NİSÂ' SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile (Medine'de inmiştir. 176 âyettir). Bu sûre tek bir âyet dışında Medine'de inmiştir. Sözkonusu bu tek âyet: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi...emreder" (en Nisa, 4/58) âyeti olup -ileride açıklanacağı üzere-Mekke'de fetih günü Osman b. Talha el-Haceb Hâciblik (hicâbe); görevini ifa eden demektir. Hicâbe: Kâbenin koruyuculuğunu yapmak demektir. Hacibler, Kabe'yi korur ve anahtarlarını ellerinde bulundururlardı. (İbnu'l-Esîr, en-Nihâye, I, 3-40). hakkında nâzil olmuştur. En-Nakkaş der ki: Bu sûrenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında nâzil olduğu da söylenmiştir. Kimisi de der ki: Yüce Allah'ın "Ey insanlar!" hitabının bulunduğu âyetler, Mekke'de inmiştir, Alkame ve başkaları da böyle demiştir. O bakımdan bu sûrenin, baş taraflarının, Mekke'de inmiş olduğunu andıran bir niteliği var demektir. Bununla birlikte Hicretten sonra nâzil olan âyetler, Medine'de nâzil olmuştur. En-Nehhâs ise bu sûre Mekke'de inmiştir, der. Ben derim ki: Birinci görüş daha sahihtir Çünkü Sahih-i Buhârî’de Hazret-i Âişe'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Nisa Sûresi ancak ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanında bulunduğum sırada nâzil olmuştur. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 44. Âişe bununla Hazret-i Peygamber'in kendisiyle gerdeğe girmiş olduğunu kastedmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Âişe (radıyallahü anha) ile Medine'de gerdeğe girdiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan bu sûrenin hükümlerini yakından inceleyen bir kimse bunun hiç şüphesiz Medine'de inmiş bir sûre olduğunu açıkça anlar. Yüce Allah'ın: "Ey insanlar" hitabının yer aldığı âyetler Mekke'de inmiştir, şeklinde kanaat belirtenlerin görüşü doğru bir görüş değildir. Çünkü Bakara Sûresi de Medine'de İnmiş bir sûre olmakla birlikte, o sûrede iki yerde: "Ey insanlar" hitapları yer almıştır. Nitekim bu husustaki açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/21 ve 168. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 1Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinizden korkun ve yine O'nun İsmi ile birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan sakının, akrabalık bağlarını kesmekten de. Şüphesiz Allah, üzerinizde tam bir gözetleyicidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı akı başlık halinde sunacağız: 1- Bütün İnsanlar Tek Bir Candan'dır. Yüce Allah'hın: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan.., Rabbinizden korkun" âyeti ile ilgili olarak, daha önce el-Bakara Sûresi'nde "en-Nâs: insanlar" kelimesinin iştikake, takvâ'nın, rabb'ın, yaratmanın, zevcin (eş) ve türetip yayma’nın (el-bess)’in anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunduğundan dolayı bunları tekrara gerek yoktur. İlgili açıklamalar için sırası ile bk. el-Bakara, 2/2. âyet 5- başlık; el-Fâtiha, 1/2. nyet 8. başlık; el-Bakara, 2/21. ayet; el-Bakara, 2/35. âyet 4. başlık; el-Bakara, 2/164. ayet 8. başlık. Âyet kerimede aynı zamanda yaratıcının varlığına da dikkat çekilmektedir. "Tek kelimesinin müennes "te"si ile gelmesi "nefs" kelimesinin müennesliği dolayısıyladır. Nefs kelimesi ise kendisiyle müzekker kast olunsa dahi, müennes gelir. Bununla birlikte günlük konuşmada: "Tekbir nefisten" şeklinde gelmesi de mümkündür. O takdirde mana kastedilerek bu şekilde (müenneslik "te"si olmaksızın) söylenmiş olur. Bunun böyle gelmesine sebep, nefs ile Âdem (aleyhisselâm)'ın kast edilmiş olmasıdır. Bunu Mücahid ve Katade söylemiştir Aynı zamanda bu kelime, bu şekilde İbn Ebi Able tarafından müenneslik "te"sİ olmaksızın şeklinde de okunmuştur. "Türetip yayan" âyetinin anlamı yeryüzünde dağıtıp yayan, demektir Yüce Allah'ın ; "Etrafa saçılmış kıymetli yaygılar vardır" (el-Gâşiye, 88/16) âyetinde kullanılan kelime de aynı köktendir. Buna dair açıklamalar da daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Her ikisinden" yine kasıt, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'dır. Mücâhid der ki Hazret-i Havva Hazret-i Âdem'in en alttaki kaburga kemiğinden yaratılmıştır. İbn Mâce, Tahâre 77'de: Ebû'l-Yemân el-Mısrî İle İ. Şâfiî arasında geçen bir konuşmada Şâfiî'nin sözü olarak geçmektedir. Hadîs-i şerîfte de: "Kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır" Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80, Müslim, Raclâ' 60. öl; Müsned, V, 8. diye buyrulmakladır ki, bu da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Bir çok erkekler ve kadınlar" yani onların soyundan gelenleri yalnızca iki tür olarak yarattı. Bu âyet, hunsanın müstakil bir tür olmamasını gerektirir. Fakat onun gerçek bir hüviyeti vardır ki, kendisini bu iki türe ait kılmaktadır. Bu da onun Hazret-i Âdem soyundan gelmesidir. O bakımdan daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35, âyet 4. başlıkta) geçtiği üzere onda bulunan organların fazlalık ya da eksikliği gözönünde bulundurularak bu iki türden birisine katılır. 2. Allah Adına Dileklerde Bulunmak: Yüce Allah’ın; "Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağını kesmekten de (sakının)" âyetinde takva emri (Allah'tan korkmak, sakınmak) kendilerine emir yöneltilen kişilerin bu konuda dikkatlerini çekmek ve onları uyarmak için tekrar edilmiştir, "Kendisinden" edatı da sıfat olmak üzere nasb mahallindedir. "Akrabalık bağı" anlamındaki lâfızda buna alfedilmiştir. Yani Allah'a karşı gelmekten de sakının, akrabalık bağlarım kesmekten de sakının, Medine'liler: "Birbirinizden dileklerde bulunduğunuz anlamına gelen; kelimesini, şeklinde "t" harfini "sin" harfine idğam ile okumuşlardır. Kûfeliler ise bunu, iki "t" bir arada geldiği için, birinci "t"yi hazf ederek "sîn"i de şeddesiz olarak okumuşlardır Çünkü bunun anlamının ne olduğu açıkça bilinmektedir. Yüce Allah'ın: "Günah üzere birbirinizle yardımlaşmayınız" (el-Mâide, 5/2) âyeti ile: "; İnerde iner" (el-Kadr, 97/4) kelimeleri ve benzerlerinde olduğu gibi. "Akrabalık Bağı"Anlamına Gelen: Kelimesinin Okunuşuna Dair Farklı Görüşler ve Açıklamaları: İbrahim en-Nehaî, Katade, el-A'meş ve Hamza, bu kelimenin sonunu esreli (cer ile) okumuşlardır. Nahivciler bu konuda çeşitli açıklamalarda bulunmuşlardır. Basra’lı nahivcilerin ileri gelenleri bu şekilde okumak yanlış bir okumadır, böyle bir okuyuş helâl (câiz) olamaz, demişlerdir. Kufeli nahivciler ise; bu, çirkin bir okuyuştur, derler ve bundan fazla birşey söylemeyip neden çirkin olduğunu da belirtmezler. en-Nehhâs ise, bu konuda "bildiğim kadarıyla" kaydını da eklemektedir. Sîbeveyh ise der ki: Aslında cer mahallindeki zamire (burada "kendisi adına" anlamına gelen deki zamiri kastediyor) atıf yapılmaz. Çünkü böyle bir zamir tenviri seviyesindedir. Tenvin'e ise ati" yapılmaz. Bir gurup nahivci de der ki: Aslında bu (bu şekilde mecrur bir zamire değil de) bilinen bir şeye atfedilmiştir. Çünkü Araplar akrabalık bağı adına biribirlerinden dileklerde bulunur ve: "Allah adına ve akrabalık bağı adına senden dilekle bulunuyorum" derlerdi. el-Hasen, en-Nehaî ve Mücahid de âyet-i kerimedeki bu ifadeyi böylece açıklamışlardır. Mesele ile ilgili doğru olan da -ileride de görüleceği üzere-budur. Ancak aralarında ez-Zeccâc'ın da bulunduğu bazı kimseler bu görüşü zayıf kabul eder ve şöyle derler: Açık bir ismin, cer halinde, cerr'e sebep olan açıkça ifade etmedikçe, zamire atfedilmesi çirkin bir iştir. Mesela yüce Allah'ın şu âyetinde bu açıkça zikredilmiştir: "Biz onu ve onun. evini yerin dibine geçirdik" (el-Kasas, 28/81). Bununla birlikte; Ona ve Zeyd'e uğradım, şeklindeki bir ifade çirkin görülmektedir. ez-Zeccâc, el-Mâzinî'den naklen der ki: Çünkü atfedilen ile kendisine atfedilen aynı ifadede ortaktırlar, onların herbirisi ötekinin yerini tutabilir. Buna göre; Zeyd'e ve sana uğradım kastıyla: ifadesi câiz olmadığı gibi; aynı şekilde; sana ve Zeyd'e uğradım kastıyla: ifadesi de câiz değildir. Sîbeveyh'e göre ise böyle bir ifade çirkindir Ve ancak şiirde bunun kullanılması câiz olur, Şair'in şu ifadesinde olduğu gibi: "Artık bugün yatın geldin, bizi yeriyor ve bize sövüp sayıyorsun Çek git, artık sana da, günlerin bize gösterdiklerine de hayret etmiyoruz!" Burada görüldüğü gibi; "Günler" kelimesinin başına " harf-i cerr'inî getirmeksizin " Sana" kelimesindeki kef harfine zaruret dolayısıyla atfetmiştir. Bir diğer şair'in şu beyti de bu kabildendir: "Kılıçlarımızı yüksek direklere benzer yerlere asarız Ve onlarla (kılıçlarla) topuklar (ımız) arasında oldukça genişçe bir mesafe vardır." Burada görüldüğü gibi; Topuklar" kelimesini zorunlu olarak; onlarla... arasında" deki zamire atfetmiştir. Ebû Ali (el-Farisî) der ki: Bu kıyasa (konuyla ilgili kurallara.) göre zayıftır. et-Tezkiretu'l-Mehdiyye adlı eserde el-Farisi'den nakledildiğine göre; Ebû'l-Abbas el-Müberred şöyle demiştir: Arkasında namaz kıldığım İmâm eğer: "Ne de siz beni kurtarabilirsiniz" (ibrahim, 14/22) ile (aslolan bu kelimenin son "y" harfinin esreli değil de üstün okunmasıdır): "Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağını kesmekten de. diye (son "mim" harfini esreli) okuyacak olursa ayakkabılarımı alır, giderim. ez-Zeccâc der ki: Zayıf ve Arapça bakımından çirkin olmakla birlikte Hamza'nin bu şekildeki kıraati dini inanç açısından da oldukça büyük bir hatadır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Babalarınızın adına (babam hakkı için) diye) yemin etmeyiniz" Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 26, Tevhid 13, Eymân 4; Müslim, Eymân 1, 6; Tirmizî, Nüzur 8, 9; Nesâî, Eyındn 4, 5, 6, 10. buyurmuştur. Allah'tan başkası adına yemin etmek câiz olmadığına göre, akrabalık bağı adına yemin nasıl câiz olur? Ben İsmail bin İshak'ın Allah'tan başkası adına yemin etmenin oldukça büyük bir iş olduğu kanaatini açıkladığını ve yeminin yalnız Allah adına yapılabileceğini ifade ettiğini gördüm. en-Nehhas der ki: Bazılarının: "Akrabalık bağı adına kelimesinin bir yemin olduğunu söylemeleri hem anlam hem de İ'rab bakımından bir yanlışlıktır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen hadis bu kelimenin üstün okunması gerektiğine delâlet etmektedir. Şu'be, Avn b. Ebi Cuhayfe'den, o el-Münzir b. Cerir'den o babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyorduk. Mudar'dan ayakları çıplak elbisesiz bir topluluk geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzünün onların bu fakir halleri dolayısıyla değiştiğini gördüm. Daha sonra öğlen namazını kılıp müslümanlara hutbe irad ederek dedi ki: "Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz... ve akrabalık bağını kesmekten de" diyerek -son kelime olan akrabalık bağı anlamına gelen: kelimesini üstün okudu Bu kelimenin bu şekilde okunduğu kaydı, yalnız Nesâî, Zekiit 64'te yer almaktadır. sonra: "Kişi dinarından, dirheminden, bir ölçek buğdayından tasaddukta bulunsun...diyerek" hadisin geri kalan kısmını zikretti. Müslim, Zekât 69, Nesâî, Zekat 64; Müsned, IV, 358-359. Bunun ifade ettiği mana ise bu kelimenin nasb ile okunacağıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber onları akrabalık bağlanın gözetmeye teşvik etmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin yahut sussun" Buhârî, Şehadat 26, Edeb 74, Eyman 4; Müslim, Eymân 2; Dârimî, Nüzur 6; Muvatta’', Nüzur 14, Müsned, II, 7, 11. diye buyurduğu sahih rivâyetle sabit olmuştur, İşte bu da: "Ben Allah adına ve akrabalık bağı adına senden istiyorum" diye ifade kullandıklarını söyleyenlerin' (yani âyet-i kerimedeki bu kelimenin esreli okunabileceğini söylemek isteyenlerin) görüşlerinin doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Ebû İshak der ki: "Kendisi adına isteklerde bulunduğunuz" ifadesi, kendisi adına haklarınızı istediğiniz, demektir. Buna göre yine bu kelimenin esreli olarak okunmasının bir manası olmaz. Derim ki: İşte, dil bilginlerinin bu kelimenin esreli olarak okunmasının doğru olmadığını belirten konu İle İlgili olarak tesbit edebildiğim açıklamaları bunlardır. İbn Atiyye de bu görüşü tercih etmiştir. Ancak İmâm Ebû Nasr Abdurrahim bin Abdulkerim el-Kuşeyrî bu görüşü red ederek kelimenin atfedilmiş olduğunu yani (esreli okunacağı görüşünü.) tercih ederek şunları söylemektedir: Böyle bir açıklama, dinin ileri gelen ilim adamlarınca red olunur. Çünkü kıraat İmâmlarının okudukları okuyuşların hepsi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan tevatür yoluyla sabit olmuştur ve bu ilim adamları bunu bilirler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan herhangi bir şey sabit olduğu takdirde bir kimse bunu red edecek olursa, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı reddetmiş ve onun okuduğu şekli çirkin görmüş olur. Bu ise oldukça sakıncalı bir konumdur ve böyle bir durumda dil ve nahiv'in ileri gelen ilim adamları taklid edilmez. Çünkü Arapça esas itibariyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den öğrenilir. Hiç kimse de onun son derece fasih olduğu hususunda şüphe etmez. Konuyla ilgili nakledilen hadise gelince; bu tartışma götürür bir husustur. Çünkü Hazret-i Peygamber Ebû'l-Uşerâ denilen bir sahabiye: "Baban hakkı için, keşke onun böğrüne bir darbe indirmiş olsaydın." Tirmizî, Sayd 13; Nesâî, Dahâyâ 25, Müsned, IV, 334. diye buyurmuştur. Diğer taraftan böyle bir yasak, Allah'tan başkası adına yemin hususunda varid olmuştur. Bu ise akrabalık bağı hakkı ile başkasına iltimasta bulunmak (tevessül) dir. Bu konuda da yasak söz konusu değildir. Yine el-Kuşeyrî der ki: Evet, bunun akrabalık bağs adına bir yemin olduğu söylenmiştir. Yani : Akrabalık hakkı için Allah'tan korkun, demeye benzer. Nitekim: Baban hakkı için sen bunu yap" da denilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise: "Yıldıza yemin olsun, Tûr'a yemin olsun, incire yemin olsun, ömrün hakks için" gibi yeminler de yer almıştır. Ancak böyle bir açıklama oldukça zorlanarak yapılmış bir açıklamadır, (da denilmiştir). Derim ki: Hayır, bunda bir zorlama sözkonusu değildir. Çünkü "Akrabalık bağı için" kelimesinin bu kabilden olması uzak bir ihtimal değildir. Böylelikle Yüce Allah, birliğine ve kudretine delâlet eden diğer yaratıklarına yemin ettiği gibi, bu akrabalık bağını tekid etmek için de ona yemin etmiş olmakta ve bu tekidi kendisinin yüce ismi birlikte zikredecek kadar İleriye götürmüş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Zaten yüce Allah'ın dilediği şeye yemin etme, dilediğini yasaklama, dilediğini mubah kılma hakkıdır. O bakımdan bunun da bir yemin olma ihtimali uzak değildir. Araplar da akrabalık bağı hakkı için yemin etmektedir, Diğer taraftan bu kelimenin başında "be" harfi kastetilmiş olmakla birlikte, şairin şu sözlerinde hazf edildiği gibi hazfedilmiş olması da uygundur: "Onlar aşiretçe uğursuzdurlar ıslah edici değillerdir; Ve ancak bir ayrılık dol ayısı ile kargaları öten kimselerdir. Burada görüldüğü gibi kelimesi "be" harfi cerri gelmemiş olduğu halde mecrûrdur. İbn ed-Dihân Ebû Muhammed Said b. Mübarek der ki: el-Kûfî zahirin (açık İsmin) mecrûr'a (mecrur zamire) affedilmesini câiz kabul eder ve bunun mümkün olduğunu söyler Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Yazıklar olsun sana ! Ya bana seslen yahut da; Yaşlı, sert tabiatlı ve sür'atli eşeklerden metanetli, mütahammil olanlarını çağır." Burada "metanetli, mütehammil' anlamına gelen kelimelerin başına harf-i cer gelmediği halde esreli okunmuştur; görüşüne delil olarak burası gösterilmektedir. (Az önce geçen bir beyit'in son mısra'ı olan) şu mısra da bu kabildendir: "Ve çek git artık, sana da günlerin getirdiklerine de hayret etmiyoruz. (Yine az önce geçen) şu mısrada bu kabildendir: Onlarla (kılıçlarla) topuklar(ımız) arasında genişçe bir mesafe vardır" Şu mısra da bu kabildendir: Sana ve ed-Dahhâk’a bir Hind kılıcı yeterî Bir diğer şairin su beyti de bu kabildendir: "Göğün ufuklarına çıkmak istedi de oralara Çekip çıkartacak birisini bulamadı, yerde de oturacak bir yer bulamadı. Bir diğeri de şöyle demektedir: "Onda da bütün işlerde de boşa giden bir şey yoktur. Onun gaybe dair herhangi bir emri ile hüküm verildi mi, mutlaka meydana gelir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Bir bölüğün yanından geçiyorum, bilmiyorum ama Ölümüm orada mı gerçekleşecek, yoksa başka birisinde mi?" Burada "başkasında" anlamına gelen; kelimesi, ".....de, da" anlamına gelen ile cer mahallindedir. İşte bazıları da Allah'ın: "Orada hem sizin için hem de miktarını temin edemeyeceğiniz kimseler için bir çok geçimlikler yarattık." (el-Hicr, 15/20) âyetindeki kelimesini Sizin için" kelimesindeki "kef" ve "mtm" harflerine atfetmiştir. Abdullah bin Yezid de (âyet-i kerimedeki): Akrabalık bağları" kelimesini mübtedâ olmak üzere ref ile okumuştur. Buna göre haber mukadderdir, takdiri de şöyledir; Akrabalık bağlarının ise gözetilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte bunun iğrâ (teşvik) olması da muhtemeldir. Çünkü Araplar arasında iğra'yı ret"' edenler de vardır. el-Ferrâ' bu kabilden olmak üzere şu beyitleri nakletmektedir: "Şüphesiz ki aralarında Umeyr'in ve Umeyr'in benzerlerinin bulunduğu bir kavim ile Yine birileri es-Seffâh olan bir kavim Elbetteki yardıma çağıran: "Silaha, silaha (sanlın)" dediğinde Onlara karşı çıkmaya gerçekten değer." Âyet-i kerîmedeki "Akrabalık bağları" kelimesinin nasb ile " kendisi adına" kelimesinin mahalline atf olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu zamirin mahalli nasb'dır. Şairin şu mısra'ında olduğu gibi: "...Çünkü biz dağ da değiliz, demir de değiliz." Zaten Araplar da önceden Allah adına ve akrabalık adına senden istiyorum" derlerdi. Bununla birlikte bu kelimenin mansub okunması ile ilgili daha kuvvetli görülen görüş, -önceden de belirttiğimiz gibi- mansub bir fiilin takdiri ile nasb edilmiş olmasıdır. 3. Akrabalık Bağlarını Gözetmenin Hükmü: Ümmet, akrabalık bağım gözetmenin vacib (farz), bu bağı kesmenin haram olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, kendisine: Annemin akrabalık hakkını gözeteyim mi- diye soran Esmâ'ya: "Annenin akrabalık hakkını gözet" diye buyurduğu sahih rivâyetle sabit olmuştur. Buhârî, Hibe 29, Cizye 18, Edeb S; Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvûd, Zekât H; Müsned, VI* 344, 347, 355. Annesi henüz kâfir olmakla birlikte onun akrabalık bağını gözetmesini emretmiştir. Böylece akrabalık bağını gözetmenin gereğini tekid için, kâfirin dahi akrabalık bağını gözetmekte bir fazilet olduğu belirtilmiştir, Hatta Ebû Hanîfe ve onun arkadaşları eğer asebe ve hissesi belli bir mirasçısı (ashâbu'l-ferâiz) yoksa, zevi'l-erhâm'ın Ashâbu'l-ferâiz; Allah'ın Kitab'ında, yahut Sünnette ya da icma ile miktarı belli pay sahibi mirasçılardır. Asabe: Farz hisse sahiplerinden sonra mirastan arta kalanı alan baba tarafından erkek akrabalardır. Zevi'l-erhâm: Asabe de olmayan, ashâbu'l-ferâiz de olmayan akrabalar olup bunların bulunmaması halinde ölüye mirasçı olan hala, teyze gibi dişi ya da kendileri ile ölen arasında dişi bir akraba bulunan erkeklerdir. Annenin babası, dayı gibi.... mirasçı olacaklarını söyleyecek kadar bu konuda ileri gitmişlerdir. Yine onların görüşlerine göre; akrabalık bağının saygınlığı dolayısıyla, zevi’l-erhâm olan akrabalar akrabalarını köle olarak satın alanların aleyhine azad edileceklerini dahi söylemişlerdir. Bunu Ebû Dâvûd'un Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'in söylediğini rivâyet ettiği: "Her kim kendisiyle evlenilmesi haram olan bir zu rahimini (akrabasını) mülkiyetine geçirirse o kişi hürdür" Ebû Dâvûd, Itk 7; Tirmizl, Ahkam 28ı İbn Mâce, İtk 5; Müsned, V, 15, 18. hadisi ile pekiştirmişlerdir. Aynı zamanda bu ilim ehli çoğu kimsenin de görüşüdür. Bu görüş, Ömer bin el-Hattab (radıyallahü anh) ile Abdullah bin Mes'ûd'dan rivâyet edilmiş, ashâbı kiramdan bu hususla kendilerine muhalif olan kimse de bilinmemektedir. Aynı zamanda Hasan-ı Basrî, Cabir bin Zeyd, Atâ, en-Nehaî ve ez-Zührî'nin de görüşü olup es-Sevrî, Ahmed ve İshak da bu kanaattedir Bu konuda bizim ilim adamlarımızın (Mâliki mezhebinin) üç görüşü vardır. Birincisine göre bu hüküm babalara ve dedelere hastır. İkincisine göre bu hüküm kardeşlerle alakalıdır. Üçüncü görüş İse, Ebû Hanîfe'nin görüşü gibidir. Şâfiî ise der ki: Çocukları, babaları ve anneleri dışında kişinin mülkiyetine geçirdiği kimseler, onun aleyhine azad edilmezler. Kardeşleri olsun diğer yakın akrabalarından olsun, herhangi bir kimse onun aleyhine azad edilmez. Ancak doğru olan, belirtmiş olduğumuz ve aynı zamanda Tirmizî'nin de Nesâî'nin de rivâyet ettiği Hadîs-i şerîf dolayısıyla birinci olan görüştür. Bu hadisin rivâyet yollarının en iyisi Nesâî'nin yaptığı rivâyettir, O bunu Damra'dan, o Süfyan'dan, o Abdullah bin Dinar'dan, o da İbn Ömer yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Ömer dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim mahrem bir akrabasına (kendisiyle evlenmesi haram olan yakın akrabasına) malik olursa bu, onun aleyhine olmak üzere azadedilir." Nesâî, bunu Kütüb-i Sitte'den birisi sayılan Süneninde değil de, "es-Sünenu'l-Kübrâ"da zikretmektedir. Bu Hadîs-i şerîf âdil kimselerin âdil kimselerden nakli ile sabit olmuş bir hadis olup hadis İmâmlarından her hangi bir kimse onunla ameli terketmeyi gerektiren bir illet ile onu tenkid etmiş değildir. Şu kadar var ki Nesâî hadisin sonunda: "Bu münker bir hadistir" derken başkası da bu hadisi Damra tek başına rivâyet etmiştir, demiştir. Hadisin râvilerinden olan Damra b. Rabîa'nın bu rivâyeti ile ilgili mülâhazalar için bk. Tirmizî, Ahkâm 28; İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, IV, 404. İşte hadisçilerin ıstılahına göre hadisin münker veya şazz olması bu demektir. Damra ise âdil ve sika bir ravi olup, bir hadisi sika bir ravinin tek başına rivâyet etmesi hadise zarar vermez. Doğrusunu en Eyi bilen Allah'tır. 4, Süt Akrabalığı Yoluyla Zevi'l-erhâm (Yakın Akraba) Olanların Akrabalık Hakkım Gözetmek: İlim adamları süt akrabalığı yoluyla zevi'l-erhâm olan akrabaların akrabalık bağım gözetmenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İlim ehlinin çoğunluğu bu tür akrabaların, hadisin hükmü kapsamında olmadığını söylemişlerdir. Kadı Şerik ise bu akrabaların da azad edileceğini söylemiştir. Zahiri mezhebine mensup bazı kimseler ile kimi kelam âlimleri çocuk babasına malik olduğu takdirde, babasının oğlunun aleyhine azad edilmeyeceğini söylemişler ve Hazret-i Peygamber'in şu âyetini delil göstermişlerdir: "Bir oğulun babasını mükâfatlandırabilmesi, ancak babasını köle bulup ta onu satın atdığî ve onu azad ettiği takdirde mümkün olabilir." Müslim, Itk 25: Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1, Müsned, II. 230. 263, 376, 445 Derler ki: Satın almak sahih olduğu takdirde mülkiyet de sabit olur. Mülkiyet sahibinin de tasarruf hakkı vardır. Ancak bu, onların şeriatın maksatlarını bilmediklerini ortaya koymaktadır. Yüce Allah: "Ve anne-babaya da iyilik yapın,.." (el-İsrâ., 17/23)diye buyurmaktadır. Böylelikle kendisine ibadet emri ile anne-babaya iyiliğin gereğini bir arada zikretmiştir. Babanın çocuğunun mülkiyeli ve tahakkümü altında kalmaya devam etmesi ise asla iyilik olamaz. O halde ya: "Onu satın aldığı ve azad ettiği..," hadisinin gereğince onu azad etmelidir; yahut âyet-i kerîme gereğince ona iyilik yapmak için azad etmelidir. Cumhûrun kanaatine göre ise hadisin anlamı şudur: Evlat babasını satın almakla babasının azad edilmesine sebep teşkil etçiğinden dolayı, şeriat babasını azad etmeyi tıpkı ondan vaki olmuş gibi çocuğa nisbet etmiştir. İlim adamlarının mülkiyet yoluyla kimlerin azad edileceğiyle ilgili farklı görüşlerine gelince; birinci görüşün delili zikrettiğimiz şekilde Kitap ve Sünnetten anlaşılandır. İkinci görüşün delili ise, evliliği haram kılan akrabalığın Hadîs-i şerîfte anılan babanın akrabalığı gibi kabul edilmesidir. Esasen bir kimseye oğlundan daha yakın kimse bulunmaz. O bakımdan bu Hadîs-i şerîf baba ile İlgili kabul edilir. Kardeş ise bu hususta ona yakın bir derecededir. Çünkü kardeş kardeşe baba yoluyla yakın olur. O bakımdan kardeş, ben onun babasının oğluyum diyerek kardeşine olan yakınlığını izah eder. Üçüncü görüşün dayanağı ise az önce zikrettiğimiz Damra yoluyla gelen hadisi şeriftir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Akrabalık bağı" âyetinde sözü geçen akrabalık (er-Rahîm), mahrem olan ile olmayan arasında her hangi bir fark söz konusu olmaksızın bütün akrabaları kapsayan bir isimdir. Ebû Hanîfe, yapılan hibeden vazgeçmenin yasaklılığı hususunda mahrem akrabalığa itibar eder. "Mahrem olan akrabalara yapılan hibeden dönüş, sahih olmaz...". Amca çocuklarına yapılan hibeden dönmek akrabalık bağım kesmek ve akrabalık sözkonusu olmakla birlikte caizdir. Bundan dolayı bu tür (mahrem) akrabalıklara miras, velayet ve diğer hükümler de taalluk etmektedir. Burada yalnız mahrem akrabalığı nazarı itibara almak, esasen herhangi bir dayanak sözkonusu olmaksızın Kitabın nassına bir fazlalıktır. Onlar (Hanefî'ler) böyle bir şeyi (mesnedsiz fazlalığı) bir nesli olarak değerlendirirler. Yine bu görüşte akrabalık bağını kesmenin gerekçesine bir çeşit işaret de vardır. Ayrıca onlar bunu (hibeden dönmeyi) amca çocukları, dayı ve teyze çocukları hakkında da câiz kabul etmişlerdir. Mâlikîler, ancak dar sınırlar çerçevesinde hibeden dönüşü câiz kabul ederler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6. Yüce Allah'ın Gözeticiliği: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir." O, her şeyi koruyup gözetendir, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs ve Mücahid'den nakledilmiştir. İbn Zeyd ise, her şeyi en iyi bilendir diye açıklamıştır. "Gözetleyici" (er-Rakîb.) koruyucu anlamına geldiği söylendiği gibi, koruyan anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre gözetleyici (er-Rakîb), yüce Allah'ın sıfatlarındandır, er-Rakîb koruyan ve gözetleyen anlamındadır. Gözetleme halinde bu fiilden gelen kipler kullanılır. (Yine aynı kökten gelen): el-merkab, gözetl ey İçinin üzerinde durduğu ve etrafı görebilen yüksekçe yer (gözetleme kulesi) demektir. er-Rakîb belli payları bulunan kısmet arama oklarından olan yedi okun üçüncüsünün adıdır. Bir çeşit yılana bu ismin verildiği de söylenmiştir. O halde bu kelime müşterek bir lâfızdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2Yetimlere mallarını verin, temizi murdar olana değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınızla (karıştırarak) yemeyin. Muhakkak ki bu, büyük bir günahtır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Yetimlere Mallarını Vermek: Yüce Allah'ın: "Yetimlere mallarını verin" âyetinde yer alan "yetimler"den kasıt, (bir zamanlar) yetim olan kimselerdir. Yüce Allah'ın: "Ve sihirbazlar secdeye kapanıverdiler" (el-A'râf, 7/120) âyetinde olduğu gibi. Çünkü hem Allah'a secde etmek, hem sihirbazlık birlikte olmaz. Aynı şekilde büluğ sözkonusu olduğu takdirde de yetimlik sozkonusu olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de "Ebû Talibin yetimi" denilmesi daha önceki durumu nazarı itibara alınarak söyleniyordu. "îtâ" mastarı vermek anlamındadır. Bağış ve verilen şey anlamına gelen "etv" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Rüşvet anlamına gelen "ilâve" kelimesi de burdandır. Yetim ergenlik çağına varmayan kimse hakkında kullanılır Bakara Sûresi'nde (2/83. âyet 5- başlıkta) buna dair yeteri kadar açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimelerde yetimlerin veli ve vasilerine hitab edilmektedir. Mukâtil ve el-Kelbî'nin açıklamalarına göre bu âyet-i kerîme, çokça malı bulunan ve yetim olan bir kardeşinin oğlu bulunan Gatafan'lı bir kişi hakkında nâzil olmuştur. Yetim, ergenlik çağma varınca amcasından malını kendisine vermesini istedi, fakat amcası malını ona vermedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Amcası: Çok büyük bir günah işlemiş olmaktan Allah'a sığınırız, diyerek malı yeğenine geri verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Her kim nefsinin cimriliğinden korunup bu şekilde geri döner (hakkı sahiplerine iade eder) ise artık o kendi yurduna konaklar" Burada ise yurdundan kasıt cennettir. Delikanlı bu malı eline geçirince onu Allah yolunda infak etti. Bu sefer Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ecir tahakkuk etti, fakat geriye günahı kaldı." Nasıl Ey Allah'ın Rasûlu? diye sorulunca Hazret-i Peygamber şöyle açıkladı: "Bu delikanlının ecri tahakkuk etti, fakat günahı da babası üzerinde kaldı." el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 146. Çünkü babası müşrik bir kimse idi. 2. Yetimlere Mallarını Verme Şekli: Yetimlere mallarının verilmesi iki şekilde olabilir. Birincisi yetimin veliliği sözkonusu olduğu sürece yiyecek ve giyecek ihtiyacının karşılanması. Çünkü küçük yahut yaşı büyük olmakla birlikte sefih (beyinsiz) gibi malının tamamını alıp kullanma hakkına sahip olamayanlar için bu, ancak bu yolla mümkün olabilir, İkincisi ise malı ona teslim etmek ve malında tasarruf etme imkânım verecek şekilde malı ona vermek. Bu da yetimin denenip reşitliğinin ortaya çıkması halinde sözkonusu olur. Böyle bir durumda olan kimseye "yetim" ismini vermek mecazen olur. İbarenin anlamı ise; Önceleri yetim olan... şeklinde olur. Bu önceki durumda alınan ismin, sonraki halinde de devamını ifade eder. Nitekim önceleri sihirbaz olan (sonradan Hazret-i Mûsa'ya îman eden)ler hakkında da yüce Allah'ın: "Ve sihirbazlar secdeye kapaniverdiler" (el-A'râf, 7/120) âyeti de bu kabildendir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e da "Ebû Talib'in yetimi" deniliyordu. Artık velinin, yetimin reşitliğini gerçekten anladıktan sonra malını ona vermemesi haram olur ve vermediği takdirde asi olur. Ebû Hanîfe der ki: Yetim yirmibeş yaşına geldiği takdirde, durum ne olursa olsun malı ona teslim edilir. Çünkü o artık dede olacak yaştadır. Derim ki: Yüce Allah bu âyet-i kerimede reşitliğin tesbit edilmesinden söz etmemiş te: "Yetimleri evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşittik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin" (en-Nisâ, 4/6) âyetinde neden zikretmiştir. Hanefî mezhebine mensub Ebû Bekr er-Râzî, "Ahkamu'l-Kur'ân" adlı eserinde şunları söylemektedir: Yüce Allah bir yerde reşitlîk kaydını zîkretmeyip, bir diğer yerde reşîtlik kaydını zikrettiğine göre, bunların ikisi ile de amel edilmesi gerekmektedir. O bakımdan derim ki: Yetim 25 yaşına vardığı halde henüz aklını başına almamış (sefih) olup reşitliği tesbit edilememişse dahi malının kendisine teslim edilmesi icabeder. Daha küçük olduğu takdirde ise bu iki âyet-i kerimeyle amel etmenin bir gereği olarak teslim etmek icap etmez. Ebû Hanîfe de der ki: Artık kişi reşitliğine erince (25 yaşına ulaşınca) onun dede olabilmesi söz konusu olur. Artık dede olabilecek yaşa geldiğine göre, yetim olduğu gerekçesiyle ve yetim ismi altında ona malının verilmesi nasıl doğru olabilir? Böyle bir şey oldukça uzak bir ihtimal olmaz mı? İbnu’l-Arabî ise der ki: Böyle bir görüş banidir. Açıklanabilecek bir tarafı yoktur. Özellikle miktar belirten hükümlere dair onun kabul elliği görüşe göre; bunlar kıyas yoluyla sabit olamaz, aksine bunlar ancak nass'tan alınıp öğrenilebilir. Bu meselede ise böyle bir nass sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın izniyle ilim adamlarının hacr'a dair görüşleri ileride (bu sûrenin 5, âyetinin tefsirinde) gelecektir. 3. Yetime Malını Teslim Etme Halinde Hileli Yollara Sapmak: Yüce Allah'ın: "Temizi murdar olana değiştirmeyin..." âyetinin anlamı şudur; Yetimin malından olan semiz koyunu alıp zayıfını, hilesiz gümüş dirhemleri alıp hileli olanları vermeyiniz. Cahiliyye döneminde din diye bir şey tanımadıkları için, yetimlerin mallarını yemekten çekinmez, yetimin mallarından iyi ve kaliteli olanı alır, onun yerine kendi mallarından adi ve bayağı olanı verirler ve isme karşılık isim, başa karşılık baş derlerdi. Yüce Allah ise-bu şekildeki bir davranışı onlara yasakladı. Bu, Said bin el-Müseyyeb, ez-Zührî, es-Süddî ve Dahhak’ın görüşüdür. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. Şöyle de denilmiştir: Yani sizin için helâl olan kendi malınızı bırakıp, sizin için haram olan yetimlerin mallarını yemeyiniz. Mücahid, Ebû Salih ve Bazân derler ki: Allah'tan gelecek helâl rızkı beklemeyi bir kenara iterek, elinizi çabuk tutup onların mallarından size murdar olanı yemeye kalkışmayınız. İbn Zeyd der ki: Cahiliyye dönemindeki insanlar kadınlara ve çocuklara mirastan bir pay vermez, mirasın en büyük bir bölümünü kendileri alırlardı. Atâ der ki: Bir şeyden anlamaz ve küçük yaşta olup yanında barındırdığın yetiminin aleyhine olarak kâr sağlama. Bu iki görüş, âyetin zahirinden anlaşılanın dışında kalmaktadır. ("Değiştirme" kelimesi): Bir şeyi bir şeyle değiştirmek, birini ötekinin yerine almak, demektir Bedel kelimesi de aynı kökten gelmektedir. 4. Velinin, Himayesindeki Yetiminin Mallarından Kendi Mallarına Karıştırması: Yüce Allah'ın: "Onların mallarını mallarınızla (karıştırarak) yemeyin" âyeti hakkında Mücahid der ki: Bu âyet-i kerîme harcamalarda malı karıştırmayı yasaklamaktadır. Araplar kendi harcayacakları nafakalarını yetimlerinin nafakalarına karıştırıyorlardı. Onlara bu şekilde davranmaları yasaklandı. Daha sonra bu, yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir" (el-Bakara 2/220) âyeti ile nesh olundu. İbn Fûrek, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İnsanlar (Ashâb-ı kiram) bu âyet-i kerimeden (nafaka ve harcamaları) karıştırmanın yasaklandığı anlamını çıkardılar ve kendiliklerinden bu işten uzaklaştılar. Bakara Sûresi'ndeki âyet-i kerîme ile, bu konudaki hüküm onlara hafifletildi. Sonraki ilim adamlarından (müteahhirûn) bir kesim şöyle demiştir: Buradaki: e, a" edatı, ile, birlikte" anlamındadır Yüce Allah'ın: "Allah'a giden yolda Benim yardımcılarım kim olacak?" (es-Saff, 61/14) âyetinde de olduğu gibi. el-Kutebîde şöyle bir beyit nakletmektedir: "Oldukça sağlam kulplara bağlı olarak, gölgeliklerde bağladıkları; Zayıf atları ile çadırların önlerini kapatırlar." Ancak bu edat'ın bu anlama kullanılması pek uygun değildir. Bu konuda işinin erbabı olan ilim adamları der ki: " e, a" edatı asiî anlamı üzere icullanılmış olup, bu "izafet: eklemek, katmak" anlamım da ihtiva etmektedir. Yani onların mallarını kendi mallarınıza katıp eklemek suretiyle yemeyiniz. Böylelikle yetimlerin mallarının kendi malları gibi olduğu kanaatine sahip olmaları sonucunda, o mallardan yemek veya yararlanmak suretiyle, yetimlerin mallarında tasarrufta bulunmaları yasaklanmaktadır. 5. Yetimlerin Mallarını Yemek, Buyû'k Bir Günahtır: Yüce Allah'ın: "Muhakkak bu büyük bir günahtır" âyeti, bu şekilde onların mallarım yemek büyük bir günahtır, demektir. İbni Abbas, el-Hasen ve başkaları böyle açıklamışlardır. Buradaki "Hûb" kelimesi günah manasınadır. Aslında bu kelime develeri yaptıklarından alıkoymak için kullanılır. Günaha "Hûb" denilmesi ise işlenmesi yasaklandığı içindir. Nitekim dua esnasında da: Allah'ım bana Havbe'mi yani günahımı bağışla! diye dua edilir. Bk. Ebû Dâvûd, Tıb 19; Tirmizî, Deavat 102; İbn Mâce, Dua 2; Müsned, I, 227, VI, 21. Havbe aynı zamanda İhtiyaç anlamına da gelir Yine dua esnasında: Havbe'mi sana arzediyorum, derken ihtiyacımı sana sunuyorum, demektir. Hûb, aynı zamanda yalnızlık anlamına da gelir. Hazret-i Peygamber de Ebû Eyyub'a: "Muhakkak Um Eyyûb'u boşamak büyük bir Hûb'dur" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 262. diye buyurmuştur. Bu kelimenin üç türlü söylenişi varır Birincisi "hâ" harfi ötreli olarak: şeklinde olup genel olarak bu şekilde okunmuştur ve bu, Hicazlıların şivesidir el-Hasen: şeklinde okumuştur. el-Ahfeş dedi ki: Bu Temîmliler'in söyleyişidir, derken Mukâtil bunun Habeşlilerin şivesi olduğunu nakletmektedir. Hûb, bu kelimenin mastarıdır. Hiyâbe de aynı şekildedir. Yine Hûb isim de olabilir Ubey bin Ka'b ise bunu mastar olarak: şeklinde okumuştur. Bunun (azık anlamına gelen); "Zaad" kelimesi gibi bir isim olması da mümkündür. "Vav" harfinden sonra bir hemze ile "el-Hav'eb" geniş yer, demektir. Yine bu, bir suyun da adıdır. "Allah ona Havbe'yi kattı" şeklindeki ifade, yoksulluk ve muhtaçlığı ona tattırdı, demektir. Kötü bir ihtiyaç ve yoksullukla geceledi, şeklindeki tabir de bu kabildendir. Burada 'ya' harfi aslında "vav"dır. Kendisini ibadete verdi, demektir. Yine bu kelime hüzünlenmek anlamına gelmekle birlikte; engellemek, alıkoymak için bağırmakta olduğu gibi, aşırı yüksek sesle bağırmak anlamına da gelir. Bir şeyden ağrı, sızı ve ızdırap duymaya da "tehavvub" denilir. Tufayl der ki: "Muhaecer sabahı bizim ta ciğerlerimizde duyduğumuz Öfke ve üzüntü gibisini haydi siz de tadınız!" 3Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane almalısınız yahut sahibi olduğunuz cariye(ler) ile yetinmelisiniz. Bu, sizi haksızlıktan daha çok alıkoyar. Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: " Eğer... korkarsanız" âyeti şarttır. Bu şartın cevabı ise "... nikâhlayın" âyetidir. Yani eğer onlara vereceğiniz mehir. ve nafakalarında âdil davran ama maktan korkarsınız "size helâl olan kadınlardan..." yanı onların dışında kalan kadınlardan, "nikâhlayın" lâfız, Müslim'in olmak üzere hadis İmâmlarının rivâyetine göre Urve bin ez-Zübeyr, Hazret-i Âişe'den yüce Allah'ın: "Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir; Kardeşimin oğlu, bu velisinin himayesinde bulunan yetim kız hakkındadır. Bu kızın malı velisinin malı ile bir arada bulunmaktadır. Malı ile güzelliği ile velisinin hoşuna gittiğinden o da onunla evlenmek ister. Fakat ona vereceği mehirde adaletli davranarak, başkasının ona verdiği kadar mehir vermek istemez, İşte bu gibi yetim kızlara adaletli bir şekilde davranmadıkça ve böylelerine onlara ödenebilen mehr'in azami miktarını ödemedikçe nikâhlamaları yasaklandı. Bunların dışında kalan ve kendileri için helâl olan kadınları nikâhlamakla emrolundular... diyerek hadisin geri kalan kısmını zikretti. Buhârî, Tefsir 4. sûre 1, Şerike S, Vesayâ 21, Nikâh 16, 19, 43, Hiyel 8; Müslim, Tefsir 6; Ebû Dâvûd, Nikâh 12; Nesâî, Nikâh 66; Dârakutnî, lll, 264-266. İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayı biz şöyle deriz: Vast'nin kendi adına (himayesinde bulunan.) yetimin malından birşeyler satın alması ve kendi malından ona birşeyler satması -kendisini kayırmaksızın- caizdir. Müvekkilin vekil tayin ettiği kimsenin kendisi adına satın aldığını yahut o yetim kıldan satın aklığını tetkik etmesi hakkı vardır. Ayrıca Sultanın (devlet yetkilisinin) vasi'nin bu kabilden yaptıklarına nezaret etmek hakkı da vardır. Bu konuda kendisini kayırdığı açıkça ortaya çıkmadıkça herhangi bir kimsenin babayı gözetim altında tutma hakkı ise yoktur. Ancak kendisini kayırdığı anlaşılırsa o takdirde Sultan bu işe müdahale: eder Bu hususa dair açıklama bundan önce Bakara Sûresi'nde (2/220. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ed-Dahhâk, el-Hasen ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerîme cahiliyye dönemi ile İslâm'ın ilk dönemlerinde görülen, kişinin dilediği kadar hür kadınlar ile evlenebilme hükmünü nesh etmekte (sona erdirmekte)dir. Ayet-i Kerîme bu kadınların sayısını dört ile sınırlandırmıştır. İbn Abbâs ile İbn Cübeyr ve başkaları da der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur Eğer sizler yetimler hakkında adalet yapamayacağınızdan korkuyor iseniz, aynı şekilde kadınlar hakkında da korkunuz. Çünkü onlar yetimler hakkında haksızlıktan çekindikleri halde, kadınlar hususunda bundan çekinmezlerdi. "Korkarsanız" kelimesi zıt anlamlı kelimelerdir. Kendisinden korkulan şey, vukua geleceği bilinen; zan olunan bir şey de olabilir. Bundan dolayı ilim adamları buradaki "korkmak"ın açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Ubeyde der ki burada "korkarsanız" kesin olarak inanırsanız anlamındadır. Başkaları ise zannederseniz anlamınadır derler. İbn Atıyye ise derki: İşte bu konuda maharetti ilim adamlarının tercih ettiği budur. Bu kelime: Kesin kanaat sahibi olmak anlamına değil de zannetmek şeklindeki asli anlamı üzere kullanılmıştır. Buna göre ifadenin takdirî şöyle olur: Her kim yetim kıza âdil davranmak hususunda kusurlu hareket edeceği zannına sahip ise, o yetim kızdan vazgeçsin. "Adalet yapmanız..." demektir. Adalet yapmayı ifade etmek üzere: denilir. Bir kimse başkasına haksızlık ve zulüm yaptığı zaman ise; denir. Allah da şöyle buyurmaktadır: "Zalim olanlara gelince onlar cehenneme odundurlar" (el-Cin,72/15) burada " el-kasilün" zulüm ve haksızlık yapanlar, demektir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Dinde kist yapanlar Kıyâmet gününde nurdan minberler üzerinde olacaklardır." Müslim, 18; Nesâî, Âdabu'l-Kudât 1; Müsned, II. 160. Burada: "kist yapanlar" âdil olanlar, anlamındadır. İbn Vessab ile en-Nehaî "te" harfini üstün olarak: şeklinde en ve (olumsuzluk edatı) takdiri ile okumuşlardır. Yanı; Eğer haksızlık yapmaktan korkardanız.., demiş gibi olmaktadır. 2. "Size Helâl Olan Kadınlardan... Nikâhlayın" Âyetindeki “Mâ” Edatının Kullanılmasına Dair: Eğer: Burada edsü asıl iri bari ile aklı bulunmayım varlıklar hakkında olmakla birlikte, nasıl olur da insanlar hakkında kullanılmıştır? diye sorulacak olursa, buna beş türlü cevap verilebilir: Birinci cevap; Bu edat ile “O kimse” edatı birbirlerinin yerlerine kullanılabilmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: " Sema'ya ve onu bina edene yemin olsun ki..." (eş-Şems, 91/5) görüldüğü gibi burada bu edat, akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan diğer edatın yerine kullanılmışın". Yine bir başka yerde yüce Allah (akıl sahibi için kullanılan edatı aklı olmayan hayvanlar hakkında kullanarak) şöylece buyurmaktadır: "Allah bütün hayvanları sudan yarattı. Onlardan bazısı karnı üzere yürür, bazısı iki ayak üzere yürür, bazısı dört ayak üzere yürür..." (en-Nûr, 24/45) Görüldüğü gibi burada tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin bu bölümünde) "mâ" edatı akıl sahibi varlıklar olan kadınlar hakkında kullanılmakladır Çünkü bundan sonra yüce Allah "kadınlardan" diye buyurmakta ve müphem olan bir tabiri beyan etmektedir, ibn Ebi Able ise, akıt sahibi varlıklar için kullanılan edatı zikrederek: 'Helâl olan" diye okumuştur. İkincisi: Basralıların dil bilginleri der ki: Bu edal akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanıldığı gibi sıfatlar hakkında da kullanılır. Mesela; yanında ne (kim) var? diye sorulur. Cevab olarak: Oldukça kibar ve şerefli birisi (insan); diye cevap verilir. O halde âyet-i kerimenin anlamı şudur: Kadınlardan helâl olanları nikâhlayınız. Haram olan bir şey ise helâl olamaz. Yine Kur'ân-ı Kerîm’de: "Âlemlerin rabbi (dediğin) nedir?" (eş-Şuarâ, 26/23) diye soran Fir'avun'a Mûsa (aleyhisselâm) da onun sorusuna uygun bir şekilde cevap vermiştir. İleride gelecektir. Üçüncüsü, bazı kimseler bu âyet-i kerimedeki "mâ" edatının zari edatı olduğunu nakletmektedir. Yani; sizler nikâhlanmayı hoş ve güzel bir şey gördüğünüz sürece... demektir. /Vneak İbn Atiyye der ki: Şu kadar var ki bu görüş bir parça zayıftır. Dördüncü cevap: el-Ferrâ' der ki burada "mâ" edatı mastar ekidir. en-Nehhâs ise; bu oldukça uzak bir ihtimaldir. Çünkü; Hoş olanı nikâhlayınız, demek doğru olamaz. el-Cevherî der ki: Bu kökten gelen kelimenin, fiil ve mastar kullanılışı şöyledir: Alkame de der ki: "Sanki onun kokusu burunda tütüyor gibidir Beşinci cevap: Burada umâ"dan kasıt, akdin kendisidir. Yani helâl olan bir nikâh yapınız demektir. Ancak İbn Ebî Able'nin kıraati bu üç görüşü de reddetmektedir. Ebû Amr b. el-Ala'nın naklettiğine göre Mekkelliler gök gürültüsü işittiklerinde: Gökgürültüsü kendisini teşbih edenin şanı ne yücedir!" derler ve burada "mâ" edatını "men" anlamında kullanırlar. Yine onların: "Sizi bizlere müsahhar kılanın şanı ne yücedir" şeklindeki sözleri de aynı durumdadır. İlimle uğraşan herkes, yüce Allah'ın: "Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız..." âyetinin muhalif mefhumunun sözkonusu olmayacağını ittifakla kabul eder. Çünkü müslümanların icma ile kabul ettiklerine göre; yetim kızlar hakkında adalet yapamayacağından korkmayan kimsenin de ikişer, üçer yahut dörder olmak üzere birden fazla kadını -tıpkı bundan korkanlar gibi- nikâhlayabileceğim kabul etmişlerdir, işte bu da âyet-i kerimenin, bundan korkan kimselere cevap olmak üzere nâzil olduğunun hükmünün bundan daha genel kapsamlı olduğunun delilidir. 3. Yetim Kızın Bulûğdan Önce Nikâhlanması: Ebû Hanîfe, bulûğdan önce yetim kızın nikâhlanmasının câiz kabul edilmesi hususunda bu âyet-i kerimeye delil diye yapışır ve der ki: Kızın yetimliği bulûğdan önce sözkonusudur. Bulûğdan sonra ise o yetim değil mutlak olarak bir kadındır. Buna delil şudur: Eğer baliğ olmuş bir kızı nikâhlamak sözkonusu olsa herhangi bir şekilde onun misline ödenen mehirden daha aşağı ödemesi ona yasaklanmaz di. Çünkü bu durumda evlenecek olan kadının kendisi bunu kabul etmiş olur. Böyle bir durumda böyle bir nikâh İcma ile câiz olur. Mâlik, Şâfiî ve ilim adamlarının Cumhûruna göre ise, böyle bir nikâh kiz bulûğa ermedikçe ve görüşü alınmadıkça câiz değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kadınlar hakkında senden fetva isterler..." (en-Nisâ, 4/127.) "Kadınlar: en-Nisa" ise tıpkı erkeklerde "adamlar: er-Rical" kelimesi gibi ergenlik çağını geçmişler hakkında kullanılır. Adam (radıyallahü anhcul) kelimesi küçük yaştaki çocuğu kapsamaz. Kadınlar (nisa) ismi de aynı şekildedir. Kadın (el-mer'a) küçük kızı kapsamaz. Yüce Allah aynı âyette: "Yetim kadınlar hakkında..." (en-Nisâ, 4/127) diye buyurmaktadır. O âyet-i kerimede sözü geçen bu "yetim kadınlar" (tefsirini yapmakta olduğumuz) bu âyette sözü geçen yetim kızlardır Nitekim Hazret-i Âişe de böyle demiştir. Buna göre yaşı büyük yetim kız da âyet-i kerimenin kapsamına girmiş olduğundan onun izni alınmaksızın evlendirilmez. Küçük yetim kız ise nikâhlanamaz. Çünkü onun izni diye bir şey sözkonusu olmaz. Bulûğa erdiği takdirde ise nikâhlanması câiz olur. Şu kadar var ki izni ile olmadıkça evlendirilmez. Nitekim Dârakutnî, Muhammed bin İshak'dan, o Nafi'den, o da İbn Ömer yoluyla rivâyet ettiği hadiste de bu böyledir. İbn Ömer der ki: Dayım Kudame bin Maz'un beni kardeşi olan Osman bin Maz'un' un kızı ile evlendirdi. Muğire bin Şu'be o kızın annesinin yanına giderek ona mal vadinde bulundu ve kızını kendisine istedi. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a götürülünce Kudame dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlu, o kardeşimin kızıdır. Ve ben babasının tayin ettiği vasisiyim, onun hakkında da herhangi bir kusurum olmamıştır. Ben onu senin de faziletini ve bana olan akrabalığım bildiğin bir kişi ile evlendirdim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "O yetim bir kızdır. Yetim olan kız ise kendi işini öncelikle kendisi halletmelidir". Böylelikle o kız benden alındı ve onu Muğire bin Şu'be ile evlendirildi. Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi Muhammed bin İshak Nafi'den işitmemiştir O bunu Ömer bin Hüseyin yoluyla Nafi'den işitmistir. Dârakutnî, III, 230. Ayrıca bunu İbn Ebi Zi'b, Ömer bin Hüseyin'den, o Nafi'den, o Abdullah bin Ömer yoluyla şöylece rivâyet etmiştir: Abdullah bin Ömer dayısı Osman bin Maz'un'un kızı ile evlendi. Abdullah dedi ki: Annesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek; Benim kızım bu işten memnun değildir, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah'a o kızdan ayrılmasını emretti, o da ayrıldı. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: "Yetim kızları onların görüşünü sormadıkça nikâhlamayınız. Susacak olurlarsa işte bu susmaları onların izni demektir". Abdullah'tan sonra onunla Muğire bin Şu'be evlendi. Dârakutnî, III, 229. İşte bu, Ebû Hanîfe'nin nikâhın sahih olması için velinin şart olmadığı şeklindeki aslî kaidesine binaen söylemiş olduğu, yetim kız bulûğa erdi mi veliye ihtiyacı yoktur, şeklindeki görüşünü de reddetmektedir. Bu husus daha önceden el-Bakara Sûresi'nde el-Bakara, 2/221. âyet"... îman edinceye kadar da müşrik erkeklerle (müslüman hanımları) evlendirmeyin..," bölümü ikinci başlıkta geçmiş bulunmaktadır Buna göre Hanefî'lerin; bu Hadîs-i şerîf "izni ile olmadıkça5' âyeti dolayısı ile baliğ olmayan kız hakkında yorumlanır, şeklindeki görüşlerinin de bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde ayrıca "yetim"den söz etmenin bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Yetim Kız'a Mehri Misil Verme Gereği: Hazret-i Âişe'nin âyet-i kerimeyi açıklamasına dair söylediği sözlerinde (ki âyetin tefsirinin baş tarafında geçmişti), Mâlik'in görüşü olan mehr-i misil'e dair bir delil vardır. Aynı şekilde eğer mehir olarak verilen malın bir kısmı bozulur ve miktarında da bir aldatma sözkonusu olursa yine mehr-i misl'e başvurulacağına dair de bir delil vardır. Çünkü Hazret-i Âişe: "Onun benzerine verilen mehirden daha aşağısı ile...." diye bir ifade kullanmıştır. O halde mehr-i mislin her tür insan için durumlarına göre bilinen bir miktarda olması gerekmektedir. Yine Mâlik der ki: İnsanların (çeşitli kesimlerinin) bilinen nikâhlama âdabı ve yine kendileri tarafından bilinen usulleri vardır. Yani bu hususta onların bilinen mehtrleri ve bilinen küfüvlükleri (denklikleri) bulunmaktadır. Mâlike; zengin bir kızı bulunan bir adamın, fakir bir kardeşi oğluyla evlendirmesi üzerine annesinin itiraz etmesi ile ilgili sorulan soruya o: Ben bu hususta o kadının söyleyebileceği bir sözünün (itiraz hakkının) bulunduğu görüşündeyim. Böylelikle bizzat babanın kendi kanaatine göre, annenin kendisine itirazı hakkını düşürecek kadar bir süre geçinceye kadar annenin itiraz hakkı olduğu görüşünü irade etmiştir. Bunun 'görüyorum" anlamına gelen ibarenin bir elif fazlasıyla; görmüyorum, şeklinde rivâyeti de vardır. Ancak birincisi daha sahihtir, Yetim olmayan kızın mehr-i mislinden daha aşağı mehir ile nikâhlanması caizdir. Çünkü âyet-i kerîme yetimler hakkındadır. Ayeti kerimenin mefhumu budur. Yetim olmayan kızın durumu bundan farklıdır. 5- Yetim Kızın, Velisi İle Evlendirilmesi: Yetim kız baliğ olup onun velisi de ona âdil bir şekilde mehir verecek olursa o kızla evlenmesi câiz olur. Hazret-i Âişe'nin de açıklamasına uygun olarak, hem nikâhlayan hem kendisine nikhâhlanan bizzat kendisi olur. Ebû Hanîfe. Evzai, es-Sevri ve Ebû Sevr de bu görüşte olduğu gibi; tabiinden el-Hasen ve Rabia da bu görüşü ifade etmişlerdir. Aynı zamanda Leys'in görüşü de budur. Züfer ve Şâfiî ise der ki: Velinin Sultan'ın izni olmadığı sürece o kızla evlenmesi: yahut o kızı, kızın büyük dedesine kendisinden daha yakın olan bir veli tarafından yahut böyle bir neseb akrabalığında onun gibi bir veli onunla evlendirilmedikçe câiz olmaz, Bizzat kendisinin akdın iki tarafını üstlenerek hem nikâhlayan hem de nikâhlanan olması câiz değildir Bu görüşlerine delil olarak da, Hazret-i Peygamberin: "Velisiz ve âdil iki şahit olmaksızın nikâh olmaz" âyeti sebebiyle, nikâh akdinde velinin şartlardan bir şait olduğunu gösterirler. O halde nikâhlayan ve nikâhlananlar ile şahitlerin birden fazla olması icabeder Onlardan iki kişi bir kişi taralından temsil edilecek olursa, sözü geçenlerden birisi sakıt olur. Bu mesele hakkında üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre; böyle bir kadın kendisini evlendirme işini üçüncü bir şahısa havale eder Bu el-Muğire bin Şube'den rivâyet edilmiş olup, Ahmed bin Hanbel de bu görüştedir. Bunu İbnü'l-Münzir zikreder. 6. Helâl Olan Kadınların Nikâhlanması: Yüce Allah'ın: "Size helâl olan kadınlardan,." âyeti (âyeti kerimedeki: "tâbe" kelimesi) el-Hasen, İbn Cübeyr ve diğerlerinden nakledildiğine göre; size helâl olan kadınlardan anlamındadır, Âyet-i kerimede nikâhı câiz olanların zikredilmesiyle yetinilmiştir. Çünkü haram kılınan kadınlar pek çoktur. İbn İshak, el-Cahderî ve Hamza "tâbe" kelimesini imale ile okumuşlardır. Ubey Mushaf'ında ise bu kelime (elif ile değil de) "ye" ile olup şeklinde yazılıdır. İşte bu da bu kelimenin imale ile okunacağına bir delildir. "Kadınlardan" ifadesi de ergenlik yaşına ulaşmamış olanlara "kadınlar: en-Nisâ" demlemeyeceğinin delilidir, "en-nisâ" kelimesinin tekili ise "nisvetün"dur. Nisvetün kelimesinin kendi kökünden gelen tekil bir lâfzı yoktur. Bunun yerine "imraetün" denir. 7. İkişer, Üçer Dörder Kelimelerine Dair Açıklama: Yüce Allah'ın: "İkişer, üçer, dörder" âyeti i'rab bakımından "mâ'dan bedel olmak üzere nasb mahallindedir. Bu kelimeler de nekire olupmunsarıfdeğildir. Çünkü bu kelimeler hem adl'dir (başka vezinden nakledilerek kullanılmıştır) hem de birer sıfattır. Ebû Ali böyle demiştir. Taberî ise bunların başına elif ve lâm girmediği için marife olduklarını ve marifelik bakımından "Umer (Ömer)" durumunda olduklarını söyler. Bu açıklamayı da el-Kufi yapmıştır. Şu kadar var ki ez-Zeccâc bunun yanlış olduğunu söylemektedir. Bir diğer görüşe göre bunların munsarıf olmayış sebebi, lâfız ve mana itibari ile üdl olmalarıdır. "Ühâd: birer birer" kelimesi (bir anlamına gelen) ehad ve vâhid kelimesinden, (ikişer anlamına gelen:) Mesnâ kelimesi isneyn isneyn'den, (üçer anlamına gelen) sülâse kelimesi selâse selâse'den, (dörder anlamını gelen) ruba' kelimesi de erbaa erbaa' den adPdir. Bunların herbirisinin söylenişi de iki türlüdür; Fuâl ve Mef'al veznindenilir. Aynı şekîide Onar onar"a kadar böylece devam eder. Ebû İshak es-Sa'lebî ise; şeklinde üçüncü bir görüş daha nakletmektedir: Tıpkı "Umer ve Zufer" kelimelerinin söylendiği gibi, en-Nehaî de bu âyet-i kerimede böylece okumuştur. el-Mehdevî, en-Nehaî ve ibn Vessab'dan "ruba’" kelimesinde "elif sız olarak; şeklinde okuduğunu nakletmektedir. Bu okuyuş "elif'li okuyuştan daha hafif geldiği için kası1 edilmiştir. Şairin şu beyitinde yaptığı gibi: "Allah'tan gelen bir sel geldi, Mahsulü bol bahçenin mahsulüne doğru" es-Sa'lebî der ki: Bu bina (kip) de "dört" den fazlası, el-Kümeyt'ten nakledilen şu beyit müstesna, kullanılmaz. "Artık sen diğer adamlardan onar haslet ile ileri geçip Onları geride bırakmcaya kadar sana yetişmekten ümitlerini kesmemişlerdi. (Ama artık ümitlerini kestiler)." İbn Dehhân der ki: Bazıları da bu konuda Araplardan işittikleri ile yetinirler. Bu da "Uhâd" dan "rubâ'"a kadar olandır. İstisnası dolayısıyla da beyite itibar etmezler. Ebû Amr b. el-Hacib der ki: Bu hususta: birer birer... dörder dörder" denir. Acaba bunların dışında dokuza kadar bu şekilde kullanılır mu kullanılmaz mı hususunda da görüş ayrılığı vardır. Konu ile ilgili görüşlerin en doğrusu; bu konuda kullanılacaklarına dair sabit bir rivâyetin olmadığıdır. Buhârî de Sahih'inde bunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Buhârî, Tefsir 4. sûre başlıkta Bu kelimelerin adi oluşuna gelince; bunlar adî olmayan sayıların kullanıldığı yerlerde kullanılmazlar. Mesela sen Bana iki kişi ile üç kişi geldi, diyebilirsin. Amma daha öncesinden bir çoğul ifade eden kelime gelmedikçe İkişer ve üçer geldiler, demek câiz olmaz. Çoğul ifade eden ismin gelişine örnek de şudur O topluluk bana birer, ikişer, üçer, dörder geldi, denilerek bu kip'ten kelimeler kullanılır ve ayrıca bir tekrara gidilmez. Burada olsun âyet-i kerimede olsun bu kelimeler hal mahallindedir; sıfat da olabilirler. Bu sayıların sıfat oluşları yüce Allah'ın şu âyetinde açıkça görülmektedir: "Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı yaratan..." (Fâtır, 35/1."). Burada bu sayılar "kanatlar"ın sıfatıdır ve bu kelimeler burada nekire (belirtisiz) olarak gelmişlerdir. Sâide b. Cueyye de der ki: "Fakat benim yakınlarım öyle bir vadide bulunuyorlar ki Orada yaşayanlar, insanları ikişer, üçer takip edip yakalayan kurtlardır. el-Ferrâ' da şöyle bir beyit nakletmektedir: "Biz ona karşılık ikişer ve birer kişi öldürdük Aranızdan dört ve bir beşincilerini daha." Görüldüğü gibi burada belirtisiz olduğu halde "kurtlar" kelimesini ikişer ve birer ile vasfetmiştir, el-Ferrâ''nın beyiti de böyledir. Yani biz ona karşılık bir takım kimseler öldürdük. Buna göre bu isimler, ister marıfe İster nekire ile birlikte kullanılsınlar, munsarıf değildirler. el-Kisâî ile el-Ferrâ' ise bunların sayı olarak kullanılmaları halinde belirtisiz olmaları dolayısıyla munsarıf olabileceklerini kabul ederken, el-Ahfeş ise eğer bunlar ismen zikredilecek olurlarsa, -artık adi olma özellikleri ortadan kalkmış olacağından- ister marife ister nekireli hallerde kullanılmış olsunlar, bunların munsarıf olacağını iddia etmiştir. 8. Âyette Dörtten Fazla Kadın ile Evlenilebileceğine Dair Delil Yoktur: Şunu bil ki buradaki "ikişer, üçer ve dörder" sayıları Kitap ve Sünneti anlamaktan uzak, bu ümmetin selefinin kabul ettiklerinden yüz çeviren ve aradaki "vav" harfinin cem edici olmak üzere (sayıları toplamak kastıyla) kullanıldığını iddia eden kimselerin söylediği gibi, dokuz kadın ile evlenmenin mubah olduğuna delâlet etmemektedir. Bu İddiada bulunanlar ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dokuz hanım ile bir arada evli bulunduğunu ve bunların hepsini aynı anda nikâhı altında tuttuğunu belirterek görüşlerini desteklemeye çalışırlar. Bu cahilce iddiada bulunup bu görüşü ileri sürenler Râfızîlerle bir takım Zahirîlerdir. Bunlar "ikişer" kelimesini iki diye anladıkları gibi "üçer ve dörder" kelimelerini de böylece anlamışlardır. Yine bazı Zahirîler bundan daha da çirkin bir iddiada bulunarak, onsekiz hanımı aynı anda nikâhı altında bulundurmanın mubah olduğunu söylemişlerdir. Onlar bu iddialarını ileri sürerken bu kip'lerin tekrarı İfade ettiğini ve aradaki "vav"ın da toplam ifade etmek için kullanıldığını delil diye ele alırlar Buna göre bunlar ikişer'i iki iki anlamında kabul ettikleri gibi üçer ve dörder kelimelerini de böylece anlamışlardır. Ancak bütün bunlar dili ve sünneti bilmemekten kaynaklandığı gibi, ümmetin icmaı'na da bir muhalefettir Çünkü ashâb'dan olsun, tabiinden olsun herhangi bir kimsenin, nikâhı altında dört hanımdan fazla bulundurduğu işitilmiş değildir. Mâlik, Muvatta’'’ında en-Nesâî ve Dârakutnî de Sünen'lerinde rivâyet ettiklerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sakiflî Gaylan b. Umeyye'ye İslâm'a girdiği sırada -ki nikâhı altında on tane hanım vardı- şöyle demişti: "Sen bunlardan dört tanesini seç ve diğerlerinden ayrıl." Muvatta’', Talâk 76; Dârakutnî, III, 271; Tirmizî, Nikâh 33; İbn Mâce, Nikâh 40. Ebû Dâvûd'un Kitabında da el-Haris b. Kays'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sekiz hanımım olduğu halde İslâm'a girdim. Bundan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a sözedince: "Onlardan dördünü seç" diye buyurdu." Ebû Dâvûd, Talâk 25: İbn Mâce, Nikâh. Mukâtil de der ki: Kays bin el-Haris'in nikâhı allında sekiz hür kadın vardı. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona dördünü boşamasını ve diğer dördünü do nikâbı akında tutmasını emr etti. Evet Mukâtil "Kays bin el-Haris" diye nakletmiştir. Ancak doğrusu Ebû Dâvûd'un da zikrettiği gibi bu kişinin adının fised'li Haris bin Kays olduğudur. Aynı şekilde Muhammed bin el-Hasen "Kitabu's Siyer el-Kebir"inde bu kişinin Haris bin Kays olduğunu nakletmektedir. Bu rivâyet fukahâ taralından iyice bilinmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu kadar hanımla nikâhında tutmasının mubah kılınışına gelince; bu ileride el-Ahzab Sûresi'nde (33/50- âyette) açıklanacağı üzere bu, onun özelliklerindendir. Bu iddiada bulunanların aradaki "vav" harfinin toplam ifade ettiği şeklindeki iddialarına gelince; zayıf bir görüş olarak vav'ın bu anlamı ifade ettiği söylenmese de yüce Allah, Araplara en fasih dil ile hitap etmiştir. Araplar ise dokuz demek varken onu bırakıp ta iki ve üç ve dört demezler. Aynı şekilde Araplar: Filan kimseye dört, altı ve sekiz ver deyip de doğrudan onsekiz demeyen kimsenin bu söyleyişini çok çirkin görürler. Burada "vav" ancak ve ancak bedel mahallindedir. Yani sizler İki nikâhlamak istemezseniz onun yerine üç, üçle yetinmek istemezseniz onun yerine dön kadın nikâhhyabilirsiniz. İşte bundan dolayıdır ki burada atıf "vav" ile yapılmış "ev: veya" ile yapılmamıştır. Eğer bu atıf "ev" ile yapılmış olsaydı, bu durumda meselâ iki hanımı bulunanın üçüncü bir hanımı nikâhlcımamasının, üçüncü hanımı bulunanın da dördüncü bir hanımı nikâhlamamasınla anlaşılması mümkün olurdu. Bu yanlış iddiada bulunanların "ikişer" kelimesi iki, "üçer" kelimesi üç, "dörder" kelimesi de dört diye anlaşılmayı gerektirir; demelerine gelince, bu konuda dil bilginleri onlarla aynı kanaatte olmadıklarından delilsiz bir iddiadır ve onların bir bilgisizliklerinin sonucudur. Diğer iddiada bulunanların cahillikleri de bu şekildedir. Bunlar "ikişer" kelimesinin iki iki, "üçer'in üç üç, "dörder"in dört dört anlamını ifade ettiğini bilmedikleri gibi; İki iki, üç üç ve dört dört'ün münhasıran o sayıyı ifade etmek için; ikişer, üçer ve dörder'in ise bu anlama gelmediğini bilmediklerinden dolayıdır. Çünkü Araplara göre adi olarak kullanılan sayılarda, o kelimelerin aslında bulunmayan fazladan bir mana vardır. O bakımdan Araplar: Atlar ikişer ikişer (mesnâ) geldi, dediklerinde, bundan kasıtları iki iki yani çifter çifter geldikleridir. el-Cevherî der ki: Adi olan sayılar da bu şekildedir. Başkaları ise der ki: Sen: O topluluk barın ikişer yahut üçer yahut, teker veya onar geldi, diyecek olursan, bundan maksadın onların senin yanına tuk tek yahni ikişer ikişer veya üçer üçer yahut onar onar geldiklerini anlatmaktır. Asılda (yani asıl sayı için kullanılan bir, iki, üç... sayılarında) ise bu anlam yoktur- Çünkü sen: Topluluk bana üç üç yahut on on geldi, diyecek olursan, o takdirde o gelen topluluğu üç ve on sayılarına hasrettiğini ifade etmiş olursun. Fakat sen: Onlar bana dörder ve ikişer geldiler, diyecek olursan, sayılarını hasretmiş olmaksın. Aksine onların dört dön yahut iki İki geldiklerini kastetmiş olursun. Sayılarının daha fazla veya daha çok utmaları arasında fark olmaz. O halde onların her bir kip'i o kip'in gerektirdiği miktarın asgarisini ifade ettiğini kendi kanaatlerine dayanarak ileri sürmeleri delilsiz bir İddiadır. (Yani burada ikişerin iki. üçer'in üç daha., olmak üzere dokuz hanımla aynı anda evli olunabileceğini ve benzeri iddialarda bulunmak böyledir). Müslüman ilim adamlarının dört hanını ile evli bulunan kimsenin, beşinci hamın ile evlenmesine dair görüş ayrılıklarına gelince; bu konuda Mâlik ve Şafîî der ki: Eğer bunun yasak olduğunu biliyor ise ona had uygulanır. Ebû Sevr de bu görüştedir. ez-Zülıri ise der ki: Bunun yasak olduğunu biliyorsa recm edilir. Bilmiyor ise iki haddin (yani zina için belirlenmiş iki cezanın) daha azı olan sopa vurmaktır. Bu durumda da kadına mehri verilir ve ebediyyen bir daha biribirleriyle evlenememek üzere biribirlerinden ayrılırlar. Bir başka kesime göre ise, herhangi bir hususta ona had sözkonusu değildir. Bu en-Nu'man'ın (Ebû Hanîfe'nin) görüşüdür. Yakub (Ebû Yûsuf) ile Muhammed ise der ki: Evlenîlmesi haram olan kimse ile haram akid halinde, ona had uygulanır, fakat bunun dışında kalan diğer nikâhlar dolayısıyla ona had uygulanmaz, Mecusi bir kadınla evlenmesi yahut bir akidde beş kadın ile evlenmesi, mut'a evliliği yapması, şahitsiz evlenmesi efendisinin izni olmaksızın bir cariye ile evlenmesi halleri buna örnektir. Ebû Sevr der ki: Eğer böyle bir evliliğin kendisine helâl olmadığını biliyor ise şahitsiz evlenme hali dışında, bütün bu hallerde ona had uygulanması icabeder. Bu hususta hanımlarının dördüncüsünün iddeli bitmeden önce kasti olarak beşinci bir kadını nikâhlayan erkek hakkında en-Nehaî'ye ait olan üçüncü bir görüş daha vardır. Ona göre böyle birisine yüz sopa vurulur, fakat sürgüne gönderilmez. İşte bizim (İslam) âlimlerimizin İbnü'l Münzır'in naklettiğine göre beşinci kadın ile ilgili fetvası bu olduğuna göre; ya bundan fazlasını nikâhlamak hakkındaki görüşleri ne olabilir? 10. Erkeğin Yatağından Uzak Katabileceği Süre: ez-Zübeyr bin Bekkâr nakleder ki: Bana ibrahim el-Hizâmî Muhammed bin Ma'n el-Ğıfarî'den naklederek dedi ki: Kadının birisi Ömer bin el Hattab (radıyallahü anh)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Mü’minlerin emiri! Gerçek şu ki benim kocam gündüzün oruç tutar, geceleyin namaz kılar ve: Sen o yüce Allah'ın itaati gereğince amel ettiği için ben de ondan şikâyetçi olmaktan hoşlanmam. Hazret-i Ömer ona; Senin kocan ne iyi bir kocadır! dedi. Kadın Hazret-i Ömer'e aynı sözlerini tekrarladıkça o da ona aynı şekilde cevabım tekrarlıyordu. Bu sefer Ka'b el Esedî, Hazret-i Ömer'e: Ey mü'mînlerin emiri, aslında bu kadın kocasının yatakta kendisinden uzak duruşundan şikâyet etmektedir, deyince Hazret-i Ömer ona: Onun bu sözleriyle ne demek istediğini anladığına göre haydi ikisi arasında hükmünü ver, dedi. Bu sefer Ka'b: Kocasını bana çağırınız, dedi. Kocası yanına getirilince ona şöyle dedi: Senin bu hanımın senden şikâyet etmektedir. Kocası: Yemek yahut içecek ile ilgili bir hususta mı? Ka'b: Hayır deyince, kadın (şiir halinde) şöyle dedi: "Ey doğru ve hikmetli hüküm veren hâkim Candan arkadaşımın mescidi kendisini yatağıma gelmekten alıkoydu Onun kendisini ibadete vermesi, yanımda yatmaya olan rağbetini giderdi Ey Ka'b, haydi hükmünü ver ve bu konuda tereddüte mahal bırakma O, gece gündüz bir türlü rahat uyku uyumuyor Ben kadınlar ile ilgili hususlarda ondan övgüyle söz edemiyorum." Bunun üzerine kocası da (şiir halinde) şu cevabı verdi: "Onun yatağına ve süslenmiş odasına rağbetimi azalttı: Çünkü ben inen sûrelerin dehşete düşürdüğü bir kimseyim Nahl Sûresi'nde ve yedi uzun sûrede Zaten Allah'ın Kitabında çok büyük korkutmalar vardır." Ka'b'de aynı şekilde (şiir halinde) şu cevabı verdi: "Be hey adam, bunun senin üzerinde bir hakkı vardır Aklı eren kimseler için dört günde bir payı vardır. İşte sen bu kadına bunu ver ve gerekçe bulmaktan vazgeç!" Daha sonra dedi ki: Aziz ve celil olan Allah sana İkişer, üçer ve dörder olmak üzere kadın nikâhlamanı helâl kıldı. O bakımdan senin kendini Rabbine ibadete verebileceğin üç gecen vardır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, senin yaptığın bu işlerden hangisine hayret edeceğimi bilemiyorum. Bu ikisinin durumlarını iyice anlamana mı? Yoksa aralarında verdiğin hükme mi? Haydi git, seni Basra Kadısı tayin ediyorum. Ebû Hudbe İbrahim bin Hudbe de rivâyet ederek der ki: Enes bin Mâlik bize şunu anlattı: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına kocasının haksızlığına karşı yardım taleb eden bir kadın gelip dedi ki: Kadınların lehine olan benim lehime değildir; (çünkü) benim kocam her gün (yıl boyunca) oruçludur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bir gün senin, bir gün onundur. İbadet için bir gün ve kadın için bir gün." (Buhârî, Nikâh 1, Müslim, Siyam 188 vs.) hadisinde aynı anlam dile getirilmektedir. 11. Birden Fazla Kadınla Evlilikte Adaletin Gözetileceği Hususlar: Yüce Allah'ın: "Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane almalısınız" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhâk ve başkaları der ki; Kadınlarına meyletmek, sevgi beslemek, cima, işret, dört, üç, yahut iki hanım arasında günlerini paylaştırmak hususlarında eğer adalet yapamamaktan korkarsanız "o takdirde bir tane almalısınız." Böylelikle yüce Allah günleri paylaştırmakta ve güzel geçinmek hususunda adaleti terke götüren birden fazla evliliği yasaklamaktadır. Bu da adaletin vacib oluşuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "O zaman bir tane almalısınız" anlamına gelen: kelimesi ref ile de yani şeklinde okunmuştur. Bunun anlamı da bir tane hanım ile evlenmeniz yeterli olur, şeklindedir. el-Kisâî der ki: O zaman bir tek kadın ile evlenmek yeterli olur. Bu kelimenin mansub okunuşu ise bir fiil takdir etmeye göredir. Yani: O takdirde tek bir kadın nikâhlayınız, demektir. 12. Adalet Yapamayanın Cariyelerle Yetinmesi: "Yahut sahibi olduğunuz cariye(ler)le yetinmelisiniz." Âyetinde "sağ ellerin malik oldukları"ndan kasıt cariyelerdir. Bu âyet, "o zaman bir tane almalısınız" âyetine atf edilmiş olup anlamı şudur: Yani bir kadın hakkında dahi adalet yapamayacağından korkarsa o takdirde o kimse, sağ elinin malik olduklarıyla yetinmelidir. İşte bu âyette sağ elin sahip olduklarının (yani cariyelerin) ilişkide ve gün paylaştırmada haklarının olmadığına delil vardır. Çünkü âyetin anlamı şudur: "Şayet" paylaştırma hususunda "adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane almalısınız yahut sahibi olduğunuz cariyelerle yetinmelisiniz." Böylelikle sahip olunan cariyelerin tümü tek bir kişi gibi ifade edilmiştir. Bu da cariyelerin ilişki yahut gün paylaştırma hususunda hak sahibi olma ihtimallerini ortadan kaldırmaktadır. Şu kadar var ki sahip olunan cariyeler hususunda adalette bulunmak, onlara güzel şekilde sahip olup kölelerine yumuşak davranma vücubuna bağlıdır. Diğer taraftan yüce Allah âyet-i kerimede sahip olmayı ele nisbet etmiştir. Çünkü bu, bir övgü sıkıtıdır. Sağ el (el yemin) ise gücü dolayısıyla güzel şeyleri yapmak hususiyetine sahiptir. Onun infak eden el olduğu görülmüyor mu? Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "O kadar ki onun sol eli sağ elinin ne infak ettiğini bilmez." Buhârî, Ezan 36. Hudûd 19; Zekât 16: Müslim. Zekat 91: Tirmizî, Zühd 53: Muvatta’', Şear 14: Müsned, II. 439. Bey'at esnasında ahid veren el de odur. Yapılan yemine "yemin" adının verilmesi de buradan gelmektedir. Şeref sancaklarını kaldırıp yükselten de odur. Nitekim şair şöyle demiştir "Herhangi bir sancağın şeref için yükseltilmesi halinde Hemen onu Evs'li Arabe, sağ eliyle (yemîn ile) alıp kaldırır." 13. Haksızlıktan Uzak Durmaya Götüren Yol: Yüce Allah'ın: "Bu sizi haksızlıktan daha çok alıkoyar" âyeti, bu sîzin haktan sapmamanız ve zulme gitmemeniz için daha uygundur, demektir. Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. Bir kimse zulmedip haktan meylettiği vakit bu fiil kullanılır. Ok hedefinden saptığı zaman da bunu ifade etmek üzere denilir, İbn Ömer de: "Şüphesiz ki o, ölçü ve tartısı haktan sapan bir kimsedir" derken bu kökten gelen kelimeyi kullanmıştır. Şair de der ki: "Allah Rasûlüne uyduk, dediler de Rasûlün sözünü bir kenara bıraktılar Ve ölçülerde haksızlık yaptılar (adaletten uzaklaştılar)," Ebû Talib de der ki: "Doğruluk terazisi ile (tartar) ve bir arpa dahi çalmaz Onun haktan asla sapmayan bir de kendinden şahidi vardır. Bir başka şairde şöyle demektedir: "Üç kişi ve (geçimlerini kendileriyle sağladığım) üç dişi deve Zaman gerçekten benim geçindirdiğim kimselere (ehl-i iyalime) karşı gerçekten zulmetti, haktan saptı." Kişi fakir ve yoksul düştüğü takdirde "ayn" harfinden sonra "vav" yerine "ye" harfi ile olmak üzere): denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Şayet bir fakirlikten korkarsanız..." (et-Tevbe, 9/28) âyeti de bu kabildendir Şairin şu beyiti de böyledir. "Fakir bilemez ne zaman zengin olacağını Zengin de bilemez ne zaman fakir düşeceğini" Fakir bir kişiyi ifade etmek üzere '"âil" topluluğu ifade etmek üzere "'ayle" denilir İhtiyaç hali muhtaçlık ve fakirliğe de ayle ve 'file denilir. Aynı zamanda bir şey bir kimseye ağır ve zor geldiği takdirde de ("ayn" harfinden sonra "vav" ile olmak üzere): "'âle ......" denilir. Şâfiî derki: "Bu sizi haksızlıktan daha çok alıkoyar" âyetinde yer alan: 'ın geçindirmekle yükümlü olduğunuz aile halkınızın çoğalmasını engeller, anlamında olduğunu söylemiştir. es-Sa'lebî der ki: Böyle bir açıklamayı ondan başka bir kimse yapmamıştır. Çünkü bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu aile halkı çoğaldığı takdirde ("ayn" harfinden sonra "ye" harfi yelmek üzere): ....... denilir. İbnü'l-Arabi ise bu kelimenin, sekizincisi sözkonusu olmamak üzere yedi anlam İhtiva ettiğini iddia etmektedir. Bunlar meyletmek, artmak, zulmetmek, fakir düşmek, ağır gelmek anlamlandır. Bunları İbn Dureyd nakletmiştir. el-Hansâ ise şöyle demektedir; "Ve aşirete zaten üzerindeki ağır yükler yeterli gelir," Altıncısı, evlad-ı İyalin ihtiyaçlarını karşılamak anlamında. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: " Ve geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla" Buhârî, Zekat 18, Müslim, Zekat 95. 97. 11)6; Tirmizî, Zühd: Nesâî. Zekat, 53. 60; Dârimî, Zekât 2[, 22, Müsned, Jl. 94, 152... âyeti de bu kabildendir. Yedincisi galip gelmek anlamındadır. Nitekim Sabrı taştı" ifadesi de bu kabildendir. Geçindirmekle yükümlü olduğu çoluk çocuğu çoğalan kimse için de: denilir. Ancak geçindirmekle yükümlü olduğu aile halkının çokluğu anlamında bunu kullanmak doğru değildir. Derim ki: es-Sa'lebî'nin: "Bunu ondan başka söyleyen yoktur" şeklindeki sözüne gelince; Dârakutnî bunu Süncn’inde Zeyd bin Eslem'e isnİsmi ile zikretmiştir. Bu Cabir bin Zeyd'in de görüşüdür. Bunlar ise İslam âlimlerinden ileri gelen iki İmâmdır, (Önder ilim adamıdır). Bu İmâmlar bu görüşü Şâfiî'den önce ileri sürmüşlerdir. İbnü'l-Arabi'nin zikrettiği şekilde bunun yalnızca yedi anlamı vardır, bunun dışındaki anlamları doğru değildir, şeklindeki açıklaraalan ise doğru olamaz. Nitekim biz bu kelimenin "işin zor ve içinden çıkılamaz bir hal alması" anlamına da kullanıldığını belirtmiştik ki bunu el-Cevherî nakletmektedir. el-Herevî ise Garibu’l-Hadîs adlı eserinde şunları söyler: "Ebû Bekr der ki bu kelime, bir kimsenin yeryüzünde yolculuk etmesi (ayn" harfinden sonra "ye" harfi gelecek şekilde) anlamında da kullanılır. el-Ahmer dedi ki: Bir iş bir kimseyi aciz bıraktığı takdirde: (..........) denilir. ' Bu kelimenin geçindirmekle yükümlü olduğu iyalin çokluğu anlamında kullanılışına gelince; el-Kisâî, Ebû Amr ed-Dûrî ve İbnü'l-A'rabî bunu zikretmiştir. el-Kisâî Ebû'l-Hasen Ali bin Hamza der ki: Araplar bu kelimeyi ("ayn" harfinden sonra "vav" harfi gelmek suretiyle) kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerin çokluğunu ifade etmek üzere kullanırlar. Ebû Hatim de der ki: Şâfiî Arap dilini bizden daha iyi bilen bir kimse idi. Bu kelimenin bazı kabilelerce bu anlamda, kullanılmış olması muhtemeldir. Müfessir Sa'lebî ise der ki: Hocamız Ebû'l-Kasım bin Habib dedi ki: Ben Ebû Umer ed-Dûrî'ye buna dair soru sordum -ki o dil hususunda tartışılmaz bir önderdi-. Şöyle dedi: Bu Himyerlilerin bir söyleyişidir. Daha sonra da şu beyiti okudu: "Şüphesiz ki ölüm her canlıyı alıp yakalar Evet, bunda şüphe yoktur, isterse onun davarları ve çoluk çocuğu alabildiğine çok olsun." Ebû Amr bin el Alâ da der ki: Arapların kelimeleri farklı anlamda kullanmaları artık alabildiğine çoğalmış bulunuyor, O kadar ki artık ben bir yanlış konuşan herhangi kimseden yanlış bir şey öğrenmekten korkar oldum. Talha bin Mûsarrif, "Bu sizi haksızlıktan alikoyar..." anlamına gelen: âyetini -"ayn" harfinden sonra "vav" ile değil de "ye" ile-: şeklinde okumaktadır ki, Şâfiî'nin, açıklamasına delili de budur. İbn Atiyye derki: ez-Zeccâc ve başkaları "âle" kelimesinin iyal'den gelişi ile ilgili açıklamayı şu sözleriyle tenkid etmektedirler: Şanı yüce Allah çokça cariye edinmeyi mubah kılmıştır. Bu ise geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerin sayısını çoğaltmayı gerektirir O halde bu âyetin; geçindirmekle yükümlü olduğunuz kimselerin sayısının çok olmamasına daha yakındır anlamında olması nasıl düşünülebilir? Ancak böyle bir tenkid doğru değildir. Çünkü cariyeler, aslında satış suretiyle kendilerinde tasarrufta bulunulan bir maldır. Kişiyi zor durumda bırakan geç indirilmesi gereken kimseler ise ancak yerine getirilmesi gereken haklara sahip hür kadınlardır. İbnü'l-A'rabînin naklettiğine göre Araplar kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu aile halkı çoğaldığı takdirde ("ayn" harfinden sonra "ye" harfi ile olmak üzere): derler. 14. Erkek Kölenin Evlenebileceği Kadın Sayısı: Kölenin dört kadın ile evlenebileceğini câiz görenler bu âyet-i kerimeyi delil getirirler. Çünkü yüce Allah: "Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise görüldüğü gibi helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâlılamaktır. Bu âyette hür ile köle ayırımına gidilmemiştir. Bu Dâvûd (ez-Zâhirî) ve Taberî'nin görüşüdür. Mâlik'ten meşhur olan görüş bu olduğu gibi; Muvatta’''ındaki ifadelerinden de onun bu görüşü kabul ettiği anlaşılmaktadır. Muvatta’', Nikâh 43. Aynı şekilde İbnü'l Kasım ve Eşheb de ondan bunu böylece nakletmiştir. İbnü'l Mevâzîn naklettiğine göre de İbn Vehb, Mattk'ten kölenin ancak iki hanım ile evlenebileceğini rivâyet etmektedir. Ayrıca bu, aynı zamanda el-Leys'in de görüşüdür, demektedir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bunların arkadaşları ile es-Sevrî ve Leys bin Sa'd kölenin iki kadından fazlası ile evlenemeyeceğini söylerler. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Ömer bin el-Hattab, Ali bin Ebi Talib ve Abdurrahman bin Avf'dan köle hakkında iki kadından fazlasını nikâhlaya maya cağına dair rivâyet gelmiştir. Ashâbdan onlara muhalefet eden kimse olduğunu da bilmiyorum. Bu, aynı zamanda Şa'bî, Atâ, İbn Şîrîn, el-Hakem, İbrahim ve Hammâd ’ın da görüşleridir. Bu görüşün lehine olan delil ise, kölenin boşama hakkı ve haddine dair hükme kıyasta bulunmaktır. Kölenin haddi hür kimsenin haddinin yarısıdır. Boşama sayısı da ikidir. îlâ'da bulunma süresi de iki aydır, Ve buna benzer köleye dair hükümleri bu şekilde belirtirken, diğer taraftan köle dört kadın nikâhlayabilir demesinin bir çelişki olduğunun söylenmesi uzak bir ihtimal değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi'l-Berr, el-İstizkâr XVI, 310. 4Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin. Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1. Kadınlara Mehir Verme Gereği: Yüce Allah'ın: "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin" âyetindeki "Mehirler" kelimesi çoğul olup bunun tekili “.....” kelimesidir. el-Ahfeş dedi ki: Temimoğulları bunun tekilini “.....” diye çoğulunu da: “.....”diye söylerler. Bununla birlikte istendiği takdirde ("dal" harfi) üstün ile de okunabilir, sakin de okunabilir. el-Mâzinî dedi ki: Kadının mehrini İfade etmek üzere "sad" harfi esreli olarak "sidâk" denilmekle birlikte, fethah olarak (sadak şeklinde) denilemez, Yakub ve Ahmed bin Yahya da en-Nehhâs'dan bunun üstün ile okunabileceğim nakletmîşlerdir. Bu âyet-i kerimede hitap kocalaradır, Bu görüş İbn Abbâs, Katade, İbn Zeyd ve İbn Cüreyc'in görüşüdür. Yüce Allah kocalara eşlerine gönül hoşnuluğu ile mehirlerinİ vermelerini, onu karşılıksız bağışlamalarını emretmiştir. Burada hitabın velilere olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de Ebû Salih ileri sürmüştür. Çünkü kadının velisi onun mehrini alır ve ona birşey vermezdi. Bu şekilde davranmaları yasaklandı ve bu mehri kadınlara vermekle emrolundular el-Kelbî bir rivâyetinde der ki: Cahiliyye döeminde veliler, velayetleri altında bulunan bir kadını evlendirdiklerinde eğer onunla beraber yaşıyor iseler az olsun, çok olsun mehrinden ona bir şey vermezlerdi. Şayet yabancı bir kadın ise, bir deve sırtında onu kocasına götürür ve ona bu deveden başka bir şeyi de vermezdi. İşte bunun üzerine; "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin" âyeti nâzil oldu. el-Mu'temir bin Süleyman babasından naklen dedi ki: Hadramî, âyet-i kerimeden kastın kadınları şiğar yoluyla (yani bir kadını verip öbürünü almak karşılığında) evlenen kimselerdir' işte bunlara mehir tayin etmeleri emrolundu, demektir. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir. Çünkü zamirler aynıdır ve genel olarak hepsi de kocalara aittir ve maksat tâ kocalardır. Çünkü yüce Allah daha önce: "Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız... kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin" diye buyurmaktadır. Bunlar ise zamirler arasında bir uyumun olmasını ve ilkinde zamir ne ise, sonrakinde de o olmasını gerektirmektedir. 2. Kadına Mehir Vermenin Hükmü: Bu âyet-i kerîme kendisi ile evlenilecek kadına mehir vermenin vücubuna delildir. Bu hususta da icmâ' vardır Bu konuda, Iraklılardan bir takım ilim ehlinden gelen rivâyet müstesna, görüş ayrılığı yoktur. Bunlara göre elendi kölesini kendisine ait bir cariye ile evlendirecek olursa, ona mehir ödemek icabetmez. Ancak bu görüşün bir kıymeti yoktur. Çünkü yüce Allah: "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin" diye buyurmakta ve umumi bir ifade kullanmaktadır. Başka bir yerde de: "Onları velilerinin izni ile nikâhlayın, mahirlerini de güzellikle kendilerine verin" (en-Nisa,4/25) diye buyrulmaktadır, Yine ilim adamları icmâ' ile mehrin çokluğunun herhangi bir sınırı olmadığını belirtmekle birlikte; İleride yüce Allah'ın: "Önceki yüklerle mehir vermiş olsanız bile" (en-Nisâ,4/20) âyetinde açıklanacağı üzere, mehrin azı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu âyetin "mehirlerini" anlamına gelen: kelimesini "sad" harfini üstün, "dal" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Katâde ise bu kelimeyi "sad" harfini ötreli, "dal" harfini de sakin olarak okumuştur, en-Nehaî ve İbn Vessâb ise bu iki harfi de ötreli ve tekil olmak üzere şeklinde okumuşlardır. 5. Mehir Allah'ın Kadınlara Bir Bağışıdır: Yüce Allah'ın: "Hoşnutlukla" âyeti "nûn" harfi hem esreli, hem de ötreli olmak üzere iki türlü okunabilir Bu kelimenin aslı vermekle alakalıdır Mehir (sidâk) da yüce Allah'tan kadına bir atiyye, bir bağıştır. Bunun kocalar tarafından herhangi bir anlaşmazlığa mahal vermeksizin gönül hoşluğu ile verilmesi anlamında olduğu söylenmiştir. Katâde bu kelimeyi, yerine getirilmesi gereken bir fariza olmak üzere verin, diye açıklamıştır. İbn Cüreyc ile İbn Zeyd miktarı belli, ismi konulmuş bir farz olmak üzere verin, diye açıklarlar. Ebû Ubeyd de der ki: Nihle olabilmesi için, onun adının konulmuş ve miktarının bilinmiş olması gerekir. ez-Zeccâc ise bu kelime; siz bunu dinî bir yükümlülük olarak yerine getiriniz, anlamındadır. Çünkü nihle kelimesi diyanet ve millet fdin ve şeriat) anlamındadır. Onun nihlesi budur, denilirken, dini budur, denilmek istenmektedir Böyle bir açıklama ise cahiliyye döneminde mehri alıp yiyenlere bir hitab olarak kabul edilmesi halinde güzeldir. Nitekim kadınlardan birisi kocası hakkında şunları söylemektedir: "O bizim kızlarımızdan mehirlerini almaz." Başkasının yaptığı gibi yapmaz, demek istemektedir. İşte bu âyetle yüce Allah, mehri velilerinden alıp onu hanımlara verilmesini emretmektedir. "Gönül hoşluğuyla" kelimesi başına takdir edilen bir fiildeki kocalara ait zamirden, bir hal olmak üzere nasb edilmiştir ki söz konusu bu fiil in takdiri de: "(.......) Onlara gönül hoşluğu ile mehir veriniz" şeklindedir, Bunun tefsiri (temyizi) olmak üzere nasb edildiği de söylenmiştir. Yine hal mahallinde ve zikredilen kelimenin kökünden olmamak üzere mastar (yani farklı kökten mef'ûlu mutlak) olduğu da söylenmiştir. 4. Kadının Mehrini Bağışlaması: Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa..." âyetinde kocalara hitap edilmektedir. Bu hitab umumu ile kadının mehrini kocasına bağışlamasının -ister bakire, ister dul olsun- câiz olduğunun delilidir. Fukahanın Cumhûru da bu görüştedir. Ancak İmâm Mâlik, bakirenin mehrini kocasına hibe etmesini kabul etmemekte ve böyle bir yetkinin metırin mülkiyeti kadına ait olmakla birlikte, velinin olduğunu kabul etmektedir. el-Ferrâ' ise bunun velilere hitab olduğunu iddia eder. Çünkü veliler (cahiliyye döneminde) mehri alır ve ondan kadınlara bir şey vermezlerdi. O halde, velilere mehirden ancak kadının gönül hoşluğu ile verdiği miktar muhalidir. Bununla birlikte birinci görüş daha sahihtir. Çünkü âyette bundan önce velilerden söz edilmemektedir. "Onun" âyetindeki zamir ise mehre aittir. İkrime ve başkaları da böyle söylemiştir. Âyet-i kerimenin nüzul sebebine gelince; nakledildiğine göre bazıları eşlerine ödedikleri mehirden kendilerine herhangi bir şeyin geri dönmesinden çekindiler ve buna yanaşmak istemediler. Bunun üzerine: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size..." âyeti nâzil oldu. Suyuti ed-Dürru'l-Mensur II, 432. 5. Mehrini Bağışlayan Kadının Bağışından Vazgeçmesi: İlim adamları kendisi adına tasarrufta bulunma imkânına sahip kadının mehrini kocasına bağışlaması halinde, bunun gerçekleşeceğini ve kadının artık bu bağıştan vazgeçme hakkının olamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki kadı Şüreyh böyle bir kadının bundan geri dönebileceği görüşündedir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa..." âyetini delil göstermiştir. Eğer mehrini geri isteyecek olursa bu, onun gönül hoşluğu ile bunu vermediğini ifade eder. İbnü'l-Arabî der ki: Böyle bir açıklama batıldır. Çünkü artık o gönül hoşluğu ile onu bağışlamış, bunu yemiştir. Artık kadının bu konuda söyleyecek bir sözü kalmamıştır. Zira maksat fiilen yemek değildir. Aksine bu böyle bir şeyin helâl olacağını kinaye yoluyla ifade eder. Bu da açıkça anlaşılmaktadır. 6. Kadının Şart Koşarak Mehrini Bağışlaması: Kadın nikâh akdi sırasında kendisinden başka bir kadın ile evlenmemesini şart koşup bundan dolayı da mehrinin bir kısmını kocasına bağışlayacak olsa, sonra da kocası başka bir kadın ile evlenecek olursa; İbnu'l-Kasım yoluyla gelen rivâyete göre, kocanın herhangi bir sorumluluğu sözkonusu değildir. Çünkü kadın esasen koşulması câiz olmayan bir şart ileri sürmüştür. Nitekim Berîre'nin yakınları vela (sahiplik hakkı) onu satanın ait olmak üzere Hazret-i Âişe'nin Berire'yi azad etmesini şart koşmuşlardı. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) akdi sahih kabul ederken ileri sürdükleri şartı iptal etmiştir. Buhârî, Salat 70, Şurut 3, 10 ive daha bir çok yerde); Müslim, Itk 5, 6, S vs.-f Ebû Dâvûd, Ferâiz 12, Itk 2 ve diğer hadis kitaplarının muhtelif bahislerinde, (Bk. el-Mu'cemu’l-Mufehres li Elfazi'l-Hadis, IV, 122, satır 11 vd.) İşte burada kadının kocasının ödemesi gereken mehrinin bir kısmını düşürmesi sahih, fakat akdin bu şekilde yapılması ve burada böyle bir şartın ileri sürülmesi batıldır. İbn Abdu'l-Hakem ise dedi ki: Şayet kadının mehrinden onun misline ödenen mehir kadarı veya daha fazlası kalmış ise, artık kocasından dönüp bir şey geri alamaz. Eğer mehrinin bir kısmını indirmiş ve bu sefer kocası ondan başkası ile evlenmiş ise, kendi misline ödenen mehrin tamamını rücû! yoluyla alır. Zira koca bu hususta kendi aleyhine bir şart kabul etmiş, buna karşılık ise kadının kendisinden alması gereken bir miktarı koca almıştır. O halde Hazret-i Peygamberin: "Mü’minler kabul ettikleri şartlara riâyet ederler" Buhârî, îcâre 14; Ebû Dâvûd, Akdiye 12; Tirmizî, Ahkam 17; İbn Mâce, Ahkâm 23. âyeti dolayısıyla bu şartına bağlı kalması icabeder. Âyet-i kerimede azad etmenin mehir olamayacağına delil vardır. Çünkü azad etmek bir mal değildir. Zira kadın bunu hibe edemeyeceği gibi kocanın da bunu yemesine imkân yoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe, Züfer, Muhammed ve Şâfiî de bu görüştedir, Ahmed bin Hanbel ile İshak ve Yakub (Ebû Yûsuf) ise der ki: Bu mehir olur ve böyle bir kadının azad edilmesi dışında bir mehri sözkonusu değildir. Zira Hazret-i Safiyye ile ilgili ve hadis İmâmları tarafından rivâyet edilen hadis bunu ifade etmektedir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Safiyye'yî azad etti ve onun azadına onun mehri olarak kabul etti. Buhârî, Salatul-Havf 6, Nikâh 13, 68, Meğâzî 38; Müslim, Nikâh 85; Ebû Dâvûd, Nikâh 5; Tirmizî, Nikâh 24; İbn Mâce, Nikâh 42; Dârimî, Nikâh 45; Müsned, 111, 99, 165 vb. Enes'den de böyle bir uygulama yaptığı rivâyet edilmektedir. Zaten Hazret-i Safiyye ile ilgili bu hadisi rivâyet eden de odur Ancak birincileri şu sözleriyle buna cevap verirler: Hazret-i Safiyye ile ilgili hadiste buna dair delil yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nikâh hususunda mehirsiz olarak evlenmek gibi bir özelliğe sahipti. Hazret-i Zeyneb ile de evlenmesi velisiz ve mehîrsiz olmuştur. O bakımdan bir kimsenin bü şeyleri delil olarak ileri sürmemesi gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8. “.....” Kelimesinin Nahiv Açısından Durumu: Bu kelimenin burada beyân (temyiz) olduğu için nasb edildiği söylenmiştir. Sîbeveyh ile Kûfeli nahivciler mansub gelen kelimenin beyân'dan önce gelmesini câiz kabul etmezler. Ancak el-Mâzinî ve Ebû'l-Abbas el-Müberrid, âmilin fiil olması halinde bunu câiz kabul ederler. Örnek olarak da şu mısrayı naklederler: "Ve ayrılmak dolayısıyla gönül hoşnut olmaz." Kur'ân-ı Kerîm’de de yüce Allah; "Gözleri zelil olarak... çıkarlar" (el-Kamer, 54/7) diye buyurmaktadır. Bu takdire göre bu kelimenin: Derisi çatlarcasına yağla dolup taştı ve yüzü güzelletti" şeklindeki ifadeler kullanılabilir. Sîbeveyh'in görüşünü kabul edenler derler ki: Bu masradaki "nefs" kelimesi, temyiz olmak üzere nasb edilmiş değildir. "Yani: kastediyorum" takdirinde bir fiil dolayısıyla nasb edilmiştir. Durum böyle olduğu takdirde bu beyit, âyet-i kerimedeki bu kelimenin bu şekilde okunuşun(un temyiz dolayısıyla olduğun)a delil gösterilemez. ez-Zeccâc da der ki: Bu mısraın rivâyeti: "Ve benim nefsim ayrılıktan hoşlanmaz" şeklindedir. Bununla beraber eğer âmil da olduğu gibi munsarıf olmayan bir kelime olursa mümeyyizin takdim edilmesinin câiz olmayacağını herkes ittifakla kabul etmiştir. 9. Mahirden Yemenin Miibak Oluşu: Yüce Allah'ın: "Onu da... yeyin" âyetinden kasıt, şeklen yemek değildir. Bundan kasıt hangi yolla olursa olsun mubah olduğudur. Bundan sonra gelecek olan yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yerler..." (en-Nisâ, 4/10) âyetinde kast edilen yemek ile aynı şeydir. Burda da maksat görüldüğü gibi bizzat yemek değildir. Şu kadar var ki yemek, maldan yararlanma şekillerinin en İleri derecesi olduğundan dolayı çeşitli tasarruf şekilleri "yemek" diye İfade edilmiştir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Cuma gününde namaz için nida olunduğunda Allah'ın zikrine koşun ve alış verişi bırakın." (el-Cumua, 62/9) Bilindiği gibi burada bizzat alış verişin şekil olarak kendisi kast edilmemektedir. Aksine maksat nikâh ve buna benzer kişiyi Allah'ı zikretmekten alıkoyan şeylerdir. Ancak burada alış verişin zikrediliş sebebi, onun kişiyi Allah'ı zikretmekten alıkoyan en önemli husus oluşundan dolayıdır. 10. Bağışlanan Mehrin Katıksız Helâl Oluşu: Yüce Allah'ın: Afiyetle âyeti "onu yiyin" âyetindeki "o" zamirinden hal olmak üzere nasb edilmiştir. Bunun hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olduğu da söylenmiştir. Yani gönüllerinizin hoşluğu ile afiyette yeyin, anlamında olur. Birinci kelimenin mastarı şeklindedir. Herhangi bir zorluk ve sıkıntı sözkonusu olmaksızın gelen her şeye denilir. Bu kelime kelimesinden ismi faildir. Burada bu iki kelimenin Arap dilinde söyleniş şekillerine dair bir kaç satırlık bir açıklama gereksiz görüldüğünden tercüme edilmemiştir. (.......) ın günah olmaksızın (........)'ın da onda sizi rahatsız edecek, hastalık verecek bir şey olmaksızın, anlamına geldiği de söylenmiştir. Kuseyyir der ki: "Arasına herhangi rahatsızlık verici bir şey karışmaksızın afîyet olsun, Azze'ye bizim haysiyet ve şerefimiz helâl görüp çiğnedikleri," Hanımının mehrinden kendisine bağışladığı birşeyleri yiyen Alkame'nin huzuruna bir adam girdi ve ona şöyle dedi: Afiyetle yenilmesi söylenenden sen de ye!" el-Henî! kelimesinin yenilmesi esnasında rahatsızlık vermeyen ve afiyetle yenilen helâl şey; el-merî kelimesinin ise sonucu itibariyle güzel olan, rahatsızlık ta vermeyen eziyet de vermeyen tam anlamıyla hazmedilen şey demek olduğu da söylenmiştir. Âyet-i kerimede bu emirle anlatılmak istenen şudur: Siz dünya hayatında onun sizden isteneceğinden âhirette de bundan dolayı size bir sorumluluk geleceğinden korkmaksızın yeyiniz. Bu anlama İbn Abbâs'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı su rivâyet de delâlet etmektedir. Hazret-i Peygambere su: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa onu da afiyetle yîyin" âyeti hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Hanım eğer zorlanmaksızın, bu hususta herhangi bir otorite size bu konuda hüküm vermeksizin, kendi İradesiyle kocasına bir bağışta bulunacak olursa. Yüce Allah bundan dolayı âhirette sizleri sorumlu tutmayacaktır" Hazret-i Ali'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sizden herhangi bir kimse bir şeyden rahatsızlık duyacak olursa hanımından mehrinden kendisine bir dirhem vermesini istesin, sonra onunla bal satın alsın ve yağmur suyu ile birlikte onu içsin. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 5Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin. Bir de onlara güzel söz söyleyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1. Âyetler Arası İlişki ve Vasi Tayini: Yüce Allah: "Yetimlere mallarını verin" (en-Nisâ, 4/2) âyetinde yetimlere mallarının verilmesini emr edip hanımlara da mehirlerinin ulaştırılmasını buyurduktan sonra, sefih (aklı ermeyen, beyinsiz, bunak") baliğ olmayan kimseye de malının verilmesinin câiz olmadığını beyan etmektedir O halde âyet-i kerîme yetimler için vasi, veli ve kefil (ihtiyaçlarını görüp gözetecek kimse) tayininin sabit oluşuna bir delildir. İlim ehli icma ile müslüman, hür, güvenilir ve âdil bir kimsenin vasi tayin edilmesinin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak hür bir kadını vasi tayın etmenin cevazı hususunda farklı görüşleri vardır. Genel olarak ilim ehli kadının vasi tayin edilmesinin câiz olduğunu kabul ederler. Ahmed bin Hanbel de Hazret-i Ömer'in Hazret-i Hafsa'ya vasiyette bulunduğunu delil gösterir. Atâ'bin Ebi Rebah'tan rivâyet olunduğuna göre o kocası tarafından vasi tayin edilen kadın ile illgili olarak şöyle demiş: Kadın vasi olamaz. Koca böyle birşey yapacak olursa kavminden başka bir erkeğe bu vasilik görevi havale edilir. İlim adamlarının köleye vasiyet hususunda da farklı görüşleri vardır. Şâfiî, Ebû Sevr, Muhammed ve Yakub (Ebû Yûsuf) bunu kabul etmezken; Mâlik, Evzai ve İbn Abdi’l-Hakem ise bunu câiz kabul ederler, Bu -kendi kölesini vasi tayin etmesi halinde- Nehaî'nin de kabul eîtiği bir görüştür. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/180. âyet 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "es-Sufehâ: Beyinsizler" âyeti ile ilgili olarak "sefeh" kelimesinin anlamına dair açıklamalar bundan Önce el-Bakara Sûresi'nde (2/13. âyette) geçmiş bulunmaktadır. İlim adamları burada sözü geçen, sefihlerin kim oldukları hususunda farklı görüşlere sahiptir. Salim el-Aftas, Said bin Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bunlar yetimlerdir, onlara mallarınızı vermeyiniz. en-Nehhâs der ki: Bu, bu âyet-i kerîme hakkında söylenenlerin, en uygunudur. İsmail bin Ebi Halid de Ebû Mâlik'den rivâyet ettiğine göre o şöyle demiş: Bunlar küçük çocuklardır. Onlara mallarınızı vermeyiniz. Bu malları berbat ederler, telef ederler ve elinizde bir şey kalmaz. Süfyan da Humeyd el-A'rac'den o da Mücahid'den, bunların kadınlar olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. en-Nehhâs ve başkaları ise, bu, sahih olmayan bir görüştür, demektedirler, Çünkü Araplar bu kelimeyi kadınlar hakkında çoğul yapacak olurlarsa "sefâih yahut sefîhât" derler. Zira kadınlar için kullanılan (ve bu kelimenin kadın için kullanılan tekili olan sefîhe'nin vezni) taile'nin çoğulu, çoğunlukla bu şekilde gelir. Şöyle de açıklanmıştır: Sen doğru dürüst ticareti bilmeyen bir kimseye malım mudarebe ortaklığı için yahut bir vekilin eline teslim etme! Hazret-i Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kim tefekkuh etmezse (konu ile ilgili gerekli dini bilgileri bulunmazsa) bizim pazarlarımızda ticaret yapmaya kalkışmasın. İşte yüce Allah'ın: "Mallarınızı beyinsizlere vermeyin" âyetinden kastedilen budur. Yani hükümleri bilmeyen kimselere mallarınızı vermeyiniz. Bunun mallar kâfirlere teslim edilmez, anlamında olduğu da söylenmiştir. O bakımdan ilim adamları müslüman bir kimsenin alım satım için zımmi birisini vekil tayin etmesini yahut da malını ona mudarebe yoluyla vermesini mekruh görmüşlerdir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî (radıyallahü anh) dedi ki: Burada sözü geçen sefihler (beyinsizler), hacr altına alınmayı hak eden herkestir. Bu kapsamlı bir açıklamadır. İbn Huveyzimendâd dedi ki: Sefîh'in hacr altına alınması hususuna gelince, sefıh'in çeşitli halleri vardır: Birisinde küçüklüğü dolayısıyla hacr altına alınır. Delilik yahut başka bir sebep dolayısıyla, kıt akıllı olması hali, kendi malını gereği gibi koruyup gözetememesi ve kötü tasarrufta bulunması hali. Baygın kimseye gelince, tmam Mâlik, bu durumunun çabucak gelip geçmesi dolayısıyla hacr altına alınmamasını daha güzel görmüştür. Hacr bazan kişinin bizzat kendisi hakkında söz konusu olur, bazan da kişinin başkası hakkında sözkonusu olur. Kişinin kendi hakkı dolayısıyla hacr altına hangi hallerde alınacağından az önce söz ettik. Başkasına ait haklar sebebiyle hacr alüna alınanlar ise; köle, borca batmış, ölüm hastalığında olan kimsenin malının (vasiyet edebileceği miktardan arta kalan) üçte ikisinde tasarruf, iflas etmiş ve kocası bulunan kadının, kocasının hakkı dolayısıyla hacr altına alınması ve kendi hakkı hususunda bakire kızın hacr altında bulunması. Küçük ve delinin hacr altına alınacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Buyû'ğün hacr altına alınması ise kendi malında kendisi adına güzel tasarrufta bulunamayacağından ve kendi malını uygun olmayan yerlerde telef etmeyeceğinden emin olunamadığı içindir. O bu haliyle küçüğe benzediğinden hacr altına alınır. Böylesinin hacr altına alınacağı hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Buna dair açıklamalar gelecektir. Malını masiyetlerde, kendisini Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerde ve mubah şeylerde telef etmesi arasında ise bir fark yoktur. Allah'a yakınlaştı nen amellerde malını telef eden kişiyi mezhebimize (Mâliki mezhebine) mensup ilim adamları hacr akına almak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi böylesini hacr altına alırken kimisi de hacr altına almaz. Kölenin hacr edilmesi hususunda görüş ayrılığı yoktur. Borca batmış olanın elindeki mal ise alacakları lehine elinden alınır. Çünkü bu hususta ashâb-ı kiram'ın icmaı vardır. Ayrıca Hazret-i Ömer böyle bir uygulamayı Cüheyneli Useyfi' adındaki birisine yapmıştır. Cuheyne'li UseyfT, borca batmış olduğu için Ömer (radıyallahü anh)’in, onun hakkında: "Kimin ondan bir alacağı varsa, sabah gelsin, malını alacakları arasında hisselerine göre paylaştıracağız" dediği, dinine bağlı güvenilir bir zat imiş. (el-Fîrûzâbâdî, el-Kamûs, Beyrut 1407/1987, s. 941). Bunu Mâlik el-Muvatta’''da. zikreder. Bakire kız da bu hali devam ettiği sürece hacr altındadır. Çünkü kendi işini gereği gibi çekip çeviremez. Onun bu durumu, evlenip insanlar onun yanına girip çıkıncaya, kendisi de evinden dışarı çıkıp yüzünü açıp faydalıyı zararlıdan ayırd edecek hale gelinceye kadar devam eder. Kocasının hakkı dolayısıyla hacr altında tutulan evli kadına gelince; buna sebep ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şu âyetidir: "Kocası nikâhına sahip olmuş bir kadının üçte biri dışında kendi malında tasarrufu câiz değildir," Derim ki: Malını arttırması dolayısıyla ve sallallahü aleyhi ve sellemurgan olmaması dolayısıyla hacr altında olmasa dahi, hükümleri bilmeyen kimseye de malı teslim edilmez. Buna sebep ise hangi alıç verişin fasit, hangisinin sahih olduğunu, hangisinin helâl, hangisinin haram olduğunu bilmeyişidir. Alış verişlere dair bilgisizlik hususunda zımmi de onun gibidir. Diğer taraftan zımmi olan bir kimsenin fâiz ve benzeri birtakım işlemlere gireceğinden de korkulur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Tefsir âlimleri burada malın sefihlere ait olmasına rağmen muhataplara izafe edilmesinin sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre mallar muhatapların elinde olduğundan dolayı kendilerine izafe edilmiştir. Bu muhataplar ise o mallara nezaret eden kimselerdir. O bakımdan ifadede bir genişletme yoluna gidilerek onlara nisbet edilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "... Kendinize Allah tarafından bir selâm almak üzere selam, veriniz" (en-Nûr, 24/61); "Kendi kendinizi öldürmeyiniz!" (el-Bakara, 2/54) Bunun muhataplara izafe ediliş sebebinin, onların mallarının da muhatapların mallarının türünden oluşu dolayısıyladır. Çünkü mallar bütün insanlar arasında elden ele intikal etmek, birisinin mülkiyetinden diğerinin mülkiyetine geçmek bakımından ortak bir niteliğe sahiptin Yani bu mallar ona ihtiyaç duymaları halinde onlarındır. Tıpkı sizin ırzınızı koruyan, sizi himaye eden, kadrinizi yükselten ve işlerinizi görmenizi sağlayıp ayakta tutan mallarınız gibi. Ebû Mûsa el-Eşarî, İbni Abbas, Hasan ve Katade'nin söyledikleri bir başka görüş daha vardır: Burada kasıt, gerçekten muhatapların kendi mallarıdır. İbn Abbâs der ki: Geçimine sebep olan kendi malını hanımına ve oğluna vererek, sen onların elindekine bakacak ve sana bakmalarını gözetleyecek hale düşen bir fakir olma. Aksine onlara infak eden bizzat sen ol. Bu açıklamaya göre burada sefihlerden kasıt, kadınlar ve çocuklardır. Yani kişinin küçük çocukları ve hanımıdır. Bu, Mücahid ve Ebû Mâlik'in sefihler hakkındaki görüşleri ile birlirte ele alınır. 3. Sefihin Hacr Altına Alınmasının Hükmü: Âyet-i kerîme sefihin hacr altına alınmasının câiz olduğuna delildir. Çünkü yüce Allah bunu: "Mallarınızı beyinsizlere vermeyin" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de: "Eğer üzerinde hak olan borçlu sefih ya da zayıf bir kimseise... onun velisi adaletle yazdırsın" (el-Bakara, 2/282.) diye buyurmaktadır. Böylelikle zayıf kimsenin velayet altına alınmasını sözkonusu ettiği gibi, sefihin de velayet altına alınmasını ifade etmektedir, "Zayıf" anlam İtibariyle küçük anlamını da ihtiva eder. Sefih ise anlam itibariyle baliğ olmuş büyük kimseyi ifade eder. Çünkü sefihlik bir yergi ismidir. İnsan ise sahip olmadığı şeyler dolayısıyla yerilmez. Diğer taraftan baliğ olmayan kimseden kalem kaldırılmıştır. Onun yerilmesi ve vebal altında kalması sözkonusu değildir. Bu açıklamayı el-Hattâbî yapmıştır. 4. Hacr Altına Alınmadan Önce Sefihin Fiilleri: İlim adamları hacr altına alınmadan önce sefihin fiilleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ile, -İbnü'l-Kasım dışında kalan- bütün Mâlikî âlimler derler ki: İmâm onun elini alıkoymadığı sürece sefihin bütün işleri ve yaptıkları caizdir. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin ve Ebû Yûsufun da görüşüdür. İbnül-Kasım ise der ki: İmâm onun elini tasarruftan çekmese dahi böyle birisinin tasarrufları câiz değildir. Esbağ ise der ki: Eğer sefih olduğu açıkça ortada ise onun fiilleri merduttur. Şayet sefıhîiği açıkça ortada değilse İmâm onu hacr altına alıncaya kadar fiilleri reddolunmaz, Suhnûnf Mâlik'in konu ile ilgili görüşüne şöylece delil getirmektedir: Eğer hacr'den önce sefihin fiilleri red edilecek olursa İmâmın herhangi bir kimseyi hacr altına almasına ihtiyaç kalmaz. İbnü'l-Kasım'ın delili ise Buhârî’nin Câbir (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet ettiği Hadîs-i şerîftir. Buna göre başka hiçbir malı bulunmayan adamın birisi bir köleyi azad eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onun bu azadını geri cevirir. "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), -başkaca hiçbir malı bulunmayan- ashâbından bir kişinin, bir köleyi (kölesini) vefatından sonra geçerli olmak üzere azad etti (müdebber). Peygamber onu sekizyüz dirheme satar ve parasını ona gönderdi." (Buhârî, Ahkâm 32; ayrıca bk. Buyû’ 59, Itk 9; Müslim, Zekat 41, Eymân 58, 59; Ebû Dâvûd, Itk 9; Zekât 60, Buyû’ 84; Müsned, III, 305, 370, 371) Bundan önce de onun için herhangi bir hacr sözkonusu değildi. 5- Buyû'ğün Hacr Altına Alınması: Buyû'ğün hacr altına alınması hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Mâlik ve fukahânın Cumhûru hacr altına alınabileceğini söylerken, Ebû Hanîfe âkil olarak bulûğa ermiş bir kimsenin, malını ifsad eden bir kişi durumunda olmadığı sürece, hacr altına alınmayacağını söylemektedir. Bu şekilde olduğu takdirde yirmibeş yaşına ulaşıncaya kadar malı ona teslim edilmez. Yirmibeş yaşına vardığı takdirde ise, malını ister ifsad eden bir kimse olsun, ister olmasın her durumda malı kendisine teslim edilir. Çünkü böyle bir kişi oniki yaşında iken hanımını hamile bırakabilir. Altı ay sonra bunun bir çocuğu olup, nihayette baba ve dede de olur. İşte ben dede olabilecek yaşa gelen bir kimseyi hacr altına almaktan utanırım, der Yine Ebû Hanîfe'den şöyle dediği nakledilmiştir: Malının kendisine verilmeyeceği süre içerisinde eğer (malını) ifsad edici bir şekilde bulûğa ererse mutlak olarak onun tasarrufları geçerlidir. Bununla birlikte ihtiyaten malı kendisine teslim edilmez. Ancak bütün bunlar gerek aklî bakımdan (kıyas bakımından), gerekse rivâyet açısından zayıftır. Dârâkutnî şunu rivâyet eder: Bize Muhammed b. Ahmed b. el-Hasen es-Sallallahü aleyhi ve sellemvaf anlattı. Bize Hâmid b. Şuayb haber verdi. Bize Şureyh b. Yûnus haber verdi, Bize Yakub b. İbrahim -ki bu kadı Ebû Yûsuftur- haber verdi. Bize Hişanı b. Urve'nin babasından haber verdiğine göre, Abdullah b. Cafer, ez-Zübeyr'e gelip şöyle dedi: Ben şunları şunları satın aldım. Buna karşılık Ali, mü’minlerin emirine gidip bu hususta bana hacr koymasını istemeyi düşünüyor. ez-Zübeyr dedi ki: Satişta ben de seninle ortağım. Bunun üzerine Hazret-i Alî, Hazret-i Osman'a varıp şöyle dedi: Cafer'in oğlu (Abdullah) şunları şunları satın aldı, haydi onu hacr altına al. Bu sefer ez-Zübeyr; Bu satışta ben de onun ortağıyım deyince Hazret-i Osman şöyle dedi: Ben kendisine ortağın Zübeyr olduğu bir alış verişte bulunan bir kimseyi nasıl olur da hacr altına alırım? Yakub (Ebû Yûsuf) der ki; Ben hacr altına alınacağı görüşünü kabul ediyorum ve bu kanaatteyim. Böyle bir durumda hacr akında bulunan kimsenin alış verişini iptal ederim. Eğer hacr altına alınmadan önce alır veya satarsa onun bu alış verişini câiz kabul ederim, Yakub b. İbrahim der ki: Ebû Hanîfe ise böyle bir kimseyi hacr altına almaz ve konu ile ilgili hacr altına alınma görüşünü de kabul etmez. Dârekutnî, IV, 231-232. Buna göre Hazret-i Osman'ın: Ben böyle bir adamı nasıl hacr altına alabilirim? görüşü büyüğün hacr altına alınmasının câiz oluşuna delildir. Çünkü Abdullah b. Cafer Habeşistan'da iken dünyaya gelmiştir. Orada müslümanların ilk doğan çocuğu da odur. Babası ile birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna Hayber'in fethedildiği yıl geldi ve Hazret-i Peygamber "den hadis dinledi, hadis belledi, Hayber gazvesi ise hicretîn beşinci yılında olmuştu. Bu da Ebû Hanîfe'nin görüşünü reddetmektedir. İleride yüce Allah'ın izniyle bunun delili de gelecektir. 6. Allah'ın Geçimlik Kıldığı Mallar; "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı..." Sizin geçiminiz ve dininizin salâhı için varetmiş olduğu mallarınızı... Âyetinde yer alan: ... ki" kelimesi, ayrıca "te" harfinin esreli okunuşu ile: yine "te" harfinin sakin olarak okunması İle: şeklinde olmak üzere üç türlü söylenişi vardır. Bu kelimenin resniyesi (ikili) de aynı şekilde üç türlü gelmektedir. Birincisi şeklinde, ikincisi "nün" harfi hazf edilerek: şeklinde, üçüncüsü ise "nün" harfi şeddeli olmak üzere; şeklindedir. Bu kelimenin çoğul halinin söyleniş şekillerine gelince; yüce Allah'ın izniyle bu sûrede yeri gelince (4/15. âyet 2. başlıkta) gösterilecektir. (Mealde; "Geçimlik" diye ifade edilen);) aynı anlamda olmak üzere ayakta tutan şey, unsur demektir. Mesela, filan kişi aile halkının ve evinin "kıyamı ve kıvamıdır" denilirken yine; filan kişi durumunu ikame etmektedir denilirken ıslah edip düzeltmektedir, anlamındadır kelimesinde yer alan "kaf harfi esreli olduğu için (âyet-i kerimede olduğu gibi) "vav" harfi "ye" harfi ile ibdal edilmiştir (değiştirilmiştir). Medine'lilerin bu kelimeyi okuyuşu ise "elif siz olarak: şeklindedir. el-Kisâî ile el-Ferrâ' "Kıyam ve kivân" kelimelerinin (âyet-i kerimede yer alan): "Kıyâm" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre bu kelime mastar (mef'ûl-i mutlak) olmak üzere nasb edilmiştir. İşlerinizin kendisi ile ıslâh olduğu ve sizin geçinmek için bir araç kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin, takdirindedir. el-Ahfeş bu kelimenin; işlerinizi ayakta tutan, işlerinizi gören şeyler anlamına geldiğini söylemiştir. O bu kelimenin çoğul olduğu zehabına kapılmıştır. Basralılar ise bu kelimenin 'in çoğul olduğunu söylerler. Yani Allah malları eşyanın bir kıymeti olarak belirlemiştir, demektir. Ancak Ebû Ali bu görüşün hatalı olduğunu belirterek şöyle der: Bu kelimenin aslı) şeklinde olup: kelimeleri gibi bir mastardır. Fakat AraplarınAtlar kelimesinin, at kelimesinin çoğulu ve benzerlerindeki "vav" harfinin çoğul yapılırken "ye" harfine dönüştürülmesinde olduğu gibi, bir istisna teşkil etmiştir. 'ın anlamı, durumun ıslahında sebat ve bu hususta devamlılık demektir el-Hasen ve en-Nehaî; O ki" kelimesinin çoğulu olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Ancak avam bu kelimeyi şeklinde çoğul lâfzı ile okumuşlardır. el-Ferrâ'" der ki Arapçada çoğunlukla; o kadınlar ki, o mallar ki kelimelerinde (ismi mevsullan) çoğul olarak kullanırlar. Aynı şekilde malların dışında kalan çoğul isimler de böyledir. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. 7. Yetimlerin Nafakalarının Mallarından Karşılanması: Yüce Allah'ın: "Kendilerine bunlardan yedirîn, giydirin" âyetinin anlamının, siz o mallarda onlar için harcanmak üzere belli bir miktar tesbit edin, şeklinde olduğu söylenmiştir Bu ise kişinin nafakasını ve giyeceğini karşılamak durumunda olduğu eşi ve küçük çocukları hakkında sözkonusudur O halde bu âyet, çocuğun nafakasının babaya, kadının nafakasının da kocaya düştüğünün delilidir. Buhârî'de, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sadakanın en faziletlisi geriye bir zenginlik bırakandır Yukarıdaki el aşağıdaki elden üstündür. Ve sen öncelikle geçimini sağlamak durumunda olduğun kimselerden başla. Kadın; Ya bana yiyecek verirsin yahut beni boşarsın, der. Köle: Beni yedir ve beni çalıştır, der. Evlat da: Beni yedir, beni kime bırakırsın? der." Ey Ebû Hüreyre sen bunu bizzat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan duydun mu? diye sorduklarında o şöyle dedi: Hayır, bu Ebû Hüreyre'nin (söylenen ifadelerden çıkardığı güzel sonuçlardan birisidir). Buhârî, Nafakat 2; Müsned, II, 252, 299. Ebû Dâvûd, Zekât 39; Nesâî, Zekât 60 da kısmen. el-Mühelleb dedi ki: Hanımın ve çocukların nafakasını sağlamak icma ile vacibtir. Bu hadis de bu hususta bir delildir. 8. Baliğ Olup Malı ve Kazancı Bulunmayan Oğulların Nafakasının Hükmü: İbnü’l-Münzir dedi ki: Oğullardan bulûğa erip de malı ve kazancı bulunmayanların nafakası hususunda fukananın farklı görüşleri vardır. Onlardan bir kesim babanın erkek baliğ oluncaya kadar kız çocuklarına da evlenip onlarla gerdeğe girilinceye kadar infak etmekle yükümlü olduğunu söylemişlerdir. Şayet onunla gerdeğe girildikten sonra kocası onu boşar yahut ölürse babasının ona nafaka vermek yükümlülüğü kalmaz. Eğer onunla gerdeğe girmeden önce boşayacak olursa, nafakası eskiden olduğu gibi babasına aittir. Oğlun oğlunun nafakasını dede karşılamakla yükümlü değildir. Bu, Mâlik’in görüşüdür. Bir diğer kesime göre ise dede erkek çocuklar ergenleşinceye, kız çocuklar da ay hali oluncaya kadar torunlarına nafaka vermekle yükümlüdür. Bulûğa ermelerinden sonra ise kötürüm olmaları hali müstesna nafakalarını vermek yükümlülüğü yoktur. Malları bulunmadığı sürece çocukların erkek yahut kız olmaları arasında bir fark olmadığı gibi, kendi çocuğu, çocuğunun çocuğu da ne kadar aşağıya inerse insin, ondan başka kendilerine nafaka verecek gücü bulunan bir babaları bulunmadığı sürece nafakalarım kendisi verir Bu da Şâfiî'nin görüşüdür. Rir başka kesim ise, babanın nafakasına muhtaç olmayacakları bir şekilde malları bulunmaları hali dışında, erkek olsun, kadın olsun, küçük olsun, bulûğa ermiş olsun, bütün çocuklarının nafakasını babalarının sağlamasını vaciptir. Bunu da Hazret-i Peygamber'in Hind'e söylemiş olduğu şu: "Sana ve çocuğuna maruf ölçüler içerisinde yetecek miktarını al Buhârî, Buyû’ 95, Nafaka 9, 14, Ahkam 28; Müslim, Akdiye 7; Ebû Dâvûd, Buyû’ 79; Nesâî, Kudâi 31; Dârimî Nikâh 54; Müsned, VL 39, 50, 206. hadisinin zahirinden çıkartırlar: Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet edilen: "Oğul: Bana yiyecek ver, beni kime terk ediyorsun der" ifadesi de şunu göstermektedir: Böyle bir sözü kazanmaya ve meslek icra etmeye gücü yetmeyen bir kimse söyler Bulûğ yaşına ulaşmış olan bir kimse ise böyle bir söz söylemez. Çünkü bu yaşa gelen bir kişi artık kendisi için çalışacak ve kazanacak bir yaşa gelmiş demektir. Yüce Allah'ın: "Nihayet evlilik çağına erdikleri zamana kadar..." (en-Nisâ, 4/6) âyeti buna delildir. Bu ayet-i kerîme de evlilik çağma ulaşmayı bu hususta bir sınır olarak belirlemiştir, Hadisteki: "Kadın: Ya bana yiyecek verirsin yahut da beni boşarsın der" ifadesi ise: "Geçim darlığı dolayısıyla hakim karı-kocayı birbirinden ayırmaz. Kadının sabretmesi gerekir ve hakimin hükmü ile nafaka onun zimmetine (borç olarak) taalluk eder" diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Bu da Atâ ve ez-Zührî'nin görüşüdür, Kûfeliler de yüce Allah'ın şu âyetine yapışarak bu kanaate sahip olmuşlardır: "Eğer borçlu ödeme zorluğu çeken bir kimse ise ona kolaylık zamanına kadar bir mühlet veriniz." (el-Bakara, 2/280) Derler ki: O halde kocaya da nafakayı kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar süre tanımak icabeder. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Sizden eşi bulunmayanları nikâhlayın..." (en-Nûr, 24/32) âyeti ile ilgili olarak derler ki: Burada yüce Allah fakirin dahi evlendirilmesini teşvik etmiştir. Fakirliğe rağmen evlenmelerini teşvik etmişken fakirliğin hakim yoluyla boşanmalarına sebep olarak görülmesi câiz olamaz. Ancak ileride yeri gelince açıklanacağı üzere bu âyet-i kerimede onların lehine delil olacak bir taraf yoktur. Görüş ayrılığı halinde ise, hadisteki ifadeler birer nass'dır (açık ve kafi delildir). Âyet-i kerimede bitabın, kendi nezareti altında bulunan malından yetime infak etmek üzere veliye yönelik olduğu da söylenmiştir, Nitekim burada malın kime izafe edildiği hususuna dair görüş ayrılıkları açıklanırken de buna işaret etmiştik. Vasi, yetimin malına ve durumuna göre infak eder. Şayet yetim küçük, malı da çok ise, o yetime süt anne ve dadılar tutar ve ona bol bol harcamada bulunur. Eğer büyük ise ona yumuşak ve güzel elbiseler alır, güzel yiyecekler yedirir, hizmetçiler tayin eder. Şâyet daha aşağı bir durumda ise durumuna göre harcamada bulunur. Eğer bundan da aşağı durumda bulunursa, o takdirde yemeğinin kaliteli olması gerekmez ve ihtiyaç kadar ona giyecek alır. Şayet yetim, malı bulunmayan bir fakir ise, o takdirde îmanı'ın (İslâm Devlet Başkanı'nın ve bu konuda yetkili olanların) Beytü'l-Mal'den onun nafakasını, karşılamaları gerekir. İmâm bu işi yapmayacak olursa, o takdirde ona yakınlık sırasına göre müslümanlar nafakasını karşılamakla görevlidir. Annesi ise bu konuda en yakın olan kişidir. Böyle bir durumda annenin çocuğuna süt emzirmesi ve onun ihtiyaçlarını görmesi gerekir. Buna karşılık da ne ondan ne de başka herhangi bir kimseden rücü' yoluyla herhangi bir şey alamaz. el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler..." âyetini açıklarken (2/233- âyet 1, 2,.. başlıklarda) bu hususta açıklamalarda bulunmuştuk. 10. Yetimlere Güzel Söz Söylemek: Yüce Allah'ın: "Birde onlara güzel söz söyleyin" âyetinde onlara yumuşak hitap edilmesi, güzel vaadlerde bulunulması istenmiştir. Güzel (maruf) sözün mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunun onlara: Allah size bereketler ihsan etsin, sizi himayesine alsın, sizin iyiliğinize olan şeyleri takdir buyursun, ben senin sadece bir nezaretçinim, malın için böyle bir ihtiyat senin faydanadır; sana gibi onlara dua etmek anlamına geldiği söylendiği gibi, bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlara güzel vaadlerde bulununuz. Yani; eğer reşit olursanız biz de sizlere mallarınızı teslim ederiz, deyiniz. Baba da oğluna şöyle der: Nihayetle benim malım sana varacaktır. Allah'ın izniyle reşit olup da ne şekilde tasarrufta bulunacağım öğrendiğin takdirde bu mala sen sahip olacaksın gibi,., 6Yetimleri evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Buyû'yecekler diye onları İsrafla tez elden yemeyin. Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter. Bu âyete dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: 1. Âyeti Kerîmenin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Yetimleri... deneyin" âyetindeki ibtilâ; denemek anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet 13-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme yetimlere mallarının geri verilme keyfiyetini açıklama sadedinde herkese yönelik bir hitaptır. Denildiğine göre âyeti kerîme Sabit b. Rifa’e ile onun amcası hakkında nâzıl olmuştur. Şöyle ki: Rifa'e vefat ettiğinde oğlu (Sabit) küçüktü. Amcası Sabit, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, benim himayemde küçük bir yetimdir Onun malından bana helal olan nedir ve malını kendisine ne zaman geri vereyim? Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Vâhîdi. Esbâbu Nüzüli'l-Kur'ân, s. 147; Suyûti, ed-Dürru'l-Mensür, II, 437. 2. Yetimlerin Denenmesinin Mahiyeti: İlim adamları buradaki "deneme"nin mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir görüşe göre buradaki denemek, vasinin himayesi altındaki yelimin ahlâkını yakından takip etmesi, onun ne gibi maksatlar peşinde olduğuna kulak vermesi demektir. Bu suretle onun ne kadar necib olduğunu öğrenir, kendi maslahatları hususunda malını elinde tutmak noktasındaki gayretini yahut da bunları, ihmal edip etmeyeceğini bilir. Eğer bu konuda İyi şeyler tesbit edecek olursa bizim (mezhebimize mensup) İlim adamlarımız da, başkaları da şöyle derler: Kendisinde tasarrufa müsaade edeceği kadar malından bir miktarı ona teslim etmesinde bir sakınca yoktur. Şayet o, malım artırıp çoğaltır, güzel bir şekilde İdare edecek olursa, o takdirde deneme gerçekleşmiş olur. Bu durumda vasinin de bütün malım yetime teslim etmesi icab eder. Eğer ona teslim ettiği malda kötü tasarrufta bulunursa, yetimin malını yanında alıkoyması İcab eder. Bununla birlikte ilim adamları arasında: Küçük çocuğu deneyip de reşit olduğunu tesbit ederse, üzerindeki velayeti kalkar ve artık malanı ona teslim etmesi, malında serbestçe tasarrufta bulunmasına müsaade etmesi gerekir, diyen ilim adamı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Evlilik çağına erdikleri zamana kadar" diye buyurmaktadır. Fukahâdan bir topluluk da şöyle demektedir: Küçük için iki durumdan birisi sözkonusudur. Ya erkek çocuktur yahut kız çocuktur Erkek çocuk ise nasıl İdare edip tasarrufta bulunduğunu öğrenmek için bir ay bir süreyle evin nafakasını kendisinin görüp gözetmesini ister. Yahut da kendisinde tasarrufta bulunmak üzere ona az bir miktar mal verir. Bununla birlikte o malını telef etmemesi için de onu gözetmeyi İhmal etmez. Telef edecek olursa, vasinin onun tazminatını ödemesi de gerekmez. Eğer yetimin uygun olanı araştıran bir kimse olduğunu görürse, malım ona teslîm'eder ve bu hususta ona karşı da şahid tutar Eğer himayesi altındaki çocuk kız ise, ipin eğirlilmesi pamuğun teslim edilip ücretinin ödenmesi ile eğrilmiş İp olarak geri alınması ve bunun kalitesinin kontrol edilmesi hususunda eğiricileri yakından takibi gibi; ev hanımının bu ve benzeri işleri ve evini idare etmesi, işlerini yakından takip edebilmesi için gerekli miktar verilir. Eğer bu kız çocuğunun reşit olduğunu tesbit ederse aynı şekilde malını ona teslim eder ve ona karşı şahid bulundurur. Aksi takdirde her ikisinin de reşitliği ortaya çıkıncaya kadar hacr altında kalmaya devam ederler. el-Hasen, Mücahid ve başkaları der ki: Akılları, dindarlıkları ve mallarım artırıp çoğaltmaları hususunda onları denerler. 3. Bulûğ ve Bulûğa Dair Bazı Hükümler: Yüce Allah'ın: "Evlilik çağına erdikleri zamana kadar..." âyetinden kasıt, ergenlik çağına ulaşmaktır. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Sizden çocuklar baliğ oldukları takdirde..." (en-Nûr, 24/59) diye buyurmakladır. Burada da baliğ olmaktan (ei Hulum) kasıt, bulûğ ve nikâlılanabilme halidir. Bulûğ beş husus ile anlaşılır. Bunların üçü erkekler ve kadınlar arasında müşterektir. İkisi ise kadınlara hastır; bunlar da ay hali olmak ve gebe kalmaktır. Ay hali olmakla gebe kalmanın bulûğ demek olduğu hususunda ve farzlarla şer'î hükümlerin bunlar dolayısıyla vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak geri kalan üç hususta görüş ayrılıkları vardır. Bunlardan ikisi olan tüylerin bitmesiyle yaş hakkında Evzâi, Şâfiî ve İbn Hanbel şöyle derler: Onbeş yaş ihtilâm olmayanın bulûğ yaşıdır. Aynı zamanda bu İbn Vehb, Esbağ, Abdulmelik b. el-Macışun, Ömer b. Abdulaziz ile Medine'lilerden bir gurubun görüşüdür. İbnü'l-Arabi de bunu tercih etmiştir. Bunlara göre bu yaşa ulaşan kimselere hadler uygulanır ve farzlar; eda etmesi gerekir. Esbağ b. el-Ferec der ki: Bizim kabul eniğimiz görüş ise şudur: Farzların yerine getirilmesinin gerektiği ve hadlerin uygulanabileceği bulûğ sınırı, onbeş yaştır. Bu benim en hoşuma giden ve bence en güzel görüştür. Çünkü cihadda ve Savaşta hazır bulunan kimseye ganimetten payın verildiği yaş sının budur. Buna delil olarak İbn Ömer'in Hendek Gazvesi günü Resûlüllah'a arzedilmesinî gösterir. O sırada İbn Ömer onbeş yaşında bulunuyordu. Hazret-i Peygamber de onun Savaşa katılmasına izin vermişti. Oysa Uhud günü Savaşa katılması için henüz daha ondört yaşında bulunduğundan bu izni vermemişti. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Megâzî 29, Şehâdat 18; Müslim, İmare 91; Ebû Dâvûd, Hudûd 18: Tirmizî, Cihâd 321 İbn Mâce, Hudûd 4. Ebû'Ömer İbn Abdi’l-Berr derdi ki: Bu, doğum tarihi bilinen kimse hakkında böyledir. Ne zaman doğduğu ve kaç yaşında olduğu bilinmeyen yahud da yaşını kabul etmeyen kimse hakkındaki uygulama ise, Nafı'den, onun Eslem'den, onun da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan yaptığı rivâyete göre amel edilir. Buna göre Hazret-i Ömer ordu kumandanlarına şöyle bir mektup yazmıştır: "Şunu bilin ki, ustura kullanımına başlamamış hiçbir kimseye cizye yükümlülüğü koymayın." Hazret-i Osman da hırsızlık yapan bir genç çocuk hakkında: "Durumuna bakınız, eğer eteklerinde kıl bitmiş ise elini kesiniz" demiştir. Atiyye el-Kurazî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurayza oğullarının kontrol edilmesini emr etti. Onlardan her kimin tüyleri bitmiş ise hepsini Saad b. Muaz'ın verdiği hüküm gereğince öldürdü. Henüz tüyleri bitmemiş olanları da hayatta bıraktı. Ben de henüz tüyleri bitmemiş olanlardan idim. O bakımdan bana ilişmedi. Ebû Dâvûd, Hudûd 18: Tirmizî, Siyer 29: İbn Mâce, Hudûd 4; Nesâî, Talâk 20; Müsned, IV, 310. Mâlik, Ebû Hanîfe ve başkaları ise der ki: İhtilam olmayan bir kimse hakkında artık o yaşa erişen herkesin mutlaka ihtilâm olduğu yaşa ulaşmadıkça baliğ olduğuna hüküm verilmez. Bu yaş ise onyedi yaştır. Artık had uygulanmasını gerektiren bir iş yapacak olursa, ona had uygulanır. Mâlik de bir seferinde şöyle demiştir: Böyle birisinin balig olması sesinin kalınlaşması ve burun yumuşağının sertleşmesi ile anlaşılır. Ebû Hanîfe’den bir diğer rivâyet daha gelmiştir ki; bu da ondokuz yaşı ile bulûğa hükmedileceği şeklindedir. Daha meşhur olan da budur. Kız çocuğu hakkında ise şöyle demektedir: Kız çocuğunun bulûğu onyedi yaşına ulaşmakla tahakkuk eder. Bununla birlikte gözetim altında bulundurulur, el-Lu'hıî ise ondan, onsekiz yaşa ulaşmakla kız çocuğun baliğ olacağı rivâyet etmektedir. Dâvûd (ez-Zâhirî) der ki: llıtilam olmadıkça çocuk kırk yaşına varsa dahi yaşı sebebiyle bulûğa ermiş kabul edilmez. Tüylerin (koltuk altlarında ve etekte) bitmesine gelince; kimi fukaha: Bu bulûğa delil kabul edilir, demektedir. Bu da İbnü'l-Kasım ve Salim'den rivâyet edilmiştir. Mâlik de bir seferinde böyle demiştir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi bu olduğu gibi, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Bunun bulûğun bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Şu kadar var ki onunla kâfirler hakkında hükme varılır ve tüyleri bitmiş olan öldürülür, tüyleri henüz bitmemiş olan kimseler ise ashâb alınan çocuklar arasına katılır. Bu da Şâfiî'nin Atiyye el-Kurazî yoluyla gelen (az önce kaydedilen) hadis dolayısıyla söylediği bir diğer görüşüdür. Henüz sertleşmemiş tüylere ve biter gibi görünen dipsiz kıllara itibar edilmez. Hüküm bizzat kıllara terettüp eder. İbnü’l-Kasım der ki: Mâlik'î şöyle derken dinledim: Bana göre uygulama Ömer b. el-Hattâb hadisine göredir: Eğer artık o ustura kullanıyor ise mutlaka ona had uygularım. Esbağ der ki; İbnü'l-Kasım bana dedi ki: Bununla birlikte ben hem tüylerin bitimi hem de bulûğ bir arada olmadıkça ona haddin uygulanması hoşuma gitmez. Ebû Hanîfe ise der ki: Tüylerin bilimiyle herhangi bir hüküm sabit olmaz. Böyle bir şey bulûğ da değildir. Bulûğa delil de olamaz, ez-7,ührî ve Atâ derler ki: İhtilam olmayana had yoktur. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Bir seferinde Mâlik de bu görüşe meyletmiştir. Mâlik'in bazı arkadaşları da bu görüştedir. Bu görüşün zahirine göre ise yaşa ve tüy bitimine itibar edilmez. İbnül-Arabî der ki: "Eğer İbn Ömer'in naklettiği hadis yaş hususunda delil olmuyor ise bunların yaş ve yıllarla ilgili olarak sözünü ettikleri her bir husus asılsız bir iddia olur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geçerli ve uygun gördüğü yaş ise ona itibar etmeyenlerin ve bu konuda şer'î delil getiremeyenlerin görüşlerinden daha uygundur. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kurayza oğulları esirlerine yaptığı uygulamada tüylerin bitmiş olmasına itibar etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın itibar ettiği iki hususu terkedip tevile yönelen ve Peygamber’in lâfzan muteber göstermediği Allah'ın da şeriatte kıyas ile varılacak bir sonuç olarak görmediği iki hususu kabul eden, bu gibi kimseleri ben nasıl mazur görebilirim. Bunların mazereti ne olabilir?" Derim ki: Bu (İbnü'l Arabi'nin) buradaki (bu âyeti tefsir ederken) söylediği sözdür. el-Enfâl Sûresi'nde ise bunun aksini söylemektedir. Çünkü orada İbn Ömer'in hadisine baş vurmamakta ve bizim ilim adamlarımızın onu tevil ettiği gibi o da o hadisi tevil etmektedir. Bunun gereği de Savaşmaya güç yetirip ona ganimetten pay verilen kişinin yaşı olan onbeş yaş ile buna güç yetiremedîğinden ona pay verilmeyen ve bundan dolayı da çoluk çocuk arasında değerlendirilen kimseler arasında fark gözetmektir Ömer b. Abdulaziz'in bu hadisten (Atiyye el-Kurayzi hadisinden) anladığı da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Âyet-i Kerîmedeki "Reşitlik" ve "İstinâs”ın Manaları: Yüce Allah'ın; "Şayet onlarda bir reşittik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin" âyetinde geçen kelimesi, "görürseniz" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Tür tarafında bir ateş gördü..." (el-Kasas, 28/29) buyruğundâki kelime de bu manadadır. el-Ezherî der ki: Araplar: Git bak, kimseyi görecek misin?" derler. Yani bak, gör gözet anlamındadır. Şair en-Nâbiğa da der ki: "Acaba bir kimse (avcı) var mı diye bakınıp duruyordu..." Şair burada kendisine hücum edecek bir avcı var mı diye etrafına bakınıp duran ve böylelikle ondan sakınmaya çalışan bir yaban öküzünü kastetmektedir. Gördüm, hissettim, buldum kelimelerinin aynı anlama olduğu da söylenmiştir. İşte yüce Allah'ın: "Şâyet onlarda bir reşitlik görürseniz" âyeti de bu kabildendir. Onların reşit olduğunu bilirseniz, demektir Bunun asıl anlamı ise; reşit olduklarını görürseniz, şeklindedir. Genelde herkes: Reşitlik kelimesini "radıyallahü anh" harfini ötreli "şin" harfini de sakin olarak okumuştur, es-Sülemî, Îsa, es-Sekafi ve İbn Mes'ûd ise bu kelimeyi ura" harfini de ıişin" harfini de üstün olarak okumuşlardır ki, bu iki türlü okuyuş iki ayrı söyleyiştir. Âyet-i kerimede geçen bu şekliyle kelimenin, “.....”‘ın mastarı, “.....”'ın ise “.....”‘ın mastarı olduğu söylenmiştir. “.....”kelimesi de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İlim adamları yüce Allah'ın: "Reşitlik" âyetinin tevili hususunda farklı görüşlere sahiptir. el-Hasen. Katâde ve başkaları der ki: Bundan kasit, akıl ve dinde bir salâhtır. İbn Abbâs, es-Süddî ve es-Sevrî de der ki: Bundan kasıt akılda salâh ve malın muhafaza edilmesidir. Saîd b. Cübeyr ile en-Nehaî der ki: Kişinin sakalı uzayıp gider ama bununla birlikte henüz reşit olmamış olabilir- Böyle bir durumda yaşlı başlı bir insan olsa dahi malı o yetime verilmez. Tâ ki onun reşit olduğu görülünceye kadar. ed-Dahhak ta böyle demiştir: Yetim, malım ıslah ettiği görülüp bilininceye kadar yüz yaşına varsa dahi malı kendisine teslim edilmez. Mücahid de der ki: Burada reşitlikten kasıt, özel olarak akıldaki bir reşitliktir. İlim adamlarının çoğunluğu ise, reşitliğin ancak bulûğdan sonra sözkonusu olduğu ve eğer bir kimse îhtilâm olacak yaşa geldikten sonra, reşit olmamış ise isterse yaşım başım almış olsun, üzerindeki hacr kaldırılmaz. Bu Mâlikin ve başkalarının görüşüdür. Ebû Hanîfe ise der ki: Hür ve baliğ olan bir kimse eğer adam olmak noktasına ulaşmış ise hacr altına alınmaz- Aklıbaşında olduğu takdirde, isterse insanların en fâsıkı ve en ileri derecede malını saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuran bir kimse olsun. Züfer b. el-Huzeyl de bu görüşü benimsemiştir. Bu, en-Nehaî'nin de kabul ettiği görüştür. Onlar bu hususta Katade'nin Enes'ten yaptığı şu rivâyeti delil gösterirler: Buna göre Habban b. Munkiz bu hususta yeterli olmamakla birlikte alış veriş yapardı. Ey Allah'ın Rasûlü, onu hacr altına al, çünkü bu konuda gerekli becerisi olmadığı halde, alış veriş yapıp duruyor, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu yanına çağırıp: "Alış veriş yapma" diye buyurduysa da o: Ama yapmadan edemiyorum, dedi. Bu sefer Hazret-i Peygamber ona şöyle buyurdu: "Alış veriş yaptığın zaman aldatmak olmasın, de ve senin için üç gün muhayyerlik vardır." Ebû Dâvûd, Buyû’ 66; Tirmizî, Buyû’ 2S; Nesâî, Buyû’ 12. Müslim, Buyû’ 48; Muvatta’', Buyû'’ 90; Müsned, II, 80, 129-130. İşte bu kanaati savunanlar derler ki: Yakınları tasarruflarında aldandığı için hacr allına alınmasını Hazret-i Peygamber'den istedikleri halde, o bunu kabul etmediğine göre, hacr'in câiz olmadığı da sabit olmuş demektir. Ancak bu hususta onların lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu, el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 17- başlıkta) de açıkladığımız gibi o kişiye has bir durumdur. Başkasının durumu böyle değildir. eş-Şâfiî der ki: Eğer kişi malını ve dinini ifsad eden yahut dinini değil de yalnızca malini ifsad eden bir kimse ise, hacr altına alınır. Şayet dinini ifsad edip de malını ıslah eden bir kimse ise, bu hususta İki görüş vardır. Bunlardan birisine göre hacr allına alınır. Ebû'l-Abbas b. Şüreyh'in tercihi budur. İkinci görüşe göre ise hacr altına alınmaz. Ebû İshak el-Mervezî'nin tercih ettiği görüş de budur, Şâfiî mezhebinde daha zahir (kuvvetli) görünen görüş te budur. es-Sa'lebî der ki: Burada bizim sözünü ettiğimiz sefih'in hacr altına alınması hususu aynı zamanda Osman, Ali, Zübeyr, Âişe, İbn Abbâs, Abdullah ve İbn Cafer (Allah hepsinden razı olsun); Eabiinden de Şüreyh bu görüştedirler. Fukaha'dan da Mâlik, Medineliler, Evzaî, Şamlılar, Ebû Yûsuf, Muhammed, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedirler. es-Sa'lebî der ki: Bizim mezheb âlimlerimiz bu meselede icma olduğunu iddia etmişlerdir. 6. Reşitliği Anlaşılan Kimseye Malını Teslim Etmenin Şartları: Bu husus anlaşıldığına göre şunu bil ki; malm teslim edilmesi İki şartla olur. Bunlar da; reşitliğin anlaşılması ile baliğ olmaktır. Eğer bunlardan birisi bulunup da diğeri bulunmazsa, malın teslim edilmesi câiz değildir. Âyetin nassı bunu gerektirmektedir. Bu aynı zamanda İbnü'l-Kasım Eşheb ve İbn Vehb'in Mâlik'ten âyet ile ilgili olarak yaptığı rivâyettir. Ebû Hanîfe, Züfer ve Nehaî dışında fukahâ topluluğunun da görüşü budur. Bunlar yirmibeş yaşa ulaşmak suretiyle reşitliğin görülüp anlaşılması şartını kabul etmezler. Ebû Hanîfe der ki: Çünkü bu yaşa gelen bir kimse dede olabilecek yaştadır. Bu ise onun görüşünün zayıf olduğunu ve Ebû Bekr er-Razi’nin Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde, Ebû Hanîfe lehine daha önceden geçtiği üzere iki âyeti değerlendirerek gösterdiği delilin, zayıflığını da ortaya koymaktadır. Çünkü böyle bir şey, mutlak ve mukayyed kabilindendir. Mutlak olan âyet ise, usul âlimlerinin ittifakı ile mukayyet olana havale edilir, (Yani mukayyed'in getirdiği kayda itibar olunur). Eğer bir kimsenin bahtı yoksa, onun dede olabilmesi ne ifade eder. Şu kadar var ki bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız, kız çocuk hakkında bulûğ ile birlikle kocasının onunla gerdeğe girmesi şartını koşmuşlardır. İşte o takdirde reşitlik hususunda gerekli deneme tahakkuk etmiş olur. Ebû Hanîfe ile Şâfiî bu görüşte değildirler. Onlar erkek ve kız çocuklarda denemeyi az önce açıkladığımız şekilde kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki bizim ilim adamlarımız şu sözleriyle aralarında fark görürler: Kız çocuğu erkek çocuğundan farklıdır. Çünkü kız çocuğu perde arkasındadır, işlerle haşir neşir olmaz. Bakire olduğundan dolayı da dışarılara çıkmaz. O bakımdan kız çocuğu hakkında onun nikâhlanması şartı gözönünde bulundurulmuştur. O vesile ile bütün maksatları anlamış olur, Erkek ise ondan farklıdır. Çünkü o tasarrufta bulunmak ve ilk yetişme çağından bulûğuna kadar insanlarla karşı karşıya bulunmak suretiyle bir takım bilgilere sahip olur. Bulûğ ile de aklı kemale erer. Böylelikle onun için maksat da hasıl olur. Bununla birlikte Şâfiî'nin görüsü daha doğrudur. Çünkü eğer kadın bütün iş ve maksatlarını bilen, malını saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmayan birisi ise, bizzat kocasının onunla ilişkide bulunup haşefesini sokmuş olması reşitliğini hiç bir şekilde artırmaz. Diğer taraftan ilim adamlarımız işi daha ileriye götürerek şöyle derler: Kocasının kendisiyle gerdeğe girmesinden sonra çeşitli durumlarla içli dışlı olacak şekilde bir sürenin geçmesi de kaçınılmazdır, İbnü'l-Arabî der ki: Bu sürenin belirlenmesi hususunda ilim adamlarımız birçok görüş ortaya koymuşlardır. Babası olan kiz hakkında beş, altı ve yedi yıl ileri sürülmüş olması, bu görüşlerin bir kısmıdır. Babası da vasisi de bulunmayan yetim kız hakkında ise gerdeğe girmesinden sonra bir yıl tesbit etmişlerdir. Ebedi olarak velayet altında tutulan kız için de, rüştü sabit olacağı zamana kadar, diye sınır getirmişlerdir. Ancak bütün bunlara dair delil yoktur, Babası bulunan kız hakkında bir takım yıllar sınırını getirmek oldukça zordur. Yetim kız hakkında bir yıl diye sınır belirlemek ondan da zordur- Reşitliği açıkça ortaya çıkıncaya kadar velayet altında bulunan kızın hacrinin devamına gelince; (reşitliği ortaya çıkınca) artık vasi, üzerindeki hacrini kaldırır, yahut da hakim o kızı onun hacri altından çıkartır, Kur'ân’ın zahirinden anlaşılan budur. Bütün bunlardan gözetilen maksat ve anlatılmak islenenler, yüce Allah'ın: "Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz" âyetinin kapsamına girmektedir. O halde reşitliğın itibara alınması biricik yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadar var ki reşitliğın görülmesi, rüşte erenin durumunun farklılığına-göre farklılık arzeder. İşte sen bunu iyice belle; bunu esas alarak hükümler çıkar; fakat kendisine dair delil bulunmayan tahakkümlerden de uzak dur. 7- Babası Bulunup Hacr Altındaki Kız Çocuğun Fiillerinin Hükmü: Babası bulunan kız çocuğun bu süre (hacr süresi) içerisinde yaptıkları hususunda fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Hacrin devamı dolayısıyla yaptıkları red olunan işler diye değerlendirilir; hacrden sonra yaptıkları ise, câiz olarak değerlendirilir, denilmiştir. Diğer bir kısmı ise bu süre zarfında yaptıkları, yaptığı işin doğruluğu ortaya çıkmadıkça, reddedilecek işler olarak kabul edilir. Bundan sonra yaptıkları ise, selîhliği ortaya çıkıncaya kadar geçerli olarak kabul edilir. 