135Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde..." âyetiyle bir önceki âyette sözü eden kesimden daha aşağıda bir başka kesimi sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bunları da onlara katmaktadır. Burada sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir. İbn Abbâs, Atâ yoluyla gelen rivâyetinde şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme -Ebû Mukbil künyeli- hurmacı Nebhân hakkında nazil olmuştur. Ona, güzelce bir kadın gelmiş, o kadına hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öpmüştü. Fakat yaptığına pişman olup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gitmiş, durumu ona anlatınca, bu âyet-î kerîme nazil olmuştu. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî de Müsned'inde, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bana Ebû Bekir anlattı. -Ki, Ebû Bekir doğru söylemiştir- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, abdest alır, iki rekat namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah ona mağfiret buyurur." Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler" âyeti ile diğer âyeti yani "Kim bir kötülük yapar yahut kendisine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyetini okudu. Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir. Bu, umumî bir buyruktur. Âyeti kerîme, kimi zaman özel bir sebep dolayısıyla nazil olur, sonra da bu işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme, bir gazaya gitmek üzere çıkan bir Sakifli'nin ensardan bir arkadaşını aile halkına bakmak üzere görevlendirmesi üzerine nazil olmuştur. Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye hanımının üzerine hücum etmek suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunurken elini öpmüş ancak, bu yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp (dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evine dönünce, hanımı ona arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını aramaya çıktı. Nihayet adamı alıp Ebû Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdinde bir kurtuluş bulur ümidiyle götürdü. Ebû Bekir'le Ömer, o kişiyi azarladılar. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gidip ona arkadaşının yaptığını haber vermesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz Hadîs-i şerîf dolayısıyla âyetin umumî olması daha uygundur. İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü demişler, İsrailoğulları Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlardan günah işleyen bir kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğu görülürdü. Bir rivâyette ise, o günahının kefTareti evinin eşiği üzerinde yazılı bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gibi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi İsrail oğullarına yapılan bu uygulamanın yerine bir bedel, bir genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivâyet olunduğuna göre İblis, bu âyet-i kerîme nazil olunca ağlamış. Çirkin iş (el-Fâhişe), her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak zina hakkında çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddî bu âyet-i kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefsir etmişlerdir. "Yahut kendilerine zulmettiklerinde" âyetindeki "yahut" anlamını veren "ev"in, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise kebâirden aşağı olan küçük günahlardır. "Allah'ı anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'rtdan hayayı hatırlarlar ed-Dahhâk: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar dİ-ye açıklamıştır, Bunun, kendi kendilerine Allah'ın bunu kendilerinden soracağım düşünürler, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır. Yine Mukâtil 'den nakledildiğine göre: Onlar, günah işlediklerinde dilleriyle Allah'ı hatırlarlar, demektir. "Ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıyla bağışlanma isterler. Bu anlamı, yahut bu lâfzı ihtiva eden her bir dua istiğfardır. Bu sûrenin baş taraflarında (3/16-17. âyetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğfâr aistiğfâr'ın başı, en üstünüb geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri olduğu belirtilmiştir. İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki, Tirmizî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Her kim: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim, diyecek olursa, o, Savaştan kaçmış olsa dahi günahları bağışlanır. Mekhûl de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan daha çok istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mekhûl de der ki: Ben de Ebû Hüreyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma dileyen kimse görmedim. Mekhûl'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlanma dileyen bir kimse idi. İlim adamlarımız derler ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrarın düğümlerini çözen ve manası kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen bağışlanma dileği değildir. Diliyle "estağfurullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyetî üzere ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve onun işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı vardır. Derim ki: O, bunu kendi dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu zamanımızda alay edercesine, hafife alırcasına günahından ötürü Allah'tan bağışlanma dilediği iddiasıyla teşbihini elinde tuttuğu halde günahtan vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış haliyle İnsanların görüldüğü şu bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur’ân-ı Kerîm'de ise: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 2/231.) diye buyurulmaktadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (2/67 ile 231- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır: Yüce Allah'ın: "Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" âyeti, masiyeti bağışlayıp, onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kimse yoktur demektir. "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hatalar) üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücâhid der ki: Bunu devam ettirip gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subaylı da der ki: Ali (radıyallahü anh) yanında olduğu halde Osman (radıyallahü anh)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben abdestsiz namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı. "Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyetinde sözü geçen ısrar, kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etmemektir. Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmektedir. el-Hutay'a da atları vasfederek şöyle demektedir: "Yavaşlamış atların arkalarından kamçılarla gittiklerinde akoşmalarındab sebat gösteren o atların tersleri kurur, Yapışır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır." Katâde der ki: Israr, masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Dar yollarının sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha) ısrar edip aldatan her kişinin vay haline!" Sehl b. Abdullah der ki: Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoştur, günahı üzere ısrar eden helâk olmuştur. Israr etmek, sonraya ertelemektir. Sonraya ertelemek, yarın tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddiasıdır. Hem yarına kendisi malik değilken yarın nasıl tevbe edebilir? Sehl’den başkaları da şöyle demiştir: İsrar, tevbe etmemeye niyet etmektir. Eğer samimi bir şekilde tevbe etmeyi niyet edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar. Ancak, Sehl'in görüşü daha güzeldir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte tevbe olmaz" buyurduğu rivâyet edilmiştir. 