159

Allah'tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz çevrenden dağdır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile, iş hususunda onlarla müşavere eti Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri sever.

"Sayesinde" âyetindeki edatı te'kid manası da ihtiva eden bir sıladır. Bir rahmet sayesinde... anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Az zamanda" (el-Mu'minûn, 23/40);

"Onların o sözlerini bozmaları... sebebiyle" (en-Nisâ, 4/155);

"Burada yenilgiye uğratılmış... bir ordudur" (Sâd, 38/11) âyetinde olduğu gibi. Bu, kesinlikle zaid değildir. Sîbeveyh'in bunun için zaid olduğu anlamını vermesi, amelinin ortadan kalkışından dolayıdır. İbn Keysân der ki: “.....” edatı, "be" harfi ile cer mahallinde nekire bir isimdir.

"Bir rahmet" de ondan bedeldir.

Âyetin manasına gelince: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud günü kaçanlara yumuşak davranıp onları azarlamayınca, şanı yüce Rabbimiz, bu hususta Allah (cc)'ın kendisine bir başarı ihsan etmesi sonucu bu davranışı gösterdiğini beyan etti.

(......)'nın soru edatı olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Sen onlara Allah'tan ne biçim bir rahmet sayesinde yumuşak davrandın! Bu anlam ise hayret bildirir. Ancak bu anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir. Zira, bu şekilde olsaydı şeklinde "elif"siz gelmesi gerekirdi.

"Yumuşak davrandın"; den gelen bir fiildir.

(..........) kaba ve katı demektir. Kaba davrandın, davranırsın. ise mastarıdır. Muhataba kaba olduğunu anlatmak için de denilir. Müennesi; şeklinde, çoğulu da; şeklinde gelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın nitelikleri nakledilirken şunlar zikredilir:

Kaba da değildi, haşin de değildi.

Çarşı pazarlarda da yüksek sesle bağırıp çağıran bir kimse değildi."

el-Mufaddal bu kelimenin müzekker kullanılışı ile ilgili olarak şunları nakletmektedir:

"Yakınlarına ve akrabalarına karşı sert değildir.

-Onun bağışlarını kastederek gelirler-. Aksine yumuşaktır o.

Buna karşı düşmanlarına karşı serttir. Çekinirler ondan.

Onun satveti öldürücüdür. Buna karşılık bağışı da pek çoktur."

Bir başka şair de bu kelimeyi müennes olarak şöylece kullanın

"Darlık içinde evimde ölürüm

Benden başkası ise tıka hasa karnını doldurmaktan ölür

Bir dünya ki, cahillere karşı cömert davranır

Aklıbaşında kimselere karşı da kabadır."

Kalbin katılığı ise, surat aşıklığı, hoş ve güzel şeylerden az etkilenme, şefkat ve merhametin azlığı demektir. Şairin şu mısraı bu kabildendir:

"Bizim için ağlanır, bizse ağlamayız kimseye

Şüphesiz bizler develerden de daha katı ciğerli akalpliyizdir."

Dağılıp giderlerdi" âyeti, etrafından ayrılıp darmadağın olurlardı, demektir. Onları darmadağın ettim, onlar da ayrıldılar, demektir. Bir grup deveyi nitelendiren, Ebû Necm'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Kokuşları hızlıdır onların, hiç de gevşek değildir adımları

Tepeler üzerinde (koştuklarında) küçük çakal taşları etraflarından dağılır,"

Yani, ey Muhammed, eğer senin yumuşak davranışın olmasaydı, o geri dönüp kaçışlarından sonra utançları ve senden çekinmeleri, onların sana yaklaşmalarına engel olurdu.

Âyetin: "Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile. İş hususunda onlarla müşavere et" bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Peygambere Yöneltilen Emirler ve İstişarenin Anlamı;

İlim adamları der ki: Yüce Allah, Peygamberine son derece beliğ bir tedricilik ihtiva eden bu emirleri vermektedir. Şöyle ki: Yüce Allah ona önce kendi Özel şahsıyla ilgili olarak onlardaki haklarını affetmesini emretti. Bu noktaya gelmeleri üzerine bu sefer yüce Allah'a karşı sorumlulukları huşusunda onlar için Allah'tan mağfiret dilemesini emretti. Bu seviyeye de gelmelerinden sonra, artık iş hususunda kendileriyle müşavere edilmesine ehil oldular.