8. Hacri Bitene Malını Teslim Etmenin Formaliteleri: Hacr akında bulunan kimseye malını geri teslim etmek için Sultana (Devlet yetkilisine) gerek var mıdır yok mudur, hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim bu işin mutlaka Sultana götürülmesi ve onun huzurunda reşitliğinin sabit olduktan sonra, malının ona teslim edilmesi kaçınılmazdır derken, bir diğer kesim de şöyle demektedir: Bu husus vasinin içtihadına bırakılmıştır. Bu konuda işin Sultana götürülmesine gerek yoktur. İbn Atiyye der ki; Günümüz vasilerinde doğru olan ise bu işin Sultana götürülmesinden ve onun huzurunda reşitliğinin tesbit edilmesinden uzak durmamaktır Çünkü günümüzde bu husus çok az gerçekleşmekle birlikte vasîlerin çocuğu reşit kabul etmek, serihUği dolayısıyla hacı altında bulunanı ibra etmek üzere birbirleriyle anlaştıkları görülen bir husustur. Reşitliğinin ortaya çıkması sebebiyle malı kendisine teslim edildikten sonra, sallallahü aleyhi ve sellemurganlığı ve doğru dürüst malını idare edememesinin ortaya çıkmasıyla tekrar sefil iliğe dönecek olursa, bize (Mâliki mezhebine) göre hacri geri döner. İki görüşünden birisine göre Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise tekrar hacri geri dönmez; çünkü o âkil ve baliğdir, der- Buna delil ise had ve kısaslardaki ikrarının geçerli olduğunun kabul edilmesidir. Bizim delilimiz yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin." (en-Nisâ, 4/5) Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer üzerinde hak olan (borçlu) beyinsiz yahut zayif olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi adaletle yazdırsın." (el-Bakara, 2/282) Bu âyetlerde böyle bir kimsenin sefih olarak hacr altına alınması ile serbest bırakılmasından sonra bu sefihliğin tekrar başgöstermesi arasında fark gözetilmemektedir. 10. Vasinin Yetimin Malında Tasarrufunun Sınırları: Vasinin yelimin malında babanın yapma hakkına sahip olduğu ticaret, ibdâ' İbda': Bir kimseye belli bir malı -kendisine herhangi bir kâr sağlamaması şartıyla- satın almak üzere para vermek demektir. Mezheplere göre tarifine gelince: Mâlikîlere göre, herhangi bir kâr sağlamak sözkonusu olmaksızın filan yerden bir mal satın alsın diye biricisine para vermektir. Hanefîlere göre; kârın sermaye sahibine ait olması şartıyla birisine ticaret yapmak üzere bir sermaye vermektir. Şâfiîlere göre; malı karşılık olmaksızın onunla .... yapacak bir kimse ile birlikte .....demektir. alım ve satım gibi işleri yapması caizdir. Aynı mallarından, ekin, davar gibi mallarından zekâtını ve fitresini de ödemesi gerekir. İşlediği cinayetlerin diyetlerini ve para bedellerini, telef ettiği şeylerin kıymetlerini, anne-babanın nafakası ile ödenmesi gerekli diğer hakları da öder. Yetimi evlendirmesi ve onun adına malından mehrini ödemesi caizdir. Onun adına cariye satın alabilir, onun haklarını gözetmek şartıyla leh ve aleyhine sulh yapar. Alacaklıların bazılarının borçlarını ödeyip geriye diğer borçlarını ödeyebilecek kadar bir miktarı kalmış ise, vasinin bu yaptığı uygulama câiz (geçerli) dir. Şayet malının geri kalan kısmı lelcf olursa, diğer alacaklıların vasi üzerinde alacak bir şeyleri olmaz. Aynı şekilde borçlarını tahsil etmiş olanlardan da alacakları olmaz. Alacaklılar malın bütününü borçlarına karşılık aldıktan sonra, başka alacaklılar gelecek olursa, eğer vasi geri kalan borçlan biliyor yahut ölmüş kimsenin ödenmemiş borçları yapmış olduğu biliniyor ise- o takdirde vasi hisselerine uygun olarak kendilerine isabet edecek olan miktarı bu alacaklılara tazminat olarak öder ve daha önceden borçlarını tahsil etmiş olanlara o miktarda rücü' eder (geri alır). Şayet bu durumu bilmiyor ve ölen şahsın da. böyle bir borçla borçlandığı bilinmiyor ise, vasinin herhangi bir yükümlülüğü olmaz. Eğer vasi şahid tutmaksızın ölenin borcunu ödeyecek olursa, tazminatını öder. Şayet şahid tular ve şahidlerin öldüğü vakte kadar iş uzayıp giderse (yani geri kalan alacaklıların alacaklarını İstemesi bu vakte kadar kalırsa) herhangi bir şey ödemesi gerekmez. Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir.. " (2/220. âyet, 6. başlıkta) âyetini açıklarken, vasinin harcama (infak) ve diğer hususlara dair hükümlerini yeteri kadar açıklamış bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 11. Yetimlerin. Mallarını Buyû'meden Önce Yemeye Kalkışmak: Yüce Allah'ın: "Buyû'yecekler diye onları israfla tez elden yemeyin" âyetinden maksat, -hitabın delili nazarı itibara alınarak- israfa sapmaksızın mallarını yemenin câiz olduğunu anlatmak değildir. Aksine inaksal, yetimlerin mallarını yemeyiniz, çünkü o bir israftır, demektir. Şanı yüce Allah vasilere -ileride açıklanacağı üzere- kendileri için mubah olan miktarın dışında yetimlerin mallarından yemeyi yasaklamaktadır. İsraf; sözlükte ifrata kaçmak ve haddi aşmak demektir. Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/147. âyette) bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, İsraf aynı zamanda infak ve harcamada yanlışlık yapmak demektir. Şair'in şu beyiti bu kabildendir: "Onlar sekiz kişi tarafından güdülen yüz deve verdiler Bu bağışlarında ne bir başa kakma vardır, ne de bir israf." Yani verdikleri bu yerlerde hatalı davranmıyorlar. Bir başka şair de şöyle demektedir: Ve onlardan birisi, atlar kendilerini çiğneyip geçerken: Çok israf ettiniz (haddî aşıp yanlışlık yaptınız), dedi. Biz de: Gerçekten biz böyle israf edenleriz, diye cevap verdik." en-Nadr b. Şumeyl der ki: Şeref, sallallahü aleyhi ve sellemurganlık ve gaflet anlamına gelir. İleride yüce Allah'ın İzniyle el-En'am Sûresi'nde ( 6/110. âyet 23. başlıkta) israfa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. “Tez elden" âyetinin manası onlar büyümeden önce, acele ederek demektir. Buyû'mek ise bülûg halidir. Tez elden (el-bidâr) kelimesi mübadere şeklinde de aynı manada kullanılabilir. Tıpkı kıtal ve mukatele kelimelerinde olduğu gibi. Bu kelime (âyet-i kerimede) "isrâfen" âyetine atf edilmiştir. "Buyû'yecekler diye" âyeti ise "bidat" kelimesi ile mahallen mansubdur. Anlamı da şudur: Yani ey yetimin vasisi, hacrin (himayen, gözetimin.) altında bulunanın malını ganimet bilerek, reşit olup da malım almadan önce elini çabuk tutayım deyip yemeye kalkışmayasın. Âyetin bu şekildeki açıklanması İbni Abbas ve başkalarından nakledilmiştir. 12. Zengin Vasi, Yetimin Malından Yememelidir: "Zengin olan afiflik etsin" âyetinde yüce Allah, yetimlerin mallarından vasilere nelerin helâl olduğunu beyan etmektedir. Bununla zengine velayeti altındaki yetimin malını yemekten uzak durmasını emretmekte, lakir olan vasiye de onun malından maruf ölçüler içerisinde yemeyi mubah kılmaktadır. Kişinin bir şeyden uzak durmasını, kendini alıkoymasını ifade etmek üzere; kelimeleri afiflik etti, afif davrandı, anlamında kullanılır. Bir şeyden afiflik etmek o şeyi terk etmek demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Nikâhlanmak imkânı bulamayanlar da iffetli davransınlar." (en-Nûr, 24/33) İffet, helâl olmayan ve yapılmaması gereken şeylerden uzak durmak demektir. Ebû Dâvûd, Huseyn el-Muallim yoluyla Amr b. Şuayb'dan o babasından, o da dedesinden rivâyetine göre bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek şöyle dedi: Ben fakirim ve hiçbir şeyim yok. Himayem altında da bir yetimim var (onun malından yiyebilir miyim)? Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsrafa sapmaksızın, sallallahü aleyhi ve sellemurganlık etmeksizin ve onun malından da kendin için bir şey satmaya, biriktirmeye kalkışmaksızın yetiminin malından yiyebilirsin." Ebû Dâvûd, Vesayâ 9'. Nesâî, Vesâyâ 11; İbn Mâce, Vesayâ 9; Müsned, II, 186, 215-216 13. İffetli Davranmaları Yahut Maruf Ölçüler İçerisinde Yemeleri Emrolunan Muhatapların Kimliği; İlim adamları, muhatapların kimler oldukları, bu âyet-i kerimeden kimlerin kastedildiği hususunda, farklı kanaatlere sahiptir. Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Âişe'den yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin" âyeti ile İlgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bu âyet, gözetimi altında yetim bulunan ve onun durumunu İslah etmeye çalışan, yetimin velisi hakkında nâzil olmuştur. Eğer muhtaç bir kimse ise yetimin malından yemesi câiz olur. Bir rivâyette de; malının miktarına göre maruf ölçüler içerisinde... denilmektedir. Buhârî, Vesaya 22, Buyû'’ 95, Tefsir 4, SÛRE 2; Müslim, Tefsir 10-11 Kimisi de şöyle demektedir: Maksat şudur: Eğer yetim zengin ise ona bol bol harcamada bulunur ve kendisi de yetimin malına elini sürmez. Şayet fakır ise, ona malının miktarına göre harcamada bulunur. Bu açıklamayı Rabia ile Yahya b. Said yapmıştır. Ancak birincisi Cumhûrun görüşü olup sahih olan görüştür. Çünkü yetim, küçüklüğü ve sefihliği dolayısıyla kendi malında tasarrufta bulunması hususunda muhatap alınmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 14. Maruf Ölçüler İçerisinde Yemenin Mahiyeti; Cumhûr, maruf ölçüler içerisinde yemenin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bir topluluk der ki: Burda maruf ölçüler içerisinde yemek, muhtaç olduğu vakit yetiminin malından borç alması, ödeme imkânı olduğunda da o borcunu ödemesi demektir. Bu, Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs, Abîde (es-Selmânî), İbn Cübeyr, en-Nehaî, Mücahid ve Ebû'l-Âl-iyye'nin görüşüdür. Aynı zamanda el-Evzaî de bu görüştedir Bununla birlikte, ihtiyacı olan miktardan fazlasını da borç almaz. Hazret-i Ömer der ki: "Şunu bilin ki, ben Allah'ın malına karşı kendi durumumu, velinin yetimin malına karşı durumu gibi tesbit ettim. Eğer ihtiyacım olmazsa afiflik ederim. Eğer fakir düşersem maruf ölçüler içerisinde yerim. Ödeme imkânım olduğu vakit de o aldığımı öderim." Beyhâkî, es-Sünenu'l-Kubrâ, VI. 7, 575; Süyûtî. ed-Dürru'l-Mensur, 11, 436. Abdullah b. el-Mübarek de Asımdan, o Ebul-Aliye'den şunu rivâyet etmektedir; "Fakir olan da örfe göre yesin" yani borç olmak üzere yesin dedikten sonra: "Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun" âyetini okudu. İkinci bir görüş de İbrahim, Atâ, Hasan-ı Basrî, Nehâî ve Katâde'den rivâyet edilmiştir. Buna göre onlar, maruf ölçüler içerisinde bir şeyler yiyen fakir vasinin, o yediklerini ödeme yükümlülüğü yoktur Çünkü bu onun yetime nezaret etmesinin bir hakkıdır, Fukahânın kabul ettiği görüş de budur. el-Hasen ayrıca der ki: Bu, Allah tarafından ona yedirilen, ikram edilen bir miktardır. Çünkü o açlığını giderecek kadar yer, avretini örtecek kadar giyinir. Bununla birlikte kalitesi yüksek keten ve takım elbiseler giyinme yoluna gitmez. Bu görüşün sıhhatine delil ise, ümmetin şu husus üzerinde icmâ' etmiş olmasıdır Müslümanların işlerini görüp gözeten İmâmın (İslâm Devlet başkanının) maruf ölçüler içerisinde yediğini ödemek yükümlülüğü yoktur. Çünkü yüce Allah, onun payını Allah'ın malı arasında olmak üzere tesbit etmiştir O bakımdan Hazret-i Ömer'in söylediği kabul edilen: "Eğer imkânım olursa aldığımı öderim" şeklindeki ifadesinde (öbür görüşü savunanların lehine) delil yoktur. İbn Abbâs, Ebû'l-Âl-iyye ve en-Nehaî'den rivâyete göre maruf ölçüler içerisinde yemek, nasıl uyuz develeri katranlıyor, kaybolan bir malı ilan ediyor, havuzları su sızdırmasın diye sıvıyor, hurmaları topluyor ise, onun gibi davarların sütlerinden yararlanmak, malın aslına zarar vermemek şartıyla köleleri istihdam etmek ve bineklerin sınma binmek gibi faydalar sağlamakla olur. Malların ayni kısmına ve asıllarına gelince; vasinin bunlardan birşey alma hakkı yoktur. Bütün bunlar fukahânın şu sözlerinin kapsamına dahildir: O yaptığı işin ücreti kadarını alabilir. Bir gurup; işte maruf ölçüler içerisinde yemek budur. Bunun için Öötme yapması sözkonusu değildir, fakat bundan fazla yemesi ise haram kılınmıştır. el-Hasen b. Salih b. Hayy -İbn Hayvan da denilir- ise babanın tayin ettiği vasi ile hakimin tayin ettiği vasi, arasında fark gözetmektedir. Ona göre babanın tayin ettiği vasi maruf ölçüler içerisinde yetimin malından yiyebilirse de, hakimin tayın ettiği vasinin herhangi bir şekilde yetimin malından yeme imkânı yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. Konuyla ilgili dördüncü bir görüş de Mücahid'den şöylece rivâyet edilmektedir: Vasi, yetimin malından borç da alamaz, başka bir yolla da alamaz. Onun kanaatine göre âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyeti ile nesh edilmiştir. "Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna." (en-Nisâ, 4/29) Böyle bir yolla yemek ise, bir ticaret değildir. Zeyd b. Eslem de der ki: Bu âyet-i kerimedeki ruhsat yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." (en-Nisâ, 4/10) âyeti ile nesh edilmiştir. Bişr b. el-Velid de Ebû Yûsuf'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bilemiyorum, belki de bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Mallarınızı batıl yollarla yemeyin, aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" (en-Nisâ, 4/29) âyeti ile nesh edilmiştir. Konu ile ilgili bir beşinci görüş ise; ikâmet hali ile yolculuk hali arasında fark gözeten bir görüştür. Eğer yetim ile birlikte şehirde ikamet etmekte ise; onun malından yiyemez. Şayet onun için yolculuk yapma gereğini duyarsa o takdirde ihtiyaç duyduğu kadarını alabilir. Ve ondan herhangi bir şey brriktiremez. Bu, Ebû Hanîfe ile onun iki arkadaşı Ebû Yûsuf la Muhammed'in görüşüdür. Altıncı bir görüş; Ebû Kilâbe der ki; O topladığı mahsullerden maruf ölçüler içerisinde yesin. Onun nakdî servetinden İse, borç olsun, başka türlü olsun herhangi bir şey almak hakkına sahip değildir. Yedinci bir görüş İkrime, İbn Abbâs'ın: "Fakir olan da öffe göre yesin" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini nakleder: Eğer muhtaç olur ve zorunlu bir ihtiyaç duyarsa (yesin). eş-Şa'bı der ki: Böyle bir durumda kan ve domuz eti yemesi helâl olacak olursa yetimin malından alır, daha sonra ödeme imkânı bulursa öder. en-Nehhâs ise der ki: Böyle bir görüşün anlamı yoktur Çünkü bu derecede zaruret haline düşecek olursa, o yetimin malından olsun, onun dışında başkasının malından kendisini hayatta tutacak kadarını alabilir. Yine İbn Abbâs ve en-Nehaî der ki: Maksat vasinin kendi malından maruf ölçüler içerisinde yemesidir Tâ ki yetimin malından yemeye muhtaç olmasın. Böylelikle zengin kimse zenginliği dolayısıyla afiflik etmiş olur, fakir kimse de kendisine (kendi öz malandan) harcamalarını alabildiğine kısar ki, yetiminin malına ihtiyaç duyacak hale düşmesin, en-Nehhâs der ki: Bu açıklama bu âyet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak yapılan rivâyetlerin en güzelidir. Çünkü başkalarına ait mallar mahzur (haksîz yere el sürülmesi haram) olan mallardır. Kat'î bir delil ile olmadığı sürece o mallardan herhangi birine el sürmek serbest olamaz. Derim ki: el-Kiyâ, et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde bu görüşü tercih ederek şöyle demektedir: Seleften bazı kimseler bu âyet-i kerimenin hükmü gereğince vasinin küçüğün malından israf sınırına ulaşmayacak bir miktarda yiyebileceği vehmindedir. Bu ise yüce Allah'ın: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" (en-Nisâ, 4/29) âyetine muhaliftir. Böyle bir şey ise yetimin malında tahakkuk etmemektedir. Yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin" ifadesi, kişinin kendi malı ile alâkalıdır, yetimin malı ile değil. Bunun da manası şudur: Yetimin malını kendi mallarınızla birlikte yemeyiniz. Aksine yalnızca kendi mallarınızdan yemekle yetininiz. Buna yüce Allah'ın; "Onların mallarını mallarınızla karıştırarak yemeyin. Muhakkak bu büyük bir günahtır" (en-Nisâ, 4/2) âyeti de buna delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin" âyeti ile de yetecek miktarı aşmama hususu açıkça ortaya çıkmakladır. Tâ ki yelimin malından yemek gereğim duymasın. İşte âyet-i kerimenin ihtiva ettiği anlamın tamamı budur Bizler başkasının malını rızası olmaksızın -özellikle de yetim hakkında- yemeyi yasaklayan muhkem bir takım âyetlerle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu âyet-i kerimenin ise bir kaç manaya gelme ihtimali olduğunu görmekteyiz. O halde bu âyet-i kerimeyi konu ile ilgili diğer muhkem âyetlerin manasına göre anlamak kaçınılmaz bir haldir. Konu ile ilgili selefin kanaatine destek bulmak amacıyla: Hakimler de müslümanlara yaptıkları iş dolayısıyla rızıkl arını (maaşlarını) almaktadır. Vasiyi de aynı şekilde yetim için çalışan bir kişi olarak göremez miyiz ve niçin yaptığı iş kadar ücret almasın? diye bir soru sorulacak olursa ona şöyle cevap verilir: Şunu bil ki, seleften hiçbir kimse vasinin zengin olmakla birlikte küçük çocuğun malından birşeyler almasını vasi için câiz kabul etmemiştir, Halbuki hakimin durumu böyle değildir. İşte bu, iki mesele arasındaki bir farktır. Aynı şekilde islâm'ın gerekli kıldığı işleri İfa eden l'akihlerin, hakimlerin ve halifelerin aldıkları malların muayyen bir maliki yoktur. Şanı yüce Allah bu sahipsiz malı belli bir takım niteliklere sahip bazı sınıflara tahsis etmiştir. Hakimler de bu sınıflardan birisidir. Vasi ise yaptığı iş karşılığında muayyen bir kimsenin malını onun rızası olmaksızın almaktadır. Yaptığı işin miktarı ve mahiyeti ise meçhuldür. Aldığı ücret de meçhuldür. Böyle bir şeyin ise hak edilme ihtimali uzaklır. Derim ki: hocamız İmâm Ebul-Abbâs şöyle derdi: Eğer yetimin malı, velisini kendi özel ihtiyaçlarını ve işlerini aksatacak derecede meşgul edecek şekilde büyük bir uğraşıyı gerektirecek kadar çok ise, o takdirde veliye yaptığı işin ücreti tesbit edilir. Şayet kişiyi kendi ihtiyaçlarını görmekten alıkoymayacak kadar önemsiz ise, o maldan hiçbir şey yemez. Bununla birlikte yetime zarar vermeksizin ve çoğa da kaçmaksızın az miktarda bir süt İçmesi, yahut az miktarda yiyecek veya yağ yemesi de müstehabtır Hatta adeten tarafların biribirlerine müsamaha ettikleri görülegelen miktarda dahi yiyebilir. Hocamız devamla der ki: Sözünü etçiğimiz ücret, az miktarda hurma, yahut süt yemek maruf" olan şeylerdir. O bakımdan âyetin buna göre anlaşılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Bununla birlikte bundan dahi sakınmak Allah'ın izniyle daha faziletli olandır. Miras paylaştırıcı hakimin alıp da rüsum adım verdiği ve ona tabi olanların yaptıkları talanlara gelince; ben bunun açıklanabilir veya helâl olabilecek tarafını bilmiyorum. Bunlar yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (en-Nisâ, 4/10) âyetinin genel kapsamına girmektedirler. 15. Yetimlere Mallarını Teslim Ederken Şahid Bulundurmak: Yüce Allah: "Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun" âyetinde, gerekli şekilde korunmaya yahut töhmetleri izale etmeye dikkat çekmek üzere şahid tutmayı emretmektedir. Bu şekilde şahid tutmak, bir gurup ilim adamına göre müstehaptır. Bu konuda da vasinin sözü kabul edilir. Çünkü vasi güvenilir (emin) bir kimsedir. Bir diğer kesim ise, bu tarzdır, demektedir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur; ve vasi sözü kabul edilen emin bir kimse değildir. Tıpkı kendisine verileni geri verdiğini iddia eden vekil yahut yanında emanet bırakılan kimse gibidir. Çünkü vasi olsa olsa baba tarafından emin görülen bir kimsedir. Baba onu emin gördüğü sürece onun başkası hakkında söyleyeceği söz, kabul edilmez. Nitekim vekil olan bir kimse, âdil olarak bilindiği için kendisine emrolunanı Zeyd'e verdiğini iddia edecek olursa, beyyine ile bunu ortaya koymadığı sürece bu iddiası kabul olunmaz, İşte vasinin durumu da böyledir, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile İbn Cübeyr'in görüşüne göre ise burada sözü geçen şahid bulundurmak, vasinin daha önce fakirken yeşimin malından aldığı borcu bolluğu esnasında ödemesi hali hakkındadır. Abîde der ki: Bu âyet-i kerîme, yetimin malından birşeyler yiyenin o miktarı ödemesinin vacib oluşuna bir delildir. Buna göre âyetin manası şöyle olur; Sizler yetimin malından bir miktar borç alır yahut yiyecek olursanız, bunu ödemeniz halinde şahid bulundurunuz. Doğrusu ise lâfzın hem bu hali hem de diğer halleri de kapsadığı şeklindedir. Âyetin zahirine göre maksat şudur: Sizler velayetiniz altında bulunana herhangi bir hacamada bulunacak olursanız, şahid tutunuz. Tâ ki herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, beyyine getirmek imkânı bulunsun. Çünkü şahid tutmak suretiyle emanet olmak üzere kabz olunan her bir maldan ibra olmak, ancak onun ödendiğine dair şahid tutmakla mümkün olur. Çünkü yüce Allah: "Şahid bulundurun" diye buyurmaktadır. O halde şayet şahid tutmaksızın birşeyler kabz etmiş ise, o kabzettiğini tekrar ödemesi halinde ödediği kimseye karşı bunu ödediğine dair şahid tutmasına gerek yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16. Veli Ya da Vasi, Yetimi, Bedenen Korumakla da Mükelleftir. Vasi ya da kefil (yetimi gözeten kişi ya da veli) yetiminin malını korumak, o malı uygun şekilde artırıp çoğaltmakla yükümlü olduğu gibi, küçüğü bedenen de korumakla yükümlüdür. Yetimin malını korumayı, gereken şekilde zaptu rapt altına almakla gerçekleştirir. Bedenini de edebiyle korur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/220. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Rivâyete göre adamın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle demiş: Benim himayem altında bir yetim vardır, Onun malından birşeyler yiyeyim mi? Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, onun malından kendin için mal ayırıp biriktirmeksizin ve onun malıyla kendi malını korumak yoluna gitmeksizin (yiyebilirsin)." Peki ey Allah'ın Rasûlü onu döveyim mi? deyince, Hazret-i Peygamber: "Hangi sebepten kendi çocuğunu dövüyorsan o sebepten dolayı (dövebilirsin)," İbnü’l-Arabi der ki: (Bu) her ne kadar senet itibari ile sabit değilse de, herhangi bir kimse artık bundan başka bir çare de bulamaz. 17. Allah Herkesin Hesabını Görecek Olandır: Yüce Allah'ın; "Hesap sorucu olarak Allah yeter" âyeti amellerinizi hesaba çeken ve onların karşılığını verecek kimse olarak Allah yeter, demektir. Bu herhangi bir hakkı inkâr eden herkes için bir tehdittir. Lafzatullah başına gelen "be" harfi zaittir. Bu âyet ref mahallindedir. 7Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay, yine anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bu, o maldan -az veya çok olsun- farz kılınmış bir paydır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1. Âyetler Arası İlişki ve Âyetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah yetimlerin durumunu sözkonusu ettikten sonra hemen ardından mirasa dair hususları zikretmektedir. Âyet-i kerîme Ensardan Evs b. Sabit hakkında nâzil olmuştur. Evs vefat etmiş ve geriye Um Kucce Hanımın ismi kaynaklarda; Um Hucce, Um Kuhhe, Um Kücce olarak geçmektedir, (el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 148; Suyûtî, ed- Durru'l-Mensur, II, 439) adında bir hanım ile yine ondan doğma üç kız bırakmıştı. Ölenin amcaoğullarından ve vasilerinden Süveyd ile Arfece adındaki iki kigi kalkıp onun malını aldılar, hanımına ve kız çocuklarına hiçbir şey vermediler. Cahiliyye döneminde Araplar, kadınlara da, -erkek dahi olsalar- küçük çocuklara da hiçbir miras vermezler ve atların sırtında Savaşan, mızraklarla vuruşan, kılıçla dövüşen ve ganimet elde edenden başkasına birşey verilmez, diyorlardı. Um Kücce bu hususu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatınca, ölenin amca çocuklarını çağırdı. Kendisine: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler bu kadının çocukları ne ata biner, ne zayıf düşmüş birisine yardım edebilir, ne de düşmana bir zararı dokunabilir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Şimdi gidiniz, Allah'ın bu hususta bana neler emredeceğine bir bakayım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah, onları reddetmek, sözlerini ve cahilce giriştikleri tasarruflarını iptal etmek üzere bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Vâhidî ve Suyûti aynı yerler. Çünkü küçük mirasçıların büyüklere nisbetle daha bir hak sahibi olmaları gerekirdi. Zira onlar tasarrufta bulunmak, kendi menfaatlerine olan işlere nezaret etmek imkânına sahip değiller. Oysa cahiliyye Arapları hükmü tersyüz ettiler, mirastaki hikmeti iptal ettiler. Hevâlarına uyarak saptılar, görüş ve tasarruflarında hataya düştüler. 2. Âyet-i Kerîmenin İfade Ettiği Diğer Hususlar: İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerimede üç husus ifade edilmektedir. Birincisi mirasın illeti (gerekçesi, sebebi) açıklanmaktadır, bu da akrabalıktır. İkincisi, yakın yahut uzak olsun her türlüsüyle akrabalığın genelliği, üçüncüsü ise genel bir ifade ile farz olarak tesbit edilen payın dile getirilmesi. Bu mücmel İfadeler ise, mirası anlatan âyet-i kerimelerde açıklanmaktadır. O bakımdan bu âyet-i kerîme hüküm için ve bu bozuk görüşün iptal edilmesi için bir hazırlık mahiyetindedir. Sonunda konu ile ilgili rahatlatıcı ve yeterli açıklama geldi. 3. Akrabalık Kavramının Kapsamı: Rivâyette sabit olduğuna göre Ebû Talha malı olan Bi'ruhâ'yı sadaka olarak bağışlayıp, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bunu zikredince Hazret-i Peygamber ona: "Sen onu fakir akrabalarına tahsis et (vakfet)" diye emretmiş, bunun üzerine o da orayı Hassan ve Ubeyy'e vermişti. Enes der ki; Her ikisi de ona benden daha yakın idiler. Buhârî, Zekat 44, Vekâlet 15, Vesâyâ 17, 26. Tefsir 3- sûre 5, Eşribe 13, Eymân 33; Müslim, Zekât 42; Ebû Dâvûd, Zekât 45; Dârimî, Zekât 23; Muvatta’', Sadaka 2; Müsned, III, 141, 256, 285. Ebû Dâvûd der ki: Bana Muhammed b. Abdullah el-Ensari'den ulaştığına göre o şöyle demiş: Ensardan olan Ebû Talha'nın ismi Zeyd'dir. Onun geriye doğru nesebi şöyledir: Zeyd b. Sehl b. el-Esved b. Haram b. Amr b. Zeydi Menat b. Adiyy b. Amr b. Mâlik b. en-Neccar, Hassanın da nesebi geriye doğru şöyledir: Hassan b. Sabit b. el-Münzir b. Haram. Böylelikle her ikisi Haram adındaki üçüncü atalarında nesebleri bir araya gelmektedir. Ubey'in de geriye doğru nesebi şöyledir: Ubey b. Ka'b b. Kays b. Ubeyd b. Zeyd b. Muaviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccar. (Muhammed b. Abdullah) el-Ensarî der ki: İşte Ebû Talha ile benim babam arasında altı baba (göbek) vardır. Ebû Dâvûd, Zekat 45. (Ebû Dâvûd) dedi ki: Amr b. Mâlik ise, Hassan'ın da, Ubey b. Kâab'ın da, Ebû Talha'nın da nesebinin kavuştuğu dedeleridir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İşte bu ifadede, akrabalığın neseb itibari ile bu derecede ve buna yakın derecelerde olanlar için sözkonusu olmasını gerektiren bir mana vardır. Bundan daha yakın olanın akrabalık kapsamına girmesi ise öncelikle sözkonusudur. 4. Kadınların da Mirastan Payları Vardır: "Bu, o maldan az veya çok olsun farz kılınmış bir paydır" âyetiyle yüce Allah, kız çocukların da mirasta bir paylarının olduğunu tesbit etmekle beraber bunun ne kadar olduğunu beyan etmemektedir. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Suveyd İle Arlece'ye Evs'in malından herhangi bir şeyi dağıtmamaları için haber gönderdi. Çünkü yüce Allah, Evs'in kız çocukları için de bir pay ayırdığını belirtmektedir. Bununla birlikte bu miktarın ne kadar olduğunu beyan etmemiştir, O bakımdan Rabbimizin ne inzal buyuracağım beklemek gerekir (dedi). Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor..." âyetinden itibaren: "En büyük kurtuluş işte budur" (en-Nisâ, 4/1143) âyeti nâzil oldu. Hazret-i Peygamber onlara: "Um Kucce'ye Evs'in geriye bıraktığı malın sekizde birini, kız çocuklarına üçte ikisini veriniz, malın geride kalan bölümü de sizindir" diye haber gönderdi. Ebû Dâvûd, Ferâiz 4; Tirmizî, Ferâiz 3; İbn Mâce, Ferdiz 2; Müsned, III, 352; Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, 11, 43439. Ölen şahsın ismi: Ebû Dâvûd ile el-Vâhîdî tarafından 'Sabit b. Kays"; Tirmizî, İbn Mâce ve Müsnedde: "Sa'd b. er-Rabî’"; Suyûtî tarafından - merhum müfessîrimize uygun olarak - ; Evs b. Sabit" olarak zikredilmektedir. 5. Gayrimenkullerin Paylaştırılması: İlim adamlarımız bu âyet-i kerimeyi kalan mirasın durumunda değişiklik olacaksa da hisselere göre paylaştırılacağına delil göstermişlerdir. Hamam, ev, zeytinlerin toplandığı yer ve pay sahiplerinin orada yerleştirilmesi suretiyle faydalanılmaz hale gelen ev gibi. Bu cümlenin son bölümü İbnü’l-Arabi'de: "Paylarının en küçüğünün çıkartılması suretiyle faydalanılamaz hale gelenler gibi" şeklindedir. (Ahkamu'l-Kur'ân, I, 328) Mâlik der ki: Onlardan herhangi birisi kendisine düşen paydan faydalanması sözkonusu olmasa bile bu paylaştırılır. Çünkü yüce Allah: "Bu; o maldan az veya çok olsun farz kılınmış bir paydır" diye buyurmaktadır. Aynı zamanda bu İbn Kinane'nin de görüşüdür. Şâfiî de böyle demiştir, Ebû Hanîfe'nin görüşü de buna yakındır. Ebû Hanîfe der ki: İki kişinin ortak olduğu küçük bir ev, ortaklardan birisi tarafından pay edilmesini isterken, diğeri bunu kabul etmiyorsa, ev kabul etmeyenin payına verilir. İbn Ebi Leylâ ise der ki: Eğer pay sahipleri arasında kendisine verilecek paydan faydalanamayacak durumda olan varsa, o mal paylaştırılmaz. Pay sahiplerinden herhangi birisine zarar gelmenin sözkonusu olduğu herbir paylaştırma yapılmaz. Bu Ebû Sevr'in de görüşüdür İbnü’l-Münzir der ki: îki görüşün daha sahih olanı budur. Ayrıca İbnü'l-Kasım da, -İbnü'l-Arabi'nin naklettiğine göre- bunu Mâlik'ten de rivâyet etmiştir. İbnü'l-Kasım der ki: Benim görüşüme göre paylaştırılamayan ev, oda ve hamamlar ile paylaştırılmasında zarar bulunup ta paylaştırıldığı takdirde ondan yararlanılamıyacak ise, o mal şufa hakkı sözkonusu olmaksızın satılır. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Pay edilemeyen her şeyde şuf’a sözkonusudur. Eğer sınırlar ortaya çıkacak olursa şufa sözkonusu olmaz." Buhârî, Buyû’ 96, 97, Şufa 1; Ebû Dâvûd, Buyû’ 73; Tirmizî, Ahkâm 33; Nesâî, Buyû’ 109; İbn Mâce, Şuf’a 3; Mavatta, Şufa 1; Müsned, III, 296, 399. Böylelikle Hazret-i Peygamber, sınırların belirlenme ihtimali bulunan herşey hakkında şuf a'nın sözkonusu olacağını, sınırlarının belirlenmesi mümkün olan arasından da paylaştırılmayan şeylere şuf a'nın taalluk edeceğini belirlemiş olmaktadır. Hadisin delil olarak ifadesi budur, Derim ki: Bu görüşün lehine delillerden birisi de, Dârakutnî'nin İbn Cüreyc yoluyla rivâyet ettiği Hadîs-i şerîftir. İbn Cüreyc der ki: Bana Sıddık b. Mûsâ, Muhammed b. Ebi Bekr'den, o babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre, Peygamber şöyle buyurmuş: "Paylaştırılması kabil olan şey dışında mirasçılar aleyhine parçalayıp dağıtma olmaz." Dârakutnî, IV, 219. Ebû Ubeyd der ki: Bu şöyle olur: Adam ölür ve geriye öyle birşey bırakır ki, mirasçıları arasında paylaştırılacak olursa bu ya onların hepsine zarar verir, yahut bir kısmına. İşte hadis böylesinin paylaştı almayacağını söylemektedir. Geriye bir mücevherat, hammam, atlas kumaş ve benzeri şey bırakmak buna bir örnektir. Hadîs-i şerîfte geçen "tadiye" kelimesi birşeyi parçalayıp dağıtmak demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Onlar ki, Kur'ân'ı bölük pörçük ettiler" (el-Hicr, 15/91). Yüce Allah, âyet-i kerimede: "Zarar verici olmayan,," diye buyurarak (en-Nisâ, 4/12) zarar vermeyi kabul etmemektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber der "Zarar vermek de yoktur, zarara karşılık zarar da verilmez. İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvatta’', Akdiye 31; Müsned, I, 313, V, 327. diye buyurmaktadır. Aynı şekilde âyet-i kerîmede paylaştırma da sözkonusu edilmemektedir. Âyet-i kerîme yalnızca az ya da çok olsun, küçüğün de, büyüğün de pay alması gerektiğini ortaya koymaktadır ve cahiliyyedeki kanaatleri reddetmek üzere: "Erkekler için bir pay... kadınlar için de bir pay vardır" diye buyurmaktadır. Bu husus oldukça açıktır. Payım ortaya çıkarılmasına gelince; bu da bir başka delilden alınmaktadır. O da mirasçının şöyle demesi ile olur: Yüce Allah'ın âyeti gereğince bana ödenmesi gereken bir pay vardır. O payı kullanmama imkân veriniz. Ona ortak olan kimse de ona şöyle cevap verir: Özel olarak o paydan yararlanma imkânını sana vermemize imkânımız yoktur. Çünkü böyle bir imkân malın itsad edilmesi, şeklinin değiştirilmesi, kıymetinin eksilmesi gibi sebepler dolayısıyla, benim de, senin de zarar görmemiz sonucunu verir. Bu durumda tercih sözkonusu olur. Daha zahir (kuvvetli) olan görüş, menfaati ortadan kaldıran ve malın kıymetini eksilten paylaştırmanın sözkonusu olmayacağı şeklindedir. Bunun da az önce sözünü ettiğimiz delil ile birlikte böyle olması gerekir. Başarıya ulaştıran Allah'tır, el-Ferrâ' der ki: Farz kılınmış bir pay" ifadesi; Vacib olan bir paylaştırma ve yerine getirilmesi gereken bir hak" ifadesine benzer. Bu, mastar anlamında bir isim olduğundan dolayı mansub gelmiştir. ez-Zeccâc ise, hal olmak üzere nasb edilmiştir der. Yani sözügeçen bu kimselerin payları onlara farz olarak belirlenmiştir. el-Ahfeş der ki: Yüce Allah bunu onlara bir pay olarak tesbit etmiştir, demektir. Farz kılınmış (el-mefrûd) ise miktarı tayin edilmiş ve yerine getirilmesi gereken şey demektir. 8Paylaştırma sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunursa ondan kendilerini rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Mirasın Pay Edilmesinde Hazır Bulunanlara Birşeyler Vermek: Yüce Allah, mirastan pay hak etmemekle birlikte paylaştırılma da hazır bulunan ve mirasçı olmayan akraba yahut yetim ve fakirlere, eğer mal çok ise ikramda bulunmayı ve onların mahrum edilmemelerini, şayet miras akar, yahut da az birşeyler vermeye dahi imkân vermeyecek kadar az olursa, onlara Özür beyan etmeyi emir buyurmaktadır. Bununla birlikte az miktardaki mirastan birşeyler vermenin ecri de çok büyüktür. Çünkü bazan tek bir dirhem yüzbin (dirhem)i geride bırakabilir. Ayet-i kerîme bu görüşe göre muhkemdir. Bu görüş de İbn Abbâs'ındır. Tabiînden de Urve b. ez-Zübeyr ve onun dışında kalan bir gurup da bunu benimsediği gibi; Ebû Mûsâ el-Eşârî de bunun böyle uygulanmasını emretmiştir. İbn Abbâs'tan bu âyet-i kerimenin nesh edilmiş olduğuna dair rivâyet de elmiştir Onu nesh eden de yüce Allah'ın: "Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz)." (en-Nisâ, 4/11) âyetidir. Said b. el-Müseyyeb ise, bunu miras ve vasiyet âyeti nesh etmiştir, demektedir. Bu âyet-i kerimenin nesh olduğunu söyleyenler arasında Ebû Mâlik, İkrime ve ed-Dehhâk da vardır. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bu âyet-i kerîme mirasçıların kendi paylarını hakettiklerinİ; paylaştırma esnasında yanlarında hazır bulunup ta mirastan pay almayan kimseleri de mirasa ortak etmenin müstehap olduğunu beyan etmektedir. İbn Cübeyr der ki: İnsanlar bu ayeti zayi ettiler (yani onunla amel etmez oldular). el-Hasen der ki: Fakat insanlar cimrilik ettiler. Buhârî de İbn Abbâs'dan yüce Allah'ın; "Paylaştırma sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunursa..." âyeti hakkında bu âyet muhkemdir. Nesh edilmiş değildir dediğini nakletmektedir. Buhârî, Tefsir 4. sûre 3. Bir rivâyete göre de şöyle demiştir: Birtakım kimseler bu âyetin nesh olduğunu iddia etmektedir Allah'a yemin ederim ki hayır o nesh edilmiş değildir. Fakat bu gereğince amelin ağırdan alındığı âyetlerden birisidir. Âyet-i kerimede iki kesimden sözedilmektedir. Birisi mirasçıdır. İşte başkasını rızıklandıracak olan budur. Bir diğer kesim ise miras almamaktadır. İşte maruf söz söyleyerek sana bir şey veremiyorum, der. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 440. Burada son cümlenin anlamı şöyledir: "... Bir diğeri ise miras almamaktadır. Maruf (güzel) söz söyleyecek olan budur. Bu bir yetim malıdır. (Paylaştıranın) bu malda bir hissesi yoktur." İbn Abbâs dedi ki; Yüce Allah mü’minlere miraslarını paylaştırmaları sırasında akrabalık bağlarını, yetimlerinize yoksullarını vasiyyet yoluyla gözetmelerini emretmiştir, Şayet ortada vasiyet yoksa o takdirde miras yoluyla onların bağları gözetilir en-Nehhâs der ki: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak söylenen sözlerin en güzeli budur. Yani mendupluk, hayır işlemenin teşviki ve yüce Allah'a şükür olmak üzere bu âyetin gereğinin yerine getirilmesi sözkonusudur. Bir kesim de der ki: Bu şekilde az birşeyler vermek farz anlamında vacibtir. Mirasçılar bu kesimlere gönüllerinin hoşluğu ile birşeyler verirler. Kap-kacak, eskimiş elbise ve hafif şeyler. Bu görüşü İbn Atiyye ve el-Kuşeyrî nakletmektedir. Sahih olan bunun mendupluk ifade ettiğidir. Çünkü böyle birşey farz olsaydı, terikede kazandan bir hak ve mirasta bir ortaklık olurdu. Taraflardan birisinin hakkı bilinirken, diğer tarafın hakkı meçhul kalırdı. Bu ise hikmete aykırıdır, anlaşmazlığa, güzel ilişkilerin kopmasına sebeptir. Bir başka kesim de, âyet-i kerimede muhatap ve kast olunanların mirasçılar değil de, vasiyet ile mallarını paylaştıran ölümü yaklaşmış bulunan kimselerdir, der. Bu, İbn Abbâs, Said b. el-Müseyyeb ile İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Hasta bir kimse vasiyette bulunmak suretiyle malını dağıtmak ister ve o esnada mirasçı olmayan kişi yanında hazır bulunursa, onu mahrum etmemelidir. Bu -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- vasiyetin vacib olduğu ve henüz miras âyetinin nâzil olmadığı dönemlerde sözkonusu olabilirdi. Ancak birinci görüş daha sahihtir ve kabul edilen, alınması gereken görüş de odur. 2. Mirasçı Tasarrufta Bulunamayacak Kadar Küçük ise: Şayet mirasçı malında tasarruf edemeyecek kadar küçük ise, bir kesimin görüşüne göre, küçük mirasçının velisi, hacri altında bulunan bu küçüğün malından uygun göreceği miktarda birşeyler verir. Birşeyler vermez, de denilmiştir. Aksine paylaştırmada hazır bulunanlara: Bu maldan bana ait birşey yoktur. Bu mal yetime aittir. Bulûğa erecek olursa ona hakkınızı öğretip bildiririm der. İşte maruf söz de budur. Ancak bu husus, ölenin herhangi bir vasiyette bulunmaması halinde böyledir. Şayet vasiyette bulunmuş ise, ona vasiyet edilen miktar ne ise verilir. Abîde ile Muhammed b. Sîrîn'in görüşüne göre ise; bu âyet-i kerimede sözü geçen nzı ki andırmaktan kasıt, onlara yiyecekleri bir yemek yapmaktır. Nitekim onlar bu şekilde davranmışlar ve terikeden bir koyun kesmişlerdi. Abîde dedi ki: Eğer bu âyet-i kerîme olmasaydı bu benim öz malımdan olacaktı. Katadet Yahya b. Ya'mer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İnsanların terkettikleri üç muhkem âyet-i kerîme vardır. Bu âyet isti'zan âyeti: "Ey mü’minler! Sağ ellerinizin malik olduğu... sizden üç defa izin istesinler..." (en-Nûr, 24/58)- "Ey insanlar! Şüphesiz Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık..." (el-Hucurat, 49/13) âyetleridir. Yüce Allah'ın: " Ondan" âyetindeki zamir paylaştırma manasına aittir. Çünkü bu, mal ve miras anlamındadır. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O da onu kardeşinin yükünden çıkardı." (Yusuf, 12/76) Kasıt maşrapa (sikâye)'dır. Çünkü bu manada kullanılan ve daha önce geçen "suvâ1" kelimesi müzekkerdir. Burada anlatılmak islenen şudur; Paylaştırma anlamına gelen "kısmet" kelimesi müennestir. Ona raci olan zamirin de müennes olması gerekir. Ancak âyet-i kerimede zamir müzekkerdir. Müzekker oluş sebebiyle zamir, kelimenin kendisine değil de manasına raci almalıdır. Burdaki mana ise mal ve mirastır ve bunlar da müzekkerdir. Verdiği bu ve diğer örneklerde de benzeri durum sözkonusudur. Hazret-i Peygamber’in: "Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla, (beddua ile) Allah arasında bir perde yoktur." Buhârî, Zekat 63, Mezâlim 9, Meğâzî 60; Müslim, Îman 29; Ebû Dâvûd, Zekâi 5; Tirmizî, ZekSt 6, Birr 68; Nesâî, Zekat 46, İbn Mâce, Zekat 1; Müsned, 1, 233. Bu rivâyetlerden -ınilfessirimizin belirttiği şekilde zamirin müzekker olarak zikredildiği rivüyerler, Buhârî'nin Zekât ve Meğâzî bölümlerinde yer atan rivâyetleridir. Diğerlerinde zamir müennes olup manaya değil, "beddua" diye tercüme ettiğimiz ve lâfzan müennes olan "davet" kelimesine racidir. Görüldüğü gibi burada da müzekker bir zamir (manen müzekker olan) dua manasına iade edilmiş bulunmakladır. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber'in Süveyd b. Tarık el-Cu'fî'ye şarap hakkında soru sorduğunda verdiği cevap da böyledir: "Şüphesiz ki o, (şarap kelimesi manen müennes bir kelime olmakla birlikte buradaki zamir müzekker kullanılmıştır) bir ilaç değildir, aksine o bir hastalıktır." Lâfzı itibariyle müennes olmakta birlikçe, zamirin manaya müzekker olarak râci olduğu rivâyetler; Müslim, Eşribe 12; İbn Mâce, Tıb 27; Müsned, IV. 311. Lâfza müennes olarak raci olduğu rivâyetler: Ebû Dâvûd, Tıb 11; lirmizl, Tıb 8; Dârimî, Eşribe 6; Müsned, IVh 317, V, 399. Burada da görüldüğü gibi zamir içkinin manasına iade edilmiştir. Bunun örneği pek çoktur. Paylaştırma anlamını ifade etmek üzere: Onunla malı paylaştırdı, kendi aralarında paylaştılar, ikisi onu pay ettiler" denilir. Bu kelimenin İsmi ise müennes olmak üzere "kısmet" şeklinde gelin Kasm İse, bunun mastarıdır. Paylaştırma yerine "maksim" denilir. Taksim ise, darmadağın etmek, dağıtmak anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Ve onlara güzel sözler söyleyin" âyeti ile İlgili olarak Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Onlara: Buyû'run alın, Allah size bereket ihsan etsin, denilir, Şöyle de denilmiştir. Onlara birşeyler vermekle birlikte, keşke bundan daha fazlasını verebilseydim, deyiniz. Yine şöyle denilmiştir: Birşeyler vermekle birlikte ayrıca mazeret belirtmeye ihtiyaç yoktur. Evet onlara hiçbirşey verilmeyecek olursa en azından güzel bir söz söylemeli ve bir çeşit mazeret beyan etmelidir. 9Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri âciz ve güçsüz çocuklar bırakacak olanlar korksunlar. Allah'a karşı takvâlı olsunlar da dosdoğru söz söylesinler. Bu âyete ciair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Korksunlar" âyeti emir olduğundan meczumdur ve sonundaki "elif"(-i maksura olan "yâ" harfi) bundan dolayı hazf edilmiştir. Sîbeveyh'e göre şiirdeki zaruret hali dışında, cer harflerine kıyasen emir için (fiilin başına gelen) emir lâm'ının gizli olması câiz değildir. Kûfeliler ise, cezm ile birlikte lâm harfinin hazf edilmesini câiz görmüşlerdir. (Buna dair) herkes (örnek olarak) şu beyti nekleder: "Ey Muhammed; eğer sen herhangi bir şeyin kötü akıbetinden Korkacak olursan; her nefis senin için feda olsun." "Korksun" âyetinin mef'ûlü ifadenin delâleti dolayısıyla hazf edilmiştir "Endişe edecekleri" âyeti de Vin cevabıdır. İfadenin takdiri ise: Eğer terkedecek olurlarsa, korkarlar... Bu edatın cevabında "lâm" harfinin hazf edilmesi de caizdir. Bu âyet-i kerimenin tevili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Bu vasilere bir Öğüttür. Yani sîz yetimlere kendinizden sonra öz çocuklarınıza yapılmasını arzu ettiğiniz gibi muamele ediniz. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İşte bundan dolayı (daha sonra) yüce Allah: "Şüphe yok ki, zulümle yetimlerin mallarını yiyenler,." (en-Nisâ, 4/10) diye buyurmuştur. Bir başka kesim şöyle demektedir: Maksat bütün insanlardır. Yüce Allah onlara hem yetimler hakkında hem de başkalarının çocukları hakkında, kendilerinin himayesinde olmasalar dahi, Allah'tan korkmalarını emir buyurmuştur. Onların her birisi kendisinden sonra öz çocuğuna neler yapılmasını arzu ediyor ise, o şekilde başkalarının çocuklarına da güzel ve doğru söz söylesinler. eş-Şeybânî'nin naklettiği de bu kabildendir. Dedi ki: Mesleme b. Abdülmelik'in kumandanlığında bir gurup asker ile birlikte Konstantiniyye (İstanbul) önlerinde idik. Aralarında İbn Deylemî'nin de bulunduğu ilim ehlinden bir gurup ile birlikte oturduğumuz bir günde meclistekiler; âhir zamanda meydana gelecek dehşetli bir takım olaylardan sözetmeye başladılar Ben ona (İbnü'd-Deylemî'ye): Ey Bişr'in (yahut Busr'un) babası, ben hiç çocuğum olmasın diye arzu ederdim, dedim, Bana şöyle dedi: Buna gerek yok. Çünkü Allah'ın herhangi bir kimseden ortaya çıkmasını hükme bağladığı herbir can mutlaka ortaya çıkar. O kişi ister bundan hoşlansın, ister hoşlanmasın, Fakal eğer sen onlardan yana emin olmak isliyorsan, başkaları hakkında Allah'tan kork. Sonra bu ayeti kerimeyi okudu. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: Eğer ona yetişecek olursan Allah'ın seni kendisinden kurtaracağı ve şayet sen kendinden sonra bir çocuk terkedecek olursan Allah'ın senin hakkında (kötülük yapmaktan) onları koruyacağı bir işi sana göstereyim mi? Ben: Tabii deyince, şu: "Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri..." âyetini sonuna kadar okudu. Derim ki: Muhammed b. Kâ'ab el-Kurazî’nin Ebû Hüreyre'den yaptığı şu rivâyet de bu manayı ifade etmektedir: Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim sadakayı güzel bir şekilde (ihsan ile) verirse Sırat'ı geçer. Her kim dul bir kadının ihtiyacını karşılayacak olursa, Allah da onun geride bırakacakları kimselere nezaret edecek halefler takdir eder." Burada bir grup müfessirin ifade ettiği üçüncü bir görüş daha vardır: Bu âyet-i kerimeden kasıt, ölüm esnasında vasiyette bulunacağı sırada yanında hazır bulunanların kendisine şöyle söylediği kimsedir: Şüphesiz Allah senin çocuklarını rızıklandıraçaktır. Şimdi sen kendine bak, malını Allah yolunda vasiyet et, sadaka ver, köle azad et. Bu da nihayet bütün malını bu şekilde dağıtır. Yahut da onun tamamını kuşatacak şekilde bu tür işler yapar. Bu ise onun mirasçılarına zarar verir. İşte böyle bir uygulamaya gitmeleri yasak kılındı. Âyet-i kerîme onlara şöyle diyor gibidir: Sizler; sizden sonra mirasçılarınız ve geride bıraktığınız zürriyetiniz için korktuğunuz gibi, aynı şekilde sizden başkalarının mirasçıları için de korkunuz, onları kendi mallarını saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmaya itmeyiniz. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Katade, es-Süddî, ibn Cübeyr, ed-Dahhâk ve Mücahid yapmıştır. Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan söyle dediğini rivâyet eder: Kişi başkasının vasiyeti esnasında hazır bulunacak olursa: Malım vasiyet et, şüphesiz Allah senin çocuklarına rızık verecektir, dememelidir. Bunun yerine şöyle desin: Kendin için önden hayır gönder ve çocuğun için de birşeyler bırak, İşte yüce Allah'ın: "Allah'a karşı takvâlı olsunlar" âyetinin anlamı budur. Miksem ve Hadramî derdi ki: Âyet-i kerîme bunun aksi bir durum hakkında nâzil olmuştur. Bu da şudur. Ölümü yaklaşmış olan kimseye yanında hazır bulunanlar: Sen mirasçıların için birşeyler sakla, çocuklarına birşeyler bırak, çünkü malında çocuklarından daha çok hak sahibi kimse yoktur, der ve böylelikle onun vasiyet yapmasını önlemeye çalışır. Bunun sonucunda da akrabaları ve kendisine vasiyetle bulunulma hakkına sahip olan herkesi zarara sokar. İşte böylelerine deniliyor ki: Sizler nasıl ki kendi soyunuzdan gelenler için korkuyor ve onlara iyilik yapılmasından hoşnut oluyorsanız, aynı şekilde yoksullar ve yetimler hakkında da bu şekilde güzel ve doğru söz söyleyiniz. Onlara zarar vermek hususunda Allah'tan korkunuz. Bu iki görüş; mirasa dair âyet-i kerimenin nüzulünden önce vasiyetin vacib olduğu zamanı gözönünde bulundurmak esasına mebnidir. (Böyle bir açıklama) Said b. Cübyr ile İbn Müseyyeb'den rivâyet edilmiştir. İbn Atiyye derdi ki; Bu iki görüşten hiçbirisi bütün insanlar hakkında uygulanamaz. Aksine insanlar iki kesimdir. Onlardan kimisine bu sözlerin birisi, kimine de diğeri uygun düşer. Şöyle ki; bir adam eğer mirasçılarının herbirisi kendi başına zengin halde terk ediyor ise, böyle birisine vasiyette bulunmayı teşvik etmek ve kendisi için önden hayır göndermeye itmek güzeldir. Şayet mirasçılarını güçsüz, ihmal edilmiş, mal varlıkları az bir şekilde terk edecekse, böyle birisine de onlara birşeyler bırakmayı ve ihtiyatlı hareket etmeyi teşvik etmek uygundur. Çünkü hiç şüphesiz bu şekilde hareket etmekten dolayı alacağı ecir, yoksullara yardımcı olmak halinde alacağı ecir gibidir. O halde gözönünde bulundurulması gereken zayıflık halidir. Bu hale göre hareket etmek İcabeder. Derim ki: Böyle bir açıklama doğru ve yerindedir. Çünkü Hazret-i Peygamber, Hazret-i Sa'd'a şöyle demişti: "Şüphesiz ki senin, mirasçılarını varlıklı olarak bırakman, onları insanlara avuç açar halde fakir ve yoksul bırakmandan daha hayırlıdır. Buhârî, Cenâiz 36, Vesayâ 2, Menakıbu’l-Ensar 49, Merdâ 16, Deavât 43, Feraiz 16; Müslim, Vasiyyet 5, 8; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 2; Tirmizî, Vesâyâ 1; Nesâî, Vesaya 3; İbn Mâce, Vesayâ 5; Muvatta’', Vesâya 4; Müsned, I, 1Ö87 172, 173, 176, 179. Şayet insanın çocuğu yok, yahut çocuğu olmakla birlikte kendisi de babasından ayrı ve zengin ise, babasının da ondan yana bir korkusu yoksa, böyle bir durumda insanın öncelikle yapması gereken malım önünden göndermesidir (kendisinin vasiyette bulunmasıdır). Tâ ki çocuğu ondan sonra uygun olmayan yerlere harcamasın ve ondan dolayı da vebale girmesin. Yüce Allah'ın: "Allah'a karşı takvalı olsunlar da dosdoğru söz söylesinler" âyetindeki "dosdoğru" (es-sedîd); adalete uygun ve doğru söylemektir. Yanı sizler hasta olan kimseye; üzerinde bulunan ve malından ödenmesi gereken hakları çıkartmasını söyleyiniz. Artık bundan sonra da küçük mirasçılarına zarar vermeyecek miktarda da akrabalarına vasiyet etsin. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler ölüye adaletli söz söyleyiniz. Bu ise ona: Lâ ilahe illallah sözünü telkin etmesi, fakat böyle demesini emretmemesidir. Aksine o ölüm döşeğindeki şahıs, onun bu sözünü işitecek şekilde kendi kendisine söylesin ve böylelikle telkin elsin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ölülerinize (yani ölüm vakti yaklaşmış olanlara) Lâ ilahe illallah'ı telkin ediniz" Müslim, Cenâiz 1. 2; Ebû. Dâvûd, Cenülz 16; Tirmizî, Cengiz 7; Nesâî, Cenâiz 4: ibn Mâce, Cenniz 3; Müsned, III, 3. diye buyurmakta, onlara böyle demelerini emrediniz, diye buyurmamaktadır. Zira böyle demesini emredecek olursa kızıp İnkâra yönelme ihtimali vardır. Bundan maksadın yetim olduğu da söylenmiştir. Yani yetimi azarlamasınlar ve onu hafife alıp küçümsemesinler. 10Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar yakında alevli bir ateşe de gireceklerdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Kimler Hakkında Sözkonusu Olduğu: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." âyetinin Mersed b. Zeyd diye anılan Gatafanlı bir kişi hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmektedir. Bu kişi kardeşinin yetim olan küçük çocuğunun malına veli tayin edilmişti. Onun malını yedi. İşte yüce Allah bu âyeti kerimeyi onun hakkında indirdi. Bunu Mukâtil b. Hayyân nakletmiştir. Bundan dolayı Cumhûr der ki: Bu âyette kast edilenler, yetimin malından kendilerine mubah olmayan şeyleri yiyen vasilerdir. İbn Zeyd ise der ki: Bu âyet-i kerîme kadınları ve çocukları mirasçı kabul etmeyen, onlara miras vermeyen kâfirler hakkında nâzil olmuştur. Her türlüsüyle mal almaya "yeme" ismi verilmiştir. Çünkü asıl maksat, malın yenihnesidir ve eşya çoğunlukla yemek suretiyle tüketilir. Özellikle "karinlar'dan söz edilmesi ise, onların düşüklüklerini açıklamak ve üstün ahlâkî değerlerin zıtlarına sahip oldukları için çirkinliklerini ortaya koymaktır, Yenîlen şeye "ateş" adının verilmesi ise, nihayette varılacak olan yerin o oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi; "Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyor gördüm." (Yûsuf, 12/36.) Burada maksat üzüm sıkıyorken görmektir. Bir görüşe göre buradaki ateşten kast, haramdın Çünkü haram ateşi gerektirir. Yüce Allah o bakımdan harama bu ismi vermiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize kendisinin İsrâ'ya çıkarıldığı geceden sözederken buyurdu ki: "Deve dudakları gibi dudakları olan ve dudaklarıyla yakaladıktan sonra ağızlarına ateşten tas dolduran bir kimsenin de görevlendirildiği bir topluluk gördüm. Ağızlarına doldurulan bu ateşten taş altlarından çıkıyordu. Ey Cebrâîl, bunlar kim oluyor? diye sordum bana: Bunlar haksızca yetimlerin mallarını yiyenlerdir, dedi." İsrü hadisinin geçtiği bazı yerler Buhârî, Salat 1, Hacc 76, Bed’u'l-Halk 6, 7..r; Müslim, İmnn 259. 266, 267. Eşribc 91; Tirmizî, Tefsir 17, 5Ûre 1; Nesâî, Salât 1- Kitap ve sünnet yetimin malını haksızca yemenin büyük günahlardan olduğuna delâlet etmektedir. Hazret-i Peygamber de: "Helâk edici yedi büyük günahtan uzak durunuz" diye buyurmuş ve bunlar arasında: "Yetimin malını yemeyi" da saymıştır. Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Müslim, Îman 145; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12. Yüce Allah'ın: " Alevli bir ateşe de gireceklerdir" âyetini İbn Âmir ve İbn Abbâs'tan bir rivâyete göre Âsım, meçhul fiil olmak üzere Ciyâ" harfini ötreli olarak okumuşlardır (Anlamı: Alevli bir ateşe atılacaklardır, şeklinde olur). Yüce Allah (aynı kökten gelen kelime ile) şöyle buyurmaktadır: "Ben onu Sekar’a (cehenneme) sokacağım." (el-Müddessir, 74/26) Ebû Hayve ise bu kelimeyi "yâ" harfini ötreli, "sâd" harfini üstün, "lâm" harfini de şeddeli olmak üzere kökünden gelen bir kelîmeymiş gibi okumuştur. Buna sebep ise bu fiilin ardı ardına çokça tekrarlanacağından dolayıdır. Bu okuyuşa dedi) de Yüce Allah'ın: "Sonra onu. ardı ardına cehenneme sokunuz" (el-Hâkka, 69/31) âyetidir. Arapların: Onu ardı ardına ısıtıp durdum, şeklindeki sözleri de burdan gelmektedir. Ateş ile ısınmayı İfade etmek üzere de: fiili kullanılır. Şair der ki: "Defalarca onların Savaşlarının kızgın ateşiyle ısındım Aşırı soğuktan elleri donmuş bir kimsenin ısınmak istemesi gibi. Geri kalanları ise bu kelimeyi; den gelecek şekilde "yâ" harfini üstün olarak okumuşlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte oraya bedbaht olandan başkası girmez. " (el-Leyl, 92/15) kelimesi, ateşe yaklaşarak yahut bizzat ona temas ederek ısınmak, demektir. el-Haris b. Abbâd'ın şu beyti de burdan gelmektedir: "Allah bilir ki ben bu cinayeti (suçu) işleyenlerden değilim Ve şüphesiz ki bugün ben onun ateşiyle yanıyorum". Şair İse, alevli kor ateş demektir 3. Ayet-i Kerîmedeki Tehdit Unsuru: Bu âyet-î kerîme tehdit âyetlerinden birisidir. Günah işleyenleri tekfir edenler lehine deli) olacak bir tarafı yoktur. Ehl-i sünnetin itikadına göre bu bir takım günahkârlar hakkında sözkonusudur. Bunlar önce cehenneme uğrar, sonra orada yanar ve bir çeşit ölümle ölürler. Halbuki ebediyyen cehennemde kalacak olanlar orada ölmezler de, dirilmekler de. Böyle bir açıklama ile Kitap ile sünnette varid olan âyetler bir arada telif edilip yorumlanmaktadır. Tâ ki, her ikisinde varid olan haberler, haber verilen husus hakkında çelişkiliymiş gibi anlaşılmasın. Bu husus (cehennemde ebedi kalış), ikıhi meşiet ile onların bir bölümünden sakıt olacaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Fakat bunun dışında olanı dilediği kimselere mağfiret eder" (en-Nisâ, 4/48 ve 116. âyetler) Bu kabilden varid olmuş karşı karşıya kalınacak bütün âyetler hakkında söylenecek söz (yapılacak açıklama) bu şekildedir. Müslim, Sahihinde, Ebû Sald el-Hudri’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Orada kalacak olan cehennemliklere gelince, onlar orada asla ölmezler de dirilmezler de. Fakat günahları sebebiyle -veya hataları sebebiyle diye buyurdu- ateşin kendilerine İsabet edip de, Allah'ın bir çeşit ölümle öldüreceği bir takım kimseler de vardır. Nihayet bunlar kömür olacaklarında şefaat için izin verilecek, guruplar halinde getirilerek cennetin nehirleri üzerine dağıtılacaklar. Daha sonra: Ey cennetlikler, bunların üzerine su dökünüz! denilecek. Onlar da selin sürüklediği çamurlar arasında biten tohum gibi yeşerecekler." Orada hazır bulunanlardan birisi şöyle dedi: Sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) âdeta çölde davar otlatıyormuş gibi (bunları anlatıyordu) Müslim, Îman 306; İbn Mâce, Zühd 37; Dârimî, Rikaak 96, Müsned, III. 11, 20, 90. 11Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor: Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz). Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır. Şayet (kız) bir tek ise mirasın yarısı onundur. (Ölenin) çocuğu varsa anne ve babanın her birine mirasın altıda biri (verilir). Çocuğu olmayıp da anne ve babası kendisine mirasçı olana gelince; üçte biri annesînindir. Şayet (ölenin) kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir. Bu, yapacağı vasiyetten yahut borcun (un ödenmesin) dan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan size faydaca hangisinin daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah'tan bir farz olarak (böyle tayin edilmiştir). Şüphesiz ki Allah Alîmdir, Hakimdir. Âyetin tefsiri için bak:12 12Çocukları yoksa, hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar vasiyetlerinden yahut borç (ların) dan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına çocuğu ve babası olmadığı halde (kelâle) mirasçı olunuyor ve bunların erkek veya kız kardeşi varsa, herbirine altıda bir düşer, şayet daha çok iseler o halde hepsi yapacağı vasiyet ve borçtan sonra üçte bire ortak olurlar. Ancak zarar verici olmamalıdır. (Bunlar) Allah'tan bir vasiyet olarak (gelen âyetlerdir), Allah her şeyi bilendir, Halimdir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı otuzbeş başlık halinde sunacağız: Ferâiz (Miras Hukukunun) in Önemi: Yüce Allah daha önce: " Erkekler için birpay,- kadınlar için de bir pay vardır" (en-Nisâ, 4/7) âyetinde mücmel olarak sözünü ettiği hususları burada "Allah çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor..." âyet-i kerimesinde beyan etmektedir. İşte bu, beyanın soru sorma zamanından sonraya bırakılmasının câiz olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu âyet-i-kerîme dinin hükümlerinden bir hüküm, ahkâmın esas dayanaklarından bir dayanak, ana âyetlerden bir âyettir. Çünkü feraiz (İslâm miras hukukunun) in kıymeti çok büyüktür. O kadar ki o, ilmin üçte biri kabul edilmiştir. Yarısı olduğuna dair rivâyet de vardır. İnsanlar arasından çekip kaldırılacak ve unutulacak ilk ilimdir. Bunu Dârakutnî, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivây er etmiştir Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Feraizi öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü o ilmin yarısıdır. Unutulacak İlk şey o olduğu gibi, ümmetimin arasından çekip kaldırılacak ilk şey de odur," Dârakutnî, IV, 67. Yine bu hadis Abdullah b. Mes'ûd yoluyla da rivâyet edilmiştir Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: "Kurân'ı öğreniniz onu insanlara Öğretiniz. Feraizi de öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. İlmi öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü ben (zamanı gelince) ruhu kabz olunacak birisiyim. Şüphesiz ki, ilim de kabz olunacak ve fitneler ortaya çıkacaktır. O kadar ki, iki kişi bir miras taksimi hususunda anlaşmazlığa düşecekler fakat, aralarında hüküm verecek bir kimseyi bulamayacaklardır." Dârakutnî, IV, 81, 82. Bu husus böylece sabit olduğuna göre; şunu bil ki, feraiz ashâb-ı kiram'ın bilgilerinin en önemli bölümüdür. Onların tartıştıkları hususların en büyükleridir. Fakat insanlar, bu ilmi zayi ettiler. Mutarrifin Mâlik'ten rivâyetine göre; Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: Bir kimse feraizi, boşamayı ve haccı (buna dair hükümleri) öğrenememiş ise çölde yaşayan (eğitim görmemiş) insanlara üstünlüğü nedir? İbn Vehb de Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir; Rabia'yı zaman zaman şöyle derken dinlerdim: Her kim feraizi Kur'ândan öğrenmeksizin öğrenecek olursa, onu çok çabuk unutur. Mâlik der ki: Gerçekten doğru söylemiş. 2- Kitap ve Sünnete Dayalı İlmin Önemi: Ebû Dâvûd ve Dârakutnî, Abdullah b. Amr b. el-As'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İlim üç türlüdür Bunun dışında kalan ise bir fazlalıktır: Ya muhkem bir âyet, yahut uygulanan (kaim) sünnet veya âdil bir fariza," Ebû Dâvûd, Feraiz 1; İbn. Mâce, Mukaddime 8; Dârakutnî, IV, 68. Ebû Süleyman el-Hattabî der ki: Muhkem âyet, yüce Allah'ın Kitabıdır. Bunda muhkem olma şartını koşmasının sebebi şudur: Kimi âyet-i kerîme kendisi ile amel edilmeyen mensuh bir âyettir; onu nesheden ile amel olunur. Kaim sünnet ise, Hazret-i Peygamberden gelen sabit sünnetlerden olan her bir sünnettir. "Âdil bir fariza" âyetine gelince, bunun iki türlü tevil edilme ihtimali vardır Birincisine göre bununla paylaştırmada adaletin kastedilmiş olması muhtemeldir. O taktirde bu. Kitap ve sünnette sözü geçen paylara uygun bir şekilde âdil olarak paylaştırılan bir fariza (miras hissesi)dır İkinci şekle göre, bu Kitap ve sünnetten ve bunların anlamlarından çıkartılmış bir fariza olabilir. O taktirde bu fariza (mirastaki hak) tıpkı Kitap ve sünnetten alınmış olana denk (ona muadîl) olur. Zira nass yoluyla Kitap ve sünnetten alınmış gibidir. İkrime rivâyetle der ki: İbn Abbâs, Zeyd b. Sabit'e bir kişi göndererek; geriye kocasını ve anne-babasını bırakıp ölen bir kadın hakkında sordurdu. Zeyd dedi ki: Malın yarısı kocanındır. Geri kalanın üçte biri annenindir. Bu sefer ona şöyle sordu: Sen bunu Allah'ın Kitabında mı görüyorsun, yoksa görüşüne dayanarak mı söylüyorsun? Zeyd: Ben onu görüşüme dayanarak söylüyorum. Hiç bir zaman bir anneye babadan daha fazla bir pay veremem. Ebû Süleyman (el-Hattabî) dedi ki: İşte bu, nass bulunmadığı takdirde bir farîzanın tadil edilmesi kabilindendir. O da bunu nass ile tesbit edilmiş olan âyeti nazan itibara alarak söylemiştir. Sözü geçen nass ise yüce Allah'ın; "Anne-babası da kendisine mirasçı olana gelince üçte biri annesinindir" âyetidir, Burada annenin payı üçte bir olarak tesbit edildiğine göre, geri kalan ve üçte ikiye eşit olan mal da babaya ait olur. Burada Zeyd, kocanın payını almasından sonra, malın arta kalan yarısını, eğer anne-baba ile birlikte evlat yahut pay sahibi başka bir kimse yoksa, malın tümüne kıyas etmiştir. Bu malı da. ikisi arasında (anne-baba arasında) üçte birlere ayırarak paylaştırmış, anneye bir payf babaya da geri kalan miktar olan üçte iki pay vermiştir. Böyle bir paylaştırma ise, anneye malın geri kalan bölümünden malın tümüne nisbetle üçte birinin verilip, babaya ise kalan ve altıda bire eşit olan miktarın verilmesinden daha bir adildir. Çünkü geri kalanın üçte biri anneye verilecek olursa, asıl itibariyle baba mirasın aslında anneden daha fazla bir pay sahibi olmakla birlikte, anneye babadan daha fazla verilmiş olur. Halbuki baba asıl itibariyle anneden önce ve daha fazla pay alır. Böyle bir paylaştırma ise, İbn Abbâs'ın kanaati olan genel malın üçte biri kadarının anneye verilerek daha fazla pay ayrılırken, babanın payını da altıda bire düşürüp azaltmaktan daha bir adildir İşte bundan dolayı İbni Abbas’ın görüşü terk edilerek, fukahânın geneli Zeyd'in görüşünü kabul edip benimsemiştir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) geriye kalan koca ve ebeveyn hakkında şöyle demiştir: Kocaya malın yarısı verilir. Anneye ise malın genelinin üçte biri verilir Babaya ise geri kalan verilir Bir kadın ve bir anne-baba hakkında da, dörtte biri kadının, anneye genel malın üçte biri, geri kalan ise babaya verilir, der. Kadı Şüreyh, Muhammed b. Şirin, Davud b. Ali ile aralarında İbn el-Lebbân diye tanınan Ebû'l-Hasen Muhammed b. Abdullah el-Faradî el-Mısrî'nin yer aldığı bir grup da her iki meselede de böyle söylemiştir. Ayrıca bunun Hazret-i Ali'nin müşterekeye Bu mesele "müştereke," "haceriyye" ve "himariyye" diye bilinir. dair görüşüne kıyasen verilmiş bir hüküm olduğunu da ileri sürmüştür. (Ebû Ömer) bir başka yerde de şöyle demektedir: Bu Hazret-i Ali'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Ömer der ki: Ali, Zeyd, Abdullah, diğer ashâb-ı kiram ile genel olarak ilini adamlarından meşhur olup bilinen görüş, Mâlik'in tesbit ettiği husustur. Bunların lehine ve İbn Abbâs'a karşı delillerden birisi de şudur: Anne-baba, beraberlerinde başka hiçbir kimse bulunmaksızın birlikte mirasçı olacak olurlarsa, anne üçte bir, baba da üçte iki alır. Aynı şekilde kocadan artan yanda da ortak oldukları takdirde yine üçte bir ve üçte iki alırlar. Bu hem aklî bakımdan konu üzerinde düşündüğümüz zaman doğrudur, hem de kıyasa göre doğrudur. 3- Mirasa Dair Ayetin Nüzâl Sebebi: Mirasa dair âyetin nüzul sebebi ile ilgili farklı rivâyetler gelmiştir. Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Dârakutnî’nin Cabir b. Abdullah'tan rivâyetine göre Sa’d b. er-Rabrin hanımı dedi ki: Ey Allah'ın Rasülü! Sa'd öldü, geriye de iki kız çocuğu ve kendi kardeşi kaldı. Kardeşi kalkıp Sa'd'in bıraktıklarını aldı. Kadınlar ise sahip oldukları mallar üzre nikâhlanırlar. Hazret-i Peygamber o mecliste kendisine cevap vermedi. Daha sonra tekrar ona gelip dedi ki; Ey Allah'ım Rasûlü, Sa'd'ın kız çocukları (ne olacak)? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bana (Sa'dın) kardeşini çağır” Kardeşi gelince ona şöyle dedi: "İki kız çocuğuna üçte iki, hanımına sekizde bir ver, geri kalanı da senindir." Ebû Dâvûd'un rivâyetinin lâfızları böyledir. Ebû Dâvûd, Ferâiz 4; Tirmizî, Feraiz 3; İbn Mâce, Ferâiz 2, Dârakutnî, IV, 78. Tirmizî ve diğerlerinin rivâyetinde ise şöyle denilmektedir: Bunun üzerine miras âyeti nâzil oldu. (Tirmizî) dedi ki: Bu, sahih bir hadistir. Tirmizî, aynı yer. Yine Hazret-i Cabir rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir ile birlikte ben Benu Selime arasında olduğum sırada beni (hastalığımda) yürüyerek ziyarete geldiler. Aklımın başımdan gitmiş olduğunu (baygın olduğumu) gördüler. Peygamber bir su getirilmesini istedi. Abdest aldı. Sonra o sudan üzerime serpti, ben de ayıldım. Ey Allah'ın Rasûlü! Malıma ne yapayım diye sordum. Bunun üzerine: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor: Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz)" âyeti nâzil oldu. Bu hadisi, Buhârî, ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 4. sûre 4; Müslim, Ferâiz 6, 7 az farkla: Ebû Dâvûd, Ferâiz 2. Bunu Tirmizî de rivâyet etmiş olup orada ayrıca şu ifadeler yer almaktadır: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Malımı çocuklarım arasında nasıl paylaştırayım? Bana bir şey söylemedi. Bunun üzerine: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle rivâyet ediyor: Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz)" âyeti nâzil oldu, (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih) bir hadistir. Tirmizî, Ferâiz 6. Buhârî'de İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, bu âyetin nüzulü (önceleri) miras kalan malın çocuklara, vasiyetin ise anne-baba'ya yapılması şeklindeki uygulama dolayısıyla olmuştur. İşte o uygulama bu âyet-i kerimelerle nesh olundu. Buhârî, Tefsir 4. SÛRE 5. Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bu âyet-i kerîme Um Kücce hakkında nâzil olmuştur. Bunu da daha önce zikretmiş bulunuyoruz. es-Süddî der ki: Bu âyeti kerîme Hassan b. Sabit'in kardeşi olan Abdurrahman b. Sabit'in kız çocukları sebebiyle nâzil olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Cahiliyye dönemi insanları Savaşa katılıp düşmanla çarpışanların dışında kimseye miras vermezlerdi. İşte âyet-i kerîme küçük, büyük herkesin payını beyan etmek üzere nâzil oldu. Bu âyetin herkese bir cevap olmak üzere nâzil olmuş olması da uzak bir ihtimal değildir. Nüzulünün gecikme sebebi de bundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Bazı rivâyetlerde vârid olduğuna göre cahiliyye döneminde uygulanan küçüğe mirastan pay vermemek İslâm'ın ilk dönemlerinde de yapılıyordu. Bu âyetle bu uygulama nesh edilinceye kadar böyle sürdü. Halbuki, bizim şeriatimizde böyle bir şey sabit olmamıştır. Aksine bunun hilafına hüküm sabit olmuştur. Bu âyet-i kerîme Sad b. er-Rabî'in mirasçıları hakkında nâzil olmuştur. Bunun Sabit b. Kays b. Şemmas'ın mirasçıları hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Ancak birinci görüş, nakil ehline göre daha sahihtir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) amcaya verilmiş olan mirası geri aldı. Şayet onun şeriatimize göre önceden miras alacağı sabit olmuş olsaydı, o verileni ondan geri almazdı. Hiçbir zaman bizim şeriatimizde at üzerinde Savaşmayıp korunması gereken şeyleri koruyuncaya kadar küçüğe miras verilmez; diye bir hüküm sabit olmuş değildir. Derim ki; Kadı Ebû Sekr İbnü'l-Arabî de bu görüştedir, O şöyle diyor: Bu âyet-i kerimenin nüzulü oldukça güzel bir nükteye de delâlet etmektedir. O da şudur Cahiliyye dönemi insanlarının uygulaması olan malı almak (ve mirasçılara vermemek) İslâm'ın ilk dönemlerinde ses çıkarılmamış ve ikrar edilmiş bir şer'î uygulama olmamıştır. Çünkü eğer ikrar ile kabul edilmiş bir şeriat (hukuki uygulama) olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kız çocuğunun amcası hakkında aldığı mallarım geri vermeleri şeklinde hüküm vermezdi. Herhangi bir hüküm uygulamaya konulduktan sonra neshedici hüküm gelecek otursa, bu ancak gelecekteki uygulamaları etkiler. Daha önce geçmiş hükümleri nakzetmez. Ancak bu, yapılmış haksız bir uygulama idi ve kaldırıldı. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır. 4- "Çocuklar" İfadesinin Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor" âyeti ile ilgili olarak Şâfiî'ler derler ki: Yüce Allah'ın: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor" âyeti, kişinin sulbünden gelen çocukları hakkında hakikat anlamındadır. Oğlun çocukları ise bunun kapsamına mecaz yoluyla girmektedir. Buna göre bir kimse, oğlunun oğlu bulunduğu halde oğlu olmadığına dair yemin edecek olursa, yemininde hânis (yalan söylemiş) olmaz. Filanın çocuklarına vasiyette bulunacak olursa, filanın oğlunun çocukları bu vasiyetin kapsamına girmez. Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer sulbünden oğlu yoksa, oğlunun çocukları bunun kapsamına girer. Bilindiği gibi lâfızlar söyledikleri ile değişiklik arzetmez. İbnü'l-Münzir der ki: Yüce Allah: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor" diye buyurduğundan dolayı, âyetin zahirine göre mirasın mü’miniyle, kâfıriyle bütün çocukların bir hakkı olması icabeder. Şu kadar var ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın: "Müslüman kâfire mirasçı olmaz..." Buhârî, Hacc 44, Meğâzî 48, Ferâiz 261 Müslim, Ferâiz 1; -Ebû Dâvûd, Feraiz 10; Tirmizî Ferâiz 15; İbn Mâce, Ferâiz 6; Dârimî, Ferâiz 29; Muvatta’', Hacc 13. diye buyurduğu sabit olduğundan, yüce Allah'ın bu âyetinde çocukların bir kısmını kastetmiş olduğunu, bir kısmını da kastetmemiş olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Buna göre Hadîs-i şerîfin zahiri gereğince müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olmaz. Derim ki: Yüce Allah: "Çocuklarınız hakkında..." diye buyurduğuna göre; kâfirlerin elinde ashâb bulunan çocuklar da onların kapsamına girer. Müslüman olarak hayatta olduğu bilindiği sürece o da mirasçıdır. Nehaî müstesna, bütün ilim ehli böyle demiştir. Nehaî ise, ashâb çocuk miras alamaz demektedir. Eğer bu çocuğun hayatta olduğu bilinmiyor ise, o takdirde hükmü mefkûd Mefkûd: İzi bilinmeyecek şekilde beldesinden ayrılıp gitmiş ve aradan uzunca bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ölü mü sağ mı olduğuna dair haber alınamayan kişidir. hükmündedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mirası, şu âyeti dolayısıyla âyetin kapsamına girmez: "Bize mirasçı olunmaz. Bizim bıraktığımız sadakadır." Meselâ; Buhârî, Hums 1, Nafakât 3. Ferâiz 3; Müslim, Cihad 49-52; Ebû Dâvûd. tmâre 19; Tirmizî, Siyer 44; Nesâî, Fey 9; Muvatta’', Kelâm 27; Müsned 1,4, 6,9, II. 463, VI, 145, 262. İleride buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nde (18/7. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Aynı şekilde babasını yahut dedesini, yahut kardeşini ya da amcasını kasten Öldüren kişi, hem sünnetteki delil dolayısıyla, hem de icma-ı ümmet dolayısıyla çocuklar arasına girmez. Yine daha önce Bakara Sûresi'nde (2/72, âyette.) geçtiği üzere öldürdüğü kimsenin malından da diyetinden de herhangi bir şeyi miras olarak alamam. Eğer hata yoluyla öldürmüş İse, yine öldürdüğünün diyetinden miras alamaz, fakat onun malından miras alır. Mâlik'in görüşüne göre bu böyledir, Şâfiî, Ahmed, Süfyan ve Rey ashâbının görüşüne göre ise -yine daha önce Bakara Sûresi'nde (2/72. âyette)- açıklandığı gibi ne malından ne de diyetinden herhangi bir miras alamaz. Mâlik'in görüşü ise daha sahihtir, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Aynı zamanda Said b. el-Müseyyeb, Atâ b. Ebi Rebâh, Mücahid, ez-Zührî, el-Evzaî ve İbnü'l-Münzir'in görüşü de budur. Çünkü yüce Allah'ın, Kitab-ı Kerîminde mirasçı kıldığı kimsenin mirası sabit bir mirastır. Ondan ancak sünnet ve icma ile herhangi bir kimse istisna edilebilir. Bu hususta, hakkında farklı kanaatlerin bulunduğu herbir husus, mirasın sözkonusu olduğu âyetlerin zahirine havale edilir. 6- İslâm'ın İlk Dönemindeki Mirasa Hak Kazanma Sebepleri: Şunu bil ki, İslâm'ın ilk dönemlerinde birkaç sebepten dolayı mirasa hak kazanılıyor idi. Hilf (Kardeşlik antlaşması), hicret ve bu hususta yapılacak akidleşme bunlar arasındaydı. Daha sonra yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle: "Herbiri için mirasçılar kıldık" (en-Nisâ, 4/33) âyetini açıklarken belirteceğimiz üzere, bu nesholundu. İlim adamları icmâ’ ile eğer çocuklarla beraber miktarı tesbit edilmiş farz hisse sahibi kimseler) bulunuyor ise, onlara o farz hisselerinin verileceği ve geri kalan malın ise erkeğe, iki dişinin payı verilmek üzere paylaştırılacağı üzerinde icma etmişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Farz hisseleri sahiplerine ulaştırınız" Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz 2, 3; Tirmizî, Fersiz S; Müsned, 1, 325. diye buyurmuştur. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Kastettiği, yüce Allah'ın Kitabında yer alan farz hisselerdir. Bunlar ise: Yarım, dörttebir, sekizdebir, üçteiki, üçtebir ve altıdabir olmak üzere altı ayrı hissedir. Yanın hisse; beş kişiye verilir Sulpten kızçocuğu, oğlun kızı, anne-baba bir kızkardeş, baba bir kızkardeş ve koca. Bütün bunlar bu hisseyi kendilerini o hisseyi almaktan hacb Hacb: Sözlükte engellemek demektir. Şer'ı bir terim olarak da; muayyen bir mirasçının, kendisi kadar miras almayan bir başka, mirasçı tarafından, kısmen ya da tamamen miras almasının engellenmesi demektir. Baba varken dedenin miras alamaması, oğlun varlığı dolayısıyla kocanın payının yarı hisseden dörttebire inmesi gibi. edecek bir kimse bulunmadığı takdirde söz konusudur. Dörttebir; hacbedici kimsenin bulunması halinde, kocanın ve hacbedici kimse bulunmadığı takdirde ise hanımın ya da hanımların hissesidir. Sekizde bir; hacbedici kimse olduğu takdirde hanımın ya da hanımların hissesidir. Üçteiki; dört kişinin hissesidir. Sulben iki ve daha fazla kızçocukları, oğlun kızlarının, anne-baba bir yahut baba bir kız çocuklarınin. Bütün bunlar da kendilerini bu payı almaktan hacbedecek kimselerin olmadığı halde bu payı alırlar. Üçtebir; iki kesimin payıdır. Çocuğun ve oğlun çocuğunun olmaması ile erkek ve kız kardeşlerden iki ve daha yukarısının bulunmaması halinde annenin payıdır. Bir de annebir çocuklardan iki ve daha yukarısının payıdır. Buradaki üçtebir bütün malın üçtebiridir. Geri kalanın üçtebiri ise, bu da koca yahut hanım ile birlikte anne-babanın bulunması halinde annenin payıdır. O takdirde anne kalanın üçtebirini alır. Buna dair açıklamalar az önce geçmişti. Yine dedenin, beraberlerinde pay sahibi kimse bulunması şartıyla, kardeşlerle birlikte bulunup, kalanın üçtebiri de dede için daha uygun bir pay olduğu meselelerde de böyledir. Altıdabir; yedi kişinin hissesidir: Anne, baba, oğul ve oğlun oğlu ile birlikte dedet nine ve birden çok olmaları halinde nineler, sulb yoluyla kız ile birlikte oğlun kızları, anne-baba bir kızkardeşle birlikte baba bir kızkardeşler ile erkek yahut dişi olsun anne bir tek çocuk. Bütün bu farz hisseler, yüce Allah'ın Kitabından alınmıştır. Ancak, tek nine ile birden çok ninelerin hisseleri müstesnadır. Bu, sünnetten çıkartılmıştır. Miras yoluyla bu hisselerin alınmasını gerektiren sebebler ise üç tanedir; Sabit neseb, akdolmuş nikâh ve azad yoluyla velâ. Kimi zaman bu üç sebep bir arada bulunabilir. Erkek, hem Ölen kadının kocası, hem onu azad etmiş olan mevlâsı, hem de amca çocuğu olabilir. Kimi zaman da yalnızca bu iki sebep bir arada bulunabilir. Kocanın aynı zamanda hanımının mevlâsı olması; yahut kocası ve amcasının oğlu olması gibi. Bu durumda İki bakımdan miras alır ve tek başına olması halinde malın tamamı onun olur. Yarısını kocası olması hasebiyle, diğer yarısını velâ yahut neseb yoluyla alır. Bir diğer örnek: Kadın kişinin hem kızı hem de onun velâ yoluyla azad ettiği olabilir. Tek başına olması halinde malın tamamını kendisi alır. Yarısını neseb yoluyla, diğer yarısını da velâ yoluyla alır. 7. Terikeden Borcun Ödenmesi, Vasiyetin Yerine Getirilmesi... Borç ödenip vasiyet yerine getirilmedikçe, mirasdn paylaştırılması) sözkonusu olmaz. Mütevaffanın ölümünden sonra terikesindeki muayyen haklar çıkartılır. Daha sonra kefenlenmesi ve kabre gömülmesi için gereken masraflar, sonra da mertebelerine göre borçlar, bundan sonra da üçtebirinden vasiyetler ile vasiyet manasını taşıyan diğer hususlar, yine mertebelerine uygun olarak çıkartılır. Bunların dışında kalan ise mirasçılar arasında (pay edilecek) mirastır Mîrascıların hepsi onyedi kişidir. Bunların onu erkeklerdendir: Oğul ve aşağıya doğru istediği kadar gitse de oğlun oğlu, baba ve istediği kadar yukarıya gitse de babanın babası (ced, dede), erkek kardeş ile erkek kardeşin oğlu, amca ve amcanın oğlu, koca ve ni'met mevlâsı. Yani âzâd etmiş bulunan efendi. Kadınlardan da yedi mirasçı vardır, bunlar: Kız, aşağı doğru ne kadar giderse gitsin oğlun kızı, anne ve ne kadar yukarı doğru giderse gitsin nine, kızkardeş, hanım ve ni'met'in mevlâsı yani âzâd eden hanımefendi. Fazilet sahibi birisi bu mirasçıları şiir halinde şöylece sıralamaktadır: "Erkek mirasçıları toplamak istersen Kadın mirasçıları da onlarla beraber zikrederek: Erkeklerden mirasçılar toplam on kişidir. Kadın mirasçılar ise yedi kişidir. Erkek mirasçıları şiir halinde şöylece sıraladım: Oğul, oğlun oğlu ve amcanın oğlu, Baba da onlardandır ve o bu tertipdedir, Dede de yakın erkek kardeşten önce gelir, Yakın kardeşin oğlu ve bir de amca, Koca, âzâd eden efendi; sonra anne, Oğlun kızı ondan sonra gelir, bir de kız, Hanım da, nine de ve kızkardeş Mevlâ olan kadın yani âzâd eden hanımefendi İşte sen bunu kendin için takdir edilmiş bir araç olarak yanına al." 8- "Çocuklar" Tabirinin Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Çocuklarınız hakkında" âyeti, ister fiilen var olsun, isterse de annesinin karnında cenin olarak bulunsun, ister yakın, ister uzak olsun, erkek yahut dişi olsun -az önce geçtiği gibi kâfir dışında kalan- bütün çocukları kapsamına alır. Kimisi der ki: Bu yakın çocuklar hakkında hakikat, uzaklar hakkında mecazdır. Kimisi de şöyle der: Hepsi hakkında da hakikattir. Çünkü "evlâd; çocuklar" kelimesi "tevellüd"den gelmektedir Şu kadar var ki, çocuklar ölene yakınlıklarına göre miras alırlar. Yüce Allah da: "Ey Âdemoğulları" (el-Arâf, 7/26) diye buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberde: "Ben Âdemoğullarının efendisiyim" Müslim, Fedâil 3; Ebû Dâvûd, Sünne 13; İbn Mâce, Zühd 37; Müsned, I, 5. diye buyurduğu gibi: "Ey İsmailoğulları! Ok atışı yapınız. Çünkü sizin atanız atıcı idi" Buhârî, Cihad 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4- İbn Mâce Cihad 19; Müsned, I, 364, IV, 50. diye buyurmuştur Şu kadar var ki bu kelime mutlak olarak kullanıldığında örfen çoğunlukla hakikat üzere yakın ve a'yân çocuklar A'yân çocuklar (Benu'l-a'yân.); Ana-baba bir erkek ve kız kardeşler. (Ö. M. Bilmen, Hukuk-İslâmiyye, İstanbul 1969, V, 209). hakkında kullanılır. Şayet sulbünden gelen çocuklar arasında erkek çocuk varsa, artık çocuğun çocuğunun alacak birşeyi olmaz. İşte bu da ilim ehlinin icma ile kabul ettiği hususlardan birisidir. Şayet sulbünden gelen çocuklar arasında erkek çocuğu bulunmayıp torunları arasında erkek varsa, önce sülb'den gelen kızlardan başlanarak onlara üçte ikiye kadar verilir. Bundan sonra geriye kalan üçtebir yakınlıkta eşit olmaları halinde, yahut erkek kendisinden daha yukarıda bulunan kızlardan aşağıda bulunuyor ise, torunlar arasında erkeğe iki, dişinin payı kadar miras paylaştırılır. Bu Mâlik'in, Şâfiînin ve Rey ashâbının görüşüdür. Ashâbdan, tabiînden ve onlardan sonra gelenler arasındaki İlim adamları da genel olarak bu görüştedir. Ancak, İbn Mes'ûd'un söylediği rivâyet edilen şu görüşü müstesnadır: Eğer erkek torun kız çocuğun karşısında bulunuyor ise, (kalan üçicbir) ona geri verilir. Şayet ondan daha aşağıda bulunuyor ise, kalan kız çocuğa geri verilmez. O bu görüşünü belirtirken yüce Allah'ın: "Eğer kadınlar ikiden fazla ise, mirasın üçte ikisi onlarındır" âyetine riâyet eder ve kız çocuklara sayıları ne kadar çok olursa olsun üçte İkiden fazlasını vermez. Derim ki: İbnü'l-Arabî İbn Mes'ûd'dan bu tafsilâtı böylece zikretmiştir. Ancak İbnü'l-Münzir ile el-Bâcî'nin İbn Mes'ûd'tan naklettikleri şöyledir: Sülb'den olan kızlardan anan, oğlun oğullarına verilir. Fakat oğlun kız çocuklarına verilmez. İkisi de (İbnü'l-Münzir ve el-Bâcî de.) bunun dışında her hangi bir tafsilat zikretmezler. Ayrıca İbnü’l-Münzir bunu Ebû Sevr'den de nakletmektedir. Buna yakın bir görüşü Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) de nakletmiştir. Ebû Ömer der ki: Bu hususta İbn Mes'ûd muhalefet ederek der ki; Kız çocuklar üçte ikiyi tamamladıkları takdirde, geriye kalan yalnızca oğlun oğullarına verilir. Onların kızkardeşlerine birşey verilmeyeceği gîbib onlardan daha yukarıda bulunan oğlun kızlarına da, onlardan aşağıdakilere de birşey verilmez. Ebû Sevr ile Davud b. Ali (ez-Zâhirî) de bu kanaattedir. Buna benler bir görüş Alkame'den de rivâyet edilmiştir. Bu kanaate sahip olanların delili, İbn Abbâs'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği şu âyetidir: "Sız miras kalan malı, ferâiz sahipleri arasında Allah'ın Kitabına uygun olarak paylaştırınız. Ferâiz'den arta kalanı ise en yakın erkek kişiye veriniz"- Bunu Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz 2, 3: i; İbn Mâce, Feraiz 10; Dârimî, Ferâiz 28; Müsned, I, 325. Cumhûrun delillerinden birisi yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor. Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz)." Çünkü çocuğun çocuğu da çocuktur. Aklî düşünme ve kıyas bakımından da; malın genelinde kendi derecesinde bulunanı asabeleştiren herkesin, aynı şekilde malın arta kalan bölümünde de onu asabelik derecesine ulaştırması gerekir. Tıpkı sulben çocuklarda olduğu gibi- O halde bu yolla oğlun oğlunun, kız kardeşini mirasa ortak etmesi gerekir. Tıpkı sulb yoluyla'gelen oğlun kız kardeşini ortak etmesi gibi. Herhangi bir kimse Ebû Sevr ile Davud'un lehine: Oğlun kızı, tek başına üçte ikiden artandan herhangi bir miras alamamakta ve kardeşi de onu asabe kılamamaktadır diyecek olursa, cevabımız, şu olur: Böyle bir kız çocuğu eğer beraberinde kardeşi bulunacak olursa onunla güç kazanır ve onunla beraber asabe olur. Yüce Allah'ın: "Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor..." âyetinin zahirinden anlaşıldığı gibi, o da burada anılan çocuklardandır. 9- Kız Çocukların Mirastaki Payları: "Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır" âyetinde yüce Allah, tek bir kıza mirasın yarısını, ikiden fazfa olanlara da üçte ikisini vermiş bulunmaktadır. Ancak İki kız çocuğuna Kitab-ı Kerîm'inde nass ile belirttiği bir pay zikredilmemiştir. İlim adamları, iki kız çocuğuna üçte ikiyi vermenin delilinin ne olduğu hususunda bir takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir görüşe göre bu hususta delil İcmâ'dır. Ancak bu iddia merduttur. Çünkü İbni Abbas'tan sahih olarak nakledildiğine göre o iki kız çocuğuna mirasın yarısını vermiştir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer kadınlar ikiden fazla iseler mirasın üçte ikisi onlarındır." Bu da şart ve ceza cümlesidir. Der ki: Ben o bakımdan iki kız çocuğuna üçte iki kadarını vermem. Bir diğer görüşe göre iki kız çocuğuna mirasın üçte ikisi, iki kızkardeşe kıyasen verilmiştir. Çünkü yüce Allah sûrenin sonlarında şöyle buyurmaktadır: "Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bulunan bir erkek Ölürse bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır,.. Eğer kızkardeşler iki (veya daha fazla) ise erkek kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar," (en-Nisâ, 4/176) İşte burada üçte ikide ortak olmak noktasında iki kız çocuğu da iki kızkardeş gibi değerlendirilmiştir, Kızkardeşler de ikiden fazla oldukları takdirde üçte ikide ortak olmak bakımından kız çocuklar gibi değerlendirilmiştir. Ancak buna da şöyle bir itiraz varittir: Kızkardeşler hususunda nass bunu belirlemiştir. İcma da bu şekilde olmuştur. O bakımdan buna dayanarak o kız çocukların payı böylece kabul edilir. Bir diğer görüşe göre, âyet-i kerimede iki kız çocuğunun üçte ikiyi alacağına dair delil olacak bir yön vardır. Şöyle ki, erkek kardeşi ile birlikte bir kız çocuğu üçte bir aldığına göre; iki kız çocuğunun da üçte ikiyi alacaklarını öğrenmiş oluyoruz. Bu sözü söyleyen ve bunu delil diye gösterenler, İsmail el-Kadî ile Ebû'l Abbas el-Müberred'dir. en-Nehhâs ise der ki; Böyle bir delil getirme nazar ehlince (akli mantıki esaslara göre) yanlıştır Çünkü görüş ayrılığı iki kız çocuğu ile ilgilidir. Tek kız çocuğu hakkında değildir. Ona muhalif" olanlar ise şu cevabı verir: Ölen geriye iki kız çocuğu ile bir erkek çocuğu bırakacak olursa, kız çocukları yarısını abr (üçte ikisini almaz). O halde bu, onların farz hisselerinin bu kadar olduğunun delilidir. Bir diğer görüşe göre "fazla" anlamına gelen kelimesinin zaid olduğu söylenmiştir. Buna göre; eğer kadınlar iki kişi iseler, demek olur. Allah'ın: "Boyunların üstüne vurunuz." (el-Enfâl, 8/121) Yani (üstüne anlamına gelen kelime olan fevka kelimesi zaid olup") boyunlara vurunuz, demektir. Şu kadar var ki en-Nehhâs ile İbn Atiyye bu görüşü reddederek şöyle derler Bu açıklama yanlıştır. Çünkü zarfların da bütün İsimlerin de Arap dilinde bir mana ifade etmeksizin zaid olarak gelmeleri câiz değildir. İbn Atiyye der ki: Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Boyunların üstüne vurunuz" âyetindeki ifade fasih olan ifadedir. Ve burada "üstüne" anlamındaki kelime zaid gelmemiştir. Aksine manayı daha bir sağlamlaştırmakta, pekiştirmektedir. Çünkü boyuna indirilen bir darbenin beyinden aşağıda, eklem yerlerinde, kemiklerin üzerinde olması İcabeder. Nitekim Dureyd b. es-Simme de şöyle demiştir: Sen darbeni beyinden aşağıda ve kemiklerin üzerine indir. Ben kahramanların boyunlarını böylece vuruyordum. İki kız çocuğuna üçte ikinin verileceği hususundaki en güçlü delil, nüzul sebebinde rivâyet edilen sahih hadistir. Hicazlılarla Esedoğulları üçtebir, dörttebir... ondabire kadar: şeklinde söylerler. Temimoğulları ve Rabialılar ise, üçte bir derken lâm'ı sakin okurlar ve: Onda bir'e kadar böylece söylerler Üçe tamamlamayı ifade etmek üzere: Onları üçe tamamladım, dirhemleri üçe tamamladım, derler Ancak yüze ve bine tamamlamayı ifade etmek için de derler. 10- Ötenin Tek Bir Kız Bırakması Hali: Yüce Allah'ın: "Şayet kız, bir tek ise mirasın yarısı onundur" âyetinde geçen: kelimesini Nâfi’ ve Medineliler: şeklinde ve yi "oldu, idi" anlamında olmak üzere tam kabul ederek, merfu okumuşlardır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Kış oldu mu artık beni ısıtınız, Çünkü yaşlı bir kimseyi kış daha da yaşlandırır." Diğerleri ise bu kelimeyi nasb ile okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Bu okuyuş güzel bir okuyuştur. Eğer geriye bırakılan yahut kalan çocuk "bir tek İse" anlamına gelir. Nitekim: "Eğer kadınlar... İseler" âyetinde de böyle okunmuştur. Buna göre; sulbden gelen kız çocuklar ile birlikte oğlun kız çocukları varsa, sulbden gelen kızlar da iki ve daha fazla ise oğlun kız çocuklarını mirastan hacb ederek, farz hisse almalarını önlerler. Çünkü oğlun kız çocuklarının üçte ikilik miras hakları dışında farz hisse olarak miras almaları sözkonusu değildir. Şayet sulbden gelen kız çocuk bir tek ise, o takdirde oğlun kızı, yahut kızları sulbden gelen kız çocuklarla beraber üçteikiyi tamamlayacak şekilde miras alırlar. Çünkü bu, iki ve daha fazla sayıdaki kız çocuğun miras olarak aldıkları farz hisseleridir. Oğlun kızları da, -yoklukları halinde- öz kızların yerini tutarlar. Aynı şekilde oğlun oğulları da hacb ve miras hususlarında bizzat öz oğulların yerini tutarlar. Bu şekilde kız çocukları arasında altıda bir hakeden kimse olmadığı takdirde bu pay, oğlun kızın? ait olur. Oğlun kızı, müteveffanın anne-baba bir kız kardeşinden altıdabiri almaya daha lâyıktır. Ashâb ve tabiinden rukahânın Cumhûru bu görüştedir. Ancak Ebû Mûsâ ile Süleyman b. Ebi Rebîa'dan rivâyet edildiğine göre kız çocuğu mirasın yarısını alırken, geri kalan yarısını da kız kardeş alır. Oğlun kızının ise bunda bir hakkı yoktur. Ebû Mûsa'dan ise onun bu görüşünden dönmüş olduğunu gerektiren sahih rivâyet gelmiştir. Bunu da Bulları rivâyet etmektedir: Bize Âdem anlattı, bize Şu'be anlattı, bize Ebû Kays anlatarak dedi ki: Ben Huzeyl b. Şerahbîl’i şöyle derken dinledim: Ebû Mûsa'ya bir kız çocuk, oğlun krzı ve kız kardeşin (miras payları) hakkında soru soruldu. O da şöyle dedi: Kız çocuğuna yarısı, diğer kız çocuğuna da yarısı verilir. Bununla birlikte İbn Mes'ûd'a git, o da bana tabi olacaktır. İbnMes'ûd'a sorulup ona Ebû Mûsa'nın söylediği haber verilince; şöyle dedi: Yemin olsun o vakit ben sapıtmış olurum, hidâyet bulmuş olanlardan olmam. Ben böyle bir mesele hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hüküm verdiği şekilde hükmümü vereyim: Kız çocuğa yarısı, oğlun kızına üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda biri verilir Geri kalan ise kız kardeşe aittir. Bunun üzerine biz de Ebû Mûsa'ya gittik. Ona İbn Mes'ûd'un söylediğini haber verince şöyle dedi: Şu büyük bilgin aranızda bulunduğu sürece bana birşey sormayınız. Buhârî Ferâiz 8; Ebû Dâvûd, Ferâiz 4; Tirmizî, Ferâiz 4; İbn Mâce, Ferâiz 2; Dârimî, Feraiz 1, Müsned, I, 464- Dârakutnî, IV, 79. 80 Şayet oğlun kızı veya kızları ile birlikte o kızın derecesinde yahut ondan daha aşağıda ve onu asabe yapan bir oğul bulunuyor ise, geriye kalan -az önce geçtiği üzere İbn Mes'ûd'un görüşüne hilafen- yarım, ikisi arasında erkeğe iki dişinin hakkı olmak üzere pay edilir. Miktarı ne olursa olsun. Şu kadar var ki, sulbden gelen kız çocuklarının yahut sulbden gelen kız ve oğlun kız çocuklarının üçteikiyi tamamlamaları halinde bu böyledir. Anne-baba bir kız kardeş ile baba bir kız kardeş ve erkek kardeşler hakkında da şöyle denilir: Anne-baba bir kızkardeşe yarısı, geri kalan ise baba bir erkek ve kızkardeşlere verilir. Kızkardeşlere altıdabirden fazla pay isabet etmediği sürece bu böyledir. Şayet altıdabirden fazlası onlara isabet edetek olursa, üçte ikiyi tamamlamak üzere onlara altıda bir verilir ve bundan fazlası onlara verilmez. Ebû Sevr de bu görüştedir. 11- Ölümü Esnasında Hanımı Hâmile Bulunan Kimsenin Mirası: Erkek ölüp de geriye hamile bir hanım terk edecek olursa, doğanın erkek mi, kız mı olduğu ortaya çıkıncaya kadar malı bekletilir. İlim ehli icmâ' ile şunu kabul etmişlerdir: Erkek ölüp de hanımını hamile bırakacak olur ise, karnındaki çocuk miras alır. Canlı olarak doğup, doğum esnasında ağlayacak, olursa, bu sefer ondan da miras alınır. Yine ilim adamları hep birlikte derler ki: Eğer ölü doğacak olursa miras almaz. Şayet canlı doğmakla birlikte, ağlamayacak olursa, bir kesimmirastahakkı olmadiğını söylerler. İsterse kıpırdasın yahut aksırmış olsun. Ağlamadıkça mirasta hakkı yoktur. Bu, Mâlik, Kasım b. Muhammed, İbn Sirîn, eş-Şâ'bî, ez-Zührî ve Katade'nin görüşüdür, Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Hareket etmek, feryad etmek, süt emmek, nefes atmak suretiyle doğanın hayatta olduğu anlaşılacak olursa, o da hayatta olanların hükümlerine tabi olur. Bu da Şâfiî, Süfyân es-Sevrî ve el-Evzaî'nin görüşüdür. İbnü'l-Münzir der ki: ŞâTıînin görüşünün kıyasen kabul edilebilme ihtimali vardır. Şu kadar var ki varid olmuş haber buna engeldir. Bu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Doğan herbir çocuğu mutlaka şeytan dürter. O da şeytanın bu dürtmesi dolayısıyla ağlayarak dünyaya gelir. Bundan tek istisna Meryem'in oğlu ve onun annesidir." Müslim, Fedâil 146; Müsned, II, 233. İşte bu, konu ile İlgili varid olmuş bir haberdir. Böyle bir haber hakkında ise nesh sözkonusu olamaz. Yüce Allah'ın: "Çocuklarınız hakkında" âyeti, hunsâyı da kapsamına alır. Hunsâ ise iki ferci bulunandır. İlim adamları icma ile onun mirasının küçük abdestini bozduğu yere göre verileceğini kabul ederler. Eğer küçük abdestini erkeklerin yaptığı yerden yapıyor ise, erkek mirası alır. Şayet kadının yaptığı yerden yapıyor ise kadın mirası alır. İbnü'l-Münzir der ki; Ben bu hususta Mâlik'ten gelmiş herhangi bir rivâyet bellemiş değilim. Hatta İbnü’l-Kasım, Mâlik'e ona dair soru sormaktan çekindiğini de zikretmektedir. Şayet her İki yerden de küçük abdestini yapıyor ise, o takdirde sidiğin öncelikle çıktığı yer muteberdir. Bu da Saki b. el-Müseyyeb, Ahmed ve İshak’ın görüşüdür, Bu aynı zamanda rey ashâbından da nakledilmiştir. Katade Said b. el-Müseyyeb'den huasâ hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Küçük abdeslini bozduğu yere göre ona miras verilir. Eğer her ikisinden de abdestîni bozuyorsa öncelikle hangisinden bozduğuna bakılır. Heriki yerden de aynı anda abdest bozuyorsa yarım erkek ve yarım kadın (hissesi verilir). Yakub, (Ebû Yûsuf) ile Muhammed der ki: Hangilerinden daha fazla çıkıyor ise ona göre mirasını alır. Bu görüş el-Evzâf den de nakledilmiştir. en-Numan b. Sabit (Ebû Hanîfe) de der ki: Şayet bir arada her İkisinden de çıkıyorsa o müşkildir. Ben hangi tarai'tan daha çok çıktığına da bakmam. Ondan gelen başka rivâyete göre; bu şekilde olduğu takdirde onun hakkında bir görüş belirtmekten kaçınmıştır. Yine ondan şöyle dediği de nakledilmiştir: Eğer müşkil olursa, ona iki paydan daha aşağısı hangisi ise o verilir. Yahya b. Âdem ise der ki; Erkeğin bozduğu yerden abdestini bozuyor, bununla birlikte kadın gibi ay hali oluyor ise, abdestini bozduğu yere göre miras alır. Çünkü konu ile ilgili gelen haberde; küçük abdestini bozduğu yere göre ona miras verilir, denilmektedir, Şâfiî'nin görüşüne göre ise: Her iki yerden de abdestini bozuyor, onlardan biri ötekinden önce olmuyorsa, o takdirde bu hunsâ, müşkildir. Ona kız çocuk mirası verilir. Geri kalan miktar ise durumu açıkça ortaya çıkıncaya, yahut mirasçılar kendi aralarında sulh yaparak anlaşıncaya kadar kendisi ile sair mirasçılar arasında pay edilmek üzere bekletilir. Ebû Sevr de bu görüştedir. en-Nehaî der ki: Ona erkek mirasının yarısı ile, kız çocuk mirasının yarısı verilir el-Evzaî de bu görüştedir. Mâlik'in görüşü de budur. İbn Şaş da "el-Cevahirü's-Sernine Alâ Mezhebi Mâlikin Âl-imi'l-Medine" adlı eserinde şunları söylemektedir: Eğer hunsânın biri erkek diğeri, dişi olmak üzere iki ferci var ise, hangisinden küçük abdesti bozduğuna bakılır ve abdestini bozduğu yere göre hükmünü alır. Her ikisinden de abdestini bozuyor ise hangisinden daha çok yaparsa o muteberdir. Şayet durum eşit olursa, öncelik nazarı itibara alınır. Her ikisinden de beraber yapıyorsa, bu takdirde sakalda tüy bitimi ile memelerin büyüklüğü, bu memelerinin kadınların memelerine benzemesine itibar edilir. Her iki durum bir arada görülecek olursa, o takdirde bulûğ halindeki durumu muteberdir. Şayet ay hali olursa ona göre hüküm verilir. Şayet yalnızca ihtilam olursa yine ona göre hüküm verilir. Eğer her İkisi bir arada bulunursa, o takdirde bu hunsâ, müşkildir. Şayet ne erkeklere has, ne de kadınlara has olan ferc'den birisi yoksa, bunun yerine sadece küçük abdestim yaptığı bir yer varsa bulûğu beklenir. Eğer ayırdedicî bir alâmet ortaya çıkarsa, o nazarı itibara alınır, aksi takdirde bu hunsâ müşkildîr. Artık müşkil olduğu hükmünü verdiğimiz takdirde ise, alacağı miras, erkek ve kız miraslarından yarımşar yarımşardır. Derim ki: Sözünü ettikleri bu alâmetler müşkil hunsâ hakkındadır. Biz el-Bakara Sûresi'nde (2/35- âyet, 4. başlıkta) bu konuda bir alâmete, bu sûrenin başlığında da bir takım alâmetlere işaret ettik. Bu alâmetler onu bu iki türden birisine katar. Bu da kaburga kemiklerinin nazarı itibara alınmasıdır. Bu konudaki açıklama, Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilmiştir ve o buna göre hüküm vermiştir. Faziletli âlimlerden birisi, hunsânın hükmünü pek çok beyitlerde şiir halinde açıklamış bulunmaktadır. Bunların ilki şöyledir: "O hallerine göre nazarı itibara alınır; Meme, sakal ve küçük abdestini bozma yeri" Yine bu şiirinde şair (devamla) der ki: "Eğer bütün halleri birbirine eşit olur da, Açıkça anlaşılmaz ve belirtileri, içerisinden çıkılamayacak hal alırsa, Onun yakın akrabasının mirasından alacağı pay, Payın sekizde altısıdır Müşkil olması sebebiyle hakkettiği işte budur; Onun bu payında bir eksilme vardır. Gerçekten böyle birisinin nikâhlanmamak, Dünyada yaşadıkça ve ona başkasını nikâhlamamak gerekir. Çünkü o katıksız bir aile halkı (dişi) değildir Ve artık o erkekler arasında (dişi) sayılmamaktadır Benim bu şiirde sözünü ettiğim her hususu İlim ehlinin ileri gelenleri söylemiştir. Bazıları onun hakkında söz söylemek istememiştir, Bunlara da bundan dolayı kınama meyli olmaz. Çünkü o söz konusu edilirken, açıkça Aşırı bir çirkinlik sözkonusudur ve besbellidir bu. İşte onun bu gizli durumu hakkında geçmiş olan İmâmı Murtaza Ali'nin hükmü şudur: Eğer ki, kaburga kemikleri eksik ise Artık onun erkeklere katılması gerekir Mirasta, nikâhta ve ihramda Hacda, namazda ve (sair) hükümlerde Eğer erkeklerden fazla bir kaburga kemiği varsa O takdirde o, kadınlar arasında sayılır Çünkü kadınların fazladan bir kaburga kemikleri vardır Erkeklere göre bu faydalı bilgiyi ganimet belle Çünkü daha önceden beri Âdem'den bu kemik eksilmişti Havva'nın yaratılması için ve bu söz, bir haktır Çünkü Peygamberin söylediğinden de buna dair Bir delil vardır; selâm olsun Rabbimizden ona. Ebû'l-Velid b. Rüşd de der ki; Hunsâyı müşkil, koca da olmaz, hanım da olmaz, baba da olmaz, anne de olmaz. Şöyle de denilmiştir: Sırtından ve karnından çocuk doğuranlar da görülmüştür. İbn Rüşd der ki: Eğer bu sahih ise, o takdirde sulbünden olan oğlundan tam bir baba mirası alır. Karnından olan oğlundan ise tam bir anne mirası alır. Ancak bu oldukça uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Dârakutnî'nin Sünen'inde Ebû Hâninin, Ömer b. Beşir'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Âmir eş-Şa'bi’ye erkek de olmayan dişi de olmayan, erkeğin de, dişinin de organına sahip bulunmayan, göbeğinin altından küçük ve büyük abdeste benzer birşeyler çıkartan yeni doğmuş bir çocuk hakkında sorulmuş. Âmir'e böylesinin mirası hakkında soru sorulunca Amir şu cevabı vermiş: (Ona) erkeğin payının yarısı ile dişinin payının yarısı verilir. Dârakutnî, IV, 81; Dârimî, Ferâiz 25. Yüce Allah'ın: "Anne ve babanın her birine mirasın altıda biri (verilir)" âyetinde yer alan anne-babadan kasıt, ölenin anne-babasıdır. Bu ise ay rica zikredilmeksizin kinaye (zamirin zikredilmesi) yoluyla bilinir İfadenin buna delâleti dolayısıyla bu kinaye (yani hazf) câiz görülmüştür. Yüce Allah'ın: "Nihayet o, (güneş) perdenin arkasına gizlendi." (Sâd, 38/32); "Muhakkak Biz onu Kadir gecesinde indirdik." (el-Kadr, 97/1) Altıdabir" kelimesi de mübtedâ olmak üzere merfû'dur. Ondan önceki ise onun haberidir. Aynı şekilde "Üçte bir, altıdabir" ile: "Bıraktığının yarısı" da böyledir. "Dörttebir sizindir" âyeti de böyledir. Dörttebiri onlarındır” âyeti de; Sekizde biri onlarındır" âyeti de böyle olduğu gibi; Anne ve babanın herbirine mirasın altıda biri (verilir)” âyeti de böyledir. "el-Ebevân (ebeveyn, anne ile baba)" kelimesi baba anlamına gelen: ile anne anlamına gelen: tesniyesi (ikili) dir. Ancak Arapçada "el-um: anne" lâfzı kullanıldığından baba anlamına gelen "eb" kelimesinin müennesi anne hakkında kullanılmamıştır. Bununla birlikte Araplar arasında birbirinden farklı iki şeyi birbirine uyan iki şeymiş gibi kullanarak, onlardan birisini ötekine ya söylenişi daha hafif, yahut da şöhreti dolayısıyla tağlib edenler vardır. Bu da buna elverişli birtakım İsimlerde semaî olarak gelmiştir. Anne ve babaya: "Ebevân," güneş ile ay'a; "el-Kameran," gece ile gündüze; "el-melevân" demeleri bu kabildendir. Aynı şekilde Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-i Ömer'e; "el-Umerarv' demeleri de böyledir. Müzekkerliğin hafifliği dolayısıyla (ay anlamına gelen) el-Kamer'i, güneş anlamına gelen (eş-Şems)e tağlib ederek (el-Kamerân) demişlerdir. Aynı şekilde Hazret-i Ömer'in halifelik dönemi daha uzun ve daha ünlü olduğundan dolayı Hazret-i Ömer'in ismini Hazret-i Ebû Bekir adına tağlîb ederek (el-Umerân) demişlerdir, Arapların el-Umerân tabiri ile Ömer b. el-Hattâb ile Ömer b. Abdulaziz’i kastettiklerini ileri sürenin sözüne itibar edilmez. Çünkü Araplar bu kelimeyi Ömer b. Abdulaziz'i görmeden önce kullanmaya başladılar. Bu açıklamayı İbnü'ş-Şecerî yapmıştır. "Çocuklarınız" âyetinin kapsamına aşağı doğru ne kadar İnilirse bütün çocuklar girdiği şekilde; "babalarınız" âyetinin kapsamına yukarı doğru ne kadar çıkılırsa çıkılsın bütün babalar girmez, Çünkü yüce Allah'ın: "Anne-babanın herbirine" âyeti tesniye bir lâfızdır- Genel olma ihtimali de yoktur, çoğul olma ihtimali de yoktur. Halbuki "çocuklarınız" âyeti böyle değildir. Bu görüşün sıhhatine delil ise, yüce Allah'ın şu âyetidir: "Çocuğu olmayıp da anne ve babası kendisine mirasçı olana gelince, üçte biri annesinindir." Yukarı anne ninedir. Ona ise farz hisse olarak üçtebirin verilmeyeceği icma' ile sabittir. O halde ninenin bu lâfzın dışında kaldığı kesindir Bunun dedeyi kapsadığı ise ihtilaflı bir husustur. Dedenin, baba olduğunu söyleyip onun sebebiyle çocukları hacb edenlerden birisi de Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dır. Hayatta olduğu sürece bu hususta ashâb-ı kiramdan ona kimse muhalefet etmemiştir. Ancak onun vefatından, sonra bu hususta anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Dedenin baba olduğunu söyleyenler arasında, İbn Abbâs, Abdullah b. ez-Zübeyr, Âişe, Muâz b. Cebel, Ubeyy b. Kâdb, Ebû'd-Derdâ ve Ebû Hüreyre de vardır. Bunların hepsi de baba bulunmadığı takdirde dedeyi tıpkı baba gibi kabul ederler ve onun vasıtasıyla bütün kardeşleri hacb ederek, dedenin varlığı ile birlikte kardeşler hiç miras almazlar. Bu görüşü aynı zamanda Atâ, Tâvüs, el-Hasen ve Katâde de kabul etmiştir. Ebû Hanîfe, Ebû Sevr ve İshak da bu kanaattedir. Bu konuda onların lehine olan delil ise, yüce Allah'ın: "Babanız İbrahim'in dînine"(el-Hacc, 22/28) âyeti İle: "Ey Âdemoğulları" (el-A'raf, 7/26) âyeti ve Hazret-i Peygamberin: "Ey İsmail oğulları ok atınız, çünkü sizin babanız atıcı idi" âyetidir. Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd ve İbn Mes'ûd ise, kardeşlerle birlikte dedeye de miras verileceği kanaatindedirler. Anne-baba bir kardeşler, yahut baba bir kardeşlerle birlikte olduğu takdirde de payı -farz sahibi ile birlikte olması hali müstesna- üçtebirden aşağı olmaz. Farz sahibleri ile birlikte olduğu takdirde Zeyd'in görüşüne göre de payı altıda birden aşağı olmaz. Aynı zamanda bu, Mâlik, Evzaî, Ebû Yûsuf, Muhammed ve Şâfıînın de görüşüdür. Hazret-i Ali ise, kardeşler ile birlikte olması halinde dedeyi altıda bire kadar kardeşlerle birlikte (mirasa) ortak yapar ve ister farz sahipleriyle birlikte olsun, ister başkaları ile beraber bulunsun ona altıda birden aşağı pay vermezdi. Bu, İbn Ebi Leylâ ile bir kesimin de görüşüdür. İlim adamları icmâ ile şunu kabul ederler: Dede, baba ile birlikle miras alamaz. Oğul babasını hacb eder. Onların dedeyi hacb ve miras hususunda baba seviyesinde değerlendirmeleri, ölen kişi geriye bütün konumlarda ondan daha yakın bir baba terketmediği halde sozkonusudur. Cumhûrun kanaatine göre dede, kardeş çocuklarını mirastan düşürür. Ancak Şa'bî'den, onun Ali'den yaptığı rivâyet bundan müstesnadır. O, paylaştırma hususunda kardeş çocuklarını tıpkı kardeş gibi değerlendirmiştir. Cumhûrun görüşünün delili şudur: Buradaki kardeş erkek olarak kız kardeşini asabe yoluyla mirasçı kılmaz. O bakımdan tıpkı amca ve amcanın oğlu gibi dede ile mirası paylaşmaz. en-Nehaî ise der ki: İslâm'da kendisine miras verilen ilk dede, Ömer el-Hattab (radıyallahü anh)'dır. Ömer'in oğlu Âsım'ın bir oğlu öldü. Geriye iki kardeş bıraktı. Ömer onun malının tamamını almak istedi. Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd'e bu hususta danışınca, onlar kendisine bir misal vermeleri üzerine şöyle dedi: Eğer ikiniz de aynı görüşte birleşmcmiş olsaydınız, ben kendi görüşüme göre onu oğlum gibi değerlendirmez, kendimi de onun babası gibi değerlendirmezdim. Dârakutnî'nin Zeyd b. Sâbit'ten rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb bir gün yanına girmek üzere izin istedi. O da Hazret-i Ömer'e izin verdi. Bu sırada cariyenin biri onu taramakta idi. Zeyd başını çekince Hazret-i Ömer ona: Bırak seni tarasın, dedi. Zeyd: Ey mü'mînlerin emiri, bana haber göndermiş olsaydın ben senin yanına gelirdim, deyince Hazret-i Ömer şöyle dedi: Hayır, ihtiyaç benimdir, ben sana dede hususunu tetkik etmen için gelmiş bulunuyorum, Zeyd: Allah'a yemin ederim ki? senin bu hususta söylediğin doğru değildir. Bunun üzerine Ömer dedi ki: Benim bu söylediğim vahiy değildir ki (farklı bir şey söylemekle) ona bir şeyler eklemiş yahut eksiltmiş olalım. Bu konuda da senin söyleyeceğin sana ait bir görüş olacaktır. Eğer senin görüşünün bana uygun düştüğünü görürsem ona uyarım. Aksi takdirde bu hususta senin aleyhine bir şey olmaz. Zeyd yine kanaat belirtmeyi kabul etmedi- Ömer kızgın bir şekilde çıkıp dedi ki: Ben senin yanına benim ihtiyacımı karşılarsın zannıyla gelmiştim. Daha sonra yine daha önceki geliş saatinde geldi. Kanaatini açıklaması için ısrar etti. Nihayet Zeyd dedi ki: Bu hususta kanaatimi yazacağım. Zeyd, bu kanaatini bir bağırsak parçası üzerine yazdı ve ona bir misal verdi. Ona verdiği misal, tek bir gövde üzerinde biten bir ağacın misali idi. Bu ağaçtan önce bir dal çıkar, sonra bu daldan bir başka dal daha çıkar. Dala suyu ulaştıran gövdedir. Eğer sen ilk dalı kesecek olursan su öbür dala kadar ulaşır. İkinci dalı da kesersen bu sefer su ilkine ulaşır. Hazret-i Ömer bu örneğin yazılı olduğu parçayı alarak insanlara bir hutbe irad etti. Daha sonra bu bağırsak parçası üzerindeki örneği onlara okuyup dedi ki: Gerçekten Zeyd b. Sabit dede hakkında bir söz söyledi ben onu uygulamaya koydum. (Zeyd) dedi ki: Ömer bu şekilde ilk dede idi. O, oğlunun oğluna ait mirasın tamamını diğer kardeşlerine (Ölenin kardeşlerine) bir şey vermeksizin almak İstemişti. Bundan sonra Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) o malı paylaştırdı. Dârakutnî, IV, 93-54. Ölenin annesi yoksa ninenin altıda bir alacağı hususunda ilim ehlinin icmâ'ı vardır. Annenin kendi annesini de baba annesini de hacbedeceği üzerinde de icma etmişlerdir. Ancak babanın anneanneyi hacb edemeyeceği üzerinde de icmâ’ vardır. Şu kadar var ki oğlu hayatta iken ninenin miras alması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir grup, oğlu hayatta olduğu takdirde nine miras almaz, demektedir. Bu, Zeyd b. Sabit, Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir. Mâlik, es-Sevrî, el-Evzaî, Ebû Sevr ve rey ashâbı da bu görüştedir. Bir diğer kesim ise, ninenin oğlu ile birlikte miras alacağını söyler. Bu görüş de Hazret-i Ömer, İbn Mes'ûd, Osman, Ali, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivâyet edilmiştir. Şüreyh, Câbir b. Zeyd, Ubeydullah b. el-Hasan, Şureyk, Ahmed, İshak ve İbnü'l-Münzir de bu görüştedir. Ayrıca İbnü’l-Münzir de der ki: Nasılki dedeyi babadan başka kimse hacb edemiyor ise, nineyi de anneden başka bir kimse hacb edemez. Tirmizî'nin rivâyetine göre Abdullah, oğlu hayatta bulunan nine hakkında şöyle demiştir: "Ob oğlu hayatta iken oğlu ile birlikte olduğu halde Resûlüllah'ın kendisine altıda bir yedirdiği ilk ninedir." Tirmizî, Ferâiz 11. Tirmizî, hadisin sonunda şu kaydı düşmektedir. "Bu, ancak bu yolla merfû' olarak bildiğimiz bir hadistir. Nineyi oğlu ile birlikte Peygamber ashâbından bazıları misarçı kabul ederken; bazıları mirasçı kabul etmemiştir." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır 15- Miras Alan Nineler ve Konu ile İlgili Görüş Ayrılıkları: İlim adamları ninelerin miras almaları hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik der ki: Miras alan ancak iki nine vardır. Bunlar annenin annesi, baba anne ile her iki tarafın anneleridir, Ebû Sevr de Şâfiî'den böylece rivâyette bulunduğu gibi, tabiînden bir grup da bu görüştedir. Şayet bu iki nineden birisi tek başına bulunuyor ise, altıda bir alır. İki nine bir arada bulunur da yakınlıkları eşit olursa, altıda biri aralarında paylaşırlar. Aynı şekilde ikiden çok olur ve yakınlıkta biri birlerine eşit olmaları halinde de durum böyledir. Bütün bunlar üzerinde icmâ' vardır Eğer anne tarafından olan nine yakın olursa, yalnız başına o altıda biri alır. Şayet baba tarafından olan nine yakın olursa, uzak olsa dahi, anne tarafından olan nine ile altıda bir aralarında pay edilir. Anne tarafından da yalnızca tek bir nine miras alır. Annenin babasının annesi olan nine, hiçbir halde miras alamaz. Zeyd b. Sabit'in kabul ettiği görüş budur. Bu hususta gelen en sağlam rivâyet de budur. Mâlik'in ve Medinelilerin görüşü de böyledir. Bir diğer görüşe göre nineler, anne durumundadır. Birarada bulundukları takdirde altıda bir onlar arasından en yakın olanlarına verilir. Nitekim babalar da bir arada bulundukları takdirde, onların en yakınları mirasa hak kazanır. Erkek çocuklar da erkek kardeşler de erkek kardeşlerin oğulları, amca çocukları da birarada bulundukları takdirde onların en yakın olanları mirasa hak kazandığı gibi, annelerde de durum böyledir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu daha sahihtir ve ben de bu görüşü kabul ediyorum. Evzaî üç nineye miras veriyordu. Bunların birisi, anne tarafından nine, diğer İkisi de baba tarafından ninedir. Bu aynı zamanda Ahmed b. Hanbel'in de görüşüdür. Bunu Dârakutnî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. Dârakutnî, IV, 91. Zeyd b. Sabit'den ise bunun aksi rivâyet edilmiştir. O üç nineye miras veriyordu. Bunların ikisi anne tarafından, birisi ise baba tarafından nine idi. Dârakutnî, IV, 92. Ali (radıyallahü anh) ın görüsü de Zeyd'in bu görüşü gibidir. Altıda biri nineleri ister anne tarafından, ister baba tarafından olsun daha yakın olanlarına verirlerdi. Onların yakınlık derecesinde olmayanlarını da altıda birde kendilerine ortak etmezlerdi. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve Ebû Sevr de bu görüştedirler. Abdullah b. Mes'ûd ile İbn Abbâs ise, dört nineye de miras veriyorlardı. Aynı zamanda bu Hasan-ı Basrî, Muhammed b. Sirîn ve Cabir b. Zeyd'in de görüşüdür. İbnü’l-Münzîr der ki; Nesebi müteveffaya ulaşan her bir nine, eğer neseb esnasında iki anne arasına bir baba giriyor ise, o nine miras alamaz. Bu kendisinden ilim bellenen her ilim adamının görüşüne göre böyledir. "(Ölenin) çocuğu varsa anne ve babanın her birine mirasın altıda biri (verilir)" âyetinde yüce Allah, çocuğunun bulunması halinde ebeveynin her birisine altıda biri farz hisse olarak tayin etmiş ve çocuğu müphem bırakmıştır. O bakımdan bu hususta erkek ile dişi arasında bir fark yoktur. Buna göre bir kimse ölüp de geriye bir oğul ve anne-babasını bırakacak olursa, anne-babanın her birisi aluda birini alır, geri kalan ise oğlundur. Geriye bir kız çocuğu ile anne-baba bırakacak olursa, kız çocuk yarısını alır, anne-babanın her birisi altıda bir alır. Geriye kalan en yakın asabe olan babaya verilir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Farz hisselerden geri kalan en yakın erkek mirasçıya aittir." Hadis 8. başlığın sonlarında geçmişti. Kaynakları için oraya bakınız. Böylelikle baba iki yönüyle bir arada hak almaktadır. Birincisi asabe olarak, diğeri de farz hisse olarak. "Çocuğu olmayıp da anne ve babası kendisine mirasçı olana gelince; üçte biri annesinindir" âyetinde şanı yüce Rabbimiz şunu bildirmektedir: Eğer anne ve baba çocuklarına mirasçı oluyorlarsa, anne mirasın üçte birini alır. "Anne ve babası kendisine mirasçı oluyorsa" âyeti ile üçte birin anneye ait olduğunu bildirmesi, geriye kalan üçte ikinin babaya ait olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da iki kişiye: Bu mal aranızda paylaştırılacaktır dedikten sonra, onlardan birisine: Ey filan, bunun üçte biri senindir, demeye benzer. Böylelikle diğerine o maldan ait olan miktarın üçte iki olduğunu açık ifade ile (nass ile) ifade etmiş oluruz- Çünkü yüce Allah'ın: "Anne ve babası kendisine mirasçı olana" âyetindeki ifadenin kuvveti, her ikisinin de çocuk olsun, başkası olsun bütün pay salnplerinden ayrı olduğunu göstermektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur Derim ki: Buna göre üçte İki, babaya ait miktarı tesbit edilmiş farz bir hisse olur Asabe yoluyla alınmış miktar onun kapsamında yoktur. İbnü’l-Arabî'nin naklettiğine göre ise, babaya çocuğun olmaması halinde fazladan bir üçtebir pay verilmesinin manası (hikmeti), erkek olması, yardımcı olması, geçimi kendisinin sağlamakla yükümlü olmasıdır. Anne ise sadece akrabalığı dolayısıyla asıl payı üzere kalır. Derim ki: Ancak bu, reddedilen bir görüştür. Çünkü bu, çocuğun hayatta bulunması halinde de sözkonusudur. Neden altıda birden mahrum edilmektedir? Ancak zahir olan şu ki, çocuk hayatta, olduğu takdirde akıda birden mahrum edilmesi, küçük çocuğa şefkat ve onun malını korumak maksadına matufdur. Zira bu şekilde çocuğun malından bir miktarın çıkartılması (ve ölenin babasına verilmesi), çocuğa karşı bir çeşit haksızlık olabilin Yahut da bu emir, taabbudî bir emirdir (sebebini kavramamız mümkün değildir. Bize itaat düşer). Bu konuda söylenen en uygun görüş budur, Başarıya ileten Allah'tır. 17- Anne-Babanın Mirastan Pay Oranları İkili, Birlidir: Eğer yüce Allah'ın: "Anne ve babası kendisine mirasçı oluyorsa" âyetinde fazladan "vav" harfinin gelmesinin faydası nedir? Halbuki ifadenin zahirine göre bu harf eklenmeksizin: Eğer onun çocuğu olmayıp anne-babası ona mirasçı ise, denilmeliydi. Böyle soran birisine cevabımız şudur: Bu harfin getirilmesi ile bu hususun karar kılmış ve sabit bir durum olduğu haber verilmek istenmiştir. Böylelikle bu hususun sabit olup karar kıldığını bildirmektedir. Bu da; tek başlarına kalmaları halinde anne-babanın durumunun çocukların durumu gibi olduğunu ortaya koymaktadır. Yani onların paylarının nisbeti de erkeğe, iki dişinin payı nisbetindedir. Böylelikle baba, birisi farz hissesi, diğeri ise asabe hissesi olmak üzere iki türlü payı bir arada alır. Çünkü o da tıpkı çocuk gibi kardeşleri hacb eder. Bu da hükümde bir adalettir, hikmeti zahir olan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Üçte biri annesinindir" âyetini Kûfeliler: şeklinde hemzeyi esreli olarak okumuşlardır. Bu da Sîbeveyh'in naklettiği bir söyleyiştir el-Kisai der ki: Bu, Hevâzîn ile Huzeylilerden çoğunun söyleyişidir. Çünkü "lâm" harfi esreli olup, bir başka harfe bitişik olduğundan, esreden sonra o bitişik harfi (burada hemze'yi) ötreli okumak istemediklerinden, o harfin ötresini esreye değiştirir. Zira Arap dilinde vezninde bir isim yoktur. Buradaki hemzeyi ötreli okuyanlar ise asla uygun olarak okumuşlardır. Diğer taraftan "lâm" harfi ayrılabilmektedir. Zira bu harf, başına gelmektedir. Bütün bu açıklamaları en-Nehhâs yapmıştır. 19- Kardeşlerle Birlikte Annenin Mirası: "Şayet (Ölenin) kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir." âyetinde görüldüğü gibi, kardeşler annenin payını üçtebirden altıdabire hacb etmektedirler. Bu da "hacb-ı noksan" (eksiltme hacb'ı) diye bilinir. Kardeşlerin anne-baba bir, baba bir yahut anne bir olmaları arasında bir fark yoktur. Bununla birlikte kardeşlerin bir payları da yoktur. İbni Abbas’tan onun zaman zaman şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kardeşlerin anneden hacb ettikleri altıdabir kardeşlere aittir. Yine ondan diğerlerinin görüşü gibi bu payın babaya ait olacağı da rivâyet edilmiştir. Katade der ki: Bu payı kardeşler değil de babanın alış sebebi, babanın kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılayıp onların nikâhlarının velisi olması ve onlara nafakalarım harcaması dolayisıyladır. İlim ehli icma ile şunu belirtirler: İki ve daha yukarı kardeşler ister erkek, ister kız olsunlar, ister anne-baba bir, ister baba bir, isterse de annebir olsunlar, annenin üçtebir olan payını hacb ederek altıdabire indirirler. Bundan tek istisna İbn Abbâs'tan gelen şu rivâyettir: Buna göre iki kardeş, tek bir kardeş hükmündedir. Annenin üçtebir payını üç kardeşten daha aşağısı hacb edip indirmez. Bazı kimseler ise, kız kardeşlerin annenin payını üçtebirden altıdabire hacb etmiyeceği kanaatindedirler Çünkü yüce Allah'ın hitabı kardeşler hakkındadır. Dişilerin mirastaki kuvvetleri ise, erkeklerin mirastaki kuvvetleri gibi değildir ki, itibara alınmalarını, onların biribirlerine katılmalarını gerektirsin. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Bu şekilde kanaat belirtenlerin görüşleri, kız kardeşlerin erkek kardeşlerle birlikte olmamalarını gerektirir. Çünkü "İhva (erkek kardeşler)" lafa mutlak olarak kullanıldığı takdirde "ahavât (kız kardeşler)"i kapsamaz. Nitekim "benûn (erkek çocuklar)" lâfzı da, "benat (kız çocuklar)"ı kapsamaz. Bu ise, bir erkek ve bir kız kardeşin varlığı ile annenin payının üçtebîrden altıdabire hacb edilmemesini gerektirir. Ancak bu müslümanların icmâının hilâfınadır. Eğer âyet-i kerimede erkek kardeşlerle birlikte kast ediliyor iseler, tek başlarına da kastediliyorlar, demektir. Hepsi de çoğulun asgarî miktarının iki olduğunu da delil göstermişlerdir. Çünkü tesniye bir şeyin kendi misline cem edilmesi (katılması) dır. O halde anlam bunun çoğul olmasını gerektirir. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "İki ve daha yukarısı cemaat (çoğul)'tır." Buhârî Ezan 35 (zikrettiği bir hadisin anlamından hareketle, bâb başlığı olarak); İbn Mâce, İkametu's-Salât 44; Müsned, V, 254, 269; Beyhâkî, es-Sünenu'l-Kübra, III, 97, 98. Bir başka şair de şöyle demektedir: Sîbeveyh'ten de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben el-Halil'e: "Bu şekillerin en uygun olanı hangisidir?" diye sordum. O da: İki kişi cemaattir, dedi. Şairin şöyle dediği de sahih olarak nakledilmiştir; "Suyu da, bitkisi de bulunmayan, oldukça uzak, son derece korkunç ve kurak olan o iki arazi parçası; Onların yüksekçe olan yerleri, iki kalkanın dış tarafını andırmaktadır." el-Ahfeş de şöyle bir beyit nakletmektedir: "Kadınlar bizlere haberi getirip gelince Dediler ki: Durum aramızda oldukça yaygınlık kazandı. "Bir kavmin zenginine saygıyla selâm verilirken Fakir olana cimrilik edilip selam verilmiyor İkisi arasında ölüm eşit değil midir Ölüp de kabirlere gömüldüklerinde." Bu beyitlerin hepsinde önce ikilden söz edilmekte, daha sonra da bunlara üç ve yukarısı için kullanılan çoğul zamiri gönderilmektedir. Bu hususta (yani annenin mirasının kardeşler dolayısıyla üçtebirden altıdabire hacb edilmesi hususunda) Hazret-i Osman ile İbn Abbâs arasında görüş alış verişi yapılırken, Hazret-i Osman dedi ki: Senin kavmin -Kureyşlileri kastediyor- fesahat ve belagat ehli oldukları halde anneyi hac bettiler. Bu hususda çoğulun asgari miktarı üçtür, demese dahi, (başka hususlarda) "çoğulun asgarisi üçtür" diyenler arasında İbn Mes'ûd, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve başkaları da vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Bu; yapacağı vasiyetten yahut borcundan sonradır." Âyetinde yer alan: Yapacağı vasiyyet" kelimesini İbn Kesîr, Ebû Arar, İbn Âmir ve Âsım "sâd" harfini fethalı olarak; Yapılacak vasiyyetden..." diye okumuştur. Diğerleri ise bu kelimenin bu harfini esreli olarak okumuştur. Bu vasiyet fiilinin geçtiği diğer yerlerde de böyledir. Şu kadar var ki, iki yerde de Asımdan gelen rivâyet farklı gelmiştir "Sâd" harfinin esreli okunuşu, Ebû Ubeyd ve Ebû Hakim'in tercihidir. Çünkü bundan önce ölenden söz edilmektedir. el-Ahfeş ise der ki; Bunun doğrulayıcı delili de yüce Allah'ın: "Yaptıkları vasiyet" ile; "Yapacağınız vasiyet" âyetleridir. 21- Vasiyetin Yerine Getirilmesiyle Borcun Ödenmesi: Borcun vasiyetten önce geldiği hususunda icmâ' bulunduğu halde; âyet-i kerimede vasiyetin borçtan önce sözkonusu edilmesinin hikmeti nedir? Tirmizî'nin el-Hâris’ten rivâyet ettiğine göre Hazret-i Ali şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vasiyetten önce borcun ödenmesini hükme bağladığı halde, sizler borcun ödenmesinden önce vasiyeti yerine getirmeye kalkışıyorsunuz. (Tirmizî ayrıca) der ki: Bütün ilim ehlince de uygulama buna göredir. Vasiyetten önce borcun ödenmesine başlanır. Tirmizî, Vesayâ 6. Dârakutnî de Âsım b. Damra yoluyla Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Borç, vasiyetten öncedir. Mirasçıya da vasiyet yoktur." Dârakutnî, IV, 97. Bu hadisi onlardan (Haris ile Asımdan) Ebû İshak el-Hemdânî rivâyet etmiştir. Böyle bir soruya beş türlü cevap verilebilir: Birincisi: Bu iki hususun (yani vasiyet ile borcun) mirastan öne alınacağı kastedilmiştir. Yoksa bunların kendileri arasında ayrıca bir öncelik sıralaması kastı yoktur. Bu bakımdan vasiyet lâfzan önce geçmiştir. İkinci cevap: Vasiyet bağlayıcılık (lüzum) itibariyle borçtan daha aşağıda olduğundan dolayı ona önem verilmek için öne alınmıştır. Nitekim yüce Allah: "Küçük büyük hiç birşey bırakmayıp sayıp dökmüş" (el-Kehf, 18/49) diye buyurmaktadır. Üçüncü cevap: Çokça vuku bulduğu ve meydana geldiğinden dolayı öne alınmıştır. Bundan dolayı şeriatın da nassıyla birlikte âdeta her ölenle beraber ondan ayrılmaz birşey gibidir. İstisnaî olduğundan dolayı da borcu sonraya bırakmıştır. Çünkü borç kimi zaman olabilir, kimi zaman olmayabilir. O bakımdan öncelikle kaçınılmaz gibi olanı sözkonusu etti, daha sonra da zaman zaman meydana gelen bir şey olan borcu ona atfetti Bu açıklamayı ayrıca "ev; veya" ile atfedilmesi de pekiştirmektedir. Şayet borç, eğer rütbe itibari ile sonradan gelen bir şey olsaydı, atfın "vav" edatıyla olması gerekirdi. Dördüncü cevap: Vasiyetin öne alınmasının sebebi, yoksul ve zayıfların payı oluşundan dolayıdır. Borcun sonraya bırakılması ise, güç, kuvvet, otorite ve bu hususta söz söyleme hakkı bulunan bir alacaklının istediği pay olu şundandır. Beşinci cevap: Vasiyeti kişi kendiliğinden inşa ettiğinden dolayı öne alınmıştır. Borç ise onu ister sözkonusu etsin, ister etmesin nasıl olsa ödenmesi gereken bir haktır. 22. Zekât ve Hac Gibi Allah'a Ait Hakların Terikeden Ödenmesi: Bu husus bu şekilde sabit olduğundan dolayı Şâfiî, zekât ve Hacc borcunun mirastan önce alınması gerektiğine delil göstererek der ki: Kişi zekâtını ödemekte kusurlu hareket etmiş ise, bunun sermayesinden alınması icabeder. Bu ilkin açık ve kuvvetli bir görüş gibi görülür. Çünkü bu da haklardan bir haktır. Âdemoğlunun hakları gibi ölümden sonra ölenin yerine edâ edilmesi icabeder. Özellikle de zekâtın harcama yeri insanlardır. Ebû Hanîfe ve Mâlik ise söyle demektedir: Eğer ödenmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden edâ edilir. Birsey söylemezse, onun adına malından birşey çıkartılmaz. Devamla derler ki: Çünkü böyle bir uygulama mirasçıları fakir bırakmayı gerektirir. Hatta bunu bazan kastî olarak yapar ve tamamıyla ödemez. Tâ ki, kendisi öldükten sonra bütün bu tür borçları malının tamamını kuşatır ve mirasçılara hiç bir hak bırakmamış olur. 23- Babalarınız ve Oğullarınız... Yüce Allah'ın: "Babalarınız ve oğullarınız..." âyeti mübtedâ olarak merfu'dur. Haber ise gizlidir. Takdiri şöyledir: İşte bunlar; kendilerine pay tesbit edilenler ve miras verilenlerdir. Yüce Allah'ın: "Size faydaca hangisinin daha yakın olduğunu bilemezsiniz" âyeti ile ilgili olarak, bunun dünyada dua ve sadaka ile bir yakınlık olduğu söylenmiştir. Nitekim seleften rivâyet edildiğine göre: "Şüphesiz kişi kendisinden sonra evlâdının duasıyla yüceltilir.” Sahih hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Kişi öldüğü takdirde ameli kesilir. Üç şeyden müstesna..." Bunlar arasında da: "Yahut kendisine dua edecek salih bir evlat." Müslim, Vasiyye 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vesayâ 8; Müsned, II, 372. Bu yakınlığın âhirette olduğu da söylenmiştir. Evlat daha faziletli olduğundan babası hakkında şefaatçi olabilir. Bu açıklama İbn Abbâs ve el-Hasen'den nakledilmiştir. Kimi müfessirler şöyle demektedir: Evlât, âhirette derece itibariyle babasından daha yüksekte ise, Allah'tan dilekte bulunarak babasının da kendi derecesine yükseltilmesini ister. Aynı şekilde baba da mevki itibariyle evladından daha yukarıda ise istekte bulunur. Buna dair açıklama ileride Tür Sûresi'nde (52/21. âyette) gelecektir. Hem dünya hem âhirette sözkonusu olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Zeyd demiştir. İfadenin lâfzı da bunu gerektirmektedir. 25- Bu Şekilde Paylaştırma Allah'ın Emri ve Hikmetinin Tecelliyidir: "Bunlar Allah'tan bir farz olarak (böyle tayin edilmiştir)" âyetinde yer alan: kelimesi tekid edici mastar olarak nasb edilmiştir, Çünkü "vasiyet ediyor" âyetinin anlamı zaten size farz kılıyor, demektir. Mekkî ve başkaları da; bu tekid edici bir haldir, demektedir. Bunun amili ise, "vasiyet ediyor" âyetidir, Ancak bu açıklama zayıf bir açıklamadır. Bu âyet-i kerîme bundan önce geçen âyetlerle ilgilidir. Şöyle ki, yüce Allah akrabalık hususunda ortak yanları bulunmakla birlikte akrabalara vasiyet için alabildiğine gayret gösterme külfetinden kurtarılmış olduklarını kullarına öğretmektedir. Burada akrabalık noktasında müştereklikten kasıt şudur: Babalar ve evlatlar dünyada yardımlaşmak, koruyup, gözetmek, âhirette de şefaat ile birbirlerine faydalı olurlar. Bu husus baba ve çocuklar hakkında sözkonusu olduğu gibi, bütün akrabalar hakkında da aynı şekilde sözkonusudur. Eğer paylaştırma insanların kişisel kanaatlerine bırakılmış olsaydı, akrabaların her birisinin zenginlik durumlarına bakmak, onu gözönünde bulundurmak gerekirdi. Bu halde ise, işin belli bir disiplin ve kıstası olmak imkânı olmazdı. Çünkü durum alabildiğine farklılık arzederdi. Bundan dolayı şanı yüce Allah şunu beyan etmektedir: Kula en yakışan şey, mirasın miktarlarım tesbit hususunda onu kişisel kanaatine terk etmemektir. Aksine yüce Allah, miras miktarlarını şer'i olarak alabildiğine açıklamış; daha sonra da: şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah" mirasın ne şekilde paylaştırıldığını çok iyi bilen "Alimdir, Hakimdir." O bakımdan mirasın paylaştırılmasına dair hükümlerini koydu ve bu miktarların sahiplerini geniş geniş açıkladı . ez-Zeccâc der ki: "Alimdir." Yani her şeyi yaratmadan önce en iyi bilendir. "Hakimdir." Takdir ettiği şeylerde ve tayin ettiği takdirleri yerine getirmekte hikmeti sonsuz olandır. Bazılan da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ezelden beri de öyledir ve ebediyete kadar böyledir. Onun geçmişe dair verdiği haber, geleceğe dair haber vermesi gibidir. Sibevyh'in görüşüne göre ise, onlar (Araplar) bu hususta bir hikmet ve bir ilim olduğunu gördüler. Onlara: Muhakkak aziz ve celil olan Allah ezelden beri böyleydi ve ebede kadar gördüğünüz şekilde Alîm ve Hakimdir. Yüce Allah'ın: "Çocukları yoksa, hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir..." diye başlayan iki âyet-i kerimede hitap erkekleredir. Burada geçen çocuklar, sulben çocuklardır ve ne kadar aşağıya giderlerse gitsinler, onların çocuklarıdır Erkek ya da kız olmaları bir yada daha fazla olmaları arasında fark yoktur. Bu icma ile kabul edilmiştir. İlim adamları İcmâ' ile şunu da kabul etmişlerdir; Çocuğun yahut çocuğun çocuğunun olmaması halinde koca mirasın yarısını alır. Çocuğun bulunması halinde ise, dörtte biri kocanındır. Kadın ise, çocuk olmadığı takdirde kocasının terikesinin dörttebirini miras alır. Çocuğu varsa sekizde bir alır. Yine icmâ' ile şu hükmü kabul etmişlerdir: Hanımın bir, iki, üç ya da dört olması halinde, eğer kocanın çocuğu yoksa dörtte birde, tek bir çocuğu varsa sekizde birde ortaktırlar. Çünkü yüce Allah, tek bir kız çocuğu ile tek bir kız kardeşin hükmü ve bunlardan daha fazla olmaları halinde hükümleri arasında fark gözetmediği gibi; burada hanımların bir tane olmaları ile birden fazla olmalarının hükmü arasında da fark gözetmemiştir. Yüce Allah'ın: "Eğer bir erkek veya kadına çocuğu ve babası olmadığı (kelale) halde mirasçı olunuyor..." âyetinde geçen "kelâle" nesebin kişiyi kuşatması anlamını ifade eden: “.....” tabirinden mastardır. (Taç anlamına gelen): "el-lklîl" ismi de buradan gelmektedir. Kelâle, aynı zamanda ay'ın menzillerinden birisinin adıdır. Çünkü ay, bu menzile ulaştığında, onun etrafını kuşatır. Taç ve başın dörtbir yanım kuşatan bağ anlamına gelen "el-İklîP de buradan gelmektedir. Kişi, oğlu ve babası bulunmaksızın ölürse, işte onun mirasçıları kelafe'dir. Ebû Bekr es-Sıddîk, Ömer, Ali ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur, Yahya b. Âdem ise, Şerik, Züheyr ve Ebû’l-Ahvas'tan, bunların da Ebû İshak'tan, onun Süleyman b. Abd'den rivâyetine göre Süleyman şöyle demiştir: Ben onların kelâle'nin oğlu ve babası olmaksızın ölen kimsenin ismi olduğu hususu üzerinde icma edip anlaşmış olduklarını gördüm. "Kitabü'l-Ayn"ın müellifi (Sîbeveyh) ile dilci Ebû Mansur, İbn Arefe el-Kutebî, Ebû Ubeyd ve İbnü’l-el-Enbârî de böyle demiştir. Baba ve oğul kişinin iki yanını temsil eder. Bunlar gittikleri takdirde, neseb onu zayıf düşürmüş olur. O bakımdan etrafı beyaz çiçeklerle kuşatılmış bulunan bahçeye; denilmesi de bundan dolayıdır. Şöyle bir beyit nakledilmiştir: "Onun mesken tuttuğu yer, Her tarafim roka ve taze acurdun kuşattığı bir bahçedir." Şair burada iki çegit bitkiden söz etmekte (bunların bahçesinin her tarafını kuşattığını anlatmak istemekte)dir. Şair İmruu'l-Kays da der ki: Arkadaş! Bir şimşek görüyorsan -ben de sana onun parıltısını göstereyim- Etrafı şimşeklerle kuşatılmış bulut içerisinde hareket eden iki elin parıltısı gibi," İşte bundan dolayı yakın akrabalara "kelâle" denilmiştir. Çünkü bunlar, öleni dörtbir yanından çevrelemiş olmakla birlikte onlar da kendisinden değil, o da kendilerinden değildir. Onun etrafını çevrelemeleri ise neseblerinin onunla beraber olmasıdır. Nitekim bedevi bir Arap şöyle demiş: Malım pek çok, bununla birlikte mirasçılarım bana nesebleri oldukça gevşek olan (kelâle) kimselerdir. el-Ferazdak da der ki: "Şan ve şeref mızrağını (yahut asasını) miras aldınız; (ama) kelâleden değil; Fakat Menafoğullarından ikisi olan: Abdi Şems ile Haşim'den" Bir diğer şair ise şöyle demektedir: "Şüphesiz kişinin babası kendisini daha candan himaye eder. Kelâle olan akraba (akrabalığı uzak, neseb bağı gevşek) olan ise hiç (senin için) gazaplanmaz." Kelalenin bitkin düşmek anlamına gelen "el-Ketâl’den alınmış olduğu da söylenmiştir. Âdeta miras, uzak akrabalıktan ve zorluk ve bitkinlikten sonra sahibine ulaşıyor gibi olduğundan (bu tip mirasçılara bu isim verilmiştir), el-A'şâ der ki: "Yemin ettim kelâkliği dolayısıyla da. Ayakları çıplak olduğu için de ona mersiye okumayacağım diye; Muhammed ile karşılaşacağın zamana kadar." Ebû Hatim ve el-Eslem de Ebû Ubeyde'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kelâle, baba, oğul veya kardeşin mirasçı olmadığı herkesin adıdır. Böyle bir kimseye Araplar kelâle ismini verirler. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Ebû Ubeyde'nin burada baba ve oğul ile birlikte kardeşi de kelâlelik için bir şart olarak zikretmesi, açıklanacak tarafı bulunmayan bir yanlışlıktır. Kelâle hakkında ondan başka bunu şart olarak zikreden kimse de yoktur. Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet edildiğine göre kelâle, özellikle çocuğu olmayan kimsedir. Bu Ebû Bekir'den de rivâyet edilmiş olmakla birlikte daha sonra her ikisi de bu görüşlerinden dönmüşlerdir. İbn Zeyd der ki: Kelâle, hem hayatta olan hem ölen kimse hakkında kullanılır. Atâ'dan nakledildiğine göre kelâle, Oöylelerinin miras olarak bıraktığı) mal demektir. İbnü'l-Arabî ise der ki: Bu ilginç bir görüştür, fakat açıklanabilir bir tarafı da yoktur. Derim ki: Bunun az önce i'râbını yaparken açıklanan şekilde açıklanabilir bir tarafı vardır. İbnül-Arabî'den, kelâlenin uzak amca çocukları olduğu rivâyet edilmiştir, es-Süddî'den ise kelâlenin, ölenin ismi olduğu nakledildiği gibi, yine ondan Cumhûrun görüşüne benzer bir görüş nakledilmiştir. Bütün bu açıklamaların, uygun izahları i'râb ile ortaya çıkmaktadır Şöyle ki; kimi Kûfeliler "re" harfini esreli ve şeddeli olarak " Kelâleye miras bırakırsa" diye okumuşlardır. el-Hasen ve Eyyûb ise, -onlardan farklı rivâyetler de gelmiş olmakla birlikte- "re" harfini esreli ve şeddesiz olarak: diye okumuşlardır. Bu iki kıraate göre kelâle, ancak ya mirasçılar, yahut malın kendisi olabilir. Meânî bilginleri de böyle nakletmişlerdir. Çünkü birinci okuyuş den ikincisi ise; den gelmektedir. Kelâle kelimesi ise onun mef'ûlü; (........) ise vaki oldu anlamında (tam bir fiil)dır. Bu kelimeyi "re" harfini üstün olarak diye okuyanların okuyuşuna gelince, bu okuyuşa göre kelâle'nin mal olma ihtimali vardır. İfade: Eğer bir takım mirasçılar kelâle olan mala mirasçı olurlarsa, ...takdirinde olur. Böylelikte bu kelime hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olur. Yine kelâle'nin mirasçıların ismi olması ve Vin haberi olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri: Mirasçıları olan bir kelâle... şeklinde olur. Yine bu edatın vaki olduğu anlamında tam bir fiil olması da mümkündür O takdirde, da "erkek" kelimesinin sıfatı olur ve, erkek kelimesi de ile ref olmuş olur. ise temyiz veya hal olmak üzere mansûb olur. Buna göre, "kelâle" Ölünün kendisi demektir, ifade: Eğer bir erkeğe ölene nesebi mütekellil (zayıf) birisi taralından mirasçı olunuyor ise... takdirinde olur. 28- Kelâle'nin Geçtiği İki Yer ve Anlamları: Aziz ve celil olan Allah, kelâle'yi Kitab-ı Kerîm'inin iki yerinde zikretmektedir. Sûrenin son tarafında ve burada. Her iki yerde de kardeşlerin dışında bir mirasçı zikretmemektedir. Bu âyet-i kerimede ilim adamlarının icmaı ile sözü geçen kardeşlerden kasıt annebir kardeşlerdir. Çünkü yüce Allah: "Şayet bundan daha çok iseler... üçte bire ortak olurlar" diye buyurmaktadır. Sâd b. Ebî Vakkâs da burayı: Annebir erkek yahut kız kardeşi varsa..." açıklamasıyla birlikte okurdu, Anne-baba bir kardeşlerin, yahut baba bir kardeşlerin miraslarının bunun gibi olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur O halde onların bu icmâlan sûrenin son tarafında zikredilen kardeşlerin, ölenin anne-baba bir yahut baba bir kardeşi olduğunun delilidir. Çünkü yüce Allah'ın: "Şayet (mirasçılar) erkek ve kız kardeşler iseler, o zaman erkek için kadının iki payı vardır" (en-Nisâ, 4/176) âyetinden dolayı bu böyledir. Yine ilim adamları annebir kardeşlerin mirasının bu şekilde olmadığı hususunda ihtilâf etmemişlerdir. O halde her iki âyet-i kerimede, bütün kardeşlerin hep birlikte kelâle olduklarının da delilidir. es-Şa'bî der ki: Kelâle, çocuk ve baba dışında kalan kardeş yahut onların dışında asabeden olan mirasçılardır. Ali, İbn Mes'ûd, Zeyd ve İbn Abbâs da böyle demiştir. İste bu, bizim ilk olarak zikrettiğimiz birinci görüşün aynısıdır. Taberî der ki: Doğrusu şu ki, kelâle, ölüye mirasçı olan baba ve oğlunun dışındaki mirasçılardır. Çünkü Hazret-i Cabir'den şu sahih haber nakledilmiştir: Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. Bana sadece bir kelâle mirasçı oluyor, malımın tümünü vasiyet edeyim mi? Hazret-i Peygamber: "Hayır" buyurdu. Bk.; Buhârî, Vudû' 44, Merdâ 21; Müslim, Ferâiz 8; Dârimî, Vesâyâ 8, Müsned, III, 298 29- Kelâle Kelimesinin Dilde Kullanılışına Dair Bazı Açıklamalar: Dil bilginleri der ki: Arapça'da: Kelâle erkek ve kelâle kadın," denilebilmektedir. Bunun tesniyesi de çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime de vekâlet, delâlet, semahat, ve şecaat gibî bir mastardır. Yüce Allah'ın: "Ve onun kardeşi varsa" âyetinde zamir tekil olarak gelmiş ve ikile delâlet eden: İkisinin, dememiştir. Arapların iki isim zikredip daha sonra ikisinden haber verilen hükümleri aynıysa kimi zaman onlardan birisine, kimi zaman her ikisine bu hükmü izafe ederek kullanmaları adetine uygun bir şekilde bu ifade kullanılmıştır. Meselâ Araplar şöyle derler: Her kimin yanında bir köle yahut bir cariye varsa (erkeğe ait zamir kullanarak) ona (yine kadına ait tekil zamir kullanarak) o cariyeye (tesniye zamiri kullanarak) ikisine (ve çoğul zamiri kullanarak) onlara iyilikte bulunsun" derler. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sabır ve namaz ile yardım dileyin. Şüphesiz ki o çok büyüktür." (el-Bakara, 2/45). Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Zengin yahut fakir olsa dahi, Allah ikisine de daha yakındır."(en-Nisâ, 4/135) Burada (çoğul zamir kullanılarak) "Allah onlara daha yakındır" denilmesi de el-Ferrâ' ve başkalarından nakledildiğine göre caizdir, (Kadın anlamına gelen): kelimesinde hemzesiz olarak denilebilir, aslolan da budur. (Kardeş anlamına gelen): kelimesinin aslı da: şeklindedir. Bunun böyle olduğunun delili ise (tesniyesi yapıldığı Zaman): denilmesidir. Burada "vav" hazf edilmiş ve kıyasa uygun olmayarak değişikliğe uğratılmıştır. el-Ferrâ' der ki: (Kız kardeş anlamına gelen): kelimesinin ilk harfinin ötreli olması, ondan hazfedilen harfin "vav" oluşundan dolayıdır. Tıpkı (kız çocuğu anlamına gelen): kelimesinin ilk harfinin esreti olması gibi. Çünkü ondan da hazf edilen harf "ye" harfidir. Yine böyle bir hazf ve böyle bir talil (gerekçelendirilmesi) kıyasa uygun değildir. "Şayet bundan daha çok iseler o halde hepsi üçte bire ortak olurlar" âyetindeki bu ortaklık, sayıca çok olsalar dahi erkek ile kız kardeşlerin eşit olmalarım gerektirmektedir. Şayet anne dolayısıyla mirasçı oluyorlarsa, erkek, kızdan daha fazla miras almaz. Bu hususta ilim adamlarının icmâ'ı vardır. Erkek ve kızların mirastaki farz hisselerinde eşit aldıkları annebir kardeşlerin mirasları dışında söz konusu değildir. Bir kadın ölür, geriye kocasını, annesini ve annebir erkek kardeşini bırakacak olursa, kocası mirasın yarısını, annesi üçte birini, anne bir erkek kardeşi ise altıda birini alır. Şayet geriye bir kardeş yerine iki erkek ve iki de kız kardeş bırakacak olursa, -ve mesele aynı durumda ise- yine koca mirasın yarısını, annesi altıda birini, İki erkek ve iki kız kardeş ise üçte birini ahrlar. Böylelikle de fariza tamamlanmış olur. Ashâbın geneli bu görüştedir. Çünkü onlar, erkek ve kız kardeşler dolayısıyla annenin payını üçte birden altıda bire hacb ettiler. İbn Abbâs ise, Avl'ı Avl: Farz hisse sahiplerinin alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla olduğu miras meselelerine verilen İsimdir. Ö. N. Bilmen, Hukuki İslamiyye, V, 210. Diğer bir ifade ile; meselenin ortak paydasının payların toplamından küçük olmasıdır. kabul etmiyordu. Eğer anneye üçte biri verecek olursa, meselede avl olurdu, o da bu görüşü kabul etmiyordu. Avl ise başka yerde sözkonusu edilmiştir. Onun sözkonusu edileceği yer burası değildir. Eğer ölen kadın geriye kocasını, annebir kardeşler ile baba-annebir bir kardeş bırakacak olursa, koca mirasın yarısını, annebir kardeşleri üçte birini alırlar. Geriye kalan ise anne-baba bir kardeşine ait olur. İşte bu şekilde kendisi için tesbit edilmiş farz hissesi bulunanlara o hisseleri verilir, geriye bir şey artacak olursa asabeye kalır. Eğer kadın, farklı (anne-bababîr ve annebir) kardeşler olmak üzere altı kardeşi terkedecek olursa, işte bu meseleye "Himariye Meselesi" ismi verilir. Aynı zamanda "Müştereke" diye de bilinir. Bu durumda bâzılarına göre taksimat şöyle yapılır: Annebir kardeşlere üçte bir, kocaya yarısı, anneye de altıda bir verilir. Anne-baba bir erkek ve kız kardeşler ile, baba bir erkek ve kız kardeşler ise sakıt olur. Bu görüş Ali, İbn Mes'ûd, Ebû Mûsâ, en-Nehaî, Şüreyk ve Yahya b. Âdem'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. İbnü'l-Münzir'in tercih ettiği görüş de budur. Çünkü koca, anne ve annebir kardeşler miktarları belli farz hisse sahibidirler. Asabeye ise herhangi birşey kalmamaktadır. Bir başka kesim ise şöyle demektedir. Babalarının eşek olduğunufarzetsekdahi, anneleri birdir. Böyle diyerek bütün kardeşleri üçte birde ortak kabul ederler. İşte bundan dolayı bu meseleye "müştereke" ve "himariye meselesi" ismi verilmiştir. Bu görüş de Ömer, Osman yine İbn Mes'ûd’dan, Zeyd b. Sabit, Mesrûk ve Şüreyh'den nakledilmiştir Mâlik, Şâfiî ve İshak da bu görüştedir. Şu kadar var ki bu mesele ölenin erkek olması halinde istikamet bulmaz. İşte bunlar, Ferâiz ilminin genel bir özelidir. Âyet,i kerîme bütün bunları ihtiva etmiş bulunmaktadır. Hidâyete ileten Allah'tır. Câhiliye Dönemi ile İslâm'ın İlk Yıllarında Mirasçılık Sebepleri: Cahiliye döneminde mirasçılığa sebep, erkek olmak ve güç kuvvet sahibi olmaktı. Onlar kadınlara miras vermez, yalnız erkeklere miras verirlerdi. Yüce Allah da önceden de geçtiği gibi: "...Erkeklerin de bir payı vardır... Kadınlarında bir payı vardır" (en-Nisâ, 4/7) âyeti ile bunu iptal etti. Yine cahiliye dönemi ile İslâm'ın ilk dönemlerinde antlaşma da miras sebeplerindendi. Yüce Allah, ileride de açıklanacağı üzere: "Ve sağ ellerinizle anlaşma yaptıklarınız..." (en-Nisâ, 4/33) âyeti ile buna işaret etmektedir. Daha sonra antlaşma sebebiyle mirasçılık yerini hicret sebebiyle mirasçılığa bıraktı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "îman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayet bağınız yoktur." (el-Enfal, 8/72) Bu da ileride gelecektir. Yine orada yüce Allah'ın izniyle "Zevi'l erhâm" hakkında ve onların mirasına dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca en-Nür Süresi'nde (24/6-10'ncu âyetler, 29'ncu başlıkta) Liân dolayısıyla nesebi sabit olan çocuğun mirası, veled-i zinanın ve mükâtebin mirası -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. İlim adamlarının Cumhûrunun görüşüne göre, hayatta olduğu bilinen esirin mirası sabittir (mirası hak eder, onun adına saklanır"). Çünkü o da üzerlerinde İslâm hükümlerinin cereyan ettiği müslümanlar cümlesindendir. Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet edildiğine göre o, düşman elinde bulunan ashâb hakkında, miras almaz, denmiştir. Mürted'in mirasına dair açıklamalar ise daha önce el-Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/ 217-218, âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. 31. Vasiyette Mirasçılara Zarar Vermemek: Yüce Allah'ın: "Ancak zarar verici olmamalıdır" anlamındaki âyet hal olarak nasb edilmiştir. Âmil ise "yapacağı vasiyet" anlamına gelen: dır. Yani o zarar vermeksizin vasiyetini yapar. Bu da mirasçılara zarar vermeyecek şekilde vasiyetini yapmalıdır, demektir. Daha da açacak olursak, mirasçılara zarar vermek maksadıyla, olmayan borcunu, borçmuş gibi vasiyet etmemeli ve bu türden herhangi bir borç ikrarında bulunmamalıdır. Buna göre zarar vermek, vasiyet ve borca râcidîr. Bunun vasiyete râci olması ya üçte birden fazla vasiyette bulunması yahut miras alan birisine vasiyette bulunması şeklinde olur. Eğer yaptığı vasiyet üçte biri aşarsa o red olunur. Mirasçıların onu geçerli kabul etmeleri hali müstesnadır. Çünkü burada mirasçıların hakları engellenmektedir Allah'ın bir hakkı değildir. Eğer mirasçı olan birisine vasiyette bulunacak olursa, yaptığı o vasiyet miktarı da miras gibi işlem görür. İlim adamları icmâ' ile mirasçıya vasiyetin câiz olmayacağını kabul etmişlerdir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/180. âyet, 7-8. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Zarar vermemenin borca raci olmasına gelince, bu da kişinin ikrarda bulunması câiz olmayan bir durumda borç ikrarını yapması suretiyle olur. Meselâ ölümü ile neticelenen hastalığında mirasçı olan birisine yahut iyilikte bulunsun diye arkadaşı olan birisine borç ikrarında bulunması böyledir. Bize göre böyle bir ikrar câiz değildir. el-Hasen'den onun: "Ancak zarar verici olmamalıdır. Allah'tan bir vasiyet olarak." anlamındaki âyeti izafeten: Allah'tan gelen bu vasiyete (riâyet edip) zarar vermemek üzere" diye okumuştur, en-Nehhâs der ki: Kimi dilciler bunun bir lahn (yanlış okuma) olduğu iddiasında bulunmuştur. Çünkü ism-i fail mastara izafe edilmez. Şu kadar var ki bir hazf sözkonsu olmak suretiyle bu kıraat güzel bir kıraattir. Anlamı da şöyle olur; Vasiyet sahibi zarar vermeksizin. Yani o, yapacağı bu vasiyet ile mirasçılarına alacakları miraslarında zarar vermeksizin... İlim adamları hastalığı halinde mirasçı olmayan birisi lehine borç ikrarında bulunmasının -eğer sağlıklı iken üzerinde borç bulunmuyor ise- câiz olduğunu icmâ' ile kabul etmişlerdir. 32- Hastalık Halinde Yabancı Lehine Borç İkrarının Hükmü: Şayet sağlığı halinde beyyine ile ispatlanan borcu bulunmakla birlikte, yabancı birisine borç ikrarında bulunacak olursa, kimileri önce sağlıklı iken üzerindeki borçlar ödenmeye başlanılır, demektedir. Bu en-Nehaî ile Kûfelilerin görüşüdür. Derler ki: Bu şekilde alacaklı olan alacağını aldıktan sonra, hastalık halinde lehlerine ikrarda bulunulan kimseler de hisselerine göre alacaklarını alırlar. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Eğer bu ikrar mirasçıdan başkası lehine yapılmış ise, bütün alacaklılar arasında fark yoktur. Bu da Şâfiî, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd'in görüşüdür. Ebû Ubeyd'in naklettiğine göre bu, Medirtelilerin de görüşüdür. Bunu el-Hasen'den de rivâyet etmiştir. 33- Vasiyette Zararın Tehlikesi ve Bunun Şekilleri: el-Bakara Sûresi'nde (2/182. âyet, 6. başlıkta) vasiyette mirasçılara zarar vermek ve bunun şekillerine dair tehditler açıklanmış bulunmaktadır. Ebû Dâvûd (tenkide uğramış bir ravi olan) Şehr b. Havşeb yoluyla gelen hadiste, Ebû Hüreyre'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisine şöyle dediğini nakletmektedir: "Şüphesiz er kişi yahut kadın, altmış yıl süreyle Allah'a itaat üzere amel eder. Daha sonra ölüm gelip onları bulur da vasiyette zarar verirler. Bu sefer onlara cehennem vacib olur," Şehr dedi ki: Ebû Hüreyre de bana: "Hepsi yapacağı vasiyet ve borcun ödenmesinden sonra... ancak zarar verici olmamalıdır." Ebû Dâvûd Vesâyâ 3; Tirmizî, Vesâyâ 2; İbn Mâce, Vesâyâ 3. âyetinden itibaren; "işte en büyük kurtuluş budur" âyetine kadar olan bölümü okudu. İbn Abbâs der ki: Vasiyette (mirasçıya) zarar vermek, büyük günahlardandır. Ayrıca bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den rivâyet etmiştir. Dârakutnî,lV, 151. Şu kadar var ki, Mâliksin mezhebinde ve İbnü'l-Kasım'dan meşhur olan görüş şudur: Vasiyetle bulunan kişi kendisine ait olan üçtebirinde vasiyette bulunduğu takdirde onun yaptığı bu iş zarar vermek değildir. Zira bu, onun hakkıdır. O, bu miktarda dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir. Yine Mâlikî mezhebinde şöyle bir görüş de vardır: Böyle bir vasiyet zarar vericidir ve red olunur. Başarı Allah'tandır. 34- Vasiyet Kelimesinin Kıraati: "Vasiyet" kelimesi, hal mevkiinde mastar olmak üzere nasb edilmiştir. Âmili: "Vasiyet ediyor" (11. âyet) âyetidir. Bunda âmilin: "Zarar verici" lâfzı olması da uygun düşer. İfadenin anlamı şu olur: Yani vasiyetle zararın vaki olma(ma)sı veya vasiyet sebebiyle zararın vukua gelme(me)sidir. Bu kelimenin bu şekilde ameli uygun görülmüştür. Bu açıklamayı İbn Atiyye yapmaktadır. Yine el-Hasen b. Ebil-Hasen izafet yapmak suretiyle; Vasiyet ile zarar verici olmaksızın, şeklînde okumuştur. Nitekim: Savaş kahramanı demek böyledir, Tarafa b. el-Abd'in: "Çıplağın üzerindeki ucuz beyaz elbise" tabiri de böyledir. Bunun ifade ettiği anlam ise, mananın sahih olması dolayısıyla öncedende belirttiğimiz gibi ifadedeki geniş bir kullanım tasarrufudur. Daha sonra yüce Allah: "Şüphesiz ki Allah Âl-imdir, Halim'dir" diye buyurmaktadır. Yani O, mirasa lâyık miras ehlinin kimler olduğunu çok iyi bilendir, aranızdan bilmeyenlere karşı çok Halimdir Öncekilerden bazıları da: "Allah Âl-imdir, Hakim'dir" diye okumuşlardır. Yani O, miras ve vasiyetin taksimi hususunda hikmeti sonsuz olandır. 13İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse onu orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. 35- Allah'ın Sınırlarına Riâyet ile Allah'a ve Peygamberine İtaat: Yüce Allah'ın: "İşte bunlar Allahın sınırlarına riayet" âyetindeki: (ilk) âyeti, anlamındadır. Yani sözü geçen bu hükümler, Allah'ın hükümleri olup, bunları bilesiniz ve gereklerince amel edesiniz diye, O, size bunları açıklamıştır. "Kim Allah'a ve Rasûlüne" mirasların taksimi hususunda "itaat ederse" ve bunları ikrarla kabul edip yüce Allah'ın kendisine emrettiği şekilde gereklerince amel ederse, "onu orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar." Bu, cennetlere sıfat olmak üzere nasb mahallinde bir cümledir. 14Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Üstelik onun için küçültücü bir azap da vardır. "Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan eder" âyetinden kasıt ise, mirasların taksimi hususunda O'na karşı gelerek bu şekilde paylaştırmaz ve bu hükümler gereğince amel etmezse "sınırlarını aşarsa" yani emrine aykırı davranırsa, "onu da orada ebedi kalmak üzere ateşe koyar." İsyandan eğer küfür kastediliyor ise, burada da "ebedi kalış (hulûd)" ifade ettiği bu anlamıyla kullanılmış demektir Eğer isyandan kasıt, büyük günahlar ve yüce Allah'ın emirlerini aşıp çiğnemek ise, o takdirde ebedi kalış, uzunca bir süreyi ifade etmek üzere istiare yoluyla kullanılmış bir kelimedir. Nitekim: Allah mülkünü daim kılsın demek de bu kabildendir. Şair Züheyr de şöyle demiştir: "Ve ben sapasağlam kazıklar gibi olan dağlar dışında ebedi birşey (göremiyorum)." Bu anlamdaki açıklamalar daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Nâfi’ ile İbn Âmir: "Onu... sokar" âyetinin: "Koyarız" şeklinde her iki yerde de "nün" harfi ile, şanı yüce Allah'ın koymayı kendisine izafe etmek anlamında okumuştur. Diğerleri ise, bu kelimeyi her iki yerde de "ye" harfi ile okumuştur. Çünkü daha önce yüce Allah'ın adi geçmiş bulunmaktadır. Yani Allah onu oraya koyar, demektir. 15Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Şayet şehâdet ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye yahut Allah onlara bir çıkar yol göster inceye kadar onları evlerde alıkoyun. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah bu sûrede kadınlara iyilik yapmayı onlara iyi davranmayı, onların mehirlerini kendilerine teslim etmeyi sözkonusu edip, sonunda mesele onların miraslarının erkeklerin miraslarıyla birlikte alınması noktasına kadar geldikten sonra, yine burada yaptıkları hayâsızlıklarda onlara verilecek ağır cezayı sözkonusu etmektedir ki, kadın, herhangi bir şekilde iffetli olanı terk etmesinin uygun düşeceği vehmine kapılmasın. 2- O Kadınlar ki" Kelimesinin Kullanılışına Dair: Yüce Allah'ın: "O kadınlar ki" âyeti (o kadın ki anlamına gelen): kelimesinin çoğuludur. Bu, müennesler için müphem bir isimdir. Aynı zamanda marifedir, Onu nekire (belirsiz) yapmak için başındaki elif ile lâm'ın alınması da câiz değildir. Çünkü bu edat elif ile lâm bir arada olmadıkça tamam olmaz. Daha Önceden de geçtiği gibi, bunun üç türlü söylenişi vardır. Aynı şekilde bu kelime "yâ" harfini hazf etmek, esreyi bırakmak suretiyle şeklinde; hemzeli ve "yâ" harfini de zikredek şeklînde; hemzeli "ye" harfinin hazfı ile şeklinde ve hemzenin de hazfî ile de çoğulu yapılabilir. Eğer çoğul olan bu ismi bir daha çoğul yapmak istersek, şeklinde; şeklinde çoğul yaparız, Araplardan bunun "ye" harfini hazfedip, esreyi bırakmak suretiyle şeklinde bir söyleyiş de rivâyet edilmiştir. Bunu İbnü'ş-Şecerî bildirmektedir el-Cevherî der ki: Ebû Ubeyd şu beyiti nakletmektedir: "O kadınlar, onlar ve o pek çok kadınlar ki; Benimle birlikte doğan yaşıtlarımın yaşlandığını iddia ettiler," Yine "te" harfi düşürülerek “.....” diye de söylenir. ‘ın küçültme ismi, "te" harfi üstün ve "ye" harfi şeddeli olarak “.....” şeklinde gelir. Recez vezninde şair der ki: "O kadıncağızdan, o kadıncağızdan ve o kadından sonra." Kimi şairler de bu edatın başına nida harfini getirirler. Şu kadar var ki nida harfleri elif ve lamın bulunduğu isimlerin başına, bizim: "Ya Allah" şeklindeki sözümüzden başkasına girmez. Bu şekilde kullanan şairler, âdeta bu edatı da elif ile lamın kendisinden ayrılmaması bakımından lâfza-i celâle benzetmiş gibidir. İşte şair şöyle diyor: "Senin yüzünden ey kalbime kasteden kadın Ve sen bana sevgide cimrilik ediyorsun" Musibete duçar oldu, da denilir. Bu iki isim musibete verilen iki isimdir. Yüce Allah'ın: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlar" âyetinde yer alan "el-fühişe" burada zina anlamındadır. Fahişe oldukça çirkin iş demektir. Akıbe(t) ile Âfiye(t) kelimeleri gibi mastardır. İbn Mes'ûd bu kelimeyi harfi cer edatı olan "be" ile birlikte diye okumuştur. 4- "Kadınlarınızdan" Lâfzındaki İzafenin Anlamı: Yüce Allah'ın; "Kadınlarınızdan" âyetindeki izafet, İslâm anlamında ve mü’min kadınların durumunu açıklamak sadedindedir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Erkeklerinizden iki şahit bulundurun" (el-Bakara, 2/282) Çünkü kâfir kadın, neseb dolayısıyla müslümanların kadınlarından olabilir. O vakit o, bu hükmün kapsamına girmez. 5- Fuhuş Yapanlara Karşı Şahid Bulundurmak: Yüce Allah'ın: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahid getirin" âyeti, müslümanlar dan dört şahid getirin demektir. Yüce Allah zinaya özel olarak, şahidliği dört olarak tesbit etmiştir. Böylelikle bunu iddia edecek olanın durumunu ağırlaştırmayı ve kulların halini de setr etmeyi murat etmiştir. Zinada şahidlerin dört olmak suretiyle tesbit edilmesi, Tevrat'da da, İncil'de de, Kur’ân'da da sabit bir hükümdür. Yüce Allah bir başka yerde: "Muhsan kadınlara zina isnad edip sonradan dört şahid getiremeyen o kimselere seksen(er) deynek vurun" (en-Nûr, 24/4) diye buyurmaktadır. Burada da: "Onlara karşı İçinizden dört şahid getirin" diye buyurmaktadır. Ebû Dâvûd, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yahudiler kendilerinden zina etmiş bir erkek ve bir kadın getirdiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana aranızdan en bilgin iki kişiyi getiriniz" Ona Suriya denilen birisinin iki oğlunu getirdiler. Hazret-i Peygamber onlara yemin verdirerek: "Bu iki kişinin durumunu Tevrat'ta ne şekilde görüyorsunuz?" diye sordu. Suriya'nın iki oğlu: "Tevrat'ta gördüğümüz şudur: Eğer dört kişi, erkeklik organını kadının tercinde milin sürmedanlıkta bulunduğu şekilde gördüklerine dair şahidlik ederlerse, ikisi de recm olunurlar" dediler. Hazret-i Peygamber sordu: "Peki, onları recm etmekten sizi alıkoyan nedir?" Dediler ki: Bizim hakimiyetimiz elimizden gitti, o bakımdan Öldürmekten hoşlanmadık. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şahidlerin getirilmesini istedi. Şahidler gelip, erkeğin erkeklik organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şahidlik ettiler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) recm olunmalarını emretti. Dâvûd Hudûd-25. Bir topluluk da şöyle demiştir: Zinada şahidlerin dört tane olmalarının sebebi, zina eden her bir kişi için -diğer haklarda olduğu gibi- iki şahidinin bulunmasıdır. Çünkü bu her birisinin sorumlu tutulduğu bir haktır. Ancak bu açıklama zayıftır. Çünkü kasâmede levs halinde Levs Yapılan ithamın ya da iddianın doğruluk ihtimalini ileri götüren halden anlaşılan ya da ifadelerden çıkartılan bir dereceye kadar güçlü karineler demektir. yemin sözkonusu olmaktadır. Burada onların herbirisinin herhangi bir dahli söskonusu değildir. 6- Şahidlerin Erkek Olmaları Gereği; Yüce Allah'ın: "İçinizden" âyeti dolayısıyla (ki buradaki zamir erkeklere ait bir zamirdir) şahitlerin erkek olmaları kaçınılmazdır. Bu konuda ümmet arasında bir görüş ayrılığı da yoktur. Yine şahidlerin âdil olmaları gerekir. Çünkü yüce Allah, alış verişlerde ve boşadıktan sonra ric'at yapmak halinde şahidlerde adalet şartını aramıştır. Bu husus ise hem daha büyük, hem de adalet şartının aranması bakımından daha önceliklidir. İşte bu da fıkıh usulü kitaplarında açıklandığı üzere, delile dayanarak mutlak olanın mukayyed olana hamledilmesi kabilîndendir Bu hususa dair şahidlik yapacak olanlar zimmet ehlinden olamaz. İsterse zımmi bir kadın hakkında hüküm verilecek olsun. Nitekim bu husus ileride Mâide Sûresi'nde (5/106. âyet, 6. başlıkta) gelecektir. Ebû Hanîfe, yüce Allah'ın: "İçinizden dört şahid" âyetini ileri süre rek, zina isnadında kocanın şahidlerden birisi olması halinde, onun lanetleşemeyeceğini ileri sürmüştür. Buna dair açıklama da yine yüce Allah'ın izniyle Nûr Sûresi'nde (24/6. âyet ve devamının tefsirinde) gelecektir. 7- Zina Edenlere Önceleri Öngörülen Ceza: Zina edenlere öngörülen ilk ceza yüce Allah'ın: "Şayet şehadet ederlerse., .onları evlerde alı koyun" âyetinde dile getirilmektedir, islâm'ın ilk dönemlerinde bu böyle idi. Bunu Ubade b. es-Sâbit, el-Hasen ve Mücahid söylemiştir. Daha sonra bir sonraki âyette sözü gelecek olan "eziyet etmek" ile bu hüküm nesh edildi. Bilâhare bu da Nûr Sûresi'ndeki âyet-i kerîme ile ve evlilerin recm cezası ile nesh olundu. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Hayır, önce sözkonusu olan ceza eziyet vermekti. Daha sonra onları evlerde alıkoymakla nesh olundu. Şu kadar var ki, âyetlerin tilâvetinde takdim ve tehir yapıldı. Bunu İbn Fûrek zikretmektedir. Bu şekilde alıkoymak, evlerde haps etmek, bu suçlan işleyenlerin çoğalmasından Önce İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Bu suçu işleyenler çoğalıp da güçlenmelerinden korkulmaları üzerine, onlar için özel bir hapis yapıldı, Bunu İbnu'l-Arabî söylemektedir. 8- Âyetteki Bu Hapis Bir Ceza mıydı, Bir Tehdit miydi? İlim adamları, sözü geçen bu hapsedip alıkoymanın, bir had mi, yoksa bir had tehdidi mi, olduğu hususunda farklı iki görüşe sahiptirler. Bunlardan birisine göre bu, had uygulanacağı tehdidi idi. İkinci görüşe göre ise, haddin kendisi idi. Bu da İbn Abbâs ve el-Hasen'in görüşüdür. İbn Zeyd şunu da eklemektedir: Bunlar nikâhı uygun yolundan başka bir yolda aradıkları için bir ceza olmak üzere ölünceye kadar evlilikten men olundular. İşte bu da böyle bir cezanın onlar için bir had, hatta daha da ağır bir ceza olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki, bu hüküm belli bir süreye kadar devam eden bir hükümdü. Bu da bir sonraki âyette sözü geçen eziyet hükmüdür. Tabii bu konuda ilgili âyetlerden hangisinin daha erken nâzil olduğuna dair yorum farkını nazan itibara almak gerekir. Her iki ceza da belli bir süreye kadar devam etmiştir. Bu da Hazret-i Peygamberin Ubâde b. es-Sâmit yoluyla gelen hadisinde söylediği şu sözlerdir: "Benden alınız (öğreniniz), benden alınız! Allah onlara yol götermiş bulunuyor. Eğer evlenmemiş olan evlenmemiş olanla zina edecek olursa, yüz sopa ile bir yıl sürgün, evli evli ile zina edecek olursa, yüz sopa ve recm ile cezalandırılacaklardır," Müslim, Hudûd 12: Ebû Dâvûd Hudûd 23; Tirmizî, Hudûd 8: İbn Mâce, Hudûd 7 İşte bu, yüce Allah'ın: "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) âyetini andırmakladır. Gece geldi mi, artık onun nihai vakti sona erdiğinden dolayı, orucun hükmü de kalkmaktadır. Yoksa nesh olunduğundan dolayı değil. İşte bu usûl âlimleri arasından muhakkik müteahhirînin görüşüdür. Çünkü nesih ancak telif edilmeleri bir türlü mümkün olmayan ve her bakımdan biribirleriyle çelişen iki âyet hakkında sözkonusudur. Burada ise, hapsetmek, ayıplamak, sopa vurmak ve recmin bir arada anlaşılıp yorumlanmasına İmkân vardır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Eziyet ve ayıplama, sopa cezası ile birlikte bakidir. Çünkü bu iki cezanın birbiriyle çatışan (tearuz eden) tarafı yoktur. Aksine bunlar tek bir kişiye uygulanabilir. Hapsedilmek ise, icmâ ile nesh olmuştur. Önceki âlimlerin (mütekaddimûn) neshi bu gibi şeyler hakkında da kullanmış olmaları, tabirin genişletilmesi (tecevvuz)den ibarettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16Sizlerden fuhuş yapanların her İkisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip hallerini düzeltirlerse, artık onları bırakın. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul edendir. Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarınızı yedi başlık halinde sunacağız: Allah'ın: "kelimesi" O kimse ki"nin ikilidir. Kıyasa göre bunun şeklinde olması gerekirdi, kelimelerinde olduğu gibi. Sîbeveyh der ki: Burada "ye" harfinin hazf ediliş sebebi, tam isim ile müphem isimlerin birbirlerinden ayırt edilmesi içindir. Ebû Ali ise der ki, "yâ" harfi kelimeyi daha da hafifletmek için hazf edilmiştir. Çünkü de herhangi bir karışıklıktan yana emin olunmuştur. Zira burada "nün" harfi hazf olunmaz. Tam isimlerde tesniye "nûn"u ise, kelimelerinde olduğu gibi, izafe halinde hazf edilebilmektedir. Eğer "ya" harfi hazfedilecek olsa, bu sefer tekil kelime de ikile benzemiş olur. İbn Kesîr bu kelimeyi, şeklinde "nun" harfini şeddeli olarak okumuştur. Bu, Kureyşlilerin bir söyleyişidir. Bunun sebebi; (la )ın "elifinden bedel olmak üzere şeddeyi kullanmış olmasıdır. Nitekim ileride Kasas Sûresi'nde yüce Allah'ın "İşte bu İkisi.., iki belgedir" (el-Kasas, 28/32) âyetini açıklarken belirtileceği gibi. Bu ismin kullanılışında "nün" harfinin hazf edilmesi suretiyle; şeklinde bir söyleyişi daha vardır. Bu, Kûfelilerin açıklamasıdır. Basralılar ise şöyle derler: "Nûn" harfinin hazf ediliş sebebi sıla (yani tarif lâm'ının bitişmiş olması) ile ismin uzamış olmasıdır. Aynı şekilde şeklinde ve: ". Bu ikisi... iki belgedir" şeklinde heı ikisinde de "nûn" harfleri şeddeli olarak da okumuştur. Diğerleri ise şeddesin olarak okumuşlardır. Ebû Amr bunu yalnızca dı şeddeli okumaktadır. O ikisi" mübtedâ olmak üzere meıfu'dur. Sîbeveyh der ki: Bu âyetin anlamı şudur: Size okunan âyetler arasında şu da vardır ki, onu yapanlar, yani aranızdan o fuhşu irtikab edenler... "ikisine de eziyet edin" âyetinde "fe" harfinin geliş sebebi, ifadede emir manası bulunduğundan dolayıdır. Çünkü smi, fiile bitişik olarak gelince bu isimde şart manası ortaya çıkmış oldu. Zira bu isim hakkında muayyen bir şeyin varlığı sözkonusu değildir Burada bu isimde şart manası ve müphemlik bir arada bulununca, şart durumuna geldi ve o bakımdan onun cevabının başına da "fe" harfi gelmiş oldu. Ondan önce zikredilen zamirlerin nasb edilmeleri için, kendilerinden önce bir fiilin hazf edilmesi uygun düşmediğinden dolayı ikisi de müptedâ olmak üzere ref olundular. Bu, Sîbeveyh’in tercihidir. Bununla birlikte mahzuf bir fiil takdiri ile nasb olunmaları da caizdir Böyle bir tercih ise ifadenin emir ve yasak anlamına gelmeyi halinde sözkonusudur. Kişinin: Yanında bulunan iki kişiye, onlara ikramda bulun, demesine benzer. Yüce Allah'ın: "Her ikisine de eziyet edin" âyeti ile ilgili olarak, Katade ve es-Süddî şunları söylerler: Burada eziyetin anlamı, azarlamak ve ayıplamaktır. Bir kesim ise bunun, ayıplamak sözkonusu olmaksızın, ağır ve katı sözler söylemektir derler. İbn Abbâs der ki: Onlara ağır sözler söyleyip, ayakkabılarla vurmak demektir. en-Nehhâs der ki: Bazıları da bunun nesh olunduğunu ileri sürmüşlerdir. Derim ki: Bunu İbn Ebi Necîh, Mücahid'den rivâyet etmiştir. Buna göre Mücahid der ki: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara..." âyeti ile "Sizlerden fuhuş yapanların..." âyeti ilk dönemlerde idi. Bunları en-Nûr Sûresi'ndeki âyet-i kerîme nesh etmiştir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir. Daha evla olmak üzere şöyle de denilmiştir: Bu nesh olmuş değildir. Çünkü her ikisinin de azarlanarak te'dib edilmeleri ve ikisine de: Siz suç işlediniz, fıska saptınız, yüce Allah'ın emrine muhalefet ettiniz, denilmesi gerekmektedir. İlim adamları yüce Allah'ın: "Kadınlarınızdan..." âyeti ile: "Sizlerden..." âyetinin tevili hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mücahid ve başkaları der ki: Birinci âyet-i kerîme, muhsan olanlar ve olmaya nlarıyla kadınlar hakkında umumidir. İkinci âyet-i kerîme ise, özel olarak erkekler hakkındadır. Bu ikinci âyet-i kerimede tesniye lâfzı, erkeklerden muhsan olan ve olmayan iki sınıfı beyan etmektedir. Kadınların cezası haps olunmaktır. Erkeklerin cezası ise eziyet edilmektir. İşte bu, âyetlerdeki lâfzın gerektirdiği bir açıklamadır. İfadelerde kullanılan nass ise bütün zina kesimlerini kapsamaktadır. Ayrıca lâfız cihetinden birinci âyet-i kerimede "kadınlar"ınız dair lâfzı, ikincisinde ise (müzekker olarak): "Sîzlerden" lâfzı bu görüşü teyid etmektedir. Bunu en-Nehhâs tercih etmiş ve İbn Abbâstan rivâyet etmiştir. es-Süddî, Katade ve başkaları ise şöyle demektedir: İlk âyet-i kerîme muhsan kadınlar hakkındadır Demek istiyor ki: Erkeklerden de muhsan olanlar anlam dolayısıyla onların hükmüne girmektedir, İkinci âyet-i kerîme ise, muhsan olmayan bekâr erkek ile bakire kız hakkındadır. İbn Atiyye der ki: Bu sözün anlamı tam ve eksiksizdir. Şu kadar var ki, âyetin lâfzı buna pek uygun düşmemektedir. Taberî bunu tercih etmiş olmakla birlikte, en-Nehhâs bunu kabul etmeyip şöyle demektedir: Müennes ifadelerin müzekkere tağlibî uzak bir ihtimaldir. Çünkü haki anlamı sahih olunca, hiç bir İfadeyi mecaz olarak yorumlama yoluna gitmemek gerekir. Bir diğer görüş de şöyledir; Önceleri bu şekilde evlerde alıkoymak, zina eden kadınlar hakkında sözkonusuydu. Erkekler hakkında değildi. İşte bundan dolayı özellikle kadının evde alıkonulması sözkonusu edildi. Daha sonra eziyet olunmaları hususunda erkek de, kadın da bir arada aynı hükümde ortak edildi. Katade der ki: Kadın hem hapsedilir, hem eziyete maruz bırakılırdı. Erkek ise sadece eziyete maruz kalırdı. Bunun böyle olmasının sebebi ise, erkeğin gidip gelmeye ve kazanmaya muhtaç olmasıdır İlim adamları, açıkladığımız üzere zina edenlerin hükmünü beyan eden Ubade b. es-Sâmit yoluyla gelen hadisin muktezâsına göre hüküm belirtmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ali b. Ebî Tâlib, sözünü ettiğimiz hadisin muktezâsına göre görüş belirtmiştir. Hazret-i Ali'den nakledildiğine göre, O, Hemdanlı Şurâha'ya önce yüz sopa vurmuş, bundan sonra da onu recm etmiş ve şöyle demişti: Allah'ın Kitabı gereğince ona sopa vurdum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sünneti gereğince de onu recm ettim. Buhârî, Hudûd 21; Dârakutnî, İH, 123,124; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 319. Hasan-ı Basrî, Hasen b. Salih b. Hay ve İshak da bu görüştedir. Bir gurup ilim adamı da şöyle demektedir: Hayır, evli olana sopa söz konusu olmaksızın sadece recm cezası vardır. Bu görüş Hazret-i Ömer'den rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda bu, ez-Zührî, en-Nehaî, Mâlik, es-Sevrî, el-Evzaî, Şâfiî, Rey ashâbı, Ahmed ve Ebû Sevr'in de görüşüdür. Bunlar bu görüşlerini açıklarken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mâiz ile Gâmid'li kadını recmetmîş olduğunu, Hazret-i Peygamber'in Uneys'e: "Şu adamın hanımının yanına git, eğer itiraf ederse onu recm et" Buhârî, Sulh 5, Şurut 9, Vekâlet 13, Ahkam 39, Ahbâru'l-Ahâd 1, Eymân 3; Müslim, Hudûd 25; Tirmizî, Hudud 8; Nesâî, Kudat 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Dârimî; Hudûd 12, Müsned, IV, 115-116. demiş olduğunu ve sopa vurmaktan herhangi bir şekilde sözetmediğini belirtirler. Eğer sopa bu durumda meşru olsaydı elbetteki bunu açıklar ve susmazdı. Onlara şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamberin onu açıkça İfade etmeyişinin sebebi, yüce Allah'ın Kitabıyla sabit olmasıdır. Bu cezanın meşhur olması, Kurân-ı kerîmde de bunun açık nass ile ifade edilmiş olması dolayısıyla bundan sözetmemiş olabilir. Çünkü yüce Allah'ın; "Zina eden kadın ile zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun" (en-Nûr, 24/2), âyeti bütün zina edenleri kapsamına almaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Aynı şekilde Hazret-i Ali'nin bu uygulamayı halifelerden alıp benimsemiş olduğu ve ona karşı bu uygulamada tepki gösterilmeyip, sen nesh olunmuş hüküm ile amel ettin, neshedeni terk ettinr denilmemiş olduğu da bunu açıklamaktadır. Bu da gayet açık bir husustur. 5- Zina Edenlere Sürgün Cezası: Evlenmemiş olanların sopayla birlikte sürgüne gönderilip gönderilmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Cumhûrun kabul ettiği görüş, böyle bir kimsenin sopa cezasından sonra sürgüne gönderileceği şeklindedir. Bu Raşit Halifeler Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin görüşüdür Aynı zamanda İbn Ömer'in de görüşü budur, (Allah hepsinden razı olsun). Atâ, Tavus, Süfyan, Mâlik, İbn Ebi Leylâ, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Sürgüne gönderilmeyeceği kanaatini ise Hammâd b. Ebi Süleyman, Ebû Hanîfe ve Muhammed b. el-Hasen belirtmişlerdir. Cumhûrun bu husustaki delili daha önce geçen Ubade b. es-Samit yoluyla gelen hadis ile Ebû Hüreyre'nin, Zeyd b. Halid'in rivâyet ettiği işçinin zinası ile ilgili (ve az önce işaret edilen) Hadîs-i şerîftir. O hadiste şunlar da geçmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, aranızda Allahın Kitabı gereğince hüküm vereceğim. Senin koyunların ve cariyen sana geri verilecektir." Oğluna yüz sopa vurduktan sonra bir sene de sürgüne gönderdi. Bunu hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Bir önceki başlıkta geçen ve Hazret-i Peygamberin durumu tahkik için Üneys'i gönderdiğinin kaydedildiği hadisin bir bölümüdür. Kaynaklarını omda kayd ettik. Böyle birisinin sürgüne gönderilmeyeceği görüşünde olanlar ise Ebû Hüreyre'nin cariye ile ilgili hadisini delil gösterirler. Burada Hazret-i Peygamber’in "Câriye zina ettiğinde zinası açıkça ortaya çıkarsa, ona celde (sopa) vursun, ama ayıplamasın, kınamasın. Sonra bir daha zina ederse, ona yine celde vursun, ama ayıplamasın, kınamasın. Üçüncü defa zina ederse, kıldan yapılmış bir ip karşılığında dahi olsa, artık onu salıversin" hadisine ve bu anlamdaki hadislere işaret edilmektedir. Bu ve bu anlamdaki hadisler: Buhârî, Buyû' 66,110, Hudûd 36; Müslim, Hudud 30-33; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, IV, 249, 494. Orada ise yalnız sopadan sözedilmekte, sürgünden söz edilmemektedir. Abdurrezzak, Ma'mer'den, o, ez-Zührî'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hazret-i Ömer, Rabia b. Ebi Ümeyye b. Halefi şarap içtiği için Hayber'e sürgüne göndermişti, O da, Heraklius'a katılıp hıristiyanlığa girdi. Bunun Üzerine Hazret-i Ömer: Bir daha hiç bir müslümanı artık sürgüne göndermeyeceğim, dedi. Bu görüşü savunanlar derler ki: Şâyet sürgün yüce Allah'ın koyduğu hadlerden bir ceza olsaydı, bundan sonra Ömer bu cezayı terk etmezdi. Diğer taraftan Kitab-ı Kerîm’de yer alan nass sopadır. Nassa bir şey ilave etmek ise neshdir. Bu durumda, kâr/i delille sabit olmuş bir hüküm, vahid haberle neshedilmiş olur. Böyle diyenlere cevap şudur: Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadis, cariyeler hakkındadır. Hürler hakkında değildir, Abdullah b. Ömer'den ise, zina ettiği için cariyesini dövüp sürgüne gönderdiği sabit olmuştur. Hazret-i Ömer'in: Artık bundan sonra hiçbir müslümam sürgüne göndermeyeceğim, sözünden kasti; -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- şarap içme hakkındadır. Çünkü Nafi'in İbn Ömer'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem sopa vurmuş, hem de sürgüne göndermiştir. Hazret-i Ebû Bekir de hem sopa vurmuş, hem sürgüne göndermiştir. Hazret-i Ömer de hem sopa vurmuş, hem sürgüne göndermiştir. Bunu da Tirmizî Câmiinde, Nesâî Sünen'inde, Ebû Kureyb Muhammed b. el-Âlâ, el-Hemdanî'den, o, Abdullah b. İdristen, o, Ubeydullah b. Ömer'den, o, Nafîden Tirmizî, Hudûd 11'deki sened şu şekildedir: "...Abdullah b. İdrîs, Ubeydullah'tan, o, Nâfi’den, o, İbn Ömer'den..." rivâyet etmiştir, Tirmizî, Hudûd 11. Dârakutnî der ki: Bu hadisi sadece Abdullah b. İdris rivâyet etmiş ve ondan Ebû Kureyb dışında sika ravilerden herhangi bir kimse muttasıl senetle nakletmiş değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ise, sürgüne gönderdiğine dair rivâyet sahih olarak bize ulaşmış olduğundan dolayı, artık kimsenin söyleyecek bir sözü kalmaz. Sünnetin kendisine muhalefet ettiği kimsenin karşısındaki davacı ise, sünnettir. Başarı Allah'tandır. Nassa bir şeyler ilave etmek bir nesihtir şeklindeki iddialarına gelince, böyle birşey doğru kabul edilemez. Aksine bu, asıl ceza ile birlikte bir başka hükmün ziyadesidir. Diğer taraftan bizzat kendisi sahih olmayan bir habere dayanarak, su ile abdest almanın yanında nebiz ile abdest alınabileceği görüşünü fazladan ileri sürmüş, Peygambere yakın akrabalarının (ganimetten pay alabilmeleri için) fakir olmaları şartını koşmuştur. (Bk. el-Enfâl, 8/41, âyet, 12. başlık) Bu ve buna benzer Kur'ân-ı Kerîm’de nass ile tesbit edilmemiş daha başka bir takım görüşleri de hep böyledir. Bu anlamda bir takım açıklamalar bundan önce Bakara Sûresi'nde (2/106. âyette) geçmiştir. İleride de gelecektir. 6- Sürgün Cezasını Kabul Edenler ve Erkek ile Kadının Hükmü: Sürgüne gönderilme cezasını kabul edenler, hür erkeğin gönderileceği hususunda görüş birliği halindedirler. Ancak köle ve cariyenin sürgüne gönderilmesi hususunda farklı görüşleri vardır. Her ikisinin de sürgüne gönderileceğini kabul edenlerden birisi de İbn Ömer'dir. O, zina eden bir cariyesine sopa cezası vurduktan sonra Fedek'e sürgün göndermiştir. Şâfiî, Ebû Sevr, es-Sevrî, Taberî ve Davud da bu görüştedir. Kölenin sürgüne gönderilmesi hususunda Şâfiî'nin farklı görüşleri vardır. Bir seferinde: Ben kölenin sürgüne gönderilmesi hususunda istihare yaparım derken, bir seferinde de altı ay süreyle sürgüne gönderileceğini söylemiştir. Bir başka sefer ise, kendi beldesinin dışında bir yere bir sene sürgüne gönderilir, demiştir. Taberî de bu görüştedir. Yine Şâfiî'den cariyenin sürgüne gönderilmesi hususuna dair iki farklı görüş nakledilmiştir. Mâlik ise der ki: Erkek sürgüne gönderilir, fakat kadın da, köle de sürgüne gönderilmez. Sürgüne gönderilen kimse ise, sürgüne gönderildiği yerde haps edilir. Meselâ Mısır'dan Hicaz'a, Şağb'e, Asuvan'a ve benzeri yerlere, Medine'den de, Hayber ve Fedek'e sürgüne gönderilir. Ömer b. Abdulaziz de böyle yapmıştır. Hazret-i Ali de, Kûfe'den Basra'ya sürgüne göndermiştir. Şâfiî der ki: Sürgün mesafesinin asgarisi bir gün bir gecelik yoldur. İbnü'l-Arabi der ki: Sürgünün asıl uygulaması şuna dayanır: İsmailoğulları Harem bölgesinde herhangi bir cinayet ve suç işleyenin, o bölgeden sürgüne gönderileceği Üzerinde ittifak etmişlerdi. Böylelikle bu onlar arasında din gibi uygulaya geldikleri adet haline geldi. İşte bundan dolayı insanlar, herhangi bir kimse bir suç işleyecek olursa, onu, beldesinden sürgüne gönderme geleneğini alıp kabul ettiler. Bu uygulama, cahiliyye döneminde de İslâm gelene kadar devam edip durdu. İslâm da bunu Özel olarak zinada kabul etti. Kölenin sürgüne gönderilmeyeceğini ileri sürenler, Ebû Hüreyre'nin cariye ile ilgili hadisini delil göstermişlerdir. Çünkü kölenin sürgüne gönderilmesi, sürgüne gönderildiği süre zarfında o kölenin menfaatlerinden yararlanamamak şeklinde o kölenin sahibine bir cezadır. Bu ise şeriatın tasarrufuna uygun düşmemektedir. O halde bizzat cinayet işleyenden başkası cezalandırılamaz. Aynı şekilde köleden cuma, hac ve cihad da sakıttır. Ve bunlar yüce Allah'ın onun üzerindeki haklarıdır. Bunların sakıt olması efendisinden dolayıdır. İşte sürgüne göndermek de böyle olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kadın sürgüne gönderilecek olursa, bunun kendisi sebebiyle çıkanlıp sürgüne gönderildiği şey olan fuhuşa bir daha düşmesine sebep olma ihtimali de vardır Diğer taraftan sürgüne göndermek, avretinin açılmasına, onun aslolan halinin zayi olmasına sebep teşkil eder. Çünkü aslolan kadının evinin dışına çıkmasını engellemek ve evinde namazının daha faziletli olduğudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kadınlara (gereğinden çok) dış elbise almayınız ki evlerden dışarı çıkmasınlar." Bu hadis daha Önceden Âl-i İmrân, 3/14 âyet, 2. başlığında da geçmişti. Bk. et-Taberânî, el-Evsat, IV, 75. Böylelikle, sürgüne göndermeyi ifade eden hadisin umumunun muteber kabul olunacağına dair lehine şahadet edilen maslahat ile tahsis olunacağı ortaya çıkmaktadır. Bu ise usul âlimleri ve kıyas bilginleri arasında hakkında ihtilaf olunmuş bir meseledir. Bir başka kesim, oldukça istisnai (şâz) bir görüş ortaya atarak şöyle demektedir: Yaşlı kimse hem sopa, hem de recm ile cezalandırılır. Genç ise sadece sopa cezasına çarptırılır. Bu görüşü İleri sürenler, Zeyd b. Sabit yoluyla gelen hadiste geçen "eş-şeyh : yaşlı, ihtiyar" lâfzına tutunurlar. Zeyd b. Sabit'in rivâyetine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ettiklerinde, her ikisini de kesin olarak recm ediniz". Hadisi Nesâî rivâyet etmiştir. Burada kayd edildiği gibi Zeyd b. Sabit'in rivSyetiyle: Dârimî, Hudud 16, Müsned, V. 183. İbn Abbâs'tan Ömer (radıyallahü anh) yoluyla biraz uzun ve farklıca rivâyeti; İbn Mâce, Hudûd 9, Dârimî, Hudud 16; Muvattâ, Hudud 10. Ubeyy b. Ka'b'dan: Müsned, V, 132. Ancak bu görüş fâsid bir görüştür. Çünkü başka bir hadiste bunun yerine "evli : es-seyyib" lâfzı kullanılmıştım Yüce Allah'ın: "Eğer tevbe edip" yani fuhuştan tevbe ederek vazgeçip "hallerini" bundan sonraki fiillerini "düzeltirlerse, artık onları bırakın". Yani onlara eziyet etmeyi ve ayıplamayı terk edin. Bu uygulama hadlerin nüzulünden önce idi. Hadler nâzil olunca, bu âyet-i kerimeyi nesh etti. Burada sözü geçen "vazgeçmek'ten kasıt, onlardan ayrılmak, onlara darılmak anlamında bir vazgeçmek değildir. Bu onları yüzçeviren bir kimsenin terk edişi, birakışı ile terkedip bırakmaktır. Bu ise daha önce işledikleri masiyet ve bir sonraki âyette de sözü edilecek cahillikleri sebebiyle onları hakir görmektir. Allah'ın tevbeleri çokça kabul etmesi, masiyetten döndükleri takdirde kullarının dönüşünü kabul edendir, demektir. 17Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler, kötülüğü ancak bilmeden yapanların, sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerinkidir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah Alimdir, Hakimdir. Bu iki âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Tevbeleri Kabul Olunacak Kimseler ve Allah'ın Tevbeleri Kabul Etmesinin Hükmü: "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler,.-" diye başlayan âyet-i kerimeyle ilgili olarak, bu âyetin günah işleyen herkes hakkında umumi olduğu söylendiği gibi, yalnızca bilmeyen kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Günah işleyen herkesin tevbesi ise, başka bir yerde sözkonusu edilmiştir. Ümmet, mü’minlerin tevbe etmelerinin farz olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Ey mü’minler Allah'a topluca tevbe edin." (en-Nûr, 24/31.) Aynı türden olmayan bir başka günaha devam etmekle, belli bir günahtan dolayı yapılan tevbe, sahih olur. Bu, şöyle diyen Mutezile'ye muhalif bir kanaattir: Herhangi bir günahı işlemekte olan bir kimse tevbe etmiş olamaz. Hiç bir masiyet arasında fark gözetmek mümkün değildir. Ancak bizim açıkladığımız Ehl-i Sünnet'in bu konuya dair görüşüdür. Kul tevbe ettiği takdirde, Şanı yüce Allah muhayyerdir. Dilerse otevbeyikabul eder, dilerse etmez. Tevbenin kabul olunması, Ehl-i Sünnete muhalif kanaat belirtenlerin söyledikleri gibi, aklî bakımdan Allah için vacibtîr, denilemez- Çünkü, bir şeyin vacib olabilmesi için bunu o kimseye vacib kılanın rütbe itibariyle daha yukarıda olması şartı vardır. Gerçek ise şu ki, Allah, bütün yaratıkların yaratıcısı, onların maliki ve onlara mükellefiyetler koyandır. Dolayısıyla herhangi bir şeyin O'nun hakkında vacib olmakla nitelendirilmesi doğru değildir. O, bundan yüce ve münezzehtir. Şu kadar var ki, Şanı yüce Allah, -ki, O, va'dinde sadık olandır- kullarından isyan edenlerin tevbelerini kabul edeceğini şu âyeti ile bizlere haber vermektedir: "Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri de affeden O'dur." (eş-Şûra, 42/25) Yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'ın kullarının tevbesini kabul eden... olduğunu bilmediler mi?" (et-Tevbe, 9/104) âyeti ile: "Muhakkak ki Ben, tevbe eden... olanlara çok çok mağfiret edenim" (Tâ-Hâ, 20/82). Âyeti ise, yüce Allah'ın kendisi için vacib kıldığı bir takım şeyleri haber vermesine gelince, bu âyetlerle haber verdiği o şeylerin kendisi için vacib olmasını gerektirir. Akide (inanç,) ise, aklen O'nun hakkında herhangi bir şeyin vacib olmadığı şeklindedir Bu konudaki sem'î âyetlerin zahiri ise, Onun tevbe edenin tevbesini kabul edeceğini ifade etmektedir. Ebûl-Meâlî ve başkaları der ki: Bu zahir ifadeler, yüce Allah'ın tevbeyi kabul edeceğine dair zannı galip bilgi vermektedir. Yoksa yüce Allah hakkında tevbeyi kat'î olarak kabul edeceğini ifade etmezler. İbn Atiyye der ki; Ancak bu hususta Ebû'l-Meâlî ile (aynı kanaati paylaşan) başkalarına muhalefet edilmiştir. Bir kişinin şanları tam ve nasuh bir tevbe ile tevbe ettiğini farzetsek, Ebû'l-Meâlî der ki: Böyle birisinin tevbesinin kabul olunacağına dair galip zan sözkonusudur. Başkası ise der ki: Yüce Allah'ın kendi zatı hakkında haber verdiği şekilde, O’nun böyle bir kimsenin tevbesini kat'î olarak kabul edeceği söylenir. İbn Atiyye der ki: Babam (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu görüşe meyleder ve tercih ederdi. Ben de bu görüşteyim. Yüce Allah'ın; "O, kullarının tevbesini kabul edendir" (eş-Şûrâ, 42/25) âyeti ile: "Şüphesiz ki Ben, çok çok mağfiret edenim" (Tâhâ, 20/82) âyetinin ifade ettiği mananın bu şekilde tevbe ettiği farzolunan kimse hakkında sözkonusu olmaması, yüce Allah'ın kulları hakkındaki merhameti ile bağdaşmaz. Bu husus bu şekilde anlaşıldığı takdirde, şunu bil ki, yüce Allah'ın: "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği..." âyetinde bir hazf vardır. Zahiri üzere değildir. Çünkü âyetin zahirinden Allah'ın tevbeleri kabul etmekle yükümlü olduğu anlamında, "üzerinde" manası vardır. Ancak bunun anlamı, O'nun tevbeleri kabul etmesinin, kullarına lütuf ve rahmeti olduğunu bildirmektedir. Bu da Hazret-i Peygamber'in Muaz b. Cebel'e söylediği şu sözler kabilîndendin "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" O, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir deyince, Hazret-i Peygamber: "Onları cennete koymasıdır" Buhârî, Libas 101, Cihâd -46, İstizan 30, Rikaak 37, Tevhid 1; Müslim, Îman 49-51; Tirmizî, Îman 18; İbn Mâce, Zühd 35; Müsned, III, 260-261. diye buyurdu. İşte bütün bunların ifade ettiği mana şudur: Bu Allah'ın hak va'di ve doğru sözü dolayısı ile, Allah'ın lütuf ve rahmetinden ötürü böyledir. Buna delil ise yüce Allah'ın: "O, rahmeti kendi üzerine yazmıştır." (el-En'âm, 6/12) yani O, bunu vad etmiştir, demektir. Burada üzerine âyetinin : Yanında anlamına olduğu da söylenmişse de, ikisinin ifade ettiği mana birdir. İfadenin takdiri; Allah nezdinde... şeklindedir. Yani O, sahih kılan şartları bulunduğu takdirde, tevbeyi kabul edeceğine dair vaadde bulunmuştur ve va'dinden cayması sözkonusu değildir. Tevbenin sahih olmasının şartlan dört tanedir: Kalbten pişmanlık duymak, masiyeti derhal terk etmek, bir daha benzerini işlememek üzere karar vermek ve bu tevbeyi başkasından değil de, yüce Allah'tan haya ederek yapmış olmak. Bu şartlardan birisi yerine gelmeyecek olursa tevbe sahih olmaz. Günahın itiraf edilip, çokça mağfiret dilenmesinin de tevbenin şartlarından olduğu söylenmiştir. Bundan önce Âl-i İmrân Sûresi'nde, tevbenin anlamı ve hükümlerine dair geniş açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (Bk. 3/90. âyet) Bildiğim kadarıyla tevbenin herhangi bir haddi düşürmediği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Farklı görüşler için bk. el-Maîde. 5/38. âyet, 26. başlık. Bundan dolayı ilim adamlarımız der ki: Hırsız erkek, hırsız kadın ve başkasına zina iftirasında bulunan kimse, tevbe eder ve aleyhlerine şahitilik edilecek olursa onlara had uygulanır. Buradaki "Üzerine" edatının "...den, dan" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Allah tarafından tevbeleri kabul olunacak kimseler., anlamındadır. Bunu Ebûbekr b. Abdus söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride et-Tahrim Sûresi'nde (66/8, âyette) nasûh tevbe ile kendisinden tevbe olunacak hususlara dair açıklamalar gelecektir. 2- Tevbe Bütün Günahkârlar Hakkında Umumidir: Yüce Allah'ın: "Kötülüğü ancak bilmeden yapanların..." âyetindeki: 'Kötülük (es-sû’; ile el-En'âm Sûresi'nde: "Aranızdan kim bilmeksizin bir kötülük işlerse" (el-En'âm, 6/54) âyetindeki "kötülük" tabiri küfür ve mahiyetlerin tümünü kuşatan umumi bir tabirdir. Rabbine asi olan herkes, o masiyetinden vazgeçinceye kadar cahildir. Katâde der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı, herbir masiyetin ister kasten olsun, ister bilmeyerek olsun bir cehalet olduğunu icma ile kabul etmişlerdir, İbn Abbâs, Katâde, ed-Dahhâk, Mücahid ve es-Süddî de böyle demiştir. ed-Dahhâk ve Mücahid'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir; Burada cehaletten, bilmemekten kasıt, kasten işlemektir. İkrime der ki: Dünyanın bütün işleri cehalettir. O, bununla özellikle İnsanı Allah'ın itaati dışına çıkartanları kastetmektedir Böyle bir ifade de yüce Allah'ın: "Muhakkak dünya hayatı bir oyun ve bir eğlencedir" (Muhammed, 47/36) âyeti ile paralellik arzetmektedir, ez-Zeccâc der ki: Burada yüce Allah'ın: "Bilmeden" âyetinin anlamı, fani zevklerini ebedi zevklerine tercih etmeleri demektir. Yine bu "bilmeden" kelimesinin, cezanın mahiyetini bilmeyerek işlemek anlamında olduğu söylenmiştir. Bunu İbn Fûrek na ki etmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak İbn Fürek'in görüşü zayıf görülmüş ve bu kanaati reddolunmuştur. Yüce Allah'ın: "...sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerinkidir" âyeti hakkında İbn Abbâs ve es-Süddî der ki: Bu âyet, "ölüm hastalığından önce tevbe edenlerinkidir...” demektir. ed-Dahhâk'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ölümden önce olan herşey yakın demektir. Ebû Miclez ve yine ed-Dahhâk, İkrime, İbn Zeyd ve başkaları ise derler ki: Melekleri ve ruhunun kabz edilmekte olduğunun görülmesinden ve kişinin kendisini kaybetmesinden önceki tevbe, yakın zamanda yapılmış tevbe demektir. Mahmud el-Verrak şu beyitleri ne güzel söylemiş: "Ölümden ve dillerin tutulmasından önce; Kabul edilmesi umulan bir tevbeyi önden gönder, kendin için. Nefislerin çaresiz kalmasından önce bunu acele yap. Çünkü öylesi bir tevbe bir azıktır, bir ganimettir; güzel hareket eden ve Rabbine dönen kimse için." İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Böyle bir vakitte tevbenin. sahih oluş sebebi, henüz umudun devam etmesi, kişinin pişmanlık duymasının sahih olması, fiili terk azminin sahih olmasıdır. Tirmizî, İbn Ömer'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kişinin cam boğazına gelip dayanmadığı sürece, şüphesiz Allah kulunun tevbesini kabul eder." Tirmizî der ki, bu hasen garip bir hadistir. Tirmizî, Deavat 98; İbn Mâce, Zühd 30; Müsned, II. 132, 153, III. Can boğaza gelip dayanmadıkça" ifadesi ise, canının boğazına gelip kendisiyle gargara yapılan şey durumuna ulaşmaması halidir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı; günah üzerinde ısrar etmeksizin, yakın bir zamanda (günahın işlenmesi üzerinden kısa zaman geçtikten sonra) tevbe etmeleri demektir. Sağlıklı iken acele edip tevbe edeninki daha faziletlidir. Ayrıca umduğu salih ameli daha çok yetişip yerine getirebilir. Ölüm ise, herşeyden uzak kalınan bir zamandır, Nitekim şair şöyle demiştir: "Benim bu yerim (mezarım) dışında uzak kalınan bir yet var mı ki, varsa neresidir?" Salih el-Murrî, el-Hasenden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim işlemiş olduğu bir günahtan dolayı Allah'a tevbe etmiş bulunan kardeşini o günahı dolayısıyla ayıplayacak olursa, Allah da o ayıplayanı mutlaka o günahla müptela kılar. Yine el-Hasen der ki: İblis yere indirilince şöyle dedi: İzzetin hakki için, ruh onun cesedinde bulunduğu sürece ben de Âdemoğlundan ayrılmayacağım. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ben de izzetim hakkı için Âdemoğlun canı boğazına gelip dayanmadığı sürece tevbeyi kabul edeceğim." 18Yoksa kötülükleri İşleyip duran, nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerinki değildir. İşte Biz, onlar için çok acıklı bir azap hazırlamış izdir. 4- Tevbeleri Kabul Olunmayacaklar; Yüce Allah: "Yoksa tevbe... kâfir olarak öleceklerinki değildir" âyetinde ölümün gelip çatmış ve artık hayata dönmekten ümidini kesmiş olan kimselerin, tevbeleri kabul olunanlar kapsamına girmeyeceğini ifade etmektedir. Nitekim Fir'avun, suya gömülüp boğulmak noktasına gelince, izhar etmiş olduğu imanın taydaşını görmedi. Çünkü böyle bir zamanda tevbenin faydası olmaz. Zira bu vakit teklif zamanı bitmiş olmaktadır. İbn Abbâs, İbn Zeyd ve müfessirlerin Cumhûru böyle demiştir. Kâfirler küfürleri üzere ölürler, âhirette de onların tevbeleri kabul olunmaz. Yüce Allah'ın: "İşte Biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışladır" âyetinde onlara işaret edilmektedir. Bu da ebedi bir azaptır. Şayet bu âyeti ile hepsine işaret edilmekte ise, o takdirde, isyankârlar hakkında ebediliğin sözkonusu olmadığı bir azap vardır. Bu da buradaki "kötülüklerin (seyyiât'ın)" küfürden daha aşağı olan günahlar anlamına kullanılması demektir. Yani tevbe, küfürden daha aşağı günahlar işleyip, sonra ölüm gelip çatınca tevbe edenlerinki değildir. Kâfir olarak ölüp de Kıyâmet gününde tevbe edenlerinki de değildir. Şöyle de açıklanmıştır: Burada sözü geçen "kötülükler (seyyiât)" küfür demektir, O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Makbul tevbe ölüm esnasında tevbe eden kâfirlerinki değildir. Kâfir olarak ölenlerinki de değildir Ebû'l-Âl-iyye der ki: Âyetin baştanın olan: "Allah'ın tevbelerinî kabul edeceği kimseler..." âyeti mü’minler hakkında inmiştir Sonraki ikinci âyet-i kerîme ise münafıklar hakkında inmiştir ki o da şudur: "Yoksa kötülükleri işleyip duran...değildir." âyeti fiilleri üzere ısrar eden kimselerin tevbeleri kabul olunmaz demektir. "Nihayet onların birine ölüm gelip çattığında" âyetindeki ölümün gelip çatmasından kasıt, kişinin nefes alırken ağzındaki tükürüklerin boğazına kaçması, canının çekilip alınması ve ölüm meleğinin görülmesi halidir. "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim diyenlerin... değildir." İşte böylesi için tevbe yoktur. Daha sonra yüce Allah, kâfirlerin tevbelerini sozkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve kâfir olarak öleceklerin ki de değildir. İşte Biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır." Yani oldukça ıstırap verici ve devamlı bir azap hazırlamısızdır. Buna dair açıklamalar daha önceden (bk. el-Bakara, 2/10. âyetin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. 19Ey îman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi, -onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe- kendilerine verdiğinizden bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadıysanız (sabredin). Çünkü hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah pek çok hayır takdir etmiş olabilir. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Kadınların Miras Alması Hususunda Cahiliye Âdeti, İslâm'ın Bunu Reddi ve Nüzul Sebebi: "Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi" anlamındaki bu âyet, daha önce sözü geçen hanımlar ile ilgili açıklamalarla ilgilidir. Bundan maksat, onlara yapılan zulmü ve zararı ortadan kaldırmaktır. Hitap, onların velilerinedir. -Mastar anlamını veren-: âyeti ise, "Helâl olmaz" âyeti ile ref mahallindedir. Yani kadınlara zorla mirasçı oluşunuz size helâl değildir. "Zorla" anlamına gelen: hal mahallinde mastardır. Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili yapılan rivâyetler ve müfessirlerin görüşleri farklı farklıdır. Buhârî, "Ey Îman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi... kendilerine verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın" âyeti hakkında İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakletmektedir: Adam öldüğü vakit onun velileri, hanımı üzerinde daha bir hak sahibi idiler. Onlardan birisi istediği takdirde, onunla evlenebilirdi. İsterlerse onu başkasıyla evlendirirler, istemezlerse evlendirmeklerdi. Onlar, akrabalarından daha çok (kadın üzerinde) hak sahibi idiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu hadisi ayrıca Ebû Dâvûd bu manada rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 4. sûre 6; Ebû Dâvûd Nikâh 21, 22. ez-Zührî ve Ebû Miclez der ki; Birisi öldü mü, onun başka anneden olma oğlu, yahut asabeleri arasında en yakın olan, elbisesini kadının üzerine atardı. Böylelikle kişi o kadın üzerinde bizzat kendisinden ve velisinden daha bir hak sahibi olurdu. İstediği takdirde ölenin verdiği mehir dışında ona mehir vermeksizin onunla evlenirdi. İsterse de başkası ile evlendirir, mehrini kendisi alır ona o mehirden birşey vermezdi. Dilediği takdirde ise Ölenden aldığı mirası kendisine fidye olarak versin diye ona engel olur yahut Ölüp de kendisi onun mirasını alsın diye bekletirdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey Îman edenler; Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi..." âyetini indirdi. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur; Sizin o kadınları kocalarından miras alarak, sizin onlara koca olmanız helâl değildir. Şöyle de açıklanmıştır: Mirasçı elini çabuk tutup (kocası ölen kadının) üzerine bir elbise bırakacak olursa, o kadın üzerinde kendisi daha bir hak sahibi olurdu. Şayet kadın çabuk davranıp ailesinin yanına gidebilirse, bu sefer kadın kendisi hakkında daha bir hak sahibi olurdu. Bunu es-Süddî söylemiştir. Bir başka görüş de şöyledir: Adam yaşlı bir kadınla evli iken canı genç bir kadınla evlenmek İsterdi. Fakat sahib olduğu mal dolayısıyla yaşlı kadından ayrılmaktan hoşlanmaz, onu yanında alıkoyardı. Ona yaklaşmazdı da. Kadın malını ona fidye olarak verip kendisini kurtarıncaya veya kadın ölüp de kocası onun malına mirasçı oluncaya kadar bu böyle devam ederdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Koca eğer onunla birlikte olmaktan hoşlanmıyor ise boşamakla, onu zorla, istemeyerek yanında alıkoymamakla erarolundu. İşte yüce Allah'ın: "Kadınlara zorla (hoşlanmaksızın) mirasçı olmanız helâl olmadığı gibi." âyetinde kastedilen budur. Ayet-i kerimeden kasıt, cahiliye dönemindeki uygulamaları ortadan kaldırmak, kadınların malın miras alınması gibi erkeklerden alınacak mirasın bir mal gibi değerlendirilmemesini sağlamaktır. "(......) kelimesinin "kef" harfinin ötreli okunuşu Hamza ve Kisaî'ye göredir. Geri kalanlar ise bunu üstün okurlar. Her birisi ayrı bir söyleyiştir, el-Kutebî der ki, "kef harfinin üstün okunuşu ikrah (zorlamak) anlamındadır. Ötreli okunuşu; zorluk ve sıkıntı manasına gelir. O bakımdan: sözü, isteyerek yahut istemeyerek, hoşuna gitsin veya gitmesin bu işi yapacaksın, anlamındadır. Âyet-i kerimede hitab ve 1 üçleredir. Burada hitabın onun mirasına tamah ederek, kötü bir şekilde onlarla geçinerek, onları alıkoyan yahut mehirlerinin bir bölümünü fidye olarak verip vazgeçinceye kadar onları alıkoyan kadınların kocalarına olduğu da söylenmiştir, Bu görüş daha sahihtir. Bunu İbn Atiyye tercih ederek şöyle demiştir: Bunun delili ise yüce Allah'ın: "Onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe..." âyetidir. Eğer bir hayasızlık yapacak olurlarsa, artık velinin o kadının malını almak kastıyla alıkoyması, ümmetin icmaı ile (velinin) hakkı değildir. Böyle bir hak, bundan sonraki meselede açıklanacağı üzere kocaya aittir. 2- Hayasızlık Yapan Kadına Karşı Takınılacak Tavır: Yüce Allah'ın: "Onları sıkıştırmayın" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş ve bunun "engellemek" anlamına geldiğine dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/232. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe" âyetinde yer alam "Hayasızlık (el-fahişe)"nin anlamı hakkında insanların farklı görüşleri vardır. el-Hasen bunun zina demek olduğunu söylemektedir. Ona göre bakire zina ettiği takdirde ona yüz sopa vurulur ve bir sene sürgüne gönderilir. Kocasından almış olduğu (mehri) de kocasına iade eder. Ebû Kilâbe der ki: Kişinin karısı zina ettiği takdirde, kendisine fidye verinceye (bul1 yapıncaya) kadar karısını sıkıştırmasında, ona zarar verecek uygulamalarda bulunup zorluk çıkartmasında bir mahzur yoktur. es-Süddî de der ki: Kadınlar böyle yapacak olurlarsa, o takdirde mehirlerini geri alamazlar. İbn Sirîn ve Ebû Kilâbe der ki: Onun karnı üzerinde bir adam bulmadığı sürece ondan fidye alması helâl değildir. Çünkü yüce Allah: "Onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe" diye buyurmaktadır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve Katâde der ki: Âyeti kerimede yer alan "apaçık hayasızlık", nefret etmeleri ve serkeşlik etmeleridir. Devamla derler ki: Kadın serkeşlik ettiği takdirde kocasının, karısının malını alması helâl olur. Mâlik'in de görüşü budur. İbn Atiyye der ki: Şu kadar varki, ben ondan nakledilmiş ve âyet-i kerimede geçen "hayasızlık (el-fahişe)"'nin anlamına dair açık bir ifade bellemiş değilim. Bir başka topluluk da şöyle demektedir: Buradaki hayasızlıktan kasıt, dilinin müstehcen olması, söz ve davranışı ile kölü geçimdir. Bu aynı zamanda "en-nüşûz (serkeşlik)"in anlamlarından birisidir. Kimi ilim ehli; serkeşlik eden kadından hul' olmak üzere mal almanın câiz olduğunu kabul ederler Şu kadar varki, bu gibi kimseler ise, yüce Allah'ın: "Kendilerine verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için" âyetini nazarı itibara alarak, ondan alacağı hul’ bedelinin ona vermiş olduğu (mehir) den fazla olmaması gerektiği görüşündedirler. Mâlik ve ilim ehlinden bir gurup ise şöyle demektedir: Koca serkeşlik eden kadından sahip olduğu malın tümünü dahi alabilir İbn Atiyye der ki: Kadının zina etmesi ise, kocaya serkeşlikten, de, eziyet vermesinden de daha ağırdır. Bütün bunlar ise, mal almayı helâl kılmayan hayasızlıklar (fahişe) dır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İbn Sirîn ve Ebû Kilâbe'nin görüşleri bana göre hiç bir kıymet ifade etmez. Çünkü hayasızlık (el-fahişe), kimi zaman müstehcenlik ve eziyet anlamına da gelebilir. Bundan dolayı müstehcen kimseye (el-berzî) fahiş ve mütefalıhiş ismi verilmiştir. Koca, karısının fuhuş yaptığına muttali olduğu takdirde onunla la ne deşebilir, dilerse de onu boşayabilir. Bu durumdaki karısını, kendisine malını fidye vermek üzere sıkıştırmasına gelince kocanın böyle bir hakkı yoktur. Ve ben herhangi bir kimsenin: Ebû Kitabe dışında, karısını zina ederken bulduğu takdirde ona hul' verinceye kadar karısını sıkıştırabileceğini, ona kötü davranabileceğini söyleyen başka bir kimse bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, Yüce Allah'ın: "Allah'ın sınırlarım korumayacaklarından korkarsanız" yani birlikte güzel geçinmek, kadının kocasının haklarını, kocanın da karısının haklarını yerine getirmesi hususunda bir endişeniz olursa, "o halde kadının birşeyleri fidye vermesinde her ikisi için de bir vebal yoktur" (bk. el-Bakara, 2/229. ayet, 4. başlık) diye buyrulmaktadır. Bir başka yerde de: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa, onu da afiyetle yiyin" (en-Nisa, 4/4) diye buyrulmaktadır. İşte bu âyeti kerimeler bu hususta asıl delilleri teşkil etmektedir. Atâ el-Horasanî der ki: Bir kocanın hanımı eğer bir hayasızlık işleyecek olursa, daha önce ona vermiş olduğu mehri geri alır ve onu dışarı çıkartırdı. Bu ise indirilen hadlerle nesh edildi. Bu konuda dördüncü bir görüş de vardır: "Onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe" âyeti, zina edip evlerde haps olunmadıkça anlamındadır. O takdirde bu neshten önceki bir âyettir. Atâ’nın sözünün anlamı da budur, ancak bu zayıf bir görüştür. 3- "Sıkıştırmama" Emrinin Muhatapları Veliler Kabul Edilirse... Bizler, "sıkıştırmama" hitabında kast edilenlerin "veliler" olduğu görüşünü, kabul edersek; bunun fıkhı sonuçlan şöylece ortaya çıkar: Velinin, velayeti altındaki kadını sıkıştırdığı sahih olarak tesbit edilecek olursa, hakim, kadının ve kocasının durumuna bakar. Ancak kız çocuklarına yaptığı uygulamalarda baba bundan müstesnadır. Eğer babanın kız çocuklarını sıkıştırmasında bir salâh varsa, ona itiraz olunmaz ve bu konuda tek bir görüş vardır. Bu (sıkıştırma) da evlenmeye talip olan kimseler hakkında söz konusu olur. Eğer onun bu sıkıştırması, sahih olarak tesbit edilirse, İmâm Mâlik'in mezhebinde bu konuda iki görüş vardır; Birisine göre, baba da diğer veliler gibidir. Hakim kızı ile evlenmek isteyenler arasından dilediği kimse ile evlendirir ve babasını da mahkemeye davet eder. Diğer bir görüş ise, bu hususta durum babasına arz olunmaz. 4- Kadınları Sıkıştırma Yasağının Atfedildiği Cümle ve Bir Kıraat: Onları sıkıştırmayın" âyetinin nehiy olması dolayısıyla cezm olması mümkündür. O takdirde bunun başında yer alan "vav" harfinin, birinci cümle ile ilişkisi bulunmayan bir atıf harfi olması sözkonusudur. Bununla beraber bunun mansub olmak üzere, Zorla mirasçı olmanız" âyetine atfedilmiş olması da caizdir O takdirde "vav" harfi bir fiili bir diğer fiile atfeden bir edat olur. İbn Mes'ûd ise, buradaki ibareyi: Ve onları sıkıştırmanız da" şeklinde okumuştur. Bu okuyuş ise, mansub olma ihtimalini kuvvetlendirdiği gibi, sıkıştırmanın nass ile câiz olmayan bir davranış olması ihtimalini de kuvvetlendirmektedir. 5- "Apaçık" Âyetinin Kıraat Farkları: Yüce Allah'ın: "Apaçık" âyeti Nâfi' ve Ebû Amr'ın kıraatine göre "ye" harfi şeddeli ve esreli olarak okunmuştur. Diğerleri ise "ye" harfini şeddeli olarak okurlar. İbn Abbâs ise, bir şeyin apaçık olması anlamını İfade eden: tabirinden "be" harfini esreli, "ye" harfini de sakin (med harfi) olarak; diye okumuştur. Bütün bu kıraat şekillerinin hepsi fasih söyleyişlerdir. Yüce Allah'ın: "Onlarla İyi geçinin" âyetine gelince, Allah'ın size emretmiş olduğu şekilde, güzel surette onlarla geçinin, demektir. Burada hitap herkesedir. Çünkü ister koca olsun, ister veli olsun, herkesin kadınlarla belli bir geçimi vardır. Buradaki emirde çoğunlukla kast olunanlar kocalardır. Bu da yüce Allah'ın: "Ya iyilikle tutmak..." (bk. el-Bakara, 2/229. âyet, 4, baslık) âyetini andırmaktadır. Güzel geçim ise, kadının mehir ve nafaka gibi haklarını eksiksiz ödemek, suçsuz yere yüzüne karşı surat asmamak, onunla güzel konuşmak, kaba ve sert konuşmayıp başkasına meylettiğini izhar etmemek suretiyle olur. Geçim (işret): İse, içli dışlı olmak, samimi bir şekilde konuşup şakalaşmak gibi anlamlara gelmektedir. Tarafeynin şu beyiti de bu kabildendir: "Bir eefer alabildiğine uzak bir yere uzaklaşıp gitse de Beraber oturup kalktığımız sevgili(ler)le geçen zamanımız buna üstün gelir." Bir kimse ile geçinmeyi ifade etmek üzere topluluk halindeki geçimi ifade etmek üzere de, denir. Yüce Allah, kocalara, kadınları nikâhladıkları takdirde onlarla güzel bir şekilde geçinmelerini emretmektedir ki, beraberlikleri, arkadaşlıkları ve biribirleriyle içli dışlı olmaları mükemmel şekilde olsun. Çünkü böyle bir geçim şekli nefsi daha bir huzura kavuşturur ve geçimi daha bir tatlılaştırır. Bu ise koca hakkında vacib olan bir İştir. Mahkeme karan ile yerine getirmek zorunda olduğu bir husus değildir. Kimisi de şöyle demektedir: Güzel geçim, kadının kendisi için süslendiği gibi, onun da karısına güzel görünmesidir. Yahya b. Abdurrahman el-Hanzalî der ki: Muhammed b. el-Hanefîyenin yanına gittim. O da benim yanıma kırmızı bir örtüye bürünmüş olarak çıktı. Sakalından ise misk, amber, ud ve yağ karışımı koku damlıyordu. Ona: Bu da ne? diye sordum. Dedi ki: Bu örtüyü hanımım üzerime sardı, bu kokulan da bana sürdü. Biz, canımızın çektiği şeyleri onlarda görmek istediğimiz gibi, onların da aynı şekilde bizde görmeyi arzuladıkları şeyler vardır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Ben hanımımın bana süslenmesini sevdiğim gıbt, aynı şekilde hanımıma süslenmeyi severim. Bu ise bizim sözünü ettiğimiz ifadenin kapsamına girmektedir İbn Atiyye der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in şu âyeti de âyet-i kerimenin anlamım ifade etmektedir: "Onda eğrilik olduğu halde, sen ondan yararlanmaya bak." Buhârî, Nikâh 19, Enbiya 1; Müslim. Radâ" 59, 60, 65; Tirmizî, Talâk 12; Dârimi, Nikâh 35; Müsned, II, 428, 449, 497, 530, VI, 279. Yani eğriliğine rağmen sen onunla kötü geçinmeye kalkışma. O takdirde ayrılıklar buradan başgösterir ve anlaşmazlıklar bununla ortaya çıkar. Bu ise hul" yapmaya bir sebeptir. Yüce Allah'ın: "Onlarla İyi geçinin" âyetini, ilim adamlarımız şuna delil göstermişlerdir: Şayet kadına tek bir hizmetçi yeterli gelmiyor ise, bu sefer kocası ona yeteri kadar hizmetçi tutar. Halife ve hükümdar kızlan ile tek bir hizmetçinin yeterli gelmediği benzeri hanımlar böyledir. İşte iyi bir şekilde geçinmek budur. Şâfiî ile Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Kocanın tek bir hizmetçiden başka hizmetçi tutma yükümlülüğü yoktur. Bu ise bizzat kadının kendi hizmeti için yeterlidir. Tek bir hizmetçinin yeterli gelmediği bir kadın dünyada yoktur.'Bu da birden çok atı bulunan bir Savaşçının durumuna benzer. Böyle birisine sadece tek bir at payı verilir. Çünkü böyle birisi ancak tek bir at üzerinde Savaşabilir. Bizim (mezhebimiz olan Mâlikî mezhebine mensup) ilim adamlarımız der ki: Bu yanlıştır Çünkü görülecek işleri pek çok olan hükümdar kızları gibi kimselere tek bir hizmetçi yetmez. Zira böyle bir kadının elbiselerinin yıkanması, yatağının düzeltilmesi ve buna benzer tek bir kişinin yapamayacağı pek çok işleri vardır. Bu da açıkça görülen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 8- Kadınlardan Hoşlanmamaya Rağmen Katlanma Emri: Yüce Allah'ın: "Şayet onlardan hoşlanmadıysanız..." âyeti şu demektir; Eğer -herhangi bir hayasızlık işlemeksizin ve serkeşlikte bulunmaksızın- çirkinlikleri, yahut kötü huylan dolayısıyla onlardan hoşlanmadınız ise, böyle bir durumda katlanma menduptur. Çünkü neticede Allah'ın o kadından, salih evlatlar ihsan etmesi umulur. şart edatı ise, ile merfu'dur ile birlikte fiil hoşlanmama fiili) mastardır. Derim ki: Müslim'in Sahih’inde Ebû Hüreyre yoluyla varid olan şu Hadîs-i şerîf de bu manayı ifade etmektedir: Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Mü’min bir erkek, mü’min bir kadından tiksinip nefret etmesin. Çünkü onun bir huyundan hoşlanmayacak olsa dahi bir diğer huyundan razı olur." Müslim, Radâ 61; Müsned, II, 329. Yani: Karısına ondan ayrılacak noktaya itecek kadar tam anlamıyla buğz etmesin. Bu da böyle bir noktaya gelmemeye çalışılmalıdır, demektir. Aksine onun kötü halini iyi hallerine versin ve sevdiği hallerini gözönünde bulundurarak hoşlanmadığı hallerine gözyumsun. Mekhûl dedi ki: İbn Ömer'i şöyle derken dinledim: Erkek, yüce Allah'tan hayırlısını dilerse, ona hayırlı olan verilir. Bu sefer o aziz ve celil olan Rabbine karşı (kendisi için hayırlı görüleni beğenmeyerek) kızgınlık gösterir. Aradan fazla zaman geçmeksizin kendisine yine en hayırlısının verilmiş olduğunu görür. İbnu'l-Arabî naklederek dedi ki: el-Mehdiyye kentinde, Ebû'l-Kasım b. Habib bana, Ebû’l-Kasım es-Seyyuri'den haber verdi. Ebû'l-Kasım, Ebû Bekr b. Abdurrahman'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şeyh Ebû Muhammed b. Ebi Zeyd, ilim ve din bakımından yüksekçe bir mevkide ve ileri derecede bilgi sahibi idi. Geçimi kötü bir hanımı vardı. Ona karşı haklarını yerine getirmiyor, diliyle kocasına eziyet veriyordu. Karısı hakkında ona birtakım sözler söyleniyor ve onun bu hallerine katlandığı için kınanıyordu O ise şöyle derdi: Ben bedenimin sağlığı, bilgim ve sahip olduklanmla Allah'ın bana eksiksiz nimet verdiği bir kimseyim Belki de bu kadın günahıma bir ceza olmak üzere baha gönderilmiştir. O bakımdan ondan ayrılacak olursam, başıma ondan daha ağır bir cezanın geleceğinden korkarım. İlim adamlarımız derler ki: İşte bu da mubah olmakla birlikte, boşamanın mekruh oluşuna bir delildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şüphesiz Allah, boşama ve (aşın) yemek yeme dışında mubah kıldığı hiçbir şeyi mekruh görmez. Ve şüphesiz Allah, dolup taşan bir bağırsağa buğz eder. Karnı tıkabasa doyurmanın mekruh olduğunu ifade eden rivâyetler için bk. Tirmizî, Zühd, 47; Müsned, IV, 132. Yersiz talâk'in mekruh oluşuna dair rivâyetler için bk. Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrû, VII, 527-528. 20Bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak İsterseniz, öncekine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. Onu bir iftira veya apaçık bir günah diye alır mısınız? Bu âyetlere dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: Bundan önceki âyet-i kerimede, kadının sebep teşkil ettiği ayrılmanın hükmü ile, kocanın ondan (bu durumda) mal alabilme hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra, bunun akabinde kocanın sebep teşkil ettiği ayrılıktan söz edilmekte ve eğer herhangi bir serkeşlik ve kötü geçim sözkonusu olmaksızın boşanmak istiyor İse, erkeğin kadından herhangi bir mal isteme hakkına sahip olmadığı beyan edilmektedir. 2- Kötü Geçim ve Serkeştik Her İki Taraftan İse, Eşler Ayrılmak İsterlerse: Eğer karı-koca da serkeşlik ediyor, biribirleriyle kötü geçiniyor ise, bununla, ikisi de ayrılmayı arzu ediyorlarsa, hükmün ne olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik (radıyallahü anh) der ki: Kadının ayrılığa sebep teşkil etmesi halinde, kocanın kadından mal alma hakkı vardır. Bu durumda da erkeğin bu ayrılığa sebep teşkil etmesi nazarı İtibara alınmaz. Bir gurup ilim adamı da şöyle demektedir: Serkeşliğin yalnızca kadın tarafından olması ve bu konuda kadının kocadan istekte bulunması hali müstesna, kocanın kadından mal alması câiz değildir. Yüce Allah'ın: "Öncekine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile..." âyeti mehirleri yüksek tutmanın câiz olduğuna delildir. Çünkü yüce Allah, mubah olmadık bir şeyi misal göstermez. Ömer (radıyallahü anh) irad ettiği bir hutbesinde şöyle demişti; Şuna dikkat edin, kadınların (nehirlerini yüksek tutmayın. Şayet bu, dünyada bir şeref, Allah nezdinde de bir takva olsaydı, bunu sizden ziyade elbette Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yapması gerekirdi. Halbuki O, hanımlarından olsun, kızlarından olsun, hiçbir kimsenin mehrini onikî ukiyeden fazla tesbit etmiş değildir. Bu sefer bir kadın karşısına dikilerek; ey Ömer dedi, Allah bize vermişken sen bizi mahrum mu edeceksin? Şanı yüce Allah: "Öncekine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın" demiyor mu? Hazret-i Ömer: Evet bir kadın isabet etti, Ömer hata etti, diye cevap verdi. Bir rivâyete göre de, Hazret-i Ömer başını önüne eğdi ve bir süre sessiz durduktan sonra dedi ki: Bütün insanlar senden daha fakihtir ey Ömer! Bir diğer rivâyete göre de şöyle demiştir: Bir kadın isabet etti ve bir erkek de hata etti. Sonra böyle bir şeye (çok mehir vermeye) karşı tepki göstermekten vazgeçti. Bunu Ebû Hatim el-Büstî, "Sahih Müsned"inde, Ebû'l-Acfa es-Sülemî'den rivâyet ederek şöyle demiştir: Ömer insanlara hutbe irad etti... Daha sonra bu rivâyeti oniki ukiyye ibaresine kadar nakletti. Ancak bu arada bir kadının kalkıp ona karşı söylediklerinden sonraki bölümü nakletmedi. İbn Mâce de bunu Sünen'inde Ebû'l-Acfa'dan rivâyet eder ve: "...ukiyyeden sonra şu fazlalığı nakleder: Erkek hanımına verdiği mehri öyle bir ağırlaştırır ki, sonunda bundan dolayı içinde kadına karşı bir düşmanlık besler ve der ki: Ben senin yüzünden kırbanın İpine dahi muhtaç oldum -veya kırba gibi terleyinceye kadar çalışıp didinmek zonanda kaldım- (Ebû’l-Acfâ dedi ki): Ben, Arap doğmuş bir kimse olduğum halde kırbanın ipinin yahut kırbanın terlemesinin ne olduğunu bilmiyordum." İbn Mâce, Nikâh 17; ayrıca bk.: Dârimî, Nikâh 18; Ebû Dâvûd Nikâh 27, 28; Tirmizî, Nikâh 23. el-Cevherî der ki: Aslında; : Kırbanın ipi tabiri ibaresinin başka bir söyleyişidir. Ondan başkaları ise şöyle demektedir: Kırbanın ipinden kasıt, kırbanın asıldığı bağı demektir. Burada hadiste şunu söylemektedir: Ben kırba ipine varıncaya kadar senin için mükellefiyet altına girdim. Kırbanın teri ise, kırbanın suyu demektir. Bununla da şu söylenmek istenmektedir: Senin için o kadar sıkıntılara katlandım ki, yolculuklar yaptım ve kırbanın terine dahi muhtaç oldum. Bu da kırbanın içindeki suyu demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Kırbanın teri tabiriyle, kırbanın terlemesi; terleyinceye kadar senin için yoruldum ve mükellefiyetler altına girdim, kast edilir, Bir diğer görüşe göre: Araplar yolculuklarında beraberlerinde su alırlar. Bu suyu da develere asarlardı. Bunu da sırayla yapıyorlardı. Çünkü bu su sırta ağır bir yük teşkil ediyordu. Bu açıklama ile hem "arak : ter" hem de, "alak : askı ipi" kelimeleri açıklanmış olmaktadır. el-Esmaî der ki; Kırbanın arakı (teri) sıkıntı anlamındadır. Bunun aslının ne olduğunu da bilemiyorum demiştir. Yine el-Esmaî der ki: Ben Ebû Tarafe'nin oğlunu -ki gördüklerimin en fasih konuşanı idi- şöyle derken dinledim; Bizim yaşlılarımızın şöyle dediklerini dinlemişimdir: Ben filandan kırbanın arakını (terini) gördüm diyorlar, bundan da çektikleri sıkıntıyı anlatmak istiyorlardı. Sonra bana İbnü'l Ahmer'e ait şu beyıti okudu: "Onun bu söyledikleri bir sövgü sayılmaz. O sözün affedilmesi ise, yorgun deve üstündeki kırbanın teri gibidir" Ebû Ubeyd der ki: Şairin anlatmak istediği şudur: Kendisini öfkelendiren, fakat sövgü de olmayan ve kendisine "kırbanın teri" gibi ulaştırılan bir söz işitir ve bundan dolayı o sözü söyleyeni sorumlu tutmaz. Şairin burada kırba kelimesini kullanması mümkün olmadığından yine aynı anlama gelen "es-sika" kelimesini kullanmış, bundan sonra da yorgun deve sırtındaki tabirini kullanmıştır. Bunun da anlamı şudur: Araplar yolculuklarında kırbaları develere yükletirlerdi. Bu ifade ise el-Ferrâ''nın naklettiklerini andırmaktadır, el-Ferrâ''nın iddiasına göre Araplar yolculuklarında dağlardan geçtiklerinde, beraberlerinde su taşırlar ve bunu da nöbetleşe develerin sırtına asarlardı, Çünkübu suyun sırt üzerinde taşınması bir yorgunluk ve bir meşakkat veriyordu. el-Ferrâ' bu açıklamayı, "arak" kelimesi hakkında değil de, "alak" kelimesi hakkında yapıyordu. Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerimeden yüksek miktarlarda mehir vermenin cevazı anlaşılmamaktadır. Çünkü burada kantarın misal verilmesi mübalağa yoluyladır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ve siz bu kadınlara kimsenin vermediği kadar büyük miktarda mehir vermiş olsanız dahî... demektir. Bu da Hazret-i Peygamberin: "Her kim Allah için bir mescid yapacak olsa, -velev ki bu bir kekliğin oturup yumurtladığı yer kadar dahi olsa- Allah da o kimseye cennette bir ev yapar" İbn Mâce, Mesacid 1; Müsned, I, 241. âyetine benzemektedir. Bilindiği gibi bir kekliğin oturabileceği kadar bir yer mescid olamaz. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ödeyeceği mehrinde kendisinden yardım istemek üzere gelmiş bulunan İbn Ebi Hadred'e bu mehrinin ne kadar olduğunu sormuş, o da ikiyüz deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öfkelenmiş ve şöyle buyurmuştu: "Sanki siz, altını ve gümüşü Medine'nin kara taşlığının bir tarafından veya bir dağdan kesiyormuş gibisiniz." Müslim, Nikâh 75 (yakın lâfızlarla). Bazıları bunlardan mehirlerin fazla miktarda verilmesinin yasaklandığı sonucunu çıkartmışlar. Ancak böyle bir sonuç çıkartmayı gerektiren bir durum yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evlenen böyle bir adama bu şekilde tepki göstermesi, mehrin fazlalığı ve çok verilmesi dolayısıyla değildir. Onun bu şekilde tepki göstermesi, fakir olduğu bu halinde kendisini yardım istemek ve dilenmek ihtiyacına sokması dolayısıyladır. Çünkü bu, ittifakla mekruhtur Hazret-i Ömer ise, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Fatıma'dan olma kızı, Um Gülsum'e (Allah hepsinden razı olsun) kırkbin dirhem mehir vermişti, Ebû Dâvûd, Ukbe b. Âmirden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bir adama: "Seni filan kadın ile evlendirmeme razı mısın?" diye sormuş; evet deyince, bu sefer kadına: "Seni de filan erkekle evlendirmeme razı mısın?" diye sormuş, kadın da evet demişti. Hazret-i Peygamber de bunları birbirleriyle evlendirmişti. Erkek, kadın için herhangi bir mehir tayin edilmeksizin gerdeğe girdi ve ona birşey vermedi. Bu koca, Hudeybiye'de hazır bulunmuş kimselerdendi. Hayber'de de ona ait bir pay vardı, Ölümü yaklaştığında dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni filan ile evlendirdi ve ben ona bir mehir tayin etmediğim gibi, ona mehir olarak bir şey de vermemiştim. Sizi şahid tutuyorum ki, ben ona mehir olarak Hayber'deki payımı veriyorum. Bunun üzerine kadın, oradaki payını aldı ve bunu yüzbîne sattı. Ebû Dâvûd, Nikâh 31. İlim adamları mehrin azamisi hususunda herhangi bir sınırlandırma olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Öncekine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile..." diye buyurmuştur. Ancak asgari miktarının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Yüce Allah'ın: "Mallarınızla... istemeniz" (en-Nisâ, 4/24) âyetini açıklarken bu hususlar ele alınacaktır. Kıntann sınırı ile ilgili açıklamalar, daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde ( âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Muhaysın: Öncekine... vermiş olsanız" âyeti Birine" kelimesinin başındaki hemzeyi vasıl ile okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Şairin şu sözü bu kabildendir: "Ve toz dumanın altından onun sesini işitirsin." Bir diğeri de şöyle demektedir: "Şayet Savaşmayacak olursam bana bir peçe giydiriniz." 4- Mehirden Birşey Geri Alınamaması: Yüce Allah'ın: "Ondan hiçbir şey almayın" âyeti ile ilgili olarak, Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demektedir: Koca hul' ile ayrılmak isteyen kadından birşey alamaz. Çünkü yüce Allah: "Hiçbir şey almayın" diye buyurmaktadır. O böylelikle bunu el-Bakara Sûresi'ndeki ayeti neshedici olarak kabul etmektedir. el-Bakara, 2/222, âyette sözü edilen "kadının fidye verebileceğini belirten" hükmü kast etmektedir. İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın Bakara Sûresi'nde yer alan: "Onlara verdiklerinizden birşeyi geri almanız sizin için helâl olmaz." (el-Bakara, 2/229) Ayeti ile nesh edilmiştir. Doğrusu, bu âyetlerin hepsinin muhkem olduğu, bunlar arasında nasih ve mensûhun bulunmadığı, her birisinin ötekisi ile birlikte ele alınacağıdır. Taberî der ki: Bu âyet-i kerîme muhkem bir âyettir. Bekr (el-Müzenî): "Eğer kadının kendisi birşey vermek isterse" şeklindeki ifadesinin bir anlamı yoktur, çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sabit b. Kays'a hanımının vermiş olduğu mehri geri almasını câiz kılmıştır. Buhârî, Talâk 12; Ebû Dâvûd, Talâk 17-18; Tirmizî, Talâk 10; Nesâî, Talâk 34, 53; İbn Mâce, Talâk 22; Dârimî, Talâk 7; Mavatta', Talâk 31; Müsned, VI, 4J3-434. "Onu bir İftira olarak..." anlamındaki kelime burada hal mevkiinde mastardır. "Veya apaçık bir sunan" âyeti de ona atfedilmiştir. "Apaçık" kelimesi “günah"ın sıfatıdır. 21Hem birbirinize karışmış ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu nasıl alabilirsiniz? 5- Mehrin Geri Alınamayışının Gerekçesi: Yüce Allah'ın: "Hem birbirinize karışmış... iken onu nasıl alabilirsiniz?" âyeti halvet olması halinde mehrin geri alınmasının yasak oluşunun bir gerekçesidir. Bazıları der ki: Birbirine karışmak" kelimesi, kocanın hanımı ile cima etsin etmesin tek bir örtü altında bulunması demektir. Bunu el-Herevî nakletmektedir ki, bu el-Kelbî'nin açıklamasıdır. el-Ferrâ' der ki: Bu kelime erkeğin kadın ile başbaşa kalıp onunla cima etmesi demektir. İbn Abbâs, Mücahid, es-Süddî ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerimedeki bu kelime cima anlamındadır. İbn Abbâs der ki; Ama yüce Allah kerimdir. O bakımdan kinayeli buyurmuştur, Sözlükte bu kelime asıl itibariyle karışmak anlamındadır. Birbirine karışmış şeylere “.....” denilir. Şair der ki: “Ona: Ey halam dedim, devem senindir ve ayrıca Heybemde birbirine karışmış kuru hurma ve kuru üzüm.” Birbirine karışmış ve başkanları bulunmayan topluluğa da: denilir. "Karışmış" kelimesi cima etmese dahi halvette bulunmak anlamına alındığı takdirde, acaba sadece halvetin varlığı ile mehrin ödenmesi gerekir mi, gerekmez mi hususunda ilim adamlarımız birbirinden farklı dört görüş ortaya atmışlardır. Birisine göre, mücerred halvet ile mehrin Ödenmesi gerekir. Diğer görüş ilişki olmadıkça mehir tahakkuk etmez. Üçüncü görüş, kadının zifaf odasında kocası ile başbaşa (halvette) kalması ile mehrin ödenmesi gerekir. Dördüncü görüş ise, erkeğin evinde olması ile kadının evinde olması arasında fark gözetilip hükümlerin Farklı olacağını belirten görüştür. Sahih olan, kayıtsız şartsız halvet ile mehrin ödenmesi gerektiği görüşüdür, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir. Onlar derler ki: Koca hanımı ile sahih olarak halvette bulunacak olursa mehrin tamamı (ve ayrılık halinde) iddet gerekir. Duhul olmuş olsun, yahut olmasın farketmez. Dârakutnî, Sevbân'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim kadının örtüsünü açar ve ona bakarsa mehir Ödemek icabeder." Dârakutnî, III, 307. Hazret-i Ömer de şöyle buyurmuştur: "Kapıyı kapatır, perdeyi indirir ve (nikâhsız olarak görülmesi haram yeri) avreti görürse mehir Ödemek icab eder." Dârakutnî, III, 307. Ali (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "(Erkek) kapıyı kapatır, perdeyi indirir, (kadının) avrettini görürse, mehir ödemesi vacip olur." Dârakutnî, III, 307. Mâlik de der ki: Bir sene ve buna benzer uzun bir süre koca karısı ile birlikte kalacak olursa ve her ikisi de birbirlerine dokunmadıkları hususunda ittifak ederlerse ve kadın da mehrin tamamını isteyecek olursa, ona hak kazanır. Şâfiî der ki: Böyle bir durumda kadının iddet bekleme yükümlülüğü yoktur. Mehrin yarısını hak eder. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/237. âyet, 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 6- Kadınların Aldıkları "Kuvvetli Söz": Yüce Allah'ın: "Hem... onlar sizden kuvvetli bir söz almışken..." âyetinin açıklaması ile ilgili üç görüş vardır. Bir görüşe göre buradaki kuvvetli sözün, Hazret-i Peygamberin: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti diye aldınız ve onların fercleri Allah'ın İsmi ile size helâl oldu" âyetinde dile getirilmiştir. Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Mennsik 56; İbn Mâce, Menasik 84; Dârimî, Mennsik 34; Müsned, V, 73 (Veda Haccı hutbesinin bir bölümü olarak). Bunu İkrime ve er-Rabi’ söylemiştir. İkinci görüşe göre, yüce Allah'ın: "Boşama iki defadır. Ya iyilikle tutmak, ya güzellikte salmaktır" (el-Bakara, 2/229) âyetinde dile getirilmiştir Bunu el-Hasen, İbn Şîrîn, Katade, ed-Dahhak ve Süddî söylemiştir Üçüncü görüş ise, nikâh bağıdır. Kocanın ben nikâhladım ve nikâh bağına malik oldum sözüdür. Bu da Mücahid İle İbn Zeyd'in görüşüdür. Bir gurup ise, kuvvetli sözden kasıt çocuktur demişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 22Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesna. Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktı. İlahi gazaba sebep İğrenç bir işti ve kötü bir yoldu. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre, insanlar yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi..." (en-Nisâ, 4/19) âyetinin nüzulünden sonra, babalarının hanımlarının rızasıyla evlenmeye devam ettiler. Ve bu durum: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın" âyeti nâzil oluncaya kadar böylece devam etti. Böylelikle böyle bir evlilik her durumda haram oldu. Çünkü nikâh kelimesi hem cima, hem evlenmek hakkında kullanılır. Şayet baba bir kadın ile evlenmiş yahut, nikâhsız olarak onunla ilişkt kurmuş ise, ileride de yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi onun oğluna haram olur. 2- Üvey Anneyi Nikâhlamanın Yasaklanışı.... Yüce Allah'ın: "Nikâhladığı" âyetinden kastedilenlerin kadınlar olduğu söylendiği gibi, akid olduğu yani babalarınızın Allah'ın dinine muhalif olan Fasid nikâhını yapmayın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah, nikâhın ne şekilde olacağını sağlam esaslara bağlamış, şartlarını da geniş geniş açıklamıştır. Bu görüş, Taberî'nin de tercih ettiği görüştür. Buna göre; "...den: (mealde:...lan)" edatı, kelimesine taalluk etmektedir." Nikâhladığı" ise mastardır. Taberî der ki: Şayet bunun anlamı, babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın şeklinde olsaydı, o takdirde; 'ın yerine 'in gelmesi gerekirdi. Buna göre buradaki yasak, onların da, babalarının yaptıkları fasid nikâh gibi nikâh yapmamalarıdır. Ancak (maksadın kadınlar olduğunu söyleyen birinci) görüş daha sahihtir. O takdirde ve edatlarının anlamında olur. Nitekim mealde de böyledir. Bunun böyle olduğunun delilide, ashâb-ı kiramın âyet-i kerimeyi bu manada alıp kabul etmiş olmalarıdır. Buradan, çocukların babalarının evlenmiş oldukları kadınları nikâhlamalarının yasak olduğuna delil getirmişlerdir. Araplar arasında oğlun, babasının hanımını ondan sonra nikâhlamayı alışkanlık haline getirmiş bir takım kabileler vardı. Bu uygulama Ensar arasında bağlayıcı bir uygulamaydı. Kureyşliler arasında ise, karşılıklı rıza ile mubahtı. Nitekim Amr b. Umeyye'nin babasının ölümünden sonra, babasının hanımı ile evlendiğini biliyoruz. Bu kadından Müsafir ve Ebû Muayt adındaki çocukları olmuştur. Bu sebepten Umeyye'den ise Ebul İs ve diğer çocukları vardı. Umeyye oğulları, Müsafir ile Ebû Muayt'ın hem kardeşleri hem amcaları idiler. Bu şekilde evlenenlerden birisi de Saftan b. Umeyye b. Halef idi. O, babasından sonra, babasının hanımı olan el-Esved b. el-Muttalib b. Esed kızı Fahite ile evlenmişti. Umeyye ise, henüz karısı hayatta iken öldürülmüştü. Yine bu tür evlilik yapanlardan birisi de Manzur b. Zebban'dı. O da babasının, Harice'nin kızı Müleyke adındaki hanımı ile evlenmişti. Bu kadın ise önceden Manzur'un babası Zebban b. Seyyar'ın nikâhı altında idi. Bu kabilden evlenenlerden bir diğer kişi ise, Hısn b. Ebi Kays'dır. O, babasının hanımı olan Ma'n kızı Kubeyşe ile evlenmişti. el-Esved b. Halef de babasının hanımı ile evlenmişti. el-Eşas b. Sevvâr der ki: Ebû Kays, ensardan salih kimselerdendi. Vefat ettikten sonra oğlu Kays, babasının hanımı ile evlenmeye talib olmuş, o da şöyle demişti: Ben seni oğlum biliyorum. Fakat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip onunla danışayım. Bunun üzerine Resûlüllah'a gidip durumu bildirdi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzuli'l-Kurân, s. 151-152, es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensür, II, 468. Araplar arasında kızıyla da evlenenler vardı. Bu kişi ise, Hacib b. Zürare idi. Bu Mecusilik dinîne girmiş ve bu kötü işi yapmıştı. Bunu da en-Nadr b. Şumeyl "Kitabü'l-Mesâlib" adlı eserinde zikretmiştir. Yüce Allah da mü’minlerin babalarının yaptıkları bu uygulamayı böylelikle yasaklamış oldu. Yüce Allah'ın: "Ancak geçmiş olan müstesna" âyeti geçmiş ve daha önce olup bitmiş olan müstesna demektir. Selef: geçmiş, senden önce geçmiş bulunan ataların ve akrabaların hakkında kullanılan bir tabirdir. Buradaki istisna munkatı'dır. Yanı, ama geçmiş olandan uzak durunuz ve onu terkediniz. Buradaki; "Ancak" kelimesinin "sonra" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani geçmişte yapılan bu uygulamadan sonra... demektir. Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onlar orada ilk Ölümden başka ölümü tatmazlar" (ed-Duhân, 44/56) Bunun anlamı ise: İlk ölümden sonra ölümü tatmazlar, şeklindedir. Burada yer alan: "Ancak geçmiş olan müstesna" âyetinin geçmiş olan da dahil olmak üzere nikâhlamayın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- Öldüremez" (en-Nisa, 4/92) âyetinde olduğu gibi. Yani hata yoluyla dahi öldüremez, demektir, âyet-i kerimede şu anlamda olmak üzere takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir: Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayınız. Çünkü bu büyük bir hayasızlık idi, İlahi gazaba sebep iğrenç bir işti. Ve o kötü bir yoldu. Geçmiş olan müstesna. Bir görüşe göre de âyet-i kerimede: "Babalarınızm nikâhladığı kadınları nikâhlamayın âyeti dolayısıyla hazfedilmiş ifadeler vardır. Bu iradeler de şöyledir: Sizler bunu yapacak olursanız, cezalandırılır ve sorgulanırsınız. Ancak geçmiş olan müstesna. 4- Bu Nikâhın Yasak Kılınış Sebebi: Yüce Allah'ın: "Şüphe yokki o, bir hayasızlıktı. (İlâhî gazaba sebep iğrenç bir işti ve kötü bir yoldu)." Bunun ardından yüce Allah böyle bir nikâhı alabildiğine ve arka arkaya kötüleyici ifadelerle yerdi. Bu ise böyle bir işin ilerisi olmayacak şekilde son derece çirkin olduğunun delilidir Ebû'l-Abbas dedi ki: Ben İbnül-Arabi'ye bu şekildeki makt nikâhına dair soru sordum o şöyle dedi: Bu makt nikâhı, kişinin babasının hanımı ile babasının onu boşamasından yahut ölmesinden sonra evlenmesidir. Böyle evlilik-yapan adama ise, dayzan ismi verilir. İbn Arafe dedi ki: Bir kimse babasının hanımı ile evlenip ondan çocuğu olacak olursa, onun bu çocuğuna Araplar el-maktî (yani makt nikâhının çocuğu) ismini verirlerdi. Makt, asıl itibarı ile buğzetmek anlamındadır. Bu kelime 'den gelir. Buğza ve gazaba uğrayan kimseye de; denilir. Araplar, bu şekilde babasının hanımı ile evlenen kimseye Makt derlerdi. Yüce Allah da o bakımdan böyle bir nikâh ve evliliğe "Makt" ismini vermiştir. Çünkü bu, bu işi yapanı gelip bulan gazabı gerektiren bir iştir. Âyet-i kerimeden maksadın, kişinin babaların herhangi bir şekilde ilişki kurmuş olduğu kadın ile ilişki kurmayı yasaklamak olduğu da söylenmiştir. Ancak babaların cahiliyye döneminde, nikâhlamak yoluyla değil def zina yoluyla ilişki kurmuş olduğu kadınlar, bundan istisna edilmiştir. İşte bu tür kadınlarla sizin evlenmeniz caizdir. Daha Önce babalarınızın zina yoluyla ilişki kurmuş olduğu kadınlarla nikâh akdi yaparak, ilişki kurmanız sizin için caizdir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Bu açıklamaya göre istisna muttasıl olur. O takdirde bu, -ileride de açıklaması geleceği üzere- zinanın mahremliği gerektiren bir sebep olmayacağı hususunda aslî bir delil olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 23Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, hemşire kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt hemşireleriniz, eşlerinizin anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunun üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer o kadınlarla zifafa girmemişteniz, sizin için bir vebal yoktur. Sulbünüzden oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı). Ancak geçmiş olan müstesna. Şüphesiz Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmibir başlık halinde sunacağız: 1- Kendileriyle Evlenilmesi Haram Olanlar (Muharremat): Yüce Allah'ın: "Anneleriniz, kızlarınız... size haram kılındı" âyeti şu demektir: Annelerinizi nikâhlamanız, kızlarınızı nikâhlamanız... size haramdır. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede nikâhlanmalan helâl ve haram olan kadınları zikretmektedir. Bundan Önce babanın hanımı ile evlenmenin haram kılındığı zikredildiği gibi, yüce Allah, yedisi neseb yoluyla, altısı da süt emme ve sıhrî akrabalık yoluyla olmak üzere bazı kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır. Mütevatir sünnet ise bunlara bir yedincisini daha katmıştır ki, bu da kadım halası ile birlikte nikâh altında tutmaktır. Ayrıca icma da bunu açıkça ifade etmiştir. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği sabittir: Neseb yoluyla yedi, sihri akrabalık yoluyla yedi kadın ile evlenmek haram kılınmıştır. Daha sonra İbn Abbâs, bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Ensarın mevlası olan Amr b. Salim de böyle demiş ve şunu eklemiştir: Yedincisi ise yüce Allah'ın: "Evli kadınlar.,." (en-Nisâ, 4/24) âyetinde yer almaktadır. Kendileriyle evlenilmesi haram olanlardan neseb yoluyla haram kılınan yedi kadın şunlardır: Anneler, kızlar, kızkardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ile kız-kardeşin kızları. Sıhrî akrabalık ve süt emme yoluyla haram kılman yedi kadın ise: Süt anneler, süt kizkardeşler, hanımların anneleri, anneleriyle evlenilmiş himayedeki kız çocuklar, oğulların kızları ve iki kızkardeşi aynı nikâh altında tutmak, yedincisi ise bir önceki âyeti kerimede geçen: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın" âyetinde zikredilmiştir. Tahavî der ki: Bütün bunlar, üzerinde ittifak bulunan muhkem hükümlerdendir. Bunlardan bir tanesini nikâhlamak, icma ile câiz değildir. Şu kadar varki, kocalarının kendileriyle gerdeğe girmemiş olduğu kadınların anneleri bundan müstesnadır. Selefin Cumhûru, kızın nikâlılanması dolayısıyla, annesinin haram olacağı, bununla birlikte kızın ise, annesiyle gerdeğe girilmedikçe haram olmayacağı görüşündedir. Değişik bölgelerdeki fetva İmâmlarının tümü bu görüşle fetva vermişlerdir. Seleften bir başka kesim ise, anne ile kızının (radıyallahü anhbîbe) aynı olduğu kanaatinde olup bunlardan herhangi birisi öteki ile gerdeğe girilmedikçe haram olmayacağını söylerler. (Bunlar) derler ki; Yüce Allah'ın: "Eşlerinizin anaları" âyeti, yani kendileriyle gerdeğe girmiş olduğunuz eşleriniz demektir. "Ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı" diye buyurulmuştur. Bunlar gerdeğe girme şartının hem anneler hakkında, hem de himayede bulunan üvey kızlar hakkında olduğunu iddia etmişlerdir. Bunu Hilas (b. Amr el-Hecerî), Ali b. Ebî Tâlib'den rivâyet etmiştir, Ayrıca İbn Abbâs, Cabir ve Zeyd b. Sabit'den de rivâyet edilmiş olup, aynı zamanda bu, İbn ez-Zübeyr ile Mücahid'in görüşüdür. Mücahid der ki: Gerdeğe girmek her İki halde de kast edilmiştir. Ancak Cumhûrun görüşü buna muhaliftir. Ve Cumhûrun görüşüne göre fetva verilmektedir. Iraklılar ise bu hususta, işi şöyle diyecek kadar ileri götürmüş ve sıkı tutmuşlardır: Zina yoluyla onunla ilişki kuracak olsa yahut öpse veya şehvetle ona dokunmuş olsa, o kadının kızı ona haram olur. Ancak bize ve Şâfiî'ye göre kızı sahih nikâh olmadıkça haram olmaz. Haram olan bir şey ise, hiçbir zaman helâl olanı -ileride de geleceği üzere- haram kılamaz. Hilas'ın, Hazret-i Ali'den naklettiğine gelince, delil olmaya elverişli değildir. Hadis ilmi ehlince onun rivâyeti sahih değildir. Ondan sahih olan rivâyet İse, çoğunluğun görüşü gibidir. İbn Cüreyc der ki: Atâ'ya sordum: Bir kişi bir kadını nikâhlar, sonra o kadını görmeden onunla da cima etmeden onu boşayacak olsa, o kadının annesi ile evlenmesi helâl olur mu? Atâ, hayır dedi. Çünkü onun nikâhladığı o kadın serbest bırakılmıştır. O kadınla ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun (farketmez). Bu sefer ona: Peki İbn Abbâs: "Eşlerinizin anaları" âyetini "kendileriyle gerdeğe girmiş olduğunuz eşleriniz.," diye mi okuyordu? diye sordum. O; hayır hayır diye cevap verdi. Said, Katade'den, o, İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Eşlerinizin anaları" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Bu kadının durumu müphemdir. Kız çocuğa akid (nikâh) yapmakla (artık) o kadın helâl olmaz. Aynı şekilde Mâlik de Muvatta’'’ında, Zeyd b. Sabit'ten bunu böylece rivâyet etmiştir. Muvatta’''da şöyle denilmektedir: "Zeyd: Hayır dedi. Anne müphem bırakılmıştır. Yani onun hakkında bir şart koşulmamıştır. Şart sadece üvey kızlar hakkındadır." Muvatta’'', Nikâh 9. İbnü'l-Münzir der ki: İşte sahih olan budur Çünkü bütün kadınların anneleri yüce Allah'ın: "Eşlerinizin anaları" âyetinin kapsamına girmektedir. Ayrıca bunu i'rab bakımından şu açıklama da desteklemektedir: İki haber eğer âmil bakımından farklılık arzederlerse bunların nâ'ti (sıfatı) bir olmaz. Nahivcilere göre, Senin hanımlarına yolum uğradı ve Zeyd'in zarif hanımlarından da kaçtım, şeklindeki ifadede "zarif hanımlar" kelimesinin, hem senin hanımlarının hem de Zeyd'in hanımlarının sıfatı olması câiz değildir. Aynı şekilde âyet-i kerimede yer alan, " kadınlar ki", ismi mevsuhmun her iki kadın türü hakkında da nâ't olarak kullanılmış olması câiz değildir Çünkü ikisine dair haber farklı farklıdır. Şu kadar varki, "yani" anlamı kastedilerek câiz olur. el-Halil ve Sîbeveyh (buna dair) şu beyiti zikrederler: "Şüphesiz orada Bktel ve Rizam vardır. Orada iki hırsızdırlar, bunlar ise kafaları kırarlar." Burada (ikinci mısra'ın başında) yani anlamı vardır. Bu ise Amr b. Şuayb'ın babasından, onun da dedesinden nakledilen hadiste açıkça ifade edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Adam bir kadını nikâhladığı takdirde, artık onun annesiyle evlenmesi ona helâl olmaz. Kızı ile gerdeğe girmiş olsun yahut olmasın. Anne ile evlendiği takdirde ise, şayet onunta gerdeğe girmeksizin, onu boşayacak olursa, dilediği takdirde kızı ile evlenebilir." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Tirmizî, Nikâh'da lâfız itibariyle buna yakın ve aynı manada bir hadis nakletmektedir. 2- Şer’i Hükümler Neye Taalluk Eder: Bu husus böylece açıklandıktan ve sabit olduktan sonra şunu bilki, haram kılmak: aynların sıfatı değildir. Aynların haram ve helâl kılınması diye birşey sözkonusu değildir, bunun kaynağı da olmazlar. Teklif ancak emir ve nehiy ile ve mükelleflerin hareket edip etmeme gibi fiillerine taalluk eder. Ancak fiiller aynlar hakkında sözkonusu olduğu şeyler olduklarından dolayı emir, nehiy ve hüküm onlara izafe edilmiş, mecazen onlara taalluk etmiştir. Bu da kinaye (mecaz) yoluyla fiilin meydana geldiği yeri anlatmak için mahalli zikretmek anlamında bir mecazdır. Yani; âyet-i kerîme'de: "Analarınız... size haram kılındı" âyetindeki kasıt, onları nikâhlamak fiilinin haram olduğudur. Yüce Allah'ın; "Anneleriniz" âyetinde herhangi bir şekle has olmaksızın her halde ve genel bir şekilde annelerin haram kılındığını ifade etmektedir. Bundan dolayı ilim ehli buna müphem ismini verirler. Yani bu hususta haramlığın kapanmasına bir yol olmadığı gibi, haram olmayan bir bölüm de yoktur. Haramlığın kuvveti dolayısıyla bu ismi almıştır. Kızların, kızkardeşlerin ve diğer zikredilen muharrematın durumu da böyledir. Anneler anlamına gelem kelimesi, kelimesinin çoğuludur. ile kelimeleri aynı anlamda olmak üzere "anne” demektir. Kur'ân-ı Kerîm’de her ikisi de kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden Fâtiha Sûresi'nde Sûrenin isimlerinin açıklandığı bölümlerde Umm el-Kur'ân ismi açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Anne kelimesinin aslı şeklinde veznindedir. Tıpkı iki ayrı kuş ismi olan isimleri gibi. Bu kelimeden sondaki iki harf düşmüş, ancak çoğul yapılınca tekrar bu harfler yerlerini almıştır. Şair der ki: "Benim annem Hindiftir, Devs ise babam. Yine denildiğine göre; kelimesinin aslı (ot) kelimesidir. Bunu söyleyenler şu beyiti delil gösterirler: "Sen onu bütün musibetlerde dönüp sığındığın Bir anneden diye kabul ettin" O cakdirde bunun çoğulu da: (od) şeklinde gelir. Çoban şöyle der: "Müıkit ve Muharrik'in değerli yavruları anneleri idi onların. Onlara vuran (üstüne aşırılan) koçlar ise hakiki koçtu." Anne (el-unım) seni doğurmuş her dişinin adıdır. Bunun kapsamına yakın anne girdiği gibi, onun anneleri, nineleri, babanın annesi, nineleri ve ne kadar geriye giderlerse gitsinler hepsi girer. Kız (el-bint) ise, senden doğma her dişinin adıdır. Şöyle de denilebilir; Bir derece yahut bir kaç derece ile doğum suretiyle nesebi sana ulaşan her dişinin adıdır. Bunun kapsamına sulben kız girdiği gibi, o kızın kızları ve oğlun kızlarının -istedikleri kadar aşağıya doğru gitsin- hepsi girer. Kız kardeş (el-uht), iki aslında veya o iki asıldan birisinde sana komşu olan her dişinin adıdır. Kız (bint)'in çoğulu benât gelir. Bunun asli; O'dır. Kullanılan kelimeleri ise kelimeleridir. el-Ferrâ' der ki: Esrenin "ya" harfine delalet etmesi için kelimesinin "be" harfi esreli gelmiştir. Buna karşılık "vav" harfinin hazfedildiğine delalet etmesi için; Kızkardeş" kelimesinin "elifi ötreli gelmiştir. Çünkü 'ın aslı şeklindedir. Çoğulu ise ...diye gelir. Hala (el-Amme), baban yahut deden ile iki aslında veya ikisinden birisinde komşu olan her dişinin adıdır. Şöyle de denilebilir. Nesebi sana varan her bir erkeğin kızkardeşi senin halandır. Hala, anne cihetinden de olabilir. Bu da annenin babasının kızkardeşidir. Tkyze (el-Hâle) iser iki aslında yahut ikisinden birisinde, annenle ortak olan herbir dişinin adıdır. Şöyle de denilebilir: Doğum yoluyla nesebi sana gelen her dişinin kızkardeşi senin teyzendir. Teyze baba cihetinden de olabilir. Bu da babanın annesinin kızkardeşidir. Erkek kardeşin kızı, senin erkek kardeşinin onun üstünde vasıtalı veya vasıtasız babalık nisbeti olan her bir dişidir. Kızkardeşin kızı da bu şekildedir. İşte bunlar neseb yoluyla haram kılınan yedi kadındır. Nâfi' -Ebû bekr b. Ebi Uveys'în rivâyetine göre Kardeş" kelimesini başında elif-lâm gelmiş ise, "hı" harfini, harekeyi naklederek şeddeli okumuştur. Yüce Allah'ın: "Sizi emziren süt anneleriniz" âyetinde sözü geçen süt annelerin haramlılığı, açıkladığımız kimselerin haramlığı gibidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Neseb yoluyla haram olan, aynı şekilde süt emmeden dolayı da haram olur." Buhârî, Şehadât 7, Fardu’l-Humus 4; Müslim, 1, 2, 9, 12,13; Ebû Dâvûd, Nikâh 6; Tirmizî, Rada 1; Nesâî, Nikâh 50; İbn Mâce Nikâh 34; Dârimî, Nikâh 48; Muvatta’', Radâ' 15; Müsned. I, 275 v..., VI, 51. Abdullah (b. Mes'ûd): Annelerinizi,.. şeklinde "tensizt hemzeli olarak okumuştur. Yüce Allah'ın: " halinden kesilmiş olan kadınlar" (et-Talâk, 65/4) âyetinde olduğu gibi. Şair der ki: "Ecrini umarak haccetmeyen, Fakat suçsuz ve bir şeyden haberi olmayan kimseyi öldürmek isteyen o kadınlardan..." "Sizi emdiren kadınlar"a gelince, bir kadın küçük bir çocuğa süt emzirecek olursa, onun annesi olacağından dolayı, ona haram olur. Kızı da onun kızkardeşi olacağından, emzirene annenin kızkardeşi de çocuğun teyzesi olacağından, annesi de çocuğun ninesi olacağından, sütün sahibi olan o kadının kocasının (üvey) kızı da onun kızkardeşi olacağından, kocanın kızkardeşi de halası olacağından, kocanın annesi de ninesi olacağından, o kadının oğul ve kızlarının kızlan da onun erkek ve kız kardeşlerinin kızları olacağından hepsi ona haram olurlar. 5- Süt Kardeşliğe Dair Şahitlik: Ebû Nuaym Ubeydullah b. Hişam el Halebî der ki: Mâlik'e: Bir kadın süt kardeşi ile birlikte hacceder mi? diye soruldu. O da: Evet dedi. Ebû Nuaym dedi ki, yine Mâlik'e şöyle soruldu: Bu kadın evlenip kocasıyla gerdeğe girse, sonra bir başka kadın gelip her ikisini de emzirdiğini iddia etse, (durum ne olur)? Mâlik dedi ki: Bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Eğer kadın mehir diye herhangi bir şey almışsa, aldıkları ona aittir. Adamın ödemesi gereken birşey kalmışsa, artık birşey ödemesi gerekmez. Sonra Mâlik dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bunun benzeri bir durum hakkında soru sorulmuş, o da böyle emretmiş idi. Ey Allah'ın Rasulü dediler, o (şahit kadın) güçsüz bir kadındır. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "(Böyle bir durumda) filan kişi süt kızkardeşi ile evlendi denilmez mi?" 6- Evliliği Haram Kılan Süt Akrabalığı: Süt emmek dolayısıyla evliliğin haram oluşu, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/233. âyet, 4 ve 5. başlıklarda) geçtiği üzere iki yıl içerisinde süt emme gerçekleştiği takdirde sözkonusu olur. Bize göre, bağırsaklara ulaştığı takdirde, bir defa emmiş olsa dahi, emilen sütün az yada çok olması arasında bir fark yoktur. Şâfiî ise, süt emzirmede iki şartı nazarı itibara alır. Bunlardan birisi, beş defa emmiş olmaktır. Çünkü Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Allah'ın indirdiği âyetler arasında: Bilinen on defa emmenin haram kıldığı ifade edilmiş!!. Sonra bu on defa süt emme, bilinen beş süt emme ile nesh olundu- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde bunlar Kur'ân-ı Kerîm’den okunan âyetler arasında yer alıyordu. Müslim, Radâ' 24; Ebû Dâvûd, Nikâh 10; Tirmizî, Radâ' 3; Nesâî, Nikâh 51; Muvatta’', Radâ' 17; Dârimî, Nikâh 49. "Bunların Kur'ândan olan âyetler arasında okunmaya devam etmesi" de; oldukça geç nesh olan âyetler arasında yer almaları dolayısıyla, nesholunduklarının bir takım kimseler tarafından bilinmemiş olması ile açıklanmıştır. (Müslim ve Nesâî'de belirtilen hadis ile ilgili açıklamalar). Bu rivâyette delil olacak taraf şudur: On defa süt emmek, beş defa süt emmekle nesholundu. Şayet haram kılma eğer beş defa emmekten daha aşağısına taalluk etseydi, o takdirde bu beş defa süt emmeyi nesh etmiş olurdu. Bunlara karşı ise, haber-i vahid veya kıyas delil olarak kabul olunamaz. Çünkü bunlarla nesh olmaz. Diğer taraftan "Senle hadisi" diye bilinen hadiste şöyle denilmektedir: "Sen ona beş defa süt emzir, onlarla haram olur," Ebû Dâvûd, Nikâh 10 Muvatta’', Radâ 12; Müsned, VI, 201, 271. İkinci şart ise, süt emmenin İki yaşın içinde olması, eğer iki yaştan sonra olursa haram kılmaz. Çünkü yüce Allah: "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir" (el-Bakara, 2/233) diye buyurmaktadır. Bir şeyin tam olup kemalini bulmasından sonra ise, herhangi birşey sözkonusu olamaz. Ebû Hanîfe, iki yıldan sonra altı ayı da nazarı itibara alır. Mâlik ise, bir ay ve o civardaki süreyi muteber kabul eder. Züfer ise der ki; Sadece süt ile yetiniyor ve sütten kesilmemiş ise, süt emmektir. İsterse üç yaşını geçmiş olsun. el-Evzaî der ki: Eğer bir yaşında iken sütten kesilir ve bu sütten kesilmesi devam edecek olursa, artık bu kesmeden sonra süt emme sözkonusu olmaz. el-Leys b. Sa'd ise, ilim adamları arasında tek başına büyük kişinin süt emmesinin haram kılmayı gerektireceği kanaatini kabul eder. Bu aynı zamanda Âişe (radıyallahü anha)'nın da görüşüdür. Bu görüş, Ebû Mûsa el-Eşari'den de rivâyet edildiği gibi, onun bu görüşten döndüğüne dair de rivâyet vardır. Şöyle ki: Ebû'l-Huseyn'in, Ebû Atiyye'den yaptığı şu rivâyettir. Ebû Atiyye dedi ki: Adamın birisi hanımı ile Medine'den geldi. Bu kadın doğum yaptı ve memeleri şişti. Kocası bu sütü emip tükürmeye koyuldu. Karnına ondan bir damla girdi. Ebû Mûsa'ya durumu sorunca, o senden bain talakla boşanmış oldu dedi. Haydi İbn Mes'ûd'a git ve durumu haber ver. Adam da İbn Mes'ûd'a gidip durumu haber verince, İbn Mes'ûd, Bedevi Arap ile Ebû Mûsa el-Eşari'nin yanına geldi ve şöyle dedi: Senin görüşüne göre şu kır saçtı adam süt emecek çocuk mudur. Şunu bil ki süt emmekten dolayı ancak eti ve kemiği besleyip geliştiren emme halinde haram olmak sözkonusudur. Ebû Mûsa el-Eş'arî dedi ki: Bu büyük ilim adamı aranızda bulunduğu sürece bana herhangi bir şey sormayınız. Ebû Dâvûd Nikâh 8. İşte Ebû Mûsa'nın "bana herhangi bir şey sormayfruz" şeklindeki bu sözleri, onun bu görüşünden döndüğünün delilidir. Hazret-i Âişe de, Ebû Huzeyfe’nin mevlası, Salim'in kıssasını delil olarak gösterir. Salim o sırada yetişkin birisi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sehle bint Süheyl'e, O; ona süt emzir diye emir vermişti. Hadisi Muvatta’' ve başkaları rivâyet etmiştir. Az önce bu hadise işaret edilmişti. Kaynakları için oraya bakınız.. Bir kesim de şaz olarak on defa süt emmeyi muteber kabul etmiştir. Bunu da indirilmiş âyetler arasında "on defa süt emme" ibaresinin bulunduğunu delil diye kabul ederek ileri sürerler. Bu kesime görüldüğü kadarı ile nesh edici ifade ulaşmamış gibidir Davud (ez-Zâhirî) der ki: Üç defa süt emmedikçe haram olmaz. Buna da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil göstermiştir: "Bir defa süt emzirmek ile iki defa emzirmek haram kılmaz." Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Radâ 18, 22; Nesâî, Nikâh 51; Dârimî, Nikâh 49; Müsned ,VI, 339, 340. Aynı manadaki başka hadisler içirt bk: Müslim, Kadı, 17, 20, 23; Ebû Dâvûd, Nikâh.10; Tirmizî, Radâ 3; Nesâî, Nikâh 51; İbn Mâce, Nikâh 35; Dârimî, Nikâh 49; Müsned, IV 4, " 5; VI, 31, 96t 216, 247, 340. Bu hadisi şerif Hazret-i Âişe ve İbn ez-Zübeyr yoluyla rivâyet edilmiştir. Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd de buna göre görüş belirtmişlerdir. Bu da Hitab'ın delilini kabul etmektir. Hitab'ın Delili Hitabın Delili: Mefhum-i Muhalefet diye de bilinen ve "hakkında hüküm belirtilmemiş bir hususun hükmünün, hakkında hüküm belirtilmiş olandan farklı olması" (Dr. Abdül kerim Zeydan, el-Veciz fi Usuli'l-Fıkh, İstanbul, 1978 sh. 311) diye tanımlanan bir delâlet şeklidir. Buradaki hadiste bu delâlet şekli kısaca şöyle açıklanır. Hadiste bir ve iki defa süt emmenin hükmü zikredilmiş ve haram kılmadığı belirtilmiştir. Üç defa emmekten söz edilmemiştir. Demek ki haram kılmayan azamî miktar iki defa emmektir. O halde haram kılan asgari miktar da (burada zikredilmemiş olan) üç defa emmektir. hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Bunların dışında, kalan ve fetva veren, İmâmlar ise, tek bir defa süt emmenin dahi tahakkuk ettiği takdirde -önceden de belirttiğimiz gibi- haram kıldığını kabul ederler. Bunlar da, hakkında süt emme adının kullanılabileceği asgari miktarı delil diye alırlar. Bu ise, Medine'de görülegelen uygulama ile sıhfî akrabalığa kıyasen desteklenmiştir. Bu kıyasın illeti ise şudur: Süt emmek, haramlığın ebedi olmasını gerektiren sonradan meydana gelen bir husustur. Dolayısıyla bunda da tıpkı sihri" akrabada olduğu gibi sayı şartı aranmaz. el-Leys b. Sa'd da der ki: Müslümanlar süt emmenin, azının da çoğunun da oruçlunun orucunu bozacak kadar olduğu takdirde, beşikteemilirseharam kılacağını icma ile kabul ederler, Ebû Ömer ise der ki: Leys bu husustaki görüş ayrılığına vakıf olamamıştır. Derim ki: Bu hususta en açık nass, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Bir ve iki defa süt emmek haram kılmak". Bunu Müslim Sahihinde rivâyet etmiştir. Hadis ve kaynakları az önce geçti. Bu da yüce Allah'ın: "Sizi emziren süt anneleriniz" âyetini tefsir etmektedir. Yani sizi üç defa ve daha fazla süt emzirmiş anneleriniz demektir. Şu kadar var ki, bunun emilen sütün, süt emenin karnına varmış olduğundan kesin olarak emin olunmaması haline hamledîlmesi de mümkündür, Çünkü: "Bilinen on defa süt emmek ve bilinen beş defa süt emmek" ifadeleri bunu ortaya koymaktadır. Burada süt emmeler, "bilinen" diye nitelendirilmiştir. Bu ise, emilen sütün küçüğün karnına vardığı vehmedilen, yahut bu hususta şüpheye düşülen emme hallerini dışarda bırakmaktır. Bu Hitabın Delili şunu ifade etmektedir: Eğer süt emmeler "bilinen" türden değilseler haram kılmazlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Tahavî'nin de naklettiğine göre, bir ve iki defa süt emmeye dair hadis sabit bir hadis değildir. Çünkü bu hadisi bir seferinde İbn Zübeyr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, diğerinde Hazret-i Âişe'den, bir diğerinde ise babasından rivâyet etmektedir. Böyle bir rivâyet ise onu delil olmak mevkiinden düşürür. Hazret-i Âişe'den ise, ancak yedi defa emmenin haram kılacağı rivâyet edilmiştir. Yine Hazret-i Âişe'den kızkardeşi Um Gülsüm'e, Salim b. Abdullah'a on defa emzirmesini emrettiği rivâyet edilmektedir Hazret-i Hafsa'dan da benzeri bir rivâyet gelmiştir. Yine Hazret-i Hafsa'dan üç defa da rivâyet edilmiştir. Şâfiî (radıyallahü anh)'ın da dediği gibi beş defa da rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu İshak'dan da nakledilmiştir. Tahâvî'nin bu husustaki rivâyetleri inceden inceye tetkik etmesi ve konu ile ilgili etraflı açıklamaları için bk. Ebû Cafer et-Tahâvî, Şerku Müşkili'l-Âsâr, Beyrut 1415/1994, XI, 480-500. 7. Süt Annenin Kocasının Durumu: Yüce Allah'ın: "Sizi emziren süt anneleriniz" âyeti lebenü’l-fahl Lebenu’l-Fahl: Sütü kendinden olup süt emziren kadın ile evli olan kocaya "el-Fabi" denilir. Böyle bir kocadan gelen kadının sütüne de "lebenu’l-fahl" denilir. Buna göre emziren kadının kocası, emen çocuğun süt babası olur. diye bilinen sütün, süt emziren kadının kocasına ait olduğunu kabul eden görüşü reddedenler, delil diye göstermişlerdir, Bu görüşü reddedenler, Said b. el-Museyyeb, İbrahim en-Nehaî ve Ebû Seleme b. Abdurrahman'dır. Bunlar derler ki: Süt emme, koca tarafından herhangi bir kimseyi haram kılmaz. Ancak Cumhûr şöyle demektedir: Yüce Allah'ın; "Sizi emziren süt anneleriniz" Dördüncü başlığın baş taraflarında geçti. âyeti fahrin (yani süt annenin kocasının) baba olduğunu göstermektedir. Çünkü süt ona nisbet edilir, Zira o süt, o babanın çocuğu sebebiyle gelmiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü çocuk hem babanın hem annenin suyundan yaratılmıştır. Fakat süt, sadece kadından gelir, erkekten süt çıkmaz. Erkeğin yaptığı ise ilişki kurmaktır. Bu da erkekten meninin inişine sebeptir. Çocuk doğduğu takdirde, Allah, herhangi bir şekilde babaya izafe edilmeksizin sütü halkeder. Bundan dolayı babanın sütte herhangi bir hakkı yoktur. Süt tamamiyle annenindir. Böyle bir hükmün (sütün) suya (meniye) kıyas edilerek çıkartılmasına imkan yoktur. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın; "Nesebten ne haram oluyorsa, süt emmekten de haram olur" âyeti ıli süt emmekten dolayı haram kılmayı gerektirmektedir. Bununla beraber suyun ona nisbet edilmesi açıkça görüldüğü gibi, süt emzirmenin aynı şekilde erkeğe nisbet yönü ortada görülmemektedir. Çünkü süt emzirme anneden olmaktadır. Evet, bu hususta asi olan ez-Zührî ile Hişam b. Urve'nin, Urve'den onun da Hazret-i Âişe'den rivâyet ettikleri şu Hadîs-i şerîftir: Hicabın nüzulünden sonra el-Kuays'ın kardeşi Hazret-i Âişe'nin süt amcası olan Eflah, gelip yanına girmek için izin istedi. Hazret-i Âişe dedi ki: Ona izin vermeyi kabul etmedim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince durumu ona bildirdim. O da şöyle buyurdu: "Yanına girsin. Çünkü o, -ellerin toprakla dolasıcal- senin amcandır." Buhârî, Nikâh 117, Müslim, Rada 7 vd. Ebû Dâvûd., Nikâh 7; Tirmizî, Rada’ 2; Nesâî, Nikâh 52; İbn Mâce, Nikâh 3; Muvatta’'', Rada’ 2, 3; Dârimî, Nikâh 48; Müsned, VI, 194. Ebû'l-Kuays ise, Hazret-i Âişe'ye süt emzirmis kadının kocasıydı. Aynı şekilde bu da bir haber-i vahid'dir. Sözü geçen Eflah'ın, Hazret-i Ebû Bekir ile birlikte süt emmiş, onun süt kardeşi olma ihtimali de vardır. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber: "Yanına girsin. O, senin amcandır" diye buyurmuştur. Özetle söyleyeceğimiz şudur: Bu hususta bir şey söylemek doğrusu müşkıldir. En iyi bilen Allah’tır. Fakat, uygulama bu şekildedir. Haram kılma hususunda ise ihtiyat daha iyidir. Bununla birlikte yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl kılındı" (en-Nisa, 4/24) âyeti ise, muhalif kanaatte olanların görüşünü kuvvetlendirmektedir. 8- Süt Kızkardeşler ve Sıhrî Akrabalar: Yüce Allah'ın: "Süt hemşireleriniz" âyetinde kastedilen anne-baba bir süt kızkardeştir. Bu kızkardeş., kişinin annesinin babasından gelen süt ile emzirdiği kızdır. Annenin buna kişinin kendisiyle birlikte süt vermiş olması, yahut kardeşin ondan önce veya sonra doğmuş olması arasında fark yoktur. Baba bir kızkardeş ise, üvey ananın süt emzirdiği kızkardeştir. Annebir kızkardeş, anhenin bir başka babadan olma sütüyle emzirdiği kızdır Daha sonra yüce Allah, sıhrî akrabalık yoluyla haram olanları zikrederek: "Eşlerinizin anaları" diye buyurmaktadır. Sıhrî akrabalar dört kişidir; Hanımın annesi, hanımın (başka kocadan olma) kızı, babanın hanımı (üvey anne) ile oğlun kızı. Hanımın annesi, önceden de geçtiği üzere mücerred olarak kızının sahih akid ile nikâhlanmasıyla haram olur. Yüce Allah'ın: "Ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulanan üvey kızlarınız size haram kılındı" âyeti başlıbaşına bağımsız bir ifadedir. Yüce Allah'ın: "Kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden" âyeti birinci kesime racı değildir. Aksine bu, sadece üvey kızlara racidir. Çünkü önceden de geçtiği gibi en yakın zikrolunan kimseler onlardır (Himaye edilen üvey kız anlamına gelen) Rabîbe: Kişinin hanımının başka kocadan olma kızıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi, o kızı kendi himayesinde terbiye etmesidir. O bakımdan o kız, terbiye edilen (marbûbe) olur. Ve bu kelime (bu âyet-i kerimede) mef ûle vezninin verdiği anlamı vermek üzere, faile vezninde kullanılmıştır Fukahanın ittifakla kabul ettiğine göre rabîbe, üvey babasının annesi ile zifafa girmesi halinde haram olur. İsterse bu üvey kız, üvey babasının himayesinde bulunmasın. Kimi mütekaddîmin ile Zahirîler, istisnaî olarak şöyle demişlerdin Kızın annesi ile evlenen kocanın himayesinde olmadıkça üvey kız, ona haram olmaz. Üvey kız bir başka beldede bulunacak yahut da baba zifafa girdikten sonra annesinden ayrılacak olursa, o üvey kızla evlenebilir. Bu görüşün sahipleri âyeti delil gösterir ve şöyle derler: Yüce Allah, üvey kızı iki şarta bağlı olarak haram kılmıştır Bunlardan birisi, o kızın annesiyle evlenen kocanın himayesinde bulunması, ikincisi ise, annesiyle zifafa girmesi. Bu iki şarttan birisi olmadı mı, haram olmak da söz konusu değildir. Yine Hazret-i Peygamberin şu hadisini delil gösterirler: "Eğer o, benim himayemde bulunan üvey kızım (radıyallahü anhhibem) olmasaydı yine de bana helâl olmazdı. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır." Buhârî, Nikâh 20, 25, Nafakaat 16; Müslim, Radâ’ 15,16; Ebû Dâvûd, Nikâh 6; Nesâî, Nikâh 46; İbn Mâce, Nikâh 34, 'Müsned, VI, 309. Görüldüğü gibi burada himayede olmak şartını koşmuştur. Ayrıca Ali b. Ebî Tâlibden bunun câiz olduğunu da rivâyet etmişlerdir. İbnül-Münzir ve et-Tahâvî de der ki: Evvela Ali'den rivâyet edilen hadis sabit değildir. Çünkü onu rivâyet eden İbrahim b. Ubeydullah, Mâlik b. Evs'den, O, Hazret-i Ali'den rivâyet etmiştir. Ancak bu İbrahim, bilinen bir ravi değildir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu hadise karşı başka hadisleri delil getirmiş ve bu hadisin diğer hadislere muhalif olduğunu söylemişlerdir. Ebû Ubeyd der ki: Bunu da Hazret-i Peygamberin: "Sakın bana kızlarınızı da, kızkardeşlerinizi de (evlenme teklitı ile) arz etmeyiniz" Aynı hadisin devamında. diyerek genel bir ifade kullanmış ve hiç bir zaman; "Himayemde bulunanları" kaydını getirmemiştir. Aksine haram oluşları hususunda hepsini aynı şekilde değerlendirmiştir. et-Tahavî der ki: (âyet-i kerimede üvey kızların) "himayede olmak"la nitelendirilmeleri, üvey kızların çoğunlukla üvey babalarının himayelerinde oluşlarından dolayıdır. Yoksa böyle olmadıkları takdirde haram olmazlar, anlamında değildir. 10- Üvey Kızların Haram Olma Şartı: Yüce Allah'ın: "Eğer o kadınlarla zifafa girmemişseniz" "Sizin için bir vebal yoktur" yani o kadınları boşamış iseniz yahut ölmüş iseler kızlarını nikâhlamanızda sizin için günah sözkonusu değildir. İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Erkek, kadın ile evlenir, sonra da onunla zifafa girmeden önce o kadını boşar, yahut ölürse, o kadının kızını nikâhlaması ona helâldir. Şu kadar var ki, üvey kızların haram kılınmasının gerçekleşmesi için şart olan annelerle zifafa girmenin anlamı hakkında farklı kanaatelere sahiptirler. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Zifafa girmekten kasıt cimadır. Bu aynı zamanda Tavus, Amr b. Dinar ve diğerlerinin de görüşüdür Mâlik, es-Sevrî, Ebû Hanîfe, el-Evzaî ve el-Leys de, kocanın hanıma şehvet ile dokunması halinde o kadının annesinin de kızının da kocaya haram olacağını, aynı şekilde babaya da onun oğluna da haram olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Bu aynı zamanda Şâfiî'nin iki görüşünden birisidir. Ancak, bakmak hususunda farklı kanaatleri vardır. Mâlik der ki: Saçına, göğsüne yahut da güzelliklerinden herhangi bir tarafına lezzet almak kastıyla bakacak olursa, o kadının annesi ve kızı ona haram olur. Kûfeliler der ki: Şehvet kastıyla fercine bakacak olursa, bu da tıpkı şehvet kastıyla ona dokunmak gibidir. es-Sevrî: Kasti olarak fercine bakar yahut ona dokunacak olursa, haramlık sözkonusu olur, der ve şehvet kaydım zikretmez. İbn Ebi Leylâ der ki: Dokunmadığı sürece bakmak dolayısıyla haram olmaz. Şâfiî'nin görüşü de budur. Bakmakla haram olmanın tahakkuk edeceğine delil şudur: Bakmak bir çeşit faydalanmak (İstimta) dır O bakımdan bu da tıpkı nikâh (cima) hükmünde görülmüştür Zira hükümler lâfızlara değil, manalara taalluk eder. Şöyle denilebilir: Bu (yani bakmak) faydalanmak suretiyle bir araya gelmenin bir çeşididir. Çünkü bakmak da bir araya gelmek ve kavuşmaktır. Bakmakta birbirini seven kimseler arasında bir faydalanma sözkonusudur. Şairler bu hususta işi oldukça ileriye götürmüş ve şöyle demişlerdir: "Gece Ummu Amr' ile bizleri bir araya getirmiyor mu? İşte böylesi bizim birbirimize yaklaşmamızdır. Evet, o da hilali görüyor tıpkı benim gördüğüm gibi, Gündüz de onu bürüyor, tıpkı beni bürüdüğü gibi." Bir araya gelişi bu şekilde dile getirdiğine göre, ya bakmak, beraber oturmak, karşılıklı konuşmak ve lezzet almak ne demektir! Yüce Allah'ın: "Oğullarınızın hanımları..." âyetinde geçen "el-Halâil" kelimesi zevce anlamına gelen "halîle"nin çoğuludur. Ona "haille" deniliş sebebi, kocanın hulul ettiği (konaklayıp kaldığı) yerde koca ile beraber kadının da hulul etmesidir. O bakımdan bu kelime "faîle" vezni anlamını taşıyan ve "faile" vezninde bir kelimedir. ez-Zeccâc ve bir topluluk, bu kelimenin "helâl" lâfzından geldiği kanaatindedir. O bakımdan hanıma helâl kılınmış anlamında "halîle" denilmektedir. Her birinin ötekinin izarını çözmesi (halletmesi)n den dolayı ona halile denildiği de söylenmiştir. 12- Oğulların Hanımları ile Babaların Hanımları da Haramdır: İlim adamları, babaların nikâh akdi yaptığı kadınların oğullara, oğulların da nikâh akdi yaptığı kadınların babalara haram olduğunu icma ile kabul etmişlerdir, nikâh akdi ile birlikte zifafa girmenin gerçekleşip gerçekleşmemesi durumu değiştirmez. Çünkü yüce Allah'ın: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın" (en-Nisa, 4/22) âyeti ile; "Sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." âyeti bunu gerektirmektedir. Herhangi birileri fâsid bir nikâh yapacak olursa, tıpkı sahih nikâhla haram olduğu gibi diğerinin onunla nikâh akdetmesi haram olur. Çünkü fasid nikâh, ya ittifakla fasid olduğu kabul olunan bir nikâhtır, veya fasid olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Eğer fasid olduğu ittifakla kabul edilen bir nikâh ise, ek herhangi bir hükmü gerektirmez ve varlığı yokluğu gibidir. Eğer fâsid olduğu hususunda görüş ayrılığı var ise, o takdirde sahih nikâh akdine taalluk eden harardık, aynen ona da taalluk eder. Çünkü böyle bir nikâhın da mutlak lâfzın kapsamına girme ihtimali vardır. Evlilik hususunda haram oluş ile helâl oluş, tearuz edecek olursa, haram oluş galip (üstün) tutulur. Doğrusunu da en iyi bilen Allah'tır. İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilmin bellendiği İslâm âleminin değişik bölgelerindeki âlimlerinin her birisi icma ile şunu kabul etmişlerdir: Erkek fasid bir nikâha dayanarak bir kadın ile ilişkide bulunacak olursa, o kadın, onun babasına da, oğluna da, dedelerine de, torunlarına da haram ahır Satın alınması halinde cariyenin hükmüne gelince bunu da blf monraki başlıkta ele alacağız. 13. Satın Alınan Cariyenin Hükmü: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir Cariyenin satın alınması akdi dolayısıyla, o cariyenin satın alanın, babasına ve oğluna haram olmasını gerektirmez. Bir kişi bir cariye satın alır, ona dokunur yahut öperse, babasına da oğluna da haram olur. Bu hususta ihtilâf ettiklerini bilmiyorum. O bakımdan onların (haramdan ) esenliğe kavuşmalan için haram kılınması İcabeder. Dokunmakla değil de bakmak konusunda haram oluşu hakkında, ihtilaf halinde olduklarından dolayı yine de bu ihtilafları dolayısıyla câiz olmaz. Yani böyle bir cariyenin baba ve oğula haram olması gerekir. İbnü'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbından herhangi bir kimseden bizim söylediğimize muhalif bir kanaat sahih olarak rivâyet edilmiş değildir, Yakub (Ebû Yûsuf) ve Muhammed ise der ki: Bir kimse bir kadının fercine şehvetle bakacak olursa, o kadın onun babasına da oğluna da haram olur. O adama tercine şehvetle baktığı kadının annesi de kızı da haram olur. Mâlik der ki: Cariye ile ilişki kursa, yahut ilişki kurmaksızın bu maksatla otursa, yahut onu öpse veya tenini tenine değdirse, ya da zevk alacak şekilde eliyle yoklasa, oğluna helâl olmaz. Şâfiî ise der ki: Böyle bir cariye ancak dokunmakla haram olur. Dokunmaksızın sadece bakmakla haram olmaz. Bu, Evzaî'nin de görüşüdür. 14. Zina İlişkisi Haram Kılar mı? Fukaha, zina yoluyla ilişki kurmanın, kadını (ilişki kuranın usûl ve fürû'una) haram kılıp kılmadığı hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. İlim ehlinin çoğunluğu der ki: Bir adam, bir kadına zina yoluyla yaklaşacak olsa, bundan dolayı o kadını nikâhlaması o kocaya haram olmaz. Aynı şekilde karısının annesi yahut kızı ile zina edecek olursa, yukarısı ona haram olmaz, Ona had uygulanması yeterlidir. Bundan sonra artık kendi karısı ile duhulü mümkündür. Kim bir kadın ile zina eder, sonra o kadının annesini yahut kızını nikâhlamak isterse, bundan dolayı her ikisi de ona haram olmaz. Bir başka kesim ise ona haram olacağını söylemişlerdir. Bu görüş İmrân b. Husayn'dan rivâyet edilmiştir, en-Nehaî, Atâ, el-Hasen, Süfyan-ı Sevrî, Ahmed, İshak ve Rey ashâbı bu görüştedir. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. Ondan gelen rivâyete göre zina, anneyi ve kızı haram kılar ve (bu bakımdan) tıpkı helâl ilişki gibidir. Bu aynı zamanda (Mâlikî mezhebine mensup) Iraklıların da görüşüdür. Mâlik ile Hicazlılardan nakledilen sahih görüş de şudur: Zinanın bu bakımdan bir hükmü yoktur. Çünkü yüce Allah; "Eşlerinizin anaları" diye buyurmaktadır. Halbuki kendisiyle zina ettiği kadın, kendi hanımının anneleri arasında olmadığı gibi, onun kızı da himayesi altına aldığı üvey kızlarından, rebâîbinden) değildir. Bu Şâfiî ve Ebû Sevr'in de görüşüdür. Çünkü zina halinde mehir, iddet, vücudu, miras, çocuğun nesebinin İlhakı kalkıp, bunun yerine had vacib olduğundan zina hakkında, câiz olan nikâhın hükmü gibi hüküm vermek de ortadan kalkar. Dârakutnî, Zührî’den, o, Urve'den, o da Âişe'den gelen bir hadiste Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir kadın ile zina edip o kadınla yahut onun kızıyla evlenmek isteyen bir adam hakkında soru soruldu da, o da şöyle buyurdu: "Haram bir iş helâli haram kılmaz. Ancak nikâh ile olan haram kılar." Dârakutnî, III, 268; Beyhakî, es-Sünen, VII.275. Öbür görüşün lehine delillerden birisi de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Cüreyc'e dair verdiği haberde yer alan şu ifadelerdir: "Ey çocuk, baban kimdir?" diye sorulunca o da: Falan çobandır demiş. Buhârî, el-Amel fl's-Salât 7, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr ve Sıla 7, S- Müsned, II, 307, 308, 385, 433-434. İşte bu, zinanın helâl ilişkinin haram kıldığı gibi haram kıldığına delildir. Dolayısıyla kendisiyle zina edilen kadının annesi de, kızları da, zina eden kişinin babalarına da çocuklarına da helâl değildir. Bu aynı zamanda İbnü’l-Kasım'ın çt-Müdevvene'deki kayıdıdır. Yine bu hadis, zina eden kişinin suyundan yaratılan kızın, annesiyle zina edene helâl olmayacağının da delilidir. Meşhur olan görüş de budur. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kadının fercine ve onun kızınınkine bakan adama Allah, (radıyallahü anhhmet nazarı ile) bakmaz." Beyhakî, es-Sünen, VII, 275'te Abdullah b. Mes'ûd'un sözü olarak. Burada ise Hazret-i Peygamber, haram ile helâl arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah, bir kadının örtüsünü açan, aynı şekilde onunda kızının örtüsünü açan kimseye (radıyallahü anhhmet nazarıyla) bakmaz.". İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayı biz şunu söyledik: Öpmek ve sair faydalanma şekilleri haramlığı yaygınlaştırır. Abdulmelik el-Mâcişûn der ki: O kadın (yani kendisiyle zina edilen kadının annesi yahut kızı) helâldir. Sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o sudan bir insan yaratandır. Ondan neseb akrabalığı ve sıhri akrabalar yarattı."