3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü: İlim adamlarımız der ki; Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vazgeçmeye iten, aziz ve gaffar olan Allah'ın Kitab'ı, şanı yüce Rabbimizin sözünü ettiği cennetin niteliklerine ve itaatkârlara vadettiklerine dair açıklamalan, cehennem azâbı ile isyankârlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkması ve nimetlerini umması güç kazanıncaya kadar devam ettirirse, yüce Allah'a nimetini umarak, azabından korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun sayesinde Allah'ın cezasından korkar, Onun mükâfatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı yüce Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, günahların -öldürücü zehirler olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararlarına Allah'ın mutluluğa iletmek istediği kimseye ilâhî bir yolla dikkatini çekmesidir. Derim ki: Bu, sadece lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva etmiyor. Çünkü insan, ancak yüce Allah'ın insanın dikkatini çekip uyarması sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefekkür eder. Kul, yüce Allah'ın başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine bakıp işlemiş olduğu günahlarla ve hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına pişmanlık duyarak, şanı yüce Allah'ın cezasından korkarak, geçmişte yaptıklarının benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona: "Tevbe eden kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu, masiyet üzerinde ısrar eden ve helâk oluşun sebeplerini terketmeyen bir kimse olur. Seni b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alâmeti, işlemiş olduğu günahından dolayı, -Tebûk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 9/118)- yiyecek ve içecekten kesilmesidir. Yüce Allah'ın: "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" âyeti ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahlarını hatırlayıp onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir, en-Nehhâs, bu güzel bir görüştür demektedir. "Onlar bile bile..." âyetinin, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile bile... anlamına geldiği de söylenmiştir. Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın çla tevbelerini kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günahlarından dolayı mağfiret dileyecek olursa, günahlarının bağışla nacağım bilirler anlamındadEr, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, onlar, Benim kendilerine neleri haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açıklamayı da İbn İshâk yapmıştır. İbn Abbâs, el-Hasen, Mukâtil ve el-Kelbî derler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın zararlı, onu terk etmenin, o günahı sürdürmekten daha hayırlı olduğunu bilirler (ve bundan dolayı da günahtan vazgeçerler). el-Hasen b. el-Fadl da der ki: Onlar, günahları bağışlayan bir Rabblerinin bulunduğunu bilirler. Derim ki: el-Hasen b. el-Fadl bu açıklamayı, Ebû Hüreyre arab'ın rivâyet ettiği şu hadisten almıştır Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aziz ve celil olan Rabbinin şu âyetini bize aktarmıştır: "Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur derse, şanı yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur; Kulum bir günah işledi ve o, günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana günahımı bağışla, diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha tekrarlayıp- sonunda şöyle buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını bağışladım." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu âyette, tekrar günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikinci bir günahı işledikten sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çünkü, günahı tekrarlamakla günaha bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar tevbeye dönmek ilk tevbeden daha iyidir. Zira kul, böylelikle kerim olan ve kendisinden başka günahları bağışlayacak kimsenin bulunmadığı O yüce zatın kapısına ısrarla gitmeyi ilave etmiş olur. Hadîs-i şerîfin sonunda yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkârlık anlamında bir emirdir. Dolayısıyla bu, yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr, 15/46) âyeti kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte işlemiş olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı yüce Allah'ın izniyle de gelecekte yapacağı iğlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber vermektedir. -Bu âyet-i kerimeyle bu Hadîs-i şerîf, günahı itiraf edip günahtan dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağladığına delil teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul, günahını itiraf edip de sonra yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde rivâyet etmişlerdir. Bir şair de şöyle demektedir: "Yiğit affedilme hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği günahlarını." Bir başka şair de şöyle demektedir: "İtiraf et günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı inkâr şeklindeki inkâr, iki günahtır." Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder; asizin yerinizeb günah işleyip mağfiret dileyecek ve (Allah'ın da.) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum getirir." İşte "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerh-i Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış olduğumuz gibi, şanı yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvâb isimlerinin anlamları budur. 5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli: Tevbesi yapılan günahlar, ya küfür ve inkârdır yahut başka günahlardır. Kâfirin tevbesi, geçmişteki küfür ve İnkârına pişmanlık duymakla birlikte îman etmesidir. Yalnızca îman etmek, tevbenîn kendisi değildir. Küfrün dışındaki günahlar ise ya yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan başkalarının bir hakkıdır. Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu kadar var ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi şeriat yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tevbeye -namaz ve oruçta olduğu gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri keffaretlerde olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave etmiştir. İnsanların haklarıyla ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamayacak olursa, onlar adına bu hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıyla üzerindeki haktan kurtulabilme imkânını bulamayan bir kimsenin de Allah tarafından affedilmesi umulur; O'nun lütfü zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları hasenata dönüştürmüştür, İleride (el-Furkan, 25/70. âyetin tefsirinde) bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 6. Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi: Kişi, günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tevbe etme yükümlülüğü yoktur. Bununla birlikte bir günah işlediğini hatırlayacak Ebû Müslim, Tevbe 11 (ayrıca bk. 9, 10); Tirmizî, Deavât ?8, Sıfatu'l-Cenne 2; Müsned, I, 289, II, 305, V, 414 olursa, ondan dolayı tevbe etmesi gerekir. Hocamız Ebû Muhammed Abdulmu'tî el-İskenderânî'nin -Allah ondan razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, İmâm el-Muhasibînin (bu husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamışlardır. Bunların yorumuna göre; İmâm el-Muhasibî, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden tevbe etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günahtan muayyen olarak tevbe etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibimin böyle dediğini kabul ederler. Oysa onun maksadı böyle değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz. Aksine mükellef, eğer fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış olduğu fiilin bir masiyet olduğunu bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de Özel olarak o günahından dolayı tevbe etmesine imkân yoktur. Meselâ, bir kimse fâiz çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir fâiz olduğunu bilmiyor ise, şanı yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü’minler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından size karşı Savaş açıldığını bilin" (el-Bakara, 2/278-279) âyetini işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin fâiz almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu anda faizin hakikatini öğrenip de geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlendirme yaptığında, daha önceki zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık) ve buna benzer haram olduklarını bilmediği diğer bütün günahları işleyen herkesin durumu böyledir. Kulun, bilgi sahibi olup geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe etmesi, şanı yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık duyması ve zulmettiği kimselerden helallik dileyip de o kimselerin de genel olarak ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri caizdir. Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer. Şimdi kulun cimriliğine, hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu (yani bilinmeyen bağışının kabulü) sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bulunup sebeplerini takdiri lütfeden, küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri affeden kerimler keriminin günahları bağışlaması hakkında ne denir! Yine Hocamız, -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İşte İmâm (el-Muhasibî)’nin maksadı budur. Üzerinde dikkatle düşünenlerin sözlerinin ifade ettiği anlamın bu olduğunu görürler. Herhangi bir kimsenin yanlış olarak anlayıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak için ayrı ayrı ve muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen câiz olmakla birlikte Şer’an vukuu sözkonusu olmayan teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen şeyleri yerine getirmekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu yanlış anlamaya göre, tevbe edecek olanın, içki içerken kaç yudum aldığını, zina ederken kaç defa hareket ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım attığım da bilmesi gerekir. Oysa hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kimsenin günahından tevbe etmesi beklenemez. İleride Nisa Sûresi'nde ve başka yerlerde (en-Nisâ, 4/17-18; Tâ-Hâ, 23/82, âyet...) tevbenîn şartlan ve tevbenin hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle-gelecektir. 7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi: Yüce Allah'ın: " ısrar da etmezler" âyetinde sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'in söylemiş olduğu; İnsan kalbinde yapmak üzere kararlaştırıp kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetlerden sorumlu tululur, şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kafi bir delil vardır. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm’de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim orada zulme meyletmeyi ve ilhadı isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 22/25) bir başka yerde de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/20.) âyeti ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya koymadan cezalandırıldıkları belirtilmektedir ki, ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Buhârî'deki hadise göre de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelecek olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir" Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, katili anladık. Maktul ne diye? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi arzu ediyordu," Böylelikle Hazret-i Peygamber, cehennem azâbı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına bağlamaktadır. Bu da bu konuda karar vermek demektir. Bizzat silahını çekmesini de hükümsüz kılmaktadır; Bundan daha açık bir delil ise, Tirmizî'nin, Ebû Kebşe el-Elnarî’den merfu’ olarak rivâyet edip, sahih olduğunu belirttiği şu Hadîs-i şerîftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu hususta Rabbinden sakınır, bu yolla akrabalık bağını gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da bilir. Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de yüce Allah bir ilim vermiş fakat mal vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyetle der ki: Eğer malım olsaydı filan kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da niyeti ile (ecir alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye de yüce Allah mal vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bilgisizce malını gelişi güzel kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla akrabalık bağını gözetmez, Allah'ın o malında bir hakkının bulunduğunu bilmez. Bu ise, mevkilerin en kötüsündedir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de vermemiş olur. Bu kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin o malına yaptığı uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de niyetinin karşılığını alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir." İşte Kadı i(Ebû Bekir b. et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukahâ, muhaddis ve kelâmcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutulmayacaktır diye iddia eden muhalif kanaatlere de itibar edilmez. Bu muhalif kanaati savunanların, Hazret-i Peygamber'in: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu işleyecek olursa, onun için tek bir günah olarak yazılır" âyetinde de bu muhalif kanaatin lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "onu yapmayacak olursa" âyetinin anlamı, zikrettiğimiz âyetlerin delâleti ile onu işlemeyi kararlaştırırı asa anlamındadır. "Eğer onu işlerse" ifadesinin anlamı ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği üzere onu fiilen açığa çıkartır veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız Allah'tandır. |
﴾ 135 ﴿