Dil bilginleri derler ki: İstişare kelimesi Arapların, atın yürümesi veya buna benzer diğer hallerini öğrenebilmek için kullandıkları; ifadesinden alınmıştır. Atın koştuğu yere de "mişvâr (etap.)" denilir. Bununla birlikte bu kelimenin anların kovanından bal almayı ifade eden;

Bal aldım, sözünden alınmış olması da mümkündür. Bunun ism-i mef'ûlü ise; şeklinde gelir. Adiy b. Zeyd der ki:

"Şeyh (reis)in izin verdiği ve (kovanından) alınan beyaz balı andıran

Bir söz ve dinlenen ifadeler hususunda...

2- İstişare Yapmayan Yönetici Görevinden Alınır:

İbn Atiyye der ki: Şûra, şeriatin kaidelerinden ve azimet yoluyla uyulması gereken hükümlerdendir. Her kim, ilim ve din ehli ile istişare etmezse, onun da azledilmesi vaciptir. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Şanı yüce Allah da mü’minleri:

"Ve onların işleri kendi aralarında istişare iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti ile övmüştür.

Bedevi Arap der ki: Benim kavmim kandırılmadığı sürece, ben de hiçbir şekilde kandırılabilmiş değilim. Ona: Peki bu nasıl olur? denilince, şu cevabı vermiş: Ben onlarla istişare etmeden hiçbir şey yapmam.

İbn Huveyzimendâd der ki; Bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları dini meselelerde yöneticilerin, ilim adamlarıyla danışmaları, Savaş ile ilgili konularda ordunun ileri gelen kumandan 1 arıyla danışmaları, kamu menfaatleriyle ilgili hususlarda insanların ileri gelenleriyle, ülkenin maslahatları ve imarı ile ilgili hususlarda da kâtipler, vezirler ve valilerle danışmaları, yöneticilerin görevleri arasındadır Eskiden beri: "İstişare eden pişman olmaz. Kendi görüşünü beğenen kimse sapar" denile gelmiştir.

3- Hazret-i Peygamberin İstişaresi ve İstişare Konusu:

Yüce Allah'ın:

"İş hususunda onlarla müşavere et" âyeti, vahyin gelme imkânı ile birlikte isler hakkında içtihad etmenin ve zannı galibe göre hareket etmenin câiz oluşuna delildir Çünkü şanı yüce Allah bu hususta Rasûlüne izin vermiş bulunmaktadır. Bununla birlikte te'vil âlimleri, yüce Allah'ın Peygamberine ashabı ile kendisi hakkında müşavere etmesini emretmiş olduğu işlerin mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşler.

Bir kesim der ki: İstişare yapması istenen konu, Savaş taktikleri ve düşmanla karşılaşmak halinde ortaya çıkan durumlardır. Bu da onların gönüllerini hoş etmek için, kadir ve kıymetlerini yükseltmek, dinlerine olan sıcak bağlılıklarını artırmak içindir. Her ne kadar yüce Allah indirdiği vahyi ile onların görüşlerine onu muhtaç bırakmamış olsa dahi, bu maksatla ona bu emri vermiştir. Bu açıklama Katâde, er-Rabî, İbn İshak ve Şâfiî'den rivâyet edilmiştir. Şâfiî der ki: Bu, Hazret-i Peygamber'in: "Ve bakire kıza (kendisine talib olanla evlendirilmesi hususunda) görüşü sorulur" âyetini andırmaktadır ki, burada görüşünün sorulması, onun gönlünü hoş tutmak içindir. Vacib olduğu için değil.