(el-Furkan, 25/54) Bundan maksat ise, ileride Furkan Sûresi'nde (54. âyet 2. başlıkta) açıklanacağı üzere sahih nikâhtır. Bu iki mesele ile ilgili olarak nakledilen hadisi şerifte delil yönü ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Cüreyc'den, onun zinadan olma oğlu, zina edene nisbet etmiş olduğunu nakletmesi, Allah'ın da Cüreyc için izhar ettiği harikulade bir olay olan çocuğun konuşup bunun böyle olduğuna tanıklık etmesi ile, bu nisbeti de tasdik etmesi, diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da bunu, Cüreyc'den, onu övmek ve kerametini ortaya koymak sadedinde haber vermiş olmasıdır. Buna göre böyle bir nisbet, hem yüce Allah'ın tasdiki ile, hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunu haber vermesiyle sahih olarak ortaya çıkmaktadır Böylelikle hem evlatlık hem de buna dair hükümler sabit olmaktadır. Denilse ki; Buna göre evlatlığın ve babalığın diğer hükümleri olan karşılıklı miras alma, velayet ve diğer hükümlerin de cereyan etmesi gerekir Müslümanlar, bu tür iki kişi arasında karşılıklı miras almanın sözkonusu olamayacağım ittifakla kabul etmişlerdir. O halde böyle bir nisbet sahih değildir. Buna cevap şudur: Evet, bu husus bizim sözünü ettiğimiz noktaları da gerektirir. Bununla birlikte haklarında icmaın gerçekleştiği hükümleri de istisna etmemiz gerekir, İstisnanın dışında kalan diğer hususlar ise o delilin ifade ettiği asıl üzere kalmaya devam eder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 15- Lut Kavminin Ameli, Nikâh Hurmiyetine Sebep Teşkil Eder mi? Yine ilim adamları bu kabilden olmak üzere Lut kavminin ameli meselesinde de farklı görüşlere sahiptirler Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları, bu amel dolayısıyla nikâh haram olmaz, derler. es-Sevrî ise der ki: Küçük çocukla oynaşırsa, ona annesi haram olur. Bu Ahmed b. Hambel'in de görüşüdür der ki: Hanımının oğlu yahut babası, veya kardeşi ile Lut kavminin işini yapacak olursa, kendi hanımı ona haram olur. el-Evzî der ki: Bir çocukla Lut kavmi ameli türünden bir ilişkiye girse, kendisiyle ilişki kurulan çocuğun kızı olsa, bu işi yapana o kız ile evlenmek câiz olmaz. Çünkü o kız kendisiyle duhul ettiği birisinin kızıdır. Ahmed b. Hambel'in de görüşü budur. Yüce Allah'ın: "Sulbünüzden oğullarınızın" âyeti bir tahsis ifade eder. Bu ifade ile Arapların evlatlık edindiği sulbden gelmeyen herkesin dışarıda bırakılması istenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile (Peygamberlikten önce evlatlık edinmiş olduğu) Zeyd b. Hârise'nin hanımı (Hazret-i Zeynep ) ile evlendiğinde müşrikler, oğlunun kızı ile evlendi dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu evlatlık edinmişti. Nitekim buna dair açıklamalar ileride Ahzab Sûresinde ( 33/37. âyette) gelecektir. Süt oğlun -sulbden olmasa dahi- hanımı da Hazret-i Peygamber'in: "Neseb yoluyla haram olan süt emmek yoluyla da haram olur." Bu âyetin tefsiri, 4. başlıkta geçti. Kaynakları için oraya bakınız. Hadisine dayalı olan icma ile haram kabul edilmiştir. 17- Kızkardeşlerin Aynı nikâh Altında Tutulması: Yüce Allah'ın: "Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da" âyeti "anneleriniz... size haram kılındı" âyetine atfedilmiştir. "İki kızkardeş" ise, hem nikâh yoluyla, hem de mülkiyet yoluyla onlarla birlikte olmayı kapsayan umumi bir lâfızdır. Ümmet, icma ile bu âyeti kerîme dolayısıyla kız kardeşlerin tek bir nikâh akdi altında bulundurulmasının yasak olduğunu kabul etmiştir. Hazret-i Peygamberin şu hadisi de bu icmaın dayanaklarındandır: "Bana kızlarınızı da kızkardeşlerinîzi de arzetmeyiniz. (Onlarla evlenmemi teklif etmeyiniz)." Bu âyetin tefsiri, 9- başlıkta geçti. Kaynakları için oraya bakınız. Ancak mülkiyet yoluyla iki kız kardeş ile birlikte olmanın hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bütün ilim adamları, mülkiyet yoluyla İki kız kardeşle ilişki kurulmasının câiz olmadığını kabul etmişlerdir. îcma ile ikisinin aynı anda mülk edinilebilmeşinin câiz olduğunu kabul etmelerine rağmen bu böyledir. Kadın ve kızının da birlikte satın alınmasında da durum bu şekildedir. Fakat ilim adamları, ilişki kurmuş olduğu cariyenin kız kardeşini nikâh akdiyle almak hakkında farklı kanaatlere sahiptirler. el-Evzaî der ki: Mülkiyeti altında bulunan bir cariye ile ilişki kuracak olursa, onun kız kardeşi ile evlenmesi câiz değildir. Şâfiî der ki: Kız kardeşlerden birini mülkiyeti altında bulundurmak, diğerini nikâhlamaya engel değildir. Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: nikâh akdini satın almak gibi kabul eden, bunu câiz kabul eder. Fakat onu ilişki kurmak gibi kabul eden , câiz görmez.( Fukaha) icma ile şunu kabul etmişlerdir: Zevcenin kızkardeşini nikâh akdi ile almak câiz değildir. Çünkü yüce Allah, " iki kızkardeşi birlikte almanız da" âyetinde nikâh akdi ile iki kızkardeş ile evlenmeniz de haramdır demektedir. Sen bu hususta ilim adamlarının neyi icma ile kabul ettiklerini, hangilerinde de İhtilafa düştüklerini vukufıyetle bil ki, yüce Allah'ın izniyle bu hususta da neyin doğru olduğunu açıkça anlayasın. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 18. Mülkiyet Yoluyla İki Kızkardeşle Olmanın Hükmü... Zahirîler bu hususta istisna teşkil ederek şöyle derler: Mülk edinmek yoluyla bir arada iki kız kardeşle birlikte ilişki kurmak, mülkiyet akdiyle onları bir arada bulundurmak câiz olduğu gibi caizdir Bu hususta onlar, Hazret-i Osman'dan mülkiyet yoluyla bir arada bulunan iki kızkardeş hakkında: "Onları bir âyet haram kılmış, bir diğer âyet ise helâl kılmıştır" şeklinde söylediği rivâyet edilen sözünü delil göstermişlerdir. Bunu Abdurrezzak zikretmektedir: Bize Ma'mer, ez-Zührîden anlattı, o, Kabisa b. Züeyb'den naklettiğine göre, Osman b. Affan'a, mülkiyet yoluyla elde bulundurulan iki kız kardeş hakkında soru soruldu da şöyle dedi: Bunu sana ne emrederim, ne de yasaklanırı. İkisinin bir arada bulundurulmasını bir âyet-i kerîme helâl kılmış, diğer âyet de haram kılmıştır. Bu soruyu soran, Hazret-i Osman'ın yanından çıkınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bir adam ile karşılaştı. -Ma'mer: Zannederim Ali ile karşılaştı, dedi.- Adam dedi ki: Osman'a neye dair soru sordun? Adam sorduğu soruyu ve verdiği fetvayı ona bildirdi. Karşılaştığı zat ona dedi ki: Fakat ben sana bunu yasaklıyorum. Eğer senin aleyhine benim bir yolum bulunsaydı (otorite ve yetkim olsaydı) yine de bu işi yapsaydın, şüphesiz sana ibret alınacak bir ceza verirdim. Tahavî ve Dârakutnî de Hazret-i Ali ve İbn Abbâs'tan, Hazret-i Osman'ın sözüne benzer kanaat zikretmişlerdir." Dârakutnî, III, 281; Beyhakî, Sünen, VII, 265; İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 249. Bu şekildeki, iki kızkardeşi helâl kılan âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl kılındı" (en-Nisa, 4/24) âyetidir. Ancak fetva İmâmlarından hiçbir kimse bu görüşe iltifat etmemiştir. Çünkü onlar, yüce Allah'ın Kitabının tevilinden buna muhalif kanaat çıkarmışlardır. Onların bu anladıkları tevili tahrif etmeleri ise câiz değildir. Ashâbı kiramdan bu görüşü (yani bir arada bulundurulmalarını câiz kabul etmeyen görüşü) ifade edenler arasında, Ömer, Ali, İbn Mes'ûd, Osman, İbn Abbâs, Ammar, İbn Ömer, Âişe ve İbn ez-Zübeyr de vardır. Bunlar Allah'ın Kitabını bilen ilim ehli kimselerdir. Onlara muhalefet eden bir kimse tevil hususunda işi alabildiğine zorlayan bir kimse demektir. İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre de, İshak b. Rahaveyh, ilişki kurmak suretiyle bu şekilde iki kızkardeşi bir arada bulundurmayı haram kabul etmiştir. İlim ehlinin Cumhûru ise bunu, mekruh görmüşlerdir. İbnü'l-Münzir, İmâm Mâlik'i de bunu mekruh görenler arasında zikretmektedir. Bununla birlikte, onları aynı anda mülkiyet altında bulundurmanın câiz olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Anne ve kızının durumu da böyledir. İbn Atiyye der ki: İshak'ın konu ile ilgili söylediği sözlerden birisine göre, bu şekilde iki kız kardeşi bir arada bulunduran ve onlarla cima eden kimse recm edilir. İmâm Mâlikin şu sözünden de bunu mekruh gördüğü neticesi çıkartılır: Önce birisi ile ilişki kursa, sonra diğeri ile ilişki kursa, onlardan birisini kendisine haram olarak tayin ve tesbit edinceye kadar her ikisinden de uzak tutulur Fakat ona had gerekmez. Ebû Ömer der ki: "Hazret-i Ali'nin, sana ibret alınacak şekilde bir ceza verirdim" diye söyleyip, ona zina haddini mutlaka uygulardım dememiş olması, bir âyeti, yahut bir sünneti tevil edip, kendi kanaatine göre haram ilişkide bulunmadığı görüşünü taşıyan kimsenin, bu görüşünde hatalı olsa dahi, icma ile zina eden bir kimse olarak değerlendirilmez. Şu kadar var ki, bilmemesi mazeret olmayan bir iddiada bulunması hali bundan müstesnadır. Seleften bazılarının mülkiyet yoluyla iki kızkardeşi bir arada bulundurmak meselesi ile ilgili olarak: "Bu iki kızkardeşi bir âyet-i kerîme helâl, diğeri de haram kılmaktadır" şeklindeki ifadeleri ise, bilinen ve mahfuz bir rivâyettir. Dolayısı ile bu kadar güçlü bir şüphesi bulunan bir işi yapan kimseye zina haddi nasıl uygulanabilir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVI, 248 vd. Başarı Allah'tandır. Cariyelerden birisi ile ilişki kurmayı sürdürürken, diğeri ile İlişki kurmak isteyecek olursa, yapması gerekenin ne olduğu hususunda ilim adamlarının görüşleri vardır. Ali, İbn Ömer, Hasan-ı Basrî, Evzaî, Şâfiî, Ahmed ve İshak derler ki: Birincisi ile ilişki kurmayı, satmak yahut azad etmek veya bir başkasıyla onu evlendirmek suretiyle mülkiyetinden çıkartmadığı sürece diğeri ile ilişki kurması câiz değildir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta Katade'nin ikinci bir görüşü vardır, O da şöyledir: Cariyelerden birisi ile ilişki kurmayı sürdürürken, diğeri ile ilişki kurmak isterse, birincisini kendisine haram kılmayı ve ona yaklaşmamayı niyet eder. Daha sonra kendisine haram kıldığı bu birinci cariyenin istibrasını bekler ve bu arada her ikisinden de uzak durur. Birincisi İstibrasını tamamladıktan sonra, ikincisi ile ilişki kurar. Bu hususta üçüncü bir görüş de şöyledir: Yanında iki kız kardeş cariye varsa, onlardan ikisine de yaklaşmaz. el-Hakem ve Hammâd böyle demiştir. Bu anlamdaki bir görüş en-Nehaî'den de rivâyet edilmiştir. Mâlik'in görüşü ise şöyledir: Bir adamın yanında mülkiyet yoluyla iki kızkardeş bulunmakta ise, onlardan dilediği herhangi birisi ile ilişki kurabilir ve diğerinden de uzak durur. Bu hususta da iş onun güvenirliğine bırakılır, Eğer ikincisi ile ilişki kurmak isterse, şu fiillerden herhangi birisi ile birincisinin fercini kendisine haram kılar. Birincisini ya mülkiyetinden çıkarır, ya başkasıyla evlendirir, ya satar yahut belli bir süreye kadar azad eder veya onunla mükâtebe akdini yapar, yahut uzun bir süre bir başkasının hizmetine Verir. Şayet onlardan birisi ile ilişki kurarken, birincisini haram kılmaksızın ikincisiyle İlişki kuracak olursa, her ikisinden de uzak durmalıdır. Onlardan diğerini haram kılmadığı sürece birisine yaklaşması câiz değildir. Ve bu husus onun güvenirliğine bırakılmaz. Çünkü artık o, ilişki kurduğu kimse hakkında İtham altındadır. Bundan önce ise itham altında değildir. Çünkü, o vakte kadar ancak birisi ile ilişki kurmakta idi. Bu hususta Kefelilerin, yani es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü ise şöyledir: İki cariyesinden birisi ile ilişki kuracak olursa, diğeri ile ilişki kuramaz. Eğer birincisini satar, yahut evlendirecek olursa, sonra tekrar ona döndüğü takdirde, öbüründen uzak durur. Bununla birlikte, yanındaki cariyenin kızkardeşi boşanmak yahut vefat dolayısıyla iddet bekleme süresi içerisinde olduğu sürece, mülkiyeti altındaki ile İlişki kurabilir, İddetinin bitmesinden sonra ise, ilişki kurmakta olduğu cariye ile, ilişki kurma hakkını başkasına vermediği sürece ilişki kuramaz. Bu anlamda bir görüş Ali (radıyallahü anh)’dan da rivâyet edilmiştir, (Görüşlerinin gerekçesi olmak üzere) derler ki: Çünkü baştan beri o cariye ile ilişki kurmayı engelleyen mülkiyet halen mevcuttur. O halde, o ikinci cariyenin ona tekrar dönmesi ile mülkiyetinde kalması arasında bir fark yoktur. Mâlik'in bu konudaki görüşü güzeldir. Çünkü bu halihazırda sahih olan bir haram kılmadır. Ayrıca bu noktada işin sonunu nazarı itibara almayı gerektiren bir durum yoktur. O bakımdan satmak yahut evlendirmek suretiyle onunla ilişki kurmayı kendisine haram kılması yeterlidir. Böylelikle derhal o cariye ona haram olur. Azad hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü hiçbir şekilde azad ettiğinde tasarrufta bulunamaz. Kitabet yaptığı cariyeye gelince, kitabet bedelini ödemekten acze düşebilir ve sonunda tekrar onun mülkiyetine geri dönebilir. Eğer bir adamın yanında ilişki kurduğu bir cariye bulunuyorsa, sonra onun kızkardeşi ile evlenecek olursa, bu hususta Mâliki mezhebinde nikâha dair üç görüş vardır. Bu görüşlerin üçüncüsü, Müdevvene'deki şu görüştür: nikâh akdi gerçekleştiği takdirde her ikisinden de uzak tutulur. Onlardan birisini kendisine haram kılıncaya kadar bu böyle devam eder. Bununla birlikte böyle bir nikâh da mekruhtur. Zira bur ilişkinin câiz olmadığı bir husus üzerinde yapılan bir akiddir. İşte bu da -Şâfiî'den daha önce nakledildiği gibi- mülkiyetin nikâha mani olmadığını gösteren bir delildir. Yine bizzat bu hususta bir başka görüş daha vardır: Böyle bir nikâh akdi gerçekleşmez. Evzaînin konu ile ilgili görüşünün anlamı budur. Eşheb ise, KitabU'l-îstibrâ'âa. şöyle demektedir: Birisi hakkında yapılan nikâh akdi, mülkiyeti altında bulunan cariye ile ilişki kurmayı haram kılar. 20- Rıcî Talâk İle Boşadığı Kadının Kız Kardeşini ve Yakınlarını nikâhlamanın Hükmü: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Koca, hanımını ricat imkânına sahip olduğu bir şekilde boşayacak olursa, boşadığı kadının iddetî sona erinceye kadar, o hanımının kız kardeşini, yahut onun dışında dört kadını nikâhlayamaz. Ancak, ricat yapma imkânı bulunmayan bir şekilde kadını boşamış olduğu takdirde, farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Boşadığı kadının iddetî sona ermedikçe o hanımın kızkardeşîni de, dördüncü bir hanımı da nikâhlayamaz. Bu görüş Hazret-i Ali ve Zeyd b. Sabit’den rivâyet edilmiştir. Mücahid, Atâ b. Ebi Rabah, Nehaî, Süfyan-ı Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Rey ashâbının görüşü de budur. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bu şekildeki hanımının kızkardeşini de nikâhlayabilir, onun dışında dördüncü bir hanım da nikâhlayabilir. Bu görüş, Atâ'dan da rivâyet edilmiştir. Bu ondan gelen iki rivâyetten daha sağlam olanıdır. Bu görüş aynı şekilde Zeyd b. Sabit’den de rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, el-Hasen, Kasım, Urve b. ez-Zübeyr, İbn Ebi Leyla, Şâfiî, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd de bu görüştedir. İbnü’l-Münzir der ki: Zannederim Mâlik'in de görüşü budur. Biz de bu görüşteyiz. 21- Geçmiş Olanın istisna Edilmesi: Yüce Allah'ın: "Ancak geçmiş olan müstesna" âyetinin ifade ettiği anlamın, daha önce geçen: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesna" âyetindeki anlam gibi olması muhtemel olduğu gibi, bunun fazladan bir manaya gelme ihtimali de vardır. O da geçmiş olanın câiz olduğu ve cahiliye döneminde görülegelen kardeşlerle birarada evli bulunmanın, o dönemde sahih bir nikâh olmakla birlikte İslâmda da bu durumun cereyan etmesi halinde, iki kardeşten birisini seçmek arasında muhayyer bırakılacağı hususudur. Mâlik ve Şâfiî de böyle demiştir. Bu hususta kâfirlerin yapmış oldukları akidlerin, İslamın öngördüğü ve şeriatın gerektirdiği şekilde olmasına bakılmaz. Bu iki kızkardeşi tek bir akidde bir arada almış olması ile, bunları ayrı ayrı akidlerde almış olması arasında da fark yoktur. Ebû Hanîfe ise, iki kızkardeşi tek bir akidde nikâhlamış ise, her ikisinin de nikâhının batıl olduğu görüşündedir. Hişam b. Abdullah, Muhammed b. el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet eder: Cahiliye dönemi insanları, iki tanesi müstesna, bu âyet-i kerimede zikredilen bütün muharrematı biliyorlardı. Bu iki muharremattan birisi babanın hanımı, diğeri ise iki kızkardeşi bir arada bulundurmaktı. Nitekim yüce Allah: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesna" diye buyurmuştur. Yine : "İki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı). Ancak geçmiş olan müstesna" diye buyurmuştur. Fakat, diğer haram kılınanlar hakkında ise; "ancak geçmiş olan müstesna" ibaresini tekrarlamamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 24Evli kadınlar da (size haram kılındı). Sahib olduğunuz cariyeler müstesna. (Bunlar) Allah'ın size yazdıklarıdır. Geriye kalanları ise -iffetinizi koruyup zinaya sapmaksızın- mallarınızla (nikâh yolunu) aramanız size helâl kılındı. O halde onlardan hangisi ile faydalandı iseniz, ondan dolayı onlara tayin edildiği şekilde mehirlerini veriniz. Miktarını tayin ettikten sonra da, gönül hoşluğu ile uzlaştığınız şey hakkında size bir vebal yoktur. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Evli kadınlar da" âyeti, daha önce geçen ve evlenilmeleri haram kılınmış olan kadınlara atfedilmiştir. Muhsan olmak, korunmak, kendisini himaye etmek demektir. İçinde korunulduğundan dolayı kaleye "hısn" adının verilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve Biz ona sizin faydanıza Savaşlarınızda sizi korusun diye giyecek yapmak sanatını öğrettik" (el-Enbiya, 21/80) âyetindeki "korumak" anlamını ifade eden kelime de bu kökten gelmektedir. Atâ "hisan" denilmesi de burdan gelmektedir. Çünkü at, sahibini helâk olmaktan korumaktadır. el-Hasan ise, kendisim helâktan koruduğundan dolayı iffetini koruyan kadına denir demiştir Nitekim şair Hassan b. Sabit de, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) hakkında şöyle demiştir: "İffetini koruyandır. Oldukça vakarlıdır. En ufak bir şüphe dolayısıyla itham olunmaz asla. Ve o, her zaman için birşeyden haberleri olmayanların etinin tadına bakmaz, (Kimsenin gıybetini yapmaz)." Mastarı ise "el-hasâne" ...diye gelir. Htsn (kale) kelimesi de "ilm" kelimesi gibi (aynı vezinde) dir, Muhsanât'tan burada kasıt, kocası bulunan kadınlardır. Muhsan kadın denilince, evli kadın anlaşılır. Muhsin kadın, ise, hür kadın anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Mü’minlerden muhsan (hür ve iffetli) kadınlarla sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden muhsan kadınların..." (el-Mâide, 5/5) buyruğundakî "muhsan" kelimeleri bu kabildendir. Muhsin kadın, iffetli kadın demektir. Nitekim yüce Allah: "Gizli dost edinmeyen muhsan kadınlar" (en-Nisa, 4/25) diye buyurduğu gibi, burada da: "İffetini koruyup (muhsan erkekler) zinaya sapmaksızın..." diye buyurmaktadır. Buna göre muhsana, mutaine ve hasan kelimeleri, iffetli kadın, yani fısktan uzak duran, kendisini koruyan kadın demektir. Hür olmak da kadını, kölelerin yaptığı, işlediği İşlerden alıkoyar, engeller. Yüce Allah'ın: "Muhsan kadınlara iftirada bulunan kimseler..." (en-Nûr, 24/4) âyetinde "muhsan kadınlardan kasıt hür kadınlardır. Cahiliye döneminde cariyelerin zina etmeleri bir örftü. Nitekim Utbe kızı Hind, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a beyât ettiği sırada; "Hiç hür kadın zina eder mi?" diye sormuştu. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, VIII, 140. Koca aynı zamanda hanımının bir başkasıyla evlenmesini engellemektedir (Evli kadına "muhsan" denilmesi bundandır,) Buna göre "Hâ, Sâd ve Nûn" harflerinin oluşturduğu kelimenin anlamı, açıkladığımız gibi, alıkoymak, engellemektir. İhsan kelimesi İslâm hakkında da kullanılır. Çünkü İslâm da koruyucu ve engelleyicidir. Ancak bu anlamda Kitapta vârid olmamıştır. Fakat sünnette vârid olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîf bu kabildendir: "Îman, habersizce, suikast yoluyla öldürmenin bağıdır (engelidir)." Ebû Dâvûd, Cihâd 157; Müsned, I, 166, 167, IV, 92. Şair el-Hüzelînin şu beyiti de bu kabildendir: "Ey Mâlik'in anası, artık şimdi durum evdeki gibi değildir. Fakat boyunları zincirler (yükümlülükler) çevrelemiş bulunmaktadır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Haydi gel konuşalım, dedi. Olmaz, dedim. Allah da, İslâm da senin bu halini kabul etmez." Suhaym'in şu mısraındakî ifade de bu türdendir: "Kişiyi engelleyici olarak, ağarmış saçları ve İslâm yeterlidir." 2. Âyet-i Kerîmenin Açıklanması ile İlgili Görüşler: Bu husus böylece anlaşıldıktan sonra, şunu belirtelim ki, âyet-i kerimenin tevili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbâs, Ebû Kılâbe, İbn Zeyd, Meklıûl, ez-Zührî ve Ebû Said el-Hudrî der ki: Burada muhsan (evli) kadınlardan kasıt, özel olarak ve yalnızca kocaları bulunan ve ashâb alınan kadınlardır. Yani bu kadınlar harp diyarından ashâb alınmak suretiyle kişinin mâlik oldukları dışında, haramdır. Ashâb olarak mülkiyete geçirilen kadınlar İse, payına düştükleri kimseye -kocaları bulunsa dahi- helâldir. Bu aynı zamanda Şâfiî'nin: Esirlik, nikâhın hükmünü kaldırır şeklindeki görüşünü de ifade eder. İbn Vehb ve İbn Abdilhakem de böyle demiş, bunu Mâlikten de rivâyet etmişlerdir. Eşheb de bu görüştedir. Buna da Müslim'in Sahih'inde rivâyet ettiği, Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîf delalet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Huneyn günü Evtas'a bir ordu gönderdi. Bu ordu düşman ile karşılaştı, onunla Savaştılar. Düşmana galip gelip kadınlarını, çocuklarını ashâb aldılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bazıları, müşrik kocaları dolayısıyla onlarla ilişki kurmaktan çekindiler. Bunun üzerine yüce Allah bu hususta: "Evli kadınlar da (size haram kılındı). Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyetini indirdi. Yani bu kadınlar iddetleri sona erdikleri takdirde, size helâldirler," Müslim, Radâ' 33-35; Ebû Dâvûd Nikâh 44: Tirmizî, Nikâh 36; Tefsir 4- süre 3,4; Nesâî, Nikâh 59; Müsned, III, 72,84. İşte bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının, kocalan bulunan ashâb alınmış kadınlarla ilişki kurmaktan çekinmeleri sebebiyle nâzil olduğu hususunda sahih ve sarili bir nastır. Yüce Allah, onların bu çekinmelerine cevap olmak üzere; "Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyetini indirmiştir. Mâlik, Ebû Hanîfe ve arkadaşları, Şâfiî, Ahmed ve İshak ile Ebû Sevr de bu görüştedir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Ancak fukahâ böyle bir cariyenin ne ile istibra edileceği hususunda farklı görüşlere sahiptir. el-Hasen der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbı, ashâb aldıkları cariyeyi bir defa ay hali olmakla istibra ediyorlardı. Yine Ebû Said el-Hudrî yoluyla, Evtaslıl ardan alman kadın esirler hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Hamile ashâb kadın ile doğum yapıncaya, hamile olmıyan ashâb bir kadın ile de ay hali oluncaya kadar ilişki kurulmaz." Ebû Dâvûd, Nikâh 44. Görüldüğü gibi burada, önceki kocanın firaşı (yani onunla birlikte oluşu nikâhı)'nın herhangi bir etkisi kabul edilmemiştir... "Ashâb alınan kadın mülkiyet altındadır." Fakat o bir zevce idi ve nikâhı ortadan kalktı. O bakımdan cariyeler gibi iddet yapmalıdır denilemez. Nitekim el-Hasen b. Salih'ten şöyle dediği nabledilmiştir: Böyle bir cariye kadının, eğer dar-ı harpte kocası var ise iddeti iki aydır. Şu kadar varki, ilim adamlarının tamamı bu şekilde kocası bulunan ashâb kadının da, kocası bulunmayan ashâb kadının da, istibralarının aynı şekilde ve bir defa ay hali olmakla gerçekleşeceği görüşündedirler. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre de karı-kocanın bir arada ashâb alınmaları ile, ayrı ayrı ashâb alınmaları arasında bir fark yoktur. İbn Bukeyr'in ondan rivâyetine göre, eğer karı-koca birlikte ashâb alınır ve kocası hayatta bırakılırsa, nikâhları üzere devam ederler Burada Mâlik'in bu rivâyetteki görüşüne göre, kocasının bırakılması, mâlik olduğu şeylerin de bırakılması demektir. Çünkü artık onun bir ahdi olmuştur. Hanımı da mâlik olduğu şeyler arasındadır. Dolayısıyla birbirlerinden ayrılmazlar. Bu Ebû Hanîfe'nin ve es-Sevrî'nin de görüşüdür, İbnü'l-Kasını da bu görüşte olup, ayrıca bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Sahih olan îse, zikrettiğimiz gerekçe dolayısıyla birinci görüştür. Diğer taraftan yüce Allah da: "Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" diye buyurmaktadır. Böylelikle yüce Allah, sağ elin sahip oluşuna (mâlik olmaya) durumu bağlamakta ve bunu etkin sebep olarak ortaya koymaktadır. Böylelikle hem umum açısından, hem de gerekçelendirmek (talîl) açısından hüküm ona taalluk etmektedir. Bundan tek istisna delil ile tahsis edilendir. Âyet-i kerîme ile ilgili olarak Abdullah b. Mes'ûd, Said b. el-Müseyyeb, el-Hasen b. Ebû-Hasen, Ubey b. Ka'ab, Câbir b. Abdullah ve İkrime'nin rivâyetine göre, İbn Abbâs'ın ifade ettiği ikinci bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre âyet-i kerimede kastedilenler, kocaları bulunan kadınlardır. Yani bu kadınlarla evlenmek haramdır. Şu kadar var ki, kocanın, kocası bulunan bir cariye satın alması bundan müstesnadır, Çünkü böyle bir cariyeyi satmak, onu boşamak demektir. Yine onu sadaka olarak vermek, onu boşamaktır. Miras alınması da onu boşamaktır. Kocanın onu boşaması da onun boş anma sidir. İbn Mes'ûd der ki: Kocası bulunduğu halde cariye satılacak olursa, müşteri, o cariye ile ilişki kurmakta daha bir hak sahibidir. Aynı şekilde ashâb alınan kadının durumu da böyledir. Bütün bu hususlar, cariye ile kocasının birbirlerinden ayrılmalarını gerektiren sebeplerdir. Bu kanaatin sahipleri derler ki; Durum böyle olduğuna göre cariyenin satışının da onu boşamak gibi olması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü, bütün müslümanların icmaı ile kabul ettikleri şu ki, aynı anda bir kadının ferci iki kişiye birlikte helâl olamaz. Derim ki: Ancak bu görücü Berîre ile ilgili hadisi şerif reddetmektedir. Buhârî, Ferâız 20, 22, Itk 10, Nikâh 18, Talâk 14, Et'ıme 31, Müslim, Itk 9, 10, 14; Ebû Dâvûd, Talâk 19, 20, 21; Tirmizî, Radâ" 7; Nesâî, Zekât 99, Talâk 29, 30, 31, Buyû’ 78; ibn Mâce, Talâk 29; Dârimî, Talâk 15; Muvatta’'', Talâk 25; Müsned, I, 215, 361. VI, 42, 46, 170, 180. Çünkü Âişe (radıyallahü anha) Berîre'yi satın almış ve onu azad etmiştir. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)r onu, kocası olduğu halde muhayyer bırakmıştır. Berîre'nin Hazret-i Âişe'nin onu satın alıp arkasından azad etmesinden sonra da kocası Muğîs'in nikâhı altında iken muhayyer bırakılmış olduğu üzerinde icrna etmiş olmaları, cariyenin satışının onun boşanması demek olmadığının delilidir. Rey ehli olsun, Hadis ehli olsun, değişik bölgelerin rukahasının topluluğu bu görüştedir. Bunlar, aynı şekilde, bu durumdaki cariyeye talâk verilmesi dışında herhangi bir yolla boşanmasının sözkonusu olmayacağını kabul etmişlerdir. Bazıları yüce Allah'ın; "Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyetinin genel olduğunu ve bunun Savaş esiri kadınlara kıyasen böyle olduğunu delil göstermişlerdir. Şu kadar varki bizim sözünü ettiğimiz Berîre ile ilgili Hadîs-i şerîf, bunu tahsis etmekte ve bu kanaati reddetmekte; böyle bir hükmün Ebû Said el-Hudrî hadisine göre Savaşta alınan esirlere hasolduğunuortaya koymaktadır. Yüce Allah'ın izniyle doğru ve gerçek olan da budur. Âyet-i kerîme ile ilgili olarak üçüncü bir görüş daha vardır. es-Sevrî, Mücahid'den, o, İbrahim'den, o da İbn Mes'ûd'dan yüce Allah'ın: "Evli kadınlar da (size haram kılındı). Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyeti hakkında dedi ki: Maksat, müslümanlardan olsun, müşriklerden olsun, kocaları bulunan kadınlardır.,. Ali b. Ebî Tâlib de dedi ki: Maksat müşriklerden kocaları bulunan kadınlardır. el-Mu vatta'da Said b. el-Müseyyeb'den: "Evli kadınlar da" âyetinde kastedilenler, kocaları bulunan kadınlardır. Bu da yüce Allah'ın zinayı haram kıldığı anlamına gelir. Muvatta’'', Nikâh 39. Bir kesim de şöyle demektedir: Bu âyeti kerimede muhsan kadınlardan kasıt, iffetli kadınlardır. Yani bütün kadınlar haramdır. Allah, ister kocası bulunsun, ister kocası bulunmasın bütün kadınlara "muhsan" ismini vermiştir. Çünkü şer'î hükümler özleri itibariyle bunun böyle olmasını gerektirmektedir. "Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyeti, ister nikâh yoluyla, isterse de satın almak yoluyla sahip olduğunuz kadınlar demektir. Bu, Ebûl-Âl-iye, Abide es-Selmanî, Tavus, Saîd b. Cübeyr ve Atanın görüşüdür. Ayrıca Abîde bunu, Hazret-i Ömer'den de rivâyet etmiştir. Böylelikle bunlar nikâhı da sahip olunan şeyler kapsamına sokmuşlardır. Bunlara göre yüce Allah'ın: "Sahip olduğunuz cariyeler müstesna" âyetinin anlamı şöyle olur: Yani nikâhlarına sahip olduğunuz ve satın almak sureliyle de kendilerine mâlik olduğunuz cariyeler müstesnadır. Böylelikle, sanki nikâh altındaki kadınlar da, mâlik oldukları cariyeler de kişinin sağ elinin mâlik oldukları kimseler gibidirler. Bunların dışında kalanlar ise zina olur. Bu da güzel bir açıklamadır İbn Abbâs der ki: "Evli kadınlar (muhsanât)dan kasıt, müslümanlardan olsun, Kitab ehlinden olsun, iffetli kadınlar demektir. İbn Atiyye der ki: Bu açıklamaya göre, âyet-i kerimenin anlamı, zinanın haram kılınışına raci olur. Taberî, isnadını kaydederek, bir kişinin Saîd b. Cübeyr'e şöyle dediğini nakletmektedir: İbn Abbâs'a bu âyet-i kerîme hakkında soru sorulduğunda, bu âyet-i kerimeye dair herhangi bir şey söylemediğini görmedin mi. Said dedi ki: İbn Abbâs bunu bilmiyordu. Yine Mücahid'den şöyle dediğini senediyle nakletmektedir: Bana bu âyeti kimin tefsir edebileceğini bir bilsem, hiç şüphesiz develerin sırtında uzun yolculuklar yapar yine ona giderdim. Bu da yüce Allah'ın: "Evli kadınlar... Hakimdir" âyetidir. İbn Atiyye der ki: Bununla birlikte ben bu sözün İbn Abbâs'a nasıl nisbet edildiğini de bilmiyorum, Mücahid’in böyle bir sözü nasıl söylemiş olduğunu da bilmiyorum. Yüce Allah'ın: "(Bunlar) Allah'ın size yazdıklarıdır" âyeti tekid edici mastar olarak nasbedilmiştir. Yani bu kadınlar sizin için Allah'tan size bir farz yazılarak haram kılınmıştır. Buna göre: "Size haram kılındı" âyeti, Allah size onların haram olduklarını yazdı demektir. ez-Zeccâc ile Kûfeliler derler ki: Bu âyet, iğrâ olduğu için nasbedilmiştir. Yani Allah'ın üzerinize yazdığına bağlı kalınız- Yahut Allah'ın yazdıklarına dikkat ve riâyet ediniz. Ancak, Abu'l-Ali'nin naklettiğine göre böyle bir görüş su götürür, Çünkü iğra'da mansub olan ismin, iğrâ harfinden önce zikredilmesi câiz değildir. O bakımdan: "Zeyd'e dikkat et, Zeyd'i gözünden kaçırma" anlamında: denilemez. Bunun yerine Zeyd'e dikkat et, Amr'ın gözünden kaçırma! denilir. Ebû'l-Ali'nin burada söylediği, ismin; “.....” ile mansub olduğunun kabul edilmesi halinde doğrudur. Ancak fiilin hazfedilmiş olduğu takdirine göre, böyle söylemek caizdir. Ayrıca "Bu Allah'ın yazdığı ve farz kıldığıdır" anlamında olmak üzere merfu olması da caizdir. Ebû Hayve ve Muhammed b. es-Semeyka': "Allah üzerinize yazdı" anlamında, yüce Allah'a isnad edilen mazi fiil olarak okumuşlardır. Anlamı da; Allah size zikretmiş olduğu haram kılma hükümlerini yazmış bulunuyor. Abîde es-Selmanî ve başkaları der ki: Yüce Allah'ın: "Allah'ın size yazdıklarıdır" âyeti Kur'ân-ı Kerîm’de sabit olan: "İkişer, üçer ve dörder nikâhlayınız" âyetine işarettir. Ancak bu uzak bir İhtimaldir. Daha zahir olan ise: "Allah'ın size yazdıklarıdır" âyetinin, insanlar ile Arapların yaptıkları arasında engel teşkil eden haram kılmaya işaret olduğudur. 4. Âyet ile Haram Kılananlar ve Ayrıca Hadîs-i şerîfte de Haram Kılındıkları Bildirilenler: Yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl kılındı" âyetini Hamza, el-Kisâî ve Hafs rivâyetinde Âsım, Size helâl kılındı şeklinde daha önce geçen: "Size haram kılındı" âyetine paralel olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, Yüce Allah'ın: "Allah'ın size yazdıkları" âyetine uygun olarak üstün diye okumuşlardır. Bu âyet-i kerîme, kadınlardan sözü geçenlerin dışında kalanların haram kılınmamasını gerektirmektedir. Oysa durum böyle değildir. Çünkü yüce Allah, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) aracılığı ile âyet-i kerimede zikretmediği kadınları da haram kılmıştır ve onun vasıtasıyla haram kıldıkları da bunlara ilave edilir. Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse (ondan) sakının." (el-Haşr, 59/7) Müslim ve başkaları da, Ebû Hüreyre (radıyallahü anhmdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kadın halası ile de bir arada nikâh altında bulundurulmaz, yine bir kadın teyzesi ile de bir arada nikâh altında bulundurulmaz." Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33, (ayrıca bk. 34 ,37 ve 40); Ebû Dâvûd, Nikâh 12; İbn Mâce, Nikâh 31; Dârimî, Nikâh 3; Muvatta’', Nikâh 20. İbn Şihab der ki: "Kadının babasının teyzesini de, babasının halasını da aynı durumda görüyoruz." Şöyle de denilmiştir: Kadının halası ve teyzesi ile birlikte nikâhlanmasının haram oluşu, bizzat âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır. Çünkü yüce Allah, İki kızkardeşi bir nikâh altında tutmayı haram kılmıştır. Kadının halası ile birlikte nikâh altında bulundurulması ise, iki kızkardeşin nikâh altında bulundurulması demektir Veya teyze bizzat anne makamında, hala da baba makamında olduğundan dolayı (âyet-i kerîme ile yasaklanmıştır). Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü, esasen Kitab ve sünnet de aynı şeydir. O bakımdan yüce Allah sanki şöyle buyurmuştur: Kitabda sözünü ettiğimiz kadınlar ile, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili üzere açıklayarak beyanı tamamladıklarımın dışında kalanları size helâl kıldım. İbn Şihab'ın: "Babasının teyzesini de, babasının halasını da bu seviyede görüyoruz" şeklindeki sözüne gelince, o, bu görüşe şundan dolayı varmıştır: Hadîs-i şerîfteki teyze ve hala terimlerini umuma hamletmiştir ve böylelikle , bunları da bu kapsama sokmuştur. Çünkü hala (amme), kişinin babası ile iki aslında yahut onlardan birisinde ortak olan her dişinin adıdır. Teyze de, (anne cihetinden) böyledir Nitekim bunu açıklamıştık. Ebû Dâvûd'un Mûsannef(Sünne)'i ile diğer hadis kitablarında Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadın halası üzerine nikâhlanmaz. Hala da kardeşinin kızı üzerine nikâhlanmaz. Yine kadın teyzesi üzerine, teyze de, kardeşinin kızı üzerine nikâhlanmaz. (Aralarından) büyük kadın küçük kadın üzerine, küçük kadın da büyüğü üzerine nikâhlanmaz." Ebû Dâvûd, Nikâh 12. Yine Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber, hala ile teyzenin bir arada nikâh altında tutulmasını da mekruh görmüştür. İki hala ile iki teyzenin de bir arada nikâh altında tutulmasını mekruh görmüştür. Ebû Dâvûd, Nikâh 12. Buradaki "aynı nikâh altında tutmaz" anlamında fadesi, "ayn" harfinin merfu okunuşu ile rivâyet edilmiştir ki, bu da meşruiyete dair bir haber vermektir. O halde bu, böyle bir şeyin nehyedildiği anlamım ifade eder. Bu Hadîs-i şerîf gereğince sözü geçenlerin, aynı anda nikâh altında tutulmasının haram kılınışı hususunda gereğince amel olunacağı icma ile kabul edilmiştir, Ancak Hariciler, iki kızkardeş ile, bir kadının halası ve teyzesi ile birlikte aynı nikâh altında tutulmasını câiz kabul ederler. Şu kadar var ki, onların muhalefetine itibar edilmez. Çünkü Hariciler, dinden sıyrılıp çıkmış ve ondan uzak düşmüşlerdir. Zira Hariciler, sabit sünnete muhalefet etmişlerdir. Hazret-i Peygamber'in: "İki hala ve iki teyze bir arada nikâh altında tutulmaz" âyetine gelince; bunun anlaşılması, kimi ilim ehlince, içinden çıkılmaz bir hal almış ve bunun anlamı hakkında hayrete düşmüşlerdir. Böylelikle bu ilim adamları bunu, oldukça uzak bir ihtimale veya câiz olmayan bir manaya yorumlamış ve şöyle demişlerdir: İki haladan kasıt mecazi bir manadır. Yani hâla ile onun kardeşinin kızı demektir. O bakımdan her ikisine de iki hala denilmiştir. Nitekim, Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer'in uygulamalarına "Sünnetü'l-Umerayn" denilmesi de böyledir. Bu açıklamayı yapan, iki teyze ile ilgili olarak da aynı şeyi söylemektedir. Ancak en-Nehhâs şöyle demektedir; Bu, nerdeyse benleri işitilmedik, oldukça zorlama bir açıklamadır. Yine bu açıklamada, zorlamayla beraber, faydasız yere sözün tekrar edilmesi de vardır. Zira bunun manası, hala ile kardeşinin oğlunun bir arada nikanlanmayacağı olduğuna, iki hala ile de hala ve onun kardeşinin kızı kastedildiğine göre, o takdirde bu ifadelerdegereksizve anlamsız bir tekrar var, demektir. Eğer durum bu ilim adamının dediği gibi olsaydı, o takdirde "(Beyne: Arasında)", kelimesi ilavesiyle "ve teyze arasında" demesi gerekirdi. Oysa hadis böyle değildir. Çünkü hadis: "Hala ile teyzenin birarada nikâh altında tutulmasını yasakladı" şeklindedir. Hadisin lâfzına göre; birisi diğerinin halası, diğeri ise ötekinin teyzesi olan iki kadının aynı nikâh altında tutulmaması şeklindedir. en-Nehhâs der ki: İşte bu, doğru ve anlaşılır bir mana ifade eder. Şöyleki, bir adam ve onun oğlu, bir kadın ve kızı ile evlenirler. Yani adam kızı ile evlenir, oğul ise anne ile evlenir. Bunların herbirisinin bu hanımlarından birer kızları olur. Bu durumda babanın kızı, oğlunun kızının halasıdır. Oğlun kızı ise babanın kızının teyzesidir. İki teyzeyi bir arada nikâh altında tutmaya gelince, bu da her birisinin hanımının ötekisinin teyzesi olmasını gerektirir. Bu da bir kimsenin, bir adamın kızı ile evlenmesi, diğerinin de ötekinin kızı ile evlenmesi şeklinde olur. Bunların her birisinin bir kız çocuğu doğar ve bunların herbirisinin kızı ötekinin teyzesi olur İki halanın bir arada nikâh altında tutulmasına gelince, bu da her birisi diğerinin halası olan iki kadını aynı nikâh alünda tutmamayı gerektirmektedir Bu da şöyle olur: Bir kimse bir diğerinin annesiyle evlenir, o da onun annesi ile evlenir. Bunlardan herbirisinin bir kızı olursa, bunların herbirinin kızı ötekinin halası olur. İşte bunlar, yüce Allah'ın, Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aracılığı ile Kurân-ı Kerîm’de sözü edilmeyen kimselerle evlenmeyi haram kıldığı kimselerdir. 5- Bir Arada Nikâh Altında Tutulmaları Haram Olan Kadınlar: Bu hususu bu şekilde açıkladıktan sonra şunu belirtelim ki, ilim adamları bir arada nikâh altında tutulmaları haram olan kadınlar ile ilgili olarak güzel bir kaide tesbit etmişlerdir. Mu'temir b. Süleyman, Fudayl b. Meysere'den, o, Ebû Cerir'den, o da Şa'biden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İki kadın dan birisi, erkek kabul edilecek olursa, eğer o erkeğin o kadınla evlenmesi câiz olmuyorsa, bu ikisinin aynı nikâh altında tutulmaları batıldır. Ben ona (Ebû Cerir, Şa'bi'ye) : Bunu kimden öğrendin? diye sorunca şöyle dedi: Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)3m ashâbından öğrendim. Süfyan es-Sevrî der ki; Bize göre bunun açıklaması, bu tür akrabalıkların neseb yoluyla akrabalar olmaları ile ilgilidir. Yoksa bu, bir kadının başka bir kocadan olma üvey kızı ile birlikte dilediği takdirde, onları bir nikâh altında bulundurması seviyesinde değildir. Ebû Ömer der ki: Bu ise, Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Evzaî'nin mezhebine göre böyledir. Hadis ehlinden olsun, diğerlerinden olsun, çeşitli bölgelerin diğer fukahası da bildiğim kadarıyla bu asıl kaide hakkında farklı kanaate sahip değillerdir. Seleften kimisi, kocanın başka kadından olma kızı ile bir kadını (yani o kızın üvey annesini) aynı nikâh altında tutmasını mekruh görmüştür. Buna sebep ise onlardan birisinin erkek olması halinde, diğerine hela) olmayışıdır. Fakat ilim adamlarının kabul ettiği görüş, bunda bir mahzur olmadığı ve bu konuda gözönünde bulundurulması gerekenin neseb akrabalığı olup, onun dışında kalan sıhrî akrabalığın bu hususta gözönünde bulundurulmayacağıdır. Diğer taraftan bir takım haberlerde, sözü geçenlerin aynı nikâh altında bir arada bulundurulmalarının yasak kılınış gerekçesine de dikkat çekici ifadeler varid olmuştur. Bu gerekçe (illet) ise, aynı nikâh altında bulundurmanın sebep teşkil edeceği yakın akrabalık bağlarının kesilmesidir. Bu ise, kumalar arasında görülen kıskançlık sebebiyle ortaya çıkan kin ve kötülüklerdir, İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir erkeğin bir kadım halasının üzerine yahut teyzesinin üzerine almaşım yasaklayarak şöyle buyurdu: "Sizler böyle birşey yapacak olursanız, o takdirde akrabalık bağlarınızı kesmiş olursunuz". Bunu Ebû Muhammed el-Asilî "Fevaid" adlı eserinde, İbn Abdi'l-Ber ve başkaları da zikretmiştir. İbn Hibbân, 1275, hasen bir senedle. Ebû Dâvûd, el-Merâsîl, S. 182-183'te 2 nolu dipnot. Ebû Dâvûd'un "el-Merasîl" adlı eserinde yer alan rivâyetlerden birisi de şöyledir: Huseyn b. Talha dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadının akrabalık bağlarının koparılması korkusuyla kızkardeşleri üzerine nikâhlanmasını yasakladı. Ebû Dâvûd, el-Merâsil, 5. 182. Seleften kimisi, bu illeti daha da ileriye götürüp genişleterek, kadının yakın herhangi bir akrabası ile birlikte aynı nikâh altında bulundurulmasını kabul etmemiştir. Bu akrabası İster amca kızı, ister hala kızı, ister dayı kızı, ister teyze olsun. Bu da İshak b. Talha ile İkrime, Katade ve İbn Ebi Necih yoluyla gelen rivâyette, Atâ'dan nakledilmiştir. Ancak, İbn Cüreyc'in Atâ'dan yaptığı rivâyete göre, bunda bir beis yoktur. Sahih olan da budur. Hasan b. Hüseyn b. Ali, aynı gecede Muhammed b. Ali'nin kızı ile, Ömer b. Ali’nin kızını nikâhlayarak, iki amca kızını bir nikâh altında toplamıştır. Bunu Abdurrezzak zikretmektedir. İbn Uyeyne şunu da ilave eder: Böylece onların (akraba) hanımları (ziyaret ya da tebrik için) bu ikisinden hangisinin yanına gideceklerini bilemez oldular. Mâlik ise, bunu mekruh görmekle birlikte, ona göre böyle bir nikâh haram değildir. İbnü'l-Kasım'ın semâ' yoluyla (işiterek) naklettiğine göre ise, Mâlik'e, iki amca kızı aynı nikâh altında toplanabilir mi diye sorulmuş, o da: Ben bunun haram olduğunu bilmiyorum, demiştir. Kendisine: Peki bunu mekruh görüyor musun diye sorulunca, o da: Şüphesiz bazı kimseler bundan sakınmaktadırlar diye, cevap vermiştir. İbnü’l-Kasım da der ki: Bu helâldir, bunda bir beis yoktur. İbnü'l-Münzir de der ki: Herhangi bir kimsenin böyle bir nikâhı batıl gördüğünü bilmiyorum. Bu şekilde akrabalar nikâh ile mubah kılınanlar arasında yer alırlar. Bunlar Kitap, sünnet ve icma ile olsun, bu kapsamın dışında kalan kimseler değillerdir. Aynı şekilde, iki hala kızı ile, iki teyze kızı arasında da durum böyledir. es-Süddî ise, yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl kilindi" âyetini, yani fercin dışında kalan hususlarda nikâh demektir, diye açıklamıştır. Bunun anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah size, mahrem olanların dışında kalan diğer akrabalarınızı helâl kılmıştır. Katade'ye göre de: Bundan kasıt ise, özel olarak mülkiyet altında bulunan cariyelerdir, (Yani cariyeleriniz bunun dışında olmak üzere size helâldir.) 6. Nikâkda da îffeti Korumak Esastır: Yüce Allah'ın: "Mallarınızla aramanız..." âyeti hem evlenmeyi, hem satın almayı birlikte ifade eden bir sözdür. Burada (ol) -ki başına geldiği fiile mastar anlamını kazandırır- (..........)'den bedel nasb mahallindedir, Hamza'nın kıraatine göre ise reff mahallinde olur. Bunun anlamının (.......) yahut, (........) şeklinde olması da muhtemeldir. (Aramanız için veya aramanız suretiyle manalarım verir). Bu durumda "lâm" yahut "be" hazf edilecek olursa, o takdirde kelime nasb mahallinde olur "İffetinizi koruyup" anlamındaki kelime hal olmak üzere mansub'dur. Zinadan kendi iffetinizi koruyarak uzak kalmanız., anlamındadır. "Zinaya sapmaksızın" zina etmeksizin demektir. Zinaya "sifâh" denilmesinin sebebi, suyun dökülmesi ve akması anlamına gelen: (........)den alınmış olmasından dolayıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir düğün sırasında def seslerini işitince şöyle buyurmuştur: "İşte bu nikâhtır. Sifah (zina) da değildir. Gizlice yapılan nikâh (fuhuş) da değildir." Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın: "İffetinizi koruyup zinaya sapmaksızın" âyetinin iki anlama gelme İhtimali vardır Bunlardan birisi, açıkladığımız mana. Bu da nikâh akdi ile iffetini korumaktır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler zina yoluyla değil, nikâh yoluyla mallarınızla evliliğin menfaatlerini arayınız. O takdirde, bu âyet-i kerîme umum ifade eder. Bununla birlikte "iffetinizi koruyup" âyetinde, iffeti korumak kadınlara ait bir sıfattır, denilmesi ihtimali vardır. Bunun anlamı da şöyle olur: Yani siz, o kadınlarla onların İffetli (muhsana) olmaları şartına bağlı olarak evleniniz, Fakat birinci şekil daha uygundur Çünkü, âyet-i kerimenin umumi anlamı ile anlaşılması mümkün olup, muktezasını delil kabul etmek imkânı varsa, evlâ olan onu böylece anlamaktır, Diğer taraftan, ikinci anlamın muktezasına göre, zina yapan kadınlarla evlenmek helâl olmaz. Bu ise icma'a muhaliftir. Konu ile ilgili geniş açıklamalar için bk. en-Nür, 24/3. ayet, 1. başlık. "Mallarınızla" âyetinde yüce Allah, kadınları mallar karşılığında nıkâhlamayı mubah kılmıştır. Bu ise, mal karşılığı olmaksızın nikâh yapıldığı takdirde, böyle bir nikâhla mübahlığm sözkonusu olmamasını gerektirmektedir. Çünkü bu çeşit bir nikâh, bu hususta kendisine bağlı olarak iznin verildiği şart yerine getirilmeksizin yapılmıştır. Tıpkı şarap, domuz yahut da mülk edinilmesi sahih olmayan bir şeyi mehir olarak tayin edip nikâh akdi yapmaya kalkışmak gibi. Ayrıca Ahmed'in, azadlık da mehir olabilir, şeklindeki görüşü bununla red olunmaktadır. Çünkü böyle bir davranışta, herhangi bir malın teslim edilmesi sözkonusu değildir. Bunda yalnızca kendisine bir mal teslim edilmesi hakkını kazanmaksızın cariye üzerindeki mülkiyetin ıskat edilmesi sözkonusudur. Mevlâmn, daha önce kendi nezdinde malik olduğu bir şey, ona intikal etmemiş, sadece sakıt olmuştur. Koca azad ettiği cariyesine bir şey teslim etmeyip, o eski cariyesinin de onun üzerinde herhangi bir şeyi hak etmesi sözkonusu olmamışsa koca bununla sadece mülkünü telef etmiş olur ve bu azad etmesi de mehir olmaz. Bu emir, vücub gerektiren bir emirdir. Azadlığın (mehir olarak) verilmesi sahih birşey olamaz. Bu ise yüce Allah'ın: "Kadınlara mehirlerini veriniz" (en-Nisâ, 4/4) âyeti ile birlikte gayet açıktır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa, onu da afiyetle yeyin"(en-Nisa, 4/4) âyetinin ifade ettiği hususun azad etmekte gerçekleşmesi imkânsızdır. O halde geriye mehrin mal olarak verilmesinden başka bir şey kalmıyor. Çünkü yüce Allah; "Mallarınızla" diye buyurmaktadır. Bu görüşü kabul edenler, mehrin miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî, yüce Allah'ın: "Mallarınızla" âyetinin umum ifade ettiğini ileri sürerek, mehrin az olsun çok olsun câiz olacağını söylemiştir. Sahih olan görüş de budur. Ayrıca bunu Hazret-i Peygamberin, kendisini bağışlayan (Peygamber Efendimize evlendirme yetkisini veren) kadın ile ilgili Hadîs-i şerîfte: "Velev ki demirden bir yüzük olsun" Buhârî, Nikâh 32, 35, 37, 40, 44, 49-51, Fedâili’l-Kur'ân 21, 22, Libâs 49; Müslim, Nikâh 76; Ebû Dâvûd, Nlkah 3Ü; Tirmizî, Nikâh 23; Nesâî, Nikâh 1, 62, 69: İbn Mâce. Nikâh 17; Dârimî Nikâh; Muvatta’'', Nikâh 8; Müsned, V, 330, 336. âyeti ile şu Hadîs-i şerîf bunu desteklemektedir: Hazret-i Peygamber: "Bekarları evlendiriniz" buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. Ey Allahın Rasûlü, aralarında mehir ne olacak? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Bir erak (misvak) çubuğu dahi olsa, akrabalarının üzerinde karşılıklı razı oldukları şeydir." Dârakutnî, III, 244. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, kadınlara verilecek mehirler hakkında sorduk da şöyle buyurdu: "Mehir, akrabalarının üzerinde anlaştıkları şeydir." Dârakutnî, III, 242. Hazret-i Cabir de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Eğer bir adam, bir kadına avuçlarını dolduracak kadar yiyecek (buğday) verecek olursa, ona karşılık o kadın kendisine helal olur." Bu iki hadisi de Dârakutnî Sünen'inde rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 243. Şâfiî der ki: Herhangi bir şeye bir bedel olması yahut ücret olarak verilmesi câiz olan her bir şey mehir olabilir Aynı zamanda bu, ilim ehlinin çoğunluğunun da görüşüdür. Medinelilerden olsun, diğer şehir halkından olsun, hadîs ehli topluluğunun da görüşü budur. Bunların hepsi az olsun, çok olsun, mehri câiz görmüşlerdir. Aynı zamanda bu, Mâlik'in arkadaşı Abdullah b. Vehb'in görüşü olup, İbnü'l-Münzir ve başkalarının tercih ettiği görüş de budur. Said b. el-Müseyyeb der ki: Kocası hanımına bir kamçı dahi mehir olarak verecek olursa, o kadın, o kamçı karşılığında ona helal olur. Said'in kendisi de kızını Abdullah b. Vedaa'ya iki dirhem mehir ile nikâhlamıştır. Rabia der ki: Bir dirhem karşılığında dahî nikâh caizdir. Ebû'z-Zinad da der ki: Karı-kocanın akrabalarının karşılıklı razı oldukları miktardır. Mâlik der ki: Mehir, ya bir çeyrek dinardan, yahut da üç dirhemden -ölçek ile- daha aşağı olamaz. Mezhebimize mensup bazı ilim adamı, Mâlik'in bu görüşüne gerekçe olarak şunu göstermiştir: Nikâh yoluyla kadının helal olmasına en çok benzeyen şey, (hırsızlıktan dolayı elin kesilmesidir). Çünkü kadının ferci de bir uzuvdur. El de bir uzuvdur. O bakımdan kadının ferci de belli miktarda bir mal karşılığı ile mubah olur. Bu da ya dörttebir dinardır, yahut ölçek ile üç dirhemdir. İşte Mâlik burada ferci ele kıyasen bu hükme varmıştır. Ebû Ömer der ki: Ancak Ebû Hanîfe bu kanaate ondan önce sahib olmuştur. O da mehri, elin (hırsızlık dolayısıyla) kesilmesine kıyas etmiştir. Ona göre ise el, ancak ya altından bir dinar, yahut da keylî olarak on dirhem karşılığında kesilir. Ona göre bundan daha aşağı mehir olmaz. Arkadaşları ve mezhebine mensub kimseler de bu kanaattedir. Mehrin asgarisi hususunda, değil de, elin kesilmesi hususunda onun hemşehrilerinin çoğunluğu bu görüştedir. ed-Ûeraverdî de Mâlik'e, çeyrek dinardan daha aşağı mehir olmaz deyince, şöyle demiştir: Sen bu hususta Iraklıların yolunu izlemiş oluyorsun ey Abdullah'ın babası! Ebû Hanîfe ise, Cabir'in rivâyet ettiği hadisi delil göstermiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "On dirhemden aşağı mehir olmaz." Bu hadisi de Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 245. Şu kadar var ki, senedinde Mübeşşir b. Ubeyd vardır ki, metruk bir ravidir. Davud el-Evdî'den rivâyet edildiğine göre, Davud, eş-Şa'bi'den, Şa'bi de Hazret-i Aliden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mehir on dirhemden aşağı olamaz. Ahmed b. Hanbel der ki; Ğıyas b. İbrahim, Davud el-Evdî'ye eş-Şa'bi'den o, Hazret-i Ali'den, on dirhemden aşağı mehir yoktur, ifadesini telkin etti. Böylelikle bu hadis oluverdi. Dârakutnî, III, 246. en-Nahaî-dedi ki: Mehrin asgarisi kırk dirhemdir, Saîd b. Cübeyr elli dirhemdir, İbn Şubrume, beş dirhemdir demektedir. Ayrıca bunu Dârakutnî, İbn Abbâs'tan o da, Hazret-i Ali'den: Beş dirhemden daha aşağı mehir olmaz Dârakutnî, III, 246. diye de rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "O halde onlardan hangisi ile faydalandı iseniz, ondan dolayı onlara tayin edilen şekilde mehirlerini veriniz" âyetinde: "Faydalanmak"dan kasıt, burada, lezzet almaktır. "Ecirler"den kasıt da (mealinde de gösterildiği gibi) mehirlerdir. Mehrin "ücret" diye adlandırılış sebebi ise, bunun onlardan faydalanmanın karşılığı olmasıdır Bu da mehre ücret denileceği hususunda açık bir nassdır. Aynı zamanda bu, kadına sağlanan cinsel menfaati karşılığında mehrin verildiğine delildir. Çünkü menfaatin karşılığı olan şeye ücret ismi verilir. Bununla birlikte ilim adamları, nikâh yapıldığında akid konusunun ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Akid konusu kadının bedeni midir, yoksa cinsel menfeat midir, yoksa helâl oluşu mudur? Bu hususta üç görüş vardır. Ancak kuvvetli olan görüş., üçünün de birlikte kast edildiğidir. Çünkü yapılan akid, bütün bunları gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 9. Âyetten Kasıt Mehir midir, Mut'a Nikâhı mıdır: İlim adamları âyetin anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler, el-Hasen, Mücahid ve başkalan der ki: Âyetin manası şudur: Kadınlardan sahih nikâh yoluyla cima' suretiyle faydalanıp, lezzet aldığınız şeylere mukabil, siz de "onlara tayin edildiği şekilde mehirlerini veriniz" demektir, Buna göre koca, hanımı ile bir defa dahi cima edecek olursa, eğer mehrin miktarı tesbit edilmiş (müsammâ) ise, mehlr tümüyle vacib olur. Eğer tesbit edilmemiş yani müsemma değil ise, mehr-i mislini ödemek icabeder. Şayet nikâh iasid ise, iasid nikâh ile ilgili mehir hususunda Mâlik'den farklı rivâyetler gelmiştir. Acaba bu durumda kadın, mehr-i misle mi hak kazanır, yoksa sahih olarak tesbit edilmiş bir mehir ise, mehr-i müsemmâ'ya mı hak kazanır? Bir seferinde: Mehr-i müsemmâ'ya hak kazanır demiştir. Mezhebinden zahir olan (kuvvetli) görüş de budur. Çünkü, karşılıklı rıza ile tesbit ettikleri şey, yakın olarak bilinen bir husustur. Mehr-i misil ise ictihad ile tesbit edilir. O bakımdan her ikisinin yakîn olarak bildiği şeye başvurmak gerekir. Zira şüpheye dayanarak mal hak edilmez. "Mehr-i misil" şeklindeki sözlerinin izahı da şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Herhangi bir kadın, eğer velisinin izni olmaksızın nikâhlanacak olsa, onun bu nikâhı batıldır. Şayet onunla zifafa girilirse o takdirde onun ferci helâl bilinmiş olmasının karşılığında ona mehr-i misil vardır..." Ebû Dâvûd, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh I4, İbn Mâce, Nikâh 15; Müsned/Vl, 47, 66, 166; Dârakutnî IH, 221; Hakim, el-Müstedrek, IIf 16S; Beyhakî Sünen, VII, 169, 202 ve 223-224'de. Dârimî Nikâh 11. İbn Huveyzimendâd der ki: Âyet-i kerimenin mut'a nikâhının câiz oluşu şeklinde yorumlanması yerinde değildir, doğru olamaz. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), mut'a nikâhını yasaklamış ve haram kılmıştır. Diğer taraftan yüce Allah da: "Onları velilerinin izniyle nikâhlayın" (en-Nisa, 4/25) diye buyurmaktadır. Bilindiği gibi, velilerin izniyle yapılan nikâh şer'î bir nikâh olan ve bir veli ile iki şahidin huzurunda yapılan nikâhtır. Mut'a nikâhı ise böyle değildir. Cumhûr der ki: Bundan kasıt İslâmın ilk dönemlerinde uygulanan mut'a nikâhıdır. İbn Abbâs, Ubey ve İbn Cübeyr ise, âyet-i kerimenin bu bölümünü şöylece okumuşlardır: O halde onlardan hangisi ile belli bir süreye kadar faydalandı iseniz, ondan dolayı onlara mehirlerini veriniz". Ancak daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu nikâhı yasaklamıştır. Said b. el-Müseyyeb der ki: Bunu miras ile ilgili âyet-i kerîme nesh etmiştir. Çünkü mut'a da miras sözkonusu değildi. Âişe ile el-Kasim b. Muhammed ise der ki: Mut'anın haram kılmışı da, nesh olunuşu da Kur'ân-ı Kerîm’dedir. Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde yer almaktadır: "Ve onlar ırzlarını korurlar, meğerki eşlerinden yakut sahih oldukları cariyelerinden müstesna. O vakit onlar kınanmazlar." (el-Mu'minun, 23/5-6) Mut'a ise ne nikâhtır, ne de cariye olarak mülkiyet edinmektir. Dârakutnî, Ali b. Ebî Tâlib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mut'a nikâhını yasakladı. (Hazret-i Ali) dedi ki: Mut'a nikâhı evlenme imkânı bulamayan kimse içindi. Ama karı-koca arasında nikâh, talâk, İddet ve mirasa dair hükümler nâzil olunca nesh olundu. Dârakutnî, 111, 259-260 Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Ramazan orucu, her türlü orucu (farziyetini) nesh etti. Zekat, her türlü sadakayı (farziyetini) nesh etti. Boşama, iddet ve miras da mutVyı nesh etti. Udhiye (kurban bayramı, kurban kesmek.) da her türlü kurbanı nesh etti. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, 11, 486. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Muta nesh olunmuştur. Onu, talâk, iddet ve miras neshetmiştir. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, 11, 486. Ancak Ali (radıyallahü anh)'ın sözü olarak. Atâ da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Mut'a nikâhı, ancak yüce Allah'tan kendisiyle kullarına merhamet buyurduğu bir rahmet idi. Şayet, Ömer'in onu yasaklaması olmasaydı, bedbaht olan kimseler dışında zina eden olmazdı. 10. Mut'a Nikâhının Kaç Defa Mubah Kılınıp Nesh Olunduğu: İlim adamları mut'anın kaç defa mubah kılınıp nesh olunduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müslim'in Sahih’inde Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte kadınlarımız olmaksızın gazaya çıkardık. Biz: Kendimizi hadımlaştırmayalım mı? diye sorduk. Ancak o bize bunu yasakladı. Sonra da belli bir süreye kadar elbise karşılığında kadınları nikâhlamaya ruhsat verdi. Buhârî, Nikâh 8; Müslim, Nikâh 11; Müsned, I, 420, 432; ayrıca bk: Buhârî, Tefsir 5. Sûre, 9; Tirmizî, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 4; İbn Mâce, Nikâh 2; Dârimî, Nikâh 1, 2; Müsned, I, 175, 176, 183, 385, 390, 450. Ebû Hatim el-Büstî Sahih'inde der ki: Onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Kendimizi hadımlaştırmayalım mı" diye sormaları, mut'anın, kendilerine bu şekilde faydalanma mubah kılınmadan önce yasak olduğuna delildir. Çünkü yasak olmasaydı, onların böyle bir soru sormalarının anlamı olmazdı. Daha sonra onlara gazada iken belli bir süreye kadar elbise karşılığında kadınları nikâhlamalarına ruhsat verildi. Sonra yine Hayber yolunda mut'ayı yasakladı. Sonra yine mut'aya Fetih yılı izin verdi. Daha sonra üçüncü defa akabinde onu haram kıldı. Ve artık o, Kıyâmet gününe kadar haram kılınmıştır. İbnül-Arabî der ki: Kadınlarla mut'a yapmaya gelince, bu şeriatin garip hadiselerin dendir. Zira önce İslâm'ın ilk dönemlerinde mubah kılınmıştı. Daha sonra Hayber yılı haram kılındı. Sonra Evtas gazasında mubah kılındı. Bundan sonra yine haram kılındı ve haram kılma işi nihai bir şekil olarak devam etti Şeriatte buna benzer Kıble meselesi dışında bir mesele daha yoktur. Çünkü Kıblede de nesh iki defa takahhuk etmiş, bundan sonra nihai şeklini almıştır. Bu hususta konu ile ilgili hadislerin çeşitli yollarını bir araya getirenler şöyle demektedir: Bu rivâyetler mut'anın yedi defa helâl ve haram kılınmış olmasını gerektirmektedir. İbn Ebi Amra, İslâm'ın ilk dönemlerinde mubah olduğunu rivâyet ettiği gibi, Seleme b. el-Ekva ise, bunun Evtas gazvesinde mübalı kılınmış olduğunu rivâyet etmektedir, Hazret-i Ali'nin rivâyetinden ise, bunun Hayber günü haram kılınmış olduğu anlaşılmaktadır. er-Rabi' b. Sebre rivâyetinden, fetih günü mubah kılındığı anlaşılmaktadır. Derim ki: Bütün bu rivâyet yollarının hepsi, Müslim'in Sahih'inde vardır. Bk. Müslim, Nikâh 13-32. Başka hadis kitaplarında ise, Hazret-i Ali'den, HZ- Peygamberin bunu Tebûk gazvesinde yasakladığı yer almaktadır. Bunu İshak b. Raşid, ez-Zührî'den, o, Abdullah b. Muhammed b. Ali'den, o, babasından o da Hazret-i Ali'den rivâyet etmiştir. Şu kadar varki, İshak b. Raşid'in, İbn Şihab (ez-Zührî) den yaptığı bu rivâyete uyan bulunmamıştır. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr)- Allahın rahmeti üzerine olsun- söylemiştir. İbn Abdi’l-Berr, el-lstizkar, XVI, 289. Ebû Dâvûd'un Musennefinde, er-Rabi' b. Sebre'den gelen rivâyete göre, muta Veda haccında yasaklanmıştır. Ebû Dâvûd, bu hususta gelen en sahih rivâyetin bu olduğu görüşündedir. Ebû Dâvûd, Nikâh 13. Amr, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mut'a, kaza umresinde üç gün helâl kılınmış olması müstesna, hiç bir zaman helâl kılınmış değildir. Bundan önce de helâl kılınmamıştı, daha sonra da helâl kılınmadı. Bu, aynı zamanda Sebre'den de rivâyet edilmiştir İşte bunlar, mut'anın helâl ve haram kılındığı yedi ayrı yerdir. Ebû Cafer et-Tahavî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mut'anın serbest bırakılmış olduğunu rivâyet eden bütün bu ravilers hepsi de yolculukta olduğunu, yasaklamanın ise, bundan sonra yasaklanmış olduğunu haber vermektedirler. Onlardan herhangi bir kimse, bunun ikamet halinde olduğunu haber vermemektedir. İbn Mes'ûd'tan da böylece rivâyet edilmiştir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunu, Veda haccında mubah kıldığına dair ifadelerin yer aldığı, Sebre yoluyla gelen hadis ise, bütün bunların hepsinin ihtiva ettiği mana dışında bir ifade taşımaktadır. Biz, bu noktayı tetkik ettik. Ve bunu ancak Abdulaziz b. Ömer b. Abdulaziz'in rivâyetinde bulduk, başkasında rastlayamadik. Bunu İsmail b. Ayyaş, Abdulaziz b. Ömer b. Abdulaziz'den rivâyet etmiştir. O da, bu olayın Mekke fethinde olduğunu, ashâbı kiramın Hazret-i Peygambere bekarlıktan şikâyet ettiklerini, bunun üzerine de bu hususta onlara ruhsat verdiğini nakletmektedir. Veda haccında ise, onların bekarlıktan Hazret-i Peygambere şikâyette bulunmalarına imkân yoktur. Çünkü kadınlarla beraber haccetmişlerdi. Diğer taraftan Mekke'de kadınlarla evlenmeleri de mümkündü, O vakit de, daha önceki gazvelerdeki halde değillerdi. O halde, şu muhtemeldir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın buna benzer bir hususu gazalarında ve toplu olarak bulunulan yerlerde tekrarlaması adeti olduğundan dolayı, mut'anın haram kılınışım Veda haccında bir daha zikretmiştir Çünkü insanlar, orada birarada idi. Tâ ki, o ana kadar bunu işitmemiş olan kimseler de haram kılındığını işitsin. Bunu bu şekilde tekid etti ki, helâl olduğunu iddia edecek hiçbir kimsenin bir şüphesi kalmasın. Diğer taraftan Mekkeliler bunu çokça kullanıyorlardı. 11. Mut'a Nikâhına Dair Hükümler: Leys b. Sa'dr Bukeyr b. el-Eşec'den, o, eş-Şerrid'in mevlâsı Ammar'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Abbâs'a mut'a hakkında sordum. O zina mıdır, nikâh mıdır? diye. Bana; Zina da değildir, nikâh da değildir dedi, Peki nedir? diye sordum, şu cevabı verdi: Mut'a yüce Allah'ın dediği gibidir. Ben de: Peki kadının iddet bekleme yükümlülüğü var mıdır? diye sordum. O, evet bir defa ay hali olmak. Bu sefer, peki birbirlerine mirasçı olurlar mı? diye sordum, hayır dedi. Ebû Ömer dedi ki: Seleften olsun, haleften olsun, ilim adamları, mut'anın mirasın sözkonusu olmadığı, belli bir süreye kadar nikâhlanmak olduğu hususunda kimsenin ihtilafı yoktur. Süre bitimi ile birlikte boşama sözkonusu olmaksızın birbirlerinden ayrılırlar. İbn Atiyye der ki: "Mut'a, iki şahid, velinin izni ve belli bir süreye kadar erkeğin kadın ile evlenmesi şeklindeydi. Bununla birlikte aralarında mirasçılık sözkonusu olmazdi- Karşılıklı olarak ittifak ettikleri ücreti de kadına verirdi. Süre bitti mi, artık erkeğin kadın aleyhine bir yolu olmazdı. Bununla birlikte rahminin temizliğini gözetirdi. İbn Atiyye'de ifade. "Kadın rahminin temizliğini gözetir" (el-Muharrar el-Veciz, IV. 80) şeklindedir. Çünkü çocuk, hiç şüphesiz ona ilhak edilir. Eğer kadın hamile kalmamışsa, başkası ile nikâhlanması helâl olur. en-Nehhâs'ın Kîtab'ında ise: "Bunda hata vardır. Çocuk mut'a nikâhında babaya İlhak edilmez." İbn Atiyye'de bu ifade şu şekildedir; "Bunda lâfız itibarıyla fahiş bir hata vardır. Mut'a nikâhında çocuğun (babanın nesebine) ilhak edilmeyeceği vehmini vermektedir. (el-Muharrar el-Veciz, IV, 81) Derim ki: en-Nehhâs'ın ibaresinden anlaşılan budur. Çünkü o, şöyle demektedir: Mut'a, erkeğin kadına ben seninle bir günlüğüne -veya buna benzer bir süre zikreder- evleniyorum. Şu şartla ki, senin iddet bekleme sorumluluğun yoktur Aramızda miras da olmayacaktır, talâk da olmayacaktır. Buna şahidlik edecek bir şahid de olmayacaktır. Bu ise, zinanın tâ kendisidir, İslam'da (böylesi) hiçbir zaman mubah kılınmamıştır. Bundan dolayı Hazret-i Ömer şöyle demiştir: Bana mut'a evliliği yapmış bir adam getirilecek olursa, mutlaka onu taşlar altında gömerim. 12. Mut'a Nikâhı Halinde Had Sözkonusu mudur? Mut'a nikâhı ile erkek, kadın ile zifafa girecek olursa, erkeğe had vurulup çocuk ona ilhak edilmez mi? Yoksa şüphe dolayısıyla had vurulmaz ve çocuk ona ilhak edilir, ama ta'zir edilip cezalandırılır mı? Bu hususta ilim adamlarımızın iki farklı görüşü vardır. Bugün için mut'a nikâhının haram olduğu kabul edilmekle birlikte, bazı ilim adamlarının görüşüne göre, çocuk, mut'a nikâhında babaya ilhak edilir denildiğine göre, mubah görüldüğü o dönemde çocuk nasıl olur da babaya ilhak edilmesin? İşte bu, mut'a nikâhının o zamanlar sahih nikâh hükmünde olduğunu göstermektedir. Ancak, süresi belli olması ve miras hususunda ondan farklı idi. el-Mehdevî, İbn Abbâs'tan şunu nakletmektedir: Mut'a nikâhı, velisiz ve şahidsiz yapılırdı. Ancak, onun bu naklettiğinde belirttiğimiz bu husus dolayısıyla bir zayıflık vardır. İbnü'l-Arabî der ki: İbn Abbâs mut'a nikâhının câiz olduğunu kabul ediyordu. Sonradan bu görüşten döndüğü de sabit olmuştur. Böylelikle mut'anın haram olduğu hususunda icma gerçekleşmiş olmaktadır. Mezhebimizde meşhur olan görüşe göre, bir kimse mut'a yapacak olursa recm edilir. Mâlik'ten gelmiş bir diğer rivâyete göre ise, recm edilmez. Çünkü mut'a nikâhı haram değildir. Fakat bizim mezhebimizin İlim adamları, diğer ilim adamları arasında yalnız kaldıkları garip bir usûl kaidesine dayanarak böyle söylemişlerdir. O garip kaide ise şudur: Sünnet ile haram kılınan bir şey, acaba Kurân'ı-Kerîm ile haram kılınanlar gibi midir, değil midir? Malîk'ten, bazı Medineli âlimlerimizin rivâyetine göre, bunlar birbirlerine eşit değildir. Ancak bu görüş zayıfür. Ebû Bekr et-Tartusî der ki; Mut'a nikâhına İmrân b. Husayn, İbn Abbâs, kimi ashâb ve Ehl-i Beytten bir kesim dışında ruhsat veren yoktur, İbn Abbâs'ın bu husustaki ruhsatı hakkında şair de der ki: "Kafileye diyorum çünkü burada kalmaklığımız uzun sürdü: Arkadaş, ne dersin, İbn Abbâs’ın fetvasına göre amel etmeye var mısın? Yumuşak tenli ve bedenli birisi hakkında... İnsanlar dönünceye kadar senin sığınağın olsun." Sair ilim adamları, ashâbın, tabiînin ve selef-i salihin fukahası, bu âyet-i kerimenin, nesh olduğu ve mut'anın haram olduğu görüşündedirler. Ebû Ömer der ki: Mekke halkından olsun, Yemenlilerden olsun, İbn Abbâs'ın ahşabı (onun görüşünü benimseyenler), hepsi de mut'anın İbn Abbâs’ın görüşüne göre helâl olduğunu, diğer İnsanların ise onu haram kıldığını kabul ederler. Ma'mer dedi ki: ez-Zührî der ki: İnsanlar, bu mut'adan o derece nefret ettiler ki, şairin birisi şöyle diyecek kadar İşi ileri götürdü: "Konuşanın oturması uzun sürünce; dedi ki: Ey arkadaş, ne dersin, İbn Abbâs'ın fetvasına göre amel etmeye?,.." 13. Mehir Olarak Verilecek Değerin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Ecirlerini: mehirlerini" âyeti, hem mal olanı, hem malın dışında olanı kapsar. O bakımdan mehrin, aynî malların menfaatleri olması da caizdir. Şu kadar var ki bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Müzenî, Leys, Ahmed, Ebû Hanîfe ve arkadaşları bunu kabul etmezler. Ancak Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Böyle bir mehri zikrederek evlenecek olursa, nikâh caizdir ve böyle bir mehir kadına zikrolunmamış, miktarı tesbit edilmemiş mehir hükmündedir. Eğer kadın ile gerdeğe girecek olursa, ona mehr-i misil verilir. Şâyet onunla gerdeğe girmeyecek olursa, kadın için mut'a hakkı (uygun bir hediye) vardır. İbnü’l-Kasım Kitabu Muhammed'de bunu mekruh görürken, Esbağ bunu câiz kabul etmektedir, İbn Şâs ise der ki: Öyle bir şey vukua gelirse, ashâbımızın (mezhebimize mensup arkadaşlarımızın) çoğunluğunun görüşüne göre geçerlidir. Ayrıca bu Esbağ'ın İbnü'l-Kasım'dan rivâyetidir. Şâfiî der ki: Bu durumda nikâh sabittir, Koca, karısına neyi tesbit etmişse onu öğretmesi gerekir. Eğer onu zifafa girmeden önce boşayacak olursa, Şâfiî'nin bu hususta iki görüşü vardır: Bir görüşüne göre: Böyle bir sûreyi öğretmenin ecrinin yarısını kadına verir, diğer görüşüne göre ise, mehr-i mislinin yarısını almayı hakeder. İshak der ki: Nikâh caizdir. Ebû'l-Hasan el-Lahmî der ki: Bütün bunların câiz olacağını söylemek görüşlerin en güzelidir îcare ve Hacda mülk edinilen, satılan ve alınan diğer mallar gibidirler. Şu kadar var ki Mâlik bunları kerih görmüştür. Çünkü o, mehrin muaccel verilmesini müstehab kabul eder. İcare ve Hac ise müeccel anlamındadır. Birinci görüşün sahipleri yüce Allah'ın: "Mallarınızla" buyurmuş olduğunu delil gösterirler. Mal ise hakikatte insanların tama ettikleri, kendisinden yararlanılmak üzere hazırlanan şeydir. îcarede rakabeden yararlanmak ile ilim öğretmenin faydası gibi şeyler ise mal değildir. Tahavî der ki: Görüş birliği ile kabul edilen esas şudur: Bir adam, bir diğer adamı kendisine ismini belirttiği Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresini öğretmek üzere bir dirhem karşılığında ücretle tutsa, bu câiz değildir. Çünkü icare akidleri ancak iki husustan birisi için câiz olur. Ya bir kumaşı dikmek ve buna benzer muayyen bir iş için yapılır, yahut da muayyen bir süre için yapılır. Eğer bir sûreyi öğretmek üzere birisini ücrette tutacak olursa, böyle bir ücret ne belli bir süre içindir, ne de belli bir iş içindir. Aksine o, o kişiyi bir şeyler öğretmek üzere ücretle tutmuştur. Ancak, öğrenecek kişi, az bir zamanda çok şey de öğrenebilir, uzun bir zamanda az bir şey de öğrenebilir. Aynı şekilde evini Kurân'ı- Kerîm'den herhangi bir sûreyi kendisine öğretmek üzere satacak olursa, yine icareler ile ilgili sözünü ettiğimiz hususlar dolayısıyla câiz olmaz. Öğretmek ile ne menfaatler, ne de aynî mallar mülk olarak edinileni iyeceği ne göre, kıyasen öğretme karşılığında kadının nikâhına malik olunamıyacağı ortaya çıkmaktadır. Başarıya ulaştıran Allah'tır. Ancak bunu câiz kabul edenler; Sehl b. Sa'd’ın rivâyet ettiği, kendisini Hazret-i Peygambere (evlendirmek üzere) hibe eden kadın ile ilgili hadisi delil gösterirler. Hadisin kaynakları 7. başlıkta gösterilmiştir. Bu Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Haydi git, ben bu kadını Kurân'ı-Kerîm'den bildiğin bölümler karşılığında evlendirdim". Bir diğer rivâyette ise şöyle buyurmuştur: "Haydi git, ben bu kadını seninle evlendirdim, ona Kurân'dan (bildiklerini) öğret". Bu görüşü savunanlar derler ki: İşte bu Hadîs-i şerîfte, nikâh akdinin tahakkuk edip, öğretmek olarak belirlenen mehrin İse, sonraya kaldığına delil vardır. Bu da Hazret-i Peygamberin, "Kurân'dan bildiklerin karşılığında..." âyetinden açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü başa gelen "be" harfi karşılık (ivaz) ifade etmek içindir. Bunu buna karşılık al, yani bunu bunun yerine buna İvaz olarak al, demek gibidir. Diğer rivâyetteki: "Ona öğret" âyeti de öğretme emri hususunda açık bir nassdır. Diğer taraftan hadisin akışı da bütün bunların nikâh için olduğunun tanıklığını yapmaktadır. Böyle bir tutum, adamın Kurân'ı Kerîm'den ezberledikleri dolayısıyla, ona bir ikram olsun diye kabul edilmiştir, şeklindeki söze de iltifat edilmez. Çünkü o takdirde bu "be" harfi "lâm" anlamına gelir. Yani bildiğine mükâfaat olsun diye seni bu kadınla evlendiriyorum, demek olur. İkinci rivâyetteki: "Kurandan bildiklerini ona öğret" sözü bunun böyle olmadığını açıkça ifade etmektedir. Yine Ebû Talha'dan rivâyet edilen, Um Süleym’e talib oluşu ile ilgili rivâyette görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Bu rivâyete göre, Ebû Talha, Um Süleym'e talib olmuş, o da kendisine müslüman olduğu takdirde onunla evleneceğini söylemiştir, Ebû Talha müslüman olunca Um Süleymle evlendi. O bakımdan o kadının mehrinden daha şerefli bir mehir bilinmemektedir. Çünkü onun mehri İslâm idi, İbn Abdi'l-Berr, et-Temkîd, XXIV, 119 el-İstizkâr, XVI, 82 Bunun delil olamayış sebebi İse, bunun Ebû Talha'ya has oluşudur Aynı şekilde öğretmek ve buna benzer diğer menfaatlerde görülenin aksine islâm oluşda kocadan kadına herhangi bir şey (fayda) ulaşmamaktadır. Hazret-i Şuayb da Hazret-i Mûsa'yı mehri olmak üzere koyunlarına çobanlık etmesi karşılığında kızıyla evlendirmişti. Nitekim buna dair açıklamalar Kasas Sûresi'nde (bk. 28/27, âyet, 11. başlıkta) gelecektir. İbn Abbâsın rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbından birisine: " Ey filan evlendin mi? diye sormuş. Hayır kendisiyle evlenebileceğim bir şeyim yok deyince, Hazret-i Peygamber şöyle sordu: "Sen kul hu vallahu ahed'i biliyor musun?" Adam: Evet biliyorum deyince, Hazret-i Peygamber "işte bu Kurân'ın üçtebirine denktir. Peki Âyete'l- Kürsî'yi biliyor musun?" Adam yine: Biliyorum dedi, Hazret-i Peygamber: "İşte bu da Kurân'ın dörtte birine denktir. Peki Nasr Sûresi'ni (110. süre) bilmiyor musun?" diye sorunca, adam yine; biliyorum deyince, Hazret-i. Peygamber: "Bu da Kurân'ın dörtte birine denktir. Peki ya İza Zülzilet (99. sûre) 'i bilmiyor musun" deyince, yine adam biliyorum dedi. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Bu da Kurân'ın dörtte biri demektir. Evlen, evlen diye buyurdu." Tirmizî, Fedailu'l-Kur'ân 10; Müsned, III, 221. Ancak hadis, İbn Abbâs'tan değil, Enes b. Mâlik'tendir. Derim ki: Dârakutnî, Sehl ile ilgili hadisi İbn Mes'ûd yoluyla da rivâyet etmiştir. Bu rivâyette, Mâlik'in ve diğerlerinin gösterdiği delili açıklığa kavuşturan bir fazlalık vardır. Bu rivâyette Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle sormuştur: "Bu kadım kim nikâhlamak ister." Bunun üzerine o adam kalktı ve: Ben ey Allah'ın Rasulü dedi. Hazret-i Peygamber: "Senin malın var mı?” diye sorunca, hayır ey Allah’ın Rasulü, dedi. Hazret-i Peygamber: "Peki Kur'ân'dan (ezber) okuduğun bir bölüm var mı?" diye sorunca adam: Evet dedi. Bakara Sûresi'ni ve mufassal sûrelerden bazılarını biliyorum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu kadını ona Kur'ân okutup öğretmen şartıyla sana nikâhlıyorum. Allah sana rızık olarak verecek olursa da ona karşılık verirsin". Bunun üzerine o adam bu şartla o kadınla evlendi. İşte bu, -sahih olduğu takdirde- öğretmenin mehir olamayacağına dair açık bir nassdır Dârakutnî ise der ki: Bunu Utbe b. es-Seken tek başına rivâyet etmiştir. O ise hadisi metruk bir kimsedir. Dârakutnî, III, 250, Aradaki; "İşte bu... bir nassdır" cümlesi, Kurtubîye aîttir. "Tayin edildiği şekilde" kelimesi ise, hal mevkiinde mastar olarak nasb edilmiştir, Yani tayin edilmiş olarak, tayin edildiği gibi demektir. 14. Mehrin Artırılıp Eksiltilmesi: Yüce Allah'ın: "Miktarını tayin ettikten sonra da gönül hoşluğu ile uzlaştığınız şey hakkında size bir vebal yoktur" âyeti mehri artırmak veya eksiltmek hususunda vebal sözkonusu değildir, demektir. Mehirin tesbit edilmesinden sonra karşılıklı rıza ile olursa bu mümkündür. Maksat ise, zifafa girmeden önce koca karısını boşayacak olursa, kadının kocayı mehirden ibra etmesi, yahutta kocanın mehri tamamen eksiksiz ödemesidir. Âyet-i kerimenin mut'a hakkında olduğunu kabul edenler ise bunu şöyle açıklarlar: İşte bu İslam'ın ilk dönemlerinde, mut'a süresini artırmak hususunda karşılıklı rıza ile belirledikleri ücrete bir işarettir. Çünkü mut’a yasaklanmadan önce, erkek kadın ile, mesela bir dinar karşılığında bir ay süre ile evlenir. Ay sona erdi mi kimi zaman, sen süreyi artır ben de sana mehri artırayım, derdi, İşte bu âyet-i kerîme, (mut'anın câiz olduğu dönemlerde) karşılıklı rıza ile bunun câiz olduğunu açıklamaktadır. 25İçinizden hür (muhsan) olan mü’min kadınları nikâhlayacak bir bolluğa güç yetiremeyenler, sahip olduğunuz mü’min cariyelerinizden (alsın). Allah imanınızı çok İyi bilendir. Kiminiz kiminizdensiniz, Onları velilerinin İzniyle nikâhlayın. Mehlrlerini de güzellikle kendilerine verin; zinadan kaçınan, gizli dost edinmeyen, namuslu kadınlar olmaları halinde. Şayet evlendikten sonra fuhuş İşlerlerse, onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Bu (izin) içinizden günaha girmekten korkanlar İçindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok mağfiret edendir, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmibir başlık halinde sunacağız: 1. Hür Kadınlarla Veya Cariyelerle Evlenmek: "İçinizden hür (muhsan) olan mü’min kadınları nikâhlayacak bir bolluğa güç yetiremeyenler..." âyet-i kerimesiyle yüce Allah, nikâhlamak hususunda hükümleri hafiflettiğine dikkat çekmektedir Bu da güç yetiremeyen kimsenin cariyeyi nikâhlayabileceği hükmüdür. İlim adamları, âyet-i kerimede geçen "et-Tavl: güç yetirme"nin anlamı hussunda üç farklı görüş belirtmişlerdir. Birinci görüşe göre bu, bolluk ve zenginliktir Bunu İbn Abbâs, Mücahid, Saîd b. Cübeyr, es-Süddi, İbn Zeyd ve el-Müdevvene'de Mâlik söylemiştir. O bakımdan lütuf ve güç yetirmek hususunda başkasına göre daha İleri durumda olanın halini ifade etmek için bu kelimeler kullanılır. Mali bakımdan kudret sahibi olan kimseye: "Zû tavl" denilir. Tül ise kısalığın zıddı (uzunluk) demektir. Burada maksat ise ilim ehlinin çoğunluğuna göre, mehir verebilme kudretidir. Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Ahmed b. el-Muazzel der ki: Abdulmelik dedi ki: Tavl, kendisi ile nikâha güç yetirilen nakit, ticaret malı yahut ödeme gücü olan bir kimsedeki alacaktır. Yine der ki: Satılması, icareye verilmesi mümkün olan herşey de tavl'dır. Yoksa bir, iki veya üç kadının nikâhı altında bulunması tavl değildir. Yine der ki: Ben bunu Mâlik (radıyallahü anh)'den işittim, Abdulmelik dedi ki: Çünkü kadın ile başka bir kadın nikâhlanılmaz. Onun aracılığı ile bir başka kadına ulaşılmaz. Zira kadın bir mal değildir, Mâlik'e, güç ve imkânı bulunduğu halde bir cariye ile evlenen kişinin durumu sorulunca, o şöyle demiş: Birbirlerinden ayrılmaları gerektiği görüşündeyim. Bu kişi zinaya düşmekten korkuyor, denilince, bu sefer: Ona kamçı ile vurulur, diye cevap verdi. Sonra bu konudaki kanaatini hafifletti. İkinci görüşe göre, burada tavl'dan kasıt hür kadındır. Mâlik'in hür kadın 'in tavl olup olmadığı hususundaki sözleri farklıdır. el-Müdevvene de der ki; Hür kadın, (adam için) eğer bir başka kadını nikâhlayacak kadar bolluğu yok ve zinaya düşmekten de korkuyor ise, cariyeyi nikâhlamasını engelleyecek türden bir tavl değildir. Kitabu Muhammed'de ise, hür kadının tavl mesabesinde olduğunu gerektirecek ifadeler kullanılmıştır. el-Lahmî der ki: Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan da budur. Buna yakın bir görüş İbn Habib'den rivâyet edildiği gibi, Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Bu ise şunu gerektirmektedir: Yanında hür kadın bulunan bir kimsenin bolluğu olmasa ve zinaya düşmekten korksa dahi, cariyeyi nikâhlaması câiz değildir. Çünkü böyle bir kişi hanımı olduğu halde, şehvetinin ardına düşmüş bir kimsedir. Taberî de bu görüşü benimsemiş ve bunun lehine delil göstermiştir. Ebû Yûsuf da der ki: Tavl'den kasıt, nikâhı altında hür kadının bulunmasıdır. Nikâhı altında hür kadın varsa, o kimse tavl sahibi demektir. Böylesinin cariyeyi nikâhlaması câiz değildir. Üçüncü görüşe göre tavl ise, bir cariyeyi sevip aşık olan bir kimsenin, onu nikâhlamayıp sabredip direnç göstermesi demektir. Böyle bir kimse, eğer bu şekilde cariyeyi sever ve ondan başkası ile evlenemeyecek hale gelirse, eğer ona olan aşkına tahakküm edemiyor, onunla zina etmekten korkuyor ise, hür bir kadını nikâhlamak için mali bakımdan genişlik içerisinde olsa dahi, böyle birisinin cariye ile evlenmesi caizdir. Bu, Katade, Nehaî, Atâ ve Süfyan-ı Sevrî'nin görüşüdür. Bu açıklamaya göre ise; "Bu, içinizden günaha girmekten korkanlar içindir" âyeti sabredememe ve direnememe haline sıfat olur. Birinci te'vile göre ise, cariye ile evlenmenin iki şartı vardır. Birincisi, malî genişliğe sahip olamama, diğeri ise günaha girme korkusu. Bu iki şart bir arada bulunmadıkça cariye ile evlenmek sahih olmaz. Mâlikî mezhebinin İbn Nâfi, İbnü'l-Kasim, İbn Vehb ve İbn Ziyad rivâyeti ile el-Müdevvene'deki açık ifadesi ve görüşü budur Mutarrif İle İbnü'l-Macişûn ise der ki: Yüce Allah'ın buyurduğu gibi iki şart bir arada bulunmadığı sürece, erkeğin cariyeyi nikâhlaması helâl değildir ve nikâhları üzere de bırakılmazlar. Esbağ da böyle demiştir. Aynı zamanda bu görüş, Cabir b. Abdullah, İbn Abbâs, Atâ, Tavus, ez-Zührî ve Mekhul'den de rivâyet edilmiştir. Şâfiî, Ebû Sevr Ahmed ve İshak bu görüşte olduğu gibi, İbnü'l-Münzir ve başkaları da bunu tercih etmiştir. Mehir bulmakla birlikte nafakayı sağlama imkânı bulamama hali ile ilgili olarak Mâlik, "Kitabu Muhammed"de şöyle demektedir: Böyle bir kimsenin cariye ile evlenmesi câiz olamaz. Esbağ ise, bu caizdir demektedir. Çünkü cariyenin nafakası, eğer onu yanına almazsa, cariyenin sahiplerine aittir. Âyet-i kerîme ile ilgili olarak dördüncü bir görüş daha vardır. Mücahid der ki: yüce Allah'ın bu ümmete sağladığı genişliklerden birisi de, cariyeyi ve hıristiyan kadını nlkâhlamaktın Velevki varlıklı olsa dahi, Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Ayrıca o, nikâhı altında hür bir kadın yoksa, günaha düşme şartını da koşmamıştır. Bu görüşün sahipleri derler ki: Çünkü, kendisiyle (mehir olarak vermesi halinde) cariyeyle evlenmesi mümkün olan her bir mali, aynı şekilde hür kadına da vererek evlenebilir. Buna göre âyet-i kerîme, kayıtsız ve şartsız olarak, cariyenin nikâhlanmasının câiz olduğu hususunda asli bir delildir. Mücahid der ki: Süfyan da bu görüşü alır. Şöyle ki: Ben ona cariyenin nikâhı hakkında soru sordum, o bana İbn Ebi Leyla'dan, o, el-Milhan'dan, o, Abbad b. Abdullah'dan, o, Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etti: Hür kadın, cariye üzerine nikâhlanacak olursa, o takdirde hür kadına iki gün, cariyeye bir gün ayırır. Devamla dedi ki: Ali bunda bir beis görmüyordu. Bu, yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl kılındı" (en-Nisa, 4/24) âyeti iler "İçinizden hür (muhsan) olan mü’min kadınları nikâhlayacak... güç yetiremeyenler... bu İçinizden günaha girmekten korkanlar içindir" âyeti dolayısıyla böyledir. Zira yüce Allah'ın: "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane almalısınız..,"(en-Nisa, 4/3) âyeti de bunu gerektirmektedir Bununla birlikte herkes ittifakla şunu kabul etmiştir: Hür bir kimser adalet yapamayacağından korksa dahi, dört kadın ile evlenebilir, Derler ki: Aynı şekilde cariye ile de evlenebilir. Velev ki hür kadını nikâhlayacak gücü bulunsun ve günaha düşmekten de korkmasın. Mâlikten hür bir kadın ile evlenecek gücü bulunanın cariye ile evlenebileceği rivâyet edilmekle birlikte, bu onun sözü olarak zayıf bir rivâyettir. Bir başka seferinde ise şöyle demiştir: Böyle bir şey, açık seçik bir haram değildir. Onu câiz görüyorum. Sahih ise, hür, müslüman bir kimsenin, müslüman olmayan bir cariyeyi hiç bir şekilde nikanlamasının câiz olmadığıdır. Aynı şekilde müslüman bir cariye ile de açıklamış olduğumuz gibi, âyet-i kerimenin nassı ile tesbit edilen iki şarta bağlı olarak evlenebilir. Âyet-i kerimede geçen "el-anet (günaha düşme korkusu)" zina demektir. Eğer hür kadınla evlenme imkânı bulamıyor, bununla birlikte zinaya düşmekten de korkmuyorsa, cariyeyi nikâhlaması câiz değildir. Hür kadın ile evlenme gücü bulunmakla birlikte, zinaya düşmekten korkması halinde de durum böyledir. Hür, Kitab ehlinden bir kadını nikâhlayabilecek gücü bulunması ile İlgili açıklamalar ise, bir sonraki başlığın konusudur. 2. Kitab Ehli Hür Kadını Nikâhlayabilecek Durumda Olan Bir Kimse Cariye ile Evlenir mi? Hür ve Kitab ehli bir kadınla evlenebilme imkânı olan bir kimsenin cariye ile evlenebilmesi hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Denildiğine göre, cariye ile evlenir. Çünkü müslüman cariye, hiçbir zaman kâfir kadın gibi değildir. Çünkü mü’min bir cariye, hür müşrik bir kadından hayırlıdır. İbnü'l-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Yine denildiğine göre, Kitab ehli olan kadın ile evlenir. Çünkü, cariye her ne kadar İmâm dolayısıyla Kitab ehli kadından daha faziletli ve üstün ise de, kâfir kadın da hür olmakla ondan üstündür ve hür kadın bu durumda zevce olur. Aynı şekilde onun oğlu da hür olur ve köleleştirilmez. Cariyenin çocuğu ise köleleştirilir. İşte mezhebin benimsediği asıl kaidelerine uygun olan görüş budur. 3. Cariye Üzerine Hür Kadınla Evlenmenin Hükmü: İlim adamları, cariye üzerine, durumdan haberdar olmayan hür bir kadınla evlenenin hükmü hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Bir kesim nikâh sabittir, demektedir. Said b. el-Müseyyeb, Atâ b. Ebi Rebah, Şâfiî, Ebû Sevr ve Rey ashâbı böyle demiştir. Hazret-i Ali'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Hür kadının, durumu bildiği takdirde muhayyer olacağı da söylenmiştir. Diğer taraftan kadın, hangi hususlarda muhayyerdir? Bu konuda ez-Zührî, Said b. el-Müseyyeb, Mâlik, Ahmed ve İshak der ki; Onunla beraber kalmak, yahut ondan ayrılmak hususunda muhayyerdir. Abdulmelik ise der ki; Cariyenin nikâhını kabul etmek yahut onu fesh etmek hususunda muhayyerdir. Nehaî ise der ki: Eğer cariye üzerine hür kadın ile evlenecek olursa, ondan çocuğu olması hali müstesna cariyeden ayrılır. Eğer çocuğu varsa, birbirlerinden ayrılmazlar. Mesrûk ise der ki: Cariyenin nikâhı fesholunur. Çünkü bu, meyte gibi zaruret dolayısıyla mubah kılınmış bir husustur. Zaruret kalktı mı, mübahlık da ortadan kalkar. 4. Nikâhı Altında İki Cariye Varken, Hür Kadınla Evlenme Hali: Nikâhı altında iki cariye bulunup, hür kadın bunlardan birisini bilir, diğerinden haberdar değilse, muhayyerdir Nitekim eğer hür bir kadın üzerine cariye ile evlenecek olur ve hür kadın buna razı olursa, sonra bir cariye ile daha evlenir yine razı olursa, sonra üçüncü bir cariye ile daha evlenip de bu sefer bunu reddederse, hür kadının muhayyerlik hakkı vardır. O halde, iki cariye ile evli olduğunu bilmeyip yalnızca birisi ile evli olduğunu bilirse, yine durum böyle olur, İbnü’l-Kasım der ki; Mâlik dedi ki: Bizim bu meselelerde hür kadının muhayyerliğini kabul edişimizin sebebi, bizden önce ilim adamlarının böyle söylemiş olmasıdır. O, bununla Said b. el-Müseyyeb, İbn Şihab ve diğerlerini kastetmektedir. Mâlik ise der ki: Şayet onların bu dedikleri olmasaydı ben bunu helâl görecektim. Çünkü bu Allah'ın Kitabında helâldir. Eğer hür kadın ona yeterli gelmiyor, bir diğerine ihtiyaç duyuyor, fakat diğer kadına da mehir verme gücü yoksa, cariye ile evlenmesi caizdir. Bu, Kur:ân-ı kerimin zahirine göre dört kadın ile evleninceye kadar böyledir. Bu görüşü Mâlik'ten İbn Vehb rivâyet etmiştir. İbnül-Kasım’ın Mâlik'ten rivâyetine göre ise, yaptığı bu nikâhı geri çevrilir. İbnü’l-Arabî der ki: Delil bakımından birincisi daha sahihtir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm’de olan da budur. Çünkü, muhakkak, sebebe razı olan bir kimse, ona bağlı olarak oıtaya çıkacak sonuçlara da razı olur ve onun muhayyerliğinin bulunmaması gerekir. Çünkü, o kadın, onu dört kadın ile nikâhlanma hakkına sahip olduğunu bilmektedir. Ayrıca hür bir kadın ile evlenme gücü olmadığı için cariye ile evlendiğini bilmektedir. Allah'ın o kadın hakkında koştuğu şart, bizzat kadının kendisi için koştuğu şart gibidir. Yüce Allah'ın şartlarında ise, o kadının, o şartları bilmesine itibar edilmez. İşte bu, bu konuda tahkikin en ileri derecesidir, insaf da bu görüşü kabul etmeyi gerektirmektedir. 5. Aynı Anda Nikâhı Altında Tutabileceği Cariye Sayısı: Yüce Allah'ın: "el-Muhsanât" âyetinde kastedilenler, hür kadınlardır. Buna delil ise, yüce Allah'ın: "Mü’min cariyelerinizden" âyeti ile, cariyeleri zikretmiş olması buna delildir. Bir kesim ise; burada muhsanat'tan kasıt, iffetli kadınlardır, demiştir. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü, cariyeler de bu açıklamanın kapsamına girer. O bakımdan Kitab ehli cariyelerini nikâhlamayı da câiz görürler, mü’min kadınlardan fuhuş yapanlarla nikâhlamayı ve Kitab ehli kadınlarla nikâhlamayı haram kabul ederler. Bu ise, ibn Meysere ve es-Süddî'nin görüşüdür. İlim adamları, hür kadınlarla evlenme gücü bulamayıp, zinaya düşmekten korkan hür bir kimsenin, kaç cariye nikâhlayabileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, Ebû Hanîfe, İbn Şihab ez-Zührî ve el-Haris el-Uklî: Dört cariye ile evlenebilir, derler. Hammâd b. Ebi Süleyman ise der ki: İkiden fazla cariye nikâhlamaya hakkı yoktur. Şâfıî, Ebû Sevr, Ahmed ve İshak ise der ki: Ancak tek bir cariyeyi nikâhlamak hakkına sahiptir Bu, aynı zamanda İbn Abbâs, Mesrûk ve bir gurubun görüşüdür. Onlar yüce Allah'ın: "Bu içinizden günaha girmekten korkanlar içindir" âyetini delil gösterirler, Bu ise, tek bir cariye nikâhlamak ile ortadan kalkacak bir husustur. 6- Kişi Kendi Öz Cariyesi İle Nikâhlanamaz; Yüce Allah'ın: "Sahib olduğunuz mü’min cariyelerinizden" âyeti, başkasının cariyesi ile evlensin, anlamındadır. Kişinin kendisine ait cariye ile evlenmesinin câiz olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü haklar (cariye ve zevce haktan) arasında tearuz ve farklılık sözkonusu olur. 7- "Fetâ "Kelimesine Dair Açıklama: Allah'ın: "Cariyelerinizden" kasıt, mülkiyet altında bulunan cariyeler demektir. Bu kelime genç kız, kelimesinin çoğuludur. Araplar, köleye "fetâ, cariyeye de fetât" derler. Sahih hadiste de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Sakın sizden herhangi bir kimse; kölem ve cariyem demesin. Bunun yerine oğlum ve kızım desin." Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfüz 13, 15; Ebû Dâvûd, Edeb 75; Müsned, II, 316. 444. 463, 484, 491, 508. Bu Hadîs-i şerîf ileride de gelecektir. Feta ve fetât kelimeleri aynı zamanda gençlik çağının başlangıcında hür çocuklar hakkında da kullanılır, genç ve yaşlı köleler için de kullanılır. 8- Kitab Ehli Cariyelerle Evlenmenin Hükmü: Yüce Allah'ın: "Mü’min cariyelerinizden" âyeti, Kitab ehli olan cariye ile evlenmenin câiz olmadığını açıklamaktadır. Mü’min olma sıfatı, Mâlik ve arkadaşları, Şâfiî ve arkadaşları, Sevrî, Evzaî, Hasan-ı Basrî, Zührî, Mekhûl ve Mücahid'e göre bir şarttır. Aralarında Rey ashâbının bulunduğu ilim ehlinden bir kesim ise şöyle demiştir; Kitab ehli cariyenin nikâhlanması caizdir. Ebû Ömer, (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hususta onların bu görüşlerini daha önceden söylemiş bir kimse bilmiyorum. Şu kadar varki, Ebû Meysere, Amr b. Şûrahbil şöyle demiştir: Kitab ehlinin cariyeleri, onların hür kadınları gibidir. Bu görüşün sahipleri derler ki: Yüce Allah'ın: "Mü’min cariyelerinizden" âyeti daha üstün vasfı belirtmek içindir. Yoksa bunların böyle olmıyanları câiz olmıyacağı anlamında bir şart değildir. Bu da yüce Allah'ın: "Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir tane almalısınız" (en-Nisa, 4/3) âyetinde olduğu gibidir, Eğer bir kimse, adalet yapamayacağından korkar ve birden fazla kadınla evlenecek olursa, bu caizdir. Fakat, efdal olan evlenmemesidir. Burada da aynı şekilde, efdal olan mü’min olmayan bir cariye ile evlenmemesidir. Ancak, mü’min olmayan cariye ile evlenecek olursa, bu da caizdir. Delil olarak da, cariyeleri hür kadınlara kıyas etmeleridir. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Mü’min kadınlar" kaydı, hür kadınlar hakkında, Kitab ehli olanlarını nikâhlamayı engellemediği gibi, aynı şekilde cariyeler hakkında da "mü’min" kaydı Kitab ehli cariyelerin nikâhına mani değildir. Eşheb ise, el-Müdevvene'de şöyle demektedir: Müslüman kölenin Kilab ehli bir cariye ile evlenmesi caizdir. O halde ona göre yasak olan, kocanın hem hürriyet hem de din bakımından kadından üstün olması halidir. Diğer taraftan ilim adamları arasında müslüman bir kimsenin, mecusî bir kadını, yahut putperest bir kadını nikâhlamasının câiz olmayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu gibi kadınları nikâhlamak icma ile haram olduğuna göre, kıyasen ve aklî olarak, onların mülk edinilmeleri (cariye olmaları) suretiyle de onlarla ilişki kurmak haram olur. Tavus'tan, Mücahid, Atâ ve Amr b. Dinar'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Mülkiyet altında bulunan mecusî cariyenin nikâhlanmasında bir mahzur yoktur. Ancak bu, istisnai (şâz) ve terkedilmiş bir görüştür. Bölge fakihlerinden hiçbir kimse buna iltifat etmiş değildir. Ancak bu görüşün sahipleri yine devamla derler ki: Fakat müslüman olmadıkça onunla ilişki kurması helâl değildir. Bu mesele ile ilgili hususlar, el-Bakara Sûresi'nde yeteri kadar izah edilmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 9. Üstünlüğün Ölçüsü Takvadır: Yüce Allah'ın: "Allah Îmanınızı çok iyi bilendir" âyetinin anlamı şudur; Allah, bütün işlerin gizliliklerini en iyi bilendir. Zahiri durumları ise size aittir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Allah nezdinde sizin en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. O halde, zaruret olduğu takdirde cariyelerle evlenmekten çekinmeyiniz. Velev ki esaretten yeni kurtulmuş olsun, yahut dilsiz ve benzeri bir durumda olsun. Bu ifadelerde bir cariyenin imanının, kimi zaman bazı hür kadınların imanından daha üstün olabileceğine dikkat de çekilmektedir. 10. Cariye ile Evlenme Hakkındaki İslâm Öncesi Telakkilerin Reddi; Yüce Allah'ın: "Kiminiz, kimînizdensiniz" âyeti mübtedâ ve haberdir. Zeyd, evdedir demek gibi. Yani siz Âdem'in çocuklarısınız. Siz, mü’min kimselersiniz anlamında olduğu da söylenmiştir, İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre anlam şöyledir: Sizden hür ve mü’min kadınları nikâhlama gücüne sahip olamayanlar, biriniz ötekinin cariyesini nikâhlasın: Bu, bunun cariyesini, öbürü de Öbürünün cariyesini. Buna göre "kiminiz" ifadesi, (uygun) fiili ile ref edilmişti); ki, bu fiil de "nikâhlasın" anlamındaki fiildir. Bu ifadeden maksat, cariyenin çocuğunu iyi görmeyen ve onu ayıplayarak, ona "el-Hecîn (Arap'ın, Arap olmayandan doğma çocuğu, melez)" ismini veren Arapların ruhlarını bu işi kabul edecek hale getirmek için hazırlamaktır. Şeriat, cariyeyi nikâhlamanın câiz olduğu hükmünü getirince, onlar bu işin hoş görülmemesinin anlamsız olduğunu öğrendiler. Fakat, cariyenin seviye olarak aşağıda görülüp, hür bir erkeğin zaruret olmadıkça onunla evlenmesi câiz görülmemiştir. Buna sebep ise, doğacak çocuğun köleleştirilmesi ve cariyenin mevlâsının (efendilerinin) hizmeti ile meşgul olması dolayısıyla devamlı olarak kendisini kocasına veremeyeceği gerçeğidir. 11. Cariyeler Sahiplerinin İzni İle Nikâhlanır: Yüce Allah'ın: "Onları velilerinin izniyle nikâhlayın" âyeti; onlara sahip olanların velayet ve izniyle nikâhlayın demektir. Köle de aynı şekilde efendisinin izni olmadıkça evlenemez. Çünkü köle, mülkiyet altındadır. Onun böyle bir yetkisi yoktur Bedenî tümüyle bu mülkiyet kapsamındadır. Ama aralarındaki fark şudur: Köle efendisinin izni olmaksızın evlenecek olur ve efendisi bunu geçerli kabul ederse, o nikâhı caizdir. Mâlik ve Rey ashâbının görüşü budur. Aynı zamanda bu, Hasan-ı BaSrî'nin, Atâ b. Ebi Rebah'ın, Said b. el-Müseyyeb'in, Şüreyh ve eş-Şa'bi’nin de görüşüdür. Cariye ise, sahiplerinin izni olmaksızın evlenecek olursa, bu nikâh festi edilir, efendinin onu geçerli kabul etmesiyle geçerli olmaz. Çünkü, cariyede dişilik özelliğinden dolayı, sözkonusu olan velayet eksikliği kesinlikle nikâh akdinin gerçekleşmesine engeldir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Köle efendisinin izni olmaksızın nikâhlanırsa, nikâhı fesh olunur. Bu, Şâfiî, Evzaî ve Dâvûd b. Ali'nin görüşüdür. Derler ki; Eğer nikâh esnasında bizzat hazır ise, efendinin bunu geçerli kabul etmesi câiz değildir Çünkü, fasid akdin sonradan geçerli kabul edilmesi sahih bir davranış değildir. Eğer, köle nikâhlanmak istiyor ise, bunu, izlenmesi gereken yolla gerçekleştirmelidir. Müslüman ilim adamları icma ile şunu kabul ederler: Efendisinin izni olmaksızın kölenin nikâhı câiz değildir, ibn Ömer bu şekilde nikâhla evlenen köleyi zani sayar ve ona had uygulardı. Bu Ebû Sevr'in de görüşüdür. Abdurrezzak da, Abdullah b. Ömer (b. Hafs b. Âsım b. Ömer)'den, o, Nafi’den, o da İbn Ömer'den; ayrıca, Ma'mer'den, o, Eyyub’dan, o, Nafı'den, o da İbn Ömer'den naklettiğine göre, İbn Ömer, kendisinin izni olmaksızın nikâh yapmış bir kölesini aldı ve ona had uyguladı, nikâhladığı kadın ile onu birbirinden ayırdı ve o nikâhladığı kadına (cariyeye) verdiği mehri iptal elli. Yine Abdurrezzak der ki: Ayrıca bize, İbn Cüreyc, Mûsa b. Ukbe'den haber verdiğine göre, Mûsa ona Nafi'den, o, İbn Ömer'den bildirdiğine göre, İbn Ömer, velisinin izni olmaksızın kölenin nikâhının zina olduğu görüşünde idi ve onun görüşüne göre böyle bir köleye had vurulmalıdır. Her ikisinin nikâhlamasını sağlayanların da cezalandırılacağı kanaatine sahipti. (Yine Abdurrezzak) dedi ki: Bize İbn Cüreyc de Abdullah b. Muhammed b. Akîl'den şöyle dediğini haber verdi: Ben Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken din ledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduki: "Herhangi bir köle efendisinin izni olmaksızın nikâhlayacak olursa, o kişi zinakârdır." Ebû Dâvûd, Nikâh 14; Tirmizî, Nikâh 21; Dârimî, Nikâh 40; Münned, III, 377; Beyhaki, Sünen, VII, 205. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Böyle bir kimse, haram bir nikâh yapmıştır. Eğer efendisinin izniyle nikâh yapacak olursa, o takdirde boşama, ferc kimin için helâl ise, onun elindedir. Beyhakî, Sünen, VII, 206. Ebû Ömer der ki: Hkaz ve Irak bölgelerinin fukahalarının tümünün görüşü budur. Boşama yetkisinin efendinin elinde olduğu hususunda İbn Abbâs'tan farklı rivâyet gelmemiştir. Cabir b. Zeyd ve bir gurup da bu hususta ona tabi olmuşlardır. Bu ise İlim adamlarına göre nazarı itibara alınmaması gereken şaz görüşlerdendir. Zannederim, İbn Abbâs bu hususta, yüce Allah'ın: "Allah şöyle bir misal gösterdi: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının mülkiyetînde olan bir köle..." (en-Nahl, 16/75, ayrıca bk. aynı âyetin tefsirinde 2 ve 3. başlıklar) âyetini tevil ederek bu hükme varmış olmalıdır. İlim ehli ise, kölenin nikâhının, efendisinin izniyle olması halinde câiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Şayet fâsid bir nikâh yapacak olursa, Şâfiî der ki: Eğer nikâhladığı ile gerdeğe girmemişse, kadına hiçbir şey verilmez. Şayet gerdeğe girmişse, azad edildiği takdirde ona mehir vermesi gerekir. Bu, Şâfiî mezhebindeki sahih görüştür Aynı zamanda, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür. Onlara göre de azad edilinceye kadar mehir vermek yükümlülüğü yoktur Ebû Hanîfe der ki: Onunla gerdeğe girecek olursa, kadına mehir vermesi gerekir. Mâlik ve Şâfiî der ki: Köle, iki kişinin ortak mülkiyetinde ise, sahiplerinden birisi evlenmesi için ona izin verse, o da nikâhlansa, nikâh batıldır. Cariye ise, nikâh hususunda, sahiplerinden izin ister, onlar da izin verirse bu nikâhı caizdir. İsterse, akdi fiilen kendisi gerçekleştirmesin, bunun yerine nikâh akdini yapacak kimseleri görevlendirmiş olsun. Yüce Allah'ın: "Mahirlerini de güzellikle kendilerine verin" âyeti nikâhta mehrin vacib oluşuna ve mehrin cariyeye ait olduğuna delil vardır. "Güzellikle: Maruf ile" âyetinin anlamı ise, şeriate ve sünnete uygun surette veriniz, demektir. Bu da, cariyelerin aldıkları mehre, efendilerinden daha bir hak sahibi olmalarını gerektirir. Mâlik'in görüşü de budur. Kitabu'r-Ruhun (Rehinler Bahsi)'inde der ki: Efendinin, cariyesinin mehrini alıp, onu çeyizsiz bırakma hakkı yoktur. Şâfiî ise der ki: Mehir efendiye aittir. Çünkü o, bir ivazdır, Cariyeye aît olamaz. Bunun asıl dayanağı ise malın aslında (radıyallahü anhkabesinde, yani cariyenin kendisinde) faydalanma hakkına sahip olmaktır. Cariyenin burada sözkonusu edilmesi ise, mehrin ona sebep vatib oluşundan dolayıdır. Kadı İsmail ise, Ahkâm adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bazı İrak âlimleri, bir kişi cariyesini kölesiyle evlendirecek olursa, ona mehir verilmeyeceğini iddia etmişlerdir. Ancak bu görüş, Kitap ve sünnete muhaliftir der ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunur. 13. Evlenileceklerin İffetli Olma Gereği: Yüce Allah'ın: "Zinadan kaçman, gizli dost edinmeyen, namuslu kadınlar olmaları halinde" âyetinde geçen muhsanât: namuslu kadınlar" iffetli kadınlar demektir. El-Kisâî: "İffetli, namuslu kadınlar" kelimesinin Kur'ân-ı kerîmde geçtiği her yerde, "sâd" harfini esreli okumuştur. Bundan tek istisna ise, yüce Allah'ın: "İçinizden hür olan kadınlar" âyetidir. (Burada bu kelimenin "sâd" harfini üstün okumuştur) Diğerleri ise, bu kelimeyi, Kur'ân-ı kerîmde geçtiği her yerde (sâd harfini.) üstün olarak okumuşlardır. Daha sonra yüce Allah: "Zinadan kaçınan" yani zina etmeyen, yani açıktan açığa zinada bulunmayanlar olarak diye buyurmaktadır. Çünkü cahiliye dönemi insanları arasında açıktan açığa zina eden kadınlar vardı, Bu kadınların tıpkı baytarların bayrakları gibi, dikili bayrakları olurdu. "Gizil dost edinmeyen"; hayasızlık ve fuhuş yapmak için arkadaşları, dostları bulunmayan kimseler demektir. "Dostlar" anlamına gelen kelimesinin tekili şeklinde gelir. Kişinin arkadaşına bu isim verilir. tabiri İse, çokça arkadaşları bulunan kimse hakkında kullanılır. Bu açıklamalar, Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. Denildiğine göre, "Müsâfiha", açıktan açığa zina eden kadın demektir. Yani bu iş için kendisini kiralayan kadın demektir. Dostu olan kadın ise, bu işi gizlice yapan kadın demektir. Bir diğer görüşe göre "Müsâfiha (zina eden) kadın" herkesle zina yapan, dostu bulunan kadın ise, tek bir kişi ile zina eden kadın demektir. Araplar, alenî zinayı ayıplarlar, fakat dost edinmeyi ayıplamazlarch. Daha sonra ise îslâm bütün bunları kaldırds. İşte İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre, yüce Allah'ın: "Gizlisiyle, açığıyla fuhşiyata yaklaşmayınız" (el-En’âm, 6/151) âyeti bu hususta nâzil olmuştur. 14. Köle ve Cariyelerin Zina Cezası: Yüce Allah'ın: "Şayet evlendikten sonra..." âyetindeki kelimenin hemzesini, Âsım, Hamza ve Kisâî üstün olarak, diğerleri ise, ötre olarak okumuşlardın Üstün ile okuyuşun anlamı, "o cariyeler müslüman olurlarsa" ötre ile okumanın anlamı; "o cariyeler evlendirilirlerse" şeklindedir. Müslüman bir cariye zina edecek olursa, hür kadına verilen zina cezası olan celdin yarısı verilir. Cumhûrun, yani İbn Mes'ûd, Şa'bî, ez-Zührî ve diğerlerinin görüşüne göre, cariyenin muhsan olması, müslüman olması demektir. Buna göre, kâfir bir kadın zina edecek olursa, had vurulmaz. Bu da İbnü’l-Münzir'in zikrettiğine göre, Şâfiî'nin görüşüdür. Başkaları ise, cariyenin muhsan olması demek, hür bir erkekle evlenmesi demektir. Buna göre, evli bulunmayan müslüman cariye zina edecek olursa, ona had yoktur. Bunu da Saîd b. Cübeyr, el-Hasen ve Katade söylemiştir İbn Abbâs ve Ebû'd-Derdâ'dan da bu görüş rivâyet edildiği gibi, Ebû Ubeyd de böyle demiştir. Ebû Ubeyd der ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre, ona cariyeye vurulacak had hakkında soru sorulmuş, o da şöyle demiştir; "Cariye başının üzerindeki kürkü evin arkasında bırakmıştır." el-Asmaî der ki: Burada kürk (el-Ferva), başın üzerindeki deridir. Ebû Ubeyd der ki: Burada Hazret-i Ömer, bizzat bu deriyi kast etmemiştir. Kadın, evin arka tarafında başının derisini nasıl bırakabilir ki? Şu kadar var ki, bu bir örneklendirmedir. O, bununla başörtüsünü kastetmiştir. Cariyenin üzerinde başörtüsü ve hicabın söz konusu olmadığını, cariyenin sahiplerinin gönderdikleri her yere çıkıp gittiğini, bundan imtina edemediğini, böylelikle de zinadan kaçınma gücü bulunmayan yere dahi gidebileceğini İfade etmek istemektedir. Koyun gütmek, vergi ödemek ve benzeri işler gibi. Sanki Hazret-i Ömer, zina etmesi halinde, işte bu husus dolayısıyla üzerinde had olmadığı görüşüne sahip gibidir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Cariyenin muhsan olması, evlenmesidir. Şu kadar var ki, sünnet-i seniyye ile had, evli bulunmayan müslüman cariye hakkında vacibtir. Nitekim, Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde yer aldığına göre: Ey Allah'ın Rasulü, cariye muhsan değilken zina ederse, ne olur? diye sorulması üzerine, o da: Cariyeye had vurulmasının vacib olduğunu belirtmiştir. El-Buhârî, Itk 17, Buyû’ 66, Hudûd 35; Müslim, Nikâh 52;Ebû Dâvûd, Hudûd 32, İbn Mâce, Hudud 14; Dârimî, Hudûd 18; Muvatta’', Hudûd 14; Müsned, II, 249, 386, 422, IV. 116, 117, 343, VT, 65. ez-Zührî der ki: Evli cariyeye, Kur'ân-ı kerîmin nassı gereği had uygulanır. Evli bulunmayan müslüman cariyeye ise, hadis gereği had uygulanır. Kadı İsmail de, yüce Allah'ın: "Şayet evlendikden sonra" âyeti hakkında müslüman olmalarından sonra diye açıklayanların bu açıklaması, uzak bir ihtimaldir der. Çünkü, daha önce yüce Allah'ın: "Sahib olduğunuz mü’min cariyelerinizden" âyetinde îmanları sözkonusu edilmiştir. Şu kadar var ki, bunun evli olmaları demek olduğunu söyleyip, evlenmedikçe de cariyeye had uygulanmayacağı görüşünde olanlar, Kur'ân-ı Kerîmin zahirinden anlaşılan kanaati benimsemişlerdir. Zannederim, bunlar da bu hadisi bilmiyorlardı. Bize göre durum şöyledir: Cariye, eğer evli olduğu takdirde zina edecek olursa, Allahın Kitabı gereğince ona celde vurulur. Şayet evlenmeksizin zina edecek olursa, bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisi gereğince yine ona celde vurulur, fakat onun için recm sözkonusu değildir. Çünkü recm ikiye bölünemez. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Yüce Allah'ın âyetinin zahiri, müslüman dahi olsa, evlenmedikçe cariye hakkında haddin sözkonusu olmamasını gerektirmektedir. Ancak sünneti seniyye, muhsan olmasa (evlenmese) dahi cariyeye celde vurulacağını ifade etmiştir. O halde bu fazladan bir beyandır. Derim ki: Mü’minin sırtı, yasak bölgedir. Yakîn olmadıkça mubah olmaz-İhtilaf bulunması halinde ise yakîn yoktur. Ancak, sahih sünnette bu hususla celde cezası gelmeseydi bu böyle olacaktı. Doğrusunu en iyi biten Allah'tır. Ebû Sevr de İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre şöyle demiştir: İkisinin (köle ile cariyenin) recmedilecekleri hususunda (Fukahâ) ihtilaf halinde iseler de, ikisinin de muhsan olmaları halinde recm olunurlar. Şu kadar var ki, eğer recmolunmayacaklarına dair bir icma varsa, icmaı kabul etmek daha uygundur. 15- Köle ve Cariyelere Zina Haddini Kim Uygular: İlim adamları, zina eden köle ve cariyelere haddi kimin uygulayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Şihâb der ki: Zina eden köle ve cariyeyi, sahiplerinin cezalandırması şeklinde sünnet uygulana gelmiştir. Ancak onların durumları, sultana (yönetici ve hakime) götürülecek olursa, herhangi bir kimse onun önüne geçmek hakkına sahip değildir. Bur Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Sizden herhangi birinizin cariyesi zina edecek olursa, ona haddi uygulasın" Buhârî, Itk 17, Hudud 35; Müslim, Hudûd 30-32, Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Tirmizî, Hudûd 13; İbn Mâce Hudûd; Dârimî, Hudûd 18; Muvatta’, Hudûd 14; Müsned, IV, 116, 117, 343, VI, 65 (aynı manada yakın lâfızların). âyetinin muktezasıdır. Hazret-i Ali de irad ettiği hutbesinde şöyle demiştir Ey insanlar, kölelerinize haddi siz uygulayınız. Onlardan muhsan olana da, olmayana da. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olan bir cariye zina etmişti. O da bana ona celde vurmamı emretti. Bir de baktım ki, henüz yeni doğum yapmış. Ona celde vuracak olursam öldürmekten korktum. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nakledince, iyi ettin diye buyurdu. Hadisi Müslim, Hazret-i Ali'ye mevkufen rivâyet etmiştir. Müslim, Hudûd 34; Tirmizî, Hudud 13; Müsmd, I, 156. Nesâî bu hadisi müsned olarak zikreder ve şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduki: "Sağ ellerinizin malik olduklarına hadleri uygulayınız. Onlardan muhsan olanına da, olmayanına da." Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, I, 145. İşte bu, efendilerin malik oldukları kimselere muhsan olanlarına da, olmayanlarına da haddi uygulayacaklarına dair açık bir nasstır. Mâlik (radıyallahü anh) dedi ki: Efendi, zina eden kölesine, şarap içen ve zina iftirasında bulunan kölesine şahitlerin şahidük etmesi halinde had uygular. Fakat, hırsızlık halinde elini kesemez. Onun elini İmâm keser. Bu, el-Leys'in de görüşüdür. Ayrıca, ashâb-ı kiramdan bir topluluktan kölelerine had uyguladıklarına dair rivâyetler gelmiştir. İbn Ömer ve Enes bunlar arasındadır. Ashâb-ı kiram arasından bu hususta onlara muhalefet eden yoktur. İbn Ebi Leylâ'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ensar'ın geri kalanlarına yetiştim. Onlar, zina etmesi halinde cariyelerine meclislerinde (had) vuruyorlardı. Ebû Hanîfe ise der ki: Kölelere de, cariyelere de hadleri, zinada olsun, sair haddi gerektiren suçlarda olsun veli değil, sultan (devlet yetkilisi) uygular. Bu el-Hasen b. Hayy'in de görüşüdür. Şâfiî ise der ki: Haddi gerektiren her hususta, köleye haddi mevla uygular ve (hırsızlık yaparsa) onun elini keser. Şâfiî zikrettiğimiz hadisleri delil göstermiştir. es-Sevrî ve Evzaî de zina etmesi halinde ona had uygular demektedir. Hadislerin muktezası da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtir. Kölelerin sürgüne gönderilmesi ile ilgili açıklamalar da bu sûrede (4/16. âyet, 6, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 16. Zina Edip Had Uygulanmadan Azad Edilen Cariyenin Durumu: Bir cariye, zina ettikten sonra, efendisi ona had uygulamadan önce azad edilirse, artık efendinin ona had uygulama yetkisi kalmaz. Bu hususnezdindesabit olduğu takdirde ise, ona sultan had uygular. Şayet zina eder, sonra evlenirse, artık efendisinin ona yine had uygulama yetkisi -kocasının hakkı dolayısıyla- yoktur. Çünkü bu haddin kocaya da zarar verme ihtimali vardır. Bu, Mâlik'in görüşüdür. Şu kadar varki, kocanın da aynı efendinin mülkiyetinde olmaması gerekir. Eğer, koca da aynı efendinin mülkiyetinde ise, o takdirde efendinin ona had uygulaması câiz olur. Çünkü her ikisinin (zina eden cariyenin de, kocasının da) hakkı efendilerinin hakkıdır. 17. Köle Zina Ettiğini İkrar Ederse: Köle zina ettiğini İkrar edip, efendisi bunu kabul etmezse, ikrarı dolayısıyla köleye had uygulamak icabeder. Efendinin bunu inkâr etmesine de bakılmaz. Bu hususta ilim adamları arasında icma vardır. Müdebber (azad edilmesi efendisinin ölümü şartına bağlanmış) köle, ummuîveled (efendisinden çocuğu olan cariye), mükâtep (belli bir bedel ödemek şartıyla azad edilmesi yazışma ile tesbit edilmiş,) köle ve bir bölümü azad edilmiş kölenin durumu da böyledir. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir: Cariye zina edip de sonra azad edilecek olursa, ona cariyelere uygulanan had uygulanır. Eğer, azad edildiğini bilmediği halde zina eder, sonra da bu durumu öğrenir ve ona (cariye) haddi uygulanmış ise, bu takdirde hür bir kadına uygulanan haddin geri kalan kısmı da tamamlanır. Bunu İbnü'l-Münzir zikretmiştir. 18. Efendinin Zina Eden Köle ve Cariyesini Affetmesinin Hükmü: İlim adamları zina eden köle ve cariyesini af etmesinin hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Hasan-ı Basrî affetmek hakkına sahiptir derken, ondan başkaları, haddi uygulamaktan başka bir şey yapamaz. Tıpkı sultanın öğrenmesi halinde haddi uygulamamak imkânına sahip olmadığı gibi. Efendi de ona, haddi uygulaması icabettiği takdirde cariyesini af edemez, derler. Bu da Ebû Sevr'in görüşüne göre böyledir. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. 19. Köle ve Cariyelere Hadlerin Yarısının Uygulanması ve Hikmeti: Yüce Allah'ın: "Onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir" âyetindeki "cezadan kasıt, celdedîr. "Hür kadınlar"dan kasıt ise, burada hür ve bakire olanlardır. Çünkü, evli ve hür kadının recmedilmesi gerekir. Eecm ise bölünme kabul etmez. Bakireye, evli olmasa dahi muhsana denilmesinin sebebi, daha sonra muhsan olacağından dolayıdır. Nitekim kurbanlığa, kurban edilmeden önce, "udhiye" denilir. İneğe de, henüz daha toprağı altüst etmeden önce (toprağı altüst eden anlamında) "musîra" denilir. Buradaki "el-Muhsanât"ın evli kadınlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Hadîs-i şerîfte, muhsan kadınlar hakkında sopa vurmak ve recm cezasının olduğu belirtilmiştir. Recm İse, bölünme kabul etmediğinden dolayı, geriye onlar (zina eden cariyeler.) hakkında dövmenin yarısı ceza olarak kalmaktadır. Cariyelerin hadlerinin eksilmesindeki faydaya gelince: Cariyelerin hür kadınlardan daha zayıf oluşudur. Şöyle de denilmektedir: Cariyeler hür kadınların vardıkları gibi murİsimlerina varamazlar. Yine şöyle denilmiştir: Ceza da nimete göredir. Nitekim yüce Allah'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarına hitaben şöyle dediği görülmüyor mu: "Ey Peygamber hanımları, sizden kim apaçık bir hayasızlık işlerse, onun için azâbı iki kat arttırılır..," (el-Ahzab, 33/30) Çünkü, Peygamber hanımlarının nimeti daha fazla olduğundan, onların cezaları da daha ağır olarak tesbit edilmiştir. Cariyelerin de sahip oldukları nimetler daha az olduğundan, cezaları da daha azdır, Âyet-i kerimede özel olarak cariyelerin haddi zikredilmiş, fakat kölelerin haddi zikredilmemiştir. Çünkü, kölelerin de, cariyelerin de haddi eşittir: Zina da elli celdedir. Zina iftirası ve içki içmek te, kırk celdedir. Çünkü cariyenin haddi, köleliğin eksikliği dolayısıyla eksilmiştir. O bakımdan mülkiyet altında olmak gerekçesiyle, erkek köleler de bunun kapsamına girmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamberin: "Her kim bir köledeki ortaklık hissesini azad edecek olursa..." Buhârî, Şerike 5, 14, ilk 5; Müslim, Itk 1, Eymân 47, 48, 51; Ebû Dâvûd, Itk 6; Tirmizî, Ahkam 14; Nesâî, Buyû’ 105,106; İbn Mâce, Itk 7; Müsned, I, 56, 15, 112. âyetinin kapsamına cariyeler de girmiştir. İşte bu, ilim adamlarının asıl anlamında kıyas ismini verdikleri şeydir. Yüce Allah'ın: "Muhsan kadınlara iftira atanlar..." (en-Nûr, 24/4) âyeti de bu kabildendir. Bunun kapsamına ileride yüce Allah'ın izniyle, Nûr Sûresi'nde (bk, en-Nûr, 24/4. âyet, 3- başlıkta) açıklanacağı üzere, muhsan olan erkekler de kati olarak girmektedir. 20- Zina Eden Cariyeyi Satmanın Hükmü: İlim adamları, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Zina eden cariyeyi satmak, o cariyenin sahibi için bağlayıcı ve vacib değildir. Bununla birlirke onu satmasını tercih etmişlerdir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Sizden herhangi birinizin cariyesi, zina edip de, zinası açıkça ortaya çıktığı takdirde ona had vursun. Bununla birlikte onu, bundan dolayı bir daha azarlayıp yüzüne vurmasın. Sonra bir daha zina edecek olursa, yine ona had vursun ama, onu azarlayıp zina ettiğini yüzüne vurmasın. Sonra üçüncü bir defa daha zina edecek ve zinası açıkça ortaya çıkacak olursa, kıldan bir ip karşılığında dahi olsa artık onu salıversin." Bu hadisi, Müslim, Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Buhârî, Hudûd 36, Buyû’ 66,110; Müslim, Hudûd 30-32; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Tirmizî, Hudûd 13; Müsned, II, 249, 494. Zahiriler ise, dördüncüsünde zina ettiği takdirde satmanın vacib olduğunu söylemişlerdir. Dâvûd ve diğerleri bunlar arasındadır. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Onu satsın" ve "sonra onu örülmüş bir ip karşılığında dahî olsa satınız" diye buyurmuştur, İbn Şihab der ki: Üçüncü defadan sonra mı, dördüncü defadan sonra mı (satın) dediğini bilemiyorum, Böyle bir cariyeyi satacak olursa, zina ettiğini bildirir, Çünkü bu gizlenmesi helâl olmayan kusurdur. Eğer; hadisten maksat, zina eden cariyenin uzaklaştırılmasıdır. Onu satanın zina ettiğini bildirmesi vacib kabul edilirse, herhangi bir kimse onu satın almaz. Halbuki biz onu uzaklaştırmakla emrolunmuşuz, denilecek olursa, buna cevap şudur: Böyle bir cariye, bir maldır ve zayi edilmez. Çünkü malın zayi edilmesi yasaklanmıştır. Başıboşla bırakılmaz. O takdirde bu, onunla zinaya bir teşvik ve buna bir İmkân hazırlamak olur. Her zaman için de haps olunamaz. Çünkü o takdirde onun efendisine sağlayacağı menfaat ortadan kalkmış olur. Geriye onu satmaktan başka çare kalmamaktadır. Olur ki, ikinci efendi onunla ilişki kurmak suretiyle iffetini korur, yahut alabildiğine ona göz-kulak olur da böyle bir iş yapmasına engel olur. Özetle söylenecek olursa, sahiplerin değişmesi ile durumunda da değişmeler olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 21. Bekârlığa Katlanmak, Cariyelerle Evlenmekten Hayırlıdır: Yüce Allah'ın: "Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır" âyetinin anlamı şudur: Bekârlığa sabredip katlanmak, cariyeyi nikâhlamaktan hayırlıdır. Çünkü cariye ile evlenmek, doğan çocuğun köleleşmesi sonucunu verir. Oysa, kişinin kendisini koruması ve üstün ahlâkî değerlere sahiplenmeye devam etmesi, bayağılıklara düşmekten daha iyidir. Ömer (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hür herhangi bir kimse, bir cariye ile evlenecek olursa, kendisini yan yanya köleleştirmîş demektir. Yani kendi çocuğunu köle yapar. O bakımdan böyle bir şeye karşı direnmek ve sabretmek, çocuğun köleleşmemesi için daha faziletlidir. Saîd b. Cübeyr de der ki: Cariyeyi nikâhlamak ancak, zinaya bir yakınlıktır. Yüce Allah da: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" yani cariyeleri nikâhlamadan durmanız daha hayırlıdır, diye buyurmuştur, İbn Mâce'nin Sünen'inde ed-Dahhâk b. Müzahim'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Enes b. Mâliki şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim temiz ve arındınlmış olarak Allah'ın huzuruna çıkmak istiyorsa, hür kadınlarla evlensin." İbn Mâce, Nikâh 8. Bunu Ebû İshak es-Sa'lebi de, Yûnus b. Mirdas yoluyla rivâyet etmiştir ki, Yûnus, Enes'in hizmetçisi idi. (Ebû İshak) şunu da ekler: Ebû Hüreyre dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hür kadınlar evin salâhı, cariyeler ise evin helaki -veya- evin fesadıdırlar" el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Münir, Şerhu'l-Câmii's-Sağîr, II, 220. 26Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine İletmek, tövbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, Hakimdir. Yani Allah size, dininize dair hususları, işlerinizde faydanıza olan şeyleri, sizin için helâl ve haram olanları açıklamak diler. Bu, yüce Allah'ın hükmünün bulunmadığı bir olayın varlığının imkânsız olduğuna delildir, yüce Allah'ın şu âyeti de -ileride geleceği üzere- bu kabildendir: "Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'am, 6/38) Bundan sonra da yüce Allah: "Allah sizden hafifletmek ister" (en-Nisa, 4/28) diye buyurmaktadır. Böylelikle bu âyet-i kerimeden sonra gelmiştir. Tefsirini yaptığımız âyette bunun yerine "lâm" harfi gelmiştir. el-Ferrâ' der ki: Araplar, Diye, için" anlamına gelen "lâm" ile 'i birbirinin yerine kullanırlar. O bakımdan Araplar, “.....” anlamına gelen "lâm" harfini, dilemek ve emr etmek anlamındaki fiillerin başında edatını getirir ve şöyle derler: Yapmanı istedim. Çünkü bunların ikisi de gelecekteki isteği İfade eder. Şu kadar var ki; Yapacağını zannettim, demek câiz değildir. Çünkü böyle bir durumda;) Senin kalkmış olduğunu sandım, denilir. Kur'ân-ı Kerîm’de de şöyle buyurulmaktadır: "Aranızda adalet yapmakla emrolundum." (eş-Şûra, 42/5) "Âlemlerin Rabbine teslim olmakla emr olunduk" (el-En'âm, 6/71); yine "Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler." (es-Saff, 61/S) "Allah'ın nurunu söndürmek isterler." (et-Tevbe, 9/32) Şair de şöyle demektedir: "Ben onun hatırasını unutayım istiyorum, fakat sanki Leylâ her yolda benim gözüme görünüyor." Görüldüğü gibi burada" unutmak" fiilinin başına gelen "lâm" harfi -kelimeyi mastara çeviren- anlamındadır. en-Nehhâs der ki: Fakat ez-Zeccâc, bu görüşün hatalı olduğunu belirtir ve der ki: Eğer lâm anlamında olsaydı, onun başına bir başka "lâm"ın daha gelmesi gerekirdi. Nitekim: Bana ikram etmen için geldim, denilip: “.....” şeklinde "lâm" harfi de getirilerek söylenebilir. Sonra bize, (ez-Zeccâc) şu beyiti okudu: "Ben istedim ki insanlar bilgin bunların Kays'ın şalvarları olduğunu ve heyetler buna şahit iken. Burada ifade; ben bununla sizin için açıkça ortaya çıkmasını istedim, takdirindedir. en-Nehhâs der ki: Bu konudaki kanaatler o derece arttı ki, kimi kurra işi bu "lâm"a en lâm'ı diyecek noktaya götürdüler. Âyetin anlamının: Yüce Allah size açıklamak istediğinden dolayı bunu dilemektedir, şeklinde olduğu da söylemiştir. "Sizi sizden öncekilerin sünnetlerine İletmek” sîzden önceki hak ehlinin sünnetlerine iletmek ister. Burada "sizi iletmek" ifadesinin anlamının sizi, sizden önceki hak ve batıl ehlinin izlediği yolları açıklamak ister, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bazı nazar ehli (aklî yöntemlerle yaklaşan kimseler) der ki: Bu âyette şuna da delil vardır: yüce Allah, bu âyeti kerimeden önce bize neyi haram kıldı ise, bizden öncekilere de haram kılınmıştır. en-Nehhâs ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü o takdirde, âyetin anlamı şöyle olur: O, sizlere, sizden öncekilerden kendilerine yasak kılınan şeylerden uzak duranların durumunu beyan etmektedir. Oysa mana şöyle de olabilir; O, sizden önceki peygamberlere beyan ettiği gibi size de beyan etmektedir. O vakit, bu âyet ile bizzat değindikleri bu hususa işaret etmiş olmaz. Şöyle de denilmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah size açıkça bildirmek ister" âyeti yeni bir hususun başlangıcını teşkil etmektedir. Yani yüce Allah size, kendisine nasıl itaat edileceğini beyan etmeyi diler ve "sizi, sizden öncekilerin sünnetine iletmek" öncekilerin sünnetlerini size bildirmek "ister. " Onlar emrimi terk edince, akıbetlerinin nasıl olduğunu size göstermek isterim. Sizler ise, bunları yapacak olursanız, hemen sizi cezalandırmam. Fakat, tevbenizi kabul ederim. "Allah" tevbe eden kimseleri "hakkıyla inlendir", tevbeyi kabul etmesi dolayısıyla da hikmeti sonsuz "Hakimdir." 27Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar ise, sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi İsterler. Âyetin tefsiri için bak:28 28Allah, sizden (yükünüzü) hafifletmek İster. Zaten insan zayıf yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah tevbelerinizi kabul etmek ister" âyeti mübtedâ ve haberdir. ise, î ister" âyeti ile nasb mahallindedir. Aynı şekilde; sizden hafifletmek ister," Âyetinde Hafifletmek" âyeti, İster" fiili ile nasb mahallindedir. Âyetin anlamı şudur: Allah sizin tevbe etmenizi ister. Yanitevbenizikabul edip, günahlarınızı affetmek ve üzerinizdeki yükleri hafifletmek İster. Denildiğine göre bu, şeriatın bütün hükümleri hakkında böyledir. Sahih olan dabudur. Yine denildiğine göre, hafifletmekten kasıt, cariyenin nikâhlanabilmesidir. Yani Biz, sizin kadınlara karşı sabretmek noktasındaki zayıflığınızı bildiğimizden dolayı, cariyelerle evlenmeyi mubah kılmak suretiyle yükünüzü hafiflettik. Bu açıklamayı, Mücahid, İbn Zeyd ve Tavus yapmıştır. Tavus der ki: İnsanın kadınlara karşı zaaafı olduğu kadar hiçbirşeye karşı zaafı yoktur. "Şehvetlerine uyanlar" dan muayyen olarak kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler belirtilmiştir. Mücahid, bunlar zinakârlardır derken, es-Süddî, bunlar yahudi ve hıristiyanlardır, demektedir. Bir kesim de, özel olarak yahudilerdir. Çünkü yahudiler, müslümanların baba bir kızkardeşleri nikâhlamak hususunda kendilerine tabii olmalarım istemişlerdir. İbn Zeyd der ki: Bununla umum kastedilmiştir. Daha sahih olan da budur. Meyi etmek (sapıklığa düşmek); doğru yoldan sapmak demektir. Doğru yol üzerinde bulunmayan bir kimse başkalarının da kendisi gibi o yol üzerinde olmasını isterki, (onların sapıklığı dolayısıyla) kendisine herhangi bir musibet gelip yetişmesin. Yüce Allah'ın: "Zaten insan zayıf yaratılmıştır" âyetindeki zayıf" kelimesi hal olarak mansubtur Âyetin anlamı da şudur: İnsanın hevasi kendisini meylettirmeye, saptırmaya sebeptir. Şehvet ve kızgınlığı ise, onu aceleciliğe, hafifliğe iterler Bu da zayıflığın en ileri derecesidir. O bakımdan onun yükümlülüklerinin hafiflet ilmesine ihtiyacı vardır Tavus der ki: Bu, özel olarak kadınlar hususunda böyledir. İbn Abbâs'tan bu lâfzı: Ve (Allah) insanı zayıf yaratmıştır" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Yani Allah, insanı zayıf yaratmıştır Bu da kadınlara karşı sabır ve takati yok, demektir. İbnü'l-Müseyyeb der ki: Seksen yaşıma geldim. Gözümün biri kör oldu, diğeri ile çok az görüyorum. Benim bu adamım -erkeklik organım kastediyor- ise, kör ve sağırdır. Bununla beraber yine de kadınların fitnesinden korkuyorum. Buna yakın bir ifade Ubede b. es-Sabit (r-a)'dan rivâyet edilmiştir, Ubade der ki: Benim şu halimi görmüyor musunuz? Ancak başkasının bana destek vermesi halinde kalkabiliyorum. Ve ancak, bana yumuşatılan şeyleri -Yahya dedi ki: Yumuşatılıp ısıtılan şeyleri demek istiyor- yiyebiliyorum. Arkadaşım da -Yine Yahya: Erkeklik organını kastediyor, dedi- uzun bir zamandan beri ölmüş bulunuyor, buna rağmen benini için helâl olmayan bir kadın ile halvette kalmak hoşuma gitmez. İsterse bana karşılık güneşin üzerinde doğduğu herşeyi bana versinler. Buna sebep ise, şeytanın bana gelip, arkadaşımı aleyhime harekete geçirmesinden korkmamdın Çünkü onun, ne görecek gözü, ne işitecek kulağı vardır. 29Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir rıza ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna. Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah, size çok merhamet edendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Batıl Alış-Veriş Türlerinden; Urbûn (Kaparolu) Alış-Veriş. Yüce Allah'ın: "Bâtıl yollarla" âyetinden kasıt, hak olmayan yollarla demektir. Bunun şekilleri ise, Önceden de açıkladığımız gibi, pek çoktur. Bu âyetin ne anlama geldiğini daha önce Bakara Sûresi'nde (2/188. âyet, 3-başlıkta) açıklamış bulunuyoruz, Batıl yollarla malı yeme türlerinden birisi de, urban satışı diye bilinen satış çeşididir. Urban ile urbun aynı anlamda ve Türkçe'de "pey akçesi" ya da "kaparo" anlamındadır. Hanbelîler, örfte uygulaması görüldüğünden ve bunun câiz olduğuna dair bir takım rivâyetlerin varlığından ötürü, -Cumhûra hilafen- câiz kabul etmişlerdir. Bu şöyle olur: Bir kişi senden mal alır, yahut senden bineğini kiralar. Buna karşılık, bir dirhem veya daha fazla bir para teslim eder. Eğer o malı satın alır yahut bineğe binerse, teslim ettiği bu para malın bedelinden, yahut bineğin kirasından düşülür Şayet malı satın atmaktan vazgeçer, yahut bineği kiralamazsa, daha önce vermiş olduğu para da senin olur. Bu, Hicazlı ve Iraklı bölge fukahâları topluluğuna göre, uygun değildir ve câiz de değildir Çünkü bir çeşit kumar, ğarar ve muhataralı alış-veriştir. Karşılıklı bir ivaz veya hibe sözkonusu olmaksızın, malın batıl bir yolla yeni İme sidir. Böyle bir yolla mal yemek ise kma ile batıldır. Urban satışı, eğer bu şekilde meydana gelirse, kabzdan önce de, sonra da fesh edilen bir satıştır. Şayet mal, mevcut ise, geri verilir. Eğer tüketilmiş İse, o malın kabzedildiği günkü kıymetini geri iade eder. Aralarında İbn Sirîn, Mücahid, Nail b. Abdülharis ve Zeyd b. Eslem'in de bulunduğu bir topluluktan, belirttiğimiz şekildeki bir urban satışım câiz gördükleri rivâyet edilmiştir. Zeyd b. Eslem de şöyle dermiş; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu alış-verişi câiz kabul ediyordu, Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) ise der ki: Böyle bir şeyi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in câiz gördüğü sahih bir yolla bilinmemektedir. Şu kadar varki, Abdurrezzak bunu, el-Eslemî'den, o da Zeyd b. Eslem'den mürsel olarak zikretmiştir. Bu ve benzeri bir rivâyet ise delil olamaz. Câiz olan urban satışının, Mâlik'in ve onunla birlikte diğer fakihlerin açıkladıkları şekilde olma ihtimali vardır. O da şöyle olur: Önce ona peşin bir urbun (kaparo) verir, sonra ödemiş olduğu bu miktar, satışın tamamını tercih edecek olursa, ödiyeceği bedelden hesap edilir. Mâlik'ten ve diğerlerinden gelen rivâyete göre bu tür alış-verisin câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Mâlik'in Muvatta’''ında, kendisince sika kabul edilen raviden şöyle bir rivâyet kaydedilmektedir: Amr b. Şuayb, babasından, onun, dedesinden rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) urban satışını yasaklamıştır. Ebû Dâvûd, Buyû' 67: İbn Mâce, Ticarât 22: Muvatta’', Buyû’ ; Müsned, II, 183. (İbn Abdi’l-Berr) Ebû Ömer der ki: İnsanlar burada kendisince sika kabul edilen ravi hakkında tenkitte bulunmuşlardır. Bu konuda söylenen doğruya en yakın olma ihtimali bulunan görüşe göre, o, bu hadisi İbn Lehia, yahut da İbn Vehb'den, o İbn Lehia yoluyla almıştır. Çünkü İbn Lehia bunu Amr b. Şuayb'dan işitmiş ve ondan rivâyet etmiştir. İbn Lehia’dan da bu hadisi, İbn Vehb ve başkaları nakletmişlerdir. İbn Lehia ise, ilim adamlarından birisi olmakla birlikte denildiğine göre onun kitapları yanmıştır. O bakımdan bu tarihten itibaren ezberinden hadis naklettiği takdirde, hata yapardı. İbnü’l-Mübarek ve İbn Vehb’in ondan rivâyetine gelince, bazılarına göre bu sahihtir. Kimisi de, İbn Lehia'nın rivâyet ettiği bütün hadisleri zayıf kabul eder. Oldukça geniş bilgisi vardı, bildiği hadisler de pek çoktu. Şu kadar var ki, hadis âlimlerine göre, onun durumu bizim belirttiğimiz gibidir. 2. Karşılıklı Rızaya Dayalı Ticaret: Yüce Allah'ın: "Aranızda karşılıklı bir rıza ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" âyeti munkatı bir istisnadır. Yani, ama karşılıktı rıza ile yapılan ticaret yoluyla yiyebilirsiniz. Ticaret ise, alış-veriştir. Bu âyet, yüce Allah'ın -önceden de geçtiği gibi- "Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/285) âyetini andırmaktadır. Ticaret" kelimesi merfu' olarak da okunmuştur. Yani ortada bir ticaret olması hali müstesna, demek olur. Sîbeveyh de buna uygun olarak, şu beyiti zikretmektedir: "Zühl b. Şeybanoğullarına feda olsun şu devem Yıldızı bol ve aydınlık bir gün (gece) olursa." Buradaki -ve benzeri cümlelerdeki- "kine et-tâamme" denir. Çünkü bu, Faili ile birlikte tam bir anlam ifade etmekte, ayrıca mef'ûle İhtiyacı kalmamaktadır. Ticaret" kelimesi, nasb olarak da okunmuştur, o takdirde "kâne" nakısa olur. Çünkü habersiz, sadece ismi ile tamam olmamaktadır. Bu okuyuşa göre de ismi kendi bünyesinde müstetirdir. Dilersen bunu takdir de edebilirsin. Yani, malların ticaret malları olması hali müstesna- Bu durumda, muzaf hazfedilmiş, muzafun ileyh de onun yerine ikame edilmiştir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Yüce Allah'ın; "Eğer ödeme zorluğu çeken birisi ise..." (el-Bakara, 2/280) âyeti de bu kabildendir. 3. Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Ticaretin Mahiyeti: Yüce Allah'ın âyetindeki "ticaret" kelimesi, sözlükte karşılıklı ivazlaşmadan ibarettir. Şanı yüce Allah'ın kuluna yaptığı işlerin bir bölümü olan salih amellere karşılık olarak verdiği ivaza, ecir denilmesi bundan ötürüdür, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler, size, sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi?" (es-Saf, 61/10); "Onlar asla durgunluk bulmayacak bir ticaret umarlar" (Fâtır, 35/29); "Muhakkak Allah, kendilerine cenneti vermek karşılığında, mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır." (et-Tevbe, 9/111) Böylelikle yüce Allah, bütün bunlara mecazi olarak alım ve satım ismini vermiştir. Bu da kendisi vasıtasıyla maksatlara ulaşılan alım ve satım akidlerine benzetilerek yapılmıştır. Bu da iki yolla gerçekleşir: Birincisi, herhangi bir taşıma ve yolculuk olmaksızın, yalnızca mukim halde îketı meydana gelen değişikliklerdir. Bu da fiyatların yükselmesini beklemek ve ihtikârdır. Değerli kimseler, bundan yüz çevirmiş, buna rağbet göstermemiştir. Kendini bilenler de buna iltifat etmemişlerdir. İkincisi ise, mal ile birlikte yolculuklar yapmak ve onu bir beldeden bir beldeye taşımakla olur. Bu, insanlık sahibi kimselere daha bir yakışır, daha faydalı ve faydası da daha kapsamlıdır. Şu kadar var ki, böyle bir ticaretin tehlikesi daha büyük, aldanma ihtimali daha fazladır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Muhakkak malıyla beraber yolculuk yapan kişi, Allah'ın korudukları müstesna, tehlike ile, helâk olmakla karsı karşıyadır." İbnu'l-Ashâb, en-Nihaye, IV, 98de zikretmektedir. İbn Manzür, Lisânu’l-Arab, II, 72’de bu sözü "bir A'râbî (Bedevî)ye" nisbet etmektedir. Rivâyete göre, Tevrat'ta şöyle denilmiştir: Ey Âdemoğlu, sen yeniden bir yolculuk yap, Ben de sana yeniden bir rızık vereyim. Taberî der ki: Bu âyet-i kerîme ... Taberî, VI, 32’de şöyle denilmektedir: "Bu ayeti kerimede, ticaret ve sanat yoluyla rızık talebini kabul etmeyen mutasavvıfların sözleri yalanlanmaktadır. Çünkü yüce Allah: "Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir rıza ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" diye buyurmaktadır." diyenlerin sözlerinin yanlış olduğunun en açık bir delilidir. Şunu bilki, ivazlı her türlü akid, ivaz hangi şekilde olursa olsun bir ticarettir. Şu kadar var ki, yüce Allah'ın: "Batıl yollarla" âyeti, Şer'an câiz olmıyan, fâiz yahut İvazın bilinememesi veya şarap, domuz ve buna benzer fâsid bir ivaz tesbit etmek gibi câiz olmayan her türlü ivazı kapsamın dışında tutmuştur. Yine bu ifade ile, karşılığında ivaz bulunmayan her türlü akid de kapsamın dışına çıkarılmıştır. Karz, sadaka ve -sevap hibesi (karşılığında bir bedel verme şartı koşularak yapılan hibe) olmaması şartıyla- hibe ve teberru akidleri ise, ilgili yerlerinde sözkonusu edilmiş başka delillerle caizdir. Bunlar, ittifakla kabul edilmiş akidlerin iki ayrı bölümünü teşkil etmektedir. Yine bir kardeşinin, seni yemeğe davet etmesi de bu kapsamın dışındadır. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir rıza ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Bu âyet-i kerimenin nüzulünden sonra, herhangi bir kimse, başka bir kimsenin yanında yemek yemekten çekinirdi, Bu, Nûr Sûresi'nde yer alan diğer âyet-i kerimede nesh edildi. Yüce Allah: "Âmâya vebal yoktur, topala vebal yoktur, hastaya vebal yoktur ve size de evlerinizden yemeniz dolayısıyla vebal yoktur... sizin için topluca veya ayrı ayrı yemenizde bir vebal yoktur" (en-Nûr, 4/61) diye buyurunca, bu sefer zengin kişi, yakınlarından bir başkasını yemeğine davet eder ve şöyle derdi: Ben bu yemeği yemekten çekiniyorum, der ve şöyle devam ederdi: Yoksul bir kimse buna benden daha bir hak sahibidir. İşte bu gibi tutumları dolayısıyla, yüce Allah onlara, üzerinde Allah'ın adının anılmış olduğu şeylerden yemek ile, Kitab ehlinin yiyeceklerini helâl kıldı. Ebû Dâvûd Et'ime 6. 5. Satın Alınmak îstenen Malın Tadına Bakmak: Çarşıdan bir şey satın almak isterken, o malın sahibi satın almadan önce sana: Ye helâl olsun, diyecek olsa dahi sen ondan yeme. Çünkü sana ondan yemek için izin vermesi, satın alasın diyedir. Belki bu alış veriş aranızda gerçekleşmez. O takdirde senin yediğin o şeyde (helâl oluşu açısından) bir şüphe olur. Fakat sana, o şeyin niteliğini anlatsa, sen de ona binaen satın alıp da, o niteliklere sahip olmadığını görürsen, alıp almamakta muhayyersin. Cumhûr, ticarette ğabn'ın câiz olduğunu kabul etmektedir. Mesela, bir kişi, yüz dirhem değerindeki bir yakutu, bir dirheme satacak olsa, bu caizdir. Bu yolla o yakutu satın alan kişinin mülkiyeti sahihtir, Kişinin çokça malını değersiz ve az miktardaki bir şeye satması caizdir. Bu, ğabnin miktarı bilindiği takdirde, İlim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir husustur. Nitekim, bağışta bulunacak olursa, hibe caizdir. Ancak bu miktarın bilinmemesi halinde ulemânın farklı görüşleri vardır Kimisi şöyle demiştir:-Gabn miktarını ister bilsin, ister bilmesin, akidde bulunan şahıs reşid, hür ve baliğ olduğu takdirde caizdir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Gabn üçte biri aştığı takdirde merduttur. Gabn’ın mubah olan bölümü, ticaretlerde örfen bilinen ve asıl kıymete yakın olan fiyatlarda olması halindedir. Aşırı ve fahiş ğabn ise mubah değildir. Bunu Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun )'in arkadaşlarından İbn Vehb demiştir. Ancak birincisi daha sahihtir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zina eden cariye ile ilgili hadîste şöyle buyurmuştur: "Velev ki kıldan örülmüş bir İp karşılığında dahi olsa, onu satsın." en-Nisâ, 4/25 ayet 20. başlığın baştaraflarında geçti. Kaynağı için oraya bakınız. Yine Hazret-i Peygamber'in, Hazret-i Ömer'e söylediği şu sözler bunu gerektirmektedir: "Onu sana tek bir dirheme dahi satacak olsa yine onu -atı- alma." Buhârî, Zekât 59; Müslim, Hibat 1; Nesâî, Zekât 100; Muvatta’', Zekat 49. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İnsanları bırakınız, Allah onların kimini kiminden rızıklandırsın." Müslim, Buyû’ 20; Beyhakî, es-Sünen, V, 568. "İkâmet eden bir kimse, dışardan gelen bedevi bir kimseye satmasın." Buhârî, Buyû’ 70; Müslim, 18-23. Görüldüğü gibi bütün bu Hadîs-i şerîflerde, ğabn (satılan/satınalınan malın gerçek değerinden az ya da çok miktarda satılması/alınması) miktarının üçte bir veya başka bir oranda olması gibi, azı ya da çoğu arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. 