yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde rivâyet etmişlerdir. Bir şair de şöyle demektedir: "Yiğit affedilme hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği günahlarını." Bir başka şair de şöyle demektedir: "İtiraf et günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı inkâr şeklindeki inkâr, iki günahtır." Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder; asizin yerinizeb günah işleyip mağfiret dileyecek ve (Allah'ın da.) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum getirir." İşte "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerh-i Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış olduğumuz gibi, şanı yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvâb isimlerinin anlamları budur. 5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli: Tevbesi yapılan günahlar, ya küfür ve inkârdır yahut başka günahlardır. Kâfirin tevbesi, geçmişteki küfür ve İnkârına pişmanlık duymakla birlikte îman etmesidir. Yalnızca îman etmek, tevbenîn kendisi değildir. Küfrün dışındaki günahlar ise ya yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan başkalarının bir hakkıdır. Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu kadar var ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi şeriat yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tevbeye -namaz ve oruçta olduğu gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri keffaretlerde olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave etmiştir. İnsanların haklarıyla ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamayacak olursa, onlar adına bu hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıyla üzerindeki haktan kurtulabilme imkânını bulamayan bir kimsenin de Allah tarafından affedilmesi umulur; O'nun lütfü zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları hasenata dönüştürmüştür, İleride (el-Furkan, 25/70. âyetin tefsirinde) bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 6. Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi: Kişi, günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tevbe etme yükümlülüğü yoktur. Bununla birlikte bir günah işlediğini hatırlayacak Ebû Müslim, Tevbe 11 (ayrıca bk. 9, 10); Tirmizî, Deavât ?8, Sıfatu'l-Cenne 2; Müsned, I, 289, II, 305, V, 414 olursa, ondan dolayı tevbe etmesi gerekir. Hocamız Ebû Muhammed Abdulmu'tî el-İskenderânî'nin -Allah ondan razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, İmâm el-Muhasibînin (bu husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamışlardır. Bunların yorumuna göre; İmâm el-Muhasibî, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden tevbe etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günahtan muayyen olarak tevbe etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibimin böyle dediğini kabul ederler. Oysa onun maksadı böyle değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz. Aksine mükellef, eğer fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış olduğu fiilin bir masiyet olduğunu bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de Özel olarak o günahından dolayı tevbe etmesine imkân yoktur. Meselâ, bir kimse fâiz çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir fâiz olduğunu bilmiyor ise, şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü’minler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin" (el-Bakara, 2/278-279) âyetini işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin fâiz almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu anda faizin hakikatini öğrenip de geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlendirme yaptığında, daha önceki zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık) ve buna benzer haram olduklarını bilmediği diğer bütün günahları işleyen herkesin durumu böyledir. Kulun, bilgi sahibi olup geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe etmesi, şanı yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık duyması ve zulmettiği kimselerden helallik dileyip de o kimselerin de genel olarak ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri caizdir. Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer. Şimdi kulun cimriliğine, hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu (yani bilinmeyen bağışının kabulü) sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bulunup sebeplerini takdiri lütfeden, küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri affeden kerimler keriminin günahları bağışlaması hakkında ne denir! Yine Hocamız, -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İşte İmâm (el-Muhasibî)’nin maksadı budur. Üzerinde dikkatle düşünenlerin sözlerinin ifade ettiği anlamın bu olduğunu görürler. Herhangi bir kimsenin yanlış olarak anlayıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak için ayrı ayrı ve muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen câiz olmakla birlikte Şer’an vukuu sözkonusu olmayan teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen şeyleri yerine getirmekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu yanlış anlamaya göre, tevbe edecek olanın, içki içerken kaç yudum aldığını, zina ederken kaç defa hareket ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım attığım da bilmesi gerekir. Oysa hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kimsenin günahından tevbe etmesi beklenemez. İleride Nisa Sûresi'nde ve başka yerlerde (en-Nisâ, 4/17-18; Tâ-Hâ, 23/82, âyet...) tevbenîn şartlan ve tevbenin hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle-gelecektir. 7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi: Yüce Allah'ın: " ısrar da etmezler" âyetinde sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'in söylemiş olduğu; İnsan kalbinde yapmak üzere kararlaştırıp kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetlerden sorumlu tululur, şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kafi bir delil vardır. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm’de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim orada zulme meyletmeyi ve ilhadı isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 22/25) bir başka yerde de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/20.) âyeti ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya koymadan cezalandırıldıkları belirtilmektedir ki, ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Buhârî'deki hadise göre de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelecek olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir" Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, katili anladık. Maktul ne diye? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi arzu ediyordu," Böylelikle Hazret-i Peygamber, cehennem azâbı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına bağlamaktadır. Bu da bu konuda karar vermek demektir. Bizzat silahını çekmesini de hükümsüz kılmaktadır; Bundan daha açık bir delil ise, Tirmizî'nin, Ebû Kebşe el-Elnarî’den merfu’ olarak rivâyet edip, sahih olduğunu belirttiği şu Hadîs-i şerîftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu hususta Rabbinden sakınır, bu yolla akrabalık bağını gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da bilir. Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de yüce Allah bir ilim vermiş fakat mal vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyetle der ki: Eğer malım olsaydı filan kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da niyeti ile (ecir alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye de yüce Allah mal vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bilgisizce malını gelişi güzel kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla akrabalık bağını gözetmez, Allah'ın o malında bir hakkının bulunduğunu bilmez. Bu ise, mevkilerin en kötüsündedir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de vermemiş olur. Bu kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin o malına yaptığı uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de niyetinin karşılığını alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir." İşte Kadı i(Ebû Bekir b. et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukahâ, muhaddis ve kelâmcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutulmayacaktır diye iddia eden muhalif kanaatlere de itibar edilmez. Bu muhalif kanaati savunanların, Hazret-i Peygamber'in: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu işleyecek olursa, onun için tek bir günah olarak yazılır" âyetinde de bu muhalif kanaatin lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "onu yapmayacak olursa" âyetinin anlamı, zikrettiğimiz âyetlerin delâleti ile onu işlemeyi kararlaştırırı asa anlamındadır. "Eğer onu işlerse" ifadesinin anlamı ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği üzere onu fiilen açığa çıkartır veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız Allah'tandır. 136İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi kalacaklardır. İş yapanların mükâfatı ne güzeldir. Şanı yüce Allah, lütuf ve keremi ile samimi ve ihlâslı olarak tevbe edip, günahı üzerinde ısrar etmeyen kimselere günahlarım bağışlayacağını, ifade buyurmaktadır Bu âyetin, Uhud olayı ile ilişkili olması da mümkündür. Yani, her kim kaçar, sonra da tevbe edip de bu husus üzerinde ısrar etmeyecek olursa, Allah, ona mağfiret edecektir demek olur. 137Sizden önce sünnetler gelip geçti. Onun için yer yüzünde gezin de yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün! Bü âyet, şanı yüce Allah tarafından mü’minlere bir tesellidir. Sünnetler (sünen) kelimesi, "sünnetlin çoğulu olup, dosdoğru yol demektir. "Filan kişi sünnet üzeredir" sözü, o kimse, yanlış herhangi bir hevâya meyletmeksizin dosdoğru yol üzeredir, demektir. el-Hüzlî der ki: "İzlemiş olduğun bir sünnetten dolayı çekinme! Çünkü bir sünneti ilk beğenen kişi, oau izleyendir." Sünnet, aynı şekilde kendisine tabi olunan ve uyulan İmâm, önder kişi de demektir. Meselâ bir kimse, hayır veya şer türünden olsun, bir iş yapıp da o işte ona uyulacak olursa: “Filan kişi iyi ve kötü bir sünnet ortaya koydu” denilir. Şair Lebid der ki: "Öyle bir aşiretten(im) ki, ataları onlar için bir sünnet belirlemiştir. Zaten her bir kavmin bir sünneti ve bir İmâmı vardır." Sünnet, aynı zamanda ümmet, sünen ise ümmetler anlamındadır. Bu açıklama el-Mufaddal'dan nakledilmiştir. Ayrıca el-Mufaddal, şu beyiti nakletmektedir: "İnsanlar, onların fazileti gibi bir fazileti görmediler. Ve geçmiş sünnetler (ümmetler) arasında da onlar gibisini görmediler." ez-Zeccâc der ki: (Âyet-î kerimede geçen) "sünnetler" in anlamı, sünnetlerin sahipleri şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir. Ebû Zeyd de bunun, misaller ve örnekler anlamına geldiğini, Atâ ise şeriatler manasında olduğunu söylemiştir. Mücâhid de der ki: "Sizden önce sünnetler gelip geçti" âyeti ile sizden önce Âd ve Semûd gibi peygamberlerini yalanlayan kimselerin helâk edilmesi kastedilmektedir. Âkibet ise, işin nihayeti ve sonu demektir. Buradaki âkibet İle Uhud günü kastedilmektedir. Yani şöyle buyurmaktadır: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ve mü’minlerin zafere kavuşması, onların düşmanları olan kâfirlerin de helâk edilmesi için belirlemiş olduğum va'de gelinceye kadar onlara mühlet veriyorum, onlara zaman tanıyorum ve onları derece derece azaba yaklaştırıyorum. 138Bu, insanlar için bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür. Burada maksat el-Hasen ve başkalarından nakledildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bir diğer görüşe göre bununla, yüce Allah'ın: "Sizden önce ümmetler gelip geçti" buyuruğuna işaret edilmektedir. "Mev'iza" ise, vaaz ve öğüt demek olup buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/66. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 139Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçeklen inanmışsanız mutlaka siz en üstünsünüz. Şanı yüce Allah, Uhud günü, aralarından öldürülen ve yaralananlar dolayısıyla onlara taziyede bulunmakta, teselli etmekte; düşmanlarıyla Savaşa teşvik edip, acze düşüp güç ve kuvvetlerini de yitirmelerini yasaklayarak: "Gevşemeyin" diye buyurmaktadır. Yâni ey Muhammed'in ashabı! Başınıza gelen bu musibetler dolayısıyla düşmanlarınıza karşı cihad etmek hususunda zaaf göstermeyin, korkaklığa kapılmayın. Ne onların üstünlükleri dolayısıyla, ne de başınıza gelen musibet ve bozguna uğramanız dolayısıyla da "üzülmeyin." Eğer siz, Benim vadimin doğruluğuna "gerçekten inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüz." Sonunda güzel âkibet, zafer ve yardımım sizin olacaktır. " (........): ... sanız/ şart edatının (sebeplilik bildiren: (......) ) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Yani: Siz, en üstünsünüz, çünkü siz inanmışsınız, anlamındadır). İbn Abbâs der ki: Uhud günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı bozguna uğradı. Onlar bu halde iken, Halid b. el-Velid, müşriklerden bir gurup atlı ile birlikte dağdan dolanıp üzerlerine baskın yapmak arzusu ile geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’da şöyle buyurdu: "Allah'ım, bunlar bizim üzerimize çıkamasınlar! Allah'ım, bizim gücümüz ancak Sendendir. Allah'ım, bu beldede bu topluluktan başka Sana ibadet eden yoktur" diye buyurdu. Bunun üzerine yüce Allah'da bu âyet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir gurup okçu da yerlerinden kalkıp dağa tırmandılar ve bozguna uğratmcaya kadar müşriklerin atlılarına ok attılar, İşte yüce Allah'ın: "Siz en üstünsünüz" âyetinde kastedilen de budur. Yani, Uhud'daki yenilgiden sonra, düşmanlarına karşı galip gelenler sizlersiniz, demektir. Artık bundan sonra müslümanlar, ne kadar asker ve ordu sevk edip çıkardılarsa, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde karşılaştıkları her orduya karşı mutlaka zafer kazandılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sonra, ashabı kiramdan bir kişinin dahi bulunduğu her bir orduda da yine onlar muzeffer oluyorlardı. İşte bütün şu beldeler de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabı döneminde fethedilmiştir. Onların dünyadan ayrılmalarından sonra ise, o dönemde onların fethettikleri şekilde herhangi bir belde fethedilmiş değildir. Bu âyet-i kerîmede bu ümmetin fazilet ve üstünlüğü de açıklanmaktadır. Çünkü, yüce Allah onlara, Peygamberlerine hitap ettiği şekilde hitap etmiştir. Zira, yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya: "Şüphesiz ki, en üstün olan sensin, sen!" (Tâ-Hâ, 20/68) diye buyururken, bu ümmete de: "Siz em üstünsünüz" diye hitap etmiştir. Burdaki "en üstün" anlamındaki lâfız ise, şanı yüce Allah'ın, "el-Âlâ: en yüce, en üstün" isminden müştaktır. Ve Yüce Allah mü’minlere: "En üstün olanlar sizlersiniz" diye hitap etmektedir. 140Eğer size bir yara dokunduysa, şüphesiz ki o kavme de onun gibi bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın îman edenleri belirtmesi, İçinizden şahidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez. Yüce Allah'ın: "Eğer size bir yara dokunduysa" âyetinde ki yara demektir. el-Kisaî ile el-Ahfeş'den nakledildiğine göre bu kelimenin, "kaf 'harfinin üstün ile ötre okunması iki ayrı söyleyiştir. el-Ferrâ' ise şöyle der: "Kaf" harfi üstün okunursa yara, ötreli okunursa o yaranın acısı anlamına gelir. Âyetin anlamı şudur: Eğer Uhud günü size bir yara dokunduysa, şüphesiz o kavme de Bedir günü onun gibi bir yara dokunmuştur. Muhammed b. es-Semeyka' ise, bu kelimeyi mastar olarak "kaf" ve "fa" harfini üstün okumuştur "O günleri Biz insanlar arasında döndürür dururuz." Bunun Savaş hakkında olduğu söylenmiştir. Savaş, yüce Allah'ın dinini muzaffer kılması için, kimi zaman mü’minler lehine zaferle sonuçlanır, mü’minler isyan edecek olurlarsa,, onları belâlarla denemek ve günahlardan da temizlemek maksadıyla da, kimi zaman da kâfirler lehine sonuçlanır. Şayet isyanları sözkonusu