Mukatiİ, Katâde ve er-Rabî' derler ki: Arapların ileri gelenleri, eğer iş hususunda kendileri ile müşavere edilmeyecek olursa, ağırlarına giderdi. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine iş hususunda onlarla müşavere etmesini emretmiştir. Bu şekilde davranmak, onların Hazret-i Peygambere karşı daha çok meyletmelerini, kalplerindeki kinlerin uzaklaşmasını, daha gönüllerinin birleştirilmesini sağlıyordu. Onlarla müşavere ettiği takdirde Hazret-i Peygamber'in kendilerine değer verdiğini bilmiş olurlardı.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Müşavere, hakkında kendisine vahiy gelmeyen hususlarda sözkonusudur. Bu açıklama da Hasan-ı Basrî ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir. Onlar şöyle derler: Yüce Allah'ın Peygamberine müşaverede bulunmasını emretmesi, onun görüşlerine muhtaç oluşundan dolayı değildir. Onlara yalnızca müşaverenin faziletini öğretmeyi murad etmiş ve ondan sonra da ümmetinin uyması için bu emri vermiştir.

İbn Abbâs'ın kıraatinde ise; Bazı işler hususunda onlarla müşavere et, şeklindedir.

Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

İçinden çıkılmaz, gizli, kapaklı hususlarda arkadaşınla müşavere et.

Ve lütfederek sana öğüt verenin nasihatini sen de kabul et,

Çünkü yüce Allah Peygamberine bunu tavsiye etmiştir:

"Onlarla müşavere et" ve "tevekkül et" âyetinde."

4. Kendileriyle Müşavere Edilecek Kimselerde Aranan Nitelikler:

Ebû Dâvûd'un Mûsânnef (sünen)inde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kendisiyle danışılan kişi güvenilen bir kimsedir."

İlim adamları derler ki: Kendisiyle danışılacak kişi amüsteşardın niteliklerine gelince, eğer danışılacak husus din hükümleriyle ilgili ise danışmanın alim ve dinine bağlı bir kimse olması gerekir. Bu gibi özellikler ise, ancak akıllı bir kimsede toplanır. el-Hasen der ki: Kişinin aklı kemale ermedikçe dini de kemale ermez, İşte bu niteliğe sahip bir kimse ile istişare edilir de, o da doğru ve hayırlı olanı bulmak hususunda gayretini ortaya koyup elinden geleni esirgemez, fakat buna rağmen yanlış bir hususu salık verecek olursa, bundan dolayı da ona bir tazminat düşmez. Bu görüşü Hattâbî ve başkaları ifade etmiştir.

5. Dünya ile İlgili Meselelerde Müsteşarın (Danışmanın) Nitelikleri:

Dünya ile ilgili meselelerde kendisiyle danışılacak kişinin niteliklerine gelince, bu kişi aklı başında, denenmiş ve kendisi ile danışana sevgi besleyen bir kimse olmalıdır. Şair der ki:

"Gizli ve içinden çıkılamaz hususlarda candan arkadaşına danış."

Bu mısra ve ondan sonraki mısralar az önce geçti. Bir başka şair de:

"Eğer herhangi bir hususta senin önünde kapanırsa kapılar;

Akıllı ve kavrayışlı birisiyle müşavere et ve ona karşı gelme!"

diyerek bir takım beyitlerle istişarenin önemini açıklamıştır.

Şûra berekettir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İstişare yapan pişman olmaz, istihare yapan da ziyan etmez."

Sehl b. Saad es-Saidîde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Hiçbir kul, meşveret dolayısıyla bedbaht olmamıştır. Ve hiçbir zaman da kendi görüşüyle yetinerek mutlu olmamıştır," Kimisi de şöyle der: Sen, aynı işleri denemiş olanla istişare et. Çünkü o, pahalıya mal ettiği bir görüşünü sana verecek ve sen bunu bedelsiz alacaksın.

Ümmetin karşı karşıya kalabileceği en büyük meselelerden birisi olan hilâfet meselesini çözme işini Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şuraya havale etmiştir.

Buhârî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sonra gelen İmâmlar, (radıyallahü anhşid Halifeler) en kolayını yerine getirmek maksadıyla mubah hususlarda ilim ehli arasından güvenilir olan kimselerle istişare ederlerdi.

Süfyan es-Sevrî de şöyle demektedir: Takva sahibi, güvenilir ve yüce Allah'tan korkan kimseler senin istişare ettiğin kimseler olsun. el-Hasen de der ki; Allah'a yemin ederim, bir toplum kendi aralarında istişare edecek olursa, mutlaka hatırlarına gelenin en faziletli olanına hidâyet olunurlar.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer bir topluluğun istişare edilecek bir hususu var da aralarında ismi Ahmed veya Muhammed olan birisi bulunup onu istişarelerine alırlarsa, mutlaka onlar için hayırlı olan takdir olunur."