olmazsa, şüphesiz Allah'ın hizbi (Allah'ın taraftarları) galip gelenler olurlar. "İnsanlar arasında döndürür dururuz" âyetinin, sevinç, keder, sağlık, hastalık, zenginlik, fakirlik gibi şeyleri döndürür dururuz anlamına geldiği de söylenmiştir. Döndürüp durmak anlamındaki geri gittikten sonra tekrar dönmek, gelmek demektir. Şair der ki: "Bir gün lehimize, bir gün de aleyhimizde Ve bir gün üzülürüz, seviniriz bir gün de." Yüce Allah'ın: "Bu, Allah'ın îman edenleri belirtmesi... içindir" âyeti şu demektir: Günlerin bu şekilde dördürulüp durulması, mü’min kim, münafık kim görünsün ve biri diğerinden ayırd edilsin diyedir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın izniyle idi. Ve bu, mü’minleri belirtmek içindi. Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi." (Âl-i İmrân, 3/166-167) Âyetin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yüce Allah, onları sabretmekle mükellef kılmadan önce, gaybî bilgisiyle bildiği gibi, karşılığın verilmesinin sözkonusu olacağı şekilde, mü’minlerin sabrını, vakıada ortaya çıkarmak içindi, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/143- âyet, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve içinizden şâhidler edinmesi içindir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "İçinizden şahidler edinmesi içindir" âyeti, sizi şehidlikle mükâfatlandırması, size şehidliği ikram etmesi içindir, anlamındadır. Bunun da; aranızdan bir topluluk öldürülüp, amelleri ile insanlara karşı şahidler olsun diye, anlamındadır. Şehide bundan dolayı bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir başka görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onun cennetlik olduğuna şahidlik edilmiş olmasından ötürüdür. Bir diğer görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onların ruhlarının Darus-Selâm'da hazır bulunmaları dolayısıyladır. Zira onlar, Rableri katında diridirler. Şehidlerin dışındakilerin ruhları ise cennete ulaşamaz. Buna göre şehid, cennette hazır bulunan manasında şahid anlamındadır. İleride gelecek açıklamalara göre sahih olan açıklama da budur, Şehadetin fazileti çok büyüktür. Şehadetin faziletine dair Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü’minlerden canlarını... satın almıştır" (et-Tevbe, 9/111) âyeti ile: "Ey îman edenler, sizi çok acıklı bir azabdan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne îman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz.,. İşte bu çok büyük kurtuluştur" (es-Sâf, 61/10-12) buyrukları yeterlidir. el-Bustî'nin Sahihinde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği, ancak sizden herhangi bir kimsenin bir yaradan hissettiği kadardır." Nesâî de Raşid b. Saad'dan, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabından birisinden rivâyet ettiğine göre, bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, şehid müstesnâ neden bütün mü’minler kabirlerinde fitneye (sorgulanmaya) maruz kalırlar? Hazret-i Peygamber şu cevabı vermiş: "Başının üstündeki kılıç parıltıları fitne olarak ona yeter." Buhârî'de de şöyle denilmektedir; "Uhud günü öldürülen müslümanlar" diye açtığı babta şehidler arasında; Hamza, el-Yemani, en-Nadr b. Enes (Buhârî'de de olduğu gibi doğrusu Enes b. en-Nadr'dır), Mûsâb b. Umeyr de vardır. Bana, Amr b. Ali'nin naklettiğine göre, Muaz b. Hişam dedi ki: Bana babam anlattı, o, Katâde'den naklen dedi ki: Arap kolları arasında Kıyâmet gününde şehidi ensârdan daha üstün ve bol kimse bilmiyoruz. Katâde der ki: Bize Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, Uhud günü onlardan yetmiş kişi, Bi'ri Maûne'günü yetmiş kişi, Yemame günü de yetmiş kişi öldürülmüştür. (Katâde) der ki: Bi'r'i Maüne faciası, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde, Yemame günü ise, Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Müseylime el-Kezzâb ile karşılaşıldığı gündür. Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna vücudunda altmış küsur mızrak yarası, kılıç darbesi ve ok yarası bulunduğu halde Ali b. Ebî Tâlîb getirildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yaralan eliyle sıvazlamaya koyuldu. Onun sıvazlaması ile birlikte, yüce Allah'ın izniyle hiç yara olmamış gibi yaralar kapanıveriyordu. 2. İlahi İrade ve Emir Arasındaki Fark: Yüce Allah'ın: "Ve içinizden şahidler edinilmesi içindir" âyetinde, Ehl-i Sünnetin de dediği gibi, irade'nin emir'den farklı olduğuna delil vardır. Şanı yüce Allah, Hazret-i Hamza ile diğer mü’min arkadaşlarının öldürülmesini kâfirlere yasak kılmakla birlikte, onların öldürülmelerini de irade buyurmuştur. Hazret-i Âdem'e ağaçtan yemesini yasaklamakla birlikte, ondan yemesini irade buyurmuş, Hazret-i Âdem de o ağaçtan yemiştir. Bunun aksi olarak da İblis'e, Âdem'e secde etmesini emretmekte birlikte secde etmesini irade buyurmamıştır. O bakımdan iblis de secde etmemişti. Şanı yüce Allah'ın: "Fakat Allah, onların bu sefere çıkmalarını koş görmedi. Bu sebepten dolayı on lan alıkoydu" (et-Tevbe, 9/46) hak âyetinde de bu gerçeğe işaret edilmektedir. Her ne kadar yüce Allah, hepsine cihada çıkmalarını emretmiş ise de, yola koyulmayı engelleyen tembellik ve sair sebepleri hakkederek, onlar da yerlerinde oturup kalmışlardı. 3- Uhud Şehidleri, Bedir'de Müşrik Esirlerden Fidye Alınmasının Bir Karşılığı idi: Ali b. Ebî Tâlib arab'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a Bedir günü gelip şöyle dedi: Sen, ashabını esirler hususunda muhayyer bırak. Dilerlerse esirleri öldürürler, dilerlerse karşılığında fidye alırlar. Ancak o takdirde, gelecek yıl ashabından bu esirler kadar öldürülecektir Bu sefer ashab: Fidyeyi kabul edelim ve bizden bu kadar kişi öldürülsün dediler." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiştir. Şanı yüce Allah onları muhayyer bırakıp, kendilerinden o sayıda kişinin öldürülmesini tercih etmelerinden sonra, gerçek dostlarına şehid düşmesi şeklindeki va'dini yerine getirdi. "Allah, zâlimleri sevmez." Yani, müşrikleri sevmez. Bu da şu demektir: Her ne kadar kâfirlerin mü’minlere zarar vermelerine imkân tamsa bile O, onları sevmez. Her ne kadar mü’minlere bir acı isabet ettirilse bile O, mü’minleri sever. 141(Bu), Allah'ın îman edenleri temizlemesi, kâfirleri de mahvetmesi İçindir. "Temizlemesi" kelimesinin anlamı ile ilgili üç görüş vardır. Birinci görüşe göre, sınayıp denemesi içindir anlamındadır. İkinci görüşe göre ise, temizlemesi içindir. Yani, onları günahlarından arındırması içindir, demektir Bunun da anlamı şu olur: Allah'ın, îman edenleri günahlarından arındırıp temizlemesi içindir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Üçüncü görüşe göre ise bu kelime, kurtarmak anlamındadır ki, en garip açıklama şekli budur. el-Halil der ki: Kaim ipin tüyleri bittiği ve kalmadığı vakit bu fiil kullanılır. Nitekim; Allah'ım, bizi günahlarımızdan kurtar ifadesi de buradan gelmekte olup, günahlarımızın cezasından bizi kurtar, demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Ben, Muhammed b. Yezid'e, el-Halıl'den naklen "temhîs" fiilinin tahlîs (kurtarmak, temizlemek) anlamına geldiğini okudum. Bu anlamda olmak üzere: onu kurdardı, kurtarır" şeklinde kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Mü’minleri sınaması, onlara sevap vermesi ve onları günahlarından kurtarması içindir, "Kâfirleri de mahvetmesi içindir." Onları kökten helâk etmesi içindir, demektir, 142Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Buradaki "Yoksa" kelimesi, Hayır, anlamındadır. Burada "mim" harfinin fazladan geldiği ve mananın, istirham hemzesi ile: Ey Uhud günü bozguna uğrayanlar! Siz de öldürülüp hem öldürülmeye hem de yaralanmanın acılarına sabredenlerin cennete girdikleri gibi, onların yollarını izlemeksizin ve onlar sabrettiği gibi sabretmeksizin cennete gireceğinizi mi sandınız? Hayır bu olmaz! şeklinde olduğu da söylenmiştir. "Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden" yani, amellerin karşılığının verilmesi sözkonusu olsun diye vakıa âleminde bunu ortaya çıkartmadan "cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Yani: siz, cihad edip de cihad ettiğinizi ortaya çıkartmadıkça bu iş olmaz. Burada manasınadır. Sîbeveyh ise, bu iki edat arasında fark gözeterek Yapmadı kelimesinin, yaptı fiilinin nefyi olduğunu, “.....” ise, yapmıştır anlamındaki: in nefyi olduğunu iddia etmiştir. (......) ise, “.....” ın takdiri ile nasb edilmiştir. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir. el-Hasen ile Yahya b. Ya'mer ise cezm ile okumuşlardır. Bunun önceki cümle ile bağlantısı koparılarak ref ile de okunmuştur. Yani Ve Allah bilir, takdirindedir. Bu kıraati de Abdülvaris, Ebû Amr'dan rivâyet etmiştir. ez-Zeccâc der ki: Burada fiilin başındaki "vav" harlı takdirindedir. Yani, az önce de geçtiği gibi; Allah sizden cihad edenleri (ve) onların sabrettiklerini ortaya çıkartmadan... takdirindedir. 143Yemin olsun siz, onunla karşılaşmadan önce ölümü arzuluyordunuz. İşte bakıp duruyorken onu gördünüz. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun siz... ölümü arzuluyordunuz" âyeti, siz ölüm ile karşılaşmadan önce şehadeti temenni ediyordunuz demektir, el-A'meş: "Onunla karşılaşmanızdan önce" âyetindeki: Onunla karşılaşmanız... anlamındaki kelimeyi diye okumuştur Siz, öldürülme ile karşılaşmadan önce ... demektir. Bunun, ölüm sebepleriyle karşılaşmadan önce... anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da şuna işarettir: Bedir'de hazır bulunmayanlardan pek çok kimse, Savaş olacak bir günde hazır bulunmayı temenni ediyorlardı Ancak, Uhud günü Savaş olunca geri dönüp kaçtılar. Bozguna uğradılar. Aralarından öldürülünceye kadar sebat gösterenler de oldu ki, bunlardan birisi de Enes b. Mâlik'in amcası Enes b. en-Nadr'dır. Enes b. en-Nadr, müslümanlar geri çekilip bozguna uğrayınca: Allah'ım! Ben bunların yaptıklarından uzak olduğumu Sana bildiririm, deyip Savaşa girişti ve: Oh be gerçekten cennet kokusudur bu! Şüphesiz ben, o kokuyu alıyorum, diyerek şehid düşünceye kadar çarpışmaya devam etti. Enes der ki: Biz, onu ancak parmak uçlarından tanıyabildik. Vücudunda seksen küsur yara tesbit ettik. İşte yüce Allah'ın: "Mü’minlerden Allah'a verdikleri ahidlerinde sebat gösteren yiğitler de vardır" (el-Ahzab, 33/23) âyeti, onun ve benzeri kimseler hakkında nazil olmuştur. O halde bu âyet-i kerîme, yenilip bozguna uğrayan kimseler hakkında bir sitemdir. Özellikle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Medine dışına çıkması hususunda baskı yapanlar olmuştu. -Buna dair açıklamalar ileride gelecektir-. Ölümün temenni edilmesi ise, müslümanlar hakkında cihad üzere sabır ve sebat göstermeye mebni şehâdetin temenni edilmesi manasınadır. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesi anlamında bir temenni değildir. Çünkü, böyle bir temenni masiyettir, küfürdür. Böyle bir masiyetin irade edilmesi de câiz olamaz. İşte müslümanların Allah'ın kendilerine şehadeti nasib etmesini dilemeleri de bu şekilde yorumlanır. Onlar, öldürülme sonucunu verecek olsa dahi, cihad üzere sabretmeyi Allah'tan dilerler. Yüce Allah'ın: "İşte sîz bakıp duruyorken" âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: Bu âyet, yüce Allah’ın: "Onu gördünüz" âyetinin te'kid anlamı ile tekrar edilmesi demektir, Yüce Allah'ın: "Ve kanatlarıyla uçan herbir kuş" (el-En'âm, 6/38) âyetinde olduğu gibi. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sizler, gözlerinizde herhangi bir hastalık olmaksızın görebildiğiniz halde onu gördünüz, anlamındadır. Nitekim: Gözlerinde herhangi bir rahatsızlık sözkonusu olmaksızın sen şunu şunu gördün, demek bu kabildendir. Yani sen onu, gerçek manada gördün. Bu da te'kid anlamım ifade eder. Kimist de: "Siz bakıp duruyorken" âyeti, siz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bakıp duruyorken, anlamındadır, der, Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifade de vardır. Yani: Siz, bakıp duruyorken, onu gördüğünüz halde, ne diye bozguna uğradınız? demektir. |
﴾ 0 ﴿