6. Şûranın Esası ve İstişare Edenin Sonra Yapması Gerekenler:

Şûra, esasen farklı görüşlere dayanır. İstişare eden kişi de bu farklı görüşler üzerinde düşünüp ve kendisi için mümkün olursa bunların Kitap ve Sünnete daha yakın olanını tesbite çalışır. Yüce Allah onu dilediği herhangi bir hususu tercihe irşad edecek olursa, onu kararlaştırır ve yüce Allah'a tevekkül ederek onu uygulamaya koyar. Çünkü, istenen içtihadın (cehd ve gayretin) maksadı budur. Bu âyet-i kerimede de yüce Allah, Peygamberine bu hususta, bu şekilde davranmayı emretmektedir.

7- Azmetmenin Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et" âyeti ile ilgili olarak Katâde şöyle demektedir: Yüce Allah, Peygamberine herhangi bir iş hakkında karar vermesi halinde o işi uygulamaya koyarak onlarla istişare etmesine değil de yüce Allah'a tevekkül etmesini emretmektedir.

Azmetmek ise, üzerinde durarak düşünülmüş, elekten geçirilmiş iş demektir. Yoksa düşünmeksizin önüne gelen görüşü uygulamaya koymak azmetmek değildir. Böyle bir şey, ancak sonuçlara aldırmaksızın canlarının istediklerini yerine getiren ve bu konuda ne olursa olsun bir işi yapmak istiyen kimseler hakkında düşünülebilir. Nitekim şair şöyle demiş:

"O, bir şey kararlaştırdı mı, artık azmini gözünün önüne (hedef olarak) koyar

Ve sonuçlarının söz konusu edilmesini bir kenara atar.

Görüşü, hususunda kendisinden başkasıyla da istişare etmez

Ve kılıcının kabzasından başka bir arkadaşa da razı olmaz."

en-Nakkâş der ki: Azm ile hazm aynı anlamdadır. Burada "ha" harfi ayn'den bedeldir, İbn Atiyye ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü hazm, bir mesele hakkında güzel bir şekilde tesbitte bulunmak, onu iyice elekten süzmek ve o hususta yanılmaktan çekinmek demektir. Azmetmek ise, bir işi yerine getirmeyi kastetmektir. Şanı yüce Allah da: "İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin, mi..." diye buyurmaktadır. Buna göre istişare ve bu manadaki davrantşlar "hazm" diye adlandırılabilir.

Zaten Araplar da: Azmedecek olursam, hazm ederim. (Yani azmetmeden önce onu iyice ölçer biçer, düşünürüm).

Cafer es-Sâdık ile Câbir b. Zeyd ise Ben azmettim mi.,." şeklinde "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu okuyuşta azmetmek şanı yüce Allah'a nisbet edilmiştir. Zira azmetmek de O'nun hidâyet ve tevfiki ile gerçekleşir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı" (el-Enfâl, 8/17) diye buyurmaktadır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Ben senin için azmedip sana başarı ihsan edip doğruya iletecek olursam "artık Allaha tevekkül et" şeklinde olur. Diğerleri ise, "te" harfini (sen azmettin mi, anlamına) üstün olarak okumuşlardır.

el-Mühelleb der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de yüce Rabbinin emrine riâyet ederek şöyle buyurmuştur: "Artık bir Peygamber zırhını giyindi mi, Allah hükmünü verinceye kadar onu çıkarmaması gerekir." (........) Yani, Peygamber azmetti mi, o azminden geri dönmemelidir. Zira bu, şanı yüce Allah'ın azmetmekle birlikte şart koşmuş olduğu tevekkülü nakzeder.

Bedir'de hazır bulunamayıp mü’minlerin salUı kimseleri arasında bulunan ve Uhud günü yüce Allah'ın kendilerine şehâdeti lütfettiği kimselerin: Ey Allah'ın Rasûlü bizi düşmanımıza karşı (Medine'nin dışına) çıkart! diyerek Medine dışına çıkma görüşünü ortaya koymaları üzerine Hazret-i Peygamber'in zırhını giyinmiş olması, onun bu husustaki azmine delil idi.

Hazret-i Peygamber ise, Medine'de kalma görüşünde idi. Abdullah b. Übeyy de bu görüşte idi ve şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, Medine'de kal ve askerlerini yanına alarak onlara (Kureşylilere) karşı çıkma. Eğer onlar yerlerinde kalmaya devam edecek olurlarsa, en kötü bir şekilde kalmaya devam ederler. Şayet Medine'ye yanımıza gelecek olurlarsa, biz de geniş alanlarda ve yol girişlerinde onlarla Savaşırız. Kadınlar ve çocuklar da yüksek binaların üzerinden onlara taş atar. Allah'a yemin ederim, bu şehirde bizimle ne kadar düşman sayaşmış ise mutlaka onu yenmişizdir. Ve biz, bu şehrin dışına düşmanla karşılaşmak üzere ne kadar çıktıysak mutlaka düşman bizi yenmiştir.

Ancak sözünü ettiğimiz kimseler bu görüşü benimsemediler. İnsanların kahramanlık duygularını galeyena getirerek Savaş çağırışında bulundular. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma namazını kıldı, namazın akabinde evine girdi, silâhını kuşandı. Bu sefer dışarı çıkma görüşünü izhar edenler pişman olarak: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı istemediği şeye zorladık, dediler. Silâhını kuşanmış olarak yanlarına çıktığını görünce, Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Arzu edersen kalalım. Bizler seni hoşuna gitmedik bir işe zorlamak istemiyoruz. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir peygamber silâhını kuşandı mı, çarpışmadıkça onu bırakması yakışmaz."

8. Tevekkül:

Yüce Allah'ın:

"...Artık Allah'a tevekkül eti çünkü Allah tevekkül edenleri sever" âyetinde sözü geçen tevekkül, kişinin acizliğini açığa vurmakla birlikte yüce Allah'a güvenip dayanması demektir. İsmi: "Tüklân" ...diye gelir. İşimde ona tevekkül ettim, anlamında: (............) ifadesi buradan gelmektedir. Bunun aslı ise: şeklinde olup makabli esreli olduğu İçin "vâv" harfi "yâ"ya kalb edilmiş, daha sonra da "ya"dan "te"ye ibdâl edilerek ififtiâl" veznindeki "te"ye idğam olunmuştur. Bir kimseyi bir işe vekil kılmaya "tevkil" denilir. Bunun ismi ise, vikalet ve vekâlet şeklinde gelir.

Tevekkül hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Sufilerden bir kesim şöyle demiştir: Kalbinden arslan yahut ondan başka Allah'ın dışındakilerin korkusu tamamen gitmedikçe ve şanı yüce Allah'ın teminatı altında olması dolayısıyla da rızık talebi için çalışmayı terk etmedikçe, herhangi bir kimse "mütevekkil" ismini almaya hak kazanamaz.

Ancak, genel olarak fukaha da daha önce yüce Allah'ın: "Mü’minler ancak Allaha tevekkül etmelidirler" (Âl-i İmrân, 3/122) âyetini açıklarken belirttiğimiz görüşleri ortaya koymuşlardır ki, orada da açıkladığımız gibi doğru olan tevekkül de odur.

Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn, yüce Allah'ın:

"Korkmayınız" (Tâ-Hâ, 20/46) âyetinde de ifade ettiği gibi korkmuşlardır. Yine bir başka yerde:

"Mûsâ içinde gizli bir korku hissetti. Biz ona korkma., dedik" (Tâ-Hâ, 20/67-68) diye buyurmuştur. Hazret-i İbrahim hakkında da şu âyeti ile korktuğunu haber vermektedir:

"Ellerinin buna uzanmadığım görünce, onların bu hallerinden hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi Korkma! dediler." (Hûd, 11/70) Şimdi Hazret-i İbrahim el-Halil ile Allah'ın Kelimi Hazret-i Mûsâ korktuklarına göre -ki örnek olarak onlar bize yeter- başkalarının benzer hallerde korkuya kapılmaları öncelikle sözkonusudur. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.

159 ﴿