7. Alış Verişte Rızanın Mahiyeti ve Buna Dair Hükümler: Yüce Allah'ın: "Aranızda karşılıklı bir rıza ile..." âyeti görüldüğü gibi, (bir işin karşılıklı yapıldığını ifade eden) müfaale kipi ile gelmiştir. Çünkü ticaret, iki kişi tarafından yapilır. İlim adamları karşılıklı rızanın ne olduğu hususunda Farklı kanaatlere sahiptirler. Bir kesim der ki: Karşılıklı rızanın tamam olması ve kesinleşmesi, alış-veriş akdi yapıldıktan sonra bedenen ayrılmadır. Veya birisinin diğerine: tercihini bildir deyip, diğerinin de tercih ettim, demesiyle olur. Bu da yine, akidden sonra olur ve bedenen ayrılmasalar dahi alış veriş kesinlik kazanır. Bunu ashâb ve tabiinden bir topluluk ifade etmiştir. Şâfiî, es-Sevrî, el-Evzaî, el-Leys İbn Uyeyne, İshak ve başkaları da böyle demiştir. el-Evzaî der ki: Birbirlerinden ayrılmadıkları sürece her iki taraf da muhayyerdir. Bundan üç alış veriş müstesnadır: İslam devlet yöneticisinin (veya yetkilisinin) ganimetleri satışı, mirastaki ortaklık ve ticaretteki ortaklık. Bu üç hususta alış veriş olduğu takdirde, artık alış veriş vacib (bağlayıcı) olur ve taraflar için muhayyerlik sözkonusu olmaz. Yine el-Evzaî der ki: Ayrılmanın sınırı ise, taraflardan herbirisinin diğerinin gözünden kaybolmasıdır But Şamlı fakihlerin görüşüdür, el-leys ise der ki: Aynimak, onlardan birisinin yerinden kalkmasıdır. Ahmed b. Hanbel de şöyle dermiş: Bedenleriyle biribîrlerinden ayrılmadıkları sürece mu hay yerdirler. İster ikisi de: Bunu tercih ettik desinler, ister böyle bir sözü söylemesinler. Bulundukları yerden bedenleri ile ayrılmadıkları sürece (muhayyerlikleri) devam eder. Bu görüşü yine Şâfiî de ifade etmiştir. Bu hususta varid olan hadisler dolayısıyla bu konuda sahih olan da budur. Aynı zamanda bu kanaat, İbn Ömer, Ebû Berze ve bir gurup ilim adamından da rivâyet edilmiştir. Mâlik ve Ebû Hanîfe derler ki: Alıç verişin tamam olması, alış veriş akdinin dil ile yapılmasıdır. Bununla akid kesinleşir ve muhayyerlik ortadan kalkar Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Hadîs-i şerîfteki: "Alış veriş tarafları birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler" Buhârî, Buyû’ 19, 22, 42. 44, 45, 46. 47; Müslim, Buyû', 43, 46; Ebû Dâvûd, Buyû'’ 51; Tirmizî, Buyû' 26, Nesâî, Buyû'' 4; İbn Mâce,...17; Dârimî, Buyû’ 15: Muvatta’; Buyû’ 79: Müsned, I, 51. I, 9 vs... hadisinin anlamı şudur: Satıcı, ben bunu sana sattım dediği takdirde, müşteri: Kabul ettim demediği sürece bu sözünden dönebilir. Bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür, Mâlikî. mezhebindeki açık ifade de böyledir. Bunu da İbn Huveyzîmendâd nakletmektedir. Bu durumda satıcının dönme hakkı olmadığı da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar, daha önce Bakara Sûresinde (2/275. âyet, 16 ve 17-başlıklar da.) geçmiş bulunmaktadır. Birinci görüşün sahipleri, Semura b. Cundub, Ebû Berze, ibn Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Ebû Hüreyre ve Hakim b. Hızara ile başkalarının rivâyetlerinden sabit olan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Satıcı tarafları birbirlerinden ayrılmadıkları sürece, yahut onlardan birisi diğerine: Tercih et, demedikleri sürece muhayyerdirler." Bu rivâyetler de genellikle az önce kaynağı gösterilen hadisin geçtiği yerlerde geçmektedir. Bu hadisi, Eyyub Nafi'den, o da İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Hazret-i Peygamberin: "Yahut birini diğerine: Tercih et" demesi, diğer rivâyette yer alan: "Muhayyerlik satışı müstesna" demesi İle: "Onların satışlarının muhayyerlik üzere olması müstesna" Bu rivâyetler de genellikle az önce kaynağı gösterilen hadisin geçtiği yerlerde geçmektedir. ifadelerinin ve benzerlerinin anlamını izah etmektedir. Yani, onlardan birisi diğerine, alış verişin tamamlanmasından sonra: Haydi alış verişin geçerliliğini yahut feshini tercih et, der. Eğer alış verişin geçerli olduğunu tercih ederse, birbirlerinden ayrılmasalar dahi aralarında alış veriş tamam olur. İbn Ömer, -ki bu hadisi rivâyet eden odur- herhangi birisiyle alış veriş yapar ve alış verişin geçerli olmasını isteyecek olursa, az bir şey yürür, sonra geri dönerdi. Usul (fıkıh) kaidelerine göre, bir hadisi rivâyet e-den bir kimse, onun tevilini (yorumunu) daha iyi bilir. Özellikle bu ashâb için böyledir. Çünkü onlar, söylenen sözü daha iyi bilirler ve söylenen durumu daha iyi bellemişlerdir. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî, Ebû'l-Vadî'den şöyle dediğini rivâyetetmektedir: Bir ordu ile birlikte bir seferde bulunuyorduk. Beraberinde at bulunan bir adam geldi. Bizden birisi ona: Şu atı şu köle karşılığında satar mısın? diye sordu. O da: Evet dedi. Atı sattı, sonra da bizimle birlikte geceyi geçirdi. Sabah olunca kalkıp atının yanına gitti- Bizden olan adam ona: Senin atla ne ilgin kaldı ki, bu atı bana satmamış miydin? diye sordu. O da şöyle dedi: Benim böyle bir alış verişe ihtiyacım yok. Satın alan adam: Buna hakkın yok. Sen onu bana satmıştın deyince, hazır bulunanlar ikisine de şöyle dedi: İşte Resûlüllah’ın arkadaşı Ebû Berze buradadır. Haydi onun yanına gidiniz. O da onlara şunu sordu: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hükmüne ikinizde razı mısınız? Her ikisi: Evet dediler. Bunun üzerine Ebû Berze şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler". Ben de sizin birbirinizden ayrıldığınızı görmüyorum. İşte iki tane sahabi. Bunlar hadisin ne maksatla söylendiğini bilen kimselerdi. Ve bu hadis muktezasınca amel ettiler. Hatta tüm ashâbın uygulaması böyleydi. Salim dedi ki: İbn Ömer dedi ki: Bizler alış veriş yaptığımız takdirde, alan ve satan birbirlerinden ayrılmadıkları sürece her birimiz muhayyer olurdu. (İbn Ömer) dedi ki: Ben ve Osman bir alış veriş yaptık. Ona vadideki malımı arazimi Hayberdeki arazisi karşılığında sattım. (İbn Ömer) der ki: Ona satınca, Osman "ben kendisinden ayrılmadan alış verişi geri çevirir korkusuyla geri geri gitmeye başladım. Bunu Dârakutnî rivâyet ettikten sonra, şunları söyler: Dilciler kelimesinin şeddesiz olarak okunuşu ile şeklinde şeddeli okunuşu arasında fark gözetmişlerdir. Birincisini sözde ayrılmak (Türkçedeki fiyat kesişmek) hakkında, ikincisini ise bedenen ayrılmak hakkında kullanmışlardır. Dârakutnî, III, 6. Ancak dilcilerin bu açıklaması elimizdeki matbu nüshada bulunmamaktadır Ahmed b. Yahya Sa'leb der ki: Bana İbnü'l-Arâbî haber vererek, el-Mufaddal'dan şunu nakletti; Şeddesiz olarak bu kelime kullanıldığında sözlerin ayrılması demektir. Şeddeli olarak kullanılırsa, iki kişinin ayrılması anlamındadır. O bakımdan sözle ayrılmak hakkında "iftirak" mastarının, bedenen ayrılmak hakkında da "teferruk" mastarının kullanılacağım bildirmiş oldu. Mâlikîler görüşlerine delil olarak, daha önce Deyn âyetinde (el-Bakara, 2/280. âyette) açıklanan hususları ve yüce Allah'ın: "Akidlerinizi tamı tamına yerine getiriniz." (el-Mâide, 5/1) âyetini delil göstermişlerdir. İşte burada iki taraf birbirleriyle akidleşmiş bulunuyorlar. Bu hadiste ise, akidlere eksiksiz bağlı kalmak iptal edilmektedir. Devamla derler ki: Ayrılmak bazan nikâh akdi ve yüce Allah’ın fırâk (ayrılık) ismini verdiği talâk'ın vukuu akidlerde olduğu gibi, sözle de olabilir, Nitekim yüce Allah (talâk hakkında) şöyle buyurmaktadır: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah her birini geniş lütfundan zengin kılar." (en-Nisâ, 4/130") Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ayrılığa düşenler gibi olmayın," (Âl-i İmrân, 3/105) Hazret-i Peygamber de; "Ümmetim... fırkaya ayrılacaktır" Ümmetin fırkalara ayrılacağım bildiren bu tür hadisler için bk.: Ebû Dâvûd Sürme i; Tirmizî Îman 18; İbn. Mâce, Piten 17; Müsned, V, 250, 253, 262, 269 v.s.. diye buyurmuş ve burada bedenleriyle ayrılacaklarından söz edilmemiştir. Dârakutnî ve başkaları Amr b. Şüayb'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Amr dedi ki: Şuayb'ı şöyle derken dinledim: Ben, Abdullah b. Amr'ı şöyle derken dinledim: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir kimse, bir başkasından bir şey satın alacak olursa, yerlerinden ayrılıncaya kadar onların her birisi muhayyerdir. Ancak onların bu alış verişlerinin muhayyerlik alış verişi olması hali müstesnadır. O takdirde onlardan herhangi birisinin, karşı taraf alış verişini geri çevirir korkusuyla arkadaşından ayrılması helal olmaz." Dârakutnî, III, 50. İşte Mâtikî mezhebi âlimleri derler ki: Bu da ayrılmadan önce alış verişin aralarında tamam olduğunun delilidir. Çünkü, ikâle (alış verişten vazgeçmek) ancak, tamamlanmış olan alış verişlerde sahih olur. Yine derler ki: Hazret-i Peygamber'in: "Alış veriş yapanlar muhayyerdirler" âyetinin anlamı, akid yapmadıkları sürece alış veriş hakkında konuşan ve pazarlık yapanlar muhayyerdirler, demektir Akid tamamlandıktan sonra artık o alış verişte muhayyerlik batıl olur. Bu iddialara cevap: Bunların sözlü ayrılışı gerekçe diye ileri sürmelerinden kasıt, Âl-i İmrân Sûresi'nde (105. âyette) açıkladığımız gibi dinlerdir. Bazı yerlerde bu açıklama sahih olsa bile, bu konuda bu açıklama doğru değildir. Bunu şöylece açıklayalım: Kendisiyle bir araya gelişin meydana geldiği ve alış verişin tamam olduğu sözün ne olduğunu bize söyleyiniz. Bu, kendisiyle ayrılışın kastedildiği bir söz müdür, yoksa başkası mıdır? Şayet: Başkasıdır, diyecek olurlarsa, bunlar imkânsız bir iddiada bulunmuş ve aklen kabul olunmayacak bir şey söylemiş olurlar. Çünkü ortada bundan başka bir söz bulunmamaktadır. Eğer: Bundan kasıt bizzat o sözün kendisidir diyecek olurlarsa, onlara şöyle denilir: Tarafların kendisiyle biraraya geldikleri ve kendisi vasıtasıyla alış verişlerinin tamam olduğu söz, nasıl ayrıldıkları sözün kendisi olabilir. Bu imkânsızın tâ kendisidir ve tutarsız bir sözdür. Hazret-i Peygamber'in: "Arkadaşı vazgeçer korkusu ile onlardan herhangi birisinin diğerinden ayrılması helal değildir" âyetinin anlamına gelince -eğer bu sahih ise- mendupluk ifade eder. Buna da Hazret-i Peygamber'in: "Kim bir müslümanın ikalesini (alış verişi geri çevirmek istemesini) kabul ederse, Allah da onun bir tökezlemesini bağışlar." Ebû Dâvûd, Buyû’ 52; İbn Mâce, Ticarât 26. âyeti delildir. Yine müslümanların, hadisin zahirinden anlaşılanın hilafına böyle bir şeyin (ayrılmanın) helâl oluşu üzerinde icma etmiş olmaları da buna delildir. Bir başka delil de onların, alış verişin geçerli olması ve -bizzat kendisinin istemesi hali dışında- alış verişinden vazgeçmemesi için ayrılmasının câiz oluşu üzerinde icma etmiş olmalarıdır. Müslümanların bu husus üzerinde böylece icma etmiş olmaları: "...helâl değildir" rivâyetini, eğer bundan kasıt mendupluk ifade etmesi değil ise, reddetmeleridir. Bu rivâyetten kasıt bu değilse, icmâ ile bâtıldır. Alış veriş yapan iki kişinin, pazarlık yapan kişiler diye tevil edilmesine gelince, bu da lâfzın zahirim bırakıp başka manaların peşine yönelmektir. Çünkü bu, alış veriş yapanlar akidlerinin tamamlanmasından sonra, meclislerinde bulundukları sürece muhayyerdirler, anlamındadır. Taraflardan birisinin diğerine: Haydi tercihini yap deyip, onun da tercihini bildirmiş olması hali bundan müstesnadır. Birbirlerinden ayrılmayacak olsalar dahi artık atış veriş (yapılmış veya yapılmamış olsun) kesinlik kazanmış olur. Buna göre ortada bir muhayyerlik kabul edilecek olursa, kabul edilen bu muhayyerliğin, muhayyerlik şartı ile alış veriş yapılması demektir. Böyle bir muhayyerlik, bedeni ayrılıktan sonra da devam eder. Bu bölüme dair tamamlayıcı bilgiler, hilaf (mezhepler arası görüş ayrılıklarını ele alan) kitaplardadır. Amr b. Şuayb'ın: "Babamı şöyle derken dinledim" demesi de onun rivâyet ettiği hadisin sıhhatine bir delildir. Çünkü Dârakutnî şöyle demektedir: Bize Ebû Bekir en-Neysaburî anlattı, bize Muhammed b. Ali el-Verrâk anlattı dedf ki: Ben Ahmed b. Hanbel'e şöyle dedim: Şuayb babasından herhangi birşey dinledi mi? O şöyle dedi: (Şuayb), Babam bana nakletti der Ben şöyle dedim: Peki, babası Abdullah b. Amr'dan (hadis) dinledi mi? O: Evet, görüşüme göre ondan hadis dinlemiştir. Dârakutnî dedi ki: Ben Ebû Bekr en-Neysaburîyi şöyle derken dinledim: O, Amr b. Şuayb b. Muhammed b. Abdullah b. Amr b. el-As'dır. Amr b. Şuayb'ın babasının Şuayb'dan hadis dinlemesi, Şuayb'ın da dedesi Abdullah b. Amr'dan hadis dinlemesi sahih olarak sabit olmuştur. Dârakutnî, III 50. Dârakutnî, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Doğru sözlü, güvenilir ve müslüman tacir, Kıyâmet gününde peygamberlerle, sıddîklarla ve şehidlerle birlikte olacaktır." Dârakutnî, III, 7. Tacirin malının propagandasını yapmak ve onu güzel göstermek için yemin etmesi, yahut da malını sunarken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Sallallahu alâ Muhammed, bu ne kadar güzeldir! diyerek salavât getirmesi mekruhtur. Ticaretle uğraşanın, ticaretinin kendisini farzları eda etmekten alıkoymaması müstehaptır. Namaz vakti geldiği takdirde, şu âyet-i kerimenin sözünü ettiği kimselerden olabilmesi için ticaretini bırakması gerekir; "Onlar öyle erlerdir ki, ne ticaret, ne de kârlı bir alış veriş kendilerini Allah'ı anmaktan... alıkoymaz." (en-Nür, 24/37) İleride gelecektir. 9- Cahil Safîlerin Yanlış Kanaati: Bu âyet-i kerîme ile naklettiğimiz Hadîs-i şerîflerde, ticaret ve sanayi ile geçimini talep etmeyi kabul etmeyen cahil sufilerin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü yüce Allah, malların batıl yollarla yenilmesini haram kılmış, ticaret ile helâl kılmıştır. Bu da gayet açık bir gerçektir. Yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyin" âyetinde yer alan "öldürmeyin" kelimesini el-Hasen; çokluk ifade eden, diye okumuştur. Tefsir âlimleri, bu âyet-i kerimeden maksadın, insanların birbirlerini öldürmelerini nehyetmek olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Diğer taraftan âyet-i kerimenin lâfzı, bir kimsenin dünyaya olan hırsı ve mal isteği uğrunda maksatlı olarak kendisini öldürmesi yasağını da kapsamaktadır. Bu ise, kişinin kendisini telef olmaya götürecek aldatıcı işlere itmesi suretiyle olur. Yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyin" âyetinin kızgınlık veya öfke halinde öldürmeyin, anlamına geldiği de söylenebilir. Ama yasak, bütün bunları kapsamaktadır. Amr b. el-As, Zâtüsselâsil gazvesinde; telef olurum korkusuyla cünüp olduğu vakit soğuk suyla gusletmeyi kabul etmediğinde, bu âyet-i kerimeyi delil göstermişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun bu şekilde delil göstermesine karşı çıkmayıp, birşey söylemeksizin bundan dolayı gülmüştü, Bu hadisi Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 124. ileride gelecektir. 30Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, yakında Biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a pek kolaydır. Âyette yer alan "bunu" ile öldürmeye işaret edilmektedir. Çünkü bu işarete en yakın olarak zikrolunan şey odur. Bunu Atâ söylemiştir. Bu işaretin, batıl yollarla mal yemeye ve canı öldürmeye ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü her ikisine dair yasak, birbiri ardında ve birbiriyle uyumlu bir şekilde gelmiş bulunmaktadır. Akabinde de nehye uygun olarak tehdit yer almaktadır. Yine denildiğine göre bu, yüce Allah'ın sûrenin baş tarafından itibaren; "Kim... bunu yaparsa" âyetine kadar yasak kılınan bütün hususlarda umumi bir, tehdide işarettir. Taberî de der ki: "Bunu" işareti, son yapılan tehditten itibaren yasak kilınan şeylere aittir. Bu son tehdit de yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi..." (en-Nisâ, 4/19) âyetidir. Çünkü sûrenin baş tarafından itibaren zikrolunan her yasak ile bir tehdit gelmiştir. Ancak; "Ey îman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal olmadığı gibi..." âyeti bundan müstesnadır. Bu âyetten itibaren: "Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa..." âyetinden başka herhangi bir tehdit gelmemiştir. Udvan, haddi aşmak demektir. Haksızlık (zulüm) ise, bir şeyi konulması gereken yerden başka yere koymak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/35- âyet, 13- başlık). Burada tehdidin, haddi aşmak ve zulüm kayıtlarıyla birlikte sözkomısu edilmesi, yanılarak ve yanlışlıkla yapılan işin kapsam dışında tutulması içindir. Manaları birbirlerine yakın olmakla birlikte, haddi aşmanın ve zulmün bir arada zikrolunirtası, lâfızlarının farklı oluşundan dolayıdır. Böyle bir kullanım, şu rmsrada da olduğu gibi, söz esnasında güzeldir: "Ve onun söylediği sözü yalan ve dolan buldu," Lâfızların farklı oluşu dolayısıyla atıf güzel düşmüştür. Nitekim, uzak ve alabildiğine uzak olsun anlamında; denilmektedir. Hz Yakub'un söylediği bildirilen şu ifadelerde de böyledir: "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a şikâyet ederim." (Yusuf, 12/86) Burada da lâfızların farklı oluşu dolayısıyla bu uygun düşmüştür. "Onu... sokacağız" âyeti ateşin sıcağım ona dokunduracağız; demektir Bu âyet-i kerimelerle Ebû Said el-Hudrî'nin, haklarında tehdidin sözkonusu edildiği isyankâr ve büyük günah işleyenlere dair rivâyet ettiği hadisin bir arada ne anlam ifade ettiğine dair açıklamaları daha önceden yapmış olduğumuzdan, burada onları tekrarın bir anlamı yoktur. el-A'meş ve en-Nehaî "Onu... sokacağız" anlamındaki bu kelimeyi, şeklinde "nün" harfi üstün olarak- den nakledilmiş gibi okumuştur. Bunun da ifade ettiği anlam aynıdır. Ötreli okuyuş da gibi hemzelisinden nakledilmiş demektir. 31Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz ve sizi şerefli bir mekâna koyarız. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Buyû'k Günahların Mahiyeti ve Buna Dair Görüşler: Yüce Allah bu sûrede, büyük günahları yasakladığından dolayı bunlardan sakınmaya karşılık, küçük günahların yükünü hafifleteceği vaadinde bulunmaktadır. Bu ise günahların, büyük ve küçük günahlar olmak üzere iki kısma ayrıldığının delilidir. Tevil ehli (müfessirler) ile fukahâ bu görüştedir. Yine onların görüşlerine göre, büyük günahlardan sakınmak şartıyla dokunmak ve bakmak, bu onun için vacib olduğundan dolayı değil- yüce Allah'ın doğru vaadi ve gerçek sözü gereğince - kafi olarak örtülür, affedilir. Bu hususta yapılacak açıklamaların bir benzeri, daha önce Yüce Allah'ın: "Allah’ın tevbelerini kabul edeceği kimseler..." (en-Nisâ, 4/17) âyetini açıklarken yaptığımız açıklamalara benzemektedir. Şanı yüce Allah, büyük günahlardan kaçınmak suretiyle küçük günahları bağışlar. Şu kadar var ki, büyük günahlardan kaçınmaya bir hususun daha eklenmesi gerekir. O da farzların yerine getirilmesidir. Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı.) ile ramazandan ramazana (tutulan oruç) kulun büyük günahlardan kaçınması şartıyla, aradaki küçük günahların bağışlanmasına sebep teşkil eder." Müslim, Tahâre 16; Müsned, II, 359, 40ü, 414; aynen bk.: Müslim, Tahâre H; Tirmizî, Salât 46; İbn Mâce, İkametu's-Salât 79; Müsned, II, 484. Ebû Hatim el-Bustî de Sahih Müsned'inde Ebû Hüreyre ile Ebû Said el-Hudrîden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın minberinin üzerine oturduktan sonra şöyle buyurduğunu nakletmektedir: -Üç defa-: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki" dedi, sonra sustu. Herbirimiz başını önüne eğip, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yemini dolayısıyla üzüntüyle ağlamaya koyuldu. Sonra şöyle buyurdu: "Beş vakit namazı eda eden, Ramazanı oruç tutan, yedi büyük günahtan uzak duran her bir kula, mutlaka Kıyâmet gününde cennetin sekiz kapısı açılır. Hatta o sevincinden yerinde dahi duramaz". Sonra Hazret-i Peygamber: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" âyetini okudu. Az farkla; Nesâî, Zekat 1. Kitab-i Kerîmin âyeti ile, sahih sünnetteki rivâyetlerde yer alan, harama bakmak ve buna benzer küçük günahların, (bu suretle) kesin olarak bağışlanacaklarını İfade eden âyeti birbirini desteklemektedir. Sünnet-i seniyye de "kaçınmak"dan maksadın, bütün günahlardan bütünüyle kaçınmak olmadığını da açıklamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Usulu'd-Din - Tevhid, Akaid, Kelâm- âlimleri ise şöyle demişlerdir: Buyû'k günahlardan kaçınmaktan dolayı küçük günahların bağışlanması kafi olarak vacib değildir. Bunun, zann-ı galible, kuvvetli bir umut ile böyle olacağı şeklinde yorumlanır. İlahî meşîetin bu konuda dilediğini yapacağı da sabittir. Buna da delil şudur: Eğer bizler, büyük günahlardan kaçınıp, farzları yerine getiren kimseye kesin olarak küçük günahlarının bağışlanacağını, affedileceğini söyleyecek olursak, şüphesiz ki bu, hiç bir sorumluluğun kesinlikle sözkonusu olmadığı mubah hükmünde olur. Bu ise, şeriatın kulplarını sökmek demektir. Bize göre küçük günah diye birşey yoktur, el-Kuşeyrî Abdurrahim der ki: Sahih olan şu ki (bütün günahlar) büyüktür. Fakat, onlardan kimisi, kiminden daha büyük ve daha ağırdır. Bunlar arasında herhangi bir ayrıma gitmemekteki hikmet ise, kulun bütün masiyetlerden kaçınmasını sağlamaktır. Derim ki: Yine bazılarının dediği dediği: Sen günahın küçüklüğüne bakma, kime karşı gelip isyan ettiğine bak; sözünde olduğu gibi, bizzat emre muhalif hareket etmeye bakanlara göre bu bakımdan bütün günahlar büyük olur. İşte kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'ın sözü de Ebû İshak el-İsferayini (Ebû'l-Meâli (el-Cuveynî), Ebû'n-Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî ve benzerlerinin söyledikleri şu sözleri de bu şekilde açıklanıp anlaşılmalıdır: Kimi günaha küçük günah denilmesinin sebebi, ondan daha büyük olan günaha nisbetledir. Meselâ, küfre nisbetle zinaya küçük günah demek gibi. Zinaya nisbetle de, öpülmesi haram olan birisini öpmeye küçük günah demek gibi. Bize göre, başka bir günahtan kaçmıldığı için bağışl anılması sözkonusu olan bir günah yoktur. Aksine, bütün bunlar büyük günahtır ve bu günahları işleyenin -küfür müstesna- işi Allah'ın meşîyetine kalmıştır. Çünkü yüce Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisâ, 4/48) diye buyurmaktadır. Bunlar, yüce Allah'ın bu âyetini, büyük günahlarını tekil olarak şu: "Size yasaklanan büyük günahtan kaçınırsanız" diye okuyanların kıraatini de delil göstermişlerdir. Buyû'k günah ise, şirktir. Devamla derler ki: "Günahlar şeklindeki çoğul kıraate göre ise maksat, küfrün çeşitli türleridir. İşte bu konudaki hükme kaytt getiren bu âyet-i kerimeye bu alanda mutlak olarak vârid olmuş bütün âyetler red olunur. (Onun ışığında anlaşılır). İşte yüce Allah'ın: "Ondan başkasını dilediğine bağışlar" âyeti bu kaydı getirmektedir. Bunlar Müslim'in ve diğerlerinin Ebû Umâme'den rivâyet edilen Rasülullah'ın şu âyetini delil gösterirler: "Her kim, sağ eliyle müslüman bir şahsın hakkını kesip alırsa, Allah, cehennemi ona vacib kılar ve cenneti ona haram kılar". Bir adam ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, ya basit bir şey olsa dahi mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (misvak) ağacından bir çubuk olsun." Müslim, Îman 218; Nesâî; İbn Mâce; Dârimî, Buyû’ 62: Muvattâ, Akdiye 11: Müsned, V, 260. Görüldüğü gibi, çokça günah hakkında ağır tehditler sözkonusu olduğu gibi, basit ve önemsiz görülen şeyler hakkında da tehditler varid olmuştur. İbn Abbâs der ki: Buyû'k günah, yüce Allah'ın (Kur'ân'ı Kerîm'in) sonunda cehennem azâbı, yahut gazap, lanet veya azap ile sona erdirdiği her günahtır. İbn Mes'ûd da der ki: Buyû'k günahlar, yüce Allah'ın, bu sûrede 33- âyet-i kerimenin sonuna kadar yasakladığı günahlardır. Bunu doğrulayan, yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız..." âyetidir. Tavus der ki: İbn Abbâs'a büyük günahlar yedi tane midir? diye sorulmuş, o: Hayır yetmiş olma ihtimali daha yakındır. Saîd b. Cübeyr de der ki: Bir adam İbn Abbâs'a: Buyû'k günahlar yedi tane midir? diye sormuş, o da: Hayır, yediyüz olması yedi olmasından daha yakın bir ihtimaldir. Şu kadar var ki, istiğfar ile beraber büyük günah (in günahı) kalmaz, ısrar ile küçük günah (küçük günah olarak) kalmaz. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Buyû'k günahlar dört tanedir Allah'ın lütuf ve inayetinden ümit kesmek Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak ve Allah'a şirk koşmak. Bunların büyüklüğüne de Kur'ân'ı Kerîmin âyeti delildir. İbn Ömer'den de bunların şu dokuz günah oldukları rivâyet edilmiştir: Haksız yere canı öldürmek, fâiz yemek, yetim malını yemek, suçsuz iffetli kadına zina iftirasında bulunmak, yalan şahitlik yapmak, anne-baba haklarına riâyet etmemek, Savaştan kaçmak büyücülük yapmak ve Beyt-i Haram'da İlli ad (zulüm) yapmak. İlim adamlarına göre şunlar da büyük günahlar arasında sayılır: Kumar, hırsızlık, içki içmek, selef-i saliha sövmek, hakimlerin haktan uzaklaşıp hevâya tabi olmaları, yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, kişinin kendi anne-babasına -birisine sövmesi üzerine onun da anne-babasına sövmesi suretiyle- sövmesi, yeryüzünde fesad çıkarmak uğrunda koşuşmak ve buna benzer Kur'ân’ı Kerîm’de ve hadis İmâmlarının rivâyet ettikleri Hadîs-i şerîflerde beyan edildiğine göre, sayıp dökülmesi pek çok olan günahlar. Müslim'de "Kitabü’l-Îman" ismini verdiği bölümde, bu büyük günahlardan pek çoğunu zikreder. Bu husustaki rivâyetlerin farklılığı dolayısıyla, ilim adamları bunların sayıp dökümü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Konu ile ilgili benim görüşüm de şudur: Bu hususta münhasıran bu kadardır, demek maksadı güdülmemiş, pek çok sahih ve hasen hadis gelmiştir. Fakat, zararının çokluğuna nisbetle elbetteki, bunların kimisi kimisinden daha büyüktür. Şirk bütün bu günahların en büyüğüdür. Yüce Allah'ın bu husustaki açık nassı dolayısıyla şirk bağışlanmaz. Bundan sonra İse Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Kur'ân’ı Kerîmî yalanlamaktır. Zira sözü hakkın tâ kendisi olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "'Rahmetim, herşeyi kuşatmıştır." (el-Ârâf, 7/156) Allah'ın rahmetinden ümit kesen ise, kendisine mağfiret olunmayacağım söylemekle, geniş olan bir şeyi daraltmış olur. Tabii bu, onun böyle olacağına inanması halinde sözkonusu olur. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) Bundan sonra, Allah'ın rahmet edeceğinden yana ümit kesmek: (el-Kunût) gelir, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rahmânın rahmetinden sapıklardan başka kim ümit kesebilir ki" (el-Hicr, 15/56). Bundan sonra Allah’ın mekrinden yana kendisini emin görüp, masiyetlerde dizginden boşalıp aşırıya gitmesi ve amelsin olarak Allah'ın rahmetine bel bağlaması gelir. Yüce Allah, bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın mekrinden, hüsranda olan topluluktan başkası emin olamaz" (el-Âraf, 7/99). Bir başka yerde de şöyle buyurülmaktadır: "İşte sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınızdır sizi helake götüren. Bunun sonunda siz, hüsrana uğrayanlardan oldunuz." (Fussilet, 41/23) Daha sonra haksızca adam öldürmek günahı gelir. Çünkü, bununla canlar yok edilir, varlık imha edilir. Lut kavminin ilişkisinde ise, neslin kesilmesi sözkonusudur. Zina ile suların karışması dolayısıyla nesebler karışır. İçki içmekle, teklifin temel sebebi olan aklın giderilmesi sözkonusudur. Namaz ve ezanın terkedilmesiyle, İslâm şeâirinin açığa çıkarılması terkedilmiş olur. Yalan şahidlikte ise, başkalarının haram olan kanları, namusları, malları helal kılınmış olur. Ve buna benzer zararları açıkça ortada olan diğer günahlar... İşte şeriatın ağır ceza tehdidinde bulunduğu yahut da sözünü ettiğimiz şekilde varlık âleminde zararının büyük olduğunu ifade ettiği her bir günah, büyük bir günahtır. Bunun dışında kalanlar ise küçük günahlardır, işte bu açıklama bu hususta sağlam bir ölçü ve bir kıstas ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2. Günahtan Kaçınmanın Mükâfatı: Yüce Allah'ın: "Ve sizi şerefli bir mekâna koyarız" âyetinde "mekân" anlamına gelen kelimesini Ebû Amr ve Kûfelilerin çoğunluğu "mim" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bunun mastar olma ihtimali vardır. Sizleri şerefli bir girdirişle girdiririz demek olur. Mef ul de mahzuf olur. Sizleri cennete şerefli bir girdirişle girdiririz, anlamına gelir. Bu kelimenin mekân ismi olması da muhtemeldir. O takdirde bu kelime mef ül olur. (Mealde de böyle yapılmıştır). Medinelîler İse, bu kelimeyi " harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu durumda bunun, mastar olup, takdirî bir fiil ile nasb edilmiş olması da caizdir. Takdirî de şöyledir: Biz sizi girdiririz, siz de şerefli bir girişle girersiniz. Bu takdire ifade delâlet etmektedir. Bu kelimenin ismi mekân olması da mümkündür. O takdirde mef'ûlün bilî olduğu için mansubtur. Yani, biz sizleri şerefli bir yere girdiririz, o da cennettir. Ebû Said b. el-Ârabî der ki: Ben, Ebû Dâvûd es-Sicistanî'yi şöyle derken dinledim : Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken dinledim: Bütün müslümanlar cennette olacaktır. Ona: Nasıl diye sordu, dedi ki: Aziz ve celil olan Allah: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz ve sizi şerefli bir metana koyarız" diye buyurmaktadır. Bu "şerefli mekândan kasıt, cennettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Ben şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahibi olan kimselere sakladım." Aziz ve celil olan Allah, büyük günahların dışında olanları mağfiret ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de büyük günahkârlara şefaatçi olacağına göre, geriye müslümanların üzerinde hangi günah kalır ki? İlim adamlarımız derler ki: Ehli sünnete göre büyük günahlar, önceden de geçtiği üzere -ölümden önce- o günahları işlemekten vazgeçenlere mağfiret olunur. Müslüman olup da o günahları işlemeye devam edenlere de, bu günahlar mağfiret olunabilir. Nitekim, yüce Allah; "Bunun dışında kalanı da dilediğine bağışlar" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise, o günahları işlemeye devam ederken ölen kimselerdir. Şayet maksat ölümden önce tevbe edenler olsaydı, şirk ile diğer günahlar arasında ayırım gözetmenin bir anlamı olmazdı. Çünkü şirkten dahi (ölümden önce) tevbe eden kimse mağfiret olunur. İbn Mes’ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Nisa Sûresl'nde beş âyet-i kerîme vardır ki onlar, benim için bütün dünyadan daha sevimli (ve değerli)'dir. Bunlar da yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız" âyeti; "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48) âyeti; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyeti; "Şayet (yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır" (en-Nisâ, 4/40) âyeti ile: "Allah'a ve peygamberlerine îman edip..." (en-Nisâ, 4/152) âyetidir. İbn Abbâs da der ki: Nisa Sûresi'nde sekiz âyet-i kerîme var. Bunlar, bu ümmet için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır: "Allah size açıkça bildirmek...ister" (en-Nisâ, 4/26); "Allah tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/27); "Allah sizden, hafifletmek ister" (en-Nisâ, 4/28); "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz"; "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez..." (en-Nisâ, 4/48); "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez" (en-Nisâ, 4/40); "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse..." (en-Nisâ, 4/110); "Eğer şükredip îman ederseniz, Allah size azâbı neylesin?" (en-Nisâ, 4/147) 32Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan, O'nun lütfundan isteyin. Şüphesiz Allah, herşeyi çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Ayet-i Kerîmenin Nüzul Sebebi: Tirmizî, Ummu Seleme'den şöyle dediğini rivâyet eder: Erkekler gazaya gidiyor, kadınlar gazaya gidemiyor ve biz mirasın (erkek hissesinin) yarısını alıyoruz. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin" âyetini indirdi. Mücahid der ki: Yine bu hususta yüce Allah: "Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar." (el-Ahzab, 33/35) âyetini de indirdi. Ummu Seleme de, Medine'ye hicret ederek gelen ilk kadın olmuştu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu mürsel bir hadistir. Kimisi bunu, İbn Ebi Necîh'ten., o, Mücahid'den diye mürsel olarak, Ummu Seleme böyle böyle dedi, diye rivâyet etmiştir. Tirmizî, Tefsir 4, sûre 8. Katade de der ki: Cahil iye dönemi insanları, kadınlara da, çocuklara da miras vermiyorlardı, İslam'da bunlara miras verilip de erkeğe iki dişi payı mirastan verilince bu sefer kadınlar, keşke payları erkeklerin payları gibi olsaydı diye temenni ettiler. Erkekler de şöyle dedi: Bizler miras hususunda kadınlara üstün kılındığımız gibi, âhirette de hasenatımızla kadınlara üstün olacağımızı umarız. Bunun üzerine: "Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin." âyeti nâzil oldu. 2. Temenni, Gıpta ve Kıskançlık: Yüce Allah'ın: "Temenni etmeyin..." âyetinde geçen temenni, gelecek ile alâkalı bir çeşit istekte bulunmaktır. Telehhüfiesef) ise, geçmiş ile alakalı bir isteğin türünü ifade eder. Yüce Allah mü’minlere burada temenniyi yasaklamaktadır. Çünkü, temenni ile gönül taalluk eder ve ecel unutulur. İlim adamları, bunun kapsamına gıpta yasağının girip girmediği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Gıpta, kişinin arkadaşının durumuna gelmeyi -onun durumunun yok olmasını arzulamasa dahi- temenni etmesidir. Cumhûr -yani Mâlik ve diğerleri- bunun câiz olduğu görüşündedir. Bazılarına göre, Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde kast ettiği de odur: "İki şey dışında kıskançlık (hased) yoktur: Allah birisine Kur'ân’ı Kerîmi verir o da, gece gündüz onun gereğince amel eder, diğeri ise, Allah, kendisine bir mal verir o da gece gündüz onu infak eder," Buhârî İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhid 45 ; Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 268 ; İbn Mâce, Zühd 22; Müsned, I, 385, 432, II, 9, 36. Hadîs-i şerîfte geçen "kıskançlık yoktur." âyeti ile bu iki husustaki gıptadan daha üstün ve daha büyük bir gıpta olamayacağı anlatılmaktadır. Buhârî bu hadisin başında: "İlim ve hikmet hususunda gıpta etmek" diye bir başlık açmakla bu anlama dikkat çekmiştir. Buhârî, İlim 15. el-Mühetleb der ki; Yüce Allah, bu âyet-i kerimede temenni edilmesi câiz olmayan şeyleri açıklamaktadır. Bu da dünya malı ve benzeri şeyler hakkındadır, İbn Atiyye der ki: Salih ameller hususunda temenni ise, güzel bir şeydir. Şu kadar var ki kişi, Allah'tan -daha önce sökünü ettiğimiz herhangi bir işi ile birlikte olmamak üzere bir takım temennilerde bulunacak olursa bu caizdir. Bu aynı zamanda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu âyetindeki hadisinde de görülmektedir; "Diriltileyim sonra öldürüleyim... diye temenni ettim." Buhârî, Îman 26, Temenni 1; Müslim, İnulre 103, 106; Nesâî, Cihâd 18, 30; İbn Mâce, Cihâd 1; Muvatta’'', Cihad 27, 40; Müsned, II, 231, 424, 473, 496, 502. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîf, Buhârî'nin Sahihinde Kitabu't-Temennî (Temenni bölümü)'nün başına aldığı Hadîs-i şerîftir. Buhârî, Temenni 1. Bu ise, hayrı iyi davranışlarda bulunmayı temenni etmenin ve bunları arzulamanın, güzelliğine delâlet etmektedir. Aynı zamanda bu Hadîs-i şerîfte, şehidliğin diğer hayırlı amellerdi den üstünlüğü de vurgulanmaktadır. Çünkü Hazret-i Peygamber, başka bir ameli değil de şehidliği temenni etmiştir. Bu ise, şehidliğin yüksek bir makam olması ve bu makama yükselenlerin şerefi dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah ona bu şehidliği de ihsan etmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Hayberde yediğim (zehirlenmiş koyundan) o lokma, kalbime giden damarı kestiği o an, zaman zaman gidip gelmektedir..." Buhârî, Meğâzi 83 (yakın ifadelerle): el-Azizî, es-Sirâcu’l-Munîr Sağîr, III, 249 Yine es-Sahih'de (Buhârî’de) şöyle denemektedir: "Şehide temennide bulun, denilir- O da: Senin yolunda bir daha öldürülünceye kadar dünyaya geri döndürülmeyi temenni ederim, diyecektir..." Buhârî, Cihâd 6, 21; Müslim, İmare 108, 109: Nesâî, Cihad 34 (yakın ifadelerle). Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Ebû Talib'in, Ebû Leheb'in ve Kureyş'in ileri gelenlerinin böyle bir şeyin gerçekleşmiyeceğini bildiği halde- îman etmelerini temenni eder ve zaman zaman şöyle derdi: "Benden sonra gelip beni görmeyecekleri halde bana Îman edecek kardeşlerimi pek çok özledim." Müslim, Tahâre 39; Nesâî. Tahâre 110; İbn Mâce Zühd 36; Muvatta’'', Tahâre 28; Müsned, III, 300, 408. İşte bütün bunlar, eğer temenni, kine, nefretleşmeye götüren bir sebep olmuyorsa, temenninin yasak olmadığının delilleridir, Âyet-i kerimede yasak kılınan temenni ise, bu kabilden (kin ve kıskançlığa kadar götüren türden) olan temennidir. Dolayısıyla, bunun kapsamına bir kimsenin bir diğerinin sahip bulunduğu dini veya dünyevi halini zeval bulmasını temenni etmek de girmektedir. Bununla beraber, zeval bulması istenen o hale sahip olmayı temenni etmek ile etmemek arasında fark yoktur. İşte kıskançlık bizatihi budur. Yüce Allah'ın: "Yoksa onlar, Allah lütfundan verdi diye insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) âyetinde kınadığı, yerdiği kıskançlık da işte budur. Yine bir kimsenin müslüman kardeşi tarafından istenmiş bir hanıma talip olması, onun satın almak istediği bir şeyi, vazgeçmeden satın almaya kalkışması da bunun kapsamma girer. Bütün bunlar kıskançlığa ve nefretleşmeye davetiye çıkartır. Kimi ilim adamı, gıptayı da mekruh görmüş ve gıptanın da âyet-i kerimedeki yasağın kapsamına girdiği görüşünü ifade etmiştir. Sahih olan ise, açıkladığımız üzere gıptanın câiz olduğudur. Başarımız Allahtandır ed-Dahhâk der ki: Bir kimsenin bir diğerinin durumunu temenni etmesi helâl olamaz. Nitekim: "Keşke Karun'a, verilenler gibi bize de verilseydi..” (el-Kasas, 28/79) âyeti ile başlayan kıssada: Kendisinin, evinin ve mallarının yerin dibine geçirilmesi üzerine: "Dün onun yerinde olmayı temenni edenler, sabah şöyle diyorlardı...Eğer Allah bize lutfetmeseydi, bizi de elbette yerin dibine geçirirdi" (el-Kasas, 28/82) demeye başladılar. İşte Yüce Allah'ın bu âyetlerini gözonünde bulundurmak gerekir. el-Kelbî der ki: Hiç bir kimse, kardeşinin malını, hanımını, hizmetlisini, bineğini temenni etmesin. Fakat, Allah'ım bana da onun gibi rızık ver deyiversin. Bu Tevrat’ta da böyledir, Kur'ân-ı Kerîm’de de: "Allahtan, onun lütfundan isteyin" diye buyurulmakladır İbn Abbâs der ki; Yüce Allah, bir kimsenin her hangi birisinin malını, ailesini temenni etmesini yasaklamakta ve mü’min kullarına lütfundan dilekte bulunmasını emretmektedir. Cumhûrun lehine delil olanlardan birisi de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şu âyetidir: "Dünya ancak dört kişiyedir: Allah'ın mal ve ilim vermiş olduğu ve o da, bunlar vasıtasıyla Rabbinden korkan, akrabalık bağım gözeten, Allah'ın onda bir hakkının bulunduğunu bilen bir kimse. Bu mevkilerin en üstün olanlarıdır. Allah'ın, ilim vermekle mal vermediği bir kimse. Bu kişi samimi niyeti ile der ki: Eğer benim de bir malım olsaydı, mutlaka o malımda filanın amel ettiği şekilde amel ederdim. İşte bu niyetine göre ecir alır ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir." Hadisinde bunlar zikredilmiştir. Tirmizî, Zühd 17; Müsned, IV. 23. Hadîs daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bunu TInwi rivâyet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. el-Hasen der ki: Sizden herhangi bir kimse mal temenni etmesin. O malın helakine sebep teşkil etmeyeceğini nereden bilebilir? Böyle bir ifade ancak kişinin o malı dünya için temenni etmesi halinde doğru olur. Hayır maksadıyla o malı temenni edecek olursa, şeriat bunu câiz kılmıştır. Kul, Rabbine kavuşmak için o malı temenni eder, Allah'ın dediği olur. 3. Erkek, Kadın Herkese Kazandığından Bir Pay Vardır: Yüce Allah'ın: "Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi" âyeti İle, sevap ve cezadan erkeklerin kazandıklarından bir payları olduğu gibi "kadınlara da" aynı şekilde bir payları vardır. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Buna göre tıpkı erkeklere verildiği gibi kadınlara da, bir iyiliğe on katı ile karşılık verilir ve mükâfatlandırılırlar. İbn Abbâs der ki: Bundan kasıt mirastır. Bu görüşe göre "kazanmak" isabet etmek anlamındadır. Yani erkeğe iki dışmin payt kadar mirastan pay vardır. Yüce Allah, kıskançlığı gerektiren hususları dolayısıyla bu şekilde temennilerde bulunmayı yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah, onların (erkek ve kadınların) maslahatlarını onlardan daha iyi bilir. Onların maslahatlarına dair olan bilgisine dayalı olarak, aralarında mirası farklı şekillerde paylaştırmıştır. 4. Allah'ın Lütfundan Dilemek: Yüce Allah'ın: "Allah'tan, O'nun lütfundan isteyin" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî, Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın, lütfundan dileyin. Çünkü O, kendisinden dilekte bulunulmasını sever. İbadetin en faziletlisi de kurtuluşu beklemektir." Tirmizî, Deavât 115. İbn Mâce, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh")'ın şöyle dediğini rivâyet eden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim Allah'tan dilekte bulunmazsa, Allah da ona gazap eder." Tirmizî, Deavât 2; İbn Mâce, Dua 1; Müsned, II, 477. Bu da yüce Allah'tan dilekte bulunma emrinin vücup ifade ettiğini göstermektedir. Bir ilim adamı da bu temadan hareketle bunu, nazım halinde şöyle ifade etmiştir: "Gazaplanır Allah, O'ndan dileği terk edersen Gazaplanır insan kendisinden dilekte bulunulursa" Mâlikî fakihi Ahmed b. el-Muazil Ebû’l-Fadl da gayet güzel bir şekilde şöyle demiştir: "Sen naıklarını öyle bir tûmaenin yanında ara ki O'ndan istekte bulunulunca arada bir perdedarı yoktur Kendisinden dilekte bulunmayı terkedenlere buğzedip Dileklere bulunanlardan razı olan kimseden lütuf istemelisin Ve O kimse ki, buyurduğunda hemen sözü yerine gelir Bir kâtibe yazdırıp mühürlemeye gerek olmaksızın." Bu hususa dair açıklamaları "Kam’ul-Hırsı bi'z-Zühdi ve'l-Kanaah"adlı eserimizde yeterince yapmış bulunuyoruz. Saîd b. Cübeyr de der ki: "Allah'tan, O'nutit lütfundan isteyin" âyetinden kasıt, dünyalık ile ilgili değildir. Bir görüşe göre de anlamı şudur: Siz yüce Allah'tan O'nu razı edecek şeyler işlemeye muvaffakiyeti isteyiniz. Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rabbinizden karnınızın doyması dahil her şeyi isteyiniz. Çünkü yüce Allah, bunu kolaylaştırın ayacak olursa, bu kolay bir şey değildir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Eğer vermeyecek olsaydı, dilekte bulunmayı emretmezdi, el-Kisâi ve İbn Kesîr: "Allah'tan, O'nun lütfundan isteyiniz" şeklinde "sîn" ile "lârn” harfleri arasında hemzesiz olarak okumuşlardır. Bu kelimenin Kurân-ı Kerîm’de geçtiği her yçrde onların okuyuşu böyledir. Diğerleri İse, bunu hemzeli olarak; “.....” şeklinde okumuşlardır, Bu kelimenin aslı hemzelidir. Şu kadar var ki, tahfif için hemze hazf edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır, 33Anne-babanın ve yakın akrabanın terk ettiklerinden her biri için mirasçılar (mevâli) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiblerini verin. Muhakkak Allah herşeye şâhid olandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Şanı yüce Allah, her bir insanın mirasçılarının ve mevâlîsinin (yakınlarının) olduğunu açıklamaktadır O halde her birisi Allah'ın kendisi için paylaştırmış olduğu mirastan paylar alsın ve bir diğerinin malını temenni etmesin. Buhârî, Kitabul-Feraiz'de Saîd b. Cübeyr'den gelen rivâyetle yüce Allah'ın: "Anne-babanın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri için mirasçılar (mevalî) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..," âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Muhacirler, Medine'ye geldiklerinde, Ensar, Muhacir'e akrabası dururken mirasçı olurdu. Buna sebep ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aralarında kurduğu kardeşlik akdi idi. "Yakın akrabaların terkettiklerinden her biri için mirasçılar kıldık" âyeti nâzil olunca, ondaki bu hükmü "Yeminlerinizin bağladığı kîmselere de nasiblerini verin" âyeti nesh etti. Buhârî, Ferâiz 16; Tefsir 4. süre 7 Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bütün Buhârî nüshalarında; "Her biri için mirasçılar (mevali) kıldık" âyetini: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." âyeti nesh etmiştir şeklînde naklolmuştur. Doğrusu ise, nesh eden ayetin: "Her biri için mirasçılar (mevâlî) kıldık" âyeti, nesh olunanın ise: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." âyetinin mensûh olduğudur. Taberî de böylece rivâyet etmiştir. Taberî, V, 53; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XII, 30 vd. Selefin Cumhûrunun da bu: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." anlamındaki âyetini nesh eden âyetin, el-Enfâl Sûresi'nde yer alan: "yakın akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince birbirlerine daha yakındırlar" (el-Enfal, 8/75) âyeti olduğunu söyledikleri rivâyet edilmiştir. Bur İbn Abbâs, Katade ve Hasan-ı Basrî'den rivâyet edildiği gibi, Ebû Ubeyd'in "en-Nâsîh ve'l-Mensûh" adlı eserinde kaydettiği görüş de budur. Ayet-i kerîme ile ilgili bir diğer görüş daha vardır: Bunu ez-Zührî, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet etmiştir, Said der ki: Yüce Allah, cahiliyye döneminde kendi öz çocuklarından başka evlat edinip, İslam geldikten sonra miras bırakacak olanlara evlâtlıklarına vasiyetle bir pay vererek, miraslarının yakın akrabalarına ve asabelerine verilmesini emretmektedir. Bir başka kesim de: Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." âyeti muhkemdir. Mensûh değildir demektedir. Yüce Allah, mü’minlere yeminleri ile bağlandıkları kimselere yardım ve nasihat ve buna benzer hakkettikleri paylarını vermelerini emretmektedir. Bunu, Taberîyine İbn Abbâs'tan nakletmektedir. "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de" yardım, nasihat, onlara bağışlarda bulunmak, gözetmek, onlara vasiyette bulunmak suretiyle "nasiplerini verin" Miras, artık sozkonusu değildir. Bu, aynı zamanda Mücahid ve es-Süddî'nin de görüşüdür. Derim ki; en-Nehhâs bunu tercih etmiş ve Saîd b. Cübeyr'den de rivâyet etmiştir. Neshe dair rivâyet sahih değildir. Çünkü, Taberî'nin naklettiğine göre, İbn Abbâs'ın da açıkladığı gibi, âyetlerin arasını telif etmek mümkündür, Buhârî bunu, Kitabu't-Tefsirinde rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 4. sûre 7. İleride Allah'ın izniyle el-Enfâl Sûresi'nde (8/75. ayet, 6- başlıkta) Zevil-Erham'ın mirasına dair açıklamalar gelecektir. Arapça'da; Her biri, bütünü, Arap dilinde kuşatıolık ve genellik anlamını ifade eder. Bu kelime tek başına geldi mi, tüm nahivcilere göre, iradede mutlaka hazfedilmiş bir söz takdir edilir. Kimileri "herbirine uğradım" tabirini kutlanmıştır; Önce ve sonra kelimeleri gibi. Âyette hazfedilen kelimenin takdiri de "Her bir kimse için mevâir yani mirasçılar kıldık" şeklindedir. "Yeminlerinizin bağladığı kimselere" de kastedilen, Katade'den nakledildiğine göre, hilf (yemin antlaşması.) İle yapılan bağlantılar kastedilmektedir. Şöyle ki, bir kişi bir diğer kişi ile akidleşerek şöyle derdi: Kanım senin kanın, benim yıkmam senin yıkmandır. (Yani biz birbirimize yardımcı ve destek oluruz). İntikamım senin intikamın, Savaşım senin Savaşın, barışım senin barışındır. Sen de bana mirasçı olursun, ben de sana. Benden dolayı sen takibata uğrarsın ve senden dolayı da ben takibata uğrarım. Benim yerime sen diyet Ödersin, ben de senin yerine diyet öderim. O takdirde böyle bir antlaşmalıya (el-Halif) diğer anlaşmalının mirasının altıdabiri verilirdi. Daha sonra bu nesh edildi. 3. Müşterek (birkaç mana için kullanılan); Mevlâ ve Veli Lâfızları: Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lâfzı ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, mevlâ lâfzı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir lafındır. Azad edene de, edilene de mevlâ ismi verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâfirlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed, 47/11) âyetinde olduğu gibi. Amca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla denilir. Yüce Allah'ın: "Herbiri için mevâlî (mevlalar) kıldık" âyetine gelince, burada maksat asabe bağlandır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "(Alacakları belli olan. mirasçıların aldıkları) paylardan arta kalan en evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur. Buhârî, Ferâiz 15, Müslim, Ferâiz 2-4; Ebû Dâvûd, Feraiz 7; Tirmizî, Fey 8; İbn Mâce, Ferâiz 10; Dârimî, Ferâiz 28; Müsned, I, 292, 313, 325 (bu manada). Bilindiği gibi ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre esfel mevla değil de âlâ mevla asabelerdendir. Çünkü, azad eden kişi hakkında sözkonusu olan mana, onun azad ettiği kimse üzerinde bir nimete sebep olduğudur. Âdeta onun için bu nimeti icadeden kimse gibidir. İşte bu husus dolayısıyla onun mirasına, (yani âla mevlâ diye bilinen) azad eden, esfel mevla diye bilinen azad edilenin mirasına hak kazanmıştır. Tahâvî, el-Hasen b. Ziyad'dan şunu nakletmektedir: Esfel mevlâ da âlâ mevlâdan miras alır. Bu hususta da şu rivâyeti delil gösterir: Adamın birisi kölesini azad ettikten sonra vefat etti ve azad ettiği kimseden başkasını da geriye bırakmadı. Tahâvi, Şerhu Meâni'l-Âsar, IV, 403. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun. mirasını azad edilene verdi. Tahavî der ki: Bu hadis ile tearuz eden bir şey yoktur. O halde bu hadis gereğince hüküm vermek gerekir. Diğer taraftan bizler, köleyi azad edeni, azad ettiği köleyi var eden (varlığına sebep olan) bir kimse gibi kabul edersek, o takdirde onun bu durumu babanın durumuna benzer, Mevlây-ı esfelin (yani azad edilen kölenin) durumu da oğlun durumuna benzer. Bu da mirasta aralarında eşitliği gerektirir. Ve aslolan da aradaki bir ilişkinin genel kapsamlı olarak görülmesidir. Haberde de: "Bir kavmin mevlâsı (azadlısı) onlardandır" Buhârî, Ferâiz, 24; Ebû Dâvûd, Zekat 29; Nesâî, Zekât 91; Tirmizî, Zekât 21; Müsned, VI, 8, 10. denilmektedir. Buna muhalefet eden Cumhûr ise şöyle der: Miras akrabalık bağını gerektirir. Ortada akrabalık diye bir şey yoktur. Şu kadar var ki, bizler azad edene miras verileceğini, onun azad ettiği kimseye bir ihsanda bulunmasından dolayı kabul etmiş bulunuyoruz. Böyle bir durum ise, mevlây-ı esfel olan (azad edilen) hakkında sözkonusu edilemez. Oğula gelince, babasının halefi ve onun yerini tutan kişi olması, bütün insanlar arasında öncelikle onun hakkında sözkonusudur. Azad edilen kimse ise, kendisini azad eden kişinin yerine geçme selahiyetınde değildir. Çünkü, azad eden kişi, ona ihsanda bulunmuştur- Şeriat da onu, azad edilen kölesinin mirasında daha bir hak sahibi kılmak suretiyle ona mukabelede bulunmuştur. Bu husus ise, mevlây-ı esfelde sözkonusu olamaz. Böylelikle ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Yeminlerimizin bağladığı kimselere..." âyetini Ali b. Kebşe, Hamza'dan çoğul ifade etmek üzere "kâf" harfini şeddeli olarak; çokça bağladığı" diye okumuştur. Şu kadar varki, Hamze'den meşhur olan kıraat "kâf" harfi şeddesiz olarak Yeminlerinizin bağladığı" diye okuduğudur. Aynı zamanda bu Âsım'ın ve el-Kisaî’nin de kıraatidir. Bu ise uzak bir kıraattir. Çünkü muakade (akidleşme) ancak iki ve daha çok kişi tarafından yapılır. Bunun da babı (fala) (mufâla) dır. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Hamza'run kıraati, Arapça açısından bir parça kapalı olsa da, biraz kaideleri zorlamaktadır. Bu okuyuşa göre ifadenin takdiri: Yeminlerinizin kendileriyle antlaşma akdettiği kimseler" demek olup, iki mef'ûle geçiş yapmış (teaddi etmiş)dir. Bu da: Yeminlerinizin kendileri lehine antlaşma akdettiği kimseler" takdirindedir. Bu ise, Allah'ın: "Onlara ölçü ile...verdiklerinde" (el-Mutaffifin, 83/3) âyetinde olduğu gibidir. Anlamı: Onlara ölçü ile verdiklerinde" takdirinde olup, ikinci mef'ûl hazf edilmiştir. Sana ölçtüm" denilince Sana bundan ölçtüm" demektir. (Âyet-i kerimede) birinci (yani kendilerine akid yaptığınız kimseler anlamını ifade eden) mef’ûlün hazfedilmiş olması, sıla cümlesine bitişik oluşundan dolayıdır. 5- Ahidlerinize Bağlı Kalınız: Yüce Allah'ın: "Allah, herşeye şâhid olandır" âyeti Allah, sizin onlarla yaptığınız akidlere şahiddir ve O, akidlere tamı tamına bağlı kalmayı sever demektir. 34Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler (kavvâmdırlar). Bu, Allah'ın bazılarını bazılarına üstün kılmış olmasından ve erkeklerin mallarından infak etmelerinden dolayı böyledir. İyi kadınlar itaatli olan ve Allah'ın korumasıyla kendileri de gizli olanı koruyanlardır. Serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin; kendilerini yataklarında yalnız bırakın; (nihayet) dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık aleyhlerine yol aramayın. Şüphe yok ki Allah, çok yücedir, çok büyüktür. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler" âyeti mübtedâ ve haberdir. Yani erkekler kadınların nafakalarını sağlar, onları gereği gibi korur ve himaye ederler. Aynı şekilde yöneticiler, ümerâ ve gazaya çıkanlar da erkekler arasından çıkar. Kadınlar hakkında bu durum sözkonusu değildir.: Kavvam ve Kayyım (yönetici ve işleri çekip çeviren) ifadeleri aynı anlamda kullanılır. Ayeti kerîme, Sâ'd b. er-Rabr hakkında nâzil olmuştur. Hanımı, Zeyd b. Harice b.'Ebi Züheyr kızı olan Habibe, ona karşı serkeşlik etmiş, o da ona bir tokat atmıştı. Babası ise şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, kızımı ben onun nikâhı altına verdim, o da kalktı, onu tokatladı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Kocasına kısas yapsın" diye buyurdu. Kocasına kısas yapmak üzere babasıyla geri dönüp gidince, Hazret-i Peygamber: "Geri dönün. İşte Cebrâîl bana gelmiş bulunuyor" dedi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Biz bir iş murad ettik, Allah da ondan başkasını murad etti" Bir diğer rivâyette ise: "Ben bir iş diledim. Allah'ın dilediği ise, hayırlı olandır" diye buyurdu. Ve verdiği birinci hükmü bozdu. el-Vahidi, Esbâbu Nuzüli'l-Kur’ân, s.155. Şöyle de denilmiştir: İşte bu red olunan hüküm hakkında yüce Allah'ın: "Sana o Kurân'ın vahyi tamamen ulaştırılmazdan önce de, onu (okumakta) acele etme" (Tâ-Hâ, 20/114) âyetinin nâzil olduğu da söylenmiştir. İsmail b. İshak şunu zikreder: Bize Haccac b. el-Minhâl ile Âl-im b. el-Fadl -ki lâfız el-Haccac'ındır- anlattı dedi ki; Bize Cerir b. Hazini anlattı, dedi ki: Ben el-Hasen'i şöyle derken dinledim: Bir kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip şöyle dedi: Kocam yüzüme bir tokat vurdu, Hazret-i Peygamber: "O takdirde ona kısas uygulamam gerekir" diye buyurunca, yüce Allah: "Sana o Kur'ân’ın vahyi tamamen ulaştırlmazdan önce onu (okumakta) acele etme." (Tâ-Hâ, 20/114) ayetini indirdi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Erkekler, kadınlar üzerine yöneticidirler" ayeti nâzil oluncaya kadar hüküm vermemişti. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensur, 111, 513 Ebû Ravk der ki: Bu âyet-i kerîme, Ubey kızı Cemile ile kocası olan Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nâzil olmuştur. El-Kelbv de der ki: Bu âyet-i kerîme, Muhammed b. Mesleme'nin kızı Âmira ile onun kocası Sa'd b. er-Rabî hakkında nâzil olmuştur. Bu âyetin nüzul sebebinin daha önce naklettiğimiz Ummu Seleme'nin sözü olduğu da söylenmiştir. Az önce geçen 32, âyet 1. başlığa bakınız. Bu durumda, ayetlerin İfade düzeni ve aralarındaki ilişki şöyle açıklanabilir: Kadınlar, miras hususunda erkeklerin üstün kılınışından sözetmeleri üzerine: "Allahın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin" (en-Nisa, 4/32) âyeti nâzil oldu. Daha sonra yüce Allah, erkekleri miras hususunda kadınlara üstün kılmasının, erkeklerin mehir vermek ve kadınların nafakasını, sağlamak yükümlülükleri dolayısıyla olduğunu beyan etmektedir. Diğer taraftan erkeklerin bu şekilde üstün kılınmalarının faydası, neticede kadınlara racidir. Şöyle de denilmektedir: Erkeklerin aklî olgunluk ve idarecelik bakımından bir üstünlükleri vardır. İşte bundan dolayı kadınlar üzerinde yöneticilik hakkı erkeklere verilmiştir. Yine denildiğine göre erkeklerin, kadınlarda bulunmayan bir şekilde ruhi bakımdan ve karakter itibariyle bir üstünlükleri vardır. Çünkü erkeklerin karakterinde (tabiatında) hararet ve kuruluk baskın olduğundan dolayı, erkekte bir kuvvet ve bir çetinlik bulunur. Kadınların karakterinde ise baskın olan, nemlilik ve soğukluktur, O bakımdan, yumuşaklık ve zayıflık anlamındaki hususlar karakterlerinde yer eder. Bu bakımdan, erkeklere, kadınlar üzerinde kıyam (yöneticilik, işlerini görüp gözetme) hakkı verilmiştir. Yüce Allah'ın: "Mallarından infak etmelerinden dolayı da böyledir" âyeti dolayısıyla da bu hak onlara verilmiştir. 2- Erkeklerin Hanımlarını Te'dip Hakkı ve Sınırı: Bu âyet-i kerîme, erkeklerin hanımlarını te'dip edebileceklerine delildir. Kadın kocasının haklarını koruduğu takdirde, erkeğin, hanımı ile kötü geçinmemesi gerekir. "Kavvâm" ifadesi, fa'âl vezninde mübalağa ifade eden bir kelime olup, bir şey üzerinde durmak, onu gözetmek, bütün gayreti ile onu korumak, ona nezaret etmek anlamındadır. Erkeklerin kadınlar üzerinde kaim olmaları, işte bu çerçeve içerisindedir. Erkeğin, kadının işlerini çekip çevirmesi, onu te'dip etmesi, evinde tutması, onu (gereksiz yere) dışarı çıkmaktan alıkoyması ile olur. Kadının da kocasına itaat etmesi ve masiyet olmadığı sürece emrini kabul etmesi görevidir. Buna gerekçe olacak fazilet, nafakayı karşılama yükümlülüğü, akıl, cihad, miras, emr-i bilmaruf ve nehy-î anılmünker hususlarında daha güçlü oluşu olarak gösterilmiştir. Bazıları sakallı oluşu da üstünlükte gözönünde bulundurmuş ise de, bunun hiç bir kıymeti yoktur. Çünkü, bir kimsede sakal bulunmakla, sözünü ettiğimiz hususların hiçbirisi bulunmayabilir. el-Bakara Sûresi'nde bu kanaati reddeden açıklamalar (2/ 228. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 3. Erkek Karısının Nafakasını Sağlayamazsa, Kadının Nikâhı Feshetme Hakkı Doğar mı? İlim adamları, yüce Allah'ın: "Mallarından infak etmelerinden dolayı böyledir" âyetinden şunu anlamışlardır: Koca, hanımıma nafakasını vermekten acze düşerse, artık onun üzerinde yönecici (kavvâm) olamaz. Onun üzerinde kavvâm olamayacak olursa, o takdirde kadın, bu nikâh akdini feshetmek hakkına sahip olur. Çünkü kendisinden dolayı nikâhın meşru kılındığı maksat ortadan kalkmıştır. İşte bu bakımdan da, nafakayı ve kadının giyimini sağlamak hususunda zorlanması halinde, nikâhın feshedilmesinin sabit olduğuna açık bir delalet vardır. Bu, Mâlikî ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Ebû Hanîfe ise, nikâh feshi olmaz demiştir. Buna sebep ise, yüce Allah'ın: "Eğer o darlık içindeyse, geniş bir zamana kadar mühlet veriniz" (el-Bakara, 2/280) âyetidir. Buna dair açıklamalar yine bu sûrede de önceden geçmiş bulunmaktadır. 4- İyi Kadınların Bazı Özellikleri: Yüce Allah’ın: "İyi kadınlar, itaatli olan ve Allah'ın korumasıyla kendileri de gizli olanı koruyanlardır" âyetinde iyi kadınların durumu haber verilmektedir. Bundan maksat ise, kocaya itaati ve malında kocasının hazır olmaması halinde, kadının kendi nefsinde kocanın hakkım yerine getirmeyi ennr etmektir. Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadınların hayırlısı, kendisine baktığın, zaman seni sevindiren, emir verdiğin zaman sana itaat eden, yanında hazır olmadığın takdirde de kendi nefsinde ve senin malında seni (haklarını) koruyan kadındır." Daha sonra şu: "Erkekler, kadınlar üzerine yöneticidirler..." ayetini sonuna kadar okudu. Ebû Dâvûd, Zekât 32; İbn Mâce, Nikâh 5. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ömer'e şöyle demiştir: "Kişinin en hayırlı hazinesinin ne olduğunu sana bildireyim mi? O, saliha kadındır. Kocası ona baktığında onu sevindirir. Ona emrettiğinde ona itaat eder, yanında hazır bulunmadığında da onu korur." Bu hadisi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Zekât 32; İbn Mes'ûd'un mushafında îyi kadınlaritaatlıolan... koruyanlardır" âyeti şeklindedir. Bu şekildeki bir çoğul kalıbı ise, dişilere has bir kalıptır. İbn Cinnî der ki: Cem'i teksir (yani İbn Mes'ûd'un Mushaf'ında kine uygun çoğul) mana itibari ile daha uygun bir lâfız görünmektedir. Çünkü bu çoğul şekli, çokluk anlamım vermektedirki, burada maksat olarak gözetilen de odur. Allah'ın koruması ile" âyetindeki "mâ" edatı mastar manasını veren "ma"dır. Yüce Allah'ın kendilerini koruması sebebiyle... demektir- Bunun; Ki o; anlamında olması da doğru bir mana olur. O takdirde, Allah'ın koruduğu" kelimesindeki ait zamir nasb zamiri olur. (Yani Allah'ın kendisini koruması ile., anlamına gelir). Ebû Cafer'in kıraatinde lafzatullah mansup olmak üzere Allah'ı (onun hükümlerini) korumasıyla" şeklindedir. en-Nehhâs der ki; Ancak lafzatullahın merfu olarak okunması daha açıktır. Yani o kadınlar, Allah'ın koruması, yardımı ve doğrultması sayesinde kocalarının hazır olmamaları halinde, kocalarının haklarını koruyanlardır, anlamındadır. Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah'ın onları mehirleri ve geçimleri konusunda koruması dolayısıyla... Yine bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah'ın onlardan korumalarım istediği kocalarına ait emanetleri yerine getirmeleri sebebiyle... Lafzatullahın üstün olarak okunmasının anlamına gelince: Onların, Allah'ı yani O'nun emrini yahut dinini korumaları suretiyle demektir. Bu okuyuşun takdiri ile ilgili olarak da: "Onların, Allah'ı (emrini yahut dinîni) korumaları sebebiyle" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu şekilde çoğulken daha sonra tekil olarak gelmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir: "Başa gelen musibetler onu helâk etti(ler)" Bu okuyuşun anlamı: Allah'ı (dinini) korumak suretiyle... şeklinde olduğu da söylenmiştir. 5. Serkeşliğin ve Ondan Endişe Etmenin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara." âyetinde geçen O kadınlar, O kadın, kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir, İbn Abbâs der ki; "Endişe ettiğiniz, korktuğunuz" âyeti burada bildiğiniz ve kat'i olarak İnandığınız anlamındadır. Bu kelimenin asıl anlamı üzere kullanıldığı da söylenmiştir en-Nüşûz (mealde: serkeşlik etmek) kelimesi, isyan etmek demektir. Yeryüzünün tümsekçe yeri demek olan den alınmıştır. Bir kimse, oturur iken kalkıp ayakta durursa; denilir. Yüce Allah'ın: "Kalkın denildiğinde de kalkıverin ki..." (el-Mücâdele, 58/11) âyetindeki "kalkmak" da buradan gelmektedir. Yani Savaşa, yahut yüce Allah'ın emirlerinden herhangi bir emir için kalkın, demektir. Âyet-i kerimenin anlamı ise: Allah'ın kendilerine farz kıldığı kocaya itaat hususunda isyan etmelerinden, serkeşlik edip kabarmalarından korktuğunuz kadınlar, demektir. Ebû Mansur el-Lüğavî der ki: Nüşûz, eşlerden her birisinin ötekinden hoşlanmaması demektir. Burada "ze" harfi yerine "sad" harfi geldiği takdirde, o zaman geçimi kötü olan kadın hakkında kullanılan bir fiil olur. İbn Faris der ki: Kadının nüşûz etmesi, kocasına karşı sert ve zorlu bir hal alması demektir Erkeğin nüşûz etmesi ise; karısını dövmesi ve ona ağır davranması, ondan uzak durması demektir. İbn Cüreyc der ki, bu fiilin kadın hakkında kullanılıp, son harfinin "ze" olması da "sad" olması da aynı anlamı ifade der. "Öğüt verin" âyetinden kasıt, Allah'ın Kitabı ile onlara öğüt verin, demektir. Yani onlara, Allah'ın kendileri için vacib kılmış olduğu güzel arkadaşlık, koca ile güzel geçimi hatırlatın, kocasının, kendisi üzerindeki üstünlüğünü itiraf etmesi gerektiğini hatırlatın. Öğüt verirken ayrıca der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herhangi bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emr ederdim."; Ebû Dâvûd, Nikâh 40; Tirmizî, Rada 10; İbn Mâce, Nikâh 4, Müsned, IV, 381, V, 228. VI. 76. "Kadın, deve sırtında olsa dahi, kendisini kocasından uzak tutamaz"; İbn Mâce, Nikâh 41, Müsned, IV; 381. "Herhangi bir kadın, kocasının yatağından ayrı olarak geceyi geçirecek olsa, sabahı edinceye kadar melekler ona lanet eder." Hadisi, Süyûtî'nin belirttiğine göre Hatîb, Enes'ten '"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmaksızın evinden dışarı çıkacak olursa, evine geri dönünceye yahut kocası ondan razı oluncaya kadar yüce Allah'ın gazabı içerisindedir" anlamında rivâyet edilmiştir. (el-Azizi, el-Sirâcu’l-Munîr Şerhu'l-Câmi's'-Sağir II. 103.) Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: "Geri dönünceye ve elini kocasının eline koyuncaya kadar..." diye buyurmaktadır. Bu ve buna benzer âyeti hatırlatarak (ona öğüt verir). 7. Te'dip Kastıyla Kadınları Yataklarında Yalnız Bırakmak: Yüce Allah'ın: "Kendilerini yataklarında yalnız bırakın" âyetine gelince, "yataklarda" anlamına gelen kelimesini İbn Mes'ûd, en-Nehaî ve başkaları tekil olarak Yatakta" diye okumuşlardır. Âdeta bunu çoğul anlamını da ifade eden cins ismi gibi kabul etmişlerdir. Yatakta terk etmek (hecr) ise, onunla birlikte yatıp, cima etmeksizin ona sırtını dönmesi demektir. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Mücahid der ki: Onlarla yattığınız yerler arasında bir mesafe bulunsun. Bu açıklamaya göre, ifadede hazfedilmiş bir sözün varlığı kabul edilir Bunu da., uzaklık anlamına gelen hecr etmekten “.....”6 onlardan uzak durun ifadesi desteklemektedir. Onu hecr etti, ondan uzaklaştı, ondan Hak düştü anlamındadır. Kadından uzak durmak İse, ancak onunla birlikte yatmayı terketmekle mümkün olur. Bu anlamdaki bir açıklamayı, ibrahim en-Kehaî, en-Nehaî, Katâde ve Hasan-ı Basrî de yapmış olup, İbn Vehb ve İbnü’l-Kasım da bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir. İbnü'l-Arabî de bunu tercih edip şöyle demiştir: Bunlar buradaki emri maksadı daha çok gerçekleştirecek olan manaya hamletmişlerdir. Bu da: Allah yolunda ondan uzak dur, demene benzer. İmâm Mâlik'in kabul ettiği asıl da budur, Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Koca, kadının yatağından yüz çevirecek olursa, kadın kocasını seven birisi ise, bu ona ağır gelir ve doğru yola döner. Şayet ona buğzeden birisi ise, böylece kadının serkeşliği açıkça ortaya çıkar. Böylelikle serkeşliğin ondan olduğu da netlik kazanmış olur. Buradaki ‘in çirkin söz demek olan "el-hucr" den geldiği de söylenmiştir. Yani onlara sert ve kaba söyleyiniz, bununla birlikte cima ve başka maksatla onlarla beraber yatınız- Bu anlamda açıklamayı Süfyan yapmıştır, İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yani siz, onları evlerinde sağlamca bağlayınız. Bu da hicâr diye bilinen devenin kendisiyle bağlandığı ip olan ip ile "deveyi hecr etmek" tabirinden alınmış bir açıklamadır. Bu, Taberînin tercihidir. Taberî, bu tercihi yapmakla birlikte, diğer görüşleri de tenkid etmektedir. Ancak onun bu açıklaması tartışılır bir açıklamadır, Nitekim, Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî de, Ahkâmu.’l-Kur'ân adlı eserinde bu görüşünü reddederek şunları söylemektedir: Kur'ân ve sünneti çok iyi bilen bir alimin nasıl bir tökezlemesidir ki bu? Onu, böyle bir açıklamaya iten ise, İbn Vehb'in, Mâlik'ten rivâyet ettiği garip bir Hadîs-i şerîftir. Buna göre, Ebû Bekr es-Sıddık'in kızı ve ez-Zübeyr b. el-Avvâm’ın hanımı Esma, evinden dışarı çıkar gezerdi. Nihayet bu hususta ona serzenişlerde bulunuldu. O da, hem kendisine hem de diğer kumasına serzenişte bulundu. Birinin saçını diğerine bağladıktan sonra onları ağır bir şekilde dövdü. Öbür kuması kendisini daha iyi koruyorken, Esma, kendisini korumadığından darbeler daha çok ona isabet ediyordu. Esma bu durumundan babası Ebû Bekr (radıyallahü anh)'a şikayette bulundu. Babası ana şöyle dedi: Kızcağızım sabret. Çünkü Zübeyr salih bir insandır. Belki cennette senin eşin olur. Bana ulaştığına göre, bir koca evlendiği ilk hanım ile cennette de evlenir. Taberî burdan hareketle, bir taraftan lâfzın bu manaya muhtemel olması, diğer taraftarı da ez-Zübeyr'in bu davranışı dolayısıyla bağlayıp düğümleme anlamına geldiği görüşünü ortaya attı ve böyle bir açıklamada bulundu. İlim adamlarına göre, kadından bu şekilde uzak durmanın azami süresi bir aydır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Hafsaya bir sır söyleyip, Hazret-i Âişe de bunu açığa çıkarıp her ikisi de Hazret-i Peygamberin aleyhine birbirine yardıma koyulunca böyle yapmıştı. Bk. et-Takrim, 66/3-4 ayetlerin tefsiri. Bununla birlikte Allah'ın, îlâ yapan (hanımından uzak kalacağına yemin eden) bir kimse için mazeret olarak belirlediği dört aylık süreye kadar bu işi uzatmaz. Yüce Allah'ın: "(Nihayet) onları dövün" âyetine gelince, Allah, kadınlara önce öğüt vermekle işe başlanılmasını, sonra onlardan uzak durmayı emretti. Şayet bunlar fayda vermeyecek olurlarsa, o takdirde dövmeye başvurulur. Çünkü kadını, yola getirecek ve kocasının hakkını ödemeye itecek olan odur. Bu âyet-i kerimede dövmek, etki ve iz bırakmayan, te'dip yollu dövmektir. Bu da, bir kemiğini kırmayan, herhangi bir uzvunu çirkinleştirmeyen dövmedir. Dürtmek ve benzeri şekillerdir. Çünkü bundan maksat salâhtır. Başka birşey değildir. Helâk olma sonucunu verecek bir dövme hiç şüphesiz tazminatı gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm öğretmek ve te'dip etmek kastıyla, oğlunu te'dip edenin dövmesi hakkında da bunlar söylenebilir. Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü sizler onları Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın İsmi ile onların ferden size helal oldu. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, hoşlanmadığınız herhangi bir kimseye yataklarınızı çiğnetmemeleridir Eğer böyle birşey yapacak olurlarsa, iz bırakmayacak şekilde onları dövünüz." Müslim, Hacc H7; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsîk 84; Dârimî, Menâsik 3-4. Bu hadisi Müslim, Hazret-i Cabir'in hacc ile ilgili uzunca hadisi arasında nakletmiştir. Anlamı şudur: Onlarf gerek akrabalarınızdan, gerek yabancı kadınlardan hoşlanmadığınız herhangi bir kimseyi evlerinize almamalıdırlar, işte Tirmizînin rivâyet edip sahih olduğunu belirttiği Amr b. el-Ahvas yoluyla gelen hadis de buna göre yorumlanır. Amr b. el-Ahvas, Veda Haccında, Resûlüllah ile birlikte bulunmuştu. Hazret-i Peygamber, Allah'a hamdu sena etti ve öğütler verip nasihatlarda bulunduktan sonra şöyle buyurdu: "Şu hususa da dikkatinizi çekerim. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar, sizin yanınızda ashâb gibidirler. Siz onlar üzerinde bundan başka bir şeye sahip değilsiniz. Apaçık bir hayasızlık yapmış olmaları hali müstesna. Böyle bir şey yapacak olurlarsa, yataklarda onlardan uzak durunuz ve onları iz bırakmayacak şekilde dövünüz. Size itaat edecek olurlarsa, onların aleyhlerine bir yol aramayınız. Şunu bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde bir hakkı vardır. Sizin kadınlarınız üzerindeki hakkınız: Hoşlanmadığınız kimselere yataklarınızı çiğnetmemeleri ve evlerinizde hoşlanmadığınız kimselere izin vermemeleridir. Onların sizin üzerinizdeki haklarına gelince: Giyimlerinde ve yiyeceklerinde onlara iyilikte bulunmanızdır." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Radâ 11, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mâce, Nikâh 3; Müsned, V, 73. Hazret-i Peygamber'în; "Apaçık bir hayasızlık hadisiyle anlatmak istediği: Kocalarının hoşlanmayıp buğz ettikleri kimseleri evlerine almamaları demektir. Yoksa bundan kasıt zina etmeleri değildir. Çünkü zina haramdır ve bundan dolayı had gerekir. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Maruf olan bir hususta size itaatsizlik ederlerse kadınları, iz bırakmayacak bir şekilde dövünüz." Az önce aynı manayı ihtiva eden hadisler geçti. Atâ (b. Ebi Rebâh) da der ki: İbn Abbâs'a şöyle dedim: İz bırakmayan mek ne demektir. O da, misvak ve benzeri şeyle dövmektir dedi. Yine rivâyet edildiğine göre, Ömer (radıyallahü anh) hanımını dövmüş, bundan dolayı kınanması üzerine şöyle demişti; Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Erkeğe hanımını neden dövdüğü sorulmaz." 9- İtaat Edenler Aleyhine Yol Yoktur; Yüce Allah'ın: "Eğer size itaat ederlerse" yani serkeşlik etmekten vazgeçer, terkederlerse "artık aleyhlerinde yol aramayın" yani, söz veya iîüle onlara karşs cinayet işlemeyin. İşte bu, onlar üzerinde üstün oluşun vurgulanmasından, te'dip edilmeleri için imkân verilmesinden sonra kadınlara zulmü yasaklayan bir âyettir. Bunun; onların sizleri sevmeleri için onları mükellef tutmayın. Çünkü bu onların elinde olan birşey değildir anlamına geldiği de söylenmiştir. 10- Çok Yüce ve Çok Buyû'k Olan Allah: Yüce Allah; "Şüphe yokki Allah çok yücedir, çok büyüktür" âyeti ile, işaret yoluyla kocalara alçak gönüllü olmalarını, yumuşak davranmalarını emretmektedir. Yani sizler, o kadınlara güç yetiriyor olsanız dahi, Allah'ın kudretini hatırlayınız: Çünkü O'nun kudret elir her kişinin gücü üzerindedir. O bakımdan herhangi bir kimse, hanımına karşı üstünlük taslamaya kalkışmasın. Allah, onu görüp gözetmektedir. İşte bundan dolayı, burada yüce Allah'ın, yücelik ve büyüklükle vasfedilmesi gayet güzel düşmüştür. İbn Mâce, Nikâh 51; Müsned, I, 20. 11. Kadının Serkeşliği Dolayısıyla Kullanılabilecek Haklar: Bu husus böylece sabit olduğuna göre, şunu bil ki: Aziz ve celil Allah, Kitab-ı Kerîminde açıktan açığa dövmeyi yalnız burada ve bir de büyük hadleri gerektiren suçlarda emretmiştir. Böylelikle onların, kocalarına olan masiyetleri ile büyük günahlar işlemekle onaya çıkan masiyeti eşit tutmuş gibidir. Bu konuda da İmâmlara (İslam devletinin yetkililerine) değil de görevi ve yetkiyi kocalara vermiştir. Yüce Allah'ın kadınları kocalara emanet olarak vermesi, bu konuda kocalara güvenmesi sebebiyle de şahid ve beyyineye gerek kalmaksızın; hakimlere değil de kocalara bu yetkiyi vermiştir. el-Mühelleb der ki: Kadınların cima hususunda kocalarından imtina etmeleri dolayısıyla kadınları dövmeyi câiz kılmıştır. Ancak hizmette bulunmaması halinde kadının dövülmesinin vücubu hususunda ihtilâf edilmiştir. Kıyasa göre, cima hususunda İmtina etmesi halinde dövmek câiz ise, kocanın kadın üzerindeki hakkı olan maruf ile hizmet dolayısıyla da dövmesini vacib kılmaktadır. İbn Huveyzimendâd der ki: Serkeşlik etmek, nafaka hakkını da evlilik dolayısıyla sahip olduğu bütün hakları da ortadan kaldırır. Serkeşlik göstermesi halinde kocanın iz bırakmayacak şekilde te'dip edici bir surette serkeşliğinden vazgeçinceye kadar dövmesi, Öğüt vermesi, yatağından ayrı durması caizdir. Serkeşlikten dönecek olursa, bütün hakları da geriye döner. Aynı şekilde, te'dibin gerektirdiği herbir davranış da böyledir Kocanın karısını te'dibi caizdir. Bununla birlikte üstün bir kadının ie'dibİ ile aşağılık birisinin te'dibinde durum farklıdır. Üstün kadının te'dibi kınamaktır. Aşağılık kadının te'dibi ise kırbaçtır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur; "Kamçısını asıp da aile halkını te'dip edene Allah rahmet buyursun." el-Azizî, es-Sirâcü'l-Munir, II, 291. Yine şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Ebû Cehm omuzundan asasını bırakmıyan bir kişidir," Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvûd, Talâk 39; Tirmizî, Nikâh 38; Nesâî, Nikâh 23; Dârimî Nikâh 7; Muvatta’'', Talâk 67 Beşşar da şöyle demektedir: "Hür olan kimse kınanır, sopa ise kölenin hakkıdır." İbn Dureyd de şöyle demiştir: "Hür kimseye kınamak, devamlı bir engelleyicidir. Köleyi ise sopadan başka birşey engellemez." İbnül-Münzir der ki: İlîm ehli baliğa olmalan halinde bütün hanımların nafakalarının kocalarına ait olduğu ve bunun vücubunu ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna ise, kocasına karşı serkeşlik eden ve ondan imtina eden kadındır. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Gerdeğe girişinden sonra karısı kendisine karşı serkeşlik eden üzerinden, hamile olması hali müstesna, karısının nafakası sakıt olur. Şu kadar var ki, serkeşlik eden kadının nafakası hususunda İbnü'l-Kasım, f'ukaha topluluğuna muhalefet ederek onun da nafakasının vacib olduğunu kabul etmiştir Serkeşlik eden kadın, kocasına itaatle dönecek olursa, bundan sonra o kadının nafakası kocasına vacib olur. Serkeşlik dışında hiçbir sebep dolayısıyla, kadının, kocası üzerindeki nafaka hakkı sakıt olmaz, Hastalık olsun, ay hali olsun, lohusalık olsun, oruç, hac, kocasının yanında bulunmaması, sözünü ettiğimiz hususların dışında, haklı ya da haksız kocasının ondan uzak durması gibi bütün hallerde kadının kocası üzerindeki nafakası sakıt olmaz. 35Eğer aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit, erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Her ikisi de aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da aralarını bulur. Şüphesiz ki Allah, herşeyî bilendir, herşeyden haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Aralarının Açılmasından Korkulursa: Yüce Allah'ın: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanız" âyetinde yer alan "açılmak ve ayrılmak" anlamına gelen "şîkak"ın manası ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/74. ayet ile 137- âyetlerde) geçmiş bulunmakladır. Sanki eşlerden herbirisi, ötekinin yer almadığı bir tarafta bulunuyor ve o yöne çekiyor gibi bir anlam ifade etmektedir, ikisinin arasında bir ayrılığın varlığından korkarsanız, demektir. Burada mastar zarfa izafe edilmiştir: Ayın aydınlattığı bir gecede yürümek ve arafe günü oruç tutmak hoşuma gider" gibi. Âyet-i kerimede de: "Geceleyin ve gündüzün hilekârlığınız..." (Sebe, 34/33) diye buyurulmaktadır-. Şöyle de denilmiştir: "Arasında" kelimesi isim gibi kullanılmış ve ondaki zarf anlamı izale edilmiştir. Çünkü burada maksat onların durumları ve birbirleriyle geçimleridir. Yani eğer sizler onların geçimlerinin ve arkadaşlıklarının arasında bir uzaklık girdiğinden korkarsanız, "bir hakem gönderin" anlamındadır. Buradaki "korkarsanız" âyeti ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamalar da daha önceden (en-Nisâ, 4/2. ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Saîd b. Cübeyr der ki: Konu ile ilgili hüküm, önce ona öğüt vermesidir. Eğer kabili ederse mesele yok, değilse yatağından ayrılır. Bu sefer kabul ederse eder, aksi takdirde onu döver. Bundan sonra kabul ederse mesele yok, aksi takdirde hakim, kocanın ailesinden bir hakem, hanımın ailesinden bir hakem gönderir Ve onlar da zararın hangi taraftan geldiğini tetkik ederler. İşte bu durumda hul' denilen ayrılma şekli ortaya çıkar. Şöyle de denilmiştir: Koca öğüt vermeden önce de dövmek hakkına sahiptir. Ancak bu hususun, âyet-i kerimede tertip ile zikredilişi dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. İlim adamlarının çoğunluğuna göre, yüce Allah'ın: "Eğer... korkarsam" âyetine muhatap olanların yöneticiler, ümerâ ve hakimler olduğu görüşündedir. Diğer taraftan: "Her ikisi de aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da aralarını bulur" âyetinde kast edilenlerin de, İbn Abbâs, Mücahid ve diğerlerinin görüşüne göre, iki hakem olduğu söylenmiştir. Yani eğer her iki hakem aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da o eşlerin arasını düzeltir. Bundan kastın eşler olduğu da söylenmiştir. Yani eğer eşler aralarının düzelmesini ister ve her iki hakeme verdikleri haberlerde doğru söyleyecek olurlarsa, "Allah da aralarını bulur." Hitabın velilere olduğu da söylenmiştir, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer korkarsanız" yani, eşler arasında bir ayrılığın olduğunu bilirseniz, "o vakit, erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin." Her iki hakem, ancak kocanın ve kadının akrabalarından olmalıdır. Çünkü bunlar karı-kocanın hallerini daha iyi bilirler. Adalet ehli kimselerden, bakışları sağlam ve tutarlı, fıkhî basireti ve bilgisi olan kimselerden olmalıdırlar Şayet akrabaları arasında bu işe elverişli kimse bulunmayacak olurlarsa, o vakit, onların dışında adaletli ve bilgili İki kişi gönderilir, Bu da her iki tarafın işi, anlaşılmaz olup kötülüğün hangisinden olduğu bilinmemesi ha Ünde sözkomısudur. Şayet kimin zalim olduğu bilinecek olursa, o vakit, o zalimden karşı tarafın hakkı alınır ve zararı izale etmeye mecbur tutulur. Şöyle de denilmektedir Kocanın akrabalarından olan hakem, koca ile başbaşa kalır ve ona şöyle der; Bana kalbinde olanı bildir. Sen bu kadını seviyor musun, sevmiyor musun? Bunu bana söyle ki, ben de senin maksadını bilmiş olayım. Eğer koca: Bu kadına benim ihtiyacım yoktur, sen bana ondan alabildiğini al ve beni ondan ayır, diyecek olursa, o takdirde serkeşliğin koca tarafından olduğu bilinir. Şayet: Ben onu seviyorum. Malımdan ona istediğini al ve beni ondan ayırma diyecek olursa, onun serkeşlik etmediği anlaşılır. Kadın tarafından gönderilen hakem de, kadınla başbaşa kalır ve ona söyle der: Kocanı seviyor musun, sevmiyor musun? Eğer kadın, beni ondan ayır, malımdan ne istiyorsa ona ver diyecek olursa, serkeşliğin kadın tarafından olduğu bilinir. Şayet: Bizi birbirimizden ayırma. Fakat onu nafakamı artırmaya, bana iyi davranmaya teşvik et, diyecek olursa, bu sefer serkeşliğin kadın tarafından olmadığı anlaşılır. Her iki hakem de, hangi tarafın serkeşlik ettiğini açıkça anlayacak olursa, o kişiye yönelerek öğüt verirler, azarlarlar, yaptığından uzak durmasını söylerler. İşte yüce Allah'ın: "O vakit, erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" âyetinde anlatılanlar bunlardır. 3. Kadınların îtaat ve Serkeşlikleri Halinde Hakemlerin Yetkileri: İlim adamları derler ki: Bu âyet-i kerîme kadınları aklî bir şekilde taksime tabi tutmuştur. Çünkü kadınlar, ya itaat ederler, ya serkeşlik ederler. Serkeşliğin sonunda da ya itaate dönüş sözkonusudur, yahut değildir. Eğer birinci husus (İtaate dönüş) sözkonusu olursa terkediîirler, Çünkü Nesâî şunu rivâyet etmiştir: Akîl b. Ebî Tâlîb, Utbe b. Rabia'nın kızı Fatıma ile evlendi. O, Fatıma'nın yanına girdi mi, Fatma; ey Haşimoğulları Allah'a yemin ederim ki, ebediyen kalbim sizi sevmez. Nerde boyunları gümüş ibrikleri andıranlar, burunları dudaklarına doğru sarkanlar, nerde Utbe b. Rabia, nerde Şeybe b. Rabia? derdi. Karısı böyle söylerken, kendisi sesini çıkarmazdı. Nihayet birgün kızgın ve bezgin bir halde yanına girince, yine karısı ona: Nerde Utbe b. Rabia? deyince, o da: Oraya girdiğinde cehennemde sol tarafında onu göreceksin. Bunun üzerine elbiselerini üzerine alıp gitti. Hazret-i Osman'ın yanına vardı, ona durumu anlattı. O da İbn Abbâs ve Muaviye'yi gönderdi. İbn Abbâs dedi ki: Ben bunları mutlaka birbirinden ayıracağım. Muaviye: Ben Abdimenafoğullarından iki yaşlıyı birbirinden ayırmam dedi, Yanlarına vardıklarında, üzerlerine kapılarını kapatıp, işlerini düzeltmiş olduklarını gördüler. Eğer, anlaşmazlık içerisinde olduklarım, başarıîıadıklarını, işlerinin daha da kötüye gittiğini görecek olurlarsa, iki hakem, bütün güçleriyle on tan birbirleriyle kaynaştırmaya çalarlar. Onlara Allah'ı, beraber geçirdikleri zamanları hatırlatırlar. Eğer vazgeçer ve dönerlerse, onları bırakırlar. Şayet başka bir durum sözkonusu olur ve birbirlerinden ayrılmalarını uygun görürlerse, bu sefer onları birbirlerinden ayırırlar. Hakemlerin onları bu şekilde ayırması, karı-koca aleyhine olmak üzere caizdir. Belde hakiminin hükmü buna uygun düşsün yahut düşmesin farketmez. Bu hususta karı-koca onlara ister vekalet vermiş olsun, ister vermemiş olsun yine farketmez. Böyle bir durumdaki ayrılık ise bain bir talaktır. Bir kesim de şöyle demiştir: Koca, bu hususta hakemlere vekâlet vermediği sürece hakemler, onları birbirlerinden boşayamazlar, Durumu İmâma (halifeye ya da yetkili kıldığı kimseye) bildirmelidirler. Bu onların şahid ve iki elçi olmaları esasına göredir. Sonra İmâm, isterse onları ayırır ve hakeme de ayırmaları emrini verir. Bu Şâfiî'nin iki görüşünden birisidir. Kûfeliler de bu görüştedir. Aynı damanda bu, Atâ'nın, İbn Zeyd'in ve el-Hasen'in de görüşüdür- Ebû Sevr de böyle demiştir. Sahih olan birinci görüştür ve hakemlerin vekâlet olmasa bile boşama yetkisine sahip olduklarıdır. Bu da Mâlik'in, Evzai'nin ve İshak'ın görüşüdür, Hazret-i Osman, Ali ve İbn Abbâs'tan, en-Nehaî ve en-Nehaî'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Çünkü yüce Allah: "Erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" diye buyurmaktadır. Bu da şanı yüce Allah'ın bu iki hakemin vekil ve şahid değil, iki kadı olduklarına dair açık bir nassıdır Vekilin ise şeriatte özel bir ismi ve özel bir anlamı vardır. Hakemin de şeriavte özel bir ismi ve özel bir anlamı vardır. Şanı yüce Allah, bunların her birisinin ne anlama geldiğini açıklamış olduğuna göre, alim kişi bir tarafa, şâz görüş ortaya atan bir kişinin bile bunların birisinin manasını öteki ile karıştırmaması gerekir. Dârakutnî, Muhammed b. Sîrîn'den o, Abîde'den, "Eğer aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" ayeti hakkında dedi ki: Bir erkek ve bir kadın, Hazret-i Ali'ye, herbirisi ile bir gurup insan bulunduğu halde geldi. Hz- Ali onlara emir verdi. Bu topluluk da erkeğin akrabalarından bir hakem, kadının akrabalarından bir hakem gönderdiler. Hazret-i Ali iki hakeme şöyle dedi: Vazifenizin ne olduğunu biliyor musunuz? Eğer onları, ayırmayı uygun görürseniz, onları ayıracaksınız. Bu sefer kadın şöyle dedi: Ben lehimde ve aleyhimde olanıyla Allah'ın Kitabında olana razıyım. Koca da dedi ki: Ayrılığa razı olmam. Bu sefer Hazret-i Ali şöyle dedi: Yalan söyledin. Allah'a yemin ederim kadının ikrar edip kabul ettiğinin bir benzerini sen de ikrar edip kabul etmediğin sürece sana hiçbir fırsat tanımam. Dârakutnî, III, 295. Bu, isnadı sahih ve sabit bir hadis olup, Hazret-i Ali'den, İbn Sirin'den o, Abide yoluyla ve değişik yollarla sabit olarak rivâyet edilmiştir. İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., XVIII, 109. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) söylemiştir. Şayet iki hakem vekil yahut şahid olsalardı, Hazret-i Ali onlara görevinizin ne olduğunu biliyor musunuz demezdi. Bunun yerine: Size hangi hususlarda vekalet verildiğini biliyor musunuz derdi. Bu da gayet açık bir husustur. Ebû Hanîfe de, Hazret-i Ali'nin kocaya söylediği "Kadının razı olduğu şeye sen de razı olmadıkça buradan ayrılamazsın" sözünü delil göstermiştir İşte bu, Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre, onların, kocanın rızası ile olmadıkça ayrılmayacaklarına delil görülmektedir. Diğer tara İta a, icma ile kabul olunan asıl kaide şu ki, talâk, kocanın elinde yahut da kocanın bu yetkiyi verdiği kimsenin elindedir. Mâlik ve ona tabi olanlar ise, devlet yetkilisini, köle ve innî'nin (iktidarsızın) aleyhine boşamada bulunması kabilinden kabul etmişlerdir. 4- Hakemler Arasında Ayrılık Olursa: Eğer iki hakem arasında ayrılık görülürse, söyledikleri geçerli olmaz ve görüş birliği halinde kabul ettikleri şey dışında hiçbir sözleri bağlayıcı olmaz. Bir mesele hakkında hüküm veren iki hakem hakkında durum böyledir. Onlardan birisi ayrılığa hüküm verse, diğeri de buna hüküm vermeyecek olsa, yahut onlardan birisi belli bir mal ödenmesi hükmünü verse, diğeri bunu kabul etmese, ikisi de ittifak etmedikleri sürece, her iki hüküm de birşey ifade etmez. Mâlik, üç talâk ile karı-koca'yı boşayan iki hakemin durumu hakkında şöyle demektedir: Bu üç talaktan birisi bağlayıcıdır. Onların tek bâin bir talaktan daha fazlasıyla ayırma yetkileri yoktur. Bu İbnü'l-Kasım'ın da görüşüdür. Yine İbnü'l-Kasım der ki: Eğer bu hususta iki hakem görüş birliğine varırlarsa, üç talâk da bağlayıcı olur. el-Muğire, Eşheb, İbn Mâcişûn ve Esbağ da bu görüştedir. İbnu’l Mevvâz der ki: Hakemlerden birisi bir talâk, diğeri üç talâk hükmünü verecek olursa , bir talâk sözkonusudur. İbn Habib de Esbağ'dan bunun bir değer ifade etmeyeceğini nakletmektedir. 5- Tek Bir Hakem Yeterli midir? Tek bir hakem göndermek yeterlidir. Çünkü yüce Allah, zina hususunda dört şahid ile hüküm verdiği halde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zina eden kadına yalnızca Uneys'i göndermiş ve ona: "Kadın zina ettiğini itiraf ederse, onu recmet! demişti." Buhârî, Vekâlet 13, Sulh 5, Şurût 9, Ahkâm 29, Âhâd 1, Eymân 3; Müslim, Hudûd 25; Tirmizî, Hudûd 5, 8, Kudâd 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Dârimî, Hudût 12; Müsned, IV, 115, 116. Abdulmelik de el-Müdevvene'de böyle demiştir. Derim ki: Tek kişinin hakem olarak gönderilmesi câiz olduğuna göre, eşler bir kişiyi hakem kabul edecek olurlarsa bu da yeterlidir. Hatta, her ikisinin buna razı olmaları halinde bunun câiz olması öncelikle söz konu su dur, Yüce Allah, hakemleri gönderme hususunda eşleri değil de onların dışında kalanları muhatap almıştır. O halde, eşlerin kendileri iki hakem gönderip her ikisi hüküm verecek olurlarsa hakemlerin hükmü geçerli olur. Çünkü bize göre tahkim (hakem kabul etmek) caizdir. Hakemlik uygulaması her meselede geçerlidir. Ancak bu, hakemlerin herbirisinin başlı başına âdil olmaları halinde böyledir. Eğer hakem âdil değilse, Abdulmelik: Hakemin hükmünün nakzolacağını (bozulacağını) söylemektedir, Çünkü bunlar kendilerini aşan. bir işe kalkışmışlardır. İbni’l-Arabî der ki: Sahih olan âdil hakemin vereceği hükmün geçerli olacağıdır. Eğer bu şekilde bir hakem tayin etme bir vekalet verme ise, bilindiği gibi vekilin fiili geçerlidir. Eğer bir tahkim ise, onlar o hakemi kendiliklerinden Öne geçirmiş oluyorlar, Vekâlet verme hususunda etkili olmadığı gibi, ğararın bunda da herhangi bir etkisi olmaz. Diğer taraftan yargı meseleleri tümüyle ğarara (aldanma, hata yapma, kandırılma risk ve ihtimali) dayalıdır, Mahkûmun aleyhine hükmün kendi için ne gibi sonuçlar getireceğini bilmesi bu konuda gerekli değildir. (Devamla) İbnü'l-Arabi der ki: İki hakem tayini meselesini yüce Allah açık hükme (nassa) bağlamıştır. Ve eşler arasında herhangi bir ayrılığın yahut anlaşmazlığın ortaya çıkması halinde hükmün bu şekilde olacağını bildirmiştir. Bu ise, ümmetin hakem göndermek hususunda bunun asıl dayanağı teşki) ettiği üzerinde icma ile kabul ettiği büyük bir meseledir. Hakem göndermenin doğuracağı sonuçların tafsilatı hususunda ümmet âlimleri ihtilaf etmiş olsa dahi bu böyledir. Diğer taraftan, bu hususta Kitab ve Sünnetin gerektirdiğinden gafil olup: İki hakem emin bir kimsenin eline teslim edilir diyen bizim beldemizin halkına gerçekten hayret edilir. Açıkça göreceğiniz gibi, nassa karşı bir inatlaşma vardır. Bu hususta onlar, ne Allah'ın Kitabına danıştılar, ne kıyas yapmakla yetindiler. Ben bu konuda gerekli uyarı ve teşviklerimi yaptığım halde, karı-koca arasındaki anlaşmazlık halinde iki hakem gönderme teklifini. yalnızca bir hakim kabul etti, şahid ile birlikte yemine dayanarak hüküm vermeyi de bir başka hakimden başkası kabul etmedi. Allah bu hususta bana imkân verince de, (kadı olunca da.) gereken şekliyle Sünneti uygulamaya koyuldum. Her taraflarını Örten cehaletleri dolayısıyla sen bizim beldemizin halkına hayret etme! Fakat, iki hakemden hiçbir haberi bulunrmyan Ebû Hanîfe'ye hayret et; hatta Şâfiî'ye İki defa hayret et! Çünkü Şâfiî şöyle demiştir "Bu ayetin zahiren ifade eder gibi göründüğü husus, bunun her iki eşi de birlikte kapsayan hususlara dair olduğudur. Tâ ki, her ikisinin hali bu durumda birbirine benzesin, Bunun böyle olması şundandır: Ben yüce Allah'ın, kocanın serkeşlik etmesi halinde, karı-kocanın birbirleriyle sulh etmelerine izin. verdiğini gördüğüm gibi, Allah'ın hududunu ayakta tutamamaktan korkmaları halinde ise, hul’ yapmalarına izin verdiğini gördüm. Bu ise, (hul'un) ancak hammın rızası ile olabileceği ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır. Yine yüce Allah, kocanın bir eşi bırakıp yerine bir başka eş almak islediği takdirde, önceki hanıma verdiğinden herhangi bir şey almasını yasaklamıştır. Bizim aralarında anlaşmazlık doğmasından korktuğumuz hususlarda. iki hakem göndermeyi emrermesi de, bu iki hakemin hükmünün eşlerin hükmünden ayrı olacağının delilidir. Durum böyle olduğu takdirde, kocanın ailesinden bir hakem, hanımın ailesinden de. bir hakem gönderilir. Her iki hakem, ancak eşlerin rızası ve vekil tayin edilmeleri ile güvenilir iki şahıs olarak gönderilirler. Bu konuda uygun gördükleri takdirde iki hakem onları bir araya da getirebilir, birbirinden ayırabilir de. İşte bu, iki hakemin her iki eşin vekili olduklarının delilidir." 36Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşularınıza ve uzak komşularınıza, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı onsekiz başlık altında sunacağız: 1- Allah'a Şirk Koşmaksızın İbadet: İlim adamları icma ile bu âyet-i kerimenin, üzerinde ittifak olunan muhkem âyetlerden olduğunu, bundan hiç bir şeyin nesh olmadığını kabul etmişlerdir. Aynı şekilde bütün (ilâhî) kitaplarda da bu âyet-i kerîme böylece yer almıştır. Bu böyle olmasaydı dahi, buna dair Kitabta bir hüküm indirilmemiş olsa bile, aklî bakımdan bu böylece bilinecekti. Daha önce ubudiyetin hüküm koymak ve tercihte bulunmak (ihtiyar) yetkisine sahip olana (Allah'a) karşı zillet arzetmek ve ihtiyacını sunmak anlamında olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, kullarına kendisinin huzurunda zilletlerini arzetmelerini ve bunu yaparken de ihlâslı olmalarını emretmektedir. Âyet-i kerîme, amellerin Allah'a ihlâs ile yapılmaları, riya ve benzeri şeylerin şaibelerinden arındırılmaları gerektiği hususunda aslî bir dayanaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak tutmasın." (el-Kehf, 18/110) Bu o, kadar önemlidir ki, bazı ilim adamlarımız şöyle demiştir: Bir kişi serinlemek kastıyla abdest alsa, yahut midesini rahatlatmak için oruç tutsa, bununla beraber de yüce Allah'a yaklaşmayı niyet eıse, bu yeterli olmaz. Çünkü o, Allah'a yakınlaşmak niyetine bir de dünyevî bir niyeti karıştırmıştır. Halbuki, halis olmayan amel, Allah için olamaz. Nitekim yüce Allah: "Şunu bilki, halis din yalnız Allah'ındır" (ez-Zümer, 39/5) diye buyurmaktadır. Yine bir başka yerde de: "Onlar Allah'a ancak dini yalnız O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle etnrolundular" (el-Beyyine, 93/5.) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde İmâm olarak namaz kıldırmakta olan bir kimse, bir başkasının rükûa eğilmekte olduğunu hissedecek olursa, onu (rükûdan kalkma vakti sona ermişse) beklemez. Çünkü, onun da rükûa eğilmesini beklemek suretiyle rükûnun yüce Allah'a ihlâsla yapılmış olmasını ortadan kaldırır. Müslim'in Sahihinde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah buyurdu ki: "Ben ortaklar arasında şirke en muhtaç olmayanım. Her kim bir amel işleyip de o amelde Benimle beraber Benden başkasını ortak edecek olursa, onu o şirk koşmasıyla başbaşa terkederim." Müslim, Zühd 46; İbn Mâce, Zühd 21. Dârakutnî Enes b. Mâlik'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasulûllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde mühürlü sabiteler getirilir. Bunlar yüce Allah'ın huzurunda dikilir. Yüce Allah meleklere bunu bırakın, bunu kabul edin, diye buyurur. Melekler derler ki: İzzetin hakkı için biz hayırdan başka birşey görmemiştik (de ona binaen yazmıştık). Aziz ve celil olan Allah, -ki O, en iyi bilendir- şöyle buyurur: Bu benden başkası içindi. Ben bugün ancak kendisiyle Benim rızam aranmış bulunan ameli kabul ediyorum," Dârakutnî, l. 51. Yine Dârakutnî, ed-Dahhâk b. Kays el-Fihrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ben hayırlı bir ortağım. Her kim Benimle birisini ortak koşacak olursa, o şey Benim ortağıma aittir. Ey insanlar, amellerinizi ihlasla, yalnız yüce Allah için yapınız. Çünkü muhakkak Allah, ancak kendisi için ihlâsla yapılanı kabul eder. Hiçbir zaman bu Allah içindir ve akrabalık hakkı İçindir, demeyinim. Çünkü o takdirde o, akrabalık hakkı için olur. Ondan Allah için hiçbirşey olmaz. Hiçbir zaman; Bu Allah içindir ve bu sizin içindir, demeyiniz, O takdirde o, (hepsi) sizin için dediğiniz kimseler için olur ve onlardan yüce Allaha ait hiçbir şey olmaz." Dârakutnî, 1, 51. Bu husus sabit olduğuna göre, şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah onlardan razı olsun) şöyle demişlerdin Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de haramdır. Şirkin esası, ulûhiyetinde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmaktır. İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Âyetinde kastedilen şirk de budur. Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı olduğuna inanmaktır Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili bağımsız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir varlığın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin mecusileri olarak bilinen Kaderiyye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi, İbn Ömer, bunlardan uzak olduğunu ifade etmiştir. Cibril hadîsi aslında pek çok yerde geçmekle birlikte; İbn Ömer'in söylediği bu sözlerin de yer aldığı rivâyetlerin geçtiği yerler şunlardır: Müslim, Îman 1; Ebû Dâvûd, Simne 16; Tirmizî, îman 4; Müsned, II, 107. Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yüce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir. İşte haram oluşunu beyan etmek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve Hadîs-i şerîfin varid olduğu şirk türü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve oldukça gizlidir. Cahil ve anlayışsız olan kimseler bunu bilemezler. Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn Mâce'nin Sünenînde, Ebû Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashâb-ı ki ramdandır- şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah buyurdu ki: "Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyâmet gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir münadi şöyle seselenecektir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması gereken amelinde bir başkasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar arasında, ortaklığa en ihtiyacı olmayandır." İbn Mâce, Zühd 21; Müsned, III, 466, IV, 215. İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizler el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkageldi ve şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Deccal'den daha da korkulması gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı namazını süslemesidir." İbn Mâce, Zühd 21 İbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Şu kadar var ki, Allah'tan başkası için yapacakları ameller ve itaat edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum)." İbn Mâce, Zühd 21; Müsned, IV, 124. Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirü’l-Usûl'de) Tirmizî, el-Hakim, Nevadiri'l-Usul, II, 585. rivâyet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (18/110. âyetin tefsirinde) bu Hadîs-i şerîf gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti de açıklanacaktır. Hadisin Müsned, IV, 124 ile Nevadiru'l-Usûl, II. 585'te yer alan rivâyetlerinde "gizli şehvet" böylece açıklanmaktadır. (Ayrıca; el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, III, 201) İbn Lehîa de, Yezid b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu: "Gizli şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için öğrenmesidir." Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (radıyallahü anh) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi, kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla beraber o fiilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için başlar, Allah'tan başkası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete gelir. Böyle bir kimse tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade etmelidir. Üçüncüsü ise, ihlâs ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden huzur duyarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman, oğluna şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir. Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın İlacı nedir diye sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye sorulunca, şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ihlâs ile gir (başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir kimsenin muttali olmasını isteme- Yine devamla der ki: İnsanların muttali olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kimse değildir. Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlâs ile başlayıp..." ifadesi ile ilgili olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayısıyla huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail olmak için olursa, bu yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ameline muttali olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar. Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları muttali kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu sevinci Allah’ın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır; "De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yûnus, 10/58). Buna dair geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar. Yine Sehl'e, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider." İbn Mâce, Zühd 25; Tirmizî, Zühd 49. Hadisi sorulunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu ameli dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayıdır. İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah için ihlâs ile yapılması gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresi'nde (2/139- âyette) İhlasın gerçek mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. Yüce Allah'ın: "Ana-babaya... iyilik edin" âyetine gelince, (köle olmaları halinde) anne-babayı azad etmenin, onlara yapılacak iyilikler tümiesinden olduğu bu sûrenin baş tarafında açıklanmış bulunmaktadır. İleride Subhân (el-İsra) Sûresi'nde onlara iyilik yapmanın hükmü (17/23-24. âyetlerin tefsirinde 2-14. başlsklarda) yeterince açıklanacaktır. İbn Ebî Able, "iyilik yapın" kelimesini ötrelî olarak şeklinde okumuştur. Yani onlara iyilik yapmak vaciptir. Diğerleri ise onlara iyilik yapın, anlamında olmak üzere bu kelimeyi nasb ile okumuşlardır. İlim adamları der ki: Lütuf ve ihsanda bulunan yaratıcıdan sonra, şükre, iyi davranmaya, onlara iyilik ve itaatle bağlı kalmaya, boyun eymeğe en lâyık olan kimseler, Allah'ın kendisine ibadet, itaat ve şükrü ile iyilikte bulunmayı zikrettiği kimselerdir. Bunlarsa anne ve babadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bana ve anne-baba na şükret diye..." (Lukman, 31/14) İkisi de Vasıflı olan Şube ve Huşeym'ün Ya'la b. Atâ'dan o, babasından o, Abdullah b. Amr b. el-As'dan naklettiğine göre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Rabbîn rızası, anne-babanın rızasına bağlıdır. Onun gazabı da anne-babanın gazabından ötürüdür." Tirmizî, Birr 3; el-Hâkim , el-Müstedrek, IV, 152. Ancak "anne-baba" anlamına gelen "el-vâlîdeyn" yerine, "baba" anlamına gelen; "el-valid" şeklindedir. Ayrıca bk. el- Heysemî, Mecmau'z Zevaid. VIII, 136. 3. Akrabaya, Yetimlere ve Yoksullara İyilik: Yüce Allahın: "Akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin" âyetine gelince, buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/83. âyet, 4 ve 5. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’ın: "Yakın komşularınıza ve uzak komşularınıza”, iyilik edin" âyetine gelince: Yüce Allah, komşunun korunması, hakkının yerine getirilmesini emretmiş ve onun haklarına gereken riâyetin, gösterilmesini de hem Kitabında, hem Peygamberinin diliyile tavsiye etmiştir. Nitekim yüce Allah, anne-baba ve akrabalardan sonra komşu hakkını sözkonusu ederek: "Yakın komşularınıza" diye buyurduğu gibi: "Uzak komşularınıza" yani yabancı komşularınıza da iyilik edin diye buyurmuştur. "el-Câr el-cunub"u yabancı komşu diye açıklayan İbn Abbâs'tır. Sözlükte de "el-cunub" uzak ve yabancı demekti):. Filan kişi ecnebidir sözü de buradan gelmektedir. Uzaklık anlamına gelen "cenabet" de böyledir. Dilciler şu beyiti zikrederler: "Artık sen beni Nâil'den uzak tutmak suretiyle mahrum bırakma beni; Çünkü ben çadırlar ortasında yabancı kalmış bir kişiyim." Bu beyitin şairi Alkame b. Abde, övdüğü el-Haris b. Cebd'in evinde ashâb bulunan kardeşi Şasi serbest bırakmasını kastediyor (İbn Manzıır, Lisanû'l- Arab, I, 277). el-A'şâ da der ki: "Uzak bir yerden Hureys'e ziyaretçi olarak geldim Fakat Hureys bana birşeyler bağışlamaktan yana donuk idi. el-A'meş ile el-Mufaddal, uzak komşuknmza" âyetini şeklînde ikinci kelimedeki "cim" harfini üstün ve "nun" harfini sakin olarak okumuştur ki, bu da bu kelimenin bir başka söyleyişidir. Arada herhangi bir akrabalık bulunmadığı takdirde denilir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Burada bir muzafın takdir edildiği de söylenmiştir. Buna göre; yanı bulunan, komşu takdirindedir. Yan tarafta (bitişik komşu) anlamına geldiği de söylenmiştir. Nevt" eş-Şami der ki: "Yakın komşu”dan kasıt, müslüman komşudur, "uzak komşu”dan kasıt ise, yahudi ve hıristiyan komşudur. Derim ki: Buna göre, komşu hakkına riâyetin tavsiye edilmesi, müslüman olsun, kâfir olsun emrolunmuş ve teşvik olunmuş bir iştir. Sahih olan görüş de budur. İyilik yapmak, bazan gözetmek anlamındadır. Bazan güzel geçinmek, eziyet vermekten uzak durmak ve onu korumak anlamına da gelir. Buhârî, Âişe (radıyallahü anha)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cebrâîl bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, nerdeyse onu mirasçı kılacak zannettim." Buhârî, Edeb 28: Müslim, Birr 140; Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Bırr 281 İbn Mâce, Edeb 4; Müsned. 11, 85, 160, 259. Ebû Şureyh Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah'a yemin ederim ki îman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki îman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki îman etmiş olmaz" -Ey Allahın Rasûlü kim (den sözediyorsunuz)? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Vereceği sıkıntılardan yana komşusu kendisini emniyette hissetmeyen kişi." Buhârî, Edeb 29; Müslim, Îman 73; Müsned, IV. 31. VI, 3S5. İşte bu, bütün komşular hakkında umumi bir âyettir. Hazret-i Peygamber üç defa yemin etmek suretiyle ve komşusuna eziyet eden bir kimsenin kamil bir îman ile îman etmiş olmayacağını belirterek, komşuya eziyeti terk etmeyi tekid etmiştir, O halde, mü’minin komşusunu eziyet vermekten çekinmesi, Allah'ın ve Rasûlünün yasakladığı şeyden uzak durması, her ikisinin de razı olacağı ve kullarını işlemeye teşvik ettikleri şeylere de rağbet duyması gerekmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Komşular üç türlüdür Bir komşu vardır ki, üç hakkı vardır. Bir komşu vardır ki, iki hakkı vardır. Bir komşu vardır ki, bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşu, müslüman ve yakın akraba olan komşudur. Bunun komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve müslüman olmak hakkı vardır. İki hakkı bulunan komşu, müslüman komşudur. Bunun müslümanlık dolayısıyla bir hakkı ve komşuluk dolayısıyla bir hakkı vardır. Bir tek hakkı olan komşu ise, kâfir komşudur. Bunun yalnızca komşuluk hakkı vardır. el-Aclunî, Keşfut-Hafâ, I, 328. 5. Yakın Komşu ve Bazı Haklarına Örnekler: Buhârî, Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Benim iki tane komşum vardır. Bunların hangisine hediye vereyim. Şöyle buyurdu: " Kapısı sana daha yakın olana" Buhârî, Edeb 32, Şufa 3, Hibe 16; Müsned, VI 175- 187. 197 239. Bir gurup ilim adamı, bu Hadîs-i şerîfin, yüce Allah'ın, "Yakın komşularınıza" âyetinden ne kastedildiğini açıkladığı görüşündedir. Bu ise, mesken itibari ile sana yakın olan komşu demektir. "Uzak komşu" isey meskeni senden uzak olandır. Ayrıca bunu, komşu lehine şuf anın gerekliliğine de delil göstermişler ve Hazret-i Peygamberin: "Bitişik komşu buna daha bir hak sahibidir" Buhârî, Şuf’a 2. Hiyel 14,15; Ebû Dâvûd, Buyü', 73; Nesâî, Buyû' 109: İbn Mâce, Şuf’a 2; Müsned, V, 10, 390. hadisi ile desteklemişlerdir. Fakat bunda buna dair delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Hazret-i Âişe, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a komşulardan kime hediye vermekte başlayacağına dair soru sormuş, Hazret-i Peygamber de, kapısı kendisine daha yakın olandan bağlıyacağını, böyle bir komşunun ötekilerinden daha önce geldiğini bildirmiştir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu hadis-i geril;, duvarı bitişik olmıyan kimse hakkında da komşu tabirinin kullanılacağına delildir. Ebû Hanîfe, bu hadisin zahirinden uzaklaşarak şöyle demiştir; Bitişik komşu eğer şufayı istemez, (şufa talebinde bulunmaz) buna karşılık ona bitişik olan ancak (satılan) eve bitişik, yolu da, duvan da yoksa, o komşunun bu evde şuf’a hakkı yoktur. Halbuki genel olarak ilim adamları şöyle demektedir Kişi komşuları lehine bir vasiyette bulunacak olursa, ona bitişik olan komşuya da verilir, diğerlerine de verilir. Ancak Ebû Hanîfe, genel olarak ilim adamlarından (onların kanaatlerinden), ayrılarak: Yalnızca bitişik olan komşuya verilir, demektedir. Komşuluğun sınırı hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptir. el-Evzaî şöyle dermiş: Her taraftan kırk ev. İbn Şihab da böyle demiştir. Rivâyet edildiğine göre, bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şöyle demiş: Ben bir kavmin kaldığı mahallede konakladım. Onların arasında bana en yakın komşu olanları bana en fazla eziyet edenleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi mescidlerin kapılarında yüksek sesle şöyle bağırmak üzere gönderdi: "Şunu bilinki, kırk ev komşudur. Komşusu vereceği zararlardan emniyet altında olmıyan bir kimse, cennete giremez." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 169. Hazret-i Ali b. Ebî Tâlib der ki: Ezan sesini işiten kişi komşudur. Bir kesim de şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildiğini duyan kişi o mescidin kornşusudur. Bir diğer kesim de şöyle demektedir; Bir kimse ile aynı mahallede, yahut aynı şehirde oturan kimse komşudur. Yüce Allah da; "Eğer münafıklar... vazgeçmezlerse... sonra da onlar orada ancak az bir zaman seninle komşuluk ederler," (el-Ahzab, 33/60) diye buyurmakta ve böylelikle onların Medine'de bir arada bulunmalarını komşuluk olarak değerlendirmektedir. Komşuluğun bir takım mertebeleri vardır ve biri diğerine daha çok yakındır. Bunların en yakın olanları ise zevcedir. Nitekim şair şöyle demiştir; "Ey komşum, (hanımım) bâin talakla benden boş ol! Sen haydi sen boş oldun." 7. Komşuya İyilik Yapma Örnekleri; Müslim'in Ebû zer'den rivâyet ettiği şu hadiste komşuya iyilik türlerinden bimine örnek Ebû Zer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zer, sen bir çorba pişirecek olursan suyunu çok kat ve komşularını gözet." Müslim, Bîrr 142-143; İbn Mâce, Et'ime 58; Dârimî, Et’ime 37; Müsned, V, 161, 171. Böylelikle Hazret-i Peygamber üstün ahlâkî değerlere teşvikte bulunmuştur. Çünkü bu şekildeki davranışlar, karşılıklı sevgiyi, güzel geçimi doğurduğu gibi, ihtiyacı ve fesadı da defederler. Komşu komşusunun penceresinin çıkardığı kokulardan rahatsız olabilir. Belki, onun çoluk çocuğu vardır da, bunların zayıflarının o kokular dolayısıyla o yemeğe canı çeker. Onların. İhtiyaçlarını karşılamak durumunda olan. kimse ise, çoluk çocuğunun acıları ve bundan dolayı karşı karşıya kalacağı mükellefiyet ona ağır gelebilir. Bilhassa onların sorumluları zayıf veya dul bir kadın ise, bu zorluk daha bir artar, bu acı ve hasret daha da ileri derecelere vanr. Denildiğine göre, Hazret-i Yakub'un Hazret-i Yusuf'un ayrılma cezasına sebep bu olmuştu. İşte bütün bunlar onlara götürülüp verilecek bir parça yemeğe onları ortak etmek suretiyle bertaraf edilir İşte bu anlam dolayısıyla Hazret-i Peygamber yakın komşuya hediye vermeyi teşvik etmiştir. Çünkü yakın komşu, komşusunun evine girip çıkana bakar. Bunları gördüğü vakit, bu hususlarda ona ortak olmayı arzular. Yine gaflet ve gafil avlanabilme zamanlarında karşıkarşıya kalabildiği bir ihtiyaç halinde, komşunun yardımına en çabuk koşan yine komşudur. Bundan dolayı evi daha yakın olmakla birlikte kapısı daha yakın olana (hediye vermekle) başlamayı irşad buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İlim adamları der ki: Hazret-i Peygamber: "Suyunu çok kat!" buyurmakla cimri olana işi kolaylaştırmaya oldukça incelikli bir şekilde dikkat çekmiş, işaret buyurmuştur. Artırılacak olan şeyi parasız olan su diye belirlemiştir. Bundan dolayı o: "Bir çorba pişirdiğin zaman onun etini artır" dememiştir. Çünkü bunu yapmak herkes için kolay değildir Şair ne güzel söylemiş: "Birdir benim tencerem ile komşumun tenceresi O tencere bana gelmeden önce ona gider." Hazret-i Peygamberin: "Sonra komşularından bir aile halkını gör ve onlara bu çorbadan maruf olan birşeyler gönder" Müslim, Birr 143. âyeti sebebiyle hakir görülen ve oldukça basit ve Önemsiz şeyler hediye olarak verilmez. "Onlara maruf olan birşeyler gönder" sözü, hediye olarak verilmesi örf haline gelmiş olan birşey gönder, demektir. Az bir miktar her ne kadar hediye olarak verilen şeylerden ise de? bu azıcık miktar bu seviyeye çıkamıyabilir. Eğer azıcık miktardan fazlasını hediye edemiyecek durumda, ise, onu hediye ediversin ve onu da basit ve önemsiz görmesin. Kendisine hediye verilen kabul etmelidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey mü’min kadınlar, sizden herhangi biriniz, yanık bir koyun bacağı olsa dahi komşusuna (yereceği hediyeyi) asla önemsiz görmesin." Bunu Mâlik, Muvattâ adlı eserinde zikretmiştir. Muvatta’', Sadaka 4; Buhârî, Edeb 30, Hibe 1; Zekât 90: Tirmizî, Velâ 6; Müsned, II, 264 307, 432, 493. Biz bu hadisteki "Ey mü’min kadınlar" anlamına gelen: kelimesindeki "mü’mineler" anlamına gelen "el-Mü’minat" kelimesini muzaf olarak değil, merfu olarak kaydetmiş bulunuyoruz. İfadenin takdiri İse: şeklindedir. Nitekim Ey kerim adamlar! denilmesi de böyledir Görüldüğü gibi burada da münâdâ olan; ibaresi hazf edilmiştir. Kadınlar anlamına gelen; kelimesi ise, buna sıfat takdirindedir. Mü’mineler ise "kadınlar" kelimesinin sıfatıdır- Bunun izafet şeklinde diye söyleneceği söylenmiş ise de birincisi daha çok görülen bir husustur. Komşuya gereken şefkati göstererek, onun bir kerestesini (kendi duvarına) yerleştirmesine engel olmamak da komşuya ikram kabilindendîr. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, komşusunun kendi duvarına bit1 kalası gömüp yerleştirmesine engel olmasın." Daha sonra Ebû Hüreyre şöyle der: Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz çevirdiğinizi görüyorum? Allah'a yemin ederim ki, ben bunu sizin huzurunuzda gözünüzün önünde açıkça söylüyeceğim. (Bundan geri durmayacağım). Buhârî, Mezâlim 20; Müslim, Musâkaat 136; Ebû Dâvûd, Akdiye 31; İbn Mâce; Muvatta’', Akdiye, 32; Müsned, II, 240, 463. Buradaki "kalas" kelimesi çoğul olarak ve: Kalaslarına şeklinde çoğul olarak da, tekil olarak da rivâyet edilmiştir. Ayrıca "aranızda, önünüzde" anlamına gelen: kelimesi de kollarınız arasında (veya önünüzde)" anlamına gelecek şekilde: diye de rivâyet edilmiştir. Mutlaka ben bunu atacağım ifadesi ise; ben bu sözü ve bu olayı mutlaka size nakledeceğim! demektir, Buna dayanarak bunun vücup ifade ettiği mi söylenecektir, yoksa mendupluk ifade ettiği mi? Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Mâlik, Ebû Hanîfe ve arkadaşları bunun komşuya iyilik yapmak, onu müsamaha ile karşılamak, ona ihsanda bulunmaya teşvik anlamında olduğu görüşündedirler Yoksa bu bir vücup ifade etmez. Buna delil ise Hazret-i Peygamber'in: "Gönül hoşluğu ile olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal olmaz" Müsned, V, 72. hadisidir. Derler ki: Hazret-i Peygamberin "Komşusuna engel olmasın" âyetinin anlamı da tıpkı Hazret-i Peygamberin şu buyruğundakî mana gibidir: "Sizden herhangi birisinden hanımı mescide gitmek üzere izin İstiyecek olursa ona engel olmasın. Buhârî, Ezan 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Dârimî, Salât 57; Müsned II, 9. Bunun ise herkese göre ifade ettiği mana, kocanın bu hususta göreceği salah ve hayra göre mendupluk ifade ettiğidir. Şâfiî, arkadaşları, Ahmed b. Hanbel, İshak, Ebû Sevr, Davud b. Ali ve ehl-i hadisten bir gurup da bunun vücup ifade ettiği kanaatindedirler. Derler ki: Şayet Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işittiklerinden vücup anlamını çıkartmamış olsaydı, vacip olmayan birşeyi onlara vacip kılmazdı. Aynı zamanda bu, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın da görüşüdür. Çünkü o, Muhammed b. Mesleme'nin arazisinden geçecek su arkı ile ilgili meselede, ed-Dahhâk b. Halife'nin lehine, Muhammed b. Mesleme'nin aleyhine hüküm vermiş, Muhammed b. Mesleme: Vallahi olmaz deyince, Hazret-i Ömer de şöyle demişti: "Vallahi onu senin karnının üzerinden olsa dahi ordan geçireceğim" dedikten sonra Hazret-i Ömer, ed-Dahhak'a su arkını oradan geçirmesini emretmiş, ed-Dahhak da böyle yapmıştı. Bunu da Mâlik Muvatta’''da rivâyet etmiştir. Muvatta’', Akdiye 33. Şâfiî de "er-Bed" adlı eserinde Mâlik'in bu bölümde Hazret-i Ömer'e muhalif sahabeden her hangi bir kimse bulunmadığını iddia etmekte ve Mâlik'in bunu rivâyet edip kitabına almasına rağmen bunu delil olarak kabul etmeyip kendi görüşüne istinaden reddetmesini tepki ile karşılamaktadır. Ama Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) şöyle demektedir: Durum Şâfiî'nin iddia ettiği gibi değildir. Çünkü Muhammed b. Mesleme'nin bu husustaki görüşü Hazret-i Ömer'in görüşüne muhalifti. Ensar'ın İbn Abdi’l-berr, el-İstizkâr, XXII, 230 ensarinin" şeklinde, tekil olarak geçmektedir. görüşü de aynı şekilde Hazret-i Ömer'in görüşüne muhalif idi. Abdurrahman b. Avf'ın kendisine ait olan bir suyu, bir başkasının bahçesinden geçirmesi kıssasında ve bunu değiştirmesinde de (Ha. Ömer'e muhalif kanaate sahip olan ashâbın) bulunduğunu görmekteyiz. Ashâb-ı kiram arasında görüş ayrılığı bulunduğu takdirde ise, kıyasa başvurmak gerekir. Kıyas, müslümanların kanlarının, mallarının, ırzlarının özel olarak gönül hoşluğu ile olanları müstesna, birbirlerine haram olduklarına delâlet etmektedir. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan da budur. Ebû Hüreyre'nin: Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz çevirdiğinizi görüyorum. Allah'a yemin ederimki bunu önünüze atacağım, şeklindeki sözü, veya buna benzer ifadesi, bu husustaki kanaatin hilâfına delil olarak gösterilebilir. Ancak birinci görüşün sahipleri şu şekilde cevap vermektedirler: Burada irtifak hakkı gereğince hüküm vermek, sünnetten sabit olan delil ile Hazret-i Peygamberin: "Gönül hoşluğu ile olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal olmaz" âyetinin kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü bunun anlamı temlik ve tüketmektir. Bu hadiste irtifak hakkıyla alakalı birşey yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ikisi arasında hüküm bakımından fark gözetmiştir. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fark gözettiği şeylerin aynı hükümde bir arada görülmemesi gerekir. Yine Mâlik şunu nakletmektedir: Medine'de Ebû'l-Muttalip adında bu şekilde hüküm veren bir hakim varmış. Bu görüşün sahipleri ayrıca el-A'meş'in Enes'den rivâyet ettiği şu haberi de delil gösterirler; Enes dedi ki: Uhud gününde bizden bir genç şehid düştü. Annesi yüzündeki toprağı silip: Müjdeler olsun sana, ne mutlu sanaki cennetliksin demeye koyuldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise ona şöyle dedi: "Nerden biliyorsun? Belki o, kendisini ilgilendirmeyen hususlar hakkında söz söyler ve kendisine zarar vermeyen şeylere mani oluyordu." el-A'meş'in Enes'den hadis dinlediği sahih bir rivâyet yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., XXII, 229-231. Bu açıklamaları Ebû Ömer yapmıştır. Vârid olan'bir Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), komşunun irtifak haklarını bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Bu hadisi Muaz b. Cebel şöylece rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü Komşunun hakkı nedir? dedik. Şöyle buyurdu: "Senden borç isterse ona borç verirsin. Senden yardım İsterse ona yardım edersin. Muhtaç olursa ona verirsin. Hastalanırsa onu ziyaret edersin. Ölürse cenazesinin arkasından gidersin. Ona bir hayır isabet ederse bu seni sevindirir ve bundan dolayı onu tebrik edersin. Ona bir musibet isabet ederse bu da seni rahatsız etmeli ve bundan dolayı ona taziyetlerini bildirirsin. Tencerenin koku ve dumanı ile onu -ona o tencereden bir kepçe göndermedikçe- rahatsız etmezsin. Yukardan onun evini gözetlemek üzere ve ona gelecek rüzgarı kapatsın diye onun izniyle olmadıkça binanı ondan daha yükseğe çıkarmazsın. Herhangi bir meyve salın alacak olursan ondan ona da hediye gönder. Aksi takdirde gizlice onu evine sok. Çocukların ondan herhangi bir parçayı alıp dışarı çıkarak onun çocuklarını bu sebepten dolayı rahatsız etmesin. Benim söylemek istediğimi iyice anlıyor musunuz? Allah'ın rahmeti ile karşıladığı az sayıdaki kimseler müstesna, komşunun hakkı ödenemez." Veya buna yakın ifadelerle bunu açıkladı. Bu hadis kapsamlı bir hadistir. Ve hasen bir hadistir. İsnadında, Ebû’l-Fadl, Osman b. Macar eş-Şeybani vardır ki, pek hoş karşılanan bir ravi değildir. 11. Komşuluk Haklarının Sabit Olması için îman Şart mıdır? İlim adamları der ki: Komşuya ikrama dair hadis-î şerifler, kayıtlı olarak değil, mutlak olarak gelmiştir. Açıkladığımız gibi kâfir dahi bunun kapsamındadır. Bu hususta vârid olan haberde ashâbın şöyle dediği nakletilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, biz onlara (kâfir komşularımıza), kurban etlerinden yedirelim mi? Hazret-i Peygamber; "Müşriklere müslümanların kestiği kurbanlıklardan birşey yedirmeyiniz" diye buyurmuştur. Hazret-i Peygamberin, müşriklere müslümanların kestikleri kurbanlardan yedirmeyi yasaklaması, muhtemeldirki, kurban kesenin kendisinin de yemesi, zenginlere de yedirmesi câiz olmayan kişinin ve zimmetinde vacip olan kurbandır. Zenginlere yedirmesinin de mümkün görüldüğü vacip olmıyan kurbanlara gelince, bundan zimmet ehline yedirmek caizdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kurban etinin dağıtılması esnasında Hazret-i Âişe'ye: "Yahudi komşumuzdan başla" diye buyurmuştur. Yine rivâyet edildiğine göre, Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın ailesi arasında bir koyun kesilmiş idi. Abdullah eve gelince üç defa: Yahudi komşumuza hediye ettiniz mi? diye sordu. Çünkü ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Cebrâîl bana komşuyu o derece tavsiye etti ki, neredeyse onu mirasçı kılacak sandım." Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Birr 28 ayrıca Hazret-i Âişe yoluyla rivâyet edilen hadis ve kaynakları için de "dördüncü başlık" a bakınız. Yüce Allah'ın: "Yanınızdaki arkadaşa" âyetinden kasıt, yol arkadaşıdır. Taberî muttasıl senetle naklettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ashâbından bir kişi vardı. Her ikisi de birer deve üzerinde idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) su kenarındaki bir koruluğa girdi- Oradan birisi eğri olan iki sopa kopardı. Ağaçlar arasından çıkıp düzgün olanını arkadaşına verdi. Arkadaşı: Ey Allah'ın Rasûlü, bu daha çok senin hakkmdır deyince, Hazret-i Peygamber, "Asla, Ey filân. Çünkü bir başkasıyla arkadaşlık ederi her bir kişi, onunla yaptığı arkadaşlıktan -günün kısacık bir anı kadar dahi olsa- sorumlu tutulacaktır " diye buyurdu. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr: II, 531-532. Rabia b. Ebi Abdurrahman da der ki: Yolculuğun kendine göre üstün adabı, ikâmet halinin de üstün adabı vardır. Yolculuk halindeki üstün adap, azığı bol bol başkasına verebilmek, arkadaşlarla az anlaşmazlık çıkarmak ve Allah'ın gazap ettiği şeyler dışında çokça şakalaşmak. İkamet halinde üstün adaba gelince, mescidlere nnutad bir şekilde gitmek, Kur'ân okumak ve Allah yolunda çokça kardeşleri bulunmak, Esedoğullarından birisi -ki, bunun Hâtem- Taî olduğu da söylenmiştir- şöyle demiştir: "Eğer arkadaşımın ayrıca bir bineği olmayıp, benim bineğimin arkasında değilse, Hiçbir zaman benim ayağım bineğin üzerine çıkmaz. Eğer benim azığımın yarısı onun azığı olmazsa, Ben azıksız da kalayım, benim fazladan hiçbirşeyim de olmasın. Sahib olduğumuz şeylerde içinde bulunduğumuz bu durumda ikimiz de ortağız. Bazen şöyle görüyorum: Benim lütfumdan nail olduğu için âdeta o bana lütuf etmiş gibidir." Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ebi Leylâ: "Yanınızdaki arkadaş" dan zevce olduğunu söylemişlerdir. İbn Cüreyc ise der ki: Yakın arkadaş, senden fayda sağlar umuduyla seninle arkadaşlık yapıp yanından ayrılmayandır. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Bu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, İkrime, Mücahid ve ed-Dahhak'ın da görüşüdür. Âyet-i kerîme umum ifadesi dolayısıyla bütün bu hususları da kapsıyor olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Yüce Allah'ın: "Yolda kalmışa..." âyeti ile ilgili olarak Mücahid der ki: Bundan maksat, senin yanından yolu sana uğrayıp geçip giden kimsedir. Yol (es-Sebîl) geçip gidilen yol demektir. (İbnü's-Sebil yol oğlu şeklinde-yolcunun yola nisbet edilmesi ise, onun yoldan geçmesi ve yoldan ayrılmaması dolayısıyladır. Ona birşeyler vermek, ona yumuşak davranmak, ona gitmek istediği yeri göstermek ve doğruya yöneltmek de yolcuya yapılacak iyilikler cümlesindendir.) 14. Ellerinizin Altında Bulunanlara da İyilik Edin: Yüce Allah: "Ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin" âyeti ile, sahip olunan kölelere de iyilikte bulunmayı emretmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu emri beyan etmiştir. Müslim ve başkaları el-Ma'rur b. Süveyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Rebeze'de iken yolumuz Ebû Zer'e uğradı. Ebû Zer’in üzerinde de bir bürde (sarınılan bir örtü), kölesinin üzerinde de onun gibi bir bürde vardı. Biz Ey Ebû Zer, dedik. İkisini bir araya getirsen tam bir hülle olurdu. Şöyle dedi: Benim ile kardeşlerimden bir diğeri arasında sözlü bir atışma olmuştu. Onun annesi Arap değildi. Annesi dolayısıyla onu ayıpladım. Beni Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikâyet etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşınca şöyle buyurdu; "Ey Ebû Zer, sen kendisinde cahiliyye (nin) izleri bulunan birisisin" Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. İnsanlara sövenin annesine de babasına da söverler. Şöyle dedi: "Ey Ebû Zer sen, kendisinde cahiliyye (nin) İzleri bulunan birisisin. Bunlar sizin kardeşlerinizdîr. Allah onları elinizin altına hizmet etmek üzere vermiştir. O bakımdan yediklerinizden onlara yediriniz, giydiklerinizden onlara giydiriniz. Onlara ağır gelecek, altından kalkamıyacakları işleri yüklemeyiniz. Eğer yükleyecek olursanız, onlara yardımcı olunuz." Müslim, Eyman 38-40; Buhârî, İmân 22, Itk 15 Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre: Bir gün bindiği bir katırın terkisine kölesini de bindirdi. Birisi ona şöyle dedi: Onu indirsen de bineğinin arkasından yürüse, Ebû Hüreyre şöyle dedi: Ateşe dönüşmüş iki demet odunun, yakabildikleri kadar beni yakacak şekilde benimle yürümeleri benim için kölemin arkamda yürümesinden daha sevimlidir. Ebû Dâvûd da, Ebû Zer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Köleleriniz arasından size uygun bulduğunuz kimseye yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz- Size uygun düşmeyeni de satınız ve Allah'ın yarattıklarına azap etmeyiniz." Ebû Dâvûd, Edeb 124; Müsned, V, 1Ö8, 173. Yine Müslim, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yedirmek ve giydirmek kölenin hakkıdır. Köleye kaldırabileceğinden fazla iş yükletilmez." Müslim, Eyman 41. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, kölem ve cariyem demesin. Bunun yerine, fetam (oğlum) ve fetatî (kızım) desin." Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 13-15; Ebû Dâvûd. Edeb 75; Müsned, II, 316, 422, 444, 463, 484, 491, 496, 508. İleride Yusuf (aleyhisselâm) Sûresi'nde buna (feta) kelimesine dair açıklamalar gelecektir, (12/30-36 ve 62. âyetler) Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), efendilere, üstün ahlâkî değerlere bağlılığı teşvik etmiş, iyilikte bulunma yollarını göstermiş, alçakgünüllülük yolunu izlemelerini istemiştir. Tâ ki, kendilerinin köleleri üzerinde üstün bir meziyetleri olduğu görüşüne sahip olmasınlar. Çünkü herkes Allah'ın kuludur ve mal Allah'ındır. Fakat Allah, insanların kimini kimine müsalıhar kılmıştır. Kimini kiminin mülkiyetine vermiştir. Bunu da nimetini tamamlamak ve hikmetini gerçekleştirmek için yapmıştır. Eğer onlara, kendilerinin yediklerinden daha az yedirecek olur, giydiklerinden nitelik itibariyle daha aşağı ve daha az miktarda giydirecek olurlarsa, bu hususta üzerlerindeki görevleri yerine getirmeleri şartıyla câiz olur, bu konuda görüş ayrılığı da yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'in rivâyetine göre, Abdullah b. Artır, bir seferinde huzuruna gelip giren haznedarına şöyle demiş: Kölelere yiyeceklerini verdik mi? O Hayır deyince, Abdullah: Git onlara yiyeceklerini ver. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sahib olduğu kölelerine vereceği yemeği engellemesi kişiye günah olarak yeter diye buyurmuştur" dedi. Müslim, Zekat 40. 15. Köleye ve Hizmetçiye Yapılan Haksızlıkların Kefareti: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim kölesine yapmadığı bir işin cezasını (haddini) vurur yahutta yüzüne bir tokat atarsa, bunun keffâreti o köleyi azad etmesidir." Müslim, Eyman 30; Ebû Dâvûd, Eded 124; Müsned, II, 45, 61. Bundan maksat, haddi gerektiren bir suçu olmadığı halde had miktarına ulaşacak kadar kölesini dövmesidir, Ashâb-ı kiramdan bir topluluğun dövmek hususunda köleleri lehine çocuklarına kısas uyguladıkları, çocukları kısası kabul etmemeleri halinde de köleyi azad ettikleri rivâyet edilmiştir, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kölesine zina iftirasında bulunan bir kimseye Kıyâmet gününde seksen celde olarak had ona uygulanır." Buhârî, Hudûd 45; Ebû Dâvûd, Edeb 124; Tirmizî, Birr 30; Müsned, II, 431, 500. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kölelerine kötü davranan bir kimse cennete girmez." İbn Mâce, Edeb 10: Müsned. I, 4,7, 12. Hazret-i Peygamberin bir başka âyeti de şöyledir: "Kötü huyluluk bir uğursuzluktur. Mülkiyeli altında bulunanlara güzel bir şekilde davranmak bir berekettir." Buraya kadar: Ebû Dâvûd, Edeb 124. "Akrabalık bağını gözetmek, ömrü artırır, sadaka da kötü bir ölümle ölümü bertaraf eder." 16. Köle mi Efdaldir, Hür Olan mı? İlim adamları bu kabilden, hür mü daha faziletlidir, yoksa kölemi hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Islah edici mülkiyet akındaki kölenin iki ecri vardır." Ebû Hüreyre'nin nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah yolunda cihad, hac ve anneme iyi davranmak gereği bulunmasaydı, köle olduğum halde ölmeyi arzu edecektim. Buhârî, Itk; Müslim, Eyman 44-Müsned, II. 330, 402. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki köle, efendisine karşı samimi ve doğru davranır, Allah'a ibadetini de güzel bir şekilde yaparsa, ecri ona iki kat verilir." Buhârî, Itk 16,17; Müslim, Eymân 43; Ebû Dâvûd, Edeb 125; Muvatta’'; İsti’zan 43; Müsned, II, 20, 102, 142. İşte bunlar ve buna benzer âyeti kölelerin daha faziletli olduğunu söyleyenler delil diye göstermiştir. Çünkü köle, İki cihetten muhataptır: Bir taraftan Allah'a ibadet etmesi istenmiştir, diğer taraftan da efendisine hizmet etmesi istenir. İşte Ebû Ömer Yusuf b. Abdi’l-Berr, en-Nemrî ile Hafız Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Ahmed el-Amirî el-Bağdadî bu görüştedir. Hürrün daha faziletli olduğunu söyleyenler de şu sözleriyle görüşlerini delillendirmektedirler: Din ve dünya işlerinde tam bir bağımsızlık ancak hürler için gerçekleşir. Köle ise bağımsızlığı olmadığından dolayı yitik şahıs ve zorla istenen yere çekip çevirilen alet tle, mecburen emir altına verilmiş bir canlıya benzer. Bundan dolayı köle, şahidlik etmek makamından ve birçok velayetlerden birtakım hak ve görevleri ifa edebilmek, makamları işgal edebilmek, selahiyetinden mahrum edilmiş, ona uygulanan hadler, hürlerin hadlerinden daha aşağı tutulmuştur. Bunlar kölenin kadrinin daha aşağı olduğunu hissettirmektedir. Hür kimseden her ne kadar bir tek cihetten talepte bulunulsa dahi o yönde onun vazifeleri daha çoktur. Onun görevlerini ifa ederken karşı karşıya kalacağı sıkıntı ve yükümlülükler daha büyüktür. O bakımdan sevabı da daha fazladır. İşte Ebû Hüreyre: "Şayet cihad ve hac olmasaydı..." sözleriyle buna işaret etmektedir. Yani şayet bu işleri yerine getirememe dolayısıyla kölenin karşı karşıya kaldığı eksik konum olmasıydı... (köle olmayı temenni edecektim) demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 17. Hazret-i Cebrâîl'in Diğer Tavsiyeleri: Enes b. Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu rivâyet ermektedir: "Cebrâîl bana komşuyu o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse onu mirasçı kılacak zannettim. Hadisin buruya kadarki bolümü daha önce dördüncü başlıkta geçmiştir. Kaynaklar için oraya bakılabilir. "Kadınları bana o kadar çok tavsiye etti ki, az kalsın onları boşamayı haram kılacağını zannettim. Köleleri bana o kadar çok tavsiye etti ki, âdeta onlar için belli bir süre tayin edip o süreye eriştiler mi, azad olacaklarını hükme bağlıyacağını zannettim." el-Beyhaki, es-Sunenu'l Kübra, lll. 19. "Bana misvak kullanmayı o kadar çok tavsiye etti ki, ağzımın derisinin soyulacağından korktum." el-Beyhaki a.g.e. VII, 79, el-Azîzi, es-Siracül-Munir Şerhül-Câmiu's Sağir, III, 249. ...Neredeyse... soyulacaktı diye de rivâyet edilmiştir. Gece namazı kılmayı bana o kadar çok tavsiye etmeye devam etti ki, neredeyse ümmetimin hayırlılarının geceleyin, hiç uyuyamayacaklarını zannettim." Bunu Ebû’l-Leys es-Semarkandî, Tefsir'inde zikretmiştir. Hadisin kaynakları için ayrıca bk. Ebû’l-Leys es-Semerkarıdî, Bahru'l-Ulûm, Beyrut. 1413/1993, 354. . 18. Allah Buyû'klenip Böbürlenenleri Sevmez: "Allah büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez" âyeti, onlardan razı olmaz demektir. Şanı yüce Allah, bu niteliğe sahip olanları sevmiyeceği, onlardan razı olmayacağını belirtmektedir. Yanf böyleleri üzerinde Allah'ın nimetinin etkileri görülmez. Bu da bir çeşit tehdittir. Buyû'klenen kimse, (el-Muhtât) kibir duyan kimse demektir. Böbürlenen (el-fahûr) ise, büyüklük taslamak kastıyla kendi menkıbelerini (güzel hallerini) anlatıp durandır. Falır etmek, yükselip kabarmak, başkalarına karşı haddini aşmak demektir. Özellikle burada bu iki niteliğin anılış sebebi, bu iki olumsuz niteliği taşıyan kimselerin bunların etkisi altında kalarak, fakir akraba, fakir komşu ve âyet-i kerimede sözü edilen diğerlerine karşı büyüklenmeye götürüp, Allah'ın bunlara iyilik yapma emrinin zayi olmasına sebep teşkil ettiklerinden ötürüdür. el-Mufaddal'ın naklettiğine göre Âsım, Yakın komşularınıza" anlamındaki âyeti, "cim" harfini üstün ve "nun" harfini de sakin olarak: şeklinde okumuştur. el-Mehdevî der ki: Bu okuyuş, bir muzafın hazf edilmiş olması takdirine bina endir. Yani yakın tarafında bulunan komşu demektir. el-Ahfeş de şunu nakleder: "Bütün insanlar bir yanda, emir de bir yanda." Yan (el-Cenb), cihet ve taraf demektir. Akraba cihetinden... demektir Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 37Onlar ki, cimrilik edenler, insanlara cimriliği emredenler ve Allah'ın lütfuyla kendilerine verdiğini gizliye illettik. Biz o İnkarcılar için küçültücü bir azap hazırlamışızdır. Yüce Allah’ın: "Onlar ki cimrilik edenler, insanlara cimriliği emredenler.." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Nahiv Bakımından Cümlenin Durumu: Yüce Allah'ın: "Onlar ki cimrilik edenler" anlamındaki: âyetindeki; "Onlar ki" âyeti, (önceki âyette geçen): "Onlar ki..." âyetinde yer alan O kimseleri âyetinden bedel olmak üzere nasb mahallindedir. Bu sıfat olmaz. Çünkü O kimse, o kimseler ile, O şey, o şeyler edatları ne vasfedilirler, ne de sıfat olurlar. Bu âyetin böbürlenen kelimesindeki zamirden bedel olmak üzere ref mahallinde olması da mümkündür. Aynı şekilde bunun ref mahallinde olup. ona (bir sonraki âyetin) atfedilmesi de caizdir. Bunun müpledâ olup, haberinin mahfuz olması da caizdir. Yani: Onlar ki, cimrilik edenler... onlar için şu şu vardır. Yahutta haberin: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar... zulmetmez" (en-Nisâ, 4/40) âyetinin olması da mümkündür. Yine bu âyetin, lâfzının hazfı ile mansub olması da mümkündür. O takdirde âyet-i kerîme mü’minler hakkında olur. Bu açıklamaya göre âyet-i kerîme şunu ifade eder: Cimrilik edenler Allah tarafından sevilmezler. O halde ey mü’minler, ismi anılan kimselere iyilikte bulununuz, Çünkü şüphesiz Allah, iyilik yapmaktan alıkoyan niteliklere sahip olan kimseleri sevmez. 2. Cimrilik Yapanlar, Cimriliği Emredenler: Yüce Allah'ın; "Cimrilik edenler, insanlara cimriliyi emredenler" âyetinde zikredilen ve şeriat tarafından yerilen cimrilik, yüce Allah'ın farz kıldığı şeyleri edâ etmekten uzak durmaktır. Bu da yüce Allah'ın: şu "Allah'ın lütfü kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler zannetmesinler fei..." (Ali İmrân, 3/180) âyetini andırmaktadır. Esasen Ali İmrân Sûresi'nde cimrilik ve cimriliğin gerçek mahiyetine dair açıklamalar İle, cimrilik ile eli sıkılık (eş-Şuh) arasındaki farka dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır (3/180, âyet 2 ve 3. başlıklar). İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme ile kastedilenler yahudilerdir. Çünkü yahudiler, hem malları dolayısıyla böbürlenen ve cimrilik edip büyuklenen kimselerdir, hem de Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerine dair âyeti da gizlemiş olanlardır. Bu âyetler ile takiyye yaparak (îman etmediklerinin ortaya çıkması halinde karşı karşıya kalacakları durumlardan sakınarak) infak ve îman eden münafıklar kastedilmiştir Yani şüphesiz Allah, büyüklenip, böbürlenen hiçbir kimseyi sevmediği gibi -i'râba dair belirttiğimiz şekilde- cimrilik eden kimseleri de sevmez. "Biz o inkarcılar için küçültücü bir azap hazırlamışızdır" âyetinde yüce Allah, cimrilik eden mü’minlere yaptığı azap tehdidi ile, kâfirleri tehdidi arasında bir fark bulunduğuna dikkat çekmektedir. Bunu da birinci şekilde davrananları sevmeyeceğini, ikinciler için de küçültücü bir azâbın bulunduğunu belirterek ifade etmektedîr. 38Hem onlar Allah'a ve âhiret gününe îman etmedikleri halde, mallarını İnsanlara gösteriş için harcayanlardır. Şeytan kime arkadaş olursa (bilsin ki) o, kötü bir arkadaştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız; Yüce Allah, bir önceki âyet-i kerimede geçen "Onlarki, cimrilik edenler...dir" âyetine buradaki "Mallarını İnsanlara gösteriş için harcayanlardır" âyetini atfetmiş bulunmaktadır. Bunun (bir önceki âyet-i kerimenin sonunda geçen) 'inkarcı kâfirler"e atfolduğu da söylenmiştir. O takdirde bu âyet cer mahallinde olur. "Vav" harfinin fazladan geldiği görüşünde olanlar ise, ikinci âyetin birincisinin haberi olmasını câiz kabul eder. Cumhûrun kanaatine göre bu âyet münafıklar hakkında nâzil olmuştur Çünkü yüce Allah: "Gösteriş için" diye buyurmaktadır. Gösteriş ve riyakârlık ise münafıklıktan gelir. Mücahid yahudiler hakkında inmiştir derken, Taberî bu görüşü zayıf bulmaktadır. Çünkü yüce Allah, bu kesimde Allah'a ve âhiret gününe imanın sözkonusu olmadığını belirtmektedir. Yahudiler ise, böyle değillerdir. İbn Atiyye der ki: Mücahid'in açıklaması, mübalağa ve onlar için bağlayıcı bir âyet olması şeklinde açıklanabilir. Zira onların âhirete îmanları kendilerine fayda vermeyeceğinden ötürü hiç îmanları yok gibidir. Bu âyet-i kerimenin Bedir gününde insanlara yemek yediren kimseler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Bu kimseler Mekke'nin ileri gelen elebaşlarıdır Bunlar insanlara, Bedir Savaşına katılsınlar diye İnfâkta bulunmuşlardı. İbnü'l-Arabî der ki: Riyakârlık olsun diye yapılan harcamalar, aslında Kurân'ın fayda vermeyeceğini belirlediği hükümler arasında yer alır. Derim ki: Buna yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîminden şu âyeti de delil teşkil eder: "De ki: Gerek isteyerek, gerek istemiyerek infak edin. Sizden asla kabul olunmayacaktır" (et-Tevbe, 9/53). İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. 2. Şeytanın Arkadaşlık Ettiği Kimseler: Yüce Allah'ın: "Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir arkadaştır" âyetinde hazfedilmiş bir ifade vardır ki, bunun takdiri de şöyledir: "Allah'a ve âhiret gününe îman etmedikleri halde... harcayanların" arkadaşları şeytandır. "Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir arkadaştır." Arkadaş anlamına gelen "el-Karîn" kelimesi, kişi ile birlikte bulunan kimse demektir. Arkadaş ve candan dost anlamındadır. Adiyy b. Zeyd der ki: "Sen kişiyi sorma. Onun arkadaşının kim olduğunu sor. Çünkü herbir arkadaş kendi arkadaşına uyup gider." Âyetin anlamı şudur: Her kim dünya hayatında şeytanın dediklerini kabul ederse, şeytanı arkadaş edinmiş, onunla birlikçe olmuş olur. Şu anlama gelmesi de mümkündür: Cehennemde şeytanın kendisiyle birlikte tutulacağı kimsenin bu arkadaşı ne kadar kötüdür! Yani, arkadaş olarak şeytan çok kötüdür, Ayet-i kerimenin sonundaki; "Arkadaş," temyîz olmak üzere mansubtur. 39Onlar, Allah'a ve âhiret gününe îman edip te Allah'ın kendilerine verdiğinden infak etselerdi ne kaybederlerdi ki, Allah onları çok İyi bilendir. “Mâ” Edatı mübtedâ olarak ref’ mahallinde da onun haberidir. Ve bu kelime "O ki" anlamındadır 'nin tek bir isim olması da mümkündür. Birincisine göre ifade Bundan dolayı ne zararları olur? takdirindedir. İkincisine göre ise, Ne kaybederler ki? takdirindedir. "Allah'a ve âhiret gününe îman edip" yani vacibül-vücud olan Allah'ın varlığını tasdik ile, Rasûlünün getirdiği âhirete dair tafsilatı doğrulamış olsalardı, "Allah'ın kendilerine verdiğinden de infak etselerdi ne kaybederlerdi ki?" "Allah onları çok iyi bilendir" âyetinin anlamına dair açıklamalar daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. 40Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, (yapılan iş) bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir. Yüce Allah'ın; "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez" âyetinin anlamı şudur: İşledikleri amellerin sevaplarını bir zerre ağırlığı kadar dahi azaltıp eksiltmek. Aksine bunun dahi karşılığını onlara verir ve bundan dolayı onları mükâfatlandırır. İfadeden maksat, yüce Allah'ın, az olsun çok olsun asla zulmetmiyeceğidir. Nitekim yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah, insanlara en ufak bir şey dahi zulmetmez" (Yûnus, 10/44) âyeti de böyledir. Zerre; İbn Abbâs ve diğerlerinden nakledildiğine göre kırmızı karıncadır. Kırmızı karınca ise karıncaların en küçüğüdür. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre zerre, karıncanın kafasıdır. Yezid b. Harun da der ki: Zerrenin ağırlığının olmadığını iddia ettiler. Nakledildiğine göre, adamın birisi bir ekmek koydu ve zerre denilen bu karıncalar bütünüyle üzerini kapattı. Tekrar o ekmeği tarttı ve bu karıncaların ekmeğin ağırlığını artırmadıklarını gördü. Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye ise zerrenin bir ağırlığı olduğuna delalet etmektedir. Tıpkı bir dinarın ve onun yarısının bir ağırlığı olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Zerrenin hardal tohumu olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir nefse hiçbir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz..." (el-Enbiyâ, 21/47) Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. Özetle söyleyecek olursak, bütün şeyler arasında en az ve en küçük olandır. Müslim'in Salih'inde Enes'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah hiç bir mü’mine bir hasene kadar dahi haksızlık etmez. O, hem bunun sebebiyle dünyada bağışta bulunur, hem de ona karşılık âhirette mükâfat verir. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyilikler karşılığında dünyada ona yedirilir. Nihayet âhirete vardığında onun karşılığını göreceği herhangi bir İyiliği kalmamış olur." Müslim, Sıfatu'l-Munâfikın 56; Müsned, III, 123, 283. Yüce Allah'ın: "O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır" âyeti sevabını çoğaltır demektir. Hicazlılar "İyilik" kelimesini ötreli diye okumuşlardır. Fakat genel olarak kurra bunu mansub okurlar. Birinci okuyuşa göre (vît); Olursa kelimesi, meydana gelirse,anlamında olup, tam bir fiil olur, İkinci okuyuşa göre ise, eksik (yardımcı) bir fiil olur. Yani onun yaptığı iş iyilik olursa demektir. el-Hasen: "Onu kat kat artırır" anlamındaki kelimeyi azamet nun'u ile, "Onu kat kat artırırız" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise, "ye" ile okumuş olup, daha sahih olan budur. Çünkü "Verir" âyetinde de böyledir. "Onu kat kat artırır" anlamındaki kelimeyi, Ebû Recâ şeklinde okurken, diğerleri ise diye okumuşlardır. Bu iki okuyuş da çokluk anlamım ifade eden iki ayrı söyleyiştir. Ebû Ubeyde der ki: "Onu kat kat artırır" âyetinin anlamı, onu pek çok kat fazlası ile çoğaltır demektir. şeklinde şeddeli okuyuş, iki kat yapar anlamındadır. Kendi katından" da kendi nezdinden demektir. Bu kelimenin şeklinde dört türlü söylenişi vardır. Bu kefime nefse izafe edildiği takdirde, "nün" harlı şeddeli gelir. Başına; "... den" kelimesi gelmiştir ki, bu kelime bu şekilde geldiği takdirde gayenin başlangıcını ifade eder. İndinden, nezdinden kelimesi de böyledir. Her ikisi de böyle bir benzerlik arzettiklerinden dolayı, bunun başına 'in gelmesi güzeldir. Bundan dolayı Sibevylı, bu kelime hakkında; bu, gayenin başını teşkil eden yer demektir, diye açıklamada bulunmuştur. "Buyû'k bir mükâfat" dan kasıt cennettir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen uzunca hadis olan -ki Şefaat hadisi diye bilinir- şöyle denilmektedir: "Nihayet mü’minler cehennemden kurtulurlar. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizden herhangi birinizin dünyadaki hakkı uğrunda mücadele etmesi, mü’minlerin cehenneme atılmış bulunan kardeşleri hakkında Rableri ile mücadelesinden daha ileri derecede bir mücadele değildir. Diyecekler ki: Rabbimiz onlar da bizimle beraber oruç tutuyorlardı. Namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara, şöyle denilir: Haydi tanıdığınız kimseleri oradan çıkartınız. Bunların suretleri cehenneme haram kılınır ve oradan cehennemin, kiminin bacaklarının ortasına kadar, kiminin dizkapaklarına kadar alıp yaktığı pek çok kimseyi çıkartırlar. Ve sonra şöyle derler: Rabbimiz kendisini çıkartmamızı emrettiğin kimselerden orada kimse kalmadı. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur; Geri dönünüz. Kalbinde hayır namına bir dinar ağırlığı kadar bir şey bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yine pek çok sayıda çıkartırlar, sonra şöyle derler: Rabbimiz, oradan çıkartmamızı emrettiklerinden kimseyi orada bırakmadık. Sonra yine şöyle buyurur: Geri dönünüz. Kalbinde hayır namına yarım dinar ağırlığı kadar birşey bulduğunuz herkesi oradan çıkartınız. Yine çok sayıda kimseyi çıkartırlar. Sonra şöyle derler: Rabbimiz, bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi orada bırakmadık. Tekrar şöyle buyurur: Haydi dönünüz. Kalbinde zerre ağırlığı kadar hayır namına birşeyler bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yine çok kimseyi çıkartırlar, sonra: Rabbimiz, orada hayır namına birşey bırakmadık derler". Ebû Said el-Hudri şöyle derdi: Eğer bu hadisin doğruluğu konusunda beni tasdik etmiyor iseniz, arzu ettiğiniz takdirde: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan bir mükâfat verir" âyetini okuyunuz. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Îman 302; İbn Mâce, Mukaddime 9: Müsned, III, 94. İbn Mes'ûd'dan da rivâyete göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kıyâmet gününde kul getirilir, (hesab için) durdurulur. Herkesin önünde bir münadi şöyle seslenir: İşte bu, filan oğlu filandır. Her kimin bunun üzerinde bir hakki varsa gelsin hakkını alsın. Sonra şöyle buyurur: Haydi bunlara haklarını ver. Der ki: Rabbim, dünya elimden kaçıp gitmiş bulunuyor, ben bunların haklarını nereden verebilirim? Yüce Allah, meleklere şöyle buyurur: Bunun salih amellerine bir bakınız. Hak sahiplerine o amellerinden veriniz. Eğer geriye zerre ağırlığı kadar bir iyilik kalmış ise, melekler derler ki: Rabbimiz -ki O, bunu onlardan daha iyi bilir- bu artık her hak sahibine hakkını vermiş ve geriye zerre ağırlığı kadar bir iyiliği kalmış bulunuyor Yüce Allah, meleklere şöyle der: Onu kulumun lehine kat kat artırınız. Rahmetimin fazileti sayesinde onu cennete koyunuz. İşte bu âyeti tasdik eden de: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır" buyruğundadır. Eğer bu kul bedbaht bir kimse ise, melekler şöyle derler: İlahımız, bunun iyilikleri tükendi, geriye kötülükleri kaldı. Ondan hak isteyen pek çok kişi de kaldı. Yüce Allah şöyle buyurur: Onların (hak sahiplerinin) günahlarından alınız, onun günahlarına ekleyiniz, sonra ona cehenneme gitmek üzere bir belge yazınız." İbn Kesîr, II, 267; Suyûti. ed-Dürru'l Mensur, II, 540. Bu âyet-i kerîme, bu açıklamaya göre hasımlar hakkındadır. Şanı yüce Allah da bir hasmın bir diğer hasım üzerindeki hakkından zerre ağırlığı kadar bir miktar, dahi düşürüp zulmetmez ve ondaki o hakkını, hak sahibi lehine tahsil eder. Onun geriye kalan zerre ağırlığı kadar bir iyiliği dolayısıyla dahi onu haksızlığa uğratmaz. Aksine bu iyiliğinden dolayı ona sevap verir ve bunu onun için kal kat artırır, çoğaltır. İşte yüce Allah'ın: "O, bir iyilik olursa, onu kat kat artırır" âyeti bunu anlatmaktadır. Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz şanı yüce Allah, mü’min kuluna, bir tek iyiliğine karşılık ikimilyon iyilik verir." Daha sonra Ebû Hüreyre şu âyet-i kerimeyi okudu: "Allah, şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir." Abı de dedi ki: Ebû Hüreyre şöyle dedi: Yüce Allah da: "Buyû'k bir mükâfat" diye buyurduğuna göre bunun miktarını kim takdir edebilir? Süyutî. ed-Dürru'l-Mensur, II. 541. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'dan da bu âyet-i kerimenin, güneşin üzerinde doğduğu şeylerden daha hayırlı olan âyetlerden birisi olduğuna dair sözleri önceden geçmiş bulunmaktadır. 41Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur? Yüce Allah'ın: "Nice olur?" kelimesinde ikinci "fe" harfinin üstün olması "fe" harfinin sakin okunması halinde iki sakinin bir arada olacağından dolayıdır. “.....” edatı ise, zaman zarfıdır. Bundaki amil ise, "Getirip" fiilidir. Ebû’l-Leys es-Semerkandî şunu nakletmektedir: Bize el-Halil b. Ahmed anlattı dedi ki: Bize İbn Meni' anlattı dedi ki: Bize Ebû Kâmil anlattı dedi ki: Bize Fudayl, Yûnus b. Muhammed b. Fedale'den anlattı. Yûnus babasından naklettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zaferoğulları arasında bulunduktan sırada yanlarına gelip, Zaferoğulları(nın) kaldığı yerde bulunan kaya parçası üzerine oturdu. Beraberinde ise İbn Mes'ûd, Muâz ve ashâbından birkaç kişi daha vardı. Birisine Kur'ân okumasını emretti. Kur'ân okuyan şu: "Her ümmetten birer şahid getirip bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" âyetine varınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanakları ıslanıncaya kadar ağladı ve şöyle buyurdu: "Rabbim, bu benim aralarında bulunduğum kimseler hakkında böyledir. Peki, benim görmediğim kimseler hakkında (tanıklığım) nasıl olacak!" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 4: Süyûtî, ed-Dürru'l-Mansur, II, 541-542 Buhârî de Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana; "Bana Kur'ân oku" dedi. Ben, Kur'ân sana indirilmiş olduğu halde sana Kur'ân mı okuyayım diye sorunca, şöyle buyurdu: "Şüphesiz ben Kur'ân-ı Kerîmi benden başkasından da dinlemeyi severim"- Ona, Nisa Sûresi'ni okudum. Nihayet; "Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" ayetine gelince; "Bu kadar yeter" dedi. Gözlerinin yaş akıttığını gördüm. Buhârî, Tefsir 4. SÛRE 9; Fedâili’l-Kur'ân 33. 35; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn 248; Ebû Dâvûd, İlim 13; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 10, 11; İbn Mâce, Zühd 19; Müsned, I, 374, 380,433. Müslim de bu hadisi rivâyet etmiş ve: "Bu kadarı yeter" âyeti yerine şunları nakleder: Başımı kaldırdım -veyahut da yanımdaki bir adam beni dürterek işaret etti bunun üzerine başımı kaldırdığımda-gözyaşlarının aktığını gördüm. Müslim, Salatu'l-Müsafirin. 247. İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ağlaması, bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği dehşetli başlangıç ve işin ağırlığı dolayısıyladır. Zira Peygamberler, ümmetlerine karşı doğrulayıp, yalanladıklarına dair şahidler olarak getirileceklerdir. Hazret-i. Peygamber de Kıyâmet gününde bir şahid olarak getirilecektir. Yüce Allah'ın: "Bunlara" âyeti ile de hem Kureyş kâfirlerine, hem diğer kafirlere işaret vardır. Özellikle Kureyş kâfirlerinin anılmasının sebebi, azâbın bu Kureyş kâfirleri üzerinde diğerlerine göre daha ağır olacağından dolayıdır. Çünkü onlar, mucizeleri ve Allah'ın onun elleri vasıtasıyla ortaya çıkardığı harukulâde halleri görmekle birlikte inad ettiler. Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: "Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman" Bu kâfirlerin kıyâmet gününde halleri nasıl olacaktır. Azaba mı uğratılacaklar, yoksa nimete mi mazhar olacaklardır? Bu, azar anlamında bir istifham (sorudur). Buradaki işaretin bütün ümmete olduğu da söylenmiştir. İbn Mübarek şöyle nakleder: Ensar'dan bir adam, el-Minhâl b. Amr'dan kendisine şunu anlattığını haber vermektedir: el-Minhâl naklettiğine göre o, Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinlemiş: Sabah akşam Hazret-i Peygambere ümmetinin arzolunmadiğı hiçbir gün yoktur O, onları simaları ile ve amelleri ile tanır. İşte bundan dolayı haklarında şahidlik edecektir. Nitekim Şanı Yüce ve Mübarek olan Allah: "Her ümmetten birer şahid" yani peygamberlerini getirip bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" diye buyurmaktadır. "Nice" kelimesi mahzûf bir fiil ile nasb mahallindedir. ifadenin takdiri önceden de belirttiğimin gibi; halleri nice olur şeklindedir. Gizli olan bu fiil de bazan, "Zaman" kelimesinin i'rabdaki yerini tutar, deki amil olan fiil de; "Getirip" fiilidir; "Şahid" kelimesi de haldir Bu âyetin okunuşu ile ilgili Hadîs-i şerîfteki fıkhi inceliklerden birisi de şudur: Öğrencinin hocasına okuması ve okuyuşunu ona arzetmesi caizdir. Bunun aksi de caizdir. Yüce Allah'ın izniyle Lem Yekûn Sûresi'nde (98. sûre olan el-Beyyine Sûresi'nde) nakledeceğimiz Ubey hadisinde buna dair açıklamalar gelecektir. 42O gün inkâr edenler ve O peygambere isyan edenler, yerle bir edilselerdi temennisinde bulunacaklardır. Allah'tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir. "İsyan edenler" kelimesindeki "vav" harfinin ötre olması, iki sakinin ardarda gelmesinden dolayıdır. Bu harfin esreli okunuşu da caizdir, Nafi' ve İbn Amir, "... bir edilseler" kelimesini "te" harfi ötreli, "sîn" harfi de şeddeli olarak ; şeklinde okumuşlardır. Hamza ve el-Kisâî de böyle okumakla birlikte onlar, "sin" harfini şeddesin okurlar. Diğerleri ise, failin zikredilmediğl bina-i meçhul (meçhul fiil) olmak üzere "te" harfini ötreli, "sin" harfini'de şeddesiz okumuşlardır. Âyetin anlamı da şudur: Keşke Allah onları yerle dümdüz etse. Yani onları yerle bir etse. Bir diğer anlamı da şöyledir: Keşke Allah, onları diriltmese idi ve yer, üzerlerinde dümdüz olarak kalsalardı. Çünkü onlar, topraktan nakledilip diriltilmişlerdir. Birinci ve ikinci kıraate göre ise, "yer" faildir. Anlamı da şöyle olur: Yer yarılsa da içine girseler diye temenni edeceklerdir. Şöyle de açıklanmıştır. Buradaki "te"; harfi Üzerinde, anlamındadır. Yani keşke yer onların üzerlerinde dümdüz edilse. Bu da keşke yer yarılıp ta, onlar da içine girip üzerlerinden dümdüz edilse diye temenni edeceklerdir demek olur. Bu açıklama da el-Hasen'den nakledilmiştir. "Sin" harfinin şeddeli okunması bir Hte"nin "sin"e idğam edilmesi esasına göredir. Şeddesiz okunması ise bu "te"nin hasfedilmesi esasına göredir. Şöyle de denilmiştir: Bunlar, hayvanların toprak olduklarını görüp, kendilerinin ise cehennemde ebediyyen kalacaklarını öğrenecekleri vakit bu temennide bulunacaklardır. Bu da yüce Allah'ın: "Ve kâfir, keşke toprak olsaydım diyecek" (en-Nebe, 78/40) âyetinin anlamıdır. Yine denildiğine göre onlar, daha Önce Bakara Sûresi'nde "Böylece Biz, sizi vasat bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) âyetini açıklarken geçtiği üzere- bu ümmetin peygamberlerin lehine şahidlik edeceğini görecekleri vakit bu temenniyi yapacaklardır. O zaman geçmiş ümmetler şöyle diyecekler: Bunlar arasında zinakârlar ve hırsızlar vardır. O bakımdan şahidlikleri kabul olunmaz. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları tezkiye edecektir. Bunun üzerine müşrikler: "Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrikler değildik" (el-En'am, 6/23) diyeycekler. Bunun üzerine de ağızlarına mühür vurulacak, ayakları ve elleri dünyada iken kazandıklarına dair şahidlik edecektir, İşte yüce Allah'ın: "O günde inkâr edenler ve Peygambere İsyan edenler, yerle bir edilselerdi temennisinde bulunacaklardır" yani keşke yerin dibine geçiritselerdi, diye temenni edeceklerdir, âyetinde anlatılan durum budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır... Yüce Allah'ın: "Allah'tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir." Âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şunları söylemektedir: Kimisi: "Allah'tan hiç bir sözü de gizleyemeyeceklerdir" âyeti yeni bir cümle (isti'naf) dır. Çünkü onların dünyada iken yaptıkları, zaten Allah nezdinde apaçık ve besbellidir. Onu gizlemeye de güçleri yetmez demektedir. Kimisi de: Bu ifade, önceki cümledeki temenniye atfedilmiştir demiştir, Âyetin da anlamı şöyle olur: Keşke yerle bir edilselerdi ve Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı diye temenni edeceklerdir Çünkü onların yalan söyledikleri ortaya çıkmış olacaktır, İbn Abbâs'a bu âyet-i kerîme ile: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşrikler değildik" âyeti hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir. Onlar cennete ancak müslümanların girdiğini görecekleri vakit: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşrikler değildik" diyecekler. Allah da bunun üzerine onların ağızlarına mühür vuracak, el ve ayakları da konuşmaya başlayacak, böylelikle Allah'tan hiçbir sözü gîzleyemeyeceklerdir. el-Hasen ve Katade der ki: Âhiretin değişik yerleri ve durumları vardır. Bir âyette sözedilen bir durum birisinde, ötekinde sözedilen bir diğer durum bir başka konumda olacaktır. Bu âyetin anlamı da şudur: Herşey onlar için apaçık ortaya çıkıp hesaba çekileceklerinde hiçbir şey gizlemeyecekler. Buna dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm Sûresi'nde (6/23. âyetin tefsirinde) gelecektir. 43Ey îman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz. Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı kırk dört başlık (Ancak, görüleceği gibi başlıklar, kırkdört değil, kırkbeştir) halinde sunacağız: Yüce Allah; "Ey îman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyetinde, bu kitabıyla özel olarak mü’minlere seslenmektedir. Çünkü mü’minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti O bakımdan bu âyetle özel olarak onlara hitab edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı, Ebû Dâvûd, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair âyet nazit olmadan Önce Ömer şöyle dedi; Allah'ım, içki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine Bakara Sûresi'ndeki; "Sana içki ve kumardan soruyorlar" (el-Bakara, 2/219) âyeti nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer çağrıldı ve ona bu âyet-i kerîme okundu- Yine: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Nisa Sûresinde yer alan: "Ey îman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın" âyeti nâzil oldu. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münadîsi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi. Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerîme okundu, bu sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine şu: "Artık vazgeçtiniz değilmi?" (el-Mâide, 5/91) âyeti nâzil oldu. Bu sefer Ömer: “Vazgeçtik” dedi. Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 1; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 8; Müsned, I, 53. Saîd b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bildirilinceye kadar cahiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfeatler vardır" (el-Bakara, 2/219) ayeti nâzil oluncaya kadar, içmeye devam ediyorlardı. Bu âyet nâzil olunca: Biz günah için değil de menfeati için içeriz, dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken: De ki: Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bunun üzerine: "Ey îman edenler, sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeti nâzil oldu. Bu sefer, biz namazın dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi; Allah’ım içki hususunda üzerimize şifa verici (radıyallahü anhhatlatıcı) açıklama indir. Bunun üzerine: "Muhakkak şeytan... ister" (el-Mâide, 5/91) âyeti nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın münadîsi (Medine sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye başladı. İleride yüce Allah'ın izniyle Mâide Sûresi'nde de açıklaması gelince görüleceği gibi. Tirmizî de Ali b. Ebû Talib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdurrahman b. Avf, bize bir yemek hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi. îçki bizi sarhoş etti. Bu arada namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere öne geçirdiler. Ben de: "Deki ey kâfirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" (el-Kâfîrûn, 109/1-2) ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye okudum. Bunun üzerine-yüce Allah: "Ey îman edenler!, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar., namaza yaklaşmayın" âyetini İndirdi. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4, sûre 12 Ayrıca; Ebû Dâvûd, Eşribe, 1. Bu âyet-i kerimenin daha önceki âyetler ile ilişki yönü ve âyetler arasındaki yerine gelince: Şanı yüce Allah Daha önce "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisa, 4/36) diye buyurdu. Îmandan sonra da ibadetlerin başı olan namazı söz konusu etti. Bundan dolayı namazı İsrarla terk eden kişi öldürülür ve t'arziyeti sakıt olmaz. Bu şekilde anlatıra, kendileri bulunmaksızın sahih olması sözkonusu olmayan namazın şartlarım açıklamaya kadar geldi. 2. Âyet-i Kerîmedeki Sarhoşluğun Mahiyeti: İlim adamlarının Cumhûru fukahâ topluluğunun kanaatine göre, âyet-i kerimede geçen sekr (sarhoşluk) dan kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. Ancak, ed-Dahhâk, buradaki sarhoşluktan kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, namazdayken uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden gidinceye kadar yatıp uyusun. Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken, kendi kendisine beddua edebilir." Buhârî, Vudû 53; Müslim, Salatu’l-Müsafirîn 222; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 18; Tirmizî, Salât 146; İbn Mâce, İkametu's-Salat 184; Muvatta’'; Salatu’l-Leyl 3; Müsned, VI, 56, 202, 259. Abide es-Selmanî der ki: "Sarhoşken" den kasıt idrarın seni sıkıştırmışken demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse, sakın idrarı kendisini sıkıştırmışken -bir rivâyette de: Bacakları arasındakini sakıştırmış olduğu halde- asla namaz kılmasın." Ebû Dâvûd, Tahâre 43; Tirmizî, Salât 148; İbn Mâce, Tahâre 114; Müsned, V, 250, 260, 261, 280 (yakın ifadelerle). Derim ki: ed-Dahhâk ve Abîde'nin söyledikleri, mana itibari ile doğrudur. Çünkü namaz kılandan istenen şey, bütün kalbiyle yüce Allah'a yönelmesi, başka şeylere iltifatı terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık gibi şaşırmasına sebep olabilecek, gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini değiştirecek herseyden uzak durması gibi şeyler istenir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Akşam yemeği hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam yemeğini yiyerek işe başlayın." Buhârî, Ezan 42, Et'ıme 58; Müslim, Mesâcid 64-66; Ebû Dâvûd, Et’ime 10; Tirmizî, Salât 145; Nesâî, İmâme 51; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 34; Müsned, III, 100, 110, 161... IV, 49, 54, VI, 51, 194, 291... Böylelikle Hazret-i Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı herbir unsurun ortadan kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Tâ ki kul, başka şeylerle meşgul olmayan bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yönelsin ve namazında gerektiği gibi huşu duysun. Bu âyet-i kerimenin kapsamına ileride geleceği üzere; "Mü’minler felâh bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 23/1-2) âyeti da girmektedir. İbn Abbâs da der ki: Yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler, sorhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeti, Mâide Sûresi'nde yer alan: "Ey îman edenler namaza kalkacağınız zaman..., yıkayınız" (el-Mâide, 5/6) âyeti ile nesh olmuştur. Bu görüşe göre de mü'mînlere sarhoş oldukları halde namaz kılmamak emri verilmiş olmaktadır. Daha sonra ise her halükârda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise nihai haram hükmü gelmezden önce böyleydi. Mücahid ise der ki; Bu âyet-i kerîme, içkiyi haram kılan âyetle nesh olmuştur, İkrime ve Katade de böyle demiştir. Daha önce zikrettiğimiz Hazret-i Ali yoluyla gelen hâdis-i şerif dolayısıyla bu konuda sahih olan da budur. Rivâyet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildi. Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in münadisi de şöyle seslendi: Sakın sarhoş olan bir kimse namaza yaklaşmasın. Ebû Dâvûd, Eşribe 1. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ed-Dahhak ve Abîde'nin görüşlerine göre ise, âyet-i kerîme muhkem olup, âyette nesh sözkonusu değildir. 3. Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları: Yüce Allah'ın: "Yaklaşmayın" âyetindeki fiilin "râ" harfi üstün okunacak olursa, öyle bir fiili İşlemeye, kalkışmayın anlamına gelir. Şayet ötreli okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına gelir. Âyet-i kerimede hitap, aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir. Sarhoş bir kimse ise, sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa, aklı başından gitmiş olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o, kendisi için vacib olan emirleri yerine getirmekle muhataptır. Diğer taraftan sarhoş olduğu sıralarda, sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış hükümlerden vakti geçtiği için yerine getirmediklerinin de ayrıca keftaretini (yani kazasını v.b.) yerine getirmelidir. 4. "Namaza Kalkmaksın Anlaşılması: İlim adamları burada namaz (es-Salât) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen ibadettir, demektedir. Bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. O bakımdan daha sonra: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" diye buyurulmuştur. Bir başka kesim ise bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir, demektedir. Bu da-Şâflî'nin görüşüdür. Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Elbette birçok manastırlar, kiliseler, havralar (salavat) yıkılır giderdi" (el-Hac, 22/40) diye buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, burada da namaz kılanan yerlere "sâlat" ismi verilmektedir Bu açıklamaya yüce Allah'ın: "Ve bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna- " âyeti de delalet etmektedir, Bu ise, cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz kılmak için değil de- geçip gitmesinin câiz olmasını gerektirmektedir. Ebû Hanîfe: "Birde cünüp İken -yolcu olmanız müstesna-" âyetinden maksat, su bulamaması halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm eder ve öylece namazını kılar der. Buna dair açıklama da ileride gelecektir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu âyette "namaz"dan kasıt, hem namaz kılınan yerdir, hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashâb-ı kiram ancak namaz için mescide gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O bakımdan namaz ile namaz kılınan yer birbirinden ayrı görülmezdi. 5. "Sekr Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı. Tekil ve Çoğul Olarak Kullanılışı: Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde bir cümledir, "Sarhoşlar" kelimesi, Sarhoş kelimesinin çoğuludur. en-Nehaî, bu kelimeyi "sin" harfini üstün olarak; diye okumuştur ki, bu da kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekilde teksir ediliş sebebi, sekr'in aklı ilgilendiren bir âfet oluşudur, O bakımdan, bu kelime de, sara'ya düşmüş kimseler anlamını veren; kelimesi ve bu türden diğer kelimeler vezninde çoğul yapılmıştır. el-A'meş ise bu kelimeyi "sin" harfini ötreli olarak "hublâ" gibi okumuştur. O takdirde bu kelime tekil bir sıfat olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir sıfat ile haber vermenin câiz oluşu da çoğula dair tekil bir kelime ile haber vermek şeklindeki kullanışlarına (Arapların kullanışlarına) göre câiz görülmüştür. Sekr (sarhoşluk), sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime şekillerinde kullanılır. Kişinin gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de denilir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış... " (el-Hicr, 15/15.) buyrugundaki "sekr" bu anlamdadır. Bu kelime, "keP harfi şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı kapatmak anlamında da kullanılır. Buna göre sekrân (sarhoş), sahip olduğu akıllı halden kopan, ondan uzaklaşan kimse demektir. 6- İslâm'ın îlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı: Bu âyet-i kerimede, İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi sarhoşluk derecesine ulaştırıncaya kadar mübâh olduğuna dair bir delil, hatta açık bir nass vardır. Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak aklî bakımdan haram görülmektedir. Ve hiçbir dinde de mübâh kılınmış değildir. Onlar, bu âyet-i kerimedeki sekr'i de uyku diye yorumlamışlardır. el-Kaffâl der ki: Muhtemeldir ki onlara, İnsan tabiatını cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette harekete geçirecek miktarda içki içmeleri mubah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir ma na onların gürlerinde de vardır. Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir; "Biz onu (şarabı) içeriz, o da bizi kır almışız gibi yapar." Bu anlamda daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet, 6. başlıkta) doyurucu açıklamalarda bulunmuştuk. el-Kaffâl der ki: Kişiyi, delilik ve baygınlık noktasına getirecek kadar aklı İzale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir maksatla içki içmek mubah kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmaksızın bu derece sarhoş olsa, bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış bulunuyordu. Derim ki: Bu doğru bir açıklamadır. Bu açıklamalar, Mâide Sûresi'nde, Hazret-i Hamza kıssasında (el-Mâide, 5/ 90-92. âyetler, 3- başlıkta) gelecektir. Müslümanlar, bu âyet-i kerîme nâzil olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak duruyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın: "Artık vazgeçtiniz değil mi" (el-Mâide, 5/91) âyetinde haram kılındığı hükmü nâzil oluncaya kadar bu halde devam ettiler. 7. Sarhoş İken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü: Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetinin anlamı: Söylediğinizden-yanliş olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru olduğunu bilinceye kadar... demektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez. Bundan dolayı Osman b. Affan (radıyallahü anh) şöyle demiştir; Sarhoşun boşaması geçerli değildir. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs, Tavus, Atâ, el-Kasım, ve Rabia'dan da rivâyet edilmiştir Bu aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebû Sevr ve el-Müzenî'nin de görüşdür. Tahavî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın boşamasının câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Sarhoş oları bir kimse ise vesvese dolayısıyla bunaklaşmış bir kimse gibidir. Yine ilim adamları, (uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı giden kimsenin boşamasının câiz olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir O bakımdan içkiden dolayı sarhoş olanın da durumu böyledir. Bir kesim de sarhoşun boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b. el-Hattâb, Muaviye ve bir gurup tabiinden bu görüş rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ebû Hanîfe, es-Sevri ve el-Evzai'nin de görüşüdür, Şâfiî'nin bu konudaki görüşleri farklı farklı gelmiştir. Mâlik ise, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda ve Öldürmede kısası da öngörür. Ancak, sarhoşun nikâh ve satışını onun için bağlayıcı kabul etmez. Ebû Hanîfe derki: Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı başında olan kimseninki gibi sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır. Böyle bir kimse irtidat edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi müstesna- hanımı ondan bain olmaz. Ebû Yûsuf der ki: Sarhoşluk halinde mürted olur. Aynı zamanda bu, Şâfiî'nin de görüşüdür, Şu kadar var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve tevbe etmesini de istemez. İmâm Ebû Abdullah el-Mâzerî ise der ki : Bizde gaz bir rivâyet vardır. Buna göre sarhoşun talakı bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdilhakem ise der ki; Sarhoşun talakı da, boşaması da geçerli değildir İbn Şâs da şöyle demektedir: es-Şeyh Ebû'l-Velid, konu İle ilgili görüş ayrılığını bir parça aklı başında bulunan, ancak kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet eden ve böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanıyamayacak, ayırt edemeyecek kadar sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar arasında, hem de kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek İstisna, vakitleri geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak böyle bir sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini sarhoşluğa itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terketmiş gibi olur. Süfyan es-Sevrî der ki: Sarhoşluğun sının, aklî dengenin bozulmasıdır. Eğer Kur'ân okuması istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler söyliyecek olursa, ona sopa cezası uygulanır. Ahmed de der ki: Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa, o kişi sarhoş demektir. Mâlik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir. İbnü'l-Münzir der ki: Kur'ân okuyuşu sırasında karıştırırsa sarhoş demektir. Buna delil de, yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetidir. Eğer ne söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme korkusuyla mescidden uzak durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa, (ayıkınca) kazasını yapar. Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz kılacak olursa, hükmü ayık kimsenin hükmü gibidir. 8. "Cünup" Kelimesinin Anlamı; Yüce Allah'ın: "Bir de cünup İken... yaklaşmayın" âyeti, yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetindeki mansûb cümlenin mahalline atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız demekîir O kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cünup lâfzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, "buud ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur. el-Ferrâ' der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir. Bir şivede cünup kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nâk," "tunub ve etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastederek "cânib" diye bu kelimeyi kullanmak halinde, çoğul için "cünnab" tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "râkib ve rukkâb" demek gibi. Kelime asıl itibariyle uzaklık demektir. Âdeta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu isini alır. Şair der ki: "Beni (yanında ashâb bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme! Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim." Cunub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektfr. Ümmetin Cumhûru, cünup kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuvvetle akması) veya sünnet yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz olmayan kimse olduğunu kabul etmektedir. Ashâbtan bazılarından, inzal olmadıkça gusül olmayacağına dair görüş rivâyet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Su (ile yıkanmak), ancak sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hayz 80, 81; Ebû Dâvûd, Tahâre 83. Ayrıca bk. Buhârî, Vudu, 34; Müslim, Hayz 84, İbn Mâce, Tahâre 130; Müsned, III, 21 26. Buhârî'de ise Ubeyy b. Kâ'b'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, erkek kadın ile cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) diye sorması üzerine, Hazret-i Peygamber de: "Kendisinden kadına temas eden tarafını yıkar, sonra da abdest alır, namaz kılar." Ebû Abdullah (Bûhâri) der ki: Ancak gusletmek daha ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim adamlarının) ihtilâfları dolayısıyla açıkladım. Buhârî,Gusl 29. Müslim de Sahih'inde bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada rivâyet etmiş ve hadisin sonunda şöyle demiştir: Ebû’l-Alâ b. eş-Şilıhîr dedî ki: Nasıl ki Kur'ân'ın bazısı diğer bazısını nesh ediyor idiyse, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisinin de bazısı bazısını nesh ederdi. Ebû İshak der ki; İşte bu nesh olmuştur. Müslim, Hayz 82. Tirmizî de der ki: Bu hüküm, İslâmın ilk dönemlerinde böyleydi, sonra nesh oldu. Tirmizî, Tahâre 81 Derim ki: Ashâbdan, tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki fakihlerinden büyük bir topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet yerinin birbirine kavuşması ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta Önceleri ashâb-ı kiram arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha sonra bu hususta Hazret-i Âişe'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yaptığı rivâyetten anlaşılan hükmü kabul etmişlerdir. Buna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Erkek, hanımının dört dalı arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül icabeder" Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hayz 88; Müsned, VI. 47 ve 112'de ise rivâyet muhtasardır. Buhârî ile Müslim'de de, Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Erkek kadının dört dalı arasında oturur, sonra da üzerine kendisini İterse, erkeğe (de kadana da) gusül icabeder." Buhârî, Gusl 28; Müslim, Hayz 87; Ebû Dâvûd, Tahâre 83; Nesâî, Tahâre 129; İbn Mâce, Tahâre 111; Dârimî, Vudû 75; Müsned, II, 234, 347, 393, 471, 520. Müslim ayrıca: "İnzalde bulunmasa dahi" fazlalığını eklemektedir. Müslim, Hayz 87. İbnü'l-Kassâr der ki: Kendilerinden öncekilerin hilafından sonra, tabiin ve onlardan sonra gelenler: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul etmişlerdir. Görüş ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olursa, o vakit icma, görüş ayrılıklarım ortadan kaldırır (hükümsüz kılar). Kâdı Iyâd der ki: Ashâb'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu kanaati izhar eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz? Bundan tek istisna, el-A'meş'den ve Davud el-Asbâhâni'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir. Rivâyet olunduğuna göre Ömer (radıyallahü anh) insanları, "su, sudan dolayı gerekir" hadisi gereğince amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna sebep ise, onların bu konudaki ihtilâfları olmuştur, İbn Abbâs ise bu hadisi, ihtilama tevil etmiş ve böyle açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, İhtilam halinde suyun inzali dolayısıyla (meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder, İnzal olmadığı takdirde, rüyasında cima ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu ise, bütün ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir. 10. Yoldan Geçmek (Obur) ile İlgili Açıklama: Yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" âyetinde yer alan, "Yoldan geçenler" kelimesi ile aynı kökten Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı "u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı demektir, Buna " ıubr" da denilebilir. Mt'ber ise, üzerinden yolun aşıldığı gemi veya köprü demektir. Âbirü's-Sebîl yoldan gelip geçen demektir. “.....” İse, üzerinde devamlı yolculuk yapılan ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkında kullanılır. Şair de der ki: "(O öyle bir devedir ki) gayretle, hızlıca ve bütün gücüyle yol alır. Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası sıcağında çölleri kateder." Bir başka şair de der ki: "Allah'ın kazası herşeye galip gelir. Sabırsız olanla da, çok sabırlı olanla da oynar o. Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır. Şayet hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi, kaçınılmazdır." 11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları: İlim adamları, yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" âyetinin anlamı hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Alî (radıyallahü anh) ile İbn Abbâs, İbn Cübeyrv Mücahid ve el-Hakem, Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir derler. Herhangi bir kimsenin gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaşması sakili değildir. Bundan istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Çünkü ikâmet olunan yerlerde çoğunlukla su bulunur. O bakımdan, ikâmet halinde bulunan kişi, su bulunduğundan dolayı gusleder. Yolculuk yapan kimse ise. su bulamazsa, teyemmüm eder. İbnü'l-Münzir der ki: Rey ashâbı, yolculukta bulunan cünup kimsenin eğer içinde su bulunan bir mescidden yolu uğmyacaksa, önce teyemmüm eder. sonra mescide girip oradan su çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çıkartır (ve gusleder). Bir kesim ise, cünıtbun mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Mü’min necis değildir" Bu lâfızla değil de; "Mü’min bazılarında; Müslim, necis olmaz' anlamında: Buhârî, Gusl, 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115, 116; Ebû Dâvûd, Tahâre 91: Tirmizî, Tahâre 89, Nesâî. Tahâre 172; İbn Mâce, Tahâre 80, Müsned, II, 255, 582, 471. V, 354, 402. hadisini delil gösterirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz, bu görüşleyiz. Yine İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İkrime ve en-Nehaî der ki: Âbirü's-Sebil, yoldan geçip giden kimse demektir. Aynı zamanda bu, Amr b. Dinar ile Mâlik ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder ve öylece cidden geçer es-Sevrî ve İshak b. Rahaveyh böyle demiştir. Ahmed ve İshale, cünub kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescidde oturmasında mahzur yoktur, demektedirler. Bu görüşlerini İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Bazıları da, âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu rivâyet ederler: Ensardan bir topluluğun, evlerinin kapılan mescide açılırdı- Onlardan herhangi birisi cünub oldu mu, mescidden geçmek zorunda kalırdı. Derim ki: Bu doğrudur. Ayrıca bunu, Ebû Dâvûd'un, Decace'nin kızı Cesre'den yaptığı şu rivâyet desteklemektedir: Cesre dedi ki: Âişe (radıyallahü anha)'yı şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbının evlerinin yüzlerini (kapıların) mescide doğru açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu mescidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içeri girdi. Fakat ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir ruhsat iner umudu ile, hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hazret-i Peygamber yanlarına çıkıp şöyle buyurdu: "Bu evlerin yönlerini mescidden başka tarara çeviriniz. Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helal kılmıyorum.” Ebû Dâvûd, Tahâre 92. Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Mescidde Ebû Bekir'in kapısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın." Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Fedailu's-Sahabe 2; Tirmizî, Menakıb 15; Aynı manada ve yakın lâfızlarla; Buhârî, Salat 80; Müsned, 1, 270, Hazret-i Peygamberin Hazret-i Ali'ye hitabı olarak. Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün kapıların kapatılmasını: emretti. Çünkü bu durum, mescidin yol edinilmesini ve. mescidden geçip gitmeyi beraberinde getiriyordu. Hazret-i Ebû Bekir'e ikram olsun ve özelliği dolayısıyla onun kapısını istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden ayrılmazlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dışında herhangi bir kimseye, mescidden yol gibi geçip gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin vermediği rivâyet edilmiştir. Ayrıca bunu Atiyye el-Avfî de Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmektedir. Ebû Said dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Mescidde cünup olmak, hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna- uygun düşmez ve olacak şey de değildir." Tirmizî, Menâkıb 20. İlim adamlarımız derler ki: Bunun böyle olması câiz (mümkün) dir. Çünkü, Hazret-i Ali'nin evi de mescidin bünyesi İçerisinde idi. Tıpkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evinin de mescidin bünyesi içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin evi de mescidin içerisinde değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin kapıları mescide açılıyor idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), böylelikle onları mesciddenmiş gibi değerlendirdi ve "hiçbir müslüman için., câiz değildir" hadisini irad buyurdu. Hazret-i Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden rivâyetlerden birisi de, ibn Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair rivâyetidir: Adamın birisi babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun) hangisinin daha hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle dedi: İşte bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evi, Yanıbaşında da Hazret-i Ali'nin evine işaret elti. Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Buna göre Hazret-i. Peygamber ve Hazret-i Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Evlerinde cünub oluyorlardı. Fakat evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapılan mescide açılıyordu, O bakımdan, cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol gibi geçiyorlardı. Diğer taraftan bunun onlara has bir özellik olması da mümkündür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zaten öze) bir takım durumları vardı. İşte bu da onun özelliklerinden birisi kabul edilir. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu konuda Hazret-i Ali'ye bir Özellik tanıyarak, başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruhsat olarak verdi. Her ne kadar evlerinin kapılan mescidin içerisinde bulunuyor idiyse de, mescidde onların evlerinin kapılarından başka birtakım kapılar da vardı. Öyleki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'nin kapısı dışında diğer kapıların kapatılmasını emretmişti. Amr b. Meymûn, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bütün kapıları -Alî'nin kapısı müstesna- kapatınız." Tirmizî, Menakıb 20. Müsned, I. 175, 11, 26, IV, 369. Böylece Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali'ye kapısının mescide açılmasına ilişmemek suretiyle bir özellik tanımış oldu. Hazret-i Ali de evi mescidde olduğu halde evinde cünup olurdu. Hazret-i Peygamber'in: "Mescide açılan kapılardan Ebû Bekir'in kapısından başka bir kapı bırakmayınız" hadisine gelince, bu -Allahu âlem- şöyle idi: Mescide bakan çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı. Evlerin asıl kapılan ise mescidin dışında bulunuyordu. Hazret-i Peygamber, işte bu İkinci çıkışların kapatılmasını emrederken, ona ikram olmak üzere, Hazret-i Ebû Bekir'in çıkışını bırakmıştı. Buna karşılık Hazret-i Ali'nin ana kapısı, giriş ve çıkışta kutlandığı kapısı (mescide açılıyordu), işte İbn Ömer bunu: mescidde ikisinden başkası yoktu" diyerek açıklamaktadır. Denilse ki: Atâ b. Yesâr'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bazı kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide geliyor ve mescidde konuşuyorlardı. İşte bu, cünup bir kimsenin abdest aldığı takdirde mescidde kalmasının câiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İshak'ın da -belirttiğimiz gibi- görüşüdür. Buna cevap şudur: Abdest almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için va7' olunmuş ve zahiri pislikten korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı ibadeti kabul olunmayanın ve bu ibadete başlaması sahih olmayanın girmemesi gerekir. Onlardan nakledilen, çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip geldikleridir. Eğer abdest bozucu başka haller sizin bu dediğinizi iptal eder, denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı abdest almak zor gelir, yüce Allah'ın: “...ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- ..." âyeti başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir ve yeterlidir. Mescîdde cünupken durup beklemek câiz olmadığına göre, mushafa el değdirmenin ve onda okumanın câiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü mushafın saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, yüce Allah'ın izniyle, el-Vâkıa Sûresinde (56/75-80. âyetler, 5- başlıkta) gelecektir. 12. Cünub Olanın Yapamayacağı İşler Bizim mezhebimizin âlimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıdaki bir takım âyetleri istiâze (ve dua) maksİsmi ile okumak dışında, çoğunlukla Kur'ân-ı Kerîm okumasına engel olunur. Mûsa b. Ukbe, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cünup ve ay hali olan kimse, Kur'ân-ı Kerîm’den herhangi birşey okumasın". Bunu İbn Mâce rivâyet etmiştir. Tirmizî, Tahâre 98; İbn Mâce, Tahâre 105. Dârakutnî de, Süfyan'dan o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr b. Murve'den, o, Abdullah b. Seleme'den, o da Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey Kur'ân’ı Kerîm okumaktan engellemezdi. Süfyan dedi ki: Şu'be bana şöyle dedi: Bu benim naklettiğim hadislerin en güzelidir." Dârakutnî, I, 219. Bunu İbn Mâce de rivâyet edip. Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı, bize Muhammed b. Cafer anlattı, bize Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu manada bir hadis zikretmektedir, İbn Mâce, Tahâre 105. Ayrıca yakın lâfızlarla: Ebû Dâvûd, Tahâre 90; Nesâî, Tahâre 171; Müsned, I, 84, 107, 124. Bu ise, sahih bir isnaddır. İbn Abbâs'ın, Abdullah b. Revaha'dan rivâyetine göre, "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bizden herhangi bir kimsenin cünup olduğu halde Kur'ân okumamızı yasakladı" demektedir. Bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir. Yine İkrime'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; İbn Revaha, hanımının yanında yatmakta iken, odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına kalkıp gitti ve onunla cima etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göremeyince, ayağa kalktı, odadan dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçeri dönüp, bıçağı aldıktan sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bitirmiş, ayağa kalkmıştı. Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne oluyorsun? diye sordu. Karısı ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördüğüm şekilde görse idim, bu bıçağı senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına. Beni nerede gördün ki? diye sorunca, hanımı. Seni cariyenin üzerinde gördüm, dedi. Bu sefer Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizden herhangi bir kimsenin cünüpken Kur'ân okumasını yasaklamış bulunmaktadır. Karısı: O halde sen de Kur'ân oku bakayım dedi. -Karısı Kur'ân okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi; "Resûlüllah bize geldi –Allah’ın Kitabını okuyarak- Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın aydınlık saçışı gibi. Körlükten sonra hidâyeti getirdi o, kalplerimiz ona İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye. Geceyi geçirir, yaaı yatağından uzaklarda. Müşrikler yataklarında uyuyup ağırlattıkları vakit." Hanımı bunun üzerine: Allah'a îman ettim ve güzümün gördüğünü yalanladım. Sabah olunca, Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) azı dişleri görününceye kadar güldü. Dârakutnî, I, 120. Yüce Allah: "Gusledinceye kadar..." âyeti ile, cünup olanın gusletmedıkçe namaz kılmasını yasaklamaktadır. Gusletmek, aklen kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne anlama geldiği bilinmektedir. Bu kelime iles suyun el ile birlikte yıkanan şey üzerinden geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim (yıkadım) tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri için farklı İfadeler kullanmışlardır. Bu husus böylece anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup olan bir kimsenin, vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması halinde hükmün ne olacağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya dalması yeterli değildir. Çünkü yüce Allah, cünup olana gusletmesini emretmektedir. Tıpkı namaz kılan kimseye, yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkamasını) emrettiği gibi. Abdest alan bir kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve ellerinin üzerine geçirmesi kaçınılmaz birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun başı da abdest alan kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir. Bu aynı zamanda el-Müzenî'nin de görüşü ve tercihidir. Ebû'l-Ferac Amr b. Muhammed el-Mâlikî der ki: Gusletmek lâfzından anlaşılması makul olan mana budur. Çünkü iğtisâl, sözlükte iftial kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin) üzerinden geçirmiyen bir kimse, aslında su dökmekten başka bir İş yapmış olmuyor. Dilciler, bu şekilde davranan bir kimseye, gusleden kimse ismini vermezler. Böyle birisine ya su döken, ya da suya dalan kimse ismini verirler. Ebû'l-Ferac devamla) der ki: İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetler bu doğrultuda gelmiştir. Meselâ, onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her bir kılın altında cenabet vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni iyice temizleyin." Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Tirmizî; Tahâre 78; İbn Mâce, Tahâre 106. Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- ancak, belirttiğimiz şekilde) elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilmesiyle olabilir Derim ki; Delil diye gösterilen bu hadiste, şu iki sebepten dolayı (görüşüne) delil olacak bir taraf yoktur: Evvelâ, bu hadisin tevilinde farklı kanaatler izhar edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Teni iyice temizleyiniz" âyetinden kasıt, fercin yıkanması ve temizlenmesidir Hazret-i Peygamber burada, ten ile, kinaye yoluyla ferci kastetmiştir. İbn Vehb de der ki: Ben, hadislerin açıklanması konusunda İbn Uyeyne'den daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci olarak, bu hadisi, Ebû Dâvûd, Sünen’inde rivâyet etmiş ve bunun hakkında: "Bu hadis zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebû Dâvûd) rivâyetinde böyle denilmektedir. Böylelikle bu hadisin delil gösterilme imkânı ortadan kalkmakta, geriye, daha önceden de açıkladığımız gibi, dildeki bu kelimenin anlamını dayanak almak kalmaktadır. Ayrıca bunu, sahih hadiste sabit olan şu rivâyet de desteklemektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e küçük bir çocuk getirildi- Hazret-i Peygamberin üzerine işedi. Hazret-i Peygamber, bir su getirilmesini istedi. Bu suyu çocuğun sidiği üzerine serpiştirdi, fakat elbisesini de yıkamadı. Bunu Hazret-i Âişe rivâyet etmiştir. Buhârî, Vudû' 59, Akika 1; Müslim., Tahâre 101; Nesâî, Tahâre 189; İbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta’', Tahâre 109; Müsned, VI, 52, 210. Buna yakın bir rivâyet, Um Kays bint. Mihsan'dan da rivâyet edilmiştir. Buhârî, Vudû' 59; Müslim, Tahâre 103, 104; Nesâî, Tahâre 189: İbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta’', Tahâre 110; Müsned, VI, 355 Her iki hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. İlim adamlarının Cumhûru ile, lukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup için su dökmek ve suya dalmak, dokunduğu su ve içine daldığı su her bir tarafım kuşatacak olursa, vücudunu ovalamayacak olsa dahî yeterli gelir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın guslüne dair, Hazret-i Meymûne ile Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettikleri hadislerin muktezâsınca böyledir. Bu iki rivâyeti de hadis İmâmları kaydetmişlerdir. Buhârî, Gusl 5,6; Müslim, Hayz 35-39; Ebû Dâvûd, Tahâre 97 v.s. Bunlara göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b. Abdulhakem de bu görüşte olduğu gibi, Ebû'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Mâlikî) daha sonra bu görüşü kabul etmiş ve Mâlik'ten de bunu rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Gusül halinde, elleri beden üzerinde gezdirmeyi emretmesinin sebebi: Şüphesiz, ellerini bedeni üzerinde gezdirmeyen bir kimsenin bedenine su ulaşması gereken bölgelerinden bazısından uzak kalabilme ihtimalidir. İbnü’l-Arabi ise der ki: Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün olabileceğini nakleden ve bunu rivâyet eden Ebû'l-Ferac'a gerçekten hayret ediyorum. Çünkü, İmâm Mâlik bunu, ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifadelerinden böyle bir şey anlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebû'l-Ferac'ın vehimlerindendir Derim ki: Hayır, bu husus Mâlik'ten açık bir nass ile rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Mervan b. Muhammed ez-Zahiri -ki o, Şamlı sika ravilerden birisidir- der ki: Ben, Mâlik b. Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya dalıp çıkan kimse hakkında soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerlidir, dedi. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu rivâyette, ayrıca "vücudunu ovalamaksızın ve abdest almaksızın" ibaresi de vardır ve Mâlik'e göre, bu şekilde suya dalıp çıkan için gusül gerçekleşmiş demektir Ancak, onun mezhebinde meşhur olan rivâyet, vücudunu ovalamadıkça bunun gusül yerine' geçmeyeceğidir, Bu da yüzün ve ellerin gusledilmesine kıyasen böyle söylenmiştir. Çoğunluğun delili şudur: Üzerine su dökünen herkes gusletmiş olur. Araplar, sema beni gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırca sına ıslattı). Hazret-i Âişe ve Hazret-i Meymûne de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ne şekilde guslettiğini naklederken, vücudunu ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu vacip bir şey olsaydı Hazret-i Peygamber bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını bize beyan eden odur. Ve o böyle bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının dibine ulaştırmak için hilallemesi, avuçlayarak başına su dökmesi ve buna benzer gerek guslederken, gerek abdest alırken yaptığı davranışları bize nakledildiği gibi, bu da ondan nakledilirdi. Ebû Ömer der ki: Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su dökerek yıkamaya "gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak, reddedilecek bir durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın, abdest alırken kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve hayızdan yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bunun da sünnete uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gasletmek (yıkanmak) olmasını engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zati hakkında asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul etmek de gerekmez. Çünkü, asıl olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine irca edilmez. Bu ise ümmetin ilim adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir konudur. Aksine, kıyas yoluyla feri meseleler, asli meselelere irca edilirler. Başarı Allah'tandır. Dârakutnî, I, 120. 14. Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır: Hazret-i Meymûne ile Hazret-i Âişe yoluyla gelen Hadîs-i şerîfler, İbn Abbâs'ın azadlısı olan Şu'be'nin, İbn Abbâs'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman, ellerini de yedi defa, fercini de yedi defa yıkardı Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 246. Ancak; "yedi defa" kaydı olmaksızın, "fercini yıkadı" şeklinde şeklindeki rivâyetini reddetmektedir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cünupluktan yıkanmak yedi defa, sidikten dolayı elbiseyi yıkamak da yedi defa idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz beş vakit, cünupluktan gusletmek de, sidikten dolayı yıkamak da bir defaya indiril inceye kadar Rabbinden niyazda bulunmaya devam etti. Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 247 İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve gevşek (leyin) bir isnaddır. Her ne kadar bu ve bundan önceki hadîs Ebû Dâvûd İbn Abbâs'ın azadlısı Şubeden rivâyet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar kuvvetli bir ravi değildir. Hazret-i Âişe ve Hazret-i Meymurie'nin rivâyet ettikleri hadisler, bu ikisini de reddetmektedir. Dârakutnî, I, 120. 15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar: Elini vücudu üzerinden geçirme imkânı bulamayan kişi hakkında Suhnûn şöyle demiştir: Bu işi yapmakla birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez parçasıyla oraları ovalar. el-Vâdiha'da şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebildiği kadarıyla vücudunun üzerinden geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadığı yerleri de kapatıncaya kadar üzerine su döker. 16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilâllemesi: Cünup kimsenin, kıl diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının arasını ayırması (hilâllemesi) hususunda, Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. İbnü'l-Kasım'ın ondan rivâyetine göre Mâlik: Bunu yapmakla yükümlü değildir, demektedir. Eşheb ise, yine Mâlik'ten bunu yapmakla yükümlü olduğunu rivâyet etmiştir. İbn Abdilhakem der ki: Böylesi bizim için daha sevimlidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hilallerdi. Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Hadis no; 242 Tirmizî, Tahâre 76. Bu ifadeden her ne kadar daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi olarak anlaşılması uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Mana bakımından, gusülde bütün vücudun kaplanması (tamamen yıkanması) vaciptir. Sakalın altındaki ten de vücudun bir parçasıdır. O halde suyun oraya ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilmesi icabeder. Küçük taharette (abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece saça intikal etmesi, bu taharetin hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedellerin aslın yerine kâim olması esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakımdan küçük taharette (abdestte ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek câiz iken, gusülde bu câiz değildir. Derim ki: Bunu Hazret-i Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır" hadisi de bunu desteklemektedir. 17. Mazmaza ve İstinşakın Hükmü: Bazıları işi aşırıya götürerek, yüce Allah'ın: "Gusledinceye kadar" âyeti dolayısıyla mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz) görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebû Hanîfe'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza ve istinşak yerleri (olan burun ve ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler. Bunların da hükmü, tıpkı yanaklar ve alın gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü gibidir. O halde her kim bunları (mazmaza ve istinşakı) terk edip namaz kılacak olursa, tıpkı abdest alıp yahut yıkanırken, yıkanması gereken bir tarafı yıkamaksızın terkeden kimsenin durumunda olduğu gibi, namazını iade eder. Bununla birlikte abdest esnasında bunları, (yani mazmaza ve istinşakı) terk edenin namazını iade etmesine gerek yoktur. Mâlik ise şöyle demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest alırken de farz değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin içi gibi yıkanmaları gerekmez. Muhammed b. Cerir et-Taberî, el-Leys b. Sa'd, el-Evzaî ve tabiin topluluğu da böyle demiştir. İbn Ebi Leylâ ve Hammâd b. Ebi Süleyman ise, mazmaza ve istinşakın hem abdestte, hem gusülde farz olduğunu söylemişlerdir. Bu aynı zamanda İshakın, Ahmed b. Hanbel'in ve Davud'un (ez-Zahirî'nin) kimi arkadaşlarının da görüşüdür. ez-Zührî ve Atâ'dan da buna benzer görüş rivâyet edilmiştir. Yine Ahmed b. Hanbel'den, mazmazanın sünnet, istinşak'ın farz olduğu görüşü de nakledilmiştir. Davud ez-Zahirî'nin mezhebinden bazı ilim adamı da bu görüştedir. Bunları farz kabul etmeyenlerin delili şudur: Şanı yüce Allah, bunları Kitab-ı Kerîm'inde zikretmiş değildir. Rasûlü de bunları farz kılmamıştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma yoktur). Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur. Mazmaza ve istinşakı farz kabul edenler ise, bu âyet-i kerimeyle ve yüce Allah'ın; "Yüzlerinizi yıkayın" (el-Mâide, 5/6.) âyetini delil gösterirler. Dolayısıyla, bunlardan birisinde yıkamak eğer vacib ise, ötekinde de vaciptir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da, abdestinde olsun, cünupluktan dolayı gustedişinde olsun, mazmaza ve istinşakı terkettiğine dair bir rivâyet kaydedilmiş değildir. Hazret-i Peygamber ise, hem sözü İle, hem davranışa ile yüce Allah'ın muradım beyan edendir. Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile olmadıkça da fiillerinin vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan istinşak yaptığını ve yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise, ebediyyen vücub İfade edeceğini delil göstermişlerdir. İlim adamlarımız der ki: Cünupluktan dolayı gusletmek için niyet, mutlaka gereklidir. Çünkü yüce Allah: "Gusledinceye kadar" diye buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi gerektirir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr bu görüştedir. Abdest ve teyemmümde de hüküm böyledir, Bu görüşlerini de yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle emrolundular" (el-Beyyine, 98/5) âyeti ile desteklemişlerdir, ihlâs denilen şey ise, yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin samimi olmasıdır. Mü’min kullarına farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona yönelmektir. Hazret-i Peygamber de ayrıca: "Ameller ancak niyetler iledir" Buhârî, Bedü'l-Vahy 1, Îman 41 ve daha bir çok yerde; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16; Nesâî, Tahkire 60, Talâk 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, I, 25, 43. diye buyurmuştur. Bu da bir ameldir. el-Evzaî ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm niyetsiz olarak yeterli olur. Ebû Hanîfe ve arkadaşları derler ki: Su ile yapılan bütün taharetler niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm niyet olmadan olmaz. Bu ise beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için niyet gerekmediğinin icmâ ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrıca bunu, el-Velîd b. Müslim, Mâlik'ten de rivâyet etmiştir. 19. Guslederken Kullanılacak Su Miktarı: Gusülde kullanılacak su miktarı ile ilgili olarak, Mâlik, İbn Şihab'dan o, Urve b. ez-Zubeyr'den o, mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan rivâyet ettiğine göre Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bilinen bir kabtan yıkanırdı. Buhârî, Gusl 2; Müslim, Hayz 40,41; Ebû Dâvûd, Tabâre 96; Nesâî, Tahâre, 144, Gusl 8; Dârimî, Vudû' 68; Tahâre 63, Müsned, VI, 37,199. "el-Farak" ise, el-Fark diye de söylenir. İbn Vehb der ki: Fark, ahşaptan bir ölçektir. İbn Şihab da şöyle derdi: Fark, Umeyyeoğulları kıstlarından beş kist alır. Muhammed b. Îsa el-A'şa da: Fark, üç sa'dır diye açıklamış ve üç sa' da beş kıst'tır diye belirtmiştir. Yine der ki: beş kist ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in muddü ile oniki mud eder. Müslim'in Sahih'inde, Süfyan'dan: Fark, üç sa’dır dediği nakledilmektedir. Müslim, Hayz 41, Hacc 83; Tirmizî, Hacc 107. Enes'ten de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mud ile abdest alır ve bir sa' ile beş mud arası miktarla guslederdi. Buhârî, Vudû, 47; Müslim, Hayz 51. Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber, beş mekkük ile gusleder, tek bir mekkük ile abdest alırdı. Müslim, Hayz 50; Ebû Dâvûd, Tahâre 44; Nesâî, Tahâre 58, 143, Miyâh 13; Tirmizî, Sıfatu'l-Cenaze 76; Dârimî, Vudû' 33; Müsned, III, 112, 116, 259, 2S2, 290 Bu hadisler ise, herhangi bir Ölçeğe veya tartıya varmaksızın az su kullanmanın müstehab olduğuna delalet etmektedir, İnsan, yetecek kadar su alır ve fazla su kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bir israftır. İsraf da yerilmiş bir şeydir. İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise şeytandandır. 20. Teyemmüm ile İlgili Âyetler ve Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edîn. Yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz" âyetine gelince; İşte bu, teyemmüm âyetidir. Bu âyet-i kerîme, yaralı iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında nâzil olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm yapma ruhsatı verildi. Daha sonra bu ayet-i kerîme tüm insanlar hakkında umumî bir âyet olarak geçerli oldu. Nüzul sebebini bu şekliyle Ebû’l-Leys es-Semarkandî, Bahru'l-Ulûm ü, 357)'da kayd etmektedir. Âyet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de denilmiştir: Âyet, Hazret-i Âişe'ye ait gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi gazvesinde ashâb-ı kiramın su bulamaması üzerine nâzil olmuştur. Bu hadisi Mâlik, Abdurrahman b. el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hazret-i Âişe yoluyla rivâyet etmiştir. Muvattâ, Tahâre 89; Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108 Buhârî ise, bu âyet-i kerimeyi, Kitabu't-Tefsir'de bab başlığı yaparak şöyle demektedir: Bize Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b. Urve'den haber verdi: Hişam babasından, o, Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan dedi ki: Esma'ya ait olan (âriyeten almış olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu aramak üzere bazı kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (ashâbın) abdesti yoktu, su da bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bunun üzerine yüce Allah da teyemmüm âyetini indirdi. Buhârî, Teyemmüm 1, Tefsir 4. sûre 10; 5. sûre 3, Libâs 58. Derim ki: Bu rivâyette, Mâlik'in rivâyetinden farklı olarak, yerden sözkonusu edilmemekte ve gerdanlığın Esmâ'ya ait olduğu belirtilmektedir. Nesâî de Ali b. Müshir'den o, Hişam b. Urve'den o, babasından, o da Hazret-i Âişe yoluyla naklettiği rivâyette Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Esmâ'dan gerdanlığını ariyet olarak aldığını zikretmektedir. Nesâî, Tahâre 194 ve 204'te Hazret-i Âişe'den bu rivâyeti kaydetmekle birlikte; merhum Kurtubi'nin zikrettiği teferruattan söz etmemektedir. Ancak Buhârî, Teyemmüm 2, Libâs 58, Nikâh 65, Fedâilu Ashâbi'n Nebiyy 30; Müslim, Hayz 109 vs.de Hazret-i Âişe'nin bu gerdanlığı, Hazret-i Esmâ'dan âriyeten almış olduğunu açıkça zikretmektedir. Bu ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunduğu bir seferde olmuştur. Bu gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybettiği yere Sulsul denilmekteydi. Daha sonra Nesâî hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Bu rivâyette, Hişam'dan nakledildiğine göre, gerdanlık Hazret-i Esma'ya ait olup, Hazret-i Âişe bunu Esma'dan ariyet olarak almıştı. Bu da Mâlik'in: "Âişe'ye ait olan gerdanlık koptu" ifadesiyle, Buhârî'nin: "Esma'ya ait olan gerdanlık kayboldu" ifadelerini beyan etmektedir. Yine, Nesâî'nin bu rivâyetinde, gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı belirtilmektedir. Tirmizî de bu hadis şöylece rivâyet edilmektedir: Bize el-Humeydî anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından naklederek anlattı, babası Urve, Âişe'den naklettiğine göre: Ebvâ'da bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu aramak üzere iki kişiyi göndermişti- Tirmizî daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikreder. Bu rivâyette yine Hişam'dan., gerdanlığın Hazret-i Âişe'ye izafe edildiği görülmektedir. Fakat, bu izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir izafedir. Buna delil ise, Nesâî'nin hadksindeki açık ifadelerdir. Tirmîzî bu rivâyette, Mâlik’in dediği gibi, Ebvâ ismini zikretmektedir. Şu kadar var ki, Tirmizî'deki bu rivâyette herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Mâlik'in rivâyetinde ise şöyle denilmektedir: Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi yerinden kaldırdık, gerdanlığın onun altında olduğunu gördük. Buhârî'deki rivâyette ise şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gerdanlığı buldu. Bütün bunlar mana itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse konaklanılan yer ile ilgili rivâyeti nakledenlerin farklı İfade kullanmaları, hadisi eleştirmeyi gerektiren bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir özellikte de değildirler. Çünkü, hadisle anlatılmak istenen ve gözetilen maksat, teyemmüm ile İlgili ruhsatın nüzulüdür. Bütün rivâyetler de gerdanlık meselesini tesbit etmektedir. Tirmizî'nin hadisinde yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin Useyd b. Hudayr olduğu söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki, Buhârî’nin hadisinde "adamlar gönderdi" ifadesiyle kastedilenle ayns şeylerdir. Buhârî'deki rivâyette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir. Çünkü çoğulun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde Hazret-i Peygamber daha sonra başka birilerini de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul lâfzının mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Nihayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri yerlerde herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden kaldırdılar, gerdanlığı devenin altında buldular. Rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı, bazı yaralar almış, bu yaralar şifa bulduktan sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyetlerini arzetmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Suyûti ed-Dürru'l-Mensûr, 11, 549. Bu da aynı şekilde sözünü ettiğimiz, rivâyetlere muhalif değildir. Çünkü, geri dönmekte oldukları sözü geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemeldir. Çünkü bu Savaşta çarpışma olmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e şikâyet arzettiler. Bu arada Hazret-i Âişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuştu ve bu âyet-i kerîme bu sırada nâzil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöyle de denilmiştir; Hazret-i Âişe'nin gerdanlığı, Mustalıkoğulları gazasında kaybolmuştur. Yine bu, Mureysi1 gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muhalif değildir. Çünkü her ikisi aynı gazadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Halife b. Hayyât ile, Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebû Zer el-Ğıfarî'yi vekil bırakmıştı. Hazret-i Peygamber'in, Ebû Zer'i değil ele, Numeyle b. Abdullah el-Leysi'yi yarine vekil bıraktığı da söylemiştir. Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mustalıkoğullarına, hiçbirşeyden haberleri yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihetinden Kudeyd tarafından el-Mureysi' diye bilinen bir su kenarında idiler. Hazret-i Peygamber, onlar arasından kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da ashâb aldı. O gün için parolaları "emit, emit (öldür, öldür)" idi. Şöyle de denilmiştir: Mustalıkoğulları, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı ordu hazırlıyor ve onun üzerine hücum etmek istiyorlardı. Hazret-i Peygamber durumu haber alınca, üzerlerine gitmek üzere yola koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı. İşte teyemmümün başlaması ve ona dair buyruğum nüzuî sebebi ile ilgili olarak gelen rivâyetler bunlardır. Mâide Sûresi'ndeki -orada açıklanacağı üzere- âyetin (el-Mâide, 5/6. âyet) "teyemmüm âyeti" olduğu da söylenmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bunun üzerine yüce Allah teyemmüm âyetini indirdi. Bu âyet-i kerîme ise, Mâide Sûresinde sözü geçen abdest âyeti, yahut da Nisa Sûresi'ndeki âyet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki âyetten başka bir yerde söz konusu edilmiş değildir. Bu iki âyet de Medine'de inmiştir. 21. Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları; Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur" âyetinde geçen hastalık, bedenin itidal ve itiyat sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnaî hallere düşmesidir. Bu da, ağır ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür. Şayet, suyun soğukluğu yahut hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının telef olmasından korkacak kadar ağır hasta ise, böyle bir hasta icma ile teyemmüm eder. Bundan, el-Hasen ve Atâ'dan gelen, ölecek olsa dahi taharet alır (su ile temizlenir) rivâyetleri müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri: "Dinde size bir güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) âyeti ile: "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29) âyeti ile red olunur. Dârakutnî, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz..." âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda yarası, yahut irin toplamış yaralan veya çiçek hastalığı varsa, cünup olup da gusledecek olursa, öleceğinden korkarsa, teyemmüm yapar. Dârakutnî, I, 177. Yine Saîd b. Cübeyr'den, o da İbn Abbâs’ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hasta olana toprakla teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir. Amr İbnü'l-Âs da aşın soğuktan telef olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, ne gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namazlarını iade etmesini. Hadis az sonra etraflı bir şekilde zikredileceğinden kaynakları orada belirtilecek. Şayet hastalık hafif olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın ortaya çıkacağından veya artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden korkarsa, bütün bu durumda olanlar, mezhebimizin icmaı ile teyemmüm ederler. İbn Atiyye: "Bu konuda bildiğime göre böyledir" demektedir. Derim ki: Ancak, el-Bâcî bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir. Kadı Ebû'l-Hasen der ki: Meselâ, sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşinin yükselmesinden korkması, aynı şekilde eğer hasta olan bir kimse, hastalığının artmasından korkuyorsa, (teyemmüm eder.) Ebû Hanîfe de buna yakın ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şâfiî ise der ki: Su bulunmakla birlikte, telef olmaktan korkmadığı sürece teyemmüm etmesi câiz olmaz. Bu görüşü kadı Ebû'l-Hasen de Mâlik'ten rivâyet etmiştir. İbnü'l-Arabi der ki: Şâfiî, telef olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mubah değildir, demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zira, olabilir de olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin terki, şüpheli bir korku dolayısıyla câiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çelişki içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyemmüm eder diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mubah kıldığına göre, hastalanmak korkusu da aynı şekilde onu mubah kılar. Çünkü, telefe maruz kalmak yasak olduğu gibi, hastalığa maruz kalmak da İstenmemiştir. Şöyle diyen Şâfiî'ye gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın alınacak suyun değeri, bir habbe kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusül) alacak olanın onu satın alması, malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin teyemmüm etmesi gerekir." Ya aynı kişi bedeninin hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye (teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu hususta bunu reddetmek için, onların (Şâfiî'lerin) dinlenilmeye değer söyledikleri bir sözleri yoktur. Derim ki: el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdurrahim'in Tefsirinde belirttiğine göre, Şâfiî'nin bu konudaki sahih olan görüşü şudur: Teyemmümü mubah kılan hastalık, suyu kullanması halinde ölüm korkusunun yahut bazı organların telef olacağı korkusunun bulunmasıdır. Şayet, hastalığın uzayacağından korkulursa, Şâfiî'nin sahih görüşü, teyemmümün câiz olduğu şeklindedir. Ebû Dâvûd ve ûarâkutnî, Yahya b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebî Habib'den, o, İmrân b. Ebi Enes'den, o, Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b. As’dan şöyle rivâyet etmektedirler: Zâtu’s-Selâsil gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledecek olursam, helâk olacağımdan korktum. O bakımdan önce teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan arkadaşlarıma namaz kıldırdım. Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a anlattılar. Hazret-i Peygamber: "Ey Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi namaz kıldırdın?" diye sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne olduğunu haber verip şöyle dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah, size çok rahmet edendir" (en-Nisâ, 4/29) diye buyurduğunu dinledim dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm ona- güldü ve hiçbirşey demedi. Ebû Dâvûd, Tahâre 124; Dârakutnî, I, 178, İşte bu hadis-i şerf, yakîn olmamakla sadece korkunun bulunması halinde teyemmümün mubah olduğunun delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup denilebileceği ve teyemmüm yapmış bir kimsenin abdest almış olanlara namaz kıldırabileceği bu hadisten anlaşılmaktadır. Mezhebimizde konu ile ilgili iki görüşün birisi budur. Sahih olan da budur. Mâlik'in Muvatta’''mâa. okuttuğu ve ölünceye kadar da kendisine okunan görüş de budur. İkinci görüş ise, böyle bir kimse, abdestti olanlara namaz kıldıramaz. Çünkü abdestli olandan daha aşağı fazilete sahiptir. İmâmın hükmü ise, rütbe itibariyle daha yüksekte olmasını gerektirir. Dârakutnî de Cabir b. Abdullah yoluyla gelen hadiste onun şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Teyemmüm yapmış bir kimse, abdestlilere İmâm olamaz" diye buyurmuştur. Ancak, hadisin senedi zayıftır. Dârakutnî, I, 185. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Hazret-i Cabir'den şöyle rivâyet ederler: Bir yolculukta bulunuyorduk. Bizden birisine bir taş isabet etti ve başından yara aldı. Daha sonra o kişi ihtilam oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda benim ruhsatım olduğuna kanaatiniz var mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabilecekken teyemmüm ruhsatından yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, dediler. Bunun üzerine o da gusletti ve öldü. Peygamber (,sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna vardığımızda, ona durum bildirildi, o da şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları. Madem bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok ki cehaletin şifası soru sormaktır. Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üzerine bir bez sıkması veya bağlaması -şüphe hadisin ravîlerinden olan Mûsa'dan geliyor- ona yeterdi. Sonra o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri kalan bölümünü de yıkardı." Ebû Dâvûd, Tahâre 125; Dârakutnî, I, 190-191. Dârakutnî der ki: "Ebû Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına rivâyet ettikleri bir sünnettir. Bu rivâyeti Cezirdiler de tahammül etmiş (rivâyette bulunmuş"), fakat bunu Atâ'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b. Hureyk'den başkası rivâyet etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değildir, el-Evzaî ona muhalefet ederek, bunu Atâ'dan, o, İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir ki, doğru olan da budur. Ancak, burada el-Evzafye hilâfen, ondan (ez-Zübeyr'den) o, Atâ'dan denilmiştir Yine ondan: Atâ'dan bana ulaştığına göre., da denilmiştir. el-Evzaî ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak, Atâ'dan, O, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den diye rivâyet etmiştir ki, doğru olan da budur. İbn Ebi Hatim de şöyle demiştir: Ben babama ve Ebû ZurVya bu hususta sordum, ikisi de bana şöyle dedi: Bu hadisi, İbn Ebi'l-Işrin, el-Evzaî’den, o, İsmail b. Müslim'den, o, Atâ'dan, o da İbn Abbâs'tan rivâyet ederek, hadisi müsned olarak nakletti (ler). Dârakutnî, I, 190. Dâvud der ki: Kendisine hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü, yüce Allah: "Eğer hasta olur" diye buyurmaktadır. İbn Atiyye der ki; Bu ise, kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümmetin ilim adamlarına göre teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı rahatsız olmaktan çekinen içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yakalanmış kimseler gibi. Yine sudan dolayı artacaklarından korkulan hastalıklar için de böyledir. İbn Abbâs'tan daha önce geçtiği gibi. Yüce Allah'ın: "Veya yolculukta iseniz" âyetine göre, su bulunmadığı takdirde, yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk sebebiyle teyemmüm caizdir. Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını gerektirecek kadar uzun olması şartı da yoktur. Mâlik'in ve ilini adamlarının Cumhûrunun görüşü budur. Bir kesim ise şöyle demektedir: Ancak namazın kısaltılacağı bir yolculukla teyemmüm edebilir. Başkaları da yapılan bu yolculuğun, itaat yolculuğu olması şartını koşmuşlardır. Bütün bu görüşler zayıftır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtir. Belirttiğimiz gibi, yolculukta teyemmümün câiz olduğu ürerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Ancak, hazarda (ikâme; halinde) teyemmüm hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de câiz olduğu görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebû Hanîfe ve Muhammed'in de görüşüdür. Şâfiî ise şöyle demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef olmaktan korkması hali dışında teyemmüm etmesi câiz değildir. Bu, Taberî'nin de görüşüdür. Yine Şâfiî, el-Leys ve Taberî şöyle demişlerdir: Mukimken su bulamayıp, vaktin takmasından da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da, teyemmüm eder, namaz kılar, daha sonra (su bulunca) iade eder. Ebû Yûsuf ve Züfer ise şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin çıkacağı korkusuyla da câiz değildir. el-Hasen ve Atâ ise şöyle demişlerdir: Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bulduğu takdirde teyemmüm yapamazlar. Bu konudaki görüş ayrılığının sebebi, âyetin farklı anlaşılmasındandır. Mâlik ve ona tabi olanlar şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şartında hasta ve yolcuları zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin çoğunlukla bu kabilden olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler. Dolayısıyla özel olarak nassda onlardan söz edilmemiştir. O halde, su bulamayan, yahut da herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da namaz vaktinin geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mukîm ise âyetin manası gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan da bu nassın manası dolayısı ile teyemmüm edebilir. Mukimken teyemmüm yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demektedir: yüce Allah, teyemmümü hasta ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyurmuştur. Tıpkı bu durumda olanların oruç açmalarına, namazlarını kısaltmalarına izin verdiği gibi. Yüce Allah, teyemmümü, ancak iki şarta bağlı olarak mubah kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı olan bir kimsenin bu hususla herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, yüce Allah'ın öngördüğü şartın dışında kalmaktadır Su bulunduğu takdirde her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Hasen ve Atâ'nın görüşlerine gelince, bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü suyun bulunmaması sartma bağlamıştır. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali dışında kimseye teyemmümü mubah kılmamaktadır. Ebû Ömer der ki: Şayet, Cumhûrun görüşü ve bu hususta gelen rivâyetler bulunmasaydı, şüphesiz el-Hasen'in ve Atâ'nın söyledikleri doğru olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, yolculuk halinde bulunan Amr İbn Âs'ın teyemmüm etmesini câiz bulmuştur. Çünkü Amr, su ile gusledecek olursa öleceğinden korkmuştu. Dolayısıyla hasta olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle sözkonusu olmalıdır. Derim ki: Suya gittiği takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması halinde mukim olan kimsenin teyemmüm etmesinin câiz olduğunun, Kitap ve sünnette delilleri vardır. Kitaptan delili, yüce Allah'ın: "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyetidir. Bu ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak olursa teyemmüm eder demektir Bunu, el-Kuşeyrî Abdurrahim, açıkça şöyle de ifade etmektedir: Bundan sonra, nazar (kıyas.) böyle bir namazın kaza edilmesinin vücubunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü, ikâmet halinde suyun bulunmaması, nadiren karşı karşıya kalınan bir mazerettir. Kaza konusunda da iki görüş vardır. Derim ki: İşte bu şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken teyemmüm edecek bir kimse hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi, etmez mi hususunda açık ifade kullanmışlardır. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş, namazını iade etmesine gerek olmadığıdır, Sahih olan da budur, ibn Habib ve Muhammed b. Abdilhakem ise, herhalükârda namazını İade eder, derler. Ayrıca bunu İbnü'l-Münzîr de Mâlik'ten rivâyet etmiştir el-Velid ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez). Sünnetten deliline gelince, Buhârînin Ebû Cuheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensarî'den şöyle dediğine dair yaptığı rivâyettir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bi'ri Cemel taraflarından gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünceye kadar selamını almadı. Bundan sonra selamım aldı. Buhârî, Teyemmüm 3; Ebû Dâvûd, Tahâre 122; Nesâî, Tahâre 195; Müsned, IV, 169. Bu hadisi, Müslim de rivâyet etmiştir. Orada ayrıca, "Bi'ri Cemel" tabiri zikredilmem iştir, Müslim, Hayz 114. Ancak “Bi'ri Cemel" tabiri var. Ayrıca bunu, Dârakutnî de İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. O hadiste şu ifadeler de vardır. Daha sonra Hazret-i Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle dedi: "Selamını almamı engelleyen tek şey, taharetli olmayıştmdı." Dârakutnî, I, 177. Yüce Allah’ın: "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyetinde yer alan (ve "ayak yolu" diye meâU verilen) kelimesi asıl anlamı itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise, şeklinde veya ...diye gelir. "Dimaşk Gûtası" ismi da burdan gelmektedir. Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıyla def-i hacette bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu ortak anlam dolayısıyla "ğâit" ismi verilmiştir. Bu kelimenin fiili, bir toprakta kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır. ez-Zührî, bu kelimeyi : diye okumuştur. Bunun aslının: olup, şeddesiz söylenmiş olması ihtimali de vardır, Kolay ve olu kelimeleri ve benzerlerinde olduğu gibi. Yine bu kelimenin aslının dan gelme ihtimali de vardır. Buna delâlet eden ifade ise, def-i hacet için giden bir kimse hakkında Def-i hacette bulundu, tabirini kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi "ya" harfine dönüşmüş olmaktadır. Nitekim, Arapların yerine demeleri buna benzer. Âyet-i kerimedeki "ev: yahut, veya" âyeti burada "vav; ve" anlamındadır. Yani sizler hasta olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep, had estir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir. İşte bu önceden de açıkladığımız gtbi, mukimken teyemmümün câiz olduğuna delildir. Şu kadar var ki, buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar ehlince (tetkik erbabına göre) "ev" edatının asıl anlamı üzere kullanılmıştır. Çünkü "ev veya"nın ... has bir anlamı, "vav ve"nın de kendine has bir anlamı vardır. Onlara göre, bunun anlamının böyle olması, ifadede hazf bulunduğunu ortaya koymaktadır. Âyetin anlamı da şöyle olur: Eğer suya el değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut yolculukta bulunup ta su bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız olursa... anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Âyet-i kerimedeki "el-Gâit" lâfzı, mana yoluyla küçük tahareti bozan bütün hadesleri bir arada ifade etmektedir Ancak, ilim adamları bunları tesbitte ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü, bunların türlü olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur: Bunlar, aklın zail olması, mutad olan şeylerin çıkması ve dokunmaktır. Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu necasetlerin çıkış yerini de nazarı itibara almaz, dokunmayı da abdesti bozan sebepler arasında saymaz. Şâfiî ve Muhammed b. Abdilhakem’in mezhebine göre ise, her iki yoldan çıkanlardır Bunlar, mutad olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat dokunmayı (abdesti bozan) sebepler arasında sayarlar. Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar, baygınlık, delilik yahut sarhoşluk sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest almakla yükümlü olduğunu icma ile kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gibi bir hades mi yoksa hades değil de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta olmak üzere üç görüş vardır: Uç görüşlerden birisi şöyledir: el-Muze Ebû İbrahim İsmail, bunun hades olduğu görüşündedir. Diğer hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı gerektirir. Mâlik'in Muvatta’''daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada şöyle demektedir: Ya önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de olmadıkça abdest almaz. Muvatta’'', Tahâre 11. Yine Safvân b. Assal'dan gelen ve Nesâî, Dârakutnî ve -sahih olduğunu da belirterek- Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisin muktezası da budur Hepsi de bu hadîsi Âsım b. Ebi'n-Nücûd'dan, o, Zir b. Hubeyş'den rivâyet etmektedirler. Zir dedi ki: Safvân b. Assai el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mestler üzerine mesh etmeye dair soru sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere "Tahâretli iken onları giydiğiniz takdirde mestler üzerine yolculuğa çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh etmemizi, ikâmet edecek olursak da, bir gün bir gece mesh etmemizi ve küçük abdest bozmaktan, büyük abdest bozmaktan, uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak cünupluktan dolayı çıkarmamızı" emretti. Tahâre 71, Nesâî, Tahâre 98, 113,114; İbn Mâce, Tabâre 62; Müsned, IV, 239, 240; Dârakutnî I, 197. Bu Hadîs-i şerîfte ve Mâlik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest bozmak, küçük abdest bozmak ile uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar derler ki: Kıyasa göre fazla uyku ve aklı örten bölümü hades kabul edildiğine göre, uykunun azının da böyle olması icabeder. Ali b. Ebî Tâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dübürün bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır). O bakımdan kim uyursa abdest alsın.” Ebû Dâvûd, Tahâre 79; İbn Mâce, Tahâre 62; Dârakutnî I, 161. Bu ise umumi bir âyettir. Ve bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Dârakutnî bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Dârimî, Vudû' 48; Müsned, IV, 97 ve Dârakutnî 1, 160. İkinci uç görüş; Ebû Mûsâ el-Eşârî'den, uykunun hangi durumda olursa olsun, hades-olmayacağı görüşünde olduğuna delâlet eden bir rivâyet gelmiş bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir kimse uyku dışında bir başka badesi olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit kendisini koruyan kimseler görevlendirirdi. Eğer kendisinden hades çıkmayacak olursa, uykusundan kalkar ve namaz kılardı. Bu Abîde, Said b. el-Müseyyeb ve Mahmud b. Halid'in rivâyetinde, el-Evzaî'den de rivâyet edilmiştir, Cumhûr ise bu iki uç kanaate muhalif görüştedir, Mâlik'in görüşü özetle şöyledir: Her kim uyur, uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda olursa olsun onun abdest alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zûhrî, Rabia ve el-Velid b. Müslim'in rivâyetine göre -el-Evzaînin de görüşüdür. Ahmed b. Hanbel ise der ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi Örtmeyecek ve onu daldırmayacak türdense zarar vermez. Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ kalçasını sağ ayağına dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması şeklindeki oturuş) uyuyan dışında herhangi bir kimsenin abdest alması gerekmez. Şâfiî der ki: Oturarak uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn Vehb de Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Bu görüşlerden sahih olanı, Mâlikî mezhebindeki meşhur görüştür. Çünkü İbn Ömer'in rivâyet ettiği bir hadise göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bir meşguliyeti sebebiyle yatsı namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde uyuduk. Sonra ayandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyandık. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkageldi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda yeryüzündeki insanlar arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur" Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Lâfız ise, Buhârî'nindir. Buhârî, Mevakıt 24; Müslim, Mesâcid 220, 221: Nesâî, Mevâkît 21; Müsned, II, 88- 126; Ayrıca bk. Buhârî, Mevakit 22,24: Müslim, Mesacid 225; Nesâî, Mevakit 21; Dârimî, Salat 19. Bu hadis, hem isnad, hem amel bakımından bu konuda gelen rivâyetlerin en sahih olanıdır. Mâlik'in Muvatta’'’ında söyledikleri ile Safvân b. Assai yoluyla gelen hadiste söylenenlere gelince, bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan ağır uyku abdesti bozar. Bu Hadîs-i şerîf ile bu manadaki diğer hadisler bu açıklamaya delildir. Aynı şekilde Saffan'ın bu hadisini; Veki', Mis'ar'den o, Âsım b. Ebi'n-Necüd'dan rivâyet etmiştir. Bu rivâyete göre Âsım, "yanut uyku" yerine "yahut yel" demiştir. Dârakutnî der ki: Bu hadiste "yahut yel" ifadesini, Vekİ'in Mis'ar'den rivâyetinden başka diyen olmamıştır. Dârakutnî, I, 123. Derim ki: Vekî', sika ve güvenilir bir İmâmdır. Buhârî, Müslim ve benzeri hadis İmâmları ondan hadis rivâyet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades olduğu hususunda Saffan'ın hadisine yapışanların bu hadisi delil göstermelerine imkân kalmamaktadır. Ebû Hanîfe'nin görüşü ise zayıftır. Dârakutnî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secde halinde iken uykusu derinleşmeye, yahut hafifçe horlayıncaya kadar uyudu, sonra kalktı ve namazını kıldı. Ey Allah'ın Rasûlu uyudun, dedim. Şöyle buyurdu: "Abdest ancak, yatarak uyuyan kimse için vaciptir. Çünkü bir kimse yattı mı, artık onun mafsalları gevşer". Tirmizî, Tahâre: 57; Ebû Dâvûd, Tahâre 79; Müsned, I, 256. Bu hadisi tek başına Ebû Halid, Katade'den rivâyet etmiştir. Sahih bir rivâyet değildir. Bunu da Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, I, 160. Ebû Dâvûd da bu hadisi rivâyet etmiş olup şöyle demiştir : Hazret-i Peygamberin: "Yatarak uyuyana abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup, bunu Ebû Halid Yezid ed-Dâlânî, dışında kimse Katade'den rivâyet etmemiştir. Baştarafını ise bir topluluk, İbn Abbâs'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden söz etmemişlerdir. Ebû Dâvûd, Tahâre 79, Hadis No: 202. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir. Katade'nin sika ravilerinden herhangi bir kimse bunu rivâyet etmiş değildir. Bunu tek başına Ebû Halid ed-Dâlânî rivâyet etmiş ve onun bu fazlalığını inkâr etmişlerdir. Bu kabilden naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez, Şâfiî'nin, yalnızca oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer ile mutedil halden meyleden ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alması gerekir, sözüne gelince, bu aynı zamanda Taberî ve Davud'un da görüşüdür. Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan kimsenin uykusunun ağırlaşması pek rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan böyle bir uyku hafif uyku mesabesindedir. Dârakutnî de Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir; "Her kim oturarak uyursa, onun için abdest almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa koyarsa onun abdest alması gerekir." Dârakutnî, I, 161. İnsan vücudundan çıkanların abdesti bozmasına gelince, bizim lehimize, Buhârînin yaptığı şu rivâyet delildir Buhârî dedi ki: Bize Kuteybe anlattı, dedi ki, bize Yezid b. Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, İkrime'den, o, Âişe'den şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hanımlarından birisi itikâfa girdik. O kadın, kırmızı ve sarı renkte akıntı görüyordu. Namaz kılarken altına leğen koyduğumuz dahi olurdu. Buhârî Hayz 10, İ'tikâf 10, Ebû Dâvûd, Savm 81; İbn Mâce, Siyam 66; Dârimî, Vudû' 94: Müsned VI, 131. Görüldüğü gibi bu mutad olmayan bir şekilde çıkmaktadır. Bu kesilen bir damardan ötürü gelmektedir. O halde bu bir hastalıktır. İki yoldan gelip de bu şekilde olan bir akıntı dolayısıyla bize göre -belirttiğimiz gibi Şâfiî'ye hilâfen- abdest almak vacib değildir. Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu Hanelilerin, çıkanın necaset olmasına itibar etmesi şeklindeki kanaatini de reddetmektedir. Böylelikle Mâlik b. Enes'in mezhebinin sahih olduğu ve açıkça anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Nefes alıp verildiği sürece Allah, ondan ve diğerlerinin tümünden razı olsun. Dârakutnî, I, 177. 26. "Kadınlara Dokunmak" Âyetinin Anlaşılması ile İlgili Görüş Ayrılıkları: Yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunur da..." âyetini, Nâfi’, İbn Kesîr, Ebû Âmr, Âsım ve İbn Amir Dokunursam" diye okumuşlardır. Hamza ve el-Kisâî iser eklinde okumuşlardır. Bu kelimenin anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Biricisi, bunun cimada bulunursanız anlamına gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gelmesidir. Üçüncüsü ise her ikisini de bir arada mütalaa eden görüş. Bunun şeklindeki okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamdadır. Şu kadar var ki, Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir: Sözlükte evlâ olan 'ınf öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade etmesidir. Çünkü bu durumda, her bir tarafın bir Fiili vardır. Diğer okuyuş olan ise, onların üstüne varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının herhangi bir fiili yoktur İlim adamları, âyet-i kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş farklı görüş ortaya atmışlardır. Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir tabirdir. Cünup olan kimse ise, ancak su ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Dolayısıyla yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur..." âyeti ile kast edilen anlamın kapsamına girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözkonusu olmaz. Cünup, ya gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bırakır. Bu görüş, Hazret-i Ömer ve İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir. Ancak, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: bu meselede, İslam âleminin değişik bölgelerindeki fukabalarından, Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Mes'ûd'un görüşü doğrultusunda rey sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse olmamıştır. Bunun sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammâr ve İmrân b. Husayn ile Ebû Zer'in Hazret-i Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair yaptıkları rivâyetler olmalıdır. Ammar b. Yasir'in rivâyeti için bk. Buhârî Teyemmüm 4, 5, 8, Müslim; Ebû Dâvûd, Tahâre 121; Nesâî, Tahâre 195, 196,198, 199, 200, 201. İmrân b. Husayn'ın rivâyeti için bk. Nesâî, Tahâre 202. Ebû Zerr'in rivâyeti için bk. Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tirmizî, Tahâre 92. Ebû Hanîfe, bu görüşün aksini ileri sürer ve der ki: Burada mülâmese'den kasıt, cima demek olan lemse hastır. Cünup olan bir kimse teyemmüm eder, eliyle-dokunan kimselerden ise burada sözedilmemiştir. Çünkü bu, hades de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir. Kişi lezzet almak kastıyla hanımını öpecek olsar abdestî bozulmaz. Onlar bu görüşlerini, Dârakutnî'nin Hazret-i Âişe'den gelen şu rivâyeti ile de desteklerler: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın namaza çıktı. Urve dedi ki: Bçn ona: Sözünü ettiğin bu kadın senden başkası olabilir mi diye sordum. O da güldü. Dârakutnî, 1,138. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Tahâre 68; Tirmizî, Tahâre 63; Nesâî. Tahâre 121; İbn Mâce, Tahâre 69; Müsned, VI, Ğ2, 210. Mâlik der ki: Cima yoluyla mülâmesede bulunan kişi, (su bulamayacak olursa) teyemmüm eder, el ile mülâmesede bulunan (dokunan) kimse ise, lezzet aldığı takdirde teyammüm eder. Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, abdest almasını gerektiren bir durum yoktur. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Âyetin muktezâsı da budur. Ali b. Ziyad der ki: Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa, herhangi bir şey yapması gerekmez. Şayet elbisesi ince ise abdest alması gerekir. Abdulmelik b. el-Macışûn der ki; Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına kasten dokunan bir kimse lezzet alsın almasın, abdest alsın, Kadı Ebû'l-Velid el-Bâci ise, el-Münteka'da şöyle demektedir: Mâlik ve arkadaşlarının mezhebinde tahkik sonucu varılan hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini değdirmesi dolayısıyla icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla değil. Hanımına dokunmakla lezzet almak maksadını güden bir kimse için abdest almak icabeder. Bu dokunmakla lezzet alsın veya almasın fark etmez. İşte Îsa'nın, İbnü'l-Kasım'dan gelen rivâyetinde, el-Utbiyye'deki ifadelerin manası budur. Sadece erkeklik organının sertleşmesine gelince, İbn Nâfi'nin Mâlik'ten rivâyetine göre, beraberinde dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti gerektirir, ne de gusletmeyi. eş-Şeyb Ebû İshak der ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesti bozulur. Bu, Mâlîk’in de el-Müdevvene' de yer alan görüşüdür. Şâfiî ise der ki: Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin herhangi bir tarafına dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun azalarından bir başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, ez-Zührî ve Rabla'nın da görüşüdür. el-Evzaî der ki: Dokunma el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa abdest bozulmaz. Çünkü yüce Allah: "Kendileri de elleriyle ona dokunsalardı" (el-En'âm, 6/7) diye buyurmaktadır. İşte bu hususta, beş ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli olanları, Mâlik’in görüşüdür. Bu, Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivâyet edildiği gibi, Abdullah b. Mes'ûdfun da görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ûd der ki: Mülâmese cimadan ayrıdır. Ve bundan dolayı da abdest almak icabeder. Fukahânın çoğunluğu da bu görüştedir. İbnü'l-Arabî der ki: Âyetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çünkü, yüce Allah'ın bu âyetin baş tarafında yer alan: "Cünup iken" âyeti cimayı ifade eder. "Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyeti, hadesi ifade eder. "Yahut kadınlara dokunur da" âyeti de, dokunmayı ve öpmeyi ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı cümle olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lâmın (bilip bildirmenin, nihai bir derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülâmese'den) maksat cima olsaydı ifadede bir tekrar olurdu. Derim ki: Ebû Hanîfe'nin delil diye gösterdiği, Hazret-i Âişe yoluyla gelen hadise gelince, bu mürsel bir hadistir. Bunu Veki’ el-A'meş'ten, o, Habib b. Ebi Sabitten, o, Urve'den, o, Âişe'den rivâyet etmiştir Yahya b. Said, el-A'meş'in Habib'den, onun da Urve'den rivâyet ettiği hadisi zikredip şöyle der: Süfyan es-Sevri'ye gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen kimse idi. İşte o, Habib'in Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia etmiştir. Bunu da Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, 1,139. Konu ile ilgiîi rivâyetlerin değerlendirilmesi için hadisin bundan önceki notta gösterilen yerlerde gerek kitap sahiplerinin, gerekse sarihlerinin notlarından başka, ez-Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 70-?6ya da bakılabilir. Denilse ki: Sizler mürseli kabul ediyorsunuz, O halde bunu da kabul etmeniz ve gereğince amel etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu âyetin zahiri ve ashâb-ı kiramın ameli dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülâmese cimanın kendisi demektir. Ayrıca bu İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Deriz ki: Ömer el-Faruk ve onun oğlu bu hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ûd da -ki, o Kûfelidir, (yani Küfede yerleşmiş bir sahabidir) bu konuda onlara uymuştur, Siz ne diye ona muhalefet etmektesiniz. Yine denilse ki: Mülâmese, müfâafe (yani iki taraflı işin yapıldığını ifade eden kip) babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems (dokunmak), ancak tek taraflı olur. Böylelikle mülâmesenin cima olduğu sabit olmaktadır. Deriz ki: Mülâmesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidin Bu, ister bir taraftan, ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü, bunların her birisi aynı zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye nitelendirilir. Bir diğer cevap da şöyledir: Mülâmese, bazan tek taraflı da olabilir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mülâmese satışını Mulâmese Satışı: Bu, elbiseye el değdirdiğin taktirde, onu sana şu kadara sattım, denilerek yapılan muhayyerlik hakkı olmaksızın yapılan ve sahih olmayan bir satış çeşididir. yasaklamıştır. Elbise ise, melmûs (kendisine dokunulan) olur. Hiçbir zaman kendisi dokunan olamaz, İbn Ömer de, bizzat kendisi hakkında şöylece haber vermektedir: "Ve o günlerde ben, ihtilâm olacak yaşlarda idim. (Burada müfeale kipinden nâheztü'yü kullanmıştır,) Araplar da: Hırsızı cezalandırdım. Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve tek taraflı yapıldığı halde müşareke ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden kullanımlar da pek çoktur Denilse ki: Şanı yüce Allah, İmdesin sebebi olan ayak yolundan gelişi zikrettiği yerde, cünupluğun sebebini zikretmiştir ki, o da mülâmesedir. Böylelikle su bulmama halinde, İmdesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmektedir. Tıpkı suyun bulunması halinde bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz ki: Bizler, bu kelimenin aynı zamanda hem cima, hem lems (dokunmak) anlamına alınmasına mani görmüyoruz, Açıkladığımız gibi bu aynı zamanda her iki hükmü de ifade etmektedir. Ve belirttiğimiz gibi bu (müşareke olmayan kiple): diye de okunmuştur. Şâfiî'nin sözünü ettiği, erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın herhangi bir uzvuyla şehvetli ya da şehvetsiz dokunmasının abdesti gerektirdiği seklindeki görüşüne gelince; bu da Kuran-ı Kerîmin zahirinden anlaşılan ifadedir. Aynı şekilde, kadın da ona değmiş olacağından onun da abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir kimse, şehvetli veya şehvetsiz, hanımının saçına dokunacak olursa, abdest alması gerekmez. Diş ve tırnak da böyledir Çünkü bunlar, tenden farklı şeylerdir. Hanımının saçına dokunduğu takdirde ihtiyat yolunu seçip abdest alacak olursa, bu güzel bir şey olur Koca? hanımına yahut kadın, kocasına eliyle ve elbisenin üst tarafından dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya almayacak olsa, bizzat tene dokunmadığı sürece her ikisinin de abdest alması gerekmez. Bunu kasten veya unutarak yapmaları farketmez. Kadının hayatta olması, yahut -yabancı olması halinde- ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle küçük bir kıza yahut yaşlıca acuze bir kadına, veya nikâhlaması kendisine helâl olmayan mahremlerinden birisine dokunması haline dair farklı görüşleri gelmiştir. Bir seferinde abdest bozulur demiştir. Çünkü yüce Allah: "Ya da kadınlara dokunur,." âyetinde fark gözetmemiştir, İkinci seferinde ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü böylelerine karşı şehvet duyulmaz. el-Mervezî der ki: Şâfiî'nin görüşü kitabın zahirine daha uygun düşmektedir. Çünkü yüce Allah: "Yada kadınlara dokunursanız" diye buyurmakla, şehvetli ya da şehvetsiz dememektedir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashâbından bu durumda abdest almayı vacip görenler de şehvet şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekilde bu şartı koşmamışlardır. el-Mervezî der ki: Mâlik'in kabul ettiği şekilde şehveti ve elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı gerektirdiği kanaatine gelincet bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmiyoruz. Ancak bu kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir. Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şekilde elbisenin üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda olan bir kimse, kadına temas etmiyor demektir. Derim ki: el-Mervezi’nin sözünü ettiği bu hususta Mâlik ile el-Leys b. Sa'd'dan başka aynı görüşü paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr’in naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak’ın ve Ahmed’in de görüşüdür Ayrıca bu görüş, en-Nehaî ve en-Nehaî:den de rivâyet edilmiştir. Bunların hepsi der ki: Dokunup da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder. Lezzet almazsa abdest gerekmez. el-Mervezî'nin: "Bu kıyasen de sahih olamaz" sözüne gelince; Onun bu görüşü de sahih değildir. Çünkü Hazret-i Âişe'den sahih haberde şöyle dediği zikredilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde ayaklarım onun kıblesi tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği vakit, eliyle benî dürter (ğamezenî) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim. O ayağa katklı mı, tekrar onları uzatırdım. Hazret-i Âişe der ki: O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu. Buhârî, Salat 22,104, el-Amel fı's-Salât 10; Müslim, Salât 272: Nesâî, Tahâre, 20; Muvatta’'' Salâtu'l-Leyl 2; Müsned, VI, 148, 225, 255. İşte bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hazret-i Âişe'nin ayaklarına el değdirdiği hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hazret-i Aîşe'den rivâyetinde de şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elleriyle ayaklarıma dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Salat 108; Ebû Dâvûd, Salât 111; Nesâî, Tahâre 120; Müsned, VI, 44, 54-55. İşte bu yüce Allah'ın; "Ya da kadınlara dokunursanız" âyetindeki umum ifadeyi tahsis etmektedir. O halde âyetin zahiri ne şekilde dokunursa dokunsun, dokunan herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak, yüce Allah'ın Kitabının beyanı demek olan sünneti seniyye de abdestin bazı dokunanlar için gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delâlet etmektedir. Gerekmeyen kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir. Burada: Belki de Hazret-i Âişe'nin ayakları üzerinde bir örtü bulunuyordu. Yahut da Hazret-i Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, denilemez. Çünkü buna karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin (el-Ğamz) gerçek mahiyeti Ele yapılmasıdır. Semiz olup olmadığını anlamak amacıyla koçu el ile yoklamak için de bu mastardan türemiş fiiller kullanılır. Ancak, elbisenin yeni ile vurmak anlamını ifade etmek üzere "ğamz" kelimesi kullanılmaz. Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla çıplak olur ve dışarıda kalır, Özellikle uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde durum bu idi. Nitekim Hazret-i Âişe'nin: Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım sözleriyle: "O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu"' ifadeleri dikkatimizi çekmektedir. Yine Hazret-i Âişe'den gayet açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken ayaklarımı onun kıblesine doğru uzatırdım. Secdeye vardı mı, o beni eliyle dürter, ben de ayaklarımı kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı, yine onları uzatırdım." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir Buhârî, el-Amel fi's-Salat 10. Böylelikle dürtmenin (el-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek anlamı ile kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Bir diğer delil de, yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu sözleridir: "Gecenin birinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede olduğunu araştırmaya koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayakları (secde halinde) dikilmiş olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek hadisin geri kalan kısmını nakletmektedir. Müslim, Salât 222; Ebû Dâvûd, Salat 148; Nesâî, ...120, Tatbik 47; Müsned, VI, 58,201. Hazret-i Âişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin ayaklarına koyduğu vakit, o da secdesini devam ettirdi. İşte bu, abdestin her tenleri değenler hakkında değil de, bir kısmı hakkında bozulacağının delili olmaktadır. Denilse ki: el-Müzenî'nin de dediği gibi, Hazret-i Peygamberin ayakları üzerinde bir hail (tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöyle cevap verilir : Ortada bir hâil olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildiği zaman, onun hâilsiz (yani çıplak) olduğu anlaşılır. Aslolan da zahiri ifadelerin sınırını aşmamak, orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın çıplak olduğu âdeta nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır. Denilse ki; Ümmet icma ile şunu kabul etmiştir; Bir erkek, bir kadını zorlasa ve onun sünnet yeri kadının sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o kadın hiçbir lezzet almasa, yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk almasa ve hiçbir şekilde arzu da duymasa yine de o kadının gusletmesi vaciptir. Aynı şekilde şehvetli, ya da şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de böyle olmalıdır. Onun da abdesti bozulmuş olur ve abdest alması icabeder. Çünkü, dokunmak, el ile yoklamak ve öpmekten anlaşılması gereken bunların, ifade ettiği manadır, lezzet değildir. Buna şöyle cevap veririz; el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta iddia ettiğiniz ietnaa muhalefet ettiğinden daha Önceden sözetmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte biz icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde icmaı bize karşı delil göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler, mezhebimizin doğruluğuna sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunuyorum. Sizin iddianıza göre: "Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, benim sözümü bırakınız" sözünü ilk defa Şâfiî söylemiştir. Oysa, bizce meşhur olduğu gibi, ondan önce hocası Mâlik bunu söylemiş bulunmaktadır. Şimdi bu konuda hadis sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söylemiyorsunuz? Sizin mezhebinize göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert davranmak kastıyla eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat fiilin, varlığıdır, Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hadis İmâmları Mâlik ve diğerlerinin rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Zeynep ile Ebû'l Âs'dan olma kız torunu Umâme, omuzları üstünde olduğu halde namaz kılardı. Rükû'a vardığında onu yere bırakır, sücuddan kalkığı vakit de tekrar eski yerine koyardı. Buhârî, Salât 106, Edeb 13; Müslim, Mesacid 41-43; Ebû Dâvûd. Salât 165; Nesâî, Mesâcid 19, 37, Sehv Yf,: Dârimî, Salat 93; Muvatta’', Kasrı's-Salât 71; Müsned, V, 296,303,304, 311. Bu iser Şâfiî'nin nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü reddetmektedir: Küçük bir kıza dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şâfiî bunu ileri sürerken "nisa" (kadınlar) lâfzına tutunur. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü küçük kıza dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan lezzeti nazarı itibara almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması hususunda farklı görüşleri gelmiştir. Bizler ise, lezzeti nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu takdirde hükmün varlığından sözedilir ki, o da abdestin gereğidir, Evzaî'nin özel olarak el ile dokunmayı nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne gelince, Bunun sebebi, dokunmanın (lemsin) çoğunlukla el ile olmasından dolayfdır. O da dokunmayı, diğer azalar bir tarafa yalnızca ele münhasır kabul etmiştir. Öytekı, koca, ayaklarını hanımının elbiseleri arasına sokup fercine yahut da karnına dokunacak olsa, bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen koca hakkında da şunları söylemektedir: Böyle birisi gelip bana soru soracak olsa, abdest alır derim. Fakat abdest almayacak olsa da ayıplamam. Ebû Sevr de şöyle demektedir: Hanımını öpen, yahut teni tenine değen veya ona dokunan kimsenin abdest alması gerekmez. Bu görüşler ise, Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre izah edilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 27. Teyemmümü Mubah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" âyetinde işaret edilen yolcunun su bulamama sebepleri şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da kısmen su bulamıyabilir. Yahut su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından geri kalmaktan ya da eşyalarına zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya da yırtıcı hayvanlardan, ya da vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu kullanacak olursa) kendisinin ya da başkasının susuz kalacağından korkabilir. Bedeninin mashalatı için pişireceği yemeğe gerek duyacağı suyun hükmü de böyledir. İşte bütün bunlardan herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyemmüm alır ve namazını kılar. Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulamaması, yahut suyu kullanmaktan zarar göreceğinden korkması da suyu bulamamak demektir. Ayns şekilde bütün herşeyİ kuşatan bir pahalılık, yahut hapse atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı olan kimse için su yok hükmündedir. el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün malını vererek su alır, varsın parasız kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Allah'ın dini bir kolaylıktır. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Gerçek değerinin üçtebîr ve daha ' fazla miktarını aşmadığı sürece onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der: Bir dirhemlik suyu, iki ve üç dirheme ve bu civarda bir Fiyata satın alır (ve abdestini alır). Bütün bunlar, Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun )'în görüşüdür. Eşheb'e: Bir kırba su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da, insanların bu şekilde bir alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde değilim, demiştir, Şâfiî ise, fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir. Teyemmümün sahih olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hususunda ilim adamlarının farklı kanaatleri vardır. Mâlikin mezhebinin zahirinden anlaşıldığına göre bu şarttır. Şâfiî'nin görüşü de budur. Kadı Ebû Muhammed b. Nasr’ın kanaatine göre ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı yoktur. Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre o, yolculukta iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bulunduğu halde yolunu bırakıp suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yerde suyu aramakla yükümlüdür, der ve İbn Ömer'den gelen bu rivâyeti zikrederdi. Şu kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir. Muvatta’'’da Mâlik'in mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı yüce Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun aranılmasından sonra teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kıyas cihetinden de, teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak halinde yerine getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin bulunmayacağından kesin olarak emin olmadıkça teyemmüm yapmak yeterli olmaz. Tıpkı keffârette köle azad etmek ile oruç tutmanın birinin diğerinin yerine geçmesi gibi. 29. Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar: Bu husus böylece tesbit edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa, mükellef, zannı galibi ile, ya namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidini keser yahut da zanni galibi ile su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bulacağına dair ümidi de pekişir, yahud da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Görüldüğü gibi üç ayrı durum sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında teyemmüm alıp namaz kılması müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak faziletini elden kaçırmış olsa bile, namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele geçirmesi onun için müstehabtır. İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortalarında teyemmüm alır. Bunu Mâlik'in arkadaşları Mâlik'ten nakletmektedir. Su ile abdest alma faziletini elde eder umuduyla ilk vakitte kılma faziletini elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kılınma fazileti, ilk vaktin yakınlığı dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de elde edilebilir. Üçüncü durumda, vaktin sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını tehir eder. Çünkü su ile taharet fazileti, vaktin başında namazı kılmak faziletinden daha büyük fazilettir. Zira, vaktin başında namazın kılınmasının faziletli oluduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazileti, ittifakla kabul edilmiştir. Diğer taraftan, namazı ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret olmaksızın dahi caizdir. Fakat, su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz terkedilmesi câiz değildir. Bunun için de öngörülen vakit, o namaz için uygun görülen vaktin son zamanıdır. Bunu İbn Habib demiştir. Eğer vaktin sonunda suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm alır ve namaz kılacak olursa, İbnül-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterlidir. Şayet su bulacak olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutlaka namazını iade eder. Suyun bulunması konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, tahareti için yeteri kadar su bulmaktır. Eğer yeterinden az su bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar suyu kullanmaz. Bu, Mâlik'in ve arkadaşlarının görüşüdür. Ebû Hanîfe ile iki görüşünden birisinde Şâfiî de bu görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da görüşü budur. Çünkü yüce Allah, taharetin farzı olarak, iki şeyden birisinin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu da ya su ya topraktır. Şayet su teyemmüme ihtiyaç bırakmayacak miktarda değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var olabilmesi için istenen miktar yeteri kadar olmasıdır. Şâfiî'nin diğer görüşü ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır ve teyemmüm eder. Çünkü o bir miktar da olsa bir su bulmaktadır. O halde teyemmümün şartı tahakkuk etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükenecek olursa bulamadığı andan itibaren teyemmüm eder. Suyu yükünün arasında unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hakkında da Şâfiî'den farklı görüşler nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve namazını iade eder. Çünkü yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir kimsedir. Fakat bu konuda kusurlu davranmıştır. Diğer bir görüşü ise namazını iade etmez. Mâlik'in de görüşü budur. Çünkü suyun bulunduğunu bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir. 31. Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü: Ebû Hanîfe, değişmiş su ile abdest almayı câiz görmektedir. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire (belirtisiz)'nin nefyedilmesi şeklindedir, Dilde bu kullanım umum ifade eder. O halde ister değişmiş olsun, ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdest almanın câiz olduğunu ifade etmektedir, Zira değişmiş olan su hakkında da su kelimesi kullanılabilir. Deriz ki: Evet dediğiniz gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder. Fakat cinsinde bir umumdur bu. O bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı bir pınar suyu, İster tuzlu olsun bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir. Cins İsmin dışında kalan, değişikliğe uğramış olan su ise, bunun kapsamına girmez. Nitekim bakla ve gül suları da bunun kapsamına girmediği gibi- İleride yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan Sûresi'nde (bk. 25/48. âyetin tefsirinde) suların hükmüne dair açıklamalar gelecektir. 32- Sudan Başka içeceklerle Abdest Almak: Abdest ve guslün, su bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir içecek ile câiz olmayacağını ilim adamları iema ile kabul etmişlerdir. Ancak yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" âyeti bu görüşü reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden Hadîs-i şerîfi İbn Mes'ûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 42; Tirmizi, Tahâre 65; İbn Mâce, Tahâre 37; Müsned, I, 398, 402, 449, 450. Ancak bu hadis sabit değildir Çünkü, bu hadisi İbn Mes’ûd'dan rivâyet eden Ebû Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ûd'la arkadaşlık yaptığı bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve başkaları söylemiştir. İleride Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Furkan Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) gelecektir. 33- Yokluğu Teyemmümü Mubah Kılan Suyun Nitelikleri: Yokluğu teyemmüm etmeyi mubah kılan su, tâhir, mutahhir ve yaratılış nitelikleri üzerine kalmış sudur. Kur'ân ahkâmına dair telifde bulunanların kimisi şöyle demiştir: Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyurmakla suyun hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması halinde teyemmümü mubah kılmaktadır Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsayan nekire bir lâfızdır. Su ister başka şeyle karışmış olsun, ister hiç birşeyle karışık olmayıp başlıbaşına varolmuş olsun farketmez. Bununla birlikte herhangi bir kimse, hurmadan yapılan nebîzde su vardır diyebilir. Durum böyle olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber teyemmüm câiz olmaz, denilir. Bu, Kûfelilerden Ebû Hanîfe ve ashâbının görüşüdür. Buna ileride el-Furkan Sûresi'nde belirtilecek, zayıf bir takım haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, yüce Allah/ın izniyle su ile ilgili açıklamalar, da gelecektir. 34. Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti: Yüce Allah'ın: "Teyemmüm edin" âyetindeki teyemmüm, bu ümmete genişlik olmak hikmetine binâen, bu ümmete has özelliklerdendir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün kılındık: Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bize temizlenme aracı oldu..." deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı. Müslim, Mesâcîd 4. Bundan önce, teyemmüm ruhsatının iniği ve bunun açıkladığımız üzere gerdanlığın kayboluşu sebebiyle olduğuna dair açıklâ'malar geçmiş bulunmaktadır. Teyemmümü mubah kılan sebepler de daha önceden açıklandı. Burada ise, teyemmümün sözlük anlamı ve şer'î bir kelime olarak anlamı üzerinde durulacaktır. Teyemmümün nitelikleri , keyfiyeti, kendisi ile ve kendisi dolayısıyla teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin için câiz olacağı, teyemmümün şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer hükümleri ele alacağız. Sözlük anlamı itibariyle teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye teyemmüm ettim" demek, onu kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm ettim" demek, kasıtlı olarak toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve mızrağımda ona teyemmüm ettim" derken, diğerleri arasından onu kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur. el-Halil şu beyîti zikretmektedir: "Mızrağı yanlamasına onu kastederek fırlattım. Sonra ona dedim ki: Kahramanlık işte budur. Bu kaydırak oyunu (çocuk oyuncağı) değildir. el-Halil der ki: Bu beyitte ilk kelimeyi: diye nakleden hatalı nakletmiştir. Çünkü o, " Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise, ancak yan taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa bununla önünü kastetmiş değildir. İmruu'l Kays da der ki: "Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim. Ailesi ise, Yesrib'te bulunuyor. Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı dolayısıyla) oldukça yükseği ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır." Yine (İmruu'l Kays der ki): "Üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı Dâric yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)." Bir başka şair de şöyle demektedir: "İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse Devemi bir başka beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru çeviririm)" Bahile'li A'şa da der ki: "Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim) Halbuki ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın zor olduğu sert araziler vardır," Humeyd b. Sevr de şöyle demektedir: "Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek için yola koyuldu) Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?" Şâfiî (radıyallahü anh)'ın da şöyle bir beyiti vardır: "İlmim benimle beraberdir. Nereyi kastetsem onu beraberimde taşırım Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde (gömülü) değildir." İbnü's-Sikkit der ki: Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprağa teyemmüm edin" âyeti, temiz bir toprağa, kastedin, anlamındadır Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak ile meshetmek anlamını İfade eder oldu. İbniTl-Enbari der ki: Arapların: "Adam teyemmüm etti" şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve ellerine mesnetti, demektir. Derim ki: İşte Allah'a yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'î teyemmüm de budur. Hastaya teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm ettim, gibi ifadeler kullanılır. Müyemmem kişi ise, dilediği herşeyi elde eden kişi demektir. Bu açıklamalar eş-Şeybanî'den nakledilmiştir. eş-Şeybanî ayrıca şu beyiti zikreder: Bizler, A'sur b. Sa'd'ın Ailece istediği herşeyi elde eden ve şanı yüksek bir kimse olduğunu gördük," Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı O, ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir kimsedir." 35. Teyemmüm Kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm de Kullanılması ve Hazret-i Âişe'nin "Teyemmüm Âyeti" Derken Kastettiği Âyeti Kerîme: "Teyemmüm" lâfzını, yüce Allah Kitab-ı Kerîminde el-Bakara Sûresi'nde (2/267. âyette), bu sûrede ve bir de el-Mâide Sûresi'nde (5/6. ayette) zikretmiştir. Bu sûredeki âyet, teyemmüm âyetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Kadı Ebû Bekr İbnü'l-Arabî der ki: Bu benim için kimsenin yanında ilacını bulamadığım içinden çıkılamaz bir haldir. Karşımızda iki âyet var, ikisinde de teyümmiim sözkonusu edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Sûresi'nde, diğeri el-Mâide Sûresi'ndedir. Hazret-i Âişe'nin: "Allah teyemmüm âyetini indirdi" sözüyle hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle demektedir: Onun naklettiği hadis bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar tarafından teyemmüm uygulamasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Derim ki, İbnü’l-Arabînin: "Âişe'nin hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz" sözünü ele alacak olursak, onun kastettiği âyet, daha önceden de belirttiğimiz gibi bu âyet-i kerimedir. İbn Hacer, Fethu't-Bâri, VIII, 100. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine İbnü’l-Arabî'nin: "Hazret-i Âişe'nin bu hadisi, teyemmümün bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından uygulanmadığını göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta siyer âlimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bilinmektedir ki, cünupluktan gusül, abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer âlimleri şunu bilmektedir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri, günümüzde aldığımız abdest gibi bir abdest almaksızın namaz kılmış değildir. İşte bu da abdest ile ilgili âyeti kerimenin daha önceden farz kılınmış olan bu fiili ile ilgili âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm’de tilavet edilmesi için nâzil olduğunu göstermektedir. "Bunun üzerine teyemmüm âyeti nâzil oldu" ifadesinin kullanılıp, Bu âyetin tefsirinde 20. başlığın baş taraflarında kayd edilen Hadîs-i şerîfe atıfta bulunmaktadır. abdest âyeti denilmemesi, onların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu, abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur. 36. Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları: Namaz kılmakla yükümlü olan her mükellef, su bulamayıp namazın vakti girecek olursa, teyemmüm yapmakla yükümlüdür. Ebû Hanîfe ile iki arkadaşı ve Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî der ki: Vaktin girişinden önce de teyemmüm caizdir. Çünkü, onlara göre suyun aranması nafileye kıyasen şart değildir. Nafile için teyemmüm, su aranmaksızın câiz olduğuna göre, farz namaz için de aynı şekilde câiz olur. Sünnetten de Hazret-i Peygamberin Ebû Zer'e söylediği şu âyeti delil göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest alınacak yerdir, isterse on yıl süreyle suyu bulmasın." Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tîrmizl, Tahâre 92; Nesâî, Tahâre 203; Müsned, V, 146, 147, 155. Böylelikle Hazret-i Peygamber, temiz toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest alınacak araç" ismini vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun hükmü aynıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" âyetidir. Suyu arayıp da bulamayan kimse dışındakilere su bulamamış denilemez. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiştir. Diğer taraftan bu şartlar altında alınacak bir taharet (abdest veya gusül yerine geçen teyemmüm), istihazah kadının tahareti gibi bir zaruret hali taharetidir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Namaz vaktine nerede erişirsen, orada teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin ve Ahmed'in de görüşüdür. Ali, İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. 37. Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa: İlim adamları icma ile, teyemmümün cünupluğu da, badesi de kaldırmayacağını ve cünupluk veya hades dolayısıyla teyemmüm almış bir kimsenin suyu bulması halinde önceki gibi cünup veya hadesli olacağını kabul etmişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber Ebû Zer'e: "Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine dokundur" diye buyurmuştur. Bir önceki notta belirtilen yerler. Ancak, Ebû Seleme b. Abdurrahman'dan gelen bir rivâyet bu icma'ın dışında kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebû Seleme'den rivâyet etmiştir. Yine İbn Ebi Ze'b, bu görüşü Abdurrahman b. Harmele'den rivâyet etmiştir. Bu rivâyete göre o, teyemmüm almış cünup bir kimse, su bulacak olursa, normal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı sürece gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan, teyemmüm alıp namaz kılmış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest alıp teyemmümle kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivâyet edilmiştir. İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır. Onlara göre Ebû Seleme, hiçbir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin arkadaşları kadar fakih değildi. 38. Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra namaza başlamadan önce su bulan kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu kullanması icabetler. Cumhûrun görüşüne göre, teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş olan bir kimse, eğer su aramakta üzerine düşen gayreti göstermiş ve yükleri arasında da su bulunmayan bir kimse İse, bu namazı eksiksizdir, yerini bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere farzını edâ etmiştir. O bakımdan herhangi bir delil olmaksızın onun namazı iade etmesini vacip görmek câiz olamaz. Kimi ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği takdirde vakit çıkmamışsa, namazını iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus, Atâ, el-Kasım b. Muhammed, Mekhûl, İbn Şîrîn, ez-Zührî ve Rabhrdan hepsinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak el-Evzaî bunu müstehab görür ve şöyle der: Namazını iade etmesi vacib değildir. Çünkü, Ebû Said el-Hudrî şöyle bir rivâyette bulunmuştur: İki kişi yolculuğa çıktı. Namaz vakti girdi. Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu buldular. Onlardan birisi abdest alarak namazını iade etti. Diğeri ise iade etmedi. Daha sonra Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip bu hususu ona naklettiler. Hazret-i Peygamber, namazını iade etmeyen kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdin ve kıldığın namaz senin için yeterli geldi" dedi. Abdest alıp namazını iade edene de: "Senin için iki defa ecir vardır" diye cevap verdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet eder ve şöyle der: Şu kadar var ki, İbn Nâfi' bu hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b. Ebi Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o, Atâ'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin bu senette anılması bellenmiş bir rivâyet yolu değildir. Ebû Dâvûd, Tahâre 126 Bu hadisi Dârakutnî de rivâyet etmektedir. O rivâyette şunları da söylemektedir: "...Sonra vakit çıkmadan suyu buldular..." Dârakutnî, I, 188. 189. Ayrıca bk, Nesâî, Gusl 27; Dârimî, Vudû' 65. 39. Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü: Namaza başladıktan sonra suyu bulanın hükmü hakkında İlim adamlarının farklı görüşleri vardır Mâlik der ki: Namazım kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Namazını tamamlasın, daha sonra kılacağı namazlar için abdest alsın. Şâfiî de böyle demiş ve İbnü’l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. Ebû Hanîfe ile aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenî'nin de bulunduğu bir topluluk ise şöyle demektedir: Su bulduğundan dolayı namazını keser, abdest alır ve namazını yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm namaz bitmeden önce su bulunduğu için batıl olduğuna göre, namazın geri kalan kısmı da aynı şekilde batıl olur. Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bütünüyle batıl olur Zira ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ay hesabı ile iddet bekleyen kadının iddetinin kısa bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak otursa, artık of iddetini ay hali hesabı ile yapar. Derler ki: İşte namazda iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen bu durumda olmalıdır. Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Amellerinizi de iptal etmeyin" (Muhammed, 47/33) âyetidir Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile namaza başlamanın câiz olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü takdirde namazı kesmek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Namazın kesileceğine dair ne sünnette bir rivâyet, ne de icma ile sabit olmuş bir şey vardır. Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur: Zihar veya (hataen) öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu orucun daha fazla olan bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bulacak olursa, tuttuğu o orucu lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şekilde teyemmüm ile namaza başlayan kişi de namazını kesip su ile abdest almaya avdet etmez. 40. Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi? Aldığı teyemmüm ile birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her bir namaz için ayrıca teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kadı Şüreyk b. Abdullah der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz için yeni bir teyemmüm alır. Mâlik İse, -her bir farz için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her bir farz namaz için su aramakla yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kimse teyemmüm eder, Ebû Hanîfe, es-Sevrî, el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Dâvûd ise derler ki: Abdestini bozmadığı sürece tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kılar. Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet üzeredir. Su bulmaktan yana ümidini kestiği taktirde ise , su aramakla yükümlü değildir. Bizim söylediğimiz görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, namaza kalkacak kimsenin su istemesini vacip kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti çıkmadan önce namaz kılabilmek için teyemmümü vacip kılmıştır. O bakımdan müslümanların abdest bozacak bir durumu olmasa dahi suyu bulurlarsa teyemmümün batıl olacağı üzerinde icma etmelerini delil göstererek teyemmüm eksik ve bir zaruret hali taharetidir, derler. Buna göre vaktin girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu görüş ayrılığına bu husus esas teşkil edebilir. Bilindiği gibi, Şâfiî ve birinci görüşün sahipten, bunu (vaktin girişinden önce teyemmümü) kabul etmezler. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmümün her bir fiilinin ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır. Vakitten önce ise, teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm ile iki farz namaz kılamaz. Bu gayet açıktır. İlim adamlarımız, tek bir teyemmüm ile tarz iki namaz kılan kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü’l-Kasım'dan, vakit çıkmadığı sürece ikinci farzı iade eder, dediğini rivâyet etmektedir. Ebû Zeyd b. Ebi’l-Gumr da yine İbnü'l-Kasım'dan, her halükârda ebediyyen iade eder, dediğini rivâyet etmektedir. Aynı şekilde Mutarrif ve İbnü’l-Macîşûn'dao da ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivâyet edilmiştir. İşte bizim mezheb sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çünkü su aramak (her farz vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine göre, İbn Nâfi’ iki namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için ayrıca teyemmüm alacağını söylediğini rivâyet etmektedir. Ebû'l-Ferec ise, bir kaç namazı kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle demektedir: Tek bir teyemmüm ile unuttuğu bu namazlarını kaza edecek olursa, ayrıca bîrşey gerekmez, bu onun için caizdir. Bu görüş ise, (her bir namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı kanaatine binaen ileri sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprak" âyetinde geçen Üzerinde toprak olsun, olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Ârâbî ve ez Zeccac yapmıştır. ez Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bununla beraber Biz onun üstünde olan şeyleri elbette kupkuru bir toprak yapanlarız," (el-Kehf, 18/8) Yani biz, üzerinde hiçbir bitki bulunmayan sert bir arazi haline getiririz. Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Böylelikle kaypak bir toprak haline geliverir." (el-Kehf, 18/40) Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir: "Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine kadar sirayet edip sarhoş ettiğinden-Kuşluk vaktinde toprağa kendisini düşürmüş gibidir." Bu şekilde toprağa "saîd" deniliş sebebi, yerden kendisine doğru çıkılan mekânın son nokta oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudât" ...diye gelir. Hadîs-i şerîfteki: "Sakın ha yollarda oturmayınız" Müsned, III, 61; ayrıca bk. Buhârî, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvûd, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zan 30; Dârimî, İsti'zân 22; Müsned, III, 36, IV, 30. hadisi de bu kabildendir. İlim adamları burada toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile kayıtlandırılışı dolayısıyla bu hususta farklı görümlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Toprak olsun, kum olsun, taş olsun, maden olsun yahut kıraç olsun, bütün yeryüzü ile teyemmüm edebilirsin, demektedir. Mâlik, Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Taberînin görüşü budur. "Tayyib"in anlamı ise tahir ve temiz demektir. Bir kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı helal demektir. Ancak bu bir tutarsızlıktır. Şâfiî ve Ebû Yûsuf ise der ki: Saîd, bitki yetişen topraktır. Tayyib ile aynı şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ziraate elverişli ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay ve bol) çıkar," (el-A'raf, 7/58) O bakımdan onlara göre başka bir toprakla teyemmüm câiz değildir. Şâfiî ise der ki: Saîd, ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır. Abdurrezzâk'ın rivâyetine göre İbn Abbâs'a; Hangi saîd daha tayyıb'dır diye sorulmuş, o da sürülen sâid (toprak) diye cevap vermiştir. Ebû Ömer der ki: İbn Abbâs'ın bu sözü, saîd'in sürülüp ekilen araziden başka bir şey olduğuna delâlettir. Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Saîd, özel olarak toprak demektir. el-Halil'in Kitab'ında da şöyle denilmektedir: Saîd ile teyemmüm et demek, tozundan al, demektir. Bunu İbn Fâris nakletmektedir. Bu ise, teyemmümün toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu yoktur. el-Kiya, et-Taberî der ki: Şâfiî toprağın ele yapışmasını şart koşmuştur. Bu, toprakla teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdesî azalarına nakledildiği gibi nakledilsin diyedir. Yine el-Kiya der ki: Şüphe yok ki saîd lâfzı, Şâfiî'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu kadar var ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim için taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı) kılınmıştır" Bu anlamdaki bir hadis otuzdördüncü başliğın bn taraflarında geçmiştir, Kaynakları için oraya bakılabilir. âyeti bunu beyan etmektedir. Derim ki: Bu görüşün sahipleri, Hazret-i Peygamberin: "Ve yerin toprağı bizim için taharet atacı kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu âyetler, mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum böyle değildir. Bu ancak ve ancak umum ifade eden âyetin ihtiva ettiği bütün birimlerin bazılarının nass ile tayin edilmesi kabil indendir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları vardır " (er Rahmân, 55/68) Bu tür açıklamaları daha önce Bakara Sûresi'nde: "Meleklerine Peygamberlerine, Cebrâîle ve Mikaile..."(el-Bakara, 2/98) âyetini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz. Dil bilginleri "saîd'"in, önceden de belirttiğimiz gibi yeryüzünün ismi olduğunu nakletmişlerdİ. Açıkladığımız gibi Kur'ân'ın nassı da budur. Yüce Allah’ın beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktur (Ya da onun ötesinde beyan olmaz). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da cünup olan bir kimseye: "Sana, saidi salık veriyorum. O sana yeter" diye buyurmuşturki, bu hadis ileride gelecektir. Buhârî, Teyemmüm 6, 9; Nesâî, Tahâre 202: Müsned, IV. Buna göre "saîd" kelimesi, âyet-i kerimede mekân zarfıdır. Saîd'în toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be" harfinin takdiri ile mef'ûlün bih olması gerekir. Yani Toprağa teyemmüm ediniz, demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur. Ancak bu kelimeyi "helal" anlamına kabul eden, bunu hal veya mastar olmak üzere nasb okur. 42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir: Bu husus bu şekilde açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız açıklamalardan, şu hususlar üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi, münbit, temiz, toprak değilken, toprağa dönüşmüş olmayan (gayr-ı menkul) ve gasbedilmemiş toprakla teyemmüm edebilir Kendileriyle teyemmüm yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de şunlardır: Halis altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benzeri yiyecekler ile veya necis şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dışında kalan madenler hakkında- görüş ayrılığı vardır Bunu câiz görenler vardır. Bu da Mâlik'in ve diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de vardır. Bu da Şâfiî'nin ve diğerlerinin görüşüdür. İbn Huvey mendâd der ki: Mâlik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile teyemmüm caizdir. Şu kadar var ki, kâr ile ceyemmüm hususunda ondan farklı rivâyet gelmiştir. el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta. câiz olduğu belirtilmektedir. Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul etmediği nakledilmektedir. Tahta parçası ile teyemmüm hususunda mezhepte farklı görüşler vardır. Cumhûr bunu kabul etmemektedir. el-Vakar (Mısırlı Mâliki fakihi, Zekeriya b. Yahya b. İbrahim'in lakabıdır) Muhtasarda bunun câiz olduğunu belirtmektedir Değneğin ayrı veya yere bitişik olması arasında fark olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyemmüm câiz kabul edilmiş, bitişik olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir. es-Sa'lebî ise, Mâlik'in şöyle dediğim zikretmektedir; Elini ağaca vursa, sonra da onunla teyemmüm azalarını mesh etse, bu onun için yeterli gelir. Sa'lebî devamla der ki: el-Evzaî ve es-Sevrî de şöyle demektedir: Yer ile teyemmüm câiz olduğu gibi, onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot ve benzeri şeylerle de caizdir. Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile vuracak olsa bu dahi yeterlidir İbn Atiyye ise der ki; Çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş (menkûl)’a gelince mezhep âlimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün câiz olduğunu kabul ederler. Yine mezhepte bunun câiz olmadığı görüşü de vardır. Bizim mezhebimizin dışındaki âlimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve kireç gibi pişirilen şeylere gelince, bu hususta mezhebimizde iki görüş vardır. Câiz ve değil, şeklinde, Duvar üzerinde teyemmüm hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Derim ki: Sahih olan bunun câiz olduğudur. Çünkü, Ebû Cüheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensarî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Bi'ri Cemel denilen cihetten geldi. Onunla bir adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Onun selamını bir duvara yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe almadı. Böyle yaptıktan sonra onun selamını aldı. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Hadis, 23. başliğın son tanıtlarında geçmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir. İşte bu, Mâlik ve ona mavat'akat edenlerin dedikleri gibi, topraktan başkası ile teyemmümün sahih olduğuna delildir. Şâfiî ve ona tabi olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele yapışacak cinsten tozlu ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de reddetmektedir. en-Nakkâş, İbn Uleye ve İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm almayı câiz gördüklerini nakletmektedir, İbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok bakımdan katıksız bir hatadır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamlarının çoğunluğu, tuzlu kıraç arazi ile teyemmüm almanın câiz olduğunu kabul ederler. Ancak İshak b. Rahaveyh bundan müstesnadan Çamur içerisinde bulunup, teyemmüm etmesi gereken kimse hakkında İbn Abbâs’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Çamurdan alır ve onunla cesedinin bir bölümünü sıvar. Sıvadığı bu çamur kuruduktan sonra onunla teyemmüm eden es-Sevrî ve Ahmed derler ki: Keçe tozlarıyla teyemmüm caizdir. es-Sa’lebî der ki: Ebû Hanîfe, sürme, zırnık, kıl döken tozlar, kireç, öğütülmüş cevherlerle teyemmüm yapılmasını câiz kabul etmektedir Fakat, altın tozu, gümüş, sarı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi şeylerle teyemmüm câiz değildir. Çünkü bunlar yerin cinsinden değildirler. Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" âyetindeki "mesh" lâfzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin anlamlarından birisi cimadır. Erkek kadın ile cima ettiğinde, "onu mesnetti" denildiği gibi, kılıçla birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla meshetti, denilir. Yine deve, gün boyunca yol aldığı takdirde, "deve günboyunca meshetti" denilir. Kalçaları zayıf olan kadına da "el-mar'etül meshâ" denilir. Yine Filanda bir parça güzellik vardır denilir. Burada mesh'den kasıt ise, Özel olarak eli meshedilen şey üzerinden geçirmektir, çekmektir. Şayet bu bir âlet ile yapılacak olursa, o âleti önce ele nakletmek, ondan sonra da meshedilen şey üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da yüce Allah'ın el-Mâide Sûresi'nde yer alan: "Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" (el-Mâide, 5/6) âyetinin muktezasıdır. Çünkü yüce Allah'ın: "Onunla" âyeti, toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz olduğuna delâlet etmektedir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart görmüyoruz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ellerini yere koyup kaldırdığında her ikisine de üflemiştir. Bir rivâyette ise onları silkelemiştir İşte bu, aletin şart olmadığına dalâlet etmektedir, bunu da Hazret-i Peygamber'in duvar üzerinde teyemmümü açıklamaktadır. Şâfiî der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şey olduğu gibi, toprakla meshetmekte de aynı şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir. Teyemmümde ve abdestte yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yüzün her tarafının meshedilmesinin kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bazıları ise, mestlerdeki kıvrımlar ile başa meshedilirken parmak aralarında olduğu gibi, her tarafının mesh ile kaplanmamasını câiz görmüşlerdir. Bu bizim (Mâliki) mezhebimizde Muhammed b. Mesleme'nin görüşüdür, bunu İbn Atiyye nakletmiştir,. Yüce Allah da: "Yüzlerinizi ve ellerinizi" buyurarak, yüzü ellerden önce zikretmiştir. Cumhûr da bu görüştedir. Buhârî’de ise, Ammâr b. Yâsir yoluyla gelen ve "Teyemmüm bir vuruştur babı" başlığı altında zikredilen hadiste ellerden, yüzden önce söz edilmiştir. Buhârî, Teyemmüm 8. Ayrıca: Müslim, Hayz 110; Ebû Dâvûd, Tahâre 121; Nesâî Tahâre 198, 201; Müsned, IV, 264, 265, 319, 396. Kimi ilim ehli, abdest azalarının yerlerinin değiştirilmesi hususuna kıyasen bu görüştedir. İlim adamları, teyemmüm esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır demektedir. Bu, Ebû Bekr es-Sıddîk'tan da rivâyet edilmiştir, Ebû Dâvûd'un Mûsannifinde, el-A'meş'ten rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kollarını yanlarına kadar meshetmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 121. İbn Atiyye der ki: Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği olan görüşü belirtmemiştir. Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de denilmistir. Bu Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile es-Sevrîf İbn Ebi Seleme ve el-Leys'in görüşüdür. Hepsi de teyemmümün dirseklere kadar ulaştırılmasının vacib olduğu görüşündedirler. Muhammed b. Abdullah b. Abdûlhakem ile İbn Nâfi' de bu görüştedir. Kadı İsmail de bu kanaattedir. İbn Nâfi' der ki: Her kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek olursa, (bu şekilde teyemmümle kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen iade etmelidir. Mâlik, el-Müdevveneyde şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisinde ise iade eder. Dirseklere kadar teyemmümün yapılacağına dair Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyeti, Cabir b. Abdullah ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu görüşte idi, Dârakutnî der ki: Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o şöyle dedi: İbn Ömer, dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekilde el-Hasen ve İbrahim en-Nehaî de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki: Bir hadis bilgini de bana en-Nehaî'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o, Ammar b. Yasir'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dirseklere kadar (mesheder)." Ebû İshak dedi ki; Ben bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel bir hadistir! dedi. Dûrakutnî, I, 182. Bir kesim de bileklerine kadar meshi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b. Ebî Tâlib, el-Evzaî, Atâ ve bir rivâyette de en-Nehaî'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Davud b. Ali ve et-Taberî de böyle demiştir. Yine bu görüş, Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. Şâfiî'nin kadim görüşü de budur. Mekhul der ki: Ben ve Zührî bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik. ez-Zührî şöyle dedi: Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bunu kimden naklediyorsun? diye sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın Kitabından çıkarıyorum, dedi. Çünkü yüce Allah: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye buyurmaktadır. Hepsine el denilir. Ben ona şöyle dedim: Yine yüce Allah: "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesiniz" (el-Mâide, 5/38) diye buyurmaktadır. El nereden kesilir. Böylece onu susturmuş oldum, ed-Deraverdfden bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına kadar meshin ise fazilet olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Bu ne kıyasın, ne de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür. Şu kadar var ki, bazdan "el" lâfzını umumi kabul ederek, meshin omuzdan başlamasını farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas ederek dirseklere kadar meshi vacip görmüşlerdir. Ümmetin Cumhûru da bu görüştedir Bazıları da hadiste bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıyla yetinmişlerdir. Yine bu, el kesmeye de kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'î bir hükümdür ve bir temizlemedir. Tıpkı bunun da bir temizleme olduğu gibi. Baziları da, Ammâr b. Yâsir'in rivâyet ettiği hadiste zikredilen el avuçları ile yetinmiştir. Bu da en-Nehaînin görüşüdür. 45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir: Yine ilim adamları, teyemmümde eek vuruşun yeterli olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile gerçekleşeceği görüşündedir, Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu aynı zamanda, Evzaî'nin, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Leys'in ve İbn Ebi Seleme'nîn de görüşüdür Ayrıca bunu Cabir b. Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmişlerdir. İbn Ebi'3-Cehm der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yine bu el-Evzaî'den daha meşhur olarak rivâyet edilmiştir. Atâ ve bir rivâyete göre en-Nehaînin de görüşü böyledir. Ahmed b. Hanbel, İshak, Davud (ez-Zahirî) ve Taberî de bu görüştedir. Bu görüş, bu hususta rivâyet edilen Ammâr b. Yâsir hadisinden daha sağlamdır. Mâlik de "Kitabu Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir vuruş ile teyemmüm edecek olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nâfi’ ise, bu şekilde teyemmüm ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der. Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy şöyle derler: Teyemmüm iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile hem yüzünü, hem de kollarını ve dirseklerini mesheder- Ancak, ilim ehli arasında onlardan başka bunu diyen kimse olmamıştır. Ebû Ömer der ki: Teyemmümün keyfiyetine dair rivâyetler farklı olup birbirleriyle tearuz (çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Kitabın zahirine başvurmaktır. Kitabın zahiri de, birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller için olmak üzere iki vuruş olacağına delâlet etmektedir. Bu da hem abdeste kıyasen böyledir. Hem de İbn Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir. Çünkü İbn Ömer, Allah'ın Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıyacak bir kimsedir. Şâyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta herhangi bir rivâyet sabit olur ise, o rivâyetin belirttiği sınırda durmak icabeder. Başarı Allah'tandır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır" âyeti şu demektir: Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları mağfiret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz. 44Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? Onlar hem sapıklığı satın alıyorlar, hem sizin de doğru yoldan sapmanızı işitiyorlar. Yüce Allah'ın; "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmazmısın" âyetinden itibaren: "Onlardan bir kısmı ona îman etti, bir kısmı da ondan yüz çevirdi." (en-Nisâ, 4/55'nci âyet.) âyetine kadar olan âyetler Medine ve Medine çevresindeki yahudiler hakkında nâzil olmuştur. İbn İshak der ki: Rifaa b. Yezid b. et-Tâbut, yahudilerin büyüklerindendi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve: Ya Muhammed, ne söylediğini anhyalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gözet diyordu. Sonra da İslama dil uzattı ve İslamı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah: "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın?" âyetinden itibaren: "Onlar ancak pek az îman ederler" (46. âyet) âyetine kadar nâzil oldu. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensür, II, 553. 44. âyetteki: "Satın alıyorlar" âyeti anlamı değiştiriyorlar, anlamındadır ve bu kelime, hal olmak üzere nasb mahallindedir. İfadede şu takdirde bir hazf vardır; Onlar hidâyeti vermek karşılığında sapıklığı satın alıyorlar. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "İşte onlar, hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardır" (el-Bakara, 2/16) diye buyurmaktadır. Bunun bu anlamda olduğunu el-Kutebî ve başkaları söylemiştir. "Hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar" âyeti de ona atfedilmiştir. Yani onlar, sizin hak yoldan sapmanızı istiyorlar. el-Hasen ise, "dâd" harfini üstün olmak üzere Yoldan saptırılmanızı istiyorlar anlamında okumuştur. 45Allah, düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (veli) olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter. Yüce Allah'ın: "Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir" âyeti ile, O, sizden daha iyi bilir, demek istiyor. O halde onlarla sohbet ve arkadaşlığınız olmasın. Çünkü onlar, hakikatte sizin düşmanlarınızdır. Buradaki "daha İyi bilir" âyetinin En iyi, çok iyi bilir, anlamında olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Ve bu kendisine daha kolaydır"(er-Rûm, 30/27). Yani pek kolaydır, âyetinde olduğu gibi. "Dost (veli) olarak da Allah yeter" âyetindeki "be" harfi zaiddir Bunun fazladan getirilmesinin sebebi, ifade ettiği anlamın, siz de Allah'ı dost edinmekle yetinin. O, düşmanlarınıza karşı size yeter anlamında olduğundan dolayıdır. "Veli olarak" âyeti Yardımcı olarak" âyeti, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Dileyen bunu hal olarak mansub kabul edebilir. ("Mealde olduğu gibi). 46Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır. Dillerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak: "İşittik, İsyan ettik. İşit, işitmez olası ve râinâ derler. Eğer onlar: Dinledik ve itaat ettik, işit ve bizi de gözet" deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lânetlemiştir. Onlar, ancak pek az Îman ederler. Yüce Allah'ın: "Yahudilerden" anlamındaki âyetinin, baştarafında gelen: edatı ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Eğer bu edat, kendisinden önceki âyetlere müteallik (alâkalı) kabul edilecek olursa, yüce Allah'ın: "Yardımcı olarak" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. Şayet munkatı (önceki âyetle ilgisi olmayan yeni bir cümlenin başı) olarak kabul edilirse, o takdirde bu kelime üzerinde vakıf câiz olur ve ifade: Yahudilerden sözleri tahrif eden bir kavim vardır takdirinde olur. Daha sonra bu takdiri ifade hazf edildiğinden zikredilmem iştir. Bu, Sîbeveyh'in görüşüdür. Nahivciler şu beyiti zikrederler: "Onun kavmi arasında ne şerefinden, Ne de gülümsemesi (nin görüldüğü ağzı)ndan daha güzeli yoktur; diyecek olsan günah işlemiş olmazsın. Nahivciler derler ki: Bunun anlamı: Eğer, onun kavmi arasında... ondan daha üstün kimse yoktur, şeklindedir. Daha sonra bu, (kimse kelimesi) hazf edilmiştir. el-Ferrâ' der ki: Burada hazf edilen "kimse, kimseler" anlamında kelimesi olup, âyetin anlamı şöyledir: "Yahudiler arasında sözleri değiştiren kimseler vardır". Bu da (ifade Earzı itibariyle) yüce Allah'ın; "Aranızdan bilinen bir makamı olmayan yoktur" (es-Saffât, 37/164) âyetini andırmaktadır. Yanı aramızda bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur, demektir. Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Aralarından kiminin gözyaşı akıp gidiyordu, Kimisi de gözüne dolan yaşlan tutamıyordu." Şair, burada aralarından gözyaşını tutamayan kimseler vardı demek istemekte ve kimse anlamına gelen ism-i mevsulu hazf edilmiş bulunmaktadır. Ancak, el-Müberred ve ez-Zeccâc bunu kabul etmezler. Çünkü ism-i mevsulün hazf edilmesi, kelimenin bir bölümün hazfedilmesi gibidir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ile İbrahim en-Nehaî, "Kelimden" yerine, "Sözü" diye okumuşlardır, en-Nehhâs ise, burada birinci okunuşun daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, ancak ya Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın sözlerini, yahut da yanlarında Tevrat'ta bulunan birtakım sözleri değiştiriyorlardı. Sözlerin tamamını değiştiriyor değillerdi. Yüce Allah'ın: "Tahrif edenler" âyeti, yani olmadık şekilde, uygun olmayan bir şekilde tevil edenler demektir. Yüce Allah, bunu kasten yaptıkları için, bu davranışlarından dolayı onları yermiş bulunmaktadır. "Yerlerinden" ile maksadın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir, "İşittik (fakat) İsyan ettik... derler" yani biz, senin söylediğin sözünü işittik, fakat emrine de İsyan ettik. "İşit, işitmez olası" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: İşit, işitmez olası, diyorlardı. Onların maksatları budur. -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- Fakat onlar, bu sözleriyle hoşuna gitmeyecek ve seni rahatsız edecek şeyler işitmeyesin demek istedikleri izlenimini veriyorlardı. el-Hasen ve Mücahid de der ki: Bunun anlamı; senden kimse dinlemez şeklindedir. Yani senin söylediklerin kabul olunmaz ve isteğin, yerine getirilmez. en-Nehhâs der ki: Eğer böyle olsaydı, o takdirde ifadenin şeklinde olması gerekirdi: "Râinâ" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/104. âyetle) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Dillerini eğerek bükerek" âyetinin anlamına gelince: Onlar, dillerini hakka karşı eğip bükerek yani, hakkı dile getirmek isterken, dillerini kalplerinde olana göre eğip büküyorlardı. Eğip bükmek demek olan (el-leyy), asıl anlamı itibariyle ip ve benzeri şeyleri üst üste bükmek demektir. Bu kelime mastar olarak nasb edilmiştir, Mef ulun leh de olabilir. (Mastar olduğu takdirde, dillerini eğdikçe eğmek suretiyle gibi bir anlama, mef'ûlün leh olduğu takdirde de, dilleriyle eğip bükmek için, anlamında olur). Bu kelimenin aslı da; dır. "Vav" "ye" harfine idğam edilmiştir. "Dine de saldırarak" âyeti de ona atfedilmiştir. Yani onlar dine taan ederler, dil uzatırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar arkadaşlarına, eğer bu bir peygamber olsaydı, bizim ona sövdüğümüzü anlardı. Yüce Allah, Peygamberini buna muttali kıldı, bu da onun peygamberliğinin alametlerinden birisi oldu ve bu gibi sözleri söylemelerini de yasakladı, “Daha doğru" âyetinin anlamı ise, görüş itibariyle daha doğru... demektir. "Onlar ancak pek az îman ederler." Onlar, ancak çok az îman ederler ve bu çok az îman etmeleri sebebiyle de mü’min ismini alma hakkını kazanamazlar. Bunun anlamının: Onlardan, ancak pek az kimse îman eder şeklinde olduğu da söylenmiş ise de bu, uzak bir ihtimaldir Çünkü yüce Allah, onlar hakkında küfürleri sebebiyle kendilerini lanetlediğini haber vermiştir. 47Ey kendilerine kitap verilenler, Biz, birtakım yüzleri silip tanınmaz hale getirip de arkalarına çevirmezden, yahut Cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi, onları da lânetlemezden önce, (gelin) beraberinizdekini doğrulayıcı olarak İndirdiğimize îman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. 47. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı: "Ey kendilerine kitap verilenler...İndirdiğimize îman edin" âyeti hakkında İbn İshak şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bir gözü kör olan Abdullah b. Süriyâ ve Kâ'ab b. Esed'in de bulunduğu yahudî hahamlarının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi: "Ey Yahudi topluluğu, Allah'tan korkun ve İslama girin. Allah'a yemin ederim şüphesiz sizler, benim size getirdiğimin hak olduğunu çok iyi biliyorsunuz." Bu sefer onlar: Ey Muhammed, biz böyle bir şey bilmiyoruz, dediler ve bildikleri şeyi bile bile inkâr edip küfür üzere İsrar ettiler. Yüce Allah, onlar hakkında: "Ey kendilerine kitap verilenler, bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize îman edin" âyetini âyetin sonuna kadar indirdi. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 555. Yüce Allah'ın: "Beraberinizdekini doğrulayıcı olarak" âyeti hal olmak üzere nasb edilmişdir. "Bir takım yüzleri silip, tanınmaz hale... getirmemizden önce" âyetinde geçen: Silmek kelimesi, bir şeyin izini kökten imha etmektir. Yüce Allah'ın: "Yıldızlar büsbütün söndürüldüğü zaman" (el-Murselât, 77/8) âyeti de bu kabildendir. "Dümdüz etmemiz" kelimesi, "mim" harfi hem ötre ile, hem esre ile okunur. (........) ile kelimeleri aynı anlamda olmak üzere, silindi ve mahvoldu, demektir. Her ikisi de kullanılır. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, sen onların mallarını yok et." (Yûnus, 10/88) âyeti, helâk et, mahvet demektir. Bu açıklama İbn Arafe'den nakledilmiştir, Ben onu tams ettim, o da tams oldu. (Yani, eserini sildim, mahvettim. O da mahvoldu) şeklinde lazım ve müteaddi (geçişsiz ve geçişli) olarak kullanılır. Allah basarım tams etti. Yani, gözün izini tamamen sildi, demektir. Böyle olan birisine de, "matrnusu'l basar" denilir. Yüce Allah'ın: "Dileseydik onların gözlerini silme kor yapardık" (Yasin, 36/66) âyeti de bu türdendir. İlim adamları, bu âyet-i kerimede kastedilen anlamın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Acaba bundan kastedilen hakikat anlamı mıdır? Bu durumda, yüzleri de tıpkı kafalarının arka kısmı gibi dümdüz edilir, burunları, ağızları, kaşlan, gözlerinin tamamıyla yok edilmesi mi kastedilmiştir, yoksa bu, kalplerindeki sapıklığı ve onların îmana muvaffakiyetten mahrum edilmelerim mi ifade etmektedir? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Ubey b. Kâ'b'dan onun: "Bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce" âyeti, yani sizleri arkasından hiçbir şekilde hidâyet bulamayacağınız bir sapıklıkla saptırmamızdan önce demektir, dediği rivâyet olunmuştur. O, bu açıklamasıyla bunun temsilî bir ifade olduğu ve eğer îman etmeyecek olurlarsa, ceza olmak üzere kendilerine böyle bir uygulama yapılacağı kanaatindedir. Katade ise der ki: Bunun anlamı, yükleri de kafalar haline döndürmemizden önce, şeklindedir. Yani burun, duduklar, gözler ve kaşları yok etmemizden önce demektir. Dilcilere göre bunun anlamı budur. İbn Abbâs ile Atiyye el-Avfi’den de şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Tanış etmek, özel olarak gözlerin İzale edilmesi ve bunların kafanın arka tarafına konulması demektir. Böylelikle bu, geriye doğru bir çeviriş olur ve bu kişi geri geri yürür. Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Ka'b el-Ahbar'ın islama girişi şöyle olmuştu: Geceleyin şu; "Ey kendilerine kitap verilenler... îman edin" âyet-i kerimesini okumakta olan bir adamın yanından geçer. Bunu işitince hemen ellerini yüzüne kapatır, gerisin geri evine döner ve oracıkta İslama girer ve şöyle der: Allah'a yemin ederim, evime varmadan önce yüzümün tamamıyla silinip tanınmaz hale getirileceğinden korktum. Abdullah b. Selâm da bu âyet-i kerîme nâzil olup, bunu işitince böyle yapmıştı. O, bu âyeti işitir işitmez evine varmadan önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanına gitti, müslüman oldu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, yüzüm arkaya döndürülmeden önce sana ulaşıp ulaşamayacağımı bilemiyordum. Şayet: "Îman etmedikleri takdirde yüzlerinin silinip tanınmaz hale getirilmesiyle onları tehdit etmeleri nasıl- uygun düşmüştür." Çünkü onlar, daha sonra îman etmediler ve onlara da böyle bir şey yapılmadı" denilecek olursa, şöyle cevap verilir; İşte bunlar ve bunlara tabi olanlar îman edince, diğerlerine yönelik olan bu tehdit kaldırıldı. el-Müberred der ki: Bu tehdit bakidir ve gerçekleştirilmesi beklenilmektedir. Yine şöyle demektedir: Kıyâmet gününden önce, yahudiler arasında bir takım yüzlerin silinip tanınmaz hale getirilmesi ve mesh edilmeleri (başka yaratıklara dönüştürülmesi) mutlaka tahakkuk edecektir. Yüce Allah'ın: "Yahut cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi onları da lânetlemezden önce" yani, cumartesi sahiplerini maymun ve domuzlara meshedip dönüştürdüğümüz gibi, bu yüzlerin sahiplerini de bu hale getirmezden önce, demektir. Bu açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. Bunun: Muhataptan gaibe doğru ifadenin değiştirilmesi (iltifat) olduğu da söylenilmiştir. "Allah’ın emri mutlaka yerine gelir" tahakkuk eder, gerçekleşir, Allah'ın emrinden kasıt, emrolunan şey demektir. Buna göre burada "emr" kelimesi, (ismi) mefûl mahallinde bir mastar olarak kullanılmıştır, Yani: Onu ne zaman dilerse, var eder. Anlamınım O'nun var olacağını haber verdiği herbir iş, mutlaka O'nun haber verdiği şekilde gerçekleşir olduğu da söylenmiştir. 48Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah iftira etmiş olur. Şirk, Affolmaz Bir Günahtır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" âyeti ile ilgili olarak, rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Muhakkak Allah,'bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümer, 39/53) âyet-i kerimesini okudu. Bir adam ona: Ey Allah'ın Rasulü, peki ya şirk? diye sorunca, bunun üzerine: Yüce Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" âyetini indirdi. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 557. Hükmün böyle olduğu ümmet arasında görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın ittifakla kabul olunmuş muhkem hususlardandır. "Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" âyeti ise, ilim adamlarının hakkında çeşitli şekilde söz söylediği müteşahih âyetler kapsamına girer. Muhammed b. Cerir et-Taberî der ki: Bu âyet-i kerîme büyük günah işlemiş herkesin, yüce Allah'ın meşîetine kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Dilerse Allah, onun günahını affeder, dilerse onun işlediği bu büyük günahtan dolayı -bu günahı Allah'a şirk koşmak olmadığı sürece- onu cezalandırır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir. Yüce Allah bunu: "Size yasaklanan bil yük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" (en-Nisa, 4/34) âyeti ile beyan etmektedir. Böylelikle yüce Allah'ın, büyük günahlardan uzak duran kimselerin, küçük günahlarını mağfiret etmeyi dileyeceğini, fakat büyük günahları işlemiş olan kimselere bunları mağfiret etmeyeceğini bildirmektedir. Kimi tevil (tefsir) âlimleri der bu âyet-i kerimenin el-Furkan Sûresi'nin sonundaki âyeti (25/68 vd.) nesh ettiği görüşündedir. (Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/31. âyetin tefsiri) Zeyd b. Sabit der ki: Nisa Sûresi el-Furkan Sûresinden altı ay sonra nâzil olmuştur Ancak sahih olan, ortada neshin olmadığıdır. Çünkü nesih, haberlere dair âyetlerde imkânsız bir şeydir. İleride bu âyet-i kerimelerin birlikte nasıl açıklanacağına dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Furkan Sûresi’nde (az önce işaret olunan âyetlerin tefsirinde) gelecektir. Tirmizî'de Ali b. Ebî Tâlib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'ân-ı Kerîm’de şu: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" âyeti en sevdiğim âyet-i kerimedir. Tirmizî der ki: Bu hasen, garip bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4. sûre 23. 49O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır, dilediğini temize çıkaran Allah'tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. Yüce Allah'ın; "O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi: Yüce Allah'ın: "O kendilerini temime çıkaranlara bakmaz mısın?" âyetindeki ifadeler, zahiri itibariyle umumidir. Bununla birlikte tevil âlimlerinden herhangi bir kimse bununla kastedilenlerin yahudiler olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir. Şu kadar varki, kendilerini ne ile tezkiye ettikleri hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Katade ve el-Hasen der ki: Burada maksat: "Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevdikleriyiz" (el-Mâide, 5/18) şeklindeki sözleriyle: "Cennet'e ancak yahudi yada Hıristiyan olandan başkası girmez" (el-Bakara, 2/111) şeklindeki sözleridir. ed-Dahhak ve es-Süddî der ki: Maksat onların: Bizim hiçbir günahtınız yoktur. Gündüzün yaptığımız, geceleyin bize mağfiret olunur, geceleyin yaptığımız da bize gündüzün mağfiret olunur. Diğer taraftan bizler, günahsızlık bakımından çocuklara benzeriz, şeklindeki sözleridir. Mücahid, Ebû Mâlik ve İkrime derler ki: Bundan kasıt, onların günahları sözkonusu olmadığından dolayı, namaz kıldırmak üzere çocukları öne geçirmeleridir. Şu kadar varki, âyet-i kerimede bunun kast edildiği uzak bir ihtimaldir. İbn Abbâs der ki: Bundan kasıt onların, bizim Ölmüş atalarımız bize şefaat edecekler ve onlar bizi tezkiye edecekler şeklindeki sözleridir, Abdullah b. Mes'ûd der ki: Burada sözü edilen, onların birbirlerini övmeleridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Çünkü âyet-i kerimenin zahirinden anlatılan budur. Tezkiye (temize çıkarmak) İse, günahlardan arınmış olmak ve uzak olmak iddiasında bulunmaktır. Bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın: "O halde kendinizi temize çıkarmayın, Övmeyin" (en-Necm, 53/32) âyeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize çıkarmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın filleri güzel olup, yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini gerektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etmesine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye etmiş olmasıdır. Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Atâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) ismini verdim. Ebû Seleme'nin kızı Zeynep bana dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ismi kullanmayı yasaklamıştı. Bana Berre ismi verilmişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştu: "Kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin İyilik ehli olduğunu en iyi bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordular. O da: "Ona Zeynep ismini veriniz" diye buyurdu. Müslim, Âdâb 19. Yakın manada: Buhârî, Edeb 108; İbn Mâce, Edeb 32. Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delâlet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamım veren niteliklerle kendilerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Meselâ, Zekiyüddin, Muhyiddin ve buna benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyanların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamlan ile ilgileri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular. 3. Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi: Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buhârî'de Ebû Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sozetti. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bunu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini) övecekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyledir desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır Ve Allah'a rağmende kimseyi tezkiyeye kalkışmasın." Buhârî, Şehâdât 16, Edeb 54,95; Müslim, Zflhd 65, 66; Ebû Dâvûd, Edeb 9; İbn Mâce Edeb 36: Müsned, V, 41, 46, 47, 51. Böylelikle Hazret-i Peygamber, kişide bulunmayan niteliklerle başkasını övmeyi ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesine sebep teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konumda olduğunu zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli işlerde bulunmayı terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflarla nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur. Buhârî, Şehadet 17, Edeb 54; Müslim, Zühd 67; Müsned, IV, 412 Hazret-i Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız" Müslim. Zühd 69: Ebû Dâvûd, Edeb 9; Müsned, VI, 5; ayrıca bk: Zühd 68; Tirmizî, Zühd 55; İbn Mâce Edeb 36. hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey yemeye ve-kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç haline gelirmiş olurlar. Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellikleri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması için, insanları da benzer hususlarda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkında söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir şeydir. Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 2/220). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şiirde, hutbelerde, karşılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde övenlerin yüzüne toprak saçmış da değildir, bunu emretmiş de değildir. Ebû Talib’in (Hazret-i Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi; "Yüzü suyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o." Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu kabildendir. Yine Kâ'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashâbını övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayıca azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız". Hazret-i Peygamberin sahih hadîsteki: "Hıristiyanların Meryemoğlu Îsa'yı olmadık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz" Buhârî, Enbiyâ 48; Dârimî Rikaak 63; Müsned, I, 23, 24, 47, 55. hadisine gelince; bunun da anlamı şudur: Hıristiyanların Îsa'yı sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hazret-i Îsa'yı Allah'ın oğlu diye nîsbet ettiler ve bundan dolayı kâfir oldular ve saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, herhangi bir işi sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, ölçüsünü aşacak olursa, o haddi aşan günahkâr bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse hakkında câiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisi lâyık olurdu. "Onlara kıl kadar zulmedilmez" âyetindeki "onlara zulmedilmez" zamiri, daha önce sözü geçen, kendisini temize çıkaran ve yüce Allah'ın da temize çıkarıp övdüğü kimselere aittir. Bu iki kesimin dışında kalanlara, yüce Allah'ın asla zulmetmeyeceği isev bu âyetten başka âyetlerden anlaşılmaktadır. Âyet-i kerimedeki el-fetU (mealde: kıl) hurma çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçiktir. Bunu İbn Abbâs, Atâ ve Mücahid söylemiştir. Çekirdek ile hurmanın et kısmı arasındaki ince zar olduğu da söylenmiştir. Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve es-Süddî de şöyle demektedir: Fetîl, birbirine sürttüğün takdirde, parmaklarından veya ellerinin arasından çıkan ince kirdir. Buna göre bu kelime mef'ûl anlamında Fafl vezninde bir kelimedir. Bütün bu açıklamalar ise, birleyin oldukça küçük ve önemsiz olduğunu kinaye yoluyla ifade etmek ve Allah'ın kula hiçbir şekilde zulmetmeyeceği noktasında birleşmektedir. Yüce Allah'ın; "Hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler" (en-Nisa, 4/124) âyeti de küçük ve basitliğe misal olmak bakımından buna benzemektedir. Bu çukurcuk ise, hurma çekirdeğinin sırt tarafındaki küçük noktacıktır. Hurma ağacı da oradan bitip yeçerir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir. Şair, krallardan birisini yererken şöyle söylemektedir: "Binlerce askeri bulunan orduyu toplar ve gazaya çıkarsın Sonra da düşmana kıl kadar (fetîl) bir musibet de (zarar da) vermezsin (vermeden geri dönersin)." 50Bir bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter. Allah'a İftira: Daha sonra yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın dikkatini "Bir bak Allah'a karşı nasıl olmadık yalan uyduruyorlar" âyetiyle hayreti gerektiren bu işlerine çekmektedir. Bu ise, onların: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz şeklindeki sözleridir. Bunun: Kendilerini temize çıkarmaları olduğu da söylenmiştir. Bu İbn Cüreyc'den nakledilmiştir. Yine onların şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Bizim günahlarımız yoktur. Günahlarımız olsa olsa dünyaya geldikleri gün çocuklarımızınki gibidir. İftira ise, uydurmak demektir. Filan kişi filana İftirada bulundu, tabiri de buradan gelmektedir. Yani onda bulunmayan bir özelliği, hususu ona isnad etti, iftira etti demektir. İftira, koparmak anlamına da gelir. "Apaçık bir günah olarak bu yeter" anlamındaki âyeti beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı ise, onların işledikleri bu günahın büyüklüğünü ifade etmek ve bu günahlarından dolayı yermektir, Araplar benzeri anlatımları, övmek ve yermek kastıyla da kullanırlar. 51Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın? Cîbt'e ve Tağut'a inanıyorlar. Ve diğer inkâr edenlere de: "Bunlar mü’minlerden daha doğru bir yoldadır" derler. Âyetin tefsiri için bak:52 52İşte onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah'ın lanet ettiğine sen, asla hiçbir yardımcı bulamazsın. Cibt'e ve Tâğûtâ îman Edenler; "Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın" âyetinde maksat yahudilerdir. "Cibte ve Tâğûta inanıyorlar." Te'vil ehli, cipt ve câğût'un tevili hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve Ebû'l-Âl-iyye der ki: Cibt, Habeşçede sihirbaz, tâğüt da kâhinin adıdır. el-Faruk Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Cibt, büyü tağut da şeytandır İbn Mes'ûd der ki: Burada cibt ve tağut ile kast edilen kimseler, Kâ'ab b. el-Eşref ile Huyey b. Ahtap'dır İkrime der ki: Cibt, Huyey b. Ahtap, tağut da Kâ'b b. el-Eşreftir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar" (en-Nisa, 4/60) âyetidir. Katade der ki; Cibt şeytan, tâğût ise kâhindir. İbn Vehb de Mâlik b. Enes'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Tâğût, Allah'tan gayri kendisine İbadet olunandır. Mâlik dedi ki: Ben, cibt'in şeytan olduğunu söyliyenleri de dinledim. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. Burada ikisinin (cibt ve tâğût'un) Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan veya Allah'a isyan hususunda kendilerine itaat olunan her şey olduğu da söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Cibt kelimesinin aslı cibs dir. Bu da hayrı olmayan şey demektir. Te" harfi "sindin yerine kullanılmıştır. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır. Cîbt'in iblis, tağutun da onun velileri (dostları) olduğu da söylenmiştir. Bu hususta Mâlik'in görüşü güzeldir. Buna yüce Allah'ın şu âyeti da delildir: "Allah’a ibadet edin ve tağuttan uzak durun diye..." (en-Nahl, 16/36); "Ve onlar ki, tağuta ibadet etmekten uzak durdular" (ez-Zümer, 39/17) Katan b. el-Muhârik de babasından şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduki: "Tark, tiyare ve iyâfe cibttendir." Tark ürkütmek, iyâfe; çizgi çizmek demektir. Bunu Ebû Dâvûd Süneninde rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tıb 23; Müsned, III, 477. Hadiste ve açıklamasında geçen terimler şöyle açıklanmıştır; hatt (çizgi çekmek); Bu işle tanınmış kimseye bir para verilir; o da yumuşak bir yere bir çok çizgi çeker, sonra onları ikişer ikişer silmeye başlardı. Geriye tek çizgi kalırsa, işin gelen şahsın istediği gibi olmayacağına, iki çizgi kalırsa istediği gibi olacağına delil kabul edilirdi. (İbnu’l-Ashâb, en-Nihâye, II, 47). Tark: Kadınların yaptığı şekilde çakıl taşlarım atmak demektir. Remi denilen (bir çeşit falciîık, kâhincilik) olduğu da söylenmiştir, İbnu’l-Ashâb, en-Nihâye, 117, 121; İbn Manzfır, Lisânüt-Arab, X, 215). Tiyare: Bir şeyin uğursuzluğunu kabul etmekt uğursuzdur diye ondan çekinmek. İbnu'l-Ashâb, en.-Nikâye, IIIP 152. İyâfe: Kuşları ürkütüp isimlerini, seslerini, gidiş yönlerini uğur saymaktır. İbnu’l-Ashâb, en-Nihâye, III, 330. Cibt'in Allah'ın haram kıldığı herşey, tâğût ise insanı tuğyana götüren, azdıran her şey olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Ve diğer İnkâr edenlere... derler." âyeti, yahudiler, Kureyş kâfirlerine: Sizler, Muhammed'e îman edenlerden daha doğru yoldasınız derler anlamındadır Bu da şöyle olmuştu: Kâ'b b. el-Eşref, yahudilerden yetmiş süvari ile Uhud vak'asından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Kâ'b, Ebû Süfyan'a misafir oldu. Ebû Süfyan ona güzel bir şekilde misafirperverlik gösterdi. Diğer yahudiler de Kureyşl ilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar Muhammed ile Savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine (birlikte Savaşacaklarına) dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler, Ebû Süfyan şöyle dedi: Sen kitap okuyan ve bilen bir kimsesin. Bizler ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi?. Kâ'b şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki, sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan daha doğrudur. el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kurûn, s. 160; es-Suyûtî, ed- Durru'l-Mensur, II, 562-563. 53Yoksa onların, mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı, insanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir şey vermezlerdi. Yüce Allah'ın: "Yoksa onların mülkten bir payımı vardır" âyetinde asıl soru edatı sadece hemzedir. Ondan sonra gelen "mim" ise 'sıla' için gelmiştir. "Mülkten bir payı mı vardır" ifadesi inkâr kastıyla sorulmuştur. Yani onların mülk namına birşeyleri yoktur. Şayet mülk namına bir şeye sahip olsalardı, cimrilikleri ve kıskançlıkları dolayısıyla ondan kimseye birşey vermezlerdi. Bunun anlamının: Yoksa onların bir payları mı vardır? şeklinde olduğu da söylenmiştir. O takdirde (........) edatı munkatı' olur ve manası da bir önceki ifade ile ilişkisi olmaksızın yeni bir ifade başlangıcı olur. Bunun hazfedilmiş bir ibareye affedici edat olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olmayı kabul etmemişlerdi. İfadenin takdiri de şöyle olur, Peygamber olarak gönderdiklerimden, peygamberliğe onlar mı daha lâyıktırlar? Yoksa onların, mülkten bir payları mı vardır? "Böyle olsaydı, İnsanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi birşey vermezlerdi". Yani haklara mani olur, engellerlerdi. Yüce Allah, onların bildiği durumlarına dair haber vermektedir. Nakîr, hurma çekirdeğinin sırtındaki nükte (çukurcuk)dır. Bu da İbn Abbâs, Katade ve diğerlerinden nakledilmiştir. Yine İbn Abbâs'tan nakîr'in, kişinin yerde çukur yapması gibi parmağı ile çukur yapmasıdır. Ebû'l-Aliye der ki: Ben İbn Abbâs'a nakîr'in mahiyetine dair soru sordum o da, başparmağının ucunu, şahadet parmağının iç tarafı üzerine koydu. Sonra ikisini de kaldırıp: lşte-nakîr budur, dedi. Nakîr, aslında oyulan bir kütük demektir. Bunda nebîz (hurma ve benzeri meyvelerin şırası) yapılırdı. Hadiste bunları kullanmak önceleri yasaklanmış, sonra bu yasak nesh olunmuştu. Nakîr ve benzeri kapları kullanmayı yasaklıyan hadislere örnek: Buhârî, Îman 40: Müslim, Îman 2,5-26; bu yasağın neshediliğine örnek: Buhârî, Eşribe 8. Filan kişinin nakîri kerimdir; ibaresi aslı, soyu kerimdir, demektir. edatı burada, başına "fe" atıf edatı geldiğinden dolayı amel etmemiştir. Eğer bu edat nasb etmiş olsaydı yine câiz olurdu. Sîbeveyh der ki; Bu edat, fiilerde amel eden edatlar bakımından, isimlerde amel eden edatlar arasında mevkiindedir. Yani, eğer ifade ona dayalı değilse lağvolur (amel etmez). Şayet sözün başına gelip te ondan sonraki ifade (fiil) müstakbel (müzari) ise, nasb eder. Senin birisine (Seni ziyaret edeceğim) deyip, onun da cevap olmak üzere: O takdirde ben de sana ikram ederim, demesi gibi. Abdullah b. Aneme ed-Dabbî der ki: "Eşeğini geri çek, bahçemizde otlamasın." O takdirde (tarafımızdan) sana onun yuları alabildiğine daraltılmış olarak geri döndürülür. "Bize sövmeye kalkışma! Biz de bunu etkisiz kılarız" yani sana karşılığını veririz, demek istiyor. (İbnu Münsûr, Lisânu'l-Arab I 713.) Burada bu edatın nasb etme sebebi, ondan önceki ifadelerin tamam bir cümle olup, bunun da bir söz başlangıcına denk düşmüş oluşundan dolayıdır. Eğer: O takdirde Zeyd seni ziyaret eder, ifadesinde olduğu gibi, iki kelime arasında ortada yer alacak olursa amel etmez. Şayet başına "fe" yahut da "ev" atıf edatlarından birisi gelecek olursa, amel etmesi de etmemesi de câiz olur. Amel etmesi, vav'dan sonra gelen ifadelerin, cümlenin cümeleye atf edilmesi suretinde istinaf" (yeni bir cümle başlangıcı) oluşundan dolayıdır. Ve bunu Kur'ân-ı Kerîm'in dışında (nasb edilerek: O takdirde, vermezler, şeklinde kullanmak caizdir.) Yine Kur'ân-ı Kerîm’de: "O takdirde kendileri., kalamayacaklardır" (el-İsrâ, 17/76) diye buyurulmaktadır. (Burada bu edat amel etmemiştir). Ubeyy'in Mushafında İse, (bu edat amel etmek suretiyle) bu âyet: şeklindedir, Bunun amel etmemesine gelince, bunun da sebebi vav'dan sonra gelen cümlenin ancak kendisine atf yapılacak ifadeden sonra gelmesidir. Sîbeveyh'e göre İse, fiili nasb eden bu edat muzari (şimdiki ve geniş zaman) anlamı dolayısıyladır. el-Halil'e göre ise, (........) şeklindeki nasb edatı bundan sonra muzmar (gizli) oluşundan dolayıdır. el-Ferrâ' ise, bu edatın elif ile ve tenvinli olarak yazılacağı kanaatindedir. En-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleymanı, şöyle derken dinledim: Ben Ebû'l-Abbas Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: (........) 'ı elif ile yazan kimsenin elini dağlamak istiyorum. Çünkü bu edat tıpkı edatları gibidir. Harflere hiçbir şekilde tenvin dahil olmaz. 54Yoksa onlar, insanları Allah kendilerine lütfundan verdi diyeni mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz İbrahim soyuna da Kitabı ve hikmeti verdik. (Ayrıca) Onlara çok büyük bir mülk de bağışladık. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın; "Yoksa onlar" yani yahudiler, "insanları" yani özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamberliği dolayısıyla, ashâbını da ona îman ettikleri için kıskanmışlardı. Katade der ki: "İnsanlar"dan kasıt Araplardir. Yahudiler, onlardan peygamber geldi diye araplan kıskanmışlardır. ed-Dahhâk der ki: Yahudiler, peygamberlik aralarındadır diye Kureyşlileri kıskanmışlardı. Kıskançlık (hased), yerilmiş bir şeydir. Kıskanan bir kimse her zaman kederlidir. Kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hasenatı yer bitirir. Bu manada hadisi Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Zühd 22; Ebû Dâvûd, Edeb 44. el-Hasen der ki: Ben hased edenden daha çok mazluma benzeyen zalim bir kimse görmüş değilim. Her zaman nefesini tüketir, keder yakasını bırakmaz, gözyaşı da bitip tükenmez. Abdullah b. Mes'ûd der ki: Allah'ın nimetlerine düşmanlık etmeyiniz. Ona: Allah'ın nimetlerine kim düşmanlık eder ki? diye sorulunca şöyle dedi: İnsanları Allah kendilerine lütfundan verdi diye kıskanan kimseler. Allah, indirmiş olduğu kitaplardan birisinde şöyle buyurmuştur: Kıskanç kimse, nimetimin düşmanıdır. Benim hükmüme gazap eden bir kimsedir. Ve Benîm kısmetime razı değildir. Mansur el-Fakîh şöyle demektedir: "Beni kıskanıp duran kimseye de ki: Sen kime karşı saygısızlık ettiğini biliyor musun? Verdiği hükmü dolayısıyla Allah'a karşı saygısızlık ediyorsun Çünkü sen, O'nun bana bağışladığına razı değilsin." Denilir ki, kıskançlık semâda da kendisiyle Allah'a ilk isyan olunan günahtır, yeryüzünde de kendisiyle ilk isyan olunan günahtır Semâda, İblîs'in Hazret-i Âdemi kıskançlığı ile asi olunmuştur. Yeryüzünde de Kabil'in Habil’i kıskanmasıyla Allah'a isyan edilmiştir. Ebû'l-Atâhiye insanlar hakkında şöyle der: "Rabbim, gerçek şu ki, insanlar bana karşı insaflı davranmadı Nasıl davranmış olabilirler ki, onlara insaflı davranırsam bana zulmediyorlar. Birşey benim oldu mu onu almaya kalkışırlar Sense onların birşeylerini isteyecek olursam bana vermezler. Bağışım onlara ulaşırsa onlar bana teşekkür etmezler Fakat onlara birşey bağışlamazsam bu sefer bana söverler. Bir keder gelip kapımı çalsa, güler, sevinirler Bir nimet bana arkadaşlık etse beni kıskanırlar Kalbime engel olacağım. Onları özlemesin diye Ve onları görmemek için gözümü, göz kapaklarımla örteceğim." Şöyle denilmiştir: Sen kıskancın kıskançlığından kurtulmayı arzu ediyorsan, durumundan onu haberdar etme. Kureyşlilerden bir kişi şöyle demiştir; "Açığa çıktı mı nimeti kıskanırlar Ve batıl sözlerle ondan dolayı iftira ederler Allah bir nimet lütfedecek olursa O nimet düşmanlarının sözünün ona sararı olmaz." Şu beyitleri söyleyen de ne güzel söylemiştin "Kıskancın kıskançlığına sabret Çünkü senin sabrın onu öldürür. Ateş birbirini yer durur Eğer yiyecek birşey bulamazsa" Bazı tefsir bilginleri yüce Allah'ın; "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster ki, onları en aşağılardan olanlardan olsunlar diye ayaklarımızın altına alalım" (Fussilet, 41/29) âyeti hakkında şöyle demişlerdir: Cinlerden olan ile kastettikleri İblistir. İnsanlardan olan ile kastettikleri de Kabildir. Çünkü İblis, küfür çığırım ilk açan kimse, Kabil de öldürme çığırını ilk başlatan kimsedir. Ve bütün bunların aslı da kıskançlık olmuştu. Şair der ki: "Karga geçmiş zamanlarda Güzel bir şekilde yürütmüş Ama kekliği kıskandı da onun yürüyüşü gibi yürümek istedi. Bu sebepten o bir çeşit ayağı bağlıymış gibi yürüme musibetine müptela oldu. 2- Allah'ın Bağışını Kıskanma Hatası: Yüce Allah'ın: "Doğrusu Biz İbrahim soyuna da verdik" âyeti ile daha sonra yüce Allah, İbrahim soyundan gelenlere Kitabı ve hikmeti verdiğini, onlara büyük bir mülk verdiğini haber vermektedir Hemmam b. el-Hâris der ki; Onlar melekler ile desteklenmişlerdi. Bununla Süleymanın mülkü kastedildiği de söylenmiştir ki, İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Yine ondan gelen rivâyece göre o şöyle demiştir: Mana şudur: Yoksa onlar Muhammed'i, Allah kendisine kadınları helal kıldı diye mi kıskanıyorlar? Bu açıklamaya göre verilen büyük mülk, yüce Allah'ın Hazret-i Davud'a doksandokuz hanımı, Hazret-i Süleyman'a da bundan daha fazlasını helal kılmış olmasıdır. Taberî ise, bundan maksadın, Hazret-i Süleyman'a verilen mülk ile kadınların ona helal kılınması olduğu görüşünü tercih etmiştir. Maksat ise, yahudilerin Eğer (Muhammed) bir peygamber olsaydı çok kadın nikâhlamak istemez ve peygamberlik görevi ile uğraşması buna fırsat vermezdi, şeklindeki sözlerini reddetmek ve onları yalanlamaktır. Yüce Allah bununla, Hazret-i Davud ile Hazret-i Süleyman'ın sahip olduklarını yahüdileri azarlayarak haber vermektedir. Yahudiler de Hazret-i Süleyman'ın bin tane hanımı olduğunu ikrar edip kabul ettiler. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Bin kadın ha" deyince onlar: Evet, üç yüzünü mehir vererek (nikâhlamış idi). Yediyüzü ise cariyesi idi. Davud'un ise, yüz hanımı vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Peki, birisinin bin tane hanımı, diğerinin yüz tane hanımının olması mı daha çoktur, yoksa dokuz hanım mı?" Bunun üzerine yahudiler sustular, O sırada Hazret-i Peygamberin dokuz hanımı vardı. 3. Peygamberlerin Çok Evliliğine Dair: Denildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm) peygamberler arasında hanımı en çok olan kişiymiş. Onun çokça evliliğinin sebebi ise, kırk peygamber gücüne sahip oluşu idi. Güçlü olan gücü kadar çok nikâhlanır. Denilir ki: O, çok evlenmekle aşiretinin çoğalmasını isEemiştir. Çünkü her bir kadının birisi baba tarafından, diğeri de anne tarafından olmak üzere iki kabilesi vardı. Böylelikle o, bir kadınla evlendi mi, o kadının mensub olduğu iki kabilenin de kalbini kendisine bağlıyor ve bu yolla kabileler düşmanına karşı ona yardımcı oluyordu. Yine denildiğine göre, bir kimse ne kadar takvalı ise, onun da şehveti o kadar yüksektir. Çünkü takvalı olmayan bir kimse, etrafını gözüyle seyreder ve dokunur. Nitekim, Hazret-i Peygamberden gelen haberde: "İki göz zina eder ve eller de zina eder" diye buyurulduğu rivâyet ediliyor. Bakmak ve dokunmak, bir çeşit şehvetin gereğini yerine getirmek olduğundan bunlar cima gücünü azaltır. Takva sahibi olan kimse ise, harama ne bakar ne de dokunur. Böylelikle şehvet onun nefsinde bir arada toplu olarak kalır ve bunun sonucunda o, daha çok cima gücüne sahip olur. Ebû Bekir el-Verrâk der ki: Cima dışında her bir şehvet (arzu) kalbi katılaştırır. Ancak cima, kalbi arıtır. Bundan dolayı peygamberler de bu işi yapıyorlardı. 55Onlardan bir kısmı ona îman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Çılgın alevli ateş olarak (onlara) cehennem yeter. 4. Peygambere îman Edenler ve Ondan Yüz Çevirenler: Yüce Allah'ın: "Onlardan bir kısmı ona îman etti" yani bir kısmı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmiştir. Çünkü, daha önce ondan sözedilmiş bulunmaktadır. O da kendisinden kıskanılan kimsedir. "Bir kısmı da ondan yüz çevirdi" Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, 21, Ebû Dâvûd Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317,329... ondan yüz çevirip ona îman etmedi. "Ona" zamirinin Hazret-i İbrahime raci olduğu da söylenmiştir. O vakit anlamı şöyle olur: İbrahim soyundan gelenlerden kimisi ona (İbrahim'e) îman etti, kimisi de ona îman etmekten yüz çevirdi. Bu zamirin Kitaba raci olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 56Âyetlerimizi inkâr edenleri yakında muhakkak ateşe sokacağız. Derileri piştikçe azâbı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah, mutlak galiptir, Hakimdir. Âyetin tefsiri için bak:57 57Îman edip de salih amel işleyenleri İse, içinde ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlara tertemiz zevceler vardır. Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız. "Sokmanın (el-Islâ')" anlamına dair açıklamalar, sûrenin baş taraflarında (10. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Humeyd b. Kays, Onları sokacağız" kelimesini, "nün" harfini üstün olarak diye okumuştur. Bunun anlamı ise, ateşte pişireceğiz demektir. Ateşte kızartılmış koyuna daf o bakımdan denilir. Ateş" kelimesinin munsub olması, bu kıraate göre başındaki harf-i cer'in hazfedilmesi dolayısıyladır ki, bunun takdiri şeklindedir. Derileri piştikçe" âyetinin anlama ise şudur: Derileri piştiği her seferinde, derilerinin yerine başka deriler değişir durur. Kur'ân-ı Kerîme dil uzatan zındıklardan herhangi bir kimse kalkıp: Kendisine isyan etmemiş bir deriyi azaplandırmak nasıl uygun düşer? diye soracak olursa, ona şöyle denilir: Deri ne azap görür, ne de cezalandırılır. Bunun acı ve ıstırabını duyan nefislerdir. Çünkü, hisseden, duyan ve bilen nefislerdir. Dolayısıyla derilerin değiştirilmesi, nefislerin azabını daha bir artıncı özelliktedir. Buna da yüce Allah'ın: "Azâbı tatmaları için" âyeti İle: "Alevi yavaşladıkça Biz de onlara alevini artırırız" (el-İsrâ, 17/97) âyeti delildir. O halde maksat, bedenlerin azaplandınlması, ruhlara da acı çektirilmesidir Şayet derileri kastetmiş olsaydı, O deriler azâbı tatsınlar, demesi gerekirdi. Mukâtil der ki: Hergün aîeş o deriyi yedi defa yer bitirir. el-Hasen der ki: Yetmişbin defa yer bitirir. Onları yiyip bitirdikçe kendilerine: Haydi eski halinize dönünüz denilir, onlar da oldukları gibi eski hallerine dönerler. İbn Ömer de der ki: Yandıkları takdirde, kağıt gibi bembeyaz derilerle değiştirilirler. Burada derilerden kasıt, üzerlerindeki elbiseler olduğu da söylenmiştir. Nitekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün günahkarları bukağılara..." (14/49-50). Bu şekilde, bu elbiselere deri denilmesinin sebebi, elbiselerin çok yakınlığı dolayısıyla derilerinden ayrılmayışıdır. Nitekim insana has olan bir şey hakkında: O, iki gözü arasındaki deridir, denilir. İbn Ömer (radıyallahü anh) şu beyiti okumuştur: "Onlar Salim hakkında beni kınıyorlar, ben de onları kınıyorum. Çünkü Salim, gözüm ile burnum arasındaki deri parçasıdır." İste elbiseleri yakıldığı her seferinde tekrar eski hallerine iade olunur. Şair der ki: "Aşağılanmak, Teymoğullarının derilerini yeşil bir elbiseye büründürdü. O giydikleri yeşil elbiselerinden dolayı vay, Teymoğullarına." Şair burada, elbise ile, kinaye yoluyla derilerini (onların morardıklarını, yara bere aldıklarım") anlatmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Bu âyetin anlamı, ilk derilerini tekrar yeniledik, yeni haline döndürdük, demektir. Nitekim, kuyumcuya: Sen bu yüzüğü al, bana ondan başka bir yüzük yap dediğinizde, kuyumcu o yüzüğü alır kırar ve size o madenden bir yüzük yapar. Yapılan yeni yüzük, Önceki yüzüktür. Şu kadar varki, yeniden onun işlenmesi sonucu değişmiş, halbuki gümüş eski gümüştür İşte bu da toprağa dönüşüp ve yok olduktan sonra Allah'ın canlandırdığı nefsin durumunu andırmaktadır. Yine sağlıklı olarak bildiğin bir kardeşini daha sonra hastalıklı ve takatsiz görünce, ona: Nasılsın diye sorduğunda, o da: Daha önce gördüğünden başka birisiyim, diye cevap verir. Halbuki o aynı kişidir. Ancak onun durumu değişmiştir. Buna göre kişinin: Daha önce gördüğün kişi değilim, demesi ile, yüce Allah'ın: "Başka deriler" demesi mecazi bir ifadedir. Yüce Allah'ın: "O gün yer, başka bir yere... değiştirilecektir" (İbrahim. 14/48) âyeti de buna benzemektedir. Halbuki arz, o arzın aynısıdır. Şu kadar varki, tepeleri, dağlan, nehirleri, ağaçları değişmiş olacak, daha çok genişletilecek ve bütün bunlar dümdüz edilecektir. Nitekim ileride İbrahim resi'nde (14/48. âyetin tefsirinde) açıklanacaktır. İşte şairin şu beyîti de bu kabilden bir mana taşımaktadır: "Ne insanlar daha önce tanıyageldiğim insanlardır. Ne de bu yurt önceden beri tanıdığım yurttur." en-Nehaî der ki: Bir adam İbn Abbâs'a. gelip şöyle dedi: Âişe'nin yaptığım görmüyor musun? Hazret-i Âişe, yaşadığı dön emin Ummadı ve Lebid'e ait olan şu iki beyiti okudu: "O himayelerinde yaşanılanlar geçip gittiler Ben ise, uyualu kimsenin derisi gibi değersiz kimseler arasında kaldım Bayağıca ve düşük şekilde konudur, zevk alırlar Doğruluktan sapmayacak olsa dahi, söz söyleyenleri ayıplanır." Daha sonra da: Allah Lebid'e rahmet eylesin. Peki ya şu bizim zamanımıza yetişseydi ne derdi dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: Eğer Âişe, yaşadığı dönemini kınamış ise, şunu bil ki, Âd kavmi de yaşadığı çağını yermiş bulunmaktadır. Çünkü Âd kavminin depolarında helâk edilmelerinden uzun bir zaman sonra, o dönemin mızraklarının en uzun boyunda uzunca bir ok görüldü. Üzerinde şu beyit yazılı idi: "Bizler bu ülkede idik ve biz buranın ahalisindendik. İnsanlar aynı insanlar ve ülke aynı ülkedir" Yani; ülke eskiden olduğu gibi kalmış amma, gerek o ülkenin durumu, gerekse ahalisinin durumu tanınmaz bir hal almış ve değişmiş bulunuyor. "Şüphe yok ki Allah, mutlak galiptir." Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz." O'ndan kurtulmaz, O’nu geride bırakamaz. "Hakimdir". Kullarına vaadlerinde ve tehditlerinde hikmeti sonsuzdur. Cennet ehlinin nitelikleri hakkında: "Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız" âyeti ise, güneşi bulunmayan, oldukça kesif, koyu bir gölgeliğe yerleştireceğiz demektir. el-Hasen der ki: Orası koyu bir gölge olmakla nitelendirildi. Çünkü, o gölgede dünya gölgelerinde görülen sıcaklık, sıcak yel ve benzeri kusurların dahli yoktur. ed-Dahhâk der ki: Bununla ağaçların ve cennet köşklerinin, gölgeleri kastedilmektedir, el-Kelbî der ki: "Koyu bir gölgelik" den kasıt, daimi gölgeliktir. 58Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Sahiplerine Verilmesi Emralunan Emanetlerin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi... emreder" emriyle başlayan bu âyet-i kerîme, hükümler bildiren ana âyetlerden birisidir. Bütün dini ve şeriatı ihciva eden bir âyettir. Bu âyet-i kerimede, kimin muhatap alındığı hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd b. Eslem, Şehr b. Havşeb ile İbn Zeyd şöyle derler; Bu özel olarak müslüman yöneticilere bir hitabtır. Bu hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, hem de onun tayin ettiği emirlere yönelik bir hitaptır, onlardan sonra gelenleri de kapsamına almaktadır. İbn Cüreyc ve başkaları ise der ki: Bu, Kâbenin anahtarı hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a özel olarak yöneltilmiş bir hitaptır. Hazret-i Peygamber bu anahtarı, Mekke'nin fethedildiği sırada, henüz ikisi de kâfir bulunan Abdüddaroğullarından Osman b. Ebi Talha el-Hacebî el-Abderî ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman b. Ebi Talha'dan almış, bunun üzerine Abdulmuttaliboğlu Hazret-i Abbas, Sikaye görevi ile birlikte Sidâneyi de almak için anahtarı Hazret-i Peygamberden istemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbeye girdi, içerisinde bulunan putları kırdı, Hazret-i İbrahim'in makamını çıkardı. Hazret-i Cebrâîl de üzerine bu âyet-i kerlmeyi indirdi. Ömer b. el-Hattâb der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuyarak Kâbeden dışarı çıktı. Daha önce ondan bu âyeti işitmiş değildim. Sonra, Osman ve Şeybe'yi çağırıp söyle dedi: "Haydi bu anahtarları alınız. Bu, ebediyyen sizin ve soyunuzdan gelen çocuklarınızın elinde kalacaktır. Bu anahtarları sizden ancak zalim bir kimse alır." el-Mekkî de şunu nakletmektedir: Şeybe, önce anahtarı vermek istemediyse de sonradan verdi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Bunu Allah'ın emaneti olarak al, dedi. el-Vâhidi, Esbabu Nuzûli'l Kur'ân, s. 162; es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensür, II, 570-571. İbn Abbâs da der ki: âyet-i kerîme, özel olarak yöneticiler (kamu görevlileri, hakkında) kadınlara serkeşlik etmeleri ve benzeri hallerde öğüt vermeleri ve o hanımları kocalarına geri vermeleri ile ilgilidir. Âyet-i kerimede daha zahir olan, onun bütün insanlar hakkında umumi olduğudur. Bu âyet-i kerîme bir taraftan yönetici ve kamu görevlilerini, ellerinde bulunan malları paylaştırıp, haksızlıkları gidermek, hüküm vermek halinde adaleti gözetmek gibi emanet olan hususları kapsamaktadır, Taberî'nin tercihi de budur. Âyet-i kerîme, emanetleri korumak, şahidliklerde yalancılıktan kaçınmak ve buna benzer hususlarda, mertebe itibariyle daha aşağıda bulunan diğer insanları da kapsamaktadır, Herhangi bir mesele hakkında bir kişinin hüküm vermesi ve benzeri hususlar buna örnektir. Namaz, zekât ve sair İbadetler de yüce Allah'ın birer emanetidir. Bu anlamda İbn Mes'ûd'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu’ olarak bir hadis de rivâyet edilmiştir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülmek, bütün günahlara bir kefarettir" veya şöyle buyurmuştur: "Her şeye (keffarettir) emanet müstesna. Emanet ise, namazdadır, emanet oruçtadır, emanet söz söylemektedir. Bütün bunlar arasında en ağır olanı ise, emanet olarak bırakılan şeyleri korumaktadır." Bunu Hafız Ebû Nuaym" el-Hilye "de zikretmiştir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, V, 292-293, Ravilerinin sika oldukları kaydıyla. Âyet-i kerimenin herkes hakkında umumi olduğunu söyleyenler arasında, el-Bera b. Âzib, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve Ubey b. Kâ'b da vardır. Onlar şöyle derler: Emanet herşey hakkında sözkonusudur. Abdestte, namazda, zekâtta, cünuplukta, oruçta, ölçüde, tartıda vedialarda (emanet bırakılan şeylerde). İbn Abbâs ayrıca der ki: Yüce Allah, varlıklı olsun eli dar olsun, hiçbir kimseye emaneti (istenmediği halde) yanında alıkoymasına müsaade etmemiştir. Derim ki: İşte bu bir icmadır. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir ki: Emanetler sahiplerine -iyi kimseler olsunlar, facir kimseler olsunlar- mutlaka geri verilir. Bunu İbnü'l-Münzir söylemiştir. Emanet, mef'ûl anlamında bir mastardır. Bundan dolayı cem olunmuştur. Bu âyetin önce geçen âyetlerle ilişkisine gelince: Şanı yüce Allah, Kitap ehlinin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini gizlediklerini ve onların: Müşriklerin yolu daha doğrudur, dediklerini haber vermektedir. Bu ise, onların yaptıkları bir hainlik idi. O bakımdan söz bütün emanetleri zikretmeye kadar geldi, Âyet-i kerîme nazmı itibari ile her türlü emaneti kapsamaktadır. Az önce de belirttiğimiz gibi emanetler sayıca pek çoktur. Bu emanetlerin en büyük ve kapsamlı olan konulan ise; vedia, lukata, rehin, ariyet gibi ahkâm ile ilgili konular arasında yer alır. Ubey b. Kâ'b der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyuyurken dinledim: "Sen emaneti onu sana emanet olarak verene eksiksiz geri ver. Ve sakın sana hainlik edene de sen hainlik etme!" Bunu Dârâkutnİ rivâyet etmiştir. Dârakutnî, III, 35. Ebû Hüreyre ve Enes (r. anhumâ) yoluyla gelen rivâyetler de aynı yerde. Yine bunu, Enes ve Ebû Hüreyre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmişlerdir. el-Bakara Sûresi'nde de bu anlamda rivâyetler (ve açıklamalar) geçmiş bulunmaktadır. (el-Bakara, 2/283- âyetin tefsiri) Ebû Umâme de şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Veda Haccı sırasında hutbesinde şöyle buyururken dinledim: "Ariyet olarak alınan şey eda edilir. Minha geri verilir. Borç ödenir, kefil ise gerektiğinde kefil olduğu kimsenin borcunu ödeyendir." Bu hadis sahih bir hadistir. Bunu Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir. Tirmizî, Buyû'", 39, Vesaya 5; Ebû Dâvûd, Buyû' 88; İbn Mâce, Sadakat 5,9; Müsned. V, 267,293: Dârakutnî, III, 41. Dârakutnî ise şunu ilave etmektedir: Bunun üzerine bir adam: Peki ya Allah'ın ahdi? diye sordu, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın ahdi eksiksiz olarak yerine getirilen şeyler arasında buna en lâyık olandır." Dârakutnî, III, 40 Bu âyet-i kerîme ile bu Hadîs-i şerîfin muktezasına göre, emanet geri verilir ve durum ne olursa olsun onun tazminatı ödenir. İster gizlenip kaybedilecek türden olsun ister olmasın, ister bu konuda emanete bir saldırı bulunsun ister bulunmasın. (Her halükârda vedia (emanet.) geri verilir ve gerekirse tazminatı ödenir). İşte bu âyet ve hadisin bu muktezası gereğince, Atâ; Şâfiî, Ahmed ve Eşheb görüşlerini böylece belirtmişlerdir. İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre'nin bırakılan emanetin tazminatını ödedikleri rivâyet olunmuştur. İbnu'l-Kasım'ın da, Mâlik'ten rivâyetine göre; herhangi bir hayvanı veya üstü saklanarak örtülen bir şeyi ariyet olarak alıp da bu onun yanında telef olacak olursa, bunun telef olduğunu söylemesi halinde sözü tasdik edilir ve ancak, herhangi bir teaddi (o emanete haksızca saldırı) halinde tazminatını öder. Bu Hasan-ı Basrî ve en-Nehaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde Kûfelilerle Evzaînin de görüşü budur. Onlar şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamberin: "Ariyet geri ödenir" hadisinin anlamı, yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" âyetinin anlamı gibidir. Emanetler telef olacak olursa, mutemen olanın (kendisine bir şey emanet olunanın) onun tazminatını Ödemesi gerekmemektedir. Çünkü, yanında emanet bırakılan kişi (mutemen) musaddaktır. Yani sözü doğru kabul edilen kimsedir. Ariyet de herhangi bir haksızca saldırı olmaksızın telef olursa hüküm yine böyledir, Çünkü o ariyeti alan bir kimse, gerektiğinde tazminatını ödemek şartıyla almamıştır, Şayet onun ariyet aldığı şeye haksızca saldırısı dolayısıyla telef olursa, o takdirde ariyet olan şeye karşı cinayetinden dolayı kıymetini ödemesi gerekir. Ali, Ömer ve İbn Mes'ûd'dan da ariyette tazminat olmadığını söyledikleri rivâyet edilmiştir. Dârakutnî de Amr b. Şuay'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Emanet alan üzerinde tazminat yükümlülüğü yoktur." Dârakutnî, 111,41. Şâfiî de görüşünü desteklemek üzere ileri sürdüğü deliler arasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisinden birtakım zırhları ariyet olarak istemesi üzerine, Safvan'ın: Bunlar tazminat altında bir ariyet midirler, yoksa aynen geri ödenecek ariyet midirler? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "Hayır, bunlar aynen geri ödenecek ariyettirler" diye cevap vermişti. Dârakutnî, III, 38-39 : Peygamber Huneyn'e gideceği vakit, bu silâhı Safvan'dan âriyet olarak istemişti. 2- İnsanlar Arasında Adaletle Hükmetmek: Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adalede hükmetmenizi emreder" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhâk der ki: Yani, müddaiye davacıya beyyine (delil veya şahid) getirme yükümlülüğü, İnkâr edene de yemin teklifi ile hükmetmeyi emreder. Bu, yöneticilere, emirlere ve hakimlere yönelik bir hitaptır. Mana yoluyla da emanetlerin eda edilmesi hususunda açıkladığımız gibi bütün İnsanlar da dahildir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki adaletle hükmedenler, Kıyâmet gününde Rahmânın sağ tarafında -ki, O'nun her iki eli de sağdır- nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Bunlar verdikleri hükümlerinde, çoluk çocukları hakkında, ve yönetimleri altında bulunanlara adaletle davranan kimselerdir." Müslim İmare 13; Nesâî. Âdabu'l-Kudat 1; Müsned, II, 160, 203 Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. İmâm (İslam devlet başkanı) bir çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Kişi ailesi üzerinde bir çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evinde bir çobandır ve o ondan sorumludur. Köle efendisinin mali üzerinde bir çobandır ve ondan sorumludur. Hasılı şunu bilin ki, hepiniz bir çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz." Buhârî, Cumua 11, İstikraz 20, Vesaya 9, Itk 17, 19, Nikâh 81, 90 Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvûd, Harac 1; Tirmizî, Cihad 27; Müsned, II, 5, 54, 108, 121. Böylelikle Hazret-i Peygamber bu sahih hadislerinde, bütün bu kimseleri kendi mertebelerine göre çoban ve yönetici olarak değerlendirmiştir. Aynı şekilde ilim adamı hakim de böyledir. Çünkü böyle bir kimse, fetva verdiği takdirde hükmetmiş olur. Hükmünü verdiği vakit de helâl ile haramı, farz ile mendubu, sahih ile fasid olanı birbirinden ayırd etmiş olur. Bütün bunlar eda olunan birer emanet ve hükme bağlanan birer yargıdır. "Ne güzel" âyeti ile ilgili açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. (2/281. âyetin tefsiri) "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." Yüce Allah, kendi zatını işiten ve gören diye vasfetmektedir. O, işitir ve görür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. "(Ta-Hâ, 20/46) Bu delil, sem'i yolla gelendir Yani, senı'i delillerle Allah'ın işitip gördüğü ifade edilmektedir. Akıl da buna delâlet etmektedir. Çünkü, işitme ve görmenin yokluğu onların zıtları olan körlük ve sağırlığa delildirler. Zira, her iki şeyi de kabil olan bir varlık bunlardan birisine mutlaka sahiptir. Şanı yüce Allah ise, her türlü eksikliklerden münezzehtir. Diğer taraftan eksik sıfatlara sahip olan bir zattan mükemmel fiillerin sadır olmasına imkân yoktur. Görmesi ve işitmesi olmayan bir kimsenin başkasına görme ve işitmeyi yaratmak yoluyla vermesi gibi. Ümmet yüce Allah'ın her türlü eksiklikten tenzih edilmesi gerektiğini icma ile kabul etmiştir. Bu da sem'î bir delildir. Ve bu, hepsi de İslam ismini taşıyan kimselerle tartışma halinde Kur'ân'ın nassı ile yeterli görülür Şanı yüce ve mübarek Rabbimiz, vehimlilerin vehmettiklerinden yücedir. Yalancı ve iftiracıların uydurduklarından münezzehtir: "İzzet sahibi olan Rabbin, onların vasfede geldiklerinden münezzehtir." (es-Saffat, 37/180) 59Ey îman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de. Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasulüne döndürün. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: İtaatin Kapsamı ve Zalim Yöneticilere İtaatin Gerekmediği: Bundan önceki âyet-i kerimede, yöneticilere hitap edilip onlara emaneti yerine getirmeleri, insanlar arasında da adalede hükmetmeleri emrolunduktan sonra, bu âyet-i kerimede yönetilenlere (radıyallahü anhiyyeye), önce aziz ve celil olan Allah'a itaat etmeleri emrolunmaktadır ki, bu da O'nun emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmaktır. Sonra da vermiş olduğu emir ve yasaklarında Rasûlüne itaati emretmektedir Üçüncü olarak da yöneticilere itaatin emrolunduğunu görüyoruz. Bu, Cumhûrun, Ebû Hüreyre, İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşüne göre böyledir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Yedi hususta sultana itaat ediniz: Sikke vurduğu dirhem ve dinarlar hususunda, ölçü ve tartılar hususunda, ahkâm, hac, cuma, iki bayram ve cihad hususunda. Yine Sehl der ki: Sultan bir alime fetva vermesini yasaklayacak olursa, onun da fetva verme hakkı yoktur. Eğer fetva verecek olursa, bu yasağı koyan zalim bir emir olsa dahi, kişi asi olur. İbn Huveyzimendâd ise şöyle demektedir: Sultana itaat, işlenmesi halinde Allah'a itaat olan hususlarda icabeder. Fakat, işlenmesi halinde Allah'a masiyet olan hususlarda itaat vacib değildir. Bundan dolayı biz şöyle diyoruz: Çağımızın yöneticilerine itaat, onlara yardımcı olmak, onları ta'zim etmek câiz değildir. Bununla birlikte ne zaman gazaya çıksalar, onlarla birlikte gazaya çıkmak icabeder. Yönetmek onlar tarafından olup, İmâmet ve hisbe de onların görevlendirmesi ile olur. Şu kadar var ki, bunların şeriatın öngördüğü şekle uygun olarak yerine getirilmeleri gerekir. Bize namaz kıldıracak olsalar, eğer günah ve masiyet bakımından fasık iseler, onlarla birlikte kılınan namaz caizdir. Şayet bidatçi kimseler iseler, onlarla birlikte namaz câiz değildir. Şu kadar varki, onlardan korkulacak olursa, onlarla birlikte takiyye olmak üzere namaz kılınır, sonra namaz iade olunur. Derim ki: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İmâmın görevi adaletle hükmedip, emaneti eksiksiz olarak yerine getirmesidir. O bunu yapacak olursa, müsîümanlara da ona itaat etmek düşer. Çünkü yüce Allah önce bizlere, emaneti yerine getirip adaletle hükmetmeyi emretti, sonra da yöneticiye itaati emretti. Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: "Emir sahipleri (ululemr)" denilen kimseler, Kur'ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allah’ın rahmeti üzerine olsun)’in tercihi de budur. ed-Dahhak'ın şu sözü de buna yakındır: Yüce Allah bununla, fukahayı ve din âlimlerini kastetmektedir. Mücahid'den, burda sözü geçenlerin, özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı olduğunu söylediği nakledilmiştir. İkrime'den ise, bununla özel olarak Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun)'e işaret olduğunu söylediği nakledilmiştir. Süfyan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban'dan şunu rivâyet eder: el-Hakem, İkrime'ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan cariyeler)’in durumu hakkında soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye dayanarak söylüyorsun deyince, o da, Kur'ân-ı Kerîme dayanarak, dedi. Ben: Kur'ândaki hangi âyete dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah: "Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de" diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O demiştir ki: (Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar, etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Peygambersize ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının" (el-Haşr, 59/7) âyetini açıklarken gelecektir. İbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işlerini düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir. Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birincisinin sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yöneticilerden) dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buhârî ve Müslim de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: "Ey îman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de" âyeti, Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nâzil olmuştur. Hazret-i Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti. Buhârî, Tefsir 4. sûre 11; Müslim, İmâre 31, Tirmizî Cihâd 3; Nesâî, ... 23; Müsned, 1, 337. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile tanınan birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu bir seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun toplayıp ateş yakmalarım emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendilerini atmalarını emretti ve onlara: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) size, bana itaat etmenizi emretmedi mi? dedi ve: "Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur" demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah'a îman etmemizin, Rasûlüne tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; "Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur." Çünkü yüce Allah: "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29.) diye buyurdu. Bu. isnadı sahih ve meşhur bir hadistir. Buhârî, Meğazî 59; Ahkâm 4, Ahbaru'l-Âhad 1- Müslim, İmâre 39,40; Ebû Dâvûd, Cihad 88; Nesâî, Bey'at 24; Müsned, I, 32, 94,124 (hepsi Ali -radıyallahü anh- den); İbn Mâce, Cihad, 40 (Ebû Said el-Hudrî'den). Muhammed b. Amr b. Alkame'nin, Ömer b. el-Hakem b. Sevban'dan rivâyet ettiğine göre Ebû Said el-Hudri şöyle demiştir: Sehml'i Abdullah b. Huzafe b. Kays, Bedir ashâbındandı ve şakacı bir kimseydi. ez-Zübeyr de der ki: Bana Abdükebbar b. Said, Abdullah b. Vehb'den anlattı. Abdullah, el-Leys b. Sa'd'den şöyle dediğini nakletti: Bana ulaştığına göre o, seferlerinden birisinde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesinin eğer bağını, çözmüştü; nerdeyse Resûlüllah’ı bundan ötürü düşecek idi. İbn Vehb: Leys'e onu güldürmek için mi böyle yapmıştı, diye sordum. O da: Evet o şakacı bir kimseydi, dedi. Meymun b. Mehran, Mukâtil ve el-Kelbî de der ki: "Emir sahiplerî"nden kasK, seriyye kumandanlarıdır. İkinci görüşün doğruluğuna gelince, buna da yüce Allah'ın: "Eğer bir şeyde çekişirseniz... onu Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün" âyeti delildir. Yüce Allah, hakkında anlaşmazlığa düşülen bir şeyi, Allah'ın Kitabına ve Peygamberinin sünnetine döndürmeyi emretmektedir. Allah’ın Kitabına ve sünnete dönme keyfiyetini bilmek ise, ilim adamlarından başka kimselerin bilebileceği bir iş değildir. Bu da ilim adamlarına sormanın vacib ve onların fetvalarına bağlı kalmanın gerekli olduğunun delilidir. Sefil b. Abdullah (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: İnsanlar, (adaletti) sultanlarını ve (hak üzere olan) ilim adamlarını ta'zim ettikleri sürece hayırlara mazhar olmaya devam ederler. Eğer bu iki kesimi ta'zim edecek olurlarsa, Allah onların dünyalığını da anketlerini de ıslah eder. Bu iki kesimi hafife alıp küçümseyecek olurlarsa, Allah onların dünyalarını da anketlerini de ifsad eder. Üçüncü görüş, (sınırlı, özel) has bir görüştür. Ondan da daha has (tahsis edici) görüş ise dördüncü görüştür. Beşinci görüş ise, mana itibari ile doğru olsa dahi, âyetin lâfzı bunu kabil değildir. Çünkü akıl, her faziletin esası, her edebin kaynağıdır. Allah onu din için bir esas, dünya için bir direk kılmıştır. Allah, aklın kemali dolayısıyla mükellefiyetlerini vacip kılmış, dünyayı onun ahkâmı ile idare edilen bir yer kılmıştır, Akıl sahibi bir kimse, aklını kullanmamızın gayret ve çaba gösteren herkesten daha çok Rabbine daha yakındır. Bu anlamdaki ifadeler İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Bazıları, "ululemr" ile Hazret-i Ali ve masum İmâmların kastetiîdiğini iddia etmişlerdir, Eğer durum böyle olsaydı, ondan sonra gelen: "Onu Allah'a ve Rasulüne döndürün" diye buyurmasının bir anlamı olmazdı. Aksine şöyle demesi gerekirdi: Onu İmâma ve ululemre döndürün. Yüce Allah'ın bu şekilde buyurmuş olması ise, Kitap ve sünnetin muhkem olduğunu (onların hükmüne başvurmak gerektiğini) ortaya koymaktadır. Böyle bir görüş (yani bunun Hazret-i Ali ve masum İmâmlar olduğu görüşü) kabul edilmemiş ve Cumhûrun benimsediği kanaate muhalif bir görüştür. İtaatin gerçek mahiyeti, emri yerine getirmektir, Nitekim, masiyet de onun zıddıdır. O da emre muhalefet etmek demektir. İtaat kelimesi, inkiyad etmekten alınmıştır. Masiyet ise, sertlik göstermek demek olan İsyandan alınmıştır. "Sahipleri" kelimesinin tekili Sahib kelimesidir. Bu da kıyasa göre olmayan bir çoğuldur. Nisa (kadınlar), ibil (develer) ve at (hayl) kelimeleri gibi olup bunların herbirisi kendi lâfzından tekili olmayan çoğul ifade eden bir isimdir. el-Hayl'in tekilinin hail olduğu da söylenmiştir, buna dair açıklamalar ise önceden geçmiş bulunmaktadır. (3/14. âyet, 6. başlık.) 2- Anlaşmazlık Konularının Allah'a ve Peygambere Havale Edilmesi: Yüce Allah'ın: "Eğer bir şeyde çekişirseniz" âyetindeki "çekişme (münâza'a)", mücadele eder ve anlaşmazlığa düşerseniz, demektir. Münaza'a (karşılıklı çekişme) tabirinin kullanılmasına ise, sanki herkes ötekinin delilini çekip onu çürütüyor gibi olduğundandır. Nez', çekip almak demektir. Münaza'a da karşılıklı olarak delilleri çekiştirmek anlamındadır, "Ben de, bana ne oluyor ki, Kur'ân ile benimle çekişiyor diyorum" Bu lâfızla: Ebû Dâvûd, Salât 131'de rivâyet edilmiştir. Bk. Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizî, Salat 116; Nesâî, İftitah 28; İbn Mâce, İkametu's-Salât 13; Muvatta’', Salât 44; Müsned, II, 240, 284, 285. 302, 487, V, 345. hadisindeki "münâza'a" da buradan gelmektedir. el-A'şa der ki: "Onlarla- yaslanmış olduğum halde- reyhan otunun saplarını çekiştirdim. Bir de işe yaramaz ekşimiş ve arıtılmış hali bile ufak bitkiler (tortusu) bulunan bir şarap (elden ele dolaştı)." "Eğer bir şeyde" yani, dinînizi ilgilendiren herhangi bir hususta "çekişirseniz, onu Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün" yani, o çekiştiğiniz mesele hakkında hüküm vermeyi Allah'ın Kitabına ve hayatta olduğu sürece ona sormak suretiyle Rasûlüne veya vefatından sonra sünnetini incelemek suretiyle sünnetine döndürünüz. Bu Mücahid, el-A'meş ve Katade'nin görüşü olup sahih olan görüş de budur. Bu görüşde olmayanların îmanları sarsılır. Çünkü yüce Allah: "Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" diye buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı, Allah ve Rasûlü en iyi bilir, deyiniz şeklindedir. İşte işi Allah ve Rasülüne havale etmek budur. Bu ise, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın şu sözüne benzemektedir; Hakka dönmek, batılda oyalanmaktan hayırlıdır. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bizim yanımızda Allah'ın Kitabında ve bu sahifede yazdı bulunan şeylerden, yahut da müslüman bir kimseye verilen bir kavrayıştan başka bir şey yoktur." Ali (radıyallahü anh), kendisine: "Siz Ehl-i Beyte, size özel bir şey var mıdır?" diye soran bir kimseye burada kayd edilen sözlerle cevap vermişti. Sözü edilen sahife ise; kılıcının kınında asılı bulunan ve Hazret-i Peygamber tarafından yazdırılmış, diyet vb. hükümlerin yazılı bulunduğu sahifedir. Bk. Buhârî, Diyat 24, 31; Tirmizî, Diyât 16; Nesâî, Kasâme 13; Dârimî, Diyat 5; Müsned, I, 79. Eğer bu sözü söyleyenin dediği gibi olsaydı, bu ümmete has olan içtihad ile ona bağışlanan istinbatın batıl olması gerekirdi. Şu kadar var ki, misaller getirilir ve doğru ortaya çıkıncaya kadar o misalin benzeri araştırılır. Ebû'l-Âl-iyye der ki: İşte bu (sözü edilen şey) yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilen husustur: "Halbuki bunu Rasulüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin. içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi." (en-Nisa, 4/83) Yüce Allah'ın ilmini kendisine sakladığı ve yarattıklarından hiçbir kimseyi muttali kılmadığı birşey varsa, işte, Allah bunu en iyi bilendir, denilecek hususlar bunlardır. Hazret-i Ali, altı ay olan asgari hamilelik müddetini, yüce Allah'ın; "Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi otuz aydır" (el-Ahkâf, 46/15) âyeti ile: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233) âyetinden istinbat etmiştir. Çünkü biz, iki bütün yılı (24 ayı) otuz aydan çıkaracak olursak geriye altı ay kalır. Buna benzer örnekler ise pek çoktur. Yüce Allah'ın: "Rasûlüne döndürün" âyeti, Hazret-i Peygamberin sünneti ile amel edilip, onda yer alan emirlerin yerine getirileceğine delildir, Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Size neyi yasakladımsa ondan uzak durunuz, size neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadarıyla ondan yapınız. Çünkü, sizden öncekilerin helâk edilmelerine sebep, çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri olmuştur." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Fedâîl 130; Buhârî, İ'tisâm 2; Nesâî, Hacc 1; Müsned, 11, 258, 313, 467. Ebû Dâvûd da Ebû Rafi'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sizden herhangi birinizi koltuğuna oturmuş ve yaslanmış olduğu halde, benim verdiğim emirlerden herhangi bir emri yahut yasakladığım herhangi bir husus kendisine gelip de onun: Biz bilmiyoruz, Allah'ın Kitabında bulduğumuza tabi oluruz dediğini görmiyeyim." Ebû Dâvûd, Sünne 5; Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, vı, 8. El-İrbad b. Sariye'den rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın insanlara hutbe irad ettiği bir sırada hazır bulunmuş ve Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğuna şahit olmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, koltuğuna yaslanmış olarak zanneder mi ki Allah, bu Kur'ânda bulunandan başka hiçbir şeyi haram kılmamıştır? Şüphesiz ki ben, -Allah'a yemin ederim- öyle bir takım şeylere dair emirler, öğütler vermiş ve yasaklarda bulunmuşum ki, hiç şüphesiz ki bunlar (sayıca) Kur'ândakiler gibidir veya daha da fazladır." Ebû Dâvûd, îmâre 33. Bunu Tirmizî de el-Mikdam b. Ma'dikerib'den bu manada rivâyet etmiş ve: Bu hasen, garip bir hadistir demiştir. Tirmizî, İlm 10; Dârimî, Mukaddime 49; Müsned, JV, 131,132. Bu hususta meseleyi nihai olarak kesinleştiren ise, yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onun emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin gelip çatmasından sakınsınlar." (en-Nûr, 24/63) Bu âyete dair açıklamalar ileride gelecektir. Yüce Allah'ın: "Bu hem daha hayırlı" âyeti, sizin anlaşmazlığa düştüğünüz hususları, Kitaba ve sünnete havale etmeniz, anlaşmazlıktan daha hayırlıdır. "Hem de sonuç (yani dönüş) İtibariyle daha güzeldir.” Te'vil, anlaşılması güç lâfızların anlamlarını herhangi bir anlaşmazlığı bulunmayan açık ifadelerle dile getirmektir. Yine te'vil, cem etmek ve düzene koymak anlamına da gelir. O bakımdan: "Allah işini bir araya getirip düzene koysun" denilir. Bunyruğun anlamının: Böyle yapmanız sizin tevilinizden, sizin açıklamanızdan, işleri vardıracağınız sonucunuzdan daha güzeldir, şeklinde olması da mümkündür. 60Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara îman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, tâğut'un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. Yezid b. Zurey', Davud b. Ebi Hind'den, o, en-Nehaî'den şöyle dediğin? rivâyet etmektedir: Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hazret-i Peygamberin rüşvet almayacağını biliyordu. Münafık ise, yahudiyi kendi hakimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, yahudi hakimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaşmazlığa düşmeleri sonucunda, nihayet Cüheyye kabilesine mensup bir kâhin'in hükmüne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu hususta, yüce Allah: "Sana indirilene" münafık olanı kastediyor "ve senden önce indirilmiş olanlara" yahudiyi kastediyor "îman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde tâğutun hükmüne başvurmak İstiyorlar" âyetinden itibaren "... tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nisâ 4/65) âyetlerini indirdi. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensür, II. 580. ed-Dahhak da der ki: Yahudi olan, münafık olanı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ın hakemliğine başvurmaya davet ettiği halde, münafık olan da, Kâ'b b. el-Eşref in hakemliğine başvurmaya davet etti. İşte burada sözü geçen "tâğût" odur. Ayrıca bunu, Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed'e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ'b b. el-Eşref’e gidelim, dedi. -İşte yüce Allah'ın "tâğût" yani, tuğyan eden kimse ismini verdiği kişi budur- Ancak yahudi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardı. Hazret-i Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi. Hazret-i Peygamberin yanından çıktıkları vakit münafık; Ben bu hükme razı değilim, dedi. Haydi şeninle Ebû Bekr'e gidelim. Hazret-i Ebû Bekir de yahudi lehine hüküm verdi. Yine münafık buna razı gelmedi. Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: Haydi seninle Ömer'e gidelim. Bunun üzerine Ömer'e gittiler. Yahudi dedi ki: Biz önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gittik, sonra Ebû Bekir'e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı. Hazret-i Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir diye sordu. Münafık: Evet deyince, Hazret-i Ömer: Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz, dedi, İçeri girdi, kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığı vurmaya devam etti ve dedi ki: İşte ben Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm. Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Sen, el-Fârûk'sun" dedi. Hazret-i Cebrâîl de Hazret-i Peygambere nâzil olup şöyle dedi: Şüphe yok ki Ömer hakk ile batılın arasını farketti (birbirinden ayırdı"), işte bundan dolayı ona el-Fârûk ismi verildi. İşte: “... tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" âyetine kadar olan bütün âyetler bunun hakkında nâzil olmuştur. "Sapıklık" kelimesi, manayı te’kid için nasb edilmiştir. İyiden iyiye, alabildiğine büyük bir sapıklıkla saptırmak... demektir Yüce Allah'ın: "Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir." (Nûh, 71/17) Âyeti de bunun gibidir, Bu anlama dair geniş ve yeterli açıklamalar daha önceden (Ali-İmrân, 3/37. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. 61Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin" denilince, münafıkların senden alabildiğine yüz çevirdiklerini görürsün. "Alabildiğine yüz çevirmek" âyeti, el-Halil'e göre mastar'dan isimdir. Mastar ise, 'dir. Kûfeliler ise bu iki kelimenin (dalal ve sudûd kelimelerinin, yada sadd ve sudûd kelimelerinin) her ikisi de birer mastardır, derler, 62Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelipçattığızaman halleri nasıl olacak? Sonra sana gelirler de: "Biz iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah'a yemin ederler. "Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak?" Yani, (Savaşta) yardımlarını almayı terk etmekten ve yüce Allah'ın: "De ki: Ebedîyyen benimle birlikte asla (bir Savaşa) çıkamazsınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla Savaşmayacaksınız" (et-Tevbe. 9/83) âyetinde işaret olunan, kendilerini gelip bulacak zillet dolayısı ile halleri nice olacak. Yani nasıl davranacaklar, ne yapacaklar? Burada onların (Hazret-i Ömer tarafından) öldürülen arkadaşlarının kastedildiği de söylenmiştir. "Elleriyle yaptıkları yüzünden..." ifadesi ile söz (cümle) tamam olmaktadır. Daha sonra onların yaptıklarından haber vermeye koyulmaktadır Şöyleki; Hazret-i Ömer, arkadaşlarını öldürünce, kavmi gelip diyetim istemeye ve: Bizler onun diyetini istemekle iyilikten ve hakka uygun davranmaktan başka birşey istemiyoruz, diye yemin etmeye kovuldular. Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı şudur: Senin hükmüne başvurmakta, senden yüz çevirmekle biz sadece hasımlar arasını uyuşturup bulmayı ve verilecek hükümde iki tarafı birbirlerine yaklaştırmakla iyilikte bulunmayı istemiştik. İbn Keysan der ki: Biz yalnızca adalet ve hakkı istemiştik, derler. Bunun bir benzeri de: "Ve iyilikten başka birşey kastetmedik diye yemin edeceklerdir" (et-Tevbe, 9/107) âyetidir, Yüce Allah, onların bu iddialarını yalanlayarak: "İşte bunlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir” diye buyurmaktadır. ez-Zeccâc der ki; Yani, Allah onların münafık olduklarını bilmiştir, demektir. Bunun bizim için ifade ettiği anlam da şudur: Bilin ki onlar münafıklardır. 63İşte onlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüzçevir, onlara öğüt ver ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle. "Artık onlardan yûzçevir." Onları cezalandırmaktan ya da onların özür beyan etmelerini kabul etmekten yüzçevir demek olduğu söylenmiştir. "Onlara öğüt ver" onları korkut. Bunun ileri gelenlerden bir kalabalık önünde yapılacağı da söylenmiştir, "Ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle!" Yani, gizlice ve tenhada olduklarında, en beliğ bir şekilde, en etkileyici bir surette yaptıklarından vazgeçmelerini söyle. el-Hasen der ki: Onlara de ki: Şayet kalplerinizde olanı açığa vurursanız sizi öldürürüm, anlamındadır. "Etkileyici" dâ-ye meali verilen "belîğ" ifadesi diliyle kalbinde olanın özüne ulaşan (onu yeterince ifade edebilen) kimse demektir. Araplar, “İleri derecede ahmak bir kimse, aşırı ahmak kimse" tabirini kullanırlar. Bunun, ahmak dahi olsa, istediğini elde eden, anlamında olduğu da söylenmiştir, Şöyle de denilmektedir. Yüce Allah'ın; "Elleriyle yaptıkları yüzünden haçlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak?" âyeti. Mescid-i Dirar'ı inşa eden kimseler hakkında nâzil olmuştur, Allah, onların münafıklıklarını ortaya çıkartıp mescidi yıkmaları emrini verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendilerini savunmak kastı ile: Bizler mescidi bina etmekle, Allah'a itaat ve Kitabına mu vafa kattan başka birşey istemedik, demişlerdi. 64Biz, ne kadar peygamber gönderdiysek, Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik. Şayet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi, Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allah'ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı. Yüce Allah'ın: "Biz ne kadar peygamber gönderdiysek" âyetindeki (........) edatı tekid için zaid (fazladan) olarak gelmiştir. "Allah’ın izniyle" Allah'ın ilmîyle, demektir- Allah'ın tevfikiyle anlamındadır, da denilmiştir. "İtaat edilsin diye" verdiği emırlerde ve yasaklarda âyeti kabul edilip yerine getirilsin diye "gönderdik. Şayet kendilerine zulmettiklerinde, sana gelip..." âyeti hakkında Ebû Sadık, Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı defnedigimizden üç gün sonra bir bedevi Arap yanımıza çıkıp geldi. Kendisini Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabri üzerine attı. Toprağından başının üzerine saçmaya koyuldu. Şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, sen söyledin biz de senin söylediğini dinledik. Sen Allah'tan belledin biz de senden belledik. Allah'ın sana indirdiği âyetler arasında da: "Şayet kendilerine zulmettiklerinde..." âyeti de vardır. Ben kendime zulmettim. İşte sana, bana mağfiret dilemen için gelmiş bulunuyorum. Kabirden ona: Sana mağfiret olundu, diye seslenildi. Yüce Allah'ın: "Allah'ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı." Yani tevbelerini çokça kabul eden kimse... bulacaklardı. Buradaki "tevbeleri çokça kabul eden, çokça rahmet eden" âyeti iki mef.'uldür. 65Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça Îman etmiş olmazlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; 1. Âyeti Kerîmenin Nüzul Sebebi: Mücahid ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerîme ile kastedilenler, daha önce sözleri geçen tâğûtun hükmüne başvurmak isteyen kimselerdir. Âyet bunlar hakkında nâzil olmuştur. et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Hayır" âyeti, daha önce sözü geçenleri red içindir. İfadenin takdiri de şöyledir: Durum, onların sana indirilenlere îman ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir. (Onlar sana îman etmemişlerdir.) Daha sonra: "Rabbine yemin olsun ki... Îman etmiş olmazlar" âyeti ile buna yeni bir kasemde bulunmaktadır Başkaları da şöyle demiştir: Hayır (.......)'ın yeminden önce gelmesi, imanlarını nefyetmeye ve onun oldukça güçlü bir nefîy olduğunu izhar etmeye verilen önemden dolayıdır. Kasemden sonra bunu bir daha bu nefye gösterilen ihtİmâmı tekid etmek için tekrarlamıştır. O bakımdan İkinci (olumsuzluk edatı)'nın düşürülmesi sahih olur. Ve böylelikle birincisinin başa alınmasıyla bu ihtİmâm yine büyük ölçüde belirtilmiş olurdu. Birincisinin de ıskatı yerinde olurdu ve bu durumda nefıy anlamı olduğu gibi kalır, fakat bu nefye gösterilen ihtİmâmın anlamı ortada kalmazdı. Anlaşmazlığın ortaya çıkması âyetinin anlamı, anlaşmazlık ve karışıklıktır. Dallarının birbirinden farklı farklı olması dolayısıyla ağaçlara "eş-Şecer" denilmesi de buradan gelmektedir. Hevdeçlerde kullanılan sopalara da birbirinin içine girdiklerinden dolayı "şicâr" denilmektedir. Şair der ki: "Canım sana feda olsun ve mızraklar birbirine karışmış bulunurken Bunlar ise ayağa kalkmış (fakat düşmanla) karşılaşmaktan yana sıkıntı içerisindedirler." Şair Tarefe de şöyle demektedir: “ Onlar, karmakarışık işlerde hüküm verenler, Doğruluğun sahipleri ve insanların işlerinde koşanlardır." Bir kesim de (âyetin nüzulü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyeti kerîme, ez-Zübeyr b. el-Avvâm’ın ensardan olan birisi ile tartışması hakkında nâzil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgiliydi. Hazret-i Peygamber ez-Zübeyr'e: "Önce sen arazini sular sonra da suyu komşunun arazisine sal" demişti. Hasım ise: Görüyorum ki, halanın oğluna iltimas geçiyorsun, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yüzünün rengi değişti ve ez-Zübeyr'e: üzerine: "Hayır, Rabbine andolsunki... îman etmiş olmazlar" âyeti nâzil oldu. Bu Hadîs-i şerîf sabit ve sahih bir hadistir. Bunu Buhârî, Ali b. Abdullah'tan, o, Muhammed b. Cafer'den o da Ma'mer senediyle rivâyet ettiği gibi, (Ma'mer yoluyla:) Buhârî, Şirb 7, Tefsir 4. sûre 10 (Ma'mer’în yerine başka ravi yoluyla) Şirb 68, Sulh 12 Müslim de bunu Kuteybe'den, her ikisi de Ma'mer ile Kuteybe, ez-Zührî senediyle rivâyet etmiştir. Müslim, Fedâil 129. Hadisi ayrıca: Ebû Dâvûd, Akdiye 31; Tirmizî, Ahkâm 26, Tefsir 4. sûre 13; İbn Mâce, Mukaddime 2, Ruhun 20; Müsned, I, 165-166, VI, 5. Bu görüşü (Ma'mer ile Kuteybe) kabul edenler, ensardan olan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bazıları bu Bedire katılmış ensardan bir kimsedir demektedir. Mekki ile en-Nehhâs ise şöyle demektedirler: Bu kişi, Hatıb b. Ebi Beltea'dır. es-Sa'lebî, el-Vahidî ve el-Mehdevî de: O, Hatıb'dır demişlerdir. Bunun Sa'lebe b.-Hatıb olduğu da söylendiği gibi, başka kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak sahih olan birinci görüştür; Çünkü, orada kim olduğu tayin edilmediği gibi, ismi de verilmemektedir. Buhârî ve Müslim'de de onun ensardan bir kimse olduğu zikredilmekle yetinilmiştir. Taberî ise, âyet-i kerimenin münafık kişi ile yahudi hakkında inmiş olacağı görüşünü tercih etmektedir. Nitekim Mücahid de böyle demiştir. Ayrıca bu âyet-i kerîme umum ifadesi ile, ez-Zübeyr'in kıssasını da kapsamına alır. İbnül-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Hüküm konusunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı itham eden her kimse kâfirdir. Fakat ensardan olan o şahıs yanılmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da ondan yüz çevirmiş ve yakininin doğruluğunu bildiği için bu yanlışlığını affetmişti. Ensari'nin gösterdiği bu davranış elinde olmadan olmuştu. Böyle bir özellik ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başka herhangi bir kimse için sözkonusu değildir. Hakimin verdiği hükme razı olmayıp onu red ve tenkid eden bir kimsenin bu durumu bir (irtidattır) ve onun tevbe etmesi istenir. Fakat verdiği hükümde değil de bizzat hakimin kendisini tenkîd edecek olursa, hakim onu ta'zir de edebilir, af da edebilir. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle A'raf Sûresinin sonlarında (el-A'raf, 7/199. âyetin tefsirinde) gelecektir. 2. Resûlüllah'ın ez-Zübeyr Olayındaki Bu Tutumu, ile Bu Âyet-i Kerîmenin Fıkhî İncelikleri: Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, zikretmiş olduğumuz Hadîs-i şerîf ise, bunun ihtiva ettiği fıkhı incelikler de şöyledir: Hazret-i Peygamber, ez-Zübeyr ile onun hasmına karşı Önce sulh yolunu izlemek istemiş ve: “Ey Zübeyr, Önce sen arazini sula" demişti. Bunu söylemesine sebep ise, Zübeyr'in arazisinin suya olan yakınlığı idi. "Sonra suyu komşuna gönder." Yani, hakkını kullanmakta esnek davran, onu tamamiyle kullanmaleyhisselâmuyu komşuna göndermekte de elini çabuk tut. Bu sözleriyle Zübeyr'i müsamahaya ve kolaylık göstermeye teşvik etmişti. Ancak ensari bu sözleri işitince buna razı olmayıp kızdı. Çünkü o, suyun hiçbir şekilde kendisinden alıkonulmamasını, tutulmamasını istiyordu, İşte bu esnada, haksızca insanı helâk eden ve belini kıran şu sözü söyledi: "Bu senin halan oğludur diye mi böyle söylüyorsun?" Bu sorusunu, Hazret-i Peygamber'in bu durumuna tepki göstermek üzere söylemişti. Yani sen, onunla olan akrabalığın dolayısıyla mı onun lehine ve benim aleyhime hüküm veriyorsun? İşte bu esnada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.v.)ın, ona kızgınlığı dolayısıyla yüzünün rengi değişti. Ve komşusuna herhangi bir müsamaha göstermeksizin hakkını sonuna kadar alması için Zübeyr'in lehine hüküm verdi. O bakımdan kalkıp da: Hazret-i Peygamberi "Hakim kızgın olduğu halde hüküm vermez" Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdiye 16; Ebû Dâvûd, Akdîye 9; Tirmizî, Ahkâm 7; Nesâî, Âdabu'l-Kudât 32; İbn Mâce, Ahkâm 4; Müsned, V, 36-38; 46, 52. dediği halde kızgınken hüküm vermiştir, denilemez. Biz buna karşılık şöyle diyoruz: Çünkü Hazret-i Peygamber tebliğde olsun, hükümlerinde olsun hatadan masumdur. Buna delil ise, yüce Allah'tan tebliğ ettiği şeyler hususunda onun doğru söylediğine delâlet eden akıldır. O bakımdan o, diğer hakimler gibi değildir. Yine Hadîs-i şerîfte hakimin, hak açıkça ortaya çıksa dahi hasımlar arasını ıslah yolu ile bulması yolu gösterilmektedir. Ancak Mâlik bunu kabul etmemektedir. Bu hususta Şâfiî'nin ise farklı görüşleri gelmiştir. Bu hadis ise bunun câiz olduğuna açık bir delildir. Eğer kendi aralarında sulh yaparlarsa mesele yok. Aksi takdirde hakim, hak sahibi lehine hakkı tamamen alır ve böylelikle hüküm sabit olur. 3. Üstteki Arazi Sahibinin Arazisini Sulaması ve Bir Alttakine Suyu Bırakması Keyfiyeti: Mâlik'în arkadaşları, üst tarafta bulunan, suyu alt tarafta bulunana gönderme şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib der ki: Üst tarafla bulunan kişi, bütün suyu bahçesine alır ve onunla sular. Nihayet su bahçesinin bütün zeminini doldurup orada duranın topuklarına kadar ulaşınca, bu sefer suyun girdiği yeri kapatır ve topuklara erişen miktardan fazla olan suyu kendisine bitişik olana gönderir. O da, bu şekilde uygulama yapar ve en uzak bahçeye su ulaşıncaya kadar böyle yapar. Mutarrif ile İbnü’l-Macişûn bunu bana böylece açıkladılar. İbn Vehb de böyle demiştir. İbnü'l-Kasım da der ki: Su, bahçede topuk miktarına ulaşınca, suyun tamamını bir altta bulunana gönderir ve kendi bahçesi içerisinde ondan herhangi bir şey alıkoymaz, İbn Habib de der ki: Mutarrîf ile İbnü'l-Macişûn'un söylediklerini ben daha çok tercih ederim. Ve onlar bu İşi daha iyi bilirler. Çünkü Medine, bu ikisinin yurdudur. Bu mesele de orada olmuştur. Uygulama orada cereyan etmiştir. 4. Sulama Şekline Dair Rivâyetler ve Görüşler: Mâlik'in, Abdullah b. Ebi Bekir'den rivâyetine göre, ona Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, (Medine'de yalnızca yağan yağmur suları ile akan iki sel suyu olan) Mehzûr ve Müzeynib sel sulan hakkında şöyle buyurmuştur: "Topuklara ulaşıncaya kadar suyu alıkonur, sonra da üstteki, bir alttakine suyu bırakır." Muvatta’', Akdiye 28; Ebû Dâvûd, Akdiye 31; İbn Mâce, Ruhun 20. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: "Ben, bu Hadîs-i şerîfin herhangi bir vecihle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a muttasıl bir senetle rivâyet edildiğini bilmiyorum. Bu hadisin merfu'a en çok yaklaşan senedi Muhammed b. İshak'ın, Ebû Mâlik b. Sa'lebe'den, onun babasından, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı rivâyettir. Buna göre: Mehzûr seli çevresinde bulunanlar, Hazret-i Peygambere geldiler. Hazret-i Peygamber de, su topuklara ulaştığı takdirde, bir üstte olanın suyu alıkoyamıyacağı şeklinde hüküm verdi. Abdurrezzak da Ebû Hâzim el-Kurtubî'den, o, babasından, o da dedesinden, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, Hazret-i Peygamberin Mehzûr seli suları hakkında şu hükmü verdiğini nakletmektedir: Her bahçe sahibi, su topuklara ulaşıncaya kadar suyu alıkoyar, sonra onu serbest bırakır. Bunun dışındaki diğer sel sulan da böyledir. Ebû Bekir el-Bezzâr'a bu hadis hakkında sorulmuş, o da şöyle demiştir; Ben bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olacak bir hadis bellemiş değilim. Ebû Ömer der ki: Lâfzan bu şekilde olmasa bile, mana itibariyle Sabit yoluyla gelen hadisin sahih olduğu üzerinde icma vardır. Hadisi İbn Vehb, el-Leys b. Sâ'ad ile Yûnus b. Yezirî'den, her ikisi İbn Şihab'dan şöylece rivâyet etmişlerdir: Urve b. ez-Zübeyr, İbn Şihab'a şunu anlattı: Abdullah b. ez-Zübeyr, kendisine ez-Zübeyr’den naklederek anlattı ki; ez-Zübeyr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber Bedir'de bulunmuş ensardan bir adam ile bir su arkı hususunda davalaştı. Her ikisi de bu su arkından hurmalarını suluyorlardı. Ensardan olan kişi: Suyu bırak, deyince ez-Zübeyr kabul etmedi. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda davalaştılar, dedi ve hadisi zikretti. Ebû Ömer der ki: (Daha önce başka yoldan kaydedilen) Hadîs-i şerîfte geçen; "sonra su bırakılır" ifadesiyle: "Su topuklara varacak olursa, üstteki suyu alıkoymaz" ifadeleri, İbnü’l-Kasım'ın görüşünün lehine tanıklık etmektedir. Aklî bakımdan da durum şöyledir: Üstteki bulunan kişi şayet yalnızca topukları bulan miktardan arta kalanı gönderecek olursa, bu en kısa bir sürede suyun kesilmesi sonucunu vermez ve bütün suyu serbest bırakması halinde ulaşması mümkün olan yere kadar ulaşmaz. Fakat üstte bulunan kimse, topuklara ulaşan kadarından sonra bütün suyu tamamen bırakacak olursa, bunun faydası daha genel kapsamlı ve insanların ortak kılındıkları şeylerde faydası daha çok olur. O bakımdan İbnü'l-Kasım'ın görüşü herhalde daha uygundur. Tabii ki bu, suyun asıl alt arazinin sahibinin özel mülkü olmadığı takdirde böyledir. Çünkü herhangi bir amel, yahut sahih mülkiyet yada kadim bir istihkak ve mülkiyetin sübutu ile bir şeye hak kazanılmış ise, o takdirde herkes, elinde bulunan şeyden sahip olduğu hakka göre istifade eder ve o rpeselede asıl neyse ona göre hüküm verilir. Başarı Allah'tandır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, XVII, 407-411 5. İslâm'ın Hükmüne İtaat ve Teslim Olmanın Zorunluluğu: Yüce Allah; "Sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan" yani, içlerine bir darlık ve şüphe gelmeden... Sıkıntı anlamına gelen "el-harec" kelimesinin bu anlamı dolayısıyla birbirine sarmaş dolaş olan ağaçlar için “.....” denilir. Çoğulu ise; “.....” şeklinde gelir. ed-Dehhak der ki: Bu âyet; senin verdiğin hükmü inkar etmeleri suretiyle kalplerinde günahı gerektirecek bir şey duymaksızın anlamındadır. "Tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça" hükme dair verdiğin emrine tamamıyla itaat etmedikçe "îman etmiş olmazlar." ez-Zeccâc der ki:"Teslimiyet, tekid edici bir mastardır, O bakımdan (bu kabilden olmak üzere): "Kesinlikle vurdum, dediğin zaman, ben bunda hiç şüphe etmiyorum, demiş gibi olursun. İşte; "Tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça" âyeti de bu kabildendir. Yani senin verdiğin hükme, içlerinde herhangi bir şüphe ve tereddüt sokmaksızın tam teslimiyetle teslim olmadıkça Îman etmiş olamazlar. 66Şayet onlara: "Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında çok hayırlı ve daha bir sebat verici olurdu. Ayetlerin nüzûl sebebi ile ilgili olarak şu rivâyet gelmiştir; Sabit b. Şemmâs ile bir yahudi karşılıklı olarak övünmeye koyuldular. Yahudi şöyle dedi: Allah'a yemin olsun, bize kendimizi öldürmemin farz yazıldı ve biz de öldürdük. O kadar ki, öldürülenlerin sayısı yetmişbin kişiyi buldu. Bunun üzerine Sabit şöyle dedi: Allah'a yemin olsun, Allah bize de kendinizi öldürün diye yazacak olsa, şüphesiz biz de bunu yapardık. Ebû İshak es-Sebiî de der ki: "Şayet onlara kendinizi öldürün... diye yazsaydık" âyet-i kerimesi nâzil olunca, birisi: Biz bununla emrolunacak olsak mutlaka bunu yaparız. Fakat bizi bundan esenliğe kavuşturan Allah'a da hamd olsun, dedi. Bu husus Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ulaşınca şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, ümmetim arasında öyle erler vardır ki, îman kalplerinde yerlerinde sapasağlam duran dağlardan daha bir sağlamdır" Her iki rivâyet için: es-Suyûtî; ed-Dürru'l-Mensur, II, 587. İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Bu sözü söyleyen Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh)'dır, Mekkî de bu şekilde bu sözü söyleyelenin Hazret-i Ebû Bekir olduğunu zikretmektedir. en-Nakkaş ise bu sözü söyh'yenin Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) olduğunu zikretmiştir, Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh)'dan da şöyle dediği zikredilmektedir: Eğer üzerimize böyle bir şey yazılacak olsaydı, şüphesiz ben, önce işe kendimden ve aile halkımdan başlardım, Ebû’l-Leys es-Semarkandî de şunu zikretmektedir: Aralarından bu sözü söyleyenler Ammar b. Yasir, İbn Mes'ûd ve Sabit b. Kays'dır. Bunlar şöyle demişlerdi: Allah bize kendimizi öldürmemizi yahut yurtlarımızdan çıkmamızı emredecek olsaydı, şüphesiz ki bunu yapardık. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Îman yiğitlerin kalplerinde, yerlerinde sapasağlam duran dağlardan daha da sağlamdır" diye buyurdu. "Şayet," başkasının imkânsızlığı veya olmaması dolayısıyla o şeyin İmkansızlığına delâlet eden bir harftir. Şanı yüce Allah, burada onun bize olan merhameti ve yumuşak davranışı dolayısıyla masiyetimizin ortaya çıkmaması için üzerimize böyle birşeyİ yazmamış olduğunu haber vermektedir. Çünkü hafif olmakla birlikte kusurlu davrandığımız nice emirler vardır. Ağırlığına rağmen ya böyle bir emre karşı nasıl davranabilirdik ki? Fakat, Allah'a yemin ederim ki, muhacirler, razı olunacak bir hayatı istemek arzusuyla, meskenlerini bomboş bırakıp çıktılar. "İçlerinden pek azı müstesna bunu" yani, öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı "yapmazlardı" İfadenin takdiri şöyledir: Bu işi (onlara farz olarak) yazsaydık, pek az kimse dışında bunu hiçbir kimse yapmazdı. Abdullah b. Âmir ile, Îsa b. Ömer, "Pek azı müstesna" ifadesini istisna olmak üzere “.....” şeklinde okumuştur. Şam halkı mushaflarında da bu ifade böyledir. Diğerleri ise bunu ref’ ile okumuşlardır. Ref ile okumak ise, bütün nahivcilere göre daha güzeldir Bunun mahzuf bir fiil takdiri ile mansub olduğu da söylenmiştir ki, onun takdiri de şöyledir: Onlardan pek az kimselerin... bunu yapması müstesna. RePin daha iyi olmasının sebebi ise, lâfzın manadan evla oluşundan dolayıdır. Çünkü lâfız aynı zamanda manayı da kapsar. Bu azınlıklardan birisi de; zikrettiğimiz gibi, Ebû Bekir, Ömer ve Sabit b. Kays gibileriydi. el-Hasen ve Mukâtil ise, Ammar ve İbn Mes’ûd'u da ayrıca zikretmişlerdir ki, biz de bunları zikretmiş bulunuyoruz. "Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında" dünyada da âhirette de "çok hayırlı ve" hak üzere "daha bir sebat verici olurdu. O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat" yani, âhirette büyük bir sevap "da verirdik." 67O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat da verirdik. Âyetin tefsiri için bak:68 68Ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik. "O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat da verirdik" âyetindeki "lâm" harfi cevap lamı (..........) de şartın cezasına (cevabına) delalet etmektedir. Manası da şöyle olur: Eğer onlar, kendilerine verilen öğütleri yapacak olsalardı, Biz de onlara... elbette verirdik, demektir. 69Kim Allah'a ve Rasûle itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar! Bu âyetlere dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Allah'a ve Peygambere İtaat Edenlerin Mükâfaatı ve Bu Âyetlerin Daha Önceki Âyetlerle İlişkisi: Yüce Allah: "Kim Allah'a ve Rasule İtaat ederse..." âyetinde, münafıklara kendisini yerine getirmeleri öğütlenen emri yapmış olsalar ve kendilerine dönecek olsalardı, onlara nimet ve ihsanda bulunacağını zikrettikten sonra, burada da bu işi yapanların alacağı sevap ve mükâfatı zikretmektedir. Bu âyet-i-kerîme, yüce Allah'ın: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna,." (el-Fâtiha, 1/7) âyetini tefsir etmektedir. Hazret-i Peygamberin de vefafı esnasında söylediği; "Allah'ım, en yüce arkadaşı istiyorum" âyetinde kastedileni de açıklamaktadır. Buhârîde Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hastalanan her bir peygamber, mutlaka dünyada kalmak ile âhirete göç etmekten birisini seçmek hususunda serbest bırakılmıştır." Peygamber de hastalanıp rahatsızlandığı sırada, sesi alabildiğine kısılmıştı. Onun şöyle dediğini duydum: "Allah'ım kendilerine nimet vermiş olduğun peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber(liği istiyorum)." Böylece onun da istediğini seçmekte serbest bırakıldığını anladım. Buhârî, Tefsir, 4. sûre 13; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 86, 87; İbn Mâce, Cenâiz 64; Müsned, III, 176, 205, 269, 274. Bir kesim de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, kendisine ezanın rüyada gösterildiği ensardan Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbih'in şöyle demesi üzerine nâzil olmuştur: Ey Allahın Rasûlü, sen ve bizler ölecek olursak, sen yüksek makamlarda olacaksın, biz seni göremeyecek, seninle bir arada olamayacağız. Bundan dolayı da üzüntüsünü dile getirince bu âyet-i kerîme nâzil oldu. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTI, 6-7. Mekkî, bu Abdullah b. Zeyd'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatı üzerine: Allah'ım gözümü kör et ki, ondan sonra kimseyi gözüm görmesin diye dua ettiğini nakletmektedir. Derhal gözleri kör oldu. Bunu el-Kuşeyrî de nakledip ve şöyle demektedir: Allah'ım gözümü kör et. Sevdiğimden başka, sevdiğime kavuşuncaya kadar hiçbir şeyi görmeyeyim. O da olduğu yerde kör oluvermiştir. es-Sa'lebî de şunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azadlı kölesi Sevban hakkında nâzil olmuştur. Sevban, Hazret-i Peygamberi pek çok sever, onsuz dayanamıyordu. Birgün Hazret-i Peygamberin yanına yüzü değişmiş, vücudu alabildiğine zayıflamış bir şekilde geldi, keder yüzünden okunuyordu. Hazret-i Peygamber: "Ey Sevbân, rengini değiştiren sebep nedir?" diye sorunca, şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, herhangi bir zararım, ağrım, sıkıntım yok. Şu kadar varki, ben seni görmeyecek olursam, seni özlüyorum. Ve seninle karşılaşıncaya kadar oldukça yalnızlık hissine kapılıyorum. Bundan sonra da ahiret hatırıma geldi. Orada seni göremeyeceğimden korkuyorum. Ben biliyorum ki sen peygamberlerle beraber yükseklerde olacaksın. Ben ise, cennete girecek olsam dahi mutlaka senin mevkiinden daha aşağılarda bir mevkide bulunacağım. Eğer cennete büsbütün giremeyecek olursam, işte bu ebediyyen seni görmeyeceğim bir zamanın gelip çatması demektir. Bunun üzerine, yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bunu el-Vahidî, el-Kelbî'den nakletmektedir. el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 169. Mesrûk'dan senedi de kaydedilerek şöyle dediği nakledilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı şöyle dedi: Biz dünyada senden ayrılamiyoruz, ayrılmamalıyız. Bizden ayrılacak olursan sen bizim üstümüze çıkartılacaksın. Bunun üzerine yüce Allah: "Kim Allah'a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler... ile birliktedirler" âyetini indirdi. Allah'a itaatin kapsamında Rasûlüne itaat de vardır. Fakat onun kadrinin şerefine dikkat çekmek ve yüce ismine işaret etmek üzere onu bizzat zikretmiştir. Allah ona ve âline salât-ü selâm getirsin. "İşte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği... salihlerle birliktedirler." Yani onlarla birlikte aynı diyarda olacaklar, aynı nimetler içerisinde bulunacaklardır Onları görmekle, onlarla birlikte bulunmakla zevk alacaklardır. Yoksa derece itibariyle onlara eşit olacaklar anlamında değildir. Çünkü dereceleri birbirlerinden farklıdır Bununla birlikte dünya hayatında onlara tabi olduklarından, onlara uyduklarından dolayı, birbirleriyle ziyaretleşeceklerdir. Cennette bulunan herkese kendi haline rıza göstermek de ihsan edilecektir. Ve o kimsede kendisinden daha üstün ve faziletli kimse olduğu inancı da giderilecektir. Şanı yüce Allah: "Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp atacağız" (el-Âraf, 7/43) diye buyurmaktadır. Sıddîk, faîl vezninde bir kelime olup, doğrulukta veya doğrulamakta mübalağa gösteren, ileriye geçen demektin Sıddîk, diliyle söylediğini fiiliyle tahakkuk ettirendir, Siddîklerin, Ebû Bekir es-Sıddik gibi, peygamberlere tabi olanlar arasında, tasdik etmekte ellerini çabuk tutan, erken davranan faziletli kimseler oldukları da söylenmiştir. el-Bakara Sûresi'nde (2/24. âyetin tefsiri ile 154. âyetin tefsirinde) "Sıddik" kelimesinin iştikakı (türediği kökü) ve şehidin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Burada şehitlerden kasıt; Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, salihlerden kasıt ise, sair ashâb-ı kiramdir. Allah hepsinden razı olsun. "Şehidler" den kastın, Allah yolunda öldürülmüş kimseler oldukları "salihler"den kastın ise, Allah'ın Rasûlü Muhammed ümmetinin salihleri olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Âyet-i kerimenin lâfzı, bütün salih ve şehidleri kapsamına almaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rıfk (arkadaş anlamına gelen rafik'ın kökü) ise, yumuşak davranmak, yumuşak huylu olmak demektir. Arkadaşa refik denilmesi ise, senin arkadaşlığı ile birlikte oluşundan dolayıdır. Arkadaşa, birlikteliği (irtifakı) dolayısıyla refik denilmektedir. Âyet-i kerimede tekil olan, "raffkan" kelimesinin "Onlar ne güzel arkadaştırlar" şeklinde çoğul olarak okunulması da caizdir, el-Ahfeş der ki: "Rakkan" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. "Rufaka -Rafik'in çoğulu-arkadaşlar" anlamındadır. Yine el-Ahfeş şöyle der: Temyiz olmak üzere nasb edilmiştir. Bundan dolayı kelime tekil olarak gelmiştir. Sanki âyetin anlamı şöyledir; Bunların her birisi arkadaş olarak ne güzeldir; Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkartıyoruz."(el-Hac, 22/5) Yani sizin herbirinizi bir bebek olarak çıkartıyoruz demektir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gizlice göz ucuyla baktıklarını... "(eş-Şûrâ, 42/45) Bu âyet-i kerimenin anlamı, Hazret-i Peygamberin şu hadisi ile de ilgilidir "Arkadaşların hayırlıları dörttür." Ebû Dâvûd, Cihâd 81; Tirmizî, Siyer 7; İbn Mâce, Cihad 25; Dârimî, Siyer 4. Burada da yüce Allah, yalnız dört çeşit arkadaşı anmaktadır, bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. 2. Hazret-i Ebû Bekir'in Halifeliği: Bu âyet-i kerimede Ebû Bekir (radıyallahü anh)’in halifeliğine delil vardır. Şöyleki; Yüce Allah gerçek dostlarının mertebelerini Kitab-ı Kerîm’inde sözkonusu ettiğinde, bunların mertebe itibariyle en yüksek olanlarını önce zikretti ki, bunlar da peygamberlerdir. Daha sonra ikinci olarak sıddikları sözkonusu etti, her ikisi arasında da herhangi bir mertebeyi zikretmedi. Müslümanlar da tıpkı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Rasûl demek üzerinde icma ettikleri gibi, Ebû Bekir es-Sıddik'a da "Siddîk" ismini vermek üzerinde icma etmişlerdir. Bu husus böylelikle sabit olup, onun Sıddîk olduğu ve Resûlüllah'tan sonra gelen ikinci şahıs olduğu doğru olarak anlaşıldığına göre, artık ondan sonra herhangi bir kimsenin onun önüne geçmesi câiz olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, 70Bu büyük lütuf Allah'tandır. Herşeyİ bilen olarak Allah yeter. 3. Bu Derecelere Ulaşmak Ancak Allah'ın Lütfü ile Olur: Yüce Allah: "Bu büyük lütuf Allah'tandır" âyeti ile, onların bu üstün dereceye kendi itaatleri ile ulaşmadıklarını, aksine buna, Allah'ın lütuf ve keremiyle ulaşmış olduklarını haber vermektedir. Bu da: Kul bunu kendi fiili ile elde eder, diyen Mutezilenin söylediğinin hiîâfinadır- Çünkü şanı yüce Allah, gerçek dostlarına ihsan etmiş olduğu lütfunu dile getirip minnet etmesi ve herhangi bir kimsenin yapmadığı birşey dolayısıyla kendisini övmesi câiz olmaması böyle diyen Mutezilenin söylediklerinin batıl oluşuna bir delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 71Ey îman edenler! Korunma tedbirlerinizi alın da, ya küçük birlikler halinde Savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; 1. Ayetler Arası îlişki, Tevekkülün Gerçek Mahiyeti ve Tedbirin Önemi: Yüce Allah: "Ey îman edenler! Koruma tedbirlerinizi alın..." âyeti, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden ihlâs sahibi mü’minlere bir hitap ve onlara kâfirlere karşı cihad ile Allah yolunda ve şeriatı himaye etmek uğrunda Savaşa çıkmak için bir emirdir. Bu âyet-i kerimenin bundan önceki âyetlerle ilişki yönüyle anlatım düzenine gelince: Şanı yüce Allah, Allah'a itaat ile Rasûlüne itaati sözkonusu ettikten sonra, itaat ehli olan kimselere dini ihya etmek ve davasını yüceltmek işini yerine getirmelerini emretti ve düşmanlarına nelere sahip olduklarım tecessüs edip tesbiî etmedikçe ve üzerlerine nasıl gideceklerini bilmedikçe, cahilce düşmanlarının üzerlerine atılmamalarını emretmektedir. Çünkü emrolunan şekilde hareket etmeleri onlar için daha bir sebat vericidir. O bakımdan: "Korunma tedbirlerinizi alın" buyurarak, Savaşlara nasıl başlayacaklarını öğretmektedir. Bu ise, tevekküle aykırı değildir. Aksine bu, daha önce, Âl-i İmrân Sûresi'nde (122. âyetin tefsirinde) geçtiği ve ileride de geleceği gibi bizzat tevekkülün tâ kendisidir. "Korunma ve tedbir alma" anlamına gelen: “.....”kelimesi ise, “.....” kelimeleri gibi iki şekilde söylenebilir. el-Ferrâ' der ki: Çoğunlukla bu kelime “.....” şeklinde söylenmekle birlikte “.....” şeklinde söylendiği de işitilmiştir. Korunma tedbirini al, anlamında: “.....” denilir. Korunmak maksİsmi ile silahı alınız, tabirinin kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü korunma tedbiri onunla alınmış olur. Bununla beraber hazer (korunma ve tedbir alma) kaderi bertaraf edemez. Bu konu ise bir sonraki başlığın konusudur. "Hazer (tedbir)", düşmanların tuzaklarını, hilelerini defeder ve önler, diyen Kaderiyye'nin görüşüne muhalif olarak, bize göre tedbir takdiri değiştirmez. Çünkü Kaderiyye der ki: Eğer durum böyle olmasaydı, onlara korunma tedbirini almalarını emretmenin bir anlamı olmazdı. Ancak onlara şöyle denilir: Âyet-i kerimede tedbirin kadere karşı bir fayda sağlayacağına dair herhangi bir delil yoktur. Fakat, bizim kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye atmamakla taabbüd etmemiz istenmiştir. Nitekim: "Sen onu bağla ve öylece tevekkül et" Tirmizî. Sıfatu'l-Kıyâme 60. hadisi de bu kabildendir. Kader, Allah'ın takdirine uygun olarak cereyan ettiğine ve Allah da dilediğini yaptığına göre, bu emrin yerine getirilmesinden maksat, netsin huzura kavuşmasıdır. Yoksa bunun (tedbîrin), kadere karşı bir fayda sağlıyacağı anlamında değildir. Tedbir almak da işte bu şekildedir. Buna delil de şanı yüce Allah'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbını şu âyeti ile övmüş olmasıdır "Deki: Allah'ın bizim için yazmış olduğundan başkası asla bize isabet etmez." (et-Tevbe, 9/51) Eğer haklarında takdir edilenden başkası onlara isabet edecek olsaydı, hiç şüphesiz bu sözün bir anlamı olmazdı. 3. Küçük Birlikler Halinde Savaşa Çıkmak: Yüce Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde Savaşa çıkın" âyetinin anlamı, düşmanla Savaşa kalkınız, demektir. İmâm, insanların nefire çıkmalarını istedi anlamında: “.....” denilir. Yani, onları düşmanla Savaşmaya çıkmak üzere davet etti, demektir. Nefîr ise, Savaşa çıkan topluluğun adıdır. Bunun aslı ise, ürkmek, korkmak, dehşete kapılmak anlamında “.....”den gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Nefret ve korku ile arkalarına döner kaçarlar" (el-İsra, 17/46) âyetindeki tabir de buradan gelmektedir, Yani onlar, nefret ederek, kaçarak, ürkerek çekip giderler. Kelime olarak mastarı, şişmek anlamına da gelir. Ebû Ubeyd der ki: Bu kelime, “.....”den gelmektedir. Bu ise, birşeyin birşeye uzak düşmesi, ondan uzaklaşması anlamını ifade eder. İbn Fâris de der ki: Nefer, üçten dokuza kadar olan adam topluluğunu ifade eder. Nîfîr ve Nifer de aynı anlamdadır. Nefr ve Nefra da böyledir. Bunu el-Ferrâ' bu şekilde "he" (yuvarlak te) ile nakletmiştir. Nefr günü ise, insanların Mina'dan ayrıldıkları gün demektir. "Küçük birlikler halinde" kelimesi, ayrı ayrı küçük birlikler halinde anlamındadır. Bu şekilde cem'i müennes-i salim şeklinde kullanıldığı gibi, “.....” şeklinde cem'i müzekker-i şalim olarak da kullanılır. Amr b. Külsum der ki: "Onlar üzerinde korku saldığımız güne gelince O vakit bizim atlarımız büyük büyük kalabalıklar halinde sabahı ederler." Buna göre yüce Allah'ın: "Küçük birlikler" âyeti seriyyelerden kinayedir. Bunun tekili “.....” şeklinde gelir ve bu da bir insan topluluğu demektir. Bu kelime aslında “.....” şeklindedir. “.....” Suyun kendisine geri döndüğü havuzun ortası demektir. en-Nehhâs der ki: Arap diline dair bilgisi az olan bir kimse, bu iki kelimenin aynı şey olduğu ve birinin diğerinden geldiği vehmine kapılabilir. Ancak, aralarında fark vardır. Çünkü havuzda suyun dönüp vardığı yer demek olan “.....” küçültme ismi “.....” şeklinde gelir. Çünkü bu; “.....”dan gelmektedir. Ancak topluluk anlamına gelen “.....”:in küçültme ismi iser “.....” şeklinde gelir. Başkası ise şöyle demektedir: Havuzun suyunun dönüp geldiği yer anlamındaki kelimede, aynu’l-fi'l olan vav harfi hazf'edilmiştir. Topluluğu ifade eden kelime ise, lâmü’l-fiil illetli harf olup “.....”den gelmektedir, Bununla birlikte topluluk anlamına gelen; “.....”ın havuzun suyunun dönüp geldiği yeri ifade eden “.....” anlamında kullanılması da mümkündür. Çünkü su geri döndüğü takdirde bir araya toplanmış olur. Buna göre, topluluk anlamına gelen kelime; “.....” şeklinde küçültülebilir ve böylelikle iki "ye"den birisi diğerine girmiş (idğam olmuş) olur. Şöyle de denilmiştir: Topluluk anlamına gelen kelime, aslında bir kişiyi hayatta iken övüp onun güzelliklerini anmayı ifade etmek üzere; “Güzel taraflarını sayıp döktüm ifadesinden türemiştir Bu anlamı ile de bu kelime, toplanmak ve bir araya gelmek anlamına raddir. Yüce Allah'ın: "Yahut toptan seferber olun" âyetinin anlamı, Hazret-i Peygamber ile birlikte kesif ordu, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. "Seriyyeler ancak İmâmın izni ile çıkarlar. Ta ki İmâm, onlar için tecessüsde bulunabilsin, arkalarından onlara destek olabilsin. Belki de bazan onun (düşman tehlikesini) bertaraf etmesine ihtiyaçları da olabilir." Seriyyelere dair hükümler, onların aldıkları ganimetler, orduların hükümleri, nefirin vücubuna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle ileride Enfal Sûresi (8/15, 16 ve 61. âyetler) ile et-Tevbe Sûresi'nde (9/38, 11, 122. âyetlerde) gelecektir. 5. Bu Âyet-i Kerîme ve Nefir ile İlgili Diğer Âyetler: İbn Huveyzimendâd şunu zikreder Bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" (et-Tevbe, 9/41) âyeti ile: "Eğer siz hepbirlikte Savaca çıkmazsanız, Allah sizi... azaplandırır" (et-Tevbe, 9/39) âyeti ile nesh olduğu söylenmiştir. Ancak: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak Savaşa çıkın" âyetinin, şanı yüce Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde Savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun" âyeti ile: "Mü’minlerin hepsinin cihada çıkmaları uygun değildir"(et-Tevbe, 9/122) âyeti ile nesh edilmiş olması daha uygundur. Çünkü, cihad farziyeti nihai olarak kifaye yoluyla farz hükmünü almıştır. Müslümanların bir bölümü eğer sınırları gereği gibi koruyabilecek durumda ise, diğer mü si umanlardan farz sakıt olur. Doğru olan ise, her iki âyetin de muhkem olduklarıdır. Bunlardan birisi herkesin muayyen olarak cihada çıkmasına ihtiyaç duyulacağı zaman hakkında muhkemdir, diğeri ise, belli bir kesim ile yetinme hali ile ilgilidir. 72Hiç şüphesiz İçinizden pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet gelip çatarsa: "Onlarla beraber bulunmadığım için Allah nimetini bana lütfetti" der. Yüce Allah'ın: "Hiç şüphesiz içinizden pek ağır davranacak olanlar da var" âyeti ile münafıkları kastetmektedir. Ağır davranmak anlamına gelen “Gecikmek, geç kalmak demektir. “Yanımıza geç gelmene sebep ne? ifadesinde bu fiil lazım (geçişsiz)'dır. Bununla birlikte "Filanı şu işe geç bıraktım" şeklinde bir kullanım da mümkündür. O takdirde bu fiil, müteaddi (geçişli) olur. Ayet-i kerimede her iki mana da kast edilmiştir. Müşrikler, hem Savaşa kendileri çıkmayıp oturuyor, hem başkalarının çıkmamasını, oturmasını sağlıyorlardı. Âyetin manası şudur: Hiç şüphe yok ki, sizinle içli dışlı olan, sizin türünüzden ve size îman ettiğini izhar edenler arasından ağırdan alan kimseler vardır, demektir. Çünkü münafıklar, zahiri durumlarında, müslümanlara dair ahkâmın kendilerine de uygulanması dolayısıyla müslümanlar arasında sayılırlar, “.....” "Şüphesiz kimseler" âyetindeki "lâm", tekid içindir Fiilin başına, gelen, ikinci "lâm" ise, kasem "lâm"ıdır, “Kimse" nasb mahallindedir. Bunun sılası ise "Pek ağır davranacakdır. Çünkü bunda da yemin manası vardır. Haberi ise “.....” içinizden... dır" âyetidir. Mücahid, en-Nehaî ve el-Kelbî bu âyeti, “.....” diye "tı" harfini şeddesiz okumuşlardır, mana birdir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz içinizden pek ağır davaranacak olanlar da vardır" âyetinin, içinizden bazı mü’minleri ağırdan almaya itecek kimseler vardır, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onlara: "Hiç şüphesiz içinizden..." diye hitapta bulunmuş ve yüce Allah: "Onlar sizden değildir" (et-Tevbe, 9/56.) âyeti ile, mü’minlerle münafıkların ayrı ayrı ve farklı olduklarım belirtmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir açıklama, ifadenin akışına ve zahirine uygun düşmemektedir. Bundan önce de açıklamış olduğumuz gibi yüce Allah'ın mü’minlerle münafıkları aynı hitapta bir arada zikretmesi, cins ve neseb bakımındandır. Yoksa îman cihetinden değildir. Cumhûrun görüşü budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır Ayrıca buna yüce Allah'ın şu âyeti da delildir: "Şayet size bir musibet" yani, öldürülme ve bozgun "gelip çatarsa...Allah bana lütfetti der." Yani, ben Savaşa çıkmayıp oturmakla Allah'ın lutfuna mazhar oldum. Böyle bir ifadeyi ancak münafık olan bir kimse söyler. Bilhassa o şerefli zamanda bu böyleydi. Mü’min bir kimsenin bunu söylemesi oldukça uzak bir ihtimaldir. Hadis İmâmlarının Ebû Hüreyre'den rivâyet ettikleri şu Hadîs-i şerîf de bu âyet-i kerimeyi andırmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) münafıkların durumunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Onlar için en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır Halbuki bu iki namazdaki hayıdan bilecek olsalardı, yüzüstü emekleyerek dahi olsa mutlaka o namazlara gelirlerdi." Buhârî, Ezân 34; Müslim, Mesacid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47 (Ubeyy b. Kâ’b’dan); Nesâî, İmâmet 45; (Ubeyy b. Ka'b’dan); İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimî, Salât 53; Müsned, 11, 424, 466,472, 531. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "Onlardan herhangi bir kimse, eğer yağlı bir kemik bulacağını bilseydi mutlaka o namazda bulunurdu." Buhârî, Ezan 29, Ahkâm 52; Nesâî, İmâmet 49; Dârimî, Salât 54; Muvatta’', Salatu'l-Cemaa, 3; Müsned, II, 244, 376, 479, 497, 531. Burada da kastettiği yatsı namazıdır. Şunu anlatmak istiyor: Eğer ellerine geçirecekleri bir dünyalığın ipuçlarını sezseler ve bunun varlığından kesin olarak emin olsalar, mutlaka bu işe gitmekten geri kalmazlardı. 73Şayet size Allah'tan bir lütuf erişirse, kendisiyle aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöyle diyecektir: "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata erseydim." Bu ise yüce Allah'ın: "Şayet size Allah'tan bir lütuf ganimet ve zafer ... erişirse elbette şöyle diyecektir: Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata erseydim." Bunu da "kendisiyle aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi... diyecektir." Buna göre ifadede bir takdim ve tehir vardır. "Kendisiyle aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöyle diyecektir" âyetinin, sanki cihad üzere sizinle akidleşmemiş gibi böyle diyecektir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu âyetin hal olarak nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. el-Hasen; “.....” Elbette diyecektir" âyetini, "lâm" harfini ötreli olmak üzere “.....”in (çoğul ifade eden) anlamını esas alarak, "lâm" harfini ötreli olarak okumuştur. (O takdirde mana, elbette şöyle diyeceklerdir, şeklinde olur.) Çünkü yüce Allah'ın: "Pek ağır davranacak olanlar" âyeti ile muayyen olarak tek bir kimse kast edilmemektedir. Ancak zamiri tekil yapıp, lâm'ı üstün olarak okuyanlar da “ Kimse GerVnin lâfzına göre zamiri tekil olarak iade etmiş olur. İbn Kesîr ve Âsım'dan rivâyetle Hafz "Yokmuş gibi" ibaresini, "Dostluk" kelimesinin müennes olması dolayısıyla "te" ile okumuştur. Bunu "ye" ile okuyan ise, “Sevgi” anlamına almış olur. Münafık kimsenin söyleyeceği nakledilen: "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım" sözünü münafık kimse, ya kıskançlığı sebebiyle yahut ganimeti elinden kaçırdığından üzüleceğinden söylemiş olur. Bununla beraber yüce Allah'ın vereceği cezadan yana şüphe içerisinde olduğu halde bu sözü söyler. "Buyû'k bir mükâfata erseydim" âyeti ise, temenninin cevabıdır. Bundan dolayı nasb olunmuştur. el-Hasen ise bu kelimeyi merfu' olarak, mükâfata nail olmayı temenni etmek anlamında okumuştur. Bu okuyuşa göre münafık kimse şöyle demiş gibi olur: Keşke ben de büyük bir mükâfata nail olsam. Mansûb olması ise, cevap olduğu içindir. Anlamı ise şöyle olur: Eğer ben onlarla birlikte olsaydım, mükâfata nail olurdum. Bu kelimenin mansub okunması da; “.....” nasb eden edatının mahzuf olması takdirine göredir. Çünkü bu kelime, mastar gibi anlam kazanır, İfadenin takdiri de; “Keşke benim de onlarla birlikte bulu tırnaklığım ve buna bağlı olarak da mükâfata erişmekliğim sözkonusu olsaydı, şeklindedir. 74Artık dünya hayatı karşılığında âhireti satın alanlar, Allah yolunda Savaşsınlar. Kim Allah yolunda Savaşıp da öldürülür yahut zafer elde ederse ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz. Bu âyet-i kerimeye dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1, Ahireti Satın Alanlar Savaşsınlar: Yüce Allah: "Artık... Allah yolunda Savaşsınlar" âyeti mü’minlere bir hitaptır Yani, böyleleri Allah yolunda, kâfirlerle Savaşsınlar. "Dünya hayatı karşılığında ahiretî satın alanlar" yani, âhiretin sevap ve mükâfatı karşılığında canlarını ve mallarını Allah yolunda satanlar yani, bunları feda edenler demektir. 2. Allah Yolunda Cihadın Mükâfatı: "Kim Allah yolunda Savaşıp" âyeti bir şarttır, "da öldürülür yahut zafer elde ederse" ona atfedilmiştir. Şartın cevabı ise: "Ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz" âyetidir. "Öldürülür" âyetinin anlamı, şehid edilir demektir. "Yahut zafer elde ederse” yani, zafere ulaşır ve ganimete sahip olursa demektir. Bazıları, "kim... Savaşıp da öldürülür" âyetini "Kim Savaşırsa.,.Savaşsın" şeklinde sakin emir lâm'ı ile okumuştur. Bir diğer kesim ise bunu, emir lâm'ını esreli olarak okumuştur. Şanı yüce Allah, Savaşan kimsenin durumunun nihai iki halini zikretmekte ve bununla yetinerek bu İki halin arasını zikretmeye gerek duymamıştır. Bunu İbn Atiyye belirtmektedir. 3. Şehid ile Gazinin Mükâfatı: Âyet-i kerimenin zahiri, şehid olarak öldürülen ile ganimet ile geri dönenin birîbirlerine eşit olmalarım gerektirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Allah kendi yolunda (cihad için) çıkan ve Allah yolunda cihad, Allah'a Îman ve onun Peygamberlerini tasdikten başka bir sebeple çıkmayan kimseye; Ya onu cennete sokacağım, yahut da onu çıktığı meskenine ele geçirdiği ecir veya ganimet ile birlikte geri döndüreceğim diye taahhüdüm var (diye buyurmuştur.)" Müslim, İmâre 103, 107; Buhârî, Fardu'l-Humus 8, Tevhid 28, 31; Nesâî, Îman 24, Cihâd 14,15; İbn Mâce, Cihâd 1; Dârimî, Cihâd 2; Muvatta’', Cihad 2; Müsned, II, 117, 231, 384, 399, 424, 494. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 9. Yine Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Amr'dan rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah yolunda gazaya çıkıp da ganimet elde eden bir topluluk, mutlaka âhirette alacakları ecirlerinin üçte ikisini peşin almış olurlar. Geriye üçte birlik ecirleri kalır. Şayet hiç ganimet almayacak olurlarsa ecirleri (âhirette) tamam olur." Müslim, İmâre 153, 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13: Müsned II, 169. Hadîs-i şerîfteki: "Elde ettiği ecir veya ganimet ile birlikte" ifadesi, cihada çıkanlar arasından şehid olmayanlar için iki husustan birisinin verilmesini gerektirmektedir. Şayet ganimet almayacak olursa ecir veya ganimet fakat ecirsiz. Ve bu Abdullah b. Amr'ın rivâyet ettiği hadisin hilafınadır. Bundan dolayı bazı kimseler, Abdullah b. Amr'ın hadisi birşey ifade etmez derler. Çünkü onun isnadında Humeyd b. Hani diye bir ravi vardır ve bu meşhur bir ravi değildir. Meşhur olması dolayısıyla da birinci hadisi buna tercih etmişlerdir. Diğer bazıları ise şöyle demektedir: Hadisler arasında herhangi bir tearuz ve ayrılık yoktur. Çünkü Ebû Hüreyre hadisinde zikredilen "ev: veya" "vav; ve" anlamındadır. Kûfelilerin dedikleri gibi. Ayrıca buna Ebû Dâvûd'daki rivâyet de delalet etmektedir. Çünkü orada "ecir ve ganimet" diye geçmekte ve (veya anlamına gelen ev yerine ve anlamına gelen) atıf vav'ı geçmektedir. Müslim'in bazı ravileri de bu hadisi aynı şekilde böyle bir vav ile rivâyet etmişlerdir. Humeyd b. Hani adındaki ravi ise, Mısırlı olup, Ebû Abdurrahman el-Hubli ile Amr b. Mâlik'ten hadis dinlemiştir. Ondan da Hayve b. Şureyh ve İbn Vehb hadis rivâyet etmiştir. O halde birinci hadis, cihadta mücerred niyet ve ihlâsa ait olarak yorumlanır. İşte yüce Allah'ın ya şehidliği, yahud da ailesine ecir almış ve ganimet elde etmiş olarak geri döndürmeyi teminat altına aldığı kişi budur. İkinci hadis de şuna hamledilir: Cihadı niyet etmekle beraber bir de ganimet elde etmeyi düşünürse bu şekilde olur, demektir. İşte onun niyeti böylece ikiye bölününce ecri de düşmüş olur. Çünkü sünnet-i seniyye, ganimet elde eden kimseye bir ecir olduğuna delalet ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm de buna delalet etmektedir O halde arada tearuz (çatışma) diye bir şey sözkonu su değildir. Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Ganimet alan kimsenin ganimet almayana nisbetle ecrinin eksik olması, yüce Allah'ın kendisine ihsan ettiği dünyalık sebebiyledir. O da kendisine ihsan olunan bu dünya ile faydalanmış ve geçimin sıkıntılarını ve zorluklarım bu vasıtayla izale etmiş olur. Cihada çıkıp da herhangi bir şey elde edemeyen kimse ise, eski zorlu geçimi üzre de vam eder ve haline sabredip katlanmayı sürdürür. O bakımdan bunun ecri, birincisinden farklı ve eksiksiz olarak kalmış olur. Bunun bir benzeri de diğer Hadîs-i şerîfteki şu ifadedir; "Bizden kimisi ecrinden hiçbirşey yemeksizin öldü -Mus'ab b. Umeyr onlardan birisidir- kimisinin ise, hurmaları, güzel güzel yemiş vermiştir. O da bu hurmalarını derleyip toplamaktadır." Buhârî, Cenâiz 28, Menâkıbul-Ensâr 45, Meğâzî 17, 26; Müslim, Cenâiz 44; Tirmizî, Menakıb 53; Nesâî, Cenâiz 40; Müsned, V, 109, 112. 75Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, katından bize bir sahip gönder, nezdinden bize bir yardımcı yolla" diyen mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda Savaşmıyorsunuz? Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Mustaz'aflar Uğrunda Savaşa Teşvik: Yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda... Savaşmıyorsunuz?" âyeti cihada bir teşviktir, Aynı zamanda bu âyet, mustaz'af kimseleri, mustaz'aflara en kötü ve ağır azapları yapan, onları Fitneye düşürerek dinlerinden çevirmek isteyen müşrik kâfirlerin elinden kurtarmayı da ihtiva etmektedir. Yüce Allah kelimesinin yükseltilmesi, dinin üstün kılınması ve kulları arasında zayıf mü’minlerin kurtarılması için -bu uğurda canlar telef olacak olsa dahi- cihadı farz kılmıştır. İster Savaşarak, ister mallar Ödeyerek esirlerin kurtarılması, müslümanlar cemaatine vaciptir. Mallarla bunun gerçekleştirilmesi daha bir vaciptir. Çünkü canlardan daha aşağıdır. Zira mal candan daha bir önemsizdir. Mâlik der ki: Müslümanların bütün mallarını vererek dahi olsa, esirleri fidyeyle kurtarmaları vaciptir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ve esiri kurtarınız" Buhârî, Cihâd 171, Ahkâm 23, Nikâh 71, Et’ime 1, Merdâ 4; Dârimî, Siyer 27; Müsned, IV, 394, 406. diye buyurmuştur. Bu hususa dair açıklamalar daha Önce el-Bakara Sûresi'nde 12/85- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde İslam âlimleri söyle demişlerdir: Onlara iyi davranmalan da gerekmektedir. Çünkü iyi davranıp onları gözetlemek, fidyelerini verip kurtarmaktan da daha aşağı bir mertebedir. Şayet ashâb zengin ise, fidye vererek onu kurtaran kişi rücu edip fidyesini ondan geri alır mı? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır. Sahih olan görüşe göre ondan fidyesini geri alabilir. Yüce Allah'ın: "Mustaz'af erkekler" âyeti, aziz ve celil olan Allah'ın ismine atfedilmiştîr. Yani ve mustaz'aflar yolunda... demektir. Çünkü mustaz'afların kurtarılması Allah yolunda cihadm bir parçasıdır. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği açıklama şekli budur, ez-Zührî de böyle demiştir. Muhammed b. Yezid ise şöyle demektedir: Ben bunun anlamının: "Ve mustaz'aflar yolunda, şeklinde olmasını tercih ediyorum. Böylelikle bu, "Allah yolunda" âyetine atıf olur. Yani onları kurtarmak için mustaz'aflar uğrunda., demek olur. Çünkü bu iki yol, ayrı yollardır. Mustaz'aflardan kasıt ise, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin zelil kıldığı, kendilerine işkence ve eziyet ettiği mü’minlerdir. Bunlar da Hazret-i Peygamberin: "Allah’ım, el-Velid. b. el-Velid'i, Seleme b. Hisam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebia'yı ve mustaz'af mü’minleri kurtar" Buhârî, Ezan 128, İstiskaa 2, Cihâd 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3- sûre 9, 4. sûre 21, Edeb 110, Deavât 58; Müslim, Mesâcid, 2?4-295; Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâî, Tatbik 27; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 145; Dârimî, Salât 216; Müsned, II, 239, 255... hadisinde kastettiği kimselerdir. İbn Abbâs da der ki: Ben ve annem mustaz'aflardan idik. Buhârîde de İbn Abbâs'tan: "Mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmektedir; Ben ve annem, Allah'ın özür sahibi saydığı kimselerdendik. Buhârî, Tefsir 4. sûre 14, 20. Ben çocuklardan, annem de kadınlardan özür sahibi kimseler arasındaydı. Yüce Allah'ın: Burada; "Halkı zalim olan şu şehirden" âyetinde kastedilen şehir, bütün tefsir âlimlerinin icmaı ile Mekke'dir. Her ne kadar zulmetmek fiili o şehrin ahalisi hakkında sözkonusu ise de, yüce Allah, burada zulmü şehrin sıfata olarak zikretmiştir. Buna sebep ise aradaki zamir İlişkisidir. Bu, şöyle demeye benzer: "Evi geniş, babası cömert, cariyesi güzel adama uğradım. Adamın bu şekilde nitelendirilme sebebi ise, aralarındaki lâfzı ilişki olan zamir dolayısıyladır Şayet: Cömert adama, Amr'a-uğradım, diyecek olsak uygun düşmez. Çünkü cömertlik Amr'ın bir sıfatıdır. Bunun arada bir zamir ile ilişkisini kurmadan adamın sıfatı olarak zikredilmesi mümkün değildir. Ayrıca bu sıfatın tesniyesi de olmaz, çoğulu da gelmez. Çünkü bu sıfat fiilin yerini tutmaktadır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Halkı zulmeden şehirden, demektir. Bundan dolayı "zâlimler" anlamına gelen “.....” denilmemiştir. Yine günlük konuşmada şöyle denilir: “Babaları cömert, cariyeleri güzel iki adama uğradım, babaları cömert, cariyeleri güzel adamlara uğradım. "Katından bize bir sahip" bizi kurtaracak kimse "gönder, nezdinden bize bir yardımcı" onlara karşı bize yardım edecek kimseler "yolla!" 76Îman edenler Allah yolunda Savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda Savaşırlar. O halde şeytanın velileri ile Savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek zayıftır. "Îman edenler Allah yolunda" itaati uğrunda "Savaşırlar, kâfir olanlar da tâğût yolunda Savaşırlar." Ebû Ubeyde ve el-Kisâî der ki: Tâğût, hem müzekker hem müennes olarak kullanılabilir. Ebû Ubeyd de der ki: Bunun hem müzekker hem müennes gelmesinin sebebi, cahiliye dönemi Araplarının, kâhin erkek ve kâhin kadına da tâğût ismini vermiş olmalarıydı. Yine Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccac b. Cüreyc anlattı dedi ki: Bize Ebû Zübeyr anlattı. O, Cabir b. Abdullah'a hükmüne başvurdukları tâğût hakkında kenidisine soru sorulurken şöyle dediğini işitmiş: Cüheyne'de bir kadın ve Eslemlîler arasında bir kadın vardı. Her bir kabilede bir kadın (kâhin) bulunurdu. Ebû İshak da der ki: Tağutun şeytan oluşuna delil, yüce Allah'ın: "O halde şeytanın velileri (dostları) ile Savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek zayıftır" âyetidir. Keyd: Hile, şeytanın ve ona tabi olanların giriştikleri düzen ve tertiplerdir. Deniliyor ki: Bununla Bedir günü şeytanın müşriklere şu sözleri söylemesi kastedilmektedir; "Hani o zaman şeytan... onlara Şöyle demişti: Bugün insanlar arasından size galip gelecek yoktur. Ben de şüphesiz sizin yardımcınızım. Ama iki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: Ben sizden katiyen uzağım... demişti." (el-Enfal, 8/48) Nitekim bu husus ileride (bu âyet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. 77Kendilerine: "(Savaştan) Ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onlara Savaş farz kılınınca bakarsın ki, içlerinden bir grup insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korktular ve: "Rabbimiz, üzerimize niçin Savaşmayı farz kıldın? Bizi yakın bir süreye kadar geciktirmeli değil miydin?” dediler. De ki: "Dünya menfaati pek azdır. Âhiret İse, takva sahibi olanlar için elbette daha hayırlıdır. Ve size kıl kadar dahi zulmedilmez. Amr b. Dinar, Ikrime’den, o, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, Abdurrahman b. Avf ve birkaç arkadaşı Mekke'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanına gelerek: Ey Allah'ın Peygamberi dediler. Bizler müşrik iken aziz idik. (Güçlü kuvvetli idik). Îman edince bu sefer zelil olduk. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ben affetmekle emrolundum. O bakımdan bunlarla Savaşmayınız." Şanı yüce Allah, Peygamberinin Mekke'den Medine'ye geçmesini sağlayınca bu sefer ona Savaşma emrini verdi. Onlarsa bu işten, kaçındılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu hadisi Nesâî Sünen'inde rivâyet etmiştir. Nesâî, Cihâd 1. el-Kelbî de böyle demiştir. Mücahid de der ki; Burada sözü geçenler yahudilerdir. el-Hasen ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme mü’minler hakkındadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan" yani Mekke müşriklerinden "Allah'tan korkar gibi... korktular" Buradaki korku ise, Allah'ın emrine muhalefet kastı ile değil de, insan tabiatında bulunan korkudan ötürüdür. es-Süddî der ki: Burada sözü geçenler Savaşın" farz kılınmasından önce İslâm'a giren bir topluluktur. Fakat Savaş farz kılınınca ondan hoşlanmadılar. Bunun münafıkların vasfına dair olduğu da söylenmiştir Yani onlar, yüce Allah'tan gelen emirden korktukları gibi, müşrikler tarafından öldürülmekten korkarlar. "Hatta daha fazla korktular." Yani, onlara göre ve itikİsimlerina göre bu daha fazla korkulacak bir şey gibi geldi onlara. Derim ki: Bunun böyle olması, âyetin anlatım çerçevesine daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve; Rabbimiz, üzerimize niçin Savaşmayı farz kıldın, bizi yakın bir süreye kadar geciktirmeli değilmiydin dediler". Ecellerin sınırlı, azıkların pay edilmiş olduğunu bilen şerefli bir sahabiden böyle bir sözün sadır olmasından Allah'a sığınılır. Onlar, böyle bir söz söylemek yerine aksine, Allah'ın emirlerine uyan, onun âyetlerini dinleyen ve itaatle boyun eğen kimselerdi, Ahiret yurduna kavuşmayı, dünya yurdunda kalmaktan daha hayırlı görürlerdi. Nitekim, onların siretlerinden bilinen budur. Allah hepsinden razı olsun. Eğer bu sözü bir sahabi söylemişse, bu ancak henüz imanın kalbinde iyice yer etmediği, kalbi İslâm'a tam anlamıyla açılmamış bir kişi tarafından söylenmiş olabilir. Şüphe yok ki, îman ehlinin kimisi kimisinden üstündür. Kimisinin imanı kâmildir, kimisinin eksiktir. İşte karşı karşıya kalacağı zorluk ve cihadda göreceği sıkıntılar dolayısıyla kendisine verilen emirlerden uzak durmak isteyen kimse, bu türden bir kimsedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "De ki Dünya menfeati pek azdır" âyeti mübtedâ ve haberdir. Aynı şekilde: "Âhiret İse, takva sahibi olanlar için elbette daha hayırlıdır" âyeti de böyledir. Takva sahibi olmaktan kasıt ise, masiyetlerden sakınmak ve uzak durmaktır, Bu hususta açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresinde (2/2. âyet, 4 ve 5- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Dünya metaı, dünya menfeatı demektir, Onun lezzetli şeyleriyle faydalanmaktır. Yüce Allah bunu az olmakla nitelendirdi. Çünkü onun kalıcılığı yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Benim ve bu dünyanın misali, bir ağaç altında öğle sıcağında kısa bir süre dinlenip sonra da oradan geçip o ağacı terkeden kimsenin misaline benzer." Yine bu manadaki açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde yeterince geçmiş bulunmaktadır. 78Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu Allah'tandır" derler. Şayet onlara bir kötülük dokunursa: "Bu sendendir" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Böyleyken bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar? Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1. Ölüm, Nerede Olursa Olsun İnsanı Gelip Bulur: Yüce Allah'ın: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır" âyeti şart ve ceza (cevap) dır. Buradaki “Mâ” ise zaiddir. Bu hitaptan kasıt, her ne kadar münafıklar yahut zayıf imanlı mü’minler ise de hitap umumidir Bu münafıklar ile zayıf imanlılar: "Bizi yakın bir süreye kadar geciktirmeli değil miydin." (en-Nisâ 4/77) Yani ecellerimizle ölünceye kadar bizi ertelemeli değil miydin, demişlerdi. Önceden açıkladığımız gibi bunun münafıklar hakkında olması daha uygun görülmektedir. Zira münafıklar, Uhud'da şehid olanlar isabet alınca: "Yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmelerdi de" (Âl-i İmrân , 3/156) demişlerdi. İşte yüce Allah, onların bu sözlerine: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile" diye cevap vermektedir. Bu açıklamayı, Ebû Salih'in rivâyetine göre, İbn Abbâs yapmıştır. Burûc (kaleler), burc'un çoğuludur. Burç ise, yüksekçe yapı ve büyük, yüksek saray demektir. Tarete, bir dişi deveyi vaslederken şöyle demektedir: "O sanki bir Rûm (Bizans) burcudur ki, bir bina yapıcısı Onu taş ve kireçten eliyle sıvayıp düzeltmiş gibidir," Talha b. Süleyman da; “ Sizi bulacaktır" âyetindeki birinci kep ı başta "fe" harfini gizli kabul ederek (sakin okumak yerine) ref ile okumuştur. Ancak böyle bir okuyuş, şiirden başka bir yerde pek görülmeyen nadir bir okuyuştur. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Her Kim iyilikler işleyecek olursa, Allah onlara mükâfat verir. Şair bununla; “.....” şeklinde cevabın başına "fe" harfini getirmiş gibidir, İlim adamları ile tefsir âlimleri, burada sözü geçen "burçlar (kaleler)" den ne kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Daha sahih olan çoğunluğun görüşü şöyledir: Yüce Allah, burada yer ürerinde bina edilen kaleler üzerindeki burçları kastetmiştir. Çünkü insanların kendilerini koruma ve himaye etmekte ulaştıkları son nokta budur. Yüce Allah da onlara bunları misal vermiştir, Katade de der ki: Sağlam ve muhkem saraylarda olsanız demektir. Bunu İbn Cüreyc ve Cumhûr da böyle açıklamıştır. Âmir b. et-Tufeyl'în Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söylediği şu söz de bu kabildendir: Alabildiğine sağlam ve muhkem kılınmış bir kake ile güçlü bir koruma hakkında ne dersin? Mücahid de Burçlardan kasıt saraylardır der. İbn Abbâs da: Burçlardan kasıt, kaleler, yüksek saraylar ve surlardır, der. " Yüksekçe bina edilmiş" âyetinin anlamı; yükseğe doğru uzatılmış demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc ve el-Kutebi yapmıştır. İkrime de; Alçı ile süslenmiş demektir, der. Katade ise: Muhkem kılınmış anlamınadır. "Yükseltilmiş" ile “.....” aynıdır. Yüce Allah'ın: "Yüksek köşkler" (el-Hac, 22/45) âyetindeki bu kelime de buradan gelmektedir. "Ya" harfinin şeddeli okunması ise, çokluk ifade etmesi içindir. Bununla birlikte: “.....”'in yukarı doğru uzun yapılmış (yüksek yapılmış) anlamında. “.....” 'in ise alçı ile sıvanmış anlamında olduğu da söylenmiştir. Aynı kökten olmak üzere; Binayı yüksetti, şanını yüceltti de denilir. es-Süddî de der ki: Burçlardan kasıt, dünya semasında bina edilmiş bulunan burçlardır. Mekkî, bu görüşü Mâlik'ten de nakletmektedir. Onun şöyle dediğini de nakletmektedir: Yüce Allah'ın: "Burçları olan gök hakkı için" (el-Buruc, 85/1); "Gökte burçlar vareden" (el-Furkan, 25/61); "Yemin olsun ki Biz, semada burçlar yarattık" (el-Hicr, 15/16) diye buyurduğuna bakmaz mısın? Ayrıca bunu İbnü’l-Arabî de İbnü'l-Kasım'dan, O, Mâlik yoluyla fivâyet etmiştir. en-Nakkaş da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Yüksek kaleler içinde olsanız bile" âyetinin anlamı, demirden köşkler ve saraylarda olsanız bile şeklindedir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak lâfzın zahiri böyle bir anlam vermemektedir. 2. Kaderiyye'nin Yanlış Kanaatleri: Bu âyet-i kerîme eceller ile ilgili Kaderiyye'nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile," Bu eceller son buldu mu artık ruhun cesedden ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu, öldürülmekle, ölümle veya bunun dışında Allah Teala'nin, ruhun cesedden ayrılmasını bir. kanun olarak tesbit ettiği herhangi bir yolla da olabilir. Mutezile ise der ki: Maktul, eğer katil tarafından öldürülmeyecek olsaydı, yaşayacaktı. Ancak, Âl-i İmrân Sûresi'nde (145. ayetin tefsirinde) onların bu görüşlerine cevap verilip red edilmiştir, ileride de bu tür açıklamalar gelecektir. Kaderiyye, bu görüşleriyle kâfir ve münafıklara uygun kanaat belirtmiş olmaktadırlar. 3. Tevekkül, Sebepleri Terketmek Değildir: Şehirler edinmek, mal ve canların korunmasını sağlamak içindir Bu da yüce Allah'ın kullarındaki bir sünnetidir. Bu ise, tevekkül sebepleri terk etmektir, diyenleri reddeden en açık delillerden birisidir Çünkü, şehirlerin inşa edilmesi, en büyük ve en muazzam sebeplerdendir. Ve biz, bunları yapmakla emrolunduk. Peygamberler şehir inşa etmiş, çevresinde ise, daha da ileri derecede korunabilmek için hendekler kazımışlar ve âdeta böyle bir silahtan istifade etmişlerdir. el-Ahnef e; Şehirin etrafında sur yapmanın hikmeti nedir? diye sorulmuş, o da şöyle demiş: Bu sur sefih olanı yapmak istediği kötülükten alıkoymak ve hakim olanın gelip onu korumasını sağlamak içindir. 4. Burçların Mahiyeti ve Hikmeti: Bizler, Mâlik ve es-Süddî'nin görüşünü kabul ederek, burada sözü geçen yükseltilmiş burç ve kalelerin semadaki burçlar olduğunu benimseyecek olursak, şunu belirtelim ki, semadaki burçlar -yüksek kılınmaktan gelen anlamı ile Yükseltilmiş- oniki burçtur. Bunlar da büyük gezegenlerdir. Gezegenlere burç adının verilmesi, açıkça görülmelerinden dolayıdır. Bu anlamıyla kelime, açıkça görülüp yükselmek anlamını ifade eden “.....”dan gelmektedir ki, yüce Allah'ın: "Önceki Cahiliyenin (kadınlarının) açılıp saçılarak ortaya çıkması gibi, siz de Öylece dışarı çıkmayın" (el-Ahzab, 33/33) âyeti de buradan gelmektedir. Yüce Allah, bu burçları, güneş ve ay için mevkiler olarak yaratmış ve ay'ın bu burçlarda hareketini takdir buyurmuş, zamanı bunlara bağlı olarak düzenlemiş, bunların kimisini kuzeyde kimisini güneyde yaratarak, çeşitli menfeatlere bir delil ve kıbleye de bir alamet, teheccüt ve buna benzer hayatta karşı karşıya kalınan çeşitli durumların zamanlarını bilmek için, gece ve gündüz vakitlerinin bilinip öğrenilmesi için bir yol kılmıştır. Yüce Allah'ın: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa bu Allah'tandır derler" âyeti şu demektir. Münafıklara bolluk isabet edecek olursa bu Allah'tandır, derler. "Şayet onlara bir kötülük dokunursa" bir kuraklık başgösterir ve yağmur yağmayacak olursa, "bu da sendendir" derler. Yani bu musibet bize senin ve arkadaşlarının uğursuzluğu dolayısıyla isabet etmiştir derler. Buradaki iyilikten kastın, esenlik ve güvenlik, kötülükten kastın ise hastalıklar ve korku olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt zenginlik, kötülükten kasıt fakirliktir de denilmiştir. İyilikten kasıt nimet ve zafer, Bedir günü elde edilen ganimet, kötülükten kastın ise belâ, sıkıntı ve Uhud günü öldürülmek olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt, bolluk, rahatlık, kötülükten kasıt da, darlık, sıkıntı ve hastalık olduğu da söylenmiştir. İşte bunlar, müfessirlerin ve te'vil âlimlerinin -İbn Abbâs ve diğerlerinin-ayete dair görüşleridir. Bu âyeti kerîme onlara göre, yahudiler ve münafıklar hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye yanlarına gelince şöyle dediler: Bu adam ve arkadaşları bizim bulunduğumuz bu yere geldikleri günden bu yana meyvelerimizde, ekin ve mahsullerimizde eksilmekten başka birşey göremez olduk. İbn Abbâs der ki: "Bu sendendir" âyetinin anlamı, senin kötü idare ve tasarrufundan dolayıdır şeklindedir. "Bu sendendir" âyetinin, belirttiğimiz gibi, senin uğursuzluğunun getirdiğidir. Yani, senin uğursuzluğun gelip bizi bulmuştur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onlar bu sözlerini uğur ile ilgili kanaatleri dolayısıyla söylemişlerdi. Yüce Allah: "De ki: Hepsi Allah’tandır" diye buyurmaktadır. Yani darlık, bolluk, zafer ve yenilgi hep Allah'tandır. Allah'ın kaza ve kaderi iledir. "Böyle îken bunlara" yani münafıklara “ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar" Ne diye bunlar herşeyin Allah'tan geldiği gerçeğini iyice anlayamıyorlar. 79Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir. Seni İnsanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahid olarak Allah yeter. Yüce Allah'ın: "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir." âyetinin anlamı şudur: Ey Muhammed, sana gelen bolluk, verimlilik:, sağlık ve esenlik, Allah'ın sana olan lütfü ve sana olan ihsanı ile gelip seni bulur. Yine sana isabet eden kuraklık ve sıkıntı da, işlemiş olduğun ve bundan dolayı da cezaya çarptırıldığın bir günah sebebiyledir. Hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. Yani, ey insanlar, sizi gelip bulan bolluk ve geniş rızık, Allah'ın size olan lütfundandır. Size gelip çatan kuraklık ve dar rızık kendinizdendir. Yani sizin işlemiş olduğunuz günahlardan dolayı bu başınıza gelmiştir. Bu açıklamaları, el-Hasen, es-Süddî ve başkaları yapmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, kadınları boşadığımızda..." (et-Talâk, 65/1) (Yani burada hitap Hazret-i Peygambere olmakla birlikte maksat onun ümmetidir). Şöyle de denilmiştir: Burada hitap insanadır ve insan cinsi kast edilmektedir. Yüce Allah'ın; "Asra yemin olsun şüphesiz insan elbette ziyandadır" (el-Asr, 103/1-2) âyetinde olduğu gibi. Yani, şüphesiz insanlar ziyan içerisindedirler, demektir. Nitekim, bundan sonra onlardan istisna yaparak: "îman edenler., müstesna" diye buyurmuştur, İstisna ise, ya genelden veya bir topluluktan yapılır. Bu te'vile göre; "Sana gelen..." âyeti bir isti'nâf (yeni bir cümle) dır. İfadede, bir Iıazif olduğu ve bunun takdirinin: Derler ki... şeklinde olduğu da söylenmiştir. O takdirde ifade (isti'naf değil) muttasıl olur ve anlamı da şöyle olur: Bu topluluğa ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar da sana isabet eden her bir iyilik Allah'tandır demek noktasına bir türlü gelmiyorlar? Şöyle de denilmiştir: Burada gizli bir istifham hemzesi vardır. Ve bu: "Sana gelen bir fenalık da kendinden midir" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyeti de bunun gibidir: "Sen bana bu nimeti minnet ediyorsun (başıma kakıyorsun)." (eş-Şuara, 26/22) Anlamı ise şudur; Sen bunu nimet diye mi başıma kakıyorsun? Yine yüce Allah'ın; "Sonra ay'ı doğar halde görünce de: Benim rabbim bu,.. "demişti." (el-En'am, 6/77) Yani bu mu benim rabbim? demişti, Ebû Hirâş el-Hüzlî der ki: "Beni teskin ettiler ve : Korkma ey Huveylid dediler. Ben ise, yüzleri tanımayıp dedim ki: Bunlar, bunlar (mı) dır?" Görüldüğü gibi burada soru hemzesi gizlidir. Bu çokça kullanılan bir anlatım üslûbudur, ileride bu tür açıklamalar da gelecektir. el-Ahfeş der ki: Âyet-i kerimedeki “.....” o şey ki edatı “.....” o kimse ki anlamındadır. Bunun şart olduğu da söylenmiştir en-Nehhâs ise der ki: Doğrusu el-Ahfeş’in dediğidir. Çünkü bu âyet, muayyen bir kuraklık hakkında nâzil olmuştur. Bunun herhangi bir masiyet ile ilgisi yoktur. Eğer masiyetler hakkında olsaydı, o takdirde: “İşlemiş olduğun herhangi bir günah, şeklînde olması gerekirdi. Abdulvehhab b. Mücahid babasından, o, İbn Abbâs ile Ubey ve İbn Mes'ûd'dan dediklerini rivâyet etmektedir bu âyeti: "Sana gelen her bir iyilik Allah'tandır, Sana gelen her fenalık da kendindendir. Ve onu ben senin aleyhine yazarım" diye okuduklarını nakletmiştir. Ancak bu tefsiri de ihtiva eden bir okuyuştur. Bazı sapık kimseler bunu Kur'ân-ı Kerîm’dendir diye kaydetmişlerdir. Ancak bu şekilde İbn Mes'ûd ve Ubey'den gelen rivâyet munkati'dır. Çünkü Mücahid, ne Abdullah'ı ne de Ubey'i görmüştür. İyilik (el-hasene)'den kastın, Bedir günü zafer ve ganimet olduğu, kötülükten kastın ise Uhud günü onlara isabet eden şeyler olduğunu söyleyenlerin görüşlerine göre İse, ashâb-i kiram, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arka taraflarını korumalarını ve yerlerinden ayrılmamalarını emretmiş olduğunu, okçuların emre aykırı hareket etmeleri üzerine cezalandırılmışlardır. Çünkü okçular, Kureyşlilerin bozguna uğradığını, müslümanların da onların mallarını ganimet aldıklarını görünce, saflarını terk ettiler. O sırada kâfirlerle beraber bulunan Halid b. Velid, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arka tarafının okçuların himayesinden mahrum kaldığını görünce, bir gurup atlı aldı ve müslümanların arkalarına geçecek şekilde dolandı, üzerlerine bir hamle yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında ise, sancağı taşıyandan başka bir okçu kalmamıştı. Yalnızca o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tavsiyesine uymuş ve şehid düşünceye kadar yerinden ayrılmamıştı. Nitekim daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/152. ayetin tefsirinde) açıklamıştık. Bunun üzerine yüce Allah da bu ayetin bir benzeri olan şu âyetini indirmişti: "Böyle iken" Bedir gününde "başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet" Uhud gününde "size gelip çatınca mı: Bu bize nereden geldi dediniz." (Âl-i İmrân, 3/165) Buna göre burada Kaderiyye'nin söylediği gibi iyilikten itaatin, kötülükten de masiyetin kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Zira durum bu şekilde olsaydı, önceden açıkladığımız gibi, senin yaptığın." anlamında bir tabir kullanılmalı idi. Zira, onlara göre bu şeyler fiil anlamındadır. Bize göre ise kesb (kulun kendisinin kazanması.) anlamındadır. İyiliğin itaat, kötülüğün de masiyet anlamında olması, yüce Allah'ın şu âyetinde ve benzerlerinde olabilir: "İyilik (iyi bir amel) getiren kimseye onun on misli vardır. Bir kötülük getirip gelen kimseye de onun mislinden başkası ile ceza verilmez." (el-En’am, 6/160) Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet-i kerimede ise, önceden açıkladığımız gibi, verimlilik; bolluk, kuraklık; sıkıntılar kast edilmektedir. Nitekim, el-A'raf Sûresi'ndeki âyet-i kerimede de bu kabildendir. Sözü geçen âyet-i kerîme de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Yemin olsun biz, Fir'avun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye, yıllar boyunca (kuraklıkla) ve mahsullerin kıtlığı ile yakaladık." (el-A'raf, 7/130) Buradaki yıllar boyunca yakalamaktan kasıt, ardı ardına yıllarca başlarına gelen kuraklıktır. Onlara yağmur yağdırılmadı. O bakımdan mahsulleri azaldı, fiyatları yükseldi. "Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince bu bizim hakkımızdır, dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelip çatarsa Mûsa ve beraberlerindekilerin uğursuzluğu kabul ederlerdi." (el-A'raf, 7/131) Yani, onların uğursuzluklarını kabul eder ve: Bu, bizim sana tabi oluşumuz ve sana itaat edişimiz dolayısıyla başımıza geldi, diyorlardı. Yüce Allah ise onların bu kanaatlerini: "İyi bilin ki, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır" diye reddetmektedir. Yani, gerek bereket uğuru, gerekse de uğursuzluk, hayır ve şer olsun, fayda ve zarar olsun Allah'tan gelen şeylerdir. Hiçbir mahlukun bunlarda herhangi bir etkisi, katkısı yoktur. İşte Yüce Allah'ın kendileri tarafından söylendiğini haber verdiği ve Peygambere İzafe ettiklerini belirttiği âyeti de bu kabildendir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet onlara bir kötülük dokunursa: Bu sendendir, derler. De ki: Hepsi Allah'tandır," (en-Nisâ, 4/78) Tıpkı yüce Allah'ın: "îyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah'tandır" (el-A'raf, 7/131) âyeti ile: "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet de Allah'ın emri ile idi" (Âl-i İmrân, 3/166) âyeti de böyledir Yani, Allah'ın kaza, kaderi ve ilmiyle bunlar başınıza gelmişti. Zaten Kitab-ı Kerîmin ayetlerinin biri diğerine tanıklık etmektedir. İlim adamlarımız der ki: Allah'a ve ahiret gününe îman eden bir kimse, sakın herşeyin Allah'ın kaza, kader, irade ve meşîeti ile olduğunda şüphe etmesin. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, şer ve hayırla sizi imtihan olmak üzere deniyoruz." (el-Enbiya, 21/35) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah bir kavmin de kötülüğünü diledi mi, artık onun geri döndürülmesi mümkün değildir. Onlar için de ondan başka bir veli (dost ve yardımcı) da yoktur." (er-Ra'd, 13/11) Bu Âyeti Delil Gösteren Bazı Cahiller... Ehl-i sünnetin cahil bazı müntesipleri bu âyeti ele alıp görüşlerine delil gösterdiği gibi, Kaderiyye de bunu ileri sürüp görüşlerine delil göstermişlerdir. Kaderiyye mensuplarının bu âyet-i kerimeyi delil göstermeleri şöyledir- Derlerki: Burada iyilikten kasıt itaat, kötülükten kasıt masiyettir. Yüce Allah: "Sana gelen her bir fenalık da kendindendir" diyerek masiyeti yüce Allah'a değil de insanın kendisine nisbet etmiştir. Kaderiyye'nin bu ayeti delil göstermeleri şekli böyledir. Diğerlerinin (ehl-i sünnetin cahil mensuplarının) bu âyeti delil gösterme şekilleri de şöyledir: Yüce Allah: "Deki hepsi Allah'tandır" diye buyurmaktadır. Derler ki: Görüldüğü gibi yüce Allah burada iyiliği de kötülüğü de yaratıklarına değil de bizzat kendisine izafe etmiştir. Şu kadar varki bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de cahilleri delil diye ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlar bu konudaki görüşlerini kötülüğün masiyet olduğu esasına bina ederek ileri sürmüşlerdir. Oysa durum, açıklamış olduğumuz gibi böyle değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kaderiyye eğer: "Sana gelen her bir iyilik" yani her bir itaat "Allah'tandır" diyecek olurlarsa, şunu belirtelim ki onların itikadlan bu değildir. Çünkü onların itikİsimlerinı üzerine kurdukları mezheplerinin esas ilkesi, iyiliğin iyilik yapanın, kötülüğün de kötülük yapanın fiili olduğudur. Aynı şekilde eğer bu âyet-i kerimede onların lehine bir delil bulunsaydı âyet; Sen iyilik ve kötülük namına ne yaparsan... şeklinde olmalıydı. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yapan kişinin kendisi olmalıdır. Dolayısı ile bunların ancak onun tarafından yapılması halinde ona izafe edilmeleri sözkonusudur. Başkasının yapması ile ona izafe edilmeleri sözkonusu olmaz. Bu ifadeleri ve bu görüşü İmâm Ebû'l-Hasen, Şebîb b. İbrahim b. Muhammed b. Haydere "Hazzü'l-Galâsîm Fi İlhâmi'l-Muhâsim" adlı eserinde dile getirmiştir. Allah'ın: “Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik" âyetinde (radıyallahü anhsul) kelimesi tekid edici bir mastardır. Anlamının rîsalet sahibi olarak gönderdik şeklînde olması da mümkündür. "Şahid olarak Allah yeter" âyetindeki son kelime beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Allah lafzaî celalinin başındaki "be" harfi ise fazladan gelmiştir. Yani, Peygamberinin risaletinin doğruluğuna ve onun doğru söylediğine şahid olarak Allah yeter. 80Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik. "Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur" âyeti ile Rasulüne itaat etmenin bizzat kendisine itaat etmek olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bana asi olan da Allah'a isyan etmiş olur (Benim tayin ettiğim) emire itaat eden bana itaat etmiş demektir. (Benim tayin ettiğim) emire isyan eden de bizzat bana isyan etmiş gibidir." Bir diğer rivâyette ise: "Benim emirime itaat eden, ve benim emirime isyan eden" şeklinde ifade edilmiştir Buhârî, Cihâd 109, Ahkâm 1; Müslim, İmare 32-33; Nesâî, Bey'at 27; İbn Mâce, Cihâd 39; Müsned, II, 244, 252-253. 270, 313... "Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu" onların amellerini koruyup gözeten "(gözetleyici) göndermedik." Sana düşen sadece tebliğdir. el-Kutebi der ki: Burada Hafız (koruyucu, gözetleyici) hesaba çekici anlamındadır. Allah bunu kılıç ayeti ile nesh ederek, Allah'a ve Rasulüne muhalefet edenlerle Savaşmasını emretmiştir. 81"İtaat ederiz" derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor. Artık yüz çevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. Yüce Allah'ın: "İtaat ederiz, derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup (huzurundayken) söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" âyetinde yer alan "İtaat ederiz" âyetinin anlamı, İşimiz itaat etmektir, şeklindedir. Bunun mansub olarak “.....” şeklinde okunması da uygundur, Yani biz bir itaatte bulunuruz, demektir. Bu da Nasr b. Âsım ile el-Hasen'in ve el-Cahderi’nin kıraatidir. Bu âyet, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre münafıklar hakkındadır. Yani bu münafıklar senin yanında bulunduklarında: İşimiz itaat etmektir veya biz bir itaatte bulunuruz derler. Ancak onların bu sözlerinin bir faydası yoktur. Zira itaat etme gerektiğine inanmayan bir kimse gerçekte itaat eden bir kimse değildir. Çünkü yüce Allah, onların açığa vurduklarıyla gerçekten itaat ettiklerini kabul etmemektedir. Şayet buna dair inanç olmaksızın itaat mümkün olsaydı, onların gerçekten itaat ettiklerine hüküm verirdi. O halde itaatin fiilen var olmakla birlikte gereğine de inanılarak yapılması halinde itaat olduğu ortaya çıkmaktadır. "Fakat yanından ayrılınca" yanından çıkıp gittiklerinde "içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plân kurarlar." Burada "grup" (taife), kelimesini müzekker olarak kabul etmesi bunun bir takım erkekler anlamına geldiğinden dolayıdır. Kûfeliler (Sam di ) âyetindeki "te" ile "ti" harflerini birbirine idğam ile okurlar. Çünkü her ikisinin de mahreci birdir, Ancak Kisaî, fiilde böyle bir idğamın yapılmasını çirkin görmüştür, Basralılara göre ise bu çirkin değildir. “Geceleyin plan kurarlar âyeti, geceleyin uydururlar ve olmadık şekilde gösterirler, demektir. Bunun değiştirmek, tebdil etmek ve tahrif etmeli anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine söylediği ve verdiği emirleri değiştirirler demektir. Buna göre tebyît, tebdil anlamındadır. Şair'in şu beyiti de bu kabildendir: "Geldiler bana, fakat ben onların yaptıkları değişikliği kabul etmedim. Onlar bana olmadık bir işi yapmak teklifi ile gelmişler Onların aralarında bekâr bulunanı Münir'e nikâhlıyayım diye (Sorarım size) hiç hür oğlu hür olan bir kişi, köleyi nikâhlar mı?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Abdulmelik sözümü tahrif etti Allah kahretsin onu, o nankör kulu." Bu kelime geceleyin düzenlemek, planlamak anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Halbuki onlar, onun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledikleri zaman." (en-Nisa, 4/108) Araplarda bir iş sağlamca planlanıp kurulduğu zaman "Geceden hazırlanıp planlanmış bir iş" tabirini kullanırlar. Bunu anlatmak için özel olarak gece tabirinin kullanılması ise, geceleyin başka türlü meşguliyetlerin olmamasından dolayıdır. Şair der ki: "Geceleyin işlerini kararlaştırdılar. Sabahı ettiklerinde Savaştaymış gibi bağırıp çağırıyorlardı" Geceleyin oruç tutmaya niyet etmek için de bu kelimenin kullanılması buradan gelmektedir. “.....” ise, üzerinden gece geçen su demektir. Yine bu kelime kişinin önemsediği ve üzerinde düşündüğü, gece boyunca hatırında tuttuğu iş anlamına da gelir. Şair el-Huzlî der ki: "Onun sözlerini kendim için bir azık yaparım Geceleyin beni düşündürecek içinden çıkılamaz işlerden çekindiğim vakit." Düşmanın geceleyin gelip baskın yapmasına da; “.....” denilir. Bir işi geceleyin yapmayı ifade etmek üzere de: “.....” tabiri kutlanılır. Nitekim gündüzün yapılan işi ifade etmek üzere de; “.....” tabiri kullanılır. Bir şeyi takdir etmek anlamında da kullanılır. Önce onların söyledikleri sözü zikredip sonra da: "İçlerinden bir gurup dediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" diye onlardan söz etmesinin hikmeti nedir, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Burada yüce Allah, küfür ve münafıklığı üzere kalacağını bildiği kimselerin halini ifade etmekte, bir süre sonra döneceğini bildiği kimseleri de affetmiş bulunmaktadır, Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah burada, hazır bulunup da ne yapacağını şaşıran kimselerin halini ifade etmiştir. Emri İşitip de sesini çıkarmayan itaat eden kimselerden ise gözetmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtm Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor." Yani, şanı yüce Allah bunu, karşılığında onları cezalandırmak üzere amel defterlerine tesbit etmektedir. ez-Zeccâc der ki: Bunun anlamı Kitab-ı Kerîminde bunu da sana inzal buyuruyor, şeklindedir. Bu âyet-i kerimede belirtmiş olduğumuz gibi mücerred söz söylemenin birşey ifade etmeyeceğine delil vardır. Çünkü onlar "itaat ederiz" deyip bunu sözlü olarak söyledikleri halde, Allah onların gerçekten itaal ettiklerini kabul etmemekte ve itaatlerinin doğru olduğu şeklinde lehlerine hüküm vermemektedir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygambere itaat etme gerektiğine inanmıyorlardı. Böylelikle fiilen itaat etmekle birlikte itaatin gereğine inanılmadıkça itaat eden kimsenin itaat etmiş olmayacağı sabit olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Artık yüzçevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. Hâla onlar Kur'ânı gereği gibi düşünmeyecekler mi" âyetindeki: "Artık yüz çevir onlardan" âyeti, onların isimlerini bildirme, haber verme anlamındadır. Bu açıklama ed-Dahhak'tan nakledilmiştir ki, kastettiği kimseler de münafıklardır. Onları cezalandırma anlamında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah, düşmanına karşı yardım ve zafer ihsan edeceği hususunda yalnızca kendisine tevekkül edip, yalnızca kendisine güvenmesini emr etmektedir. Denildiğine göre bu, yüce Allah'ın: "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" (et-Tevbe, 9/83) âyeti ile nesh edilmiştir. Daha sonra yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde dikkatle düşünmek, onun hakkında ve manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz çevirdiklerinden dolayı münafıkları ayıplamaktadır. Birşey üzerinde tedebbür etmek, onun akıbeti 'üzerinde tefekkür edip düşünmek demektir. Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten olmak üzere); “.....” diye buyurulmaktadır. Ki, birbirinize arkanızı dönmeyiniz, demektir. “.....” İşleri sonuna vardı, anlamındadır. Tedbîr ise, insanın âdeta akibetinin nereye varacağını görüyormuşçasına İşini düzenlemesi demektir. 82Hâlâ onlar Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, (Kur'ân) Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı, Bu âyeti kerîme ile yüce Allah'ın: "Onlar hâlâ Kur'ânı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) âyeti, anlamının bilinmesi için Kur'ân üzerinde tefekkür etmenin vücubuna delil teşkil etmektedir. Böylelikle bu: Kur'ân tefsirinden ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan. sabit olan rivâyetler alınır deyip de Arap diline uygun bir şekilde tevil yapmayı yasak kabul edenlerin görüşlerinin de yanlışlığını ortaya koymakta ve onların görüşlerini reddetmektedir. Bu âyette, düşünme ve istidlalin emredildiğine, taklid'in yanlışlığına dair delil bulunduğu gibi, kıyasın da delü olarak kabul olunduğuna dair delil vardır. Yüce Allah'ın: "Eğer O, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı" âyetine gelince; Elbette onda farklılıklar ve çelişkiler bulurlardı, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs, Katade ve İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Kıraat lâfızlarının farklılığı, misallerin lâfızları, delâletler, Sûrelerin miktarları ve âyetler arasındaki farklılıklar ise bunun kapsamına girmemektedir. Buradaki farklılıktan kasıt ise, çelişki ve birbirini tutmayan şeylerdir Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı şudur: Size bu bildirilen âyetler, Allah'tan başkasından gelmiş olsaydı, bunlar arasında tutarsızlıklar olurdu. Yine şöyle denilmiştir: Çokça söz söyleyen kim varsa mutlaka onun sözünde pek çok tutarsızlıklar olur ya sözün niteliklerinde ve lâfızlarında olur yahut da mananın güzelliğinde olur ya çelişkilerinde görülür yada yalan söz olur. Ancak yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîmi indirerek onun üzerinde dikkatle düşünmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, ne sözlerin niteliğinde ne de farklılık görmektedirler, ne de herhangi bir şekilde onu reddedecek imkanları vardır. Ne onda bir çelişki buluyorlar, ne de kendilerine haber verilen ve bildirilen gaybî haberlerde herhangi bir yalana rastlıyorlar. 83Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin İç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi, Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, -pek az müstesna- şeytana uymuş gitmiştiniz. "Kendilerine güven... e dair bir haber geldiğinde" âyetindeki (üp edatında şart manası vardır. Ancak bundan dolayı “.....” edatı eklenecek olsa dahi ceza (cevabı) pek gelmez. Kullanılışı da azdır. Sîbeveyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitinde söylediği gibidir: "Benim bu dişi devem oradan kalkmak istediğinde Güneşin batım vaktinde alışmadığı bir yere gidip de dehşete kapılmış bir öküz gibidir (hızlıca gider)." Yani (Sîbeveyh şunu demek istiyor): Güzel olan bu beyitte şair cezm etmediği gibi; “.....” ile cezm etmemektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/11. ayetin tefsirinde.)-geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin anlamı da şudur: Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının da öldürülmeleri gibi güvenlik ihtiva eden herhangi bir husus işitecek olurlarsa "veya korkuya dair bir haber geldiğinde" yani bunun zıddı bir haber alacak olurlarsa "onu hemen yayıverirler" ifşa edip açıklarlar. İşin gerçek mahiyetini kavramadan onu dillerine dolayıverirler. Bu davranışı zayıf müslümanların gösterdiğini söylediği el-Hasen’den nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu açıklıyor ve bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağını sanıyorlardı. ed-Dahhak ve İbn Zeyd ise derler ki: Bu âyet münafıklar hakkındadır. Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan söylediklerinden ötürü bu şekilde davranmaları onlara yasaklandı, "Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı" yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisi, yahut emir sahipleri olan kimseler bunu söyleyip açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açıklamamış olsalardı... Emir sahipleri; el-Hasen, Katade ve başkalarından, ilim ve fıkıh sahibi kimselerdir diye nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise yöneticilerdir diye açıklamıştır. Maksadın, askeri birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir. "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi" Yani bu kimseler neyin açıklanması gerektiğini, neyin de gizlenmesi gerektiğini bilirlerdi. İşin iç yüzünü araştırıp çıkarmak (istinbat), suyu kaynağından çıkartmak demektir. Nabat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk suyudur Buna nabat adının verilmesi ise, onların (bu şekilde su çıkartanların) yerde bulunan şeyleri dışarı çıkartmalarından dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi, nass ve icma'ın bulunmaması halinde içtihatta bulunmaya da delalet etmektedir. Yüce Allah'ın: “ Allah'ın üzerinizdeki lütfü ve merhameti olmasaydı" âyeti (ndaki “.....” kelimesinin) merfu' olması Sîbeveyh'e göre mübtedâ olduğundan dolayıdır. Sîbeveyh'e göre (“.....” edatının) haberinin izhar edilmesi câiz değildir. Ancak Kûfeliler derlerki: Bu kelimenin merf'u' olması “.....” dolayısıyladır. "Pek az müstesna, şeytana uymuş gitmiştiniz" âyeti ile ilgili olarak üç görüş vardır. İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Âyetin anlamı şudur Onlar, bu sözü yaygınlaştırırlardı. Aralarından pek azı müstesna bunu yaymaz ve bunu açıklamazlardı. Nahivcilerden el-Kisâî, el-Ahfeş, Ebû Ubeyd gibi bir gurup ile Ebû Hatim ve et Taberî de böyle demiştir Bunun: Bunu içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar -aralarından pek azı müstesna- bilirlerdi anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkları tarafından yapılmıştır. Bunu ez-Zeccâc da tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü çoğunluk bu istinbatı bilebilirdi. Zira bu bir haberi öğrenmekten ibarettir. Birinci görüşü ise el-Ferrâ' tercih eder ve şöyle der: Çünkü seriyelere dair bilgi ortaya çıktığı takdirde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar da, başkaları da bunu bilir Haberi yaygınlaştırmak ise, kimisinde olur, kimisinde olmaz, el-Kelbî de yine ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İşte bundan dolayı ben de bu istisnanın, haberi yaygınlaştırmaktan yapılmış olmasını güzel görmekteyim. en-Nehhâs da der ki: Bu iki görüş, mecazı esas almaktadır. Yani, o bununla ifadede bir takdim ve tehir olduğunu söylemek istiyor. Üçüncü bir görüş ise, mecazın olmadığı şeklindedir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Şayet Allah aranızda ilahi belgeleri ortaya koyan bir peygamber göndermek suretiyle size lütufta bulunmayıp size rahmet etmemiş olsaydı, hiç şüphesiz kâfir olur ve şirk koşardınız. Aranızdan pek az kişi müstesna. Ancak o azınlık Allah'ı tevhid ederlerdi. Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. ed-Dahhak der ki: Bunun anlamı şudur: Pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı çok az kişi müstesna kendi kendilerine şeytanın telkinlerini yaparlarch. Bu pek az kimselerden kasıt ise, Allah'ın kalplerini takva ile sınadığı kimselerdir. Bu görüşe göre ise "pek az müstesna" âyeti yüce Allah'ın: "Şeytana uymuş gitmiştiniz" âyetinden istisna edilmiştir. el-Mehdevî ise der ki: Fakat ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşü kabul etmezler. Zira Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, insanların tümü şeytana uymuş gitmiş olurdu. 84Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de (cihâda) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler. Allah, kahrı da daha çetin olandır, ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır. Yüce Allah'ın; "Sen artık Allah yolunda Savaş" âyetindeki "fâ" daha önce geçen yüce Allah'ın: "... Kim Allah yolunda Savaşıp da öldürülür yahut zafer elde ederse, ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz." Sen artık Allah yolunda Savaş" (en-Nisa, 4/74) âyeti ile alakalıdır Yani, bundan dolayı sen artık Savaşmaksın, demektir. Bunun yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda... Savaşmıyorsunuz." (en-Nisa, 4/75.) "Sen artık Allah yolunda Savaş" âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir Âyetin ifade ettiği anlam şöyle gibidir: Yalnız başına olsan, dahi, düşmanlarla cihadı ve düşmana karşı mü’min mustaz'afların yardımına koşmayı asla terk etme. Çünkü yüce Allah kendisine zafer vaadinde bulunmuştur. ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah, Peygamberine tek başına çarpışacak olsa dahi cihad etmesini emretmiştir. Çünkü ona yardım taahhüdünde bulunmuştur İbn Atiyye der ki: Lâfzın zahirinden anlaşılan budur. Şu kadar varki, Savaşmanın ümmet dışarıda bırakılarak yalnız ona kısa bir süre dahi farz kılındığına dair herhangi bir haber gelmiş değildir. O halde âyetin anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- lâfız itibariyle ona hitap olması şeklindedir. Bu da herkese özel olarak kendisine yapılan hitaplara bir örnektir. Yani, ey Muhammed ve senin ümmetinden olan herkese şu söz söylenmiştir: "Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." İşte bundan dolayı her mü’minin yalnız başına olacak olsa dahi cihad etmesi gerekin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah'a yemin ederim ki, boynum koparılıncaya kadar mutlaka onlarla Savaşacağım" Buhârî, Şurut 15; Müsned, IV, 323, 329. âyeti de bu kabildendir. Yine Arapların irtidat ettikleri sırada Hazret-i Ebû Bekir'in söylediği: "Eğer sağ elim bu hususta bana muhalefet edecek olursa, sol elimle ona karşı cihad ederim" şeklindeki sözü de bu kabildendir. Bu âyet-i kerimenin küçük Bedir sırasında nâzil olduğu söylenmiştir. Ebû Süfyan, Uhud'dan ayrıldığı sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile küçük Bedir panayırında buluşmak üzere sözleşmişti. Sözleşilen vakit gelince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yetmiş süvari ile birlikte oraya çıkıp gittiği halde Ebû Süfyan oraya gelmediğinden herhangi bir Savaş olmamıştır. Bu ise, daha önce Âl-i İmrân Sûresinde geçtiği üzere Mücahid'in yaptığı açıklamaya uygun düşmektedir (Al-i İmrân, 3/172. ayetin tefsiri.) Buna göre ayetler arasındaki ilişki ve âyetin burada yer almasının izahı şöyle yapılır; Yüce Allah münafıkları daha önceden olayları karıştırmak ve asılsız sözleri yaygınlaştırmak ile nitelendirdi. Daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onlardan yüz çevirip, bu hususta hiçbir kimse ona yardım etmeyecek olsa dahi, Allah yolunda ciddi ve gayretli bir şekilde Savaşmasını emretti. Yüce Allah'ın: “Sen ancak kendinden sorumlusun" âyetindeki “.....” Mükellef tutulursun, âyeti geniş zaman fiili olduğundan dolayı merfu'dur. Cezm edilmeyiş sebebi ise, birinci emrin illeti (sebebi) olmadığından dolayıdır. el-Ahfeş ise bunun cezmînin mümkün olduğunu iddia etmiştir. "Ancak kendin" âyeti ise, faili zikredilmeyen (meçhul fiilin) haberidir. Yani: Sen başkasının da bunu yapması için mecbur edilmezsin ve bundan dolayı da sorumlu tutulmazsın. Yüce Allah'ın: "Mü’minleri de (cihada) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler" âyetine dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: "Mü’minleri de teşvik et" onları cihada ve Savaşmaya teşvik et. Birisini bir işi yapmaya emredip teşvik ettiğini ifade etmek üzere; “.....” denilir. Arapçada; “.....” filleri de aynı anlamda olmak üzere teşvik ve ısrarla devam etti, anlamını vermektedir. 2. Allah'ın Kâfirlerin Baskısını Önleyeceğine Dair Vaadi: Yüce Allah'ın: "Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler" âyeti bu konuda bir umut vermektedir. Yüce Allah'ın umutlandırması ise, vücub ifade eder. Bununla birlikte Arapçada da umutlandırmak vücup ifade etmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Kıyâmet gününde günahını mağfiret etmesini umduğum da O'dur" (eş-Şuarâ, 26/82) âyeti de bu kabildendir. İbn Mukbil der ki: "Benim onlar hakkındaki kesin kanaatim ummak gibidir. Onlar kupkuru bir arazide bulunduklarında; Örnek, deyim ve atasözü mesabesindeki şiirleri karşılıklı söyleyip duruyorlar." Yüce Allah'ın: "Allah kahrı da daha çetin olandır" yani sallallahü aleyhi ve sellemleti daha çetin olandır, saltanat ve egemenliği daha büyük olandır. Dilediğini gerçekleştirme gücü daha çok ve daha muktedir olandır. "ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır." Cezalandırması da daha güçlü olandır. Bu açıklamalar el-Hasen ve başkalarından yapılmıştır. İbn Düreyd der ki: (..........): Allah onu ibretti bir ceza ile karşı karşıya bıraktı, demektir. Menkel ise insana ibretli ceza veren şey demektir Şair der ki: "Ve ben onların arkalarına menkel (ibretli ceza olacak şey) atıyorum." 3. Allah'ın Vaadinin Gerçekleşmesi: Birisi kalkıp: Biz kâfirleri güç ve kuvvete sahip olarak görmekteyiz. Sizler ise Allah'ın umutlandırmasının kesinlik ifade ettiğini söylemektesiniz. Peki bu vaad nerede? diye soracak olursa, ona şöyle cevap verilir: Allah tarafından verilen bu vaad gerçekleşmiştir. Onun, gerçekleşmiş olması, sürekli ve devamk olmasını gerektirmez. Meselâ bir an dahi bu vaad gerçekleşecek ve ortaya çıkacak olursa, verilen bu söz doğru olarak yerini bulmuş demektir. Yüce Allah, küçük Eedir'de müşriklerin satvetini alıkoymuş, önlemiştir. Böylelikle onlar daha önce söz verdikleri sallallahü aleyhi ve sellemsa gelip çarpışmak ahidlerini yerine getirmemiş oldular. "Allah Savaş hususunda mü’minlere el verdi (onlara yetti)." (el-Ahzab, 33/25) Yine Hudeybiye antlaşmasını bozmak ve fırsatı değerlendirmek isteklerini gerçekleştirmelerine de imkân tanımadı. Müslümanlar, onların ne yapmak istediklerinin farkına vardılar, çıkıp onları ashâb olarak yakaladılar. Bu durum ise, elçiler banş için arada gidip gelirken gerçekleşmişti. İşte ileride de geleceği üzere yüce Allah'ın: "O, onların ellerini sizden çekendi.” (el-Feth, 48/24) âyeti ile kastedilen de budur. Yüce Allah Ahzab gazvesinde gelen kâfir güruhlarının kalplerine korkuyu salmış, onlar da herhangi bir Savaş ve çarpışma olmaksızın geri dönmüşlerdi. Yüce Allah'ın: "Allah Savaş hususunda mü’minlere el verdi" (el-Ahzab, 33/25) âyetinde olduğu gibi. Yahudiler de mü’minler kendileriyle Savaşmadan yurtlarım ve mallarını bırakıp gitmişlerdi. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın mü’minlerden uzaklaştırmış olduğu baskılar kabilindendir. Bununla beraber, yahudi ve hıristiyanlardan çok sayıda kimseler ve büyük kalabalıklar, küçülmüşler olarak cizye yükümlülüğünün altına girdiler, zelil ve hakir olarak Savaşmayı terk ettiler. Allah, böylelikle onların mü’minlere yapabilecekleri baskılarını önlemiş oldu. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. 85Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kentlisine bir pay vardır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir pay vardır. Allah berşeye kadirdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Kim... şefaatte bulunursa" âyetinde geçen şefaat, şef at ve benzeri ifadeler sayıda çift anlamındaki "eş-şef?" den gelmektedir. Şefî' (şefaatçi) da buradan gelmektedir. Çünkü şefaatçi, ihtiyacı bulunan kimse ile birlikte şef (çift) olmaktadır. Dişi deve bir defada iki süt kabını doldurduğu takdirde; “.....” denilmesi de buradan gelmektedir. Yine dişi deve hem gebe bulunup, hem de yavrusu ardında gidiyorsa ona, “.....” denilir. Şef bire bir eklemek demektir. Şuf’a ise, ortağının mülkünü kendi mülküne katman demektir. Buna göre şefaat, senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katman demektir. O halde şefaat, şefaatte bulunan kimsenin, nezdinde şefaat edilenin yanındaki mevkiini açıkça ortaya çıkarmak ve lehine şefaatte bulunan kimseye de bir menfaat ulaştırmak demektir. 2. Şefaatin Türleri ve Bu Âyetin Maksadı: Tefsir âlimleri, bu âyet-i kerîme hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mücahid, el-Hasen, İbn Zeyd ve başkaları, bunun insanların ihtiyaçları hususunda kendi aralarındaki şefaatleri hakkında olduğunu söylemişlerdir. Kim fayda sağlamak üzere şefaatte bulunursa onun bir payı olduğu gibi zarar vermek için şefaatte bulunana da bir vebal vardır. Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaat, iyilik ve itaat hususunda olur. Kötü şefaat ise masiyetlerde olur, Her kim iki kişinin arasını düzeltmek için güzel bir şefaatte (aracılıkta) bulunacak olur İse, ecir almayı hakeder. Her kim de laf götürüp getirir ve gıybet yapmak suretiyle (aracılık yaparsa) o da günah kazanır. Bu da birinci açıklamaya yakındır. Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaatten kasıt, müslümanlara dua etmektir. Kötü şefaatten kasıt ise onlara beddua etmektir. Sahih haberde şöyle denilmiştir: "Her kim başkasının gıyabında dua edecek olursa, onun duası kabul olunur ve melek de: Amin, sana da onun kadarı olsun, der." Müslim., Zikr 86-88; Ebû Dâvûd, Vitr 29; İbn Mâce, Menâsik 5; Müsned, VI, 452. İşte sözü geçen pay sahibi olmak, budur. Kötülükte de böyledir. Yani, onun yaptığı bedduanın kötülüğü kendisine raci olur, Yahudiler de müslümanlara beddua ediyorlardı. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim cihadda arkadaşına eş olursa böylelikle ecirde de onun payı olur. Her kim batılda başkasına eş olursa, onun da o günahtan payı olur. Yine el-Hasen'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İyi şefaat, dinen câiz olan şeydir. Kötü şefaat ise dinde câiz olmayandır. Bu söz, âdeta, diğer görüşleri de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki el-Kîfl (pay) ise, günah ve vebal demektir ki, bu şekildeki açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise pay anlamındadır demişlerdir. Kifl kelimesi deveye binen kimsenin düşmemek için devenin hörgücü üzerinde bıraktığı örtüden türetilmiştir. Devenin horgücü üzerinde bir örtü dolayıp bu şekilde üzerine binildiği takdirde, (dul): Deveye kifi yaptım, denilir. Böyle yapan kimsenin bu fiiline de iktifal denilir. Çünkü o, böyle yapmakla devenin sırtının tamamını değil de, sırtından bir payını (bölümünü) kullanmış olur. Hayır ve şer türünden her türlü pay hakkında da bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın Kitabında: "Size rahmetinden iki pay versin" (el-Hadid, 57/28) diye buyurulmaktadır. Câiz olan hususlarda şefaat eden kimsenin şefaati kabul olunmasa dahi ona ecir verilir. Çünkü yüce Allah: "Kim... şefaatte bulunursa" diye buyurmakta, kimin şefaati kabul olunursa diye buyurmamaktadır. Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Şefaatte bulununuz, ecriniz verilir. Allah da Peygamberi'nin dili üzre dilediği hükmü verir/" Buhârî, Zekât 21, Edeb 36, 37, Tevhid 31; Müslim, Birr 145; Ebû Dâvûd, Edeb 117; Tirmizî, İlm 14; Nesâî, Zekât 65; Müsned, IV, 400. 3. Allah Herşeye Gücü Yetendir: Yüce Allah'ın: "Allah herşeye kadirdir" âyetinde yer alan ve kadir anlamına gelen “.....” kelimesi "muktedirdir" anlamındadır. ez-Zübeyr b. Abdulmuttalib'in şu beyiti de bu kabildendir: "Ve bir kin sahibi ki, ben kendimi (ona ceza vermekten) alıkoydum. Bununla birlikte ona kötülük yapma gücüne sahiptim." Yani buna muktedirdim. Âyetin anlamı da şudur: Şüphesiz yüce Allah, her insana kendi gücünü, gücünü sağlayacak gıdasını (kuut) verir. Hazret-i Peygamberin: "Kişinin gücü altında bulunanları zayi etmesi günah olarak ona yeter". Hadis'in şâhid olarak kullanılan lâfzı, Müslim, Zekat 40’ta: "Kişinin elinin altında bulunup sahip olduğu kimselerin kût'unu (temel gıdalarını) alıkoyması.." şeklinde Ebû Dâvûd, Zekat 45; Müsned, II, 165. 195'te: "...temel gıdasını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler (men yekutu)" şeklindedir hadisi de -bu şekilde rivâyet edenlere göre- bu kabildendir. Yani onun kudreti altında, yönetimi altında bulunan çoluk çocuk ve diğer kimseleri zayi etmesi... anlamındadır ki, bu hadisi (böylece) İbn Atiyye zikretmiştir. İşte “Ona güç yetirdim, yetiririm demektir. (İsm-i fail olmak üzere): Kâit ve mukît (güç yetiren) de buradan gelmektedir. Şairin: "... Ben hesepta mukît olacağım (hesaba çekilmek üzere durdurulacağım)" İfadesi hakkında ise et-Taberî şöyle demiştir; buradaki mukît kelimesi, az önce geçen anlamdan başka bir anlama gelmektedir. Durdurulacağım manasınadır. Ebû Ubeyde derki: Mukît, hıfzedici, koruyucu demektir. el-Kisâî ise, muktedir anlamındadır der. en-Nehhâs da der ki: Ebû Ubeyde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü onun açıklamasına göre bu kelime "el-Kavfden türetilmiş olur. el-Kavt ise, insanı koruyabilen, muhafaza edebilen miktar anlamındadır. el-Ferrâ' da der ki: Mukît, herkese kût'unu (onu hayatta tutacak gıdasını) veren kimse demektir. Nitekim, Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir "Kişinin geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi ona günah olarak yeterlidir." Az önceki rivâyetle ilgili nota bakınız. Bu hadisteki son kelime “.....” şeklinde de zikredilmiştir. es-Sa'lebî bunu zikreder ve der ki: İbn Fâris, el-Mücmel'de şunu nakletmektedir: el-Mukît, el-Muktedir demektir. Yine ....., el-Hâfız ve eş-Şâhid (koruyucu ve gözetleyici) anlamındadır. Gıda ve besleyecek şey anlamında; “.....” da denilir, “.....” da denilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 86Bir selâmla selâmlandığınızda siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aymsıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı oniki Ancak 7. başlık zikredilmemiştir. başlık halinde sunacağım 1. Takiyye'nin, Yani Selâm’ın Anlamı: Yüce Allah'ın: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetindeki "et-tahiyye" kelimesi, “.....” kipine sokulmuş bir kelimedir. Bunun aslı ise “.....”dır. "Ya" harfinin biri ötekine idğam edilmiştir. Tahiyya, selâm demektir. Tahiyye, aslında hayatının devamı için dua etmek anlamındadır. "et-Tahiyyatü lillahi" ise, afetlerden kurtulmuş olmak, uzak olmak Allah içindir, demektir. Bunun mülk anlamında olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Salih el-Iclî der ki: el-Kisaî'ye "et-tahiyyatü lillahi" sözünün ne anlama gelidiğini sordum. O: et-Tahîyyat, el-Berekât gibidir. Bu sefer ben: Peki, el-Berekât ne demektir diye sordum: Buna dair birşey işitmiş değilim, dedi. Yine bunlara dair Muhammed b. el-Hasen'e sordum, o da: Bu, Allah'ın kendisiyle kullarının kendisine ibadet etmesini İstediği bir sözdür, dedi. Daha sonra Kûfe'ye geldim. Kûfe'de Abdullah b. İdris ile karşılaştım, ona şöyle dedim: Ben, el-Kisaî'ye de, Muhammed’e de "et-tahlyyatü lillahi" sözünün ne anlama geldiğini sordum da, her ikisi de bana şöyle şöyle cevap verdiler. Bu sefer Abdullah b. İdris bana şöyle dedi: İkisinin de şiir bilgileri ve bu gibi şeylere dair bilgileri yoktur. Tahiyye, mülk demektir, dedikten sonra şu beyiti okudu: "Onunla, Ebû Kabus'un üzerine yürüyorum, tâ ki, Onun tahiyyesi (mülkü) üzerine askerlerimle varıp (devemi) çöktürünceye kadar." İbn Huveyzimendad da şu beyiti şöylece zikretmektedir: "Onunla Nu'naan'a doğru gidiyorum tâ ki, Askerlerimle mülkü (tahiyyesi) üzerine (devemi) çöktürünceye kadar." Burada "tahiyyesi" ile kastettiği onun mülküdür. Bir diğer şair de (Züheyr b. Cenab el-Kelbî) şöyle demektedir: "Bir delikanlının nail olduğu herşeye şüphesiz Ben de nail oldum; tahiyye (mülk) müstesna" el-Kutebî der ki: Tahiyyat duasında: "Et-Tahiyyâtu lillahi" şeklinde tahiyyat’ın çoğul olarak zikredilmesi şundan dolayıdır: Yeryüzünde değişik tahiyyelerle selâmlanan hükümdarlar, krallar vardır. Onlardan kimisine lanetten uzak durasın, anlamında; “.....” denilirdi, kimisine de: Esenlikte ve nimet içerisinde olasın, anlamında; “.....” denir, kimisine de bin yıl yaşayasın, denilirdi. Bize de: Tahiyyat yalnız Allah'ındır, deyiniz diye emrolundu. Yani mülk ve egemenliğe delalet eden bütün sözler ile bunlar, kinaye yoluyla İfade eden bütün sözler, yüce Allah'ındır. Bu âyet-i kerimenin daha önceki âyetlerle ilişki yönüne gelince; Yüce Allah diyor ki: Daha önceden emrolunduğu şekilde cihada çıkıp da, bu cihad yolculuğunuz esnasında size, İslam selamı ile selâm verilecek olursa, sakın size bu şekilde selâm verenlere, sen mü’min değilsin demeyiniz. Aksine, ona selâmını alarak karşılık veriniz. Çünkü böylelerinin üzerine İslam hükümleri caridir. 2. Âyet-i Kerîmenin Manası ve Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler: İlim adamları âyetin manası ve te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vehb ile İbnü'l-Kasım, Mâlik'ten bu âyet-i kerimenin, aksırana "yerhamukellah" demek ile, "yerhamukellah" diyene karşılık vermek hakkındadır. Ancak bu görüş zayıftır. Bu ayetin sözlerinde buna delâlet eden bir şey yoktur. Aksırana "yerhamukellah " diyerek cevap vermek ise, kıyas yoluyla selâmı almanın kapsamına girmektedir. Eğer İmâm Mâlik'ten bu sözü söylediği sahih olarak rivâyet edilmişse, Mâlik'in anlatmak istediği bu olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Huveyzimendâd der ki: Eğer hibe sevap için (hibeye karşılık verilmesi şartıyla yapılan hibe) ise, âyet-i kerimenin buna hami edilmesi câiz olabilir. Birisine karşılık vermesi şartıyla hibede bulunulacak olursa, o da muhayyerdir. Dilerse o hibeyi kabul etmeyip reddeder, dilerse hibeyi kabul eder ve onun karşılığında kıymetini verebilir. Derim ki: Ebû Hanîfe'nin arkadaşları da bu kabilden görüşlerini belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Buradaki tahıyye'den kasıt, yüce Allah'ın: "Veya aynısıyla karşılık verin" âyeti dolayısıyla hediyedir Çünkü selâmın aynısıyla geri verilmesine imkân yoktur. İfadenin zahiri de, tahiyye'nin aynı geri verilmesini gerektirmektedir ki, bu da hediyedir. Hediyeyi kabul etmesi halinde, ya onun ivazını vermesi, ve yahutta aynısını iade emrolunmuştur. Selamda ise böyle birşeye imkân yoktur. Sevap (karşılık) şartı ile hibede bulunmanın ve bu şartla hediye vermenin hükmüne dair açıklamalar, ileride er-Rûm Sûresinde yüce Allah'ın; "Artış göstersin diye... verdiğiniz herhangi bir şey" (er-Rûm, 30/39) âyetini açıklarken inşaattan gelecektir. Şu kadar varki, doğru olan burada tahiyye'den kastın selâm vermek olduğudur. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Onlar sana geldikleri zaman, Allah'ın seni selâmlamadığı tahiyye ile selâmlarlar" (el-Mücadele, 58/8) diye buyurmaktadır. en-Nâbiğa ez-Zübyani de şöyle demiştir: "Selamlıyor (tahiyye) onları aralarındaki beyaz cariyeler Kırmızı ipek örtüler ise, birbirine çatılmış sopalar üzerinde." Şair de burada "tahiyye" ile selâm vermeyi kastetmiştir. Müfessirler topluluğu da bu görüştedir. Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre, âyet-i kerimenin fıkhı incelikleri ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: İlim adamları, içim ile şunu kabul etmişlerdir: Önce selâm vermek, teşvik edilmiş bir sünnettir. Selamı almak ise, bir farizadır. Çünkü yüce Allah: "Siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla karşılık verin" diye buyurmuştur. Ancak, bir topluluk arasından bir kişi selâmı alacak olursa, bunun yeterli olup olmayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Mâlik ile Şâfiî, bunun yeterli olacağını ve müslüman bir kimsenin selâm verenin sözünün aynısı ile selâmını almış olacağı görüşündedirler. Kûfeliler İse, selâm almanın muayyen farzlardan (farz-ı aynalardan) olduğu görüşünde olup şöyle derlet: Selam vermek, selâm almaktan farklıdır. Çünkü selâm vermek tatavvu (nafile bir ibadet) dir. Onu almak ise bir farizadır. Topluluk arasındaki bir gayri müslim, verilen selâmı alacak olursa, bu topluluğun üzerindeki selâm alma farzını kaldirmaz. İşte bu da selâm almanın bizzat her kişinin ayrı bir görevi olduğunun delilidir. Katade ve el-Hasen der ki: Namaz kılan bir kimseye selâm verilecek olursa, sözlü olarak selâmı alır ve bu şekilde selâm alması, onun namazım yarıda kesmiş olmaz. Çünkü o emrolunduğu bir işi yapmıştır. Ancak, buna muhalefet etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri, Ebû Dâvûd'un, Ali b. Ebî Tâlib'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu âyetini delil gösterirler: "Bir topluluk bir yerden geçtikleri takdirde, onlardan birisinin selâm vermesi yeterli olduğu gibi, oturanlardan da birisinin o selâmı alması yeterlidir." Ebû Dâvûd, Edeb 140. Bu âyet ise, görüş ayrılığı olan noktada açık bir nass (bir delil)dir, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, muarızı (onunla çatışan) bulunmıyan hasen bir hadistir. İsnadında Said b. Halid diye bir ravi vardır ki, bu da Medine'li Huzaalılardan, Said b. Halid'dir. Bazı hadis âlimlerine göre onun rivâyetlerinde bir sakınca yoktur, Kimisi de bunun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Böyle diyenler arasında Ebû Zur'a, Ebû Hacim ve Yakub b. Şeybe de vardır. Ayrıca bunlar, onun bu hadisini münker kabul etmişlerdir. Çünkü, bu senet ile bu hadisi yalnızca o rivâyet etmiştir. Diğer taraftan Abdullah b. el-Fadl, Ubeydullah b. Ebi Rafi'den hadis dinlemiş değildir İkisinin arasında bundan başka birkaç hadiste el-A'reç de vardır. Doğrusunu bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, V, 290-291. Yine bu görüşü savunanlar, Hazret-i Peygamberin: "Az topluluk, çok topluluğa selâm verir" Buhârî, İsti'zan 4-7; Müslim, Selam 1, Edeb 46: Ebû Dâvûd, Edeb 134; Müsned, III, 444, VI, 19. âyetini delil gösterirler. Ayrıca ilim adamları, bir kişinin topluluğa selâm verebileceğini icma ile kabul edipr kalabalık sayısınca selâmını tekrarlamasına gerek olmadığını benimsediklerine göre, aynı şekilde bir kişi de topluluk adına selâmı alır ve diğerlerinin bu konuda vekili olarak hareket eder. Farz-ı kifayelerde olduğu gibi. Mâlik de Zeyd b. Eslem'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Binek üstünde olan yürüyene selâm verir. Bir topluluk arasından bir kişi selâm verecek olursa, bu hepsi için yeterli olur." Muvatta’', Selam 1. İlim adamlarımız der ki: İşte bu, bir kişinin selâmı almasının yeterli olduğuna delildir. Zira, ancak vacip olan hususlarda "onlar için yeterli olur" tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Derim ki: İşte ilim adamlarımız bu hadisi böylece te'vil etmiş (yorumlamış) ve bir kişinin selâmı almasının câiz olacağına dair bunu delil kabul etmişlerdir. Ancak çok rahatlatıcı bir delil olarak görülemez. 3. Selâmın Daha Güzeli ile Alınması: Yüce Allah'ın: "Ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla karşılık verin" âyetinde sözü geçen selâmın daha güzeli ile alınması, "selâmun aleyküm" diyen kimseye fazladan: "Aleykesselâm ve rahmetullah" diye karşılık vermek suretiyle olur. Eğen "Selâmım aleyke ve rahmetullah" diyecek olursa, selâmı alan kimse "ve berâkâtuhu"yu ekler. İşte selâmın nihai şekli budur, bundan fazlası ile selâm alınmaz. Yüce Allah, -ileride yeri gelince açıklanacağı üzere- o şerefli hane halkından: "Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun" (Hud, 11/73) diye selâmlandıklarını haber vermektedir. Şayet, selâm veren nihai şekliyle selâm verecek olursa, selâmı alan sözünün başına "vav" harfini ilave ederek: "Ve aleykesselâmu ve rahmetullaki ve berâkâtuhu" diye karşılık verir. Misliyle selâmı almak ise, "esselâmu aleyke" diyene, "aleykesselâm" diye karşılık vermektir. Şu kadar varki, kendisine selâm verilen kişi bir kişi olsa dahi, bütün selamlamaların çoğul lâfzı ile olması gerekmektedir. (Esselâmu aleykum ve aleykumusselâm... şeklinde). el-A'meş, İbrahim en-Nehaî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Tek kişiye selâm verdiğin takdirde "esselâmu aleykûm" de. Çünkü onunla birlikte melekler de vardır. Selamın alınması halinde de bunun çoğul lâfzı ile olması gerekir. İbn Ebi Zeyd der ki: Selam veren esselâmu aleykûm der, selâmı alan da ve aleykumu's-selâm diye karşılık verir. Veya ona söylenildiği gibi o da esselâmu aleykûm der. İşte yüce Allah'ın: "Veya aynısıyla karşılık verin" âyetinin anlamı budur. Selamı alırken (tekil olarak) selâmun aleyke (selâm senin üzerine olsun) diye söylenmez. 4. Selamlaşmada Tercih Edilen İfade Şekli: Selamlaşmada tercih edilen ve edebe uygun olan, yüce Allah'ın isminin (es-Selâm lâfzının) mahlukun isminden önce zikredilmesidir. Nitekim şanı yüce Allah: "Selâm olsun İlyas'a" (es-Sâffât, 37/130) diye buyurmaktadır. İbrahim (aleyhisselâm) kıssasında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun ey hane halkı!" (Hud, 11/73) Yine Hazret-i İbrahimden (babasına): "Selam sana" (Meryem, 19/47) dediğini haber vermektedir. Buhârî ile Müslim'in Sahîh'inde Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: Aziz ve celil olan Allah Âdemi, boyu altmış zira olmak üzere (Âdem'in kendi suretinde yaratmıştır.) Müslim'in Sahih'inde bu hadisle ilgili notta (Nevevi’den naklen) şöyle denilmektedir: Bu rivâyet, zamirin Âdem'e ait olduğu hususunda açıktır." İbn Hacer de şöyle demektedir. "Bu rivâyet, zamirin Âdem (aleyhisselâm)'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir” (Fethu'l-Bâri, VI, 422; ayrıca bk. XI, 5 vd.) Onu yaratınca: Git şu topluluğa selâm ver dedi. -Bunlar meleklerden oturmakta olan bir topluluktu.- Onların sana ne şekilde selâm vereceklerini dinle. Bu senin ve senin soyundan geleceklerin selâmı olacaktır. Bunun ürerine Âdem gidip, esselâmu aleykûm dedi. Onlar da esselâmu aleyke verahmetullah dediler. -Böylelikle fazladan ona "verahmetullah" diye karşılık verdiler- İşte cennete girecek olan herkes, Âdemin sureti üzre boyu altmış zira olarak girecektir. Ondan sonra İnsanlar şu ana kadar hilkat itibariyle eksilmeye devam etmektedirler." Buhârî, Enbiya I, istizan 1, Cennet 1. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîf, sahih olmanın yanında yedi hususu da. ifade etmektedir: 1. Hazret-i Âdem'in yaratılışının niteliğini haber vermektedir. 2. Allah'ın lütfuyla biz cennete bu surete sahip kılınarak gireceğiz. 3. Az. sayıda olanların çok olanlara selâm vermesi, 4. Yüce Allah'ın adının öne alınması, 5. Benzeriyle selâm vermek. Çünkü onlar da esselâmu aleykum diye selâmı almışlardı. 6. Selâmı alırken ona ilavede bulunmak. 7. Kûfelilerin belirttikleri şekilde selâm verilenlerin tümünün selâmı almaları. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 5. Selamı Alırken Selam Verenin Önce Anılması: Selamı alırken, kendisine selâm vereni önce anacak olursa, haram ya da mekruh işlemiş olmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde selâm aldığı sabit olmuştur. Hazret-i Peygamber, güzel bir şekilde namaz kılamayan adamın, kendisine verdiği selâmını: "Ve aleykesselâm. Hadi geri dön (bir daha) namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın" diye cevap vermişti. Buhârî, Ezan 122, Eymân 15, İsti'zân 18; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 143; Tirmizî, Salât 110; îsti'zân 4; Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 61, İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 72. Hazret-i Âişe de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Cebrâîl'in kendisine selâm gönderdiğini haber verince; "Ve aleyhisselâm ve rahmetullah" diye selâmını almıştı. Bunu da Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Fedâilu Ashâbi'n-Nebîyy 30, İsti'zân 19. Hazret-i Âişe'nin hadisindeki fikhî inceliklerden birisi de şudur: Bir kişi bir başka kişiye selâm gönderecek olursa, doğrudan doğruya ona selâm veriyormuş gibi onun selâmını alması gerekir, Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Babam sana selâm gönderdi deyince Hazret-i Peygamber de; "Aleyke ve alâ Ebîkesselâm" yani, sana ve babana selâm olsun, diye selâmını almıştır, Müsned, V, 366. Nesâî ve Ebû Dâvûd, Cabir b. Süleym'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştım ve: "Aleykesselâmu ya Rasulallah (Sana sdâm olsun ey Allah'ın Rasulü) dedim, O da: Aleykesselâmu deme. Çünkü aleykesselam, ölüye selâm şeklidir. Fakat bunun yerine esselâmu aleyke de." Ebû Dâvûd, Libas 25, Edeb 140; Tirmizî, İsti'zan 28; Müsned, III, 482. Şu kadar var ki, bu hadis sabit değildir. Ancak Tirmizî, hadisi kaydettikten sonra, "Bu hasen, sahih bir hadistir" demektedir. Ancak, Arapların kötü hususlarda beddua ettikleri kişinin ismini başa almaları adetleridir Mesela Araplar: Üzerine olsun Allah'ın laneti ve Allah'ın gazabı, derler. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur; "Ve senin üzerinedir lanetim kıyâmet gününe kadar." (Sâd, 38/78) Yine ölmüşlere selam verirken şairlerin alışageldikleri ve adet edindikleri usul de bu idi. Şu beyitlerinde olduğu gibi: "Sana olsun Allah'ın selâmı, ey Kays b. Âsım! Ve rahmeti, rahmet dilemeyi murad ettikçe." Bir diğer şair eş-Şemmâh da şöyle demektedir: "Sana selâm bir emirden ve bereket ihsan etsin Allah'ın kudret eli, o paramparça olmuş deri çadıra." Hazret-i Peygamberin ona bu şekilde selâm vermesini yasaklayış sebebi, ölüler hakkında meşru olan selâm lâfzının bu oluşundan dolayı değildir. Hazret-i Peygamberin hayatta olanlara selâm verdiği şekilde ölülere de selâm verdiği ve şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "By mü’minler topluluğunun diyarı, selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de sizlere kavuşacağız." Müslim, Tahâre 39; Ebû Dâvûd, Cenâiz 79; İbn Mâce: Zühd 36; Müsned, II, 300, 375: 408. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnha) de şöyle sormuştu: Ey Allah'ın Rasulü, kabristana girdiğim takdirde ne söyleyeyim? Şöyle buyurdu: "Selâm sizlere ey mü’minler diyarının sakinleri" de. Müslim, Cenâiz 103, 104; Nesâî, Cenâiz 103; Müsned, VI, 221. Bu ve bundnn öncekine benzer rivayeder için bk.: İbn Mâce, Cenâiz 36; Müsned, V, 353- 360, VI, 71, 76, 111, 180. İleride yüce Allah'ın izniyle et-Tekâsur Sûresi'nde (102, Sûre); kabir ziyaretine 'dair açıklamalar gelecektir. Derim ki: Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği hadis ile diğerlerinin kabristandan geçip oraya yaklaşma sırasında bütün kabir ahalisine selâm vermek hakkında; Cabir b. Süleym’in rivâyet ettiği hadisin de yalnızca kabir ziyareti kastıyla oradan geçiş hakkında olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 6. Selamlaşmaya Dair Diğer Hükümler; Binekli olanın yürüyene, ayakta olanın oturana, azınlığın çoğunluğa selâm vermeleri sünnettendir. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği Müslim'in Sahîh'inde yer alan Hadîs-i şerîfte böyle zikredilmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Binekli olan yürüyene selâm verir..." Buhârî, İstizan 5, 6; Müslim, Selam 1; Ebû Dâvûd, Edeb 133; Tirmizî, İsti'zân 14; Muvatta’'. Sekim 1; Müsned, III, 444, VI, 19, 204. Bu hadiste mertebe itibariyle yüksek olduğundan dolayı binek üzerinde olandan başlamaktadır. Ayrıca bu binekliyi büyüklenmekten uzaklaştırır. Yürüyen hakkında da binekli hakkında söylendiği gibi söylenmiştir. Yine şöyle denilmiştir: Oturanın, vekar, sebat ve sükun halt üzere olduğundan dolayı yürüyene göre üstün bir meziyeti vardır. Zira yürüyenin hali bunun tam aksidir. Azınlığın çoğunluğa selâm vermesine gelince, bu da müslümanların çokluğunun ve çoğunluğunun şerefine riayetten dolayıdır. Buhârî Hadîs-i şerîfte ayrıca; "Küçük de büyüğe selâm verir" fazlalığını da kaydetmektedir. Buhârî, İstizan 4, 7; Ebû Dâvûd, Edeb 134; Müsned, II, 314. Buyû'ğün küçüğe selâm vermesine gelince, Eş'as, el-Hasen'den küçük çocuklara selâm verilmesi görüşünde olmadığını rivâyet etmektedir, O der ki; Çünkü selâmın alınması bir farzdır. Küçük çocuğun ise selâm verme yükümlülüğü yoktur. O halde küçük çocuklara selâm vermemek gerekir. İbn SMn'den ise, onun küçük çocuklara selâm vermekle birlikte onlara sesini işittirmediği rivâyet edilmiştir. İlim adamlarının çoğunluğu der ki: Küçük çocuklara selâm vermek, onu cerketmekten daha faziletlidir. Buhârî ile Müslim'de es-Seyyar'dan şöyle dediği nakledilmektedir. Sabit ile beraber yürüyordum. Çocukların yanından geçti, onlara selâm verdi. O da, Enes ile birlikte yürürken, Enesin çocukların yanından geçip, çocuklara selam verdiğini zikretti. Enes de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yürürken, çocukların yanından geçtiğini, onlara selâm verdiğini zikretti. Bu Müslim'in lâfzıdır. Müslim, Selâm 15; Buhârî, Isti'zain 15; Tirmizî, İsti'zan 8; Dârimî, İsti'zân 8. Böyle davranmak, Hazret-i Peygamber'in büyük ahlakı cü mi es indendir. Bununla küçük çocukların bu gibi şeylere alıştırılmasına işaret olduğu gibi, sünnetlerin öğretilmesine teşvik ve onların şer'î adap üzere eğitilmeleri de sözkonusudur. O halde bunlara uymak gerekir. Hanımlara selâm vermek ise caizdir. Ancak, şeytanın dürtmesi, yahut haince bir bakış suretiyle onlarla konuşmaktan fitne korkusu dolayısıyla genç hanımlar bundan müstesnadır. Yaşlanıp kocamış ve acuze olmuş hanımlara ise, sözünü ettiğimiz hususlardan yana güven akında olunduğundan dolayı selâm vermek güzeldir. Atâ ve Katade'nin görüşü budur. Mâlik ve İlim adamlarından bir gurup da bu kanaattedir. Şu kadar var ki, Kûfeli âlimler, selâm verenin kadınlara mahrem olmaması halinde selâm vermesini kabul etmez ve şöyle derler: Ezan okumak, kamet getirmek, namazda Kur'ân'ı açıktan okumak kadınlardan sakıt olduğuna göre, selâmı atmaları da onlardan sakıttır. O bakımdan hanımlara selâm verilmez. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü Buhârî, Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bizler cuma günü gelmesinden dolayı sevinirdik- Ona, neden diye sordum, dedi ki: Bizim kocamış bir kadın vardı. Bu kadın Budaa'ya -İbn Mesleme der ki: Medine'de bir hurmalığın adıdır- birisini gönderir, oradan pazı kökleri aldırır, bunu tencereye koyar, üzerine de birkaç tane arpa öğütür atardı. Cuma namazım kıldık mı, namazdan çıkıp onun yanına gider, ona selâm verirdik, O da bu pişirdiği yemeği önümüze getirir, koyardı ve bundan dolayı sevinirdik. O sırada, ancak cuma namazını kıldıktan sonra kaylule yapar (öğle vakti dinlenmeye çekilir) ve yemek yerdik." Buhârî, Hars 21, Et'ime 17, İsti'zan 16. Selâmın da, selamın alınışının da işitilecek sesle olması sünnettir. Parmakla veya elle işaret, Şâfiî'ye göre yeterli değildir. Bize göre uzak olunması halinde yeterli gelir. İbn Vehb, İbn Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: es-Selâm, aziz ve celil olan Allah'ın isimlerindendir. Allah, onu yeryüzüne dağım. O bakımdan onu kendi aranızda yaygınlaşırınız. Kişi, bir topluluğa selâm verip de onlar da selâmını alacak olurlarsa, onlardan bir derece üstün olur. Çünkü onlara (bunu) hatırlatmış olur. Şayet onlar selâmını almayacak olurlarsa onlardan daha hayırlı ve daha hoş olanlar onun selâmını alırlar el-A'meş de, Amr b. Murre'den, o, Abdullah b. el-Haris'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kişi, bir topluluğa selâm verecek olursa, onlara bir derece üstünlüğü olur. Eğer onlar selâmını almayacak olurlarsa, melekler onun selâmını alırlar ve onlara lanet okurlar. Selamı alan kişi, cevabını işittirmelidir. Çünkü selâm verene selâmını aldığını işittirmiyecek olursa, ona cevap vermiş, yani selâmını almış olmaz. Nitekim, selâm veren bir kimse de eğer sesini selâm verdiği kimselere işittirmeyecek olursa, ona selâm vermiş sayılmaz. Aynı şekilde selâmı alanın da selâmı aldığı işitilmiyecek olursa, selâma cevap vermiş olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Selam verdiğiniz takdirde sesinizi işittiriniz. Selamı aldığınız takdirde de sesinizi işittiriniz. Oturacak olursanız, güvenlikle oturunuz. Kiminiz, kiminizin sözünü de alıp (başka yere) taşımasın." İbn Vehb der ki: Bana Usame b. Zeyd, Nafi'den şöyle dediğini haber verdi: Şam fakihlerinden Abdullah b. Zekeriyya diye anılan bir adam ile yolda yürüyordum. Bineğimin küçük abdestini bozmak için durması beni alıkoydu. Daha sonra ona yetiştim, fakat selâm vermedim. Bana, selâm vermeyecek misin dedi. Şöyle dedim: Ama az önce seninle beraberdim. Dedi ki: Dediğin gibi olsa dahi (yine vereceksin). Çünkü Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşları birlikte yürürler, bir ağaç aralarına girer, onları biribirinden ayırırdı. Fakat bir araya geldikleri vakit yine biri ötekine selâm verirdi. Kâfirin selâmını almanın hükmüne gelince, selâm verdiği takdirde ona: "Ve aleykum" denilerek selâmı alınır. İbn Abbâs ve başkaları der ki: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetinden maksat şudur: Eğer bu selâmı veren kişi mü’min ise, "siz ondan daha güzeli ile selâmı alın." Şayet size selâmı veren bir kâfir ise, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın dediği şekilde o selâm alınarak onlara: "Ve aleykum" denilir. Atâ ise der ki: Âyet-i kerîme yalnızca mü’minler hakkındadır. Onların dışında selâm veren olursa ona Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi "aleyke" diye cevap verilir. Derim ki: Kâfır'in selâmı alınırken "ve aleyke" diye vav harfi başa getirilerek selâmın alınacağı belirtildiği gibi, Müslim'in Sahih'inde vavsız olarak sadece "aleyke" diye gelmiştir. Manası açık olan rivâyet de budur. "Vav" ile birlikte selâmın alınmasını ifade eden rivâyetlerde ise, anlaşılması güç olan bir taraf vardır. Çünkü, atıf edatı olan vav, ortaklığı gerektirmektedir. Bu ise, onların bize ölüm ile beddua etmelerinde bizim de onlarla beraber ortak olmamızı gerektirir. Bundan dolayı bunu te'vil edenlerin farklı görüşleri vardır: Bu görüşler arasında en uygun olanı şöyle demektir: Buradaki uvav", normal özelliği ile attf içindir. Şu kadar varki, bizim onlara bedduamız kabul olunur. Fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da böyle ifade buyurmuştur. Bu "vav"ın fazla olduğu da söylenmiştir, istinaf (cümle başı olmak üzere) olduğu da söylenmiştir. Ancak en uygun olanı birinci görüştür. "Vav"sız rivâyet mana itibariyle daha güzeldir. Ancak "vav"lı rivâyet daha sahih ve daha meşhurdur, ilim adamlarının çoğunluğu da bu rivâyeti benimsemiştir. 10. Zimmet Ehlinin Selâmını Almanın Hükmü: Zimmet ehlinin selâmım almak hususunda görüş ayrılığı vardır. Müslümanların selâmını almak gibi onların da selâmını almak vacip midir? İbn Abbâs, en-Nehaî ve Katade, âyet-i kerimenin umum İfade etmesini ve sahih sünnette onların selâmının alınmasını emreden âyeti delil göstererek bu görüşü kabul etmişlerdir. Eşheb ve İbn Vehb'in kendisinden yaptığı rivâyete göre Mâlik, bunun vacip olmadığı görüşündedir. Eğer zimmet ehlinin selâmını alacak olursak, yalnızca "aleyke" deriz. İbn Tavus; zimmet ehlinin selâmını alırken "Selâm senin üstüne yükselsin; yani selâm üzerinden kalksın, diye cevap vermeyi tercih etmiştir. Bazı ilim adamlarımız ise, "es-selâm" demeyi tercih etmişlerdir. Bundan kasıt, taş'tır. Mâlik ve başkalarının bu husustaki görüşleri Hadîs-i şerîfte belirtilene uygun ve yeterlidir. İleride Meryem Sûresi'nde Hazret-i İbrahim'in babasına söylediği haber verilen: "Selam sana" (Meryem, 19/47) âyetini açıklarken zimmet ehline öncelikle selâm vermeye dair açıklamalar gelecektir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınız." Müslim, Îman 93; Ebû Dâvûd, Edeb 131; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 56, İsti'zân 1; İbn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11; Müsned I. 165, 167, II. 391, 442, 477, 495, 512. İşte bu, selâmın müşrikler dışarda olmak üzere müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Namaz kılana selâm verilmez. Selam verilecek olursa, namaz kılan muhayyerdir. Dilerse parmağıyla işaret ederek selâmını alır, dilerse namazını bitirinceye kadar selâmı almaz. Namazı bitirdikten sonra selâmı alır. Def’i hacette bulunana da selâm vermemek gerekir. Verilecek olursa, selâmı alma yükümlülüğü yoktur. Böyle bir durumda iken adamın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına uğrar, Hazret-i Peygamber ona şu cevabı verir: "Benim bu halde olduğumu görür veya bu halde beni bulursan bana selâm verme. Çünkü (bu haldeyken) bana selâm verecek olursan, senin selâmını almam." İbn Mâce, Tahâre 27. Kur'ân okuyana da selâm vererek okumasını kesmeye sebep olunmaz. Kur'ân okuyana selâm verilecek olursa, muhayyerdir. Dilerse selâmı alır, dilerse okumasını bitirinceye kadar selâmı almaz. Okumasını bitirdikten sonra selâmı alır. Avretini açmış olduğu halde hamama girene veya hamam ile ilgili bir meşguliyette bulunana da selâm verilmez. Bu durumda olmayana ise selâm verilir. 12. Selam Vermenin ve Almanın Ecri: Yüce Allah: "Şüphesiz Allah herşeyîn hesabını hakkıyla yapandır" âyetindeki "hasîb" kelimesi, koruyup gözetleyici demektir. Bunun kâfi gelen anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hasbukellah: Allah sana yeter" ifadesinde olduğu gibi. Katade der ki: Hasîb demek, hesaba çeken demektir. Beraber yemek yiyene (muvakil) anlamında ekîl denilmesi de böyledir. Bunun hesâbtan faîl vezninde bir kelime olduğu da söylenmiştir. Burada bu sıfatın zikredilmesi gayet güzeldir. Çünkü âyet-i kerimenin ifade ettiği mana, insanın yaptığından fazlasını alması yahut daha azını veya tam karşılığım alması ile ilgilidir. Nesâî'de İmrân b. Husayn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyordum. Bir adam geldi ve selâm vererek; es-selâmû aleykum dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun selâmını aldı ve: "On" diye buyurdu. Sonra adam oturdu. Daha sonra bir başka kişi geldi, o da: Esselâmu aleykum ve- rahmetullah dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını aldı ve: 'Yirmi" dedikten sonra adam oturdu. Bir diğeri daha geldi ve: Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berhakâtuhû dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını aldı ve: "Otuz" dedi. Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizî, İsti'zân 2. Görüldüğü gibi bu haber tefsir edici bir haber olarak gelmiştir. O da şudur: Her kim müslüman kardeşine selâmun aleykum diyecek olursa ona, on hasene yazılır. Eğer esselâmu aleykum ve rahmetullah diyecek olursa, ona yirmi hasene yazılır. Şayet esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berâkâtuhu diyecek olursa, ona otuz hasene yazılır. Selamı alana da aynı şekilde ecir verilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 87Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur. Yemin olsun ki O, gerçekleşeceğinden hiç şüphe olmayan Kıyâmet gününde hepinizi mutlaka bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kimdir? Yüce Allah'ın: "Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur" âyeti, mübtedâ ve haberdir "Yemin olsun ki O, mutlaka hepinizi bir araya toplayacaktır" âyetinin başındaki "lâm" yemin içindir. Bu âyet-i kerîme, öldükten sonra diriliş hakkında şüpheye düşen kimseler hakkında nâzil olmuştur. Yüce Allah kendi zatına yemin ederek bunun gerçekleşeceğini bildirmektedir. Eğer "lâm" dan sonra (fiilin sonunda) şeddeli bir "nûn" geliyor ise: o "lâm" kasem "lâm"ıdır Âyetin anlamı, ölüm ile ve yerin altında Kıyâmet gününe kadar toplayacaktır derler, şeklindedir. Bazıları, buradaki “.....” edatı ifadede bir sıradır (fazladan gelmiştir), anlamı ise, mutlaka Kıyâmet gününde hepinizi bir araya toplayacaktır şeklindedir. Kıyâmete bu ismin veriliş sebebi ise, insanların o günde, aziz ve celil olan âlemlerin Rabbi huzuruna kalkacaklarından dolayıdır. Yüce Allah şöyle buyurmakladır: "Yoksa onlar, büyük bir gün için muhakkak tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı ki. O günde insanlar Âlemlerin Rabbi'nin huzuruna kalkacaklardır." (el-Mutafifin, 83/4-6) Şöyle de denilmiştir: Kıyâmet günü, insanlar kabirlerinden kıyâmet için kalkacaklarından dolayı bu ad verilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, kabirlerinden hızlıca çıkacaklardır." (el-Meâric, 70/43) Kıyâmet kelimesinin aslı "vavlıdır. "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" âyetindeki "Söz" kelimesinin nasb edilmesi, beyan olduğundandır. Anlamı, Allah'tan daha doğru sözlü hiçbir kimse yoktur, demektir. Hamza ve el-Kisâî, “.....” kelimesini "sâd" yerine "ze" harfi ile; “.....” diye okumuşlardır. Diğerleri, "sâd" ile okumuşlardır. Kelimenin aslı "sâd" iledir. Bu iki harfin mahreç bakımından biribirlerine yakınlığı dolayısıyla "sad" yerine "ze" ile okumuşlardır. 88Allah, onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıvermişken, münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız? Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına asla doğru bir yol bulamazsınız. "Münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız." Ne diye birbirinden farklı iki guruba, iki fırkaya bölündünüz. Müslim'de, Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyet göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud'a çıktığında beraberinde olanlardan bir kesim geri dönmüştü. Bunun ürerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı, onlar hakkında iki guruba bölündü, Kimisi: Onları öldürelim dedi, kimisi de: Hayır Öldürmeyelim, dedi. Bunun üzerine: "... münafıklar hakkında ne diye İki guruba ayrıldınız" ayeti nâzil oldu. Müslim, Sıfâtu'l-Munâfıkûn 6. Bunu Tirmizî rivâyet etmiş ve şunu eklemiştir: Peygamber buyurdu ki: "Bu Medine (Tıbe)'dir." Yine şöyle buyurdu; "Ateş nasıl ki demirin pisliğini gideriyor ise, bu şehir de pislikleri öylece dışart çıkartır" Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4. sûre 14. Buhârî de der ki: "Bu Tîbe'dir. Ateş nasıl ki gümüşün pisliklerini (yabancı maddelerini) uzaklaştırıyor ise, bu şehir de bu şekilde pis ve murdar olanları dışarı çıkartır" Buhârî, Tefsir 4, sûre 15, Fedaîli'l-Medine 10, Meğâzî 17; Müsned, V, 184, 187, 188. Burada kastedilen münafıklar, Uhutl günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yardımdan vazgeçip, onunla birlikte çıkmışken askerlerini de geri alıp çekilen Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşlarıdır. Nitekim buna dair açıklamalar, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/153. ve sonraki ayetlerin tefsiri) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs ise der ki; Bunlar Mekke'de îman edip hicreti terkeden bir topluluktur. ed-Dahhak der ki; Ayrıca bunlar şöyle derlerdi: Eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) galip gelirse, onun peygamber olduğunu bilmiş oluruz. Şayet bizim kavmimiz galip gelirse biz bunu daha çok severiz. Bunun üzerine müslümanlar, bunlar hakkında iki guruba ayrıldılar. Bir kesim onu dost ediniyor, bir kesim de onlardan uzak kalıyordu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız?" diye buyurdu. Ebû Seleme b. Abdurrahman ise, babasından (Abdurrahman b. Avf tan) naklettiğine göre, bu âyet-i kerîme, Medine'ye gelen ve müslüman olduklarını açıklayan bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Medine'nin sıtmasına ve ateşli hastalığına yakalandılar. Bunun üzerine baş aşağı döndürülüp, Medine'den çıkıp gittiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbından bir gurup onlarla karşılaşınca: Ne diye geri dönüyorsunuz? diye sordular, şu cevabı verdiler: Medine'nin sıcağından rahatsızlandık. O bakımdan orada kalmak işimize gelmedi. Bu sefer karşılarına çıkanlar şöyle dediler: Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sizin için uyulacak bir örnek olmuyor mu? Ashâbın bir bölümü: Banlar münafıklık ettiler derken, bir bölümü de: Münafıklık etmediler, müslümandırlar dediler. Bunun üzerine yüce Allah da: "Allah onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıvermişken, münafıklar hakkında ne diye iki guruba ayrıldınız" ayetini indirdi. Müsned, I, 192, Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, II, 610’de. Nihayet Medine'ye geldiler ve kendilerinin muhacir olduklarını iddia ettiler. Bundan sonra da irtidat ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dan, ticaret yapmak üzere kendilerine ait bir takım malları getirmek üzere Mekke'ye gitmek için izin istediler. Mü’minler de onlar hakkında anlaşmazlığa düştü. Kimisi bunlar münafıktırlar derken, kimisi de: Hayır mü’mindirler, dedi. Yüce Allah böylelikle onların münafık olduklarını açıkladı ve bu âyet-i kerimeyi indirerek onları öldürmeyi emretti. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur. II, 610. Derim ki: Bu konudaki (son) iki görüşü, bu ayetten sonra gelen: Allah yolunda hicret edinceye kadar..." âyeti desteklemektedir. Birincisi ise nakil itibariyle daha sahihtir. Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin tercih ettiği de odur. "îki gurup" anlamına gelen: “.....” kelimesi hal olarak nasb olmuştur. Nitekim Ne diye ayaktasın dediğimizde, "ayaktasın" anlamındaki kelime hal'dir. Bu açıklama el-Ahfeş'den nakledilmiştir. Kûfeliler der ki: Bu, “.....” Ne diye . “.....”ın haberidir. Nitekim, “.....” kelimelerinin haberi gibidir. Haberin başına da elif lâm'ın gelmesini de câiz kabul ederler el-Ferrâ' ise "Onları baş aşağı etti" âyeti, onları küfre döndürdü ve baş aşağı çevirdi demektir, der. en-Nadr b. Şumeyl ve el-Kisâî de böyle demiştir. Bir şeyi baş aşağı çevirmek veya onun başını sonuna döndürmek demektir. “.....” ise “.....” ile aynı anlamda olmak üzere, baş aşağı döndürülmüş, demektir. Abdullah ile Ubey (Allah ikisinden de razı olsun)"in kıraatinde ise, -hemzesiz olarak-: “.....” şeklindedir. Abdullah b. Revaha der ki: "Kapkaranlık bir fitneye başaşağı döndürüldüler Gecenin karanlığım andıran, arkasından fitneler gelen" Bir kişinin daha önceden kurtulmuş olduğu bir işe tekrar döndürülmesini ifade etmek için de: (.......) denilir. (Bu kökten gelen) er-Rukûsiyye ise, hristiyanlarla Sâbiîler arasında bir inanca sahip olan bir kavimdirler. Ekin dövüldüğü esnada öküzün harmanın ortasında durup, diğer öküzlerin de etrafında durması halinde, duran öküze: “.....” denilir. "Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?" Yani onlar hakkında mü’minler gibi hüküm verilmek sureciyle onları sevaba, ecre mi yöneltmek istiyorsunuz? "Allah'ın saptırdığına asla doğru bir yol bulamazsın." Yanı, böyle birisini hidayete, doğruluğa ve doğruyu istemesine sebep olacak bir yola iletemezsin. Bu ise, hidayetlerini kendilerinin yarattıklarını söyleyen Kaderiyye ve aynı kanaati savunan diğer fırkaların kanaatlerini reddetmektedir. Nitekim, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha Sûresi, 31. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 89Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup böylece birbirinize eşit olmanızı arzu ederler. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden kimseyi veli edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz. Ve onlardan hiçbir veli ve hiçbir yardımcı edinmeyin. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; 1. Münafıklardan Teberrî ve Hicret: Yüce Allah'ın: "Onlar... sîzin de kâfir olmanızı arzu ederler" onlar da küfür ve münafıklıkta kendileri gibi ve eşit olmanızı temenni ettiler, demektir. Yüce Allah da böylelerinden teberri edip uzaklaşmayı emrederek şöyle buyurmaktadır: "O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden kimseyi veli edinmeyin." Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir velayet bağınız yoktur." (el-Enfal, 8/72) Hicret birkaç türlüdür. Bunlardan birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yardımcı olmak üzere Medine'ye hicret etmekti. Bu hicret, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" Buhârî, Cezâu’s-Sayd 10, Cihad 1, 27, 194, Meğazî 53; Müslim, İmâre, 85-86; Siyer 33; Nesâî, Bey'at 15; Dârimî, Siyer 69; Müsned, I, 226 ..., II, 215, III, 401... V, 71, 187, VI, 466. âyetine kadar, İslâm'ın ilk dönemlerinde vacip-(farz) idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkılan gazalarda münafıkların hicreti (onlardan uzaklaşmak) de böyledir. Dâr-ı harpçe İslama girenlerin hicret etmesi (Dâr-ı İslâm'a göç etmesi) de aynı şekilde vaciptir, Müslüman kimsenin Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyleri hecr etmesi (onlardan uzak durması) da böyledir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır; "Muhacir, Allah'ın kendisine haram kıldığını hecr eden (ondan uzak duran) kimsedir." Buhârî, İmân 4, Rikaak 26; Ebû Dâvûd, Cihâd 2, Nesâî, Îman 9; Müsned, II, 163, 193...,VI, 21, 22. Bu iki hicret yolu ise şu ana kadar sabittir (hükümleri devam etmektedir). Masiyet işleyen kimseleri de tehdit etmek üzere masiyetlerinden vazgeçinceye kadar hecr edip tevbe edecekleri vakte kadar onlarla konuşulmaması, onlarla birlikte oturup kalkılmaması da bir hicrettir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Züheyr ile iki arkadaşına karşı böyle davranmıştı. (et-Tevbe, 9/118. âyetin tefsiri) "Eğer yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürünüz." Yani, şayet onlar tevhidden ve hicret etmekten yüz çevirecek olurlarsa, ister Harem bölgesinde, İster Harem'in dışında nerede olursa olsun onları ashâb alınız, öldürünüz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak, bundan bir takım istisnalarda bulunulmuştur ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele alacağız. 90Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut hem sizinle, hem kendi kavimleriyle Savaşmaktan göğüsleri daratarak size gelenler müstesnadır. Allah dileseydi, elbette onları üzerlerinize saldırtır, sizinle Savaşırlardı. Şayet onlar sizden uzak durup da sizinle Savaşmazlar, sizinle barış içinde kalmak isterlerse artık Allah size onların aleyhine bir yol bırakmamıştır. 2. Yakalanıp Öldürülme Hükmünden İstisna Edilenler: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar... müstesnadır." Yani, böyle bir kavim ile ilişkiye girip, aralarındaki himaye ve antlaşmaların kapsamına girenler müstesnadır. Âyetin anlamı şudur: Sîzinle antlaşması bulunan bir kavim ile antlaşma yapmış kimseleri öldürmeyiniz. Çünkü, bunlar da (dolaylı olarak) antlaşma yaptığınız kavmin antlaşması çerçevesinde sayılırlar Daha sonra bu antlaşmaların hükmü kaldırıldığından dolayı bu İstisna da kaldırılmış oldu. Bunun, böyle olduğu ise, Mücahid, İbn Zeyd ve diğerlerinin görüşüdür. Ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenen en sahih görüş de budur. Ebû Ubeyd der ki: "Sığınanlar" o antlaşmaya, intisab edenler anlamındadır. el-A'şa'nın şu beyiti de bu kabildendir: "O, intisab ettiğinde (nesebini açıkladığında, nesebim) Bekr b. Vail’e gider, der. Halbuki, burunlar yerde sürtülse de yine onu ashâb alan Bekr’lilerdir." Görüldüğü gibi burada bu kelime, nesebini intisab etmek anlamında kullanılmıştır. el-Mehdevî der ki: Ancak böyle bir mana vermeyi ilim adamları kabul etmezler. Çünkü neseb, kafirlerle çarpışıp onları öldürmeye engel değildir. en-Nehhâs der ki: Böyle bir açıklama büyük bir yanlıştır. Zira bu, yüce Allah'ın müslümanlarla arasında herhangi bir neseb bağı bulunan bir kimseyle Savaşmayı yasakladığı kanaatini verir. Halbuki müşrikler ile ilk İslam'a girenler arasında sağlam neseb bağları vardı. Bundan da daha ağır (bilgisizlik), bu hükmün önceleri sözkonusu olup sonradan nesh olduğunu bilmektedir. Zira te'vil ehli (tefsir bilginleri) bu hükmü, Tevbe Sûresi'nin nesh ettiği üzerinde İcma etmişlerdir. et-Tevbe Sûresi ise, Mekke'nin fethinden ve Savaşların ardı arkasının kesilmesinden sonra nâzil olmuştur. Taberî de bu manada açıklamalarda bulunmuştur. Derim ki: Kimi ilim adamı, intisab etmenin emân anlamına geldiğini açıklamışlardır. Yani, emanı bulunanlara müntesıb olan bir kimse, emana bağlı olanların hepsi gibi o da emin olur. Yoksa buradaki intisab, akrabalık anlamına gelen neseble alakalı değildir. Kendileriyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bu şekilde bir antlaşma bulunanların kimlikleri hususunda farklı görüşler vardır. Bunların Müdlicoğulları olduğu söylenmiştir. el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: Müdlicoğulları ile Kureyşliler arasında bir akid vardı. Kureyşlilerle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında da bir ahid vardı. Ikrime de der ki: Âyet-i kerîme Hilâl b. Uveymir, Süraka b. Cu'şub, Huzeyme b. Amir b. Abdimenaf hakkında nâzil olmuştur. Bunlarla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir ahid vardı. Bunların Huzaalılar olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavimden kastettiği, Bekr b. Zeyd b. Menatoğullarıdır. Bunlar da barış ve ateşkes antlaşması çerçevesinde idiler. Bu âyeti kerimede kendileriyle Savaşılan harb ehli kimseler ile müslümanlar arasında -eğer müslümanların lehine bir maslahat varsa,- barış antlaşmasının yapılabileceğine bir delil vardır. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle- (8/72-75. ayetlerin tefsirinde 4 ve 5- başlıklarda) ve (9/4. ayet ve devamının tefsirlerinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "Yahut hem sizinle, hem kavimleriyle Savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler müstesnadır" âyetindeki: "Daralmış, daralarak," anlamındadır. Lebîd der ki: "Ovaya indim, o (atım) ise alabildiğine yüksek bir hurma ağacını andırıyordu. Hertürlü eksiklikten uzak ve hurma ağacının tepesindeki meyveleri toplamak isteyenlerin isteklerini elde etmekten yana göğüslerinin daraldığı bir hurma ağacı gibiydi." Görüldüğü gibi burada şair; "uzun olan hurma ağacını toplamaktan yana göğüsleri daralmış kimseleri" kastetmektedir. Sözde "hasr" da, konuşan bir kimsenin konuşurken darlık ve sıkıntı çekmesi demektir. "el-Hasır" ise, sırrı alabildiğine gizleyen kimse demektir. Şair Cerîr de der ki: "Yemin olsun, jurnalciler benim yanılmamı çok istediler. Fakat onlar, ey Umeym, senin sırrını alabildiğine gizleyen ve bu hususta çok cimri birisine rastgeldiler(dediler)." Âyet-i kerimedeki "Daralmış olarak," âyetinde -tahkik anlamını ifade eden-: “.....” edatı gizlidir. Bunu el-Ferrâ' söylemiştir. Bu âyet da "Size gelenler"deki merfu' zamirden haldir. "Filan kişi aklı başından gitmiş olarak geldi" demeye benzer. Bunun bir haberden sonra İkinci bir haber olduğu da söylenmiştir. Bunu da ez-Zeccâc demiştir. Yani size gelenler müstesnadır Sonra da bunların durumlarını haber vererek : "Kalpleri de -sizinle Savaşmaktan- daralmıştır" demektedir Buna göre “.....” âyeti “.....”dan bedel olur. Bu kelimenin kavmin sıfatı olmak üzere cer mahallinde olduğu da söylenmiştir. Ubey'in kıraatinde ise: "Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınan ve göğüsleri daralanlar müslesnâdır" şeklinde olup, “.....” Yahut... size gelenler, ibaresi yoktur. Bu ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Yahut göğüsleri daralmış erkekler veya bir topluluk olarak size gelirlerse, o takdirde bu, hal üzere nasb edilmiş bir mensubun sıfatı olur. el-Hasen ise, bunu: "Yahut sizlere göğüsleri daralmış olarak gelirlerse" şeklinde hal üzere mansub olarak okumuştur, Mübteda ve haber olmak üzere bunun merfu' olması da mümkündür. (O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Yahut size gelirlerse ve kalpleri de... daralmış bulunuyorsa). "Veya size göğüsleri daralmışlar olduğu halde gelirlerse" şeklinde bir okuyuş da nakledilmiştir. "Daralmışlar" anlamına gelen kelimenin merfu’ okunması da bu takdirde caizdir. Muhammed b. Yezid ise der ki: “.....” âyeti onlar hakkında bir bedduadır (Anlamı: Kalpleri daralasıca onların, şeklinde olur). “.....” Allah kâfire lanet etsin, demek gibi. Bunu da el-Müberred demiştir. Şu kadar varki, kimi müfessirler bunu zayıf kabul etmiş ve şöyle demiştir: Bu açıklama, onların kavimleri ile Savaşmamayı gerektirir. Oysa bu tutarsızdır. Zira kendileri de kâfirdirler, kavimleri de kâfirdirler. Ancak bunun anlamının doğru olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. O takdirde Savaşmamak müslümanlar hakkında, onlar için bir taciz, kavimleri hakkında da bir tahkir mahiyetinde olur. Buradaki "ev: veya"nin "vav" (ve) anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınıp, sizlere de gerek size karşı gerekse de sizinle birlikte Savaşmaktan yana kalpleri daraldığından dolayı her iki kesimle de Savaşmaktan hoşlanmayarak size gelirlerse... Burada sözü geçenlerin bu esas üzere kendileriyle antlaşma yapılmış kimseler olmaları ihtimali de vardır. O takdirde bu bir çeşit ahid olur. Veya bunlar: Biz müslüman oluruz fakat Savaşa katılmayız, diyen kimseler de olabilirler. İslâm'ın ilk dönemlerinde Allah kalplerinde takva için genişlik verinceye, İslâm için kalplerini açıncaya kadar bunun onlardan kabul edilmiş olması ihtimali vardır, Ancak, birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yahut... Savaşmaktan" âyeti nasb mahallîndedir. Yani hem size karşı (hem kendi kavimlerine karşı) Savaşmaktan yılmışlar olarak.., anlamındadır. 5. Mü 'minlere Ceza Olmak Üzere, Allah Dilediği Takdirde Kâfirleri Mûsallat Kılabilir. Yüce Allah'ın: "Allah dileseydi, elbette onları üzerinize saldırtır, sizinle Savaşırlardı." Âyetinde geçen, Allahın, müşrikleri mü’minlere musallat kılması (saldırtması), onlara bu gücü vermesi ve bu hususta onları güçlendirmeşiyle olur. Bu da ya müslümanlar arasında münkerin yaygınlaşıp masiyetlerin ortaya çıkmasına karşılık bir ceza ve bir intikam ile olur. Ya da bir ibtilâ ve bir deneme için yapılır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki Biz, içinizden cihad edenleri ve saberdenleri açıkça ortaya çıkartalım ve haberlerinizi açıklayalım diye sizleri imtihan edeceğiz" (Muhammed, 47/31.) Ya da bu, günahlarını temizlemek için de yapılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de Allah mü’minleri (günahlarından) temizlesin diye." (Âl-i İmrân, 3/141) Bundan önceki âyetler ile ilişki ve bağlantı cihetine gelince: Sizler haklarında anlaşmazlığa düştüğünüz münafıktan öldürünüz. Hicret etmeleri ve sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme varıp o kavmin girdiği antlaşmanın kapsamına girenleri müstesna. O takdirde o antlaşmakların hükmünü alırlar Yine, size karşı veya kavimlerine karşı Savaşmaktan yana göğüsleri daralmış halde size gelip sizin aranıza katılanlar da müstesnadır, böylelerini de öldürmeyiniz. 91Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz. Ne zaman fitneye döndürülürlerse onun İçine baş aşağı atılırlar. Şayet sizden uzak durmaz, size barış teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte böylelerine karşı size apaçık bir yetki verdik. Allah'ın: "Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak iseteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz" âyetinin anlamı, önceki âyetin ifade ettiği anlam gibidir. Katade der ki: Bu âyet-i kerîme hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nezdinde emin olmak, hem de kavimleri arasında emin kalmak isteyen Tihameli bir kavim hakkında nâzil olmuştur. Mücahid der ki: Bu, Mekkeli bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. es-Süddî de der ki: Bu âyet-i kerîme, Nuaym b. Mes'ûd hakkında inmiştir O, hem müslümanlar yanında emniyetteydi, hem de müşrikler arasında. el-Hasen der ki: Bu münafıklardan bir topluluk hakkındadır. Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Esed ve Gatafanlılar hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Medine'ye gelip İslama girdiler, sonra da kendi yurtlarına geri döndüklerinde kâfir olduklarını açıkladılar. Yüce Allah'ın: "Ne zaman fitneye döndürülürlerse, onun içine baş aşağı atılırlar" âyetindeki: "Döndürülürler" kelimesini, Yahya b. Vessab ile el-A'meş "radıyallahü anh" harfini esreli olarak: “.....” diye okumuşlardır. Çünkü bu kelimenin aslı: “.....” şeklindedir. İki dal harfi idğam edildikten sonra birinci dal'ın esresi "re" harfine takınmış olmaktadır. Buradaki fitneye döndürülmekten kasıt, küfre döndürülmektir. Buna çağrıldılar mı "içine baş aşağı atılırlar." Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, sizden yana emin olmak için size karşı zahiren barış içerisinde olduklarını ortaya koyacaklar bulacaksınız. Fakat, herhangi bir fitne ortaya çıkacak olursa size karşı o fitneyi çıkartanlarla beraber olurlar. "Onun içine baş aşağı atılırlar" âyeti ise, sizinle yapmış olduktan antlaşmadan gerisin geri dönerler demektir. Anlamının şirke çağırıldıkları takdirde, tekrar şirke avdet eder ve dönerler, şeklinde olduğu da söylenmiştir. 92Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köle-azad etmesi ve (ölenin) akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Onların (diyeti katile) sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Şayet (öldürülen) mü’min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise, o zaman katilin mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense, o vakit akrabalarına bir diyet vermek ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Kim bulamazsa, -Allah'tan bir tevbe olmak üzere- iki ay aralıksız oruç tutmalıdır. Allah çok iyi bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hata Yoluyla Öldürmenin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez" diye başlayan bu âyet-i kerimesi, ahkâma dair ana âyetlerden birisidir. Âyet hata yoluyla olması dışında mü’min, mü’min bir kimseyi öldürmemelidir, demektir. “.....” ifadesi, nefy' için değildir. Bu, haram kılmak ve yasaklamak içindir. Yüce Allah'ın: "Resûlüllah'a eziyet vermeniz sizin, için olacak birşey değildir" (el-Ahzab, 33/53) âyetinde olduğu gibi. Eğer bu nefyr anlamında olsaydı, hiçbir şekilde mü’min bir kimse bir diğer mü’mini hata yoluyla dahi olsa öldürmez, demek olurdu. Çünkü Allah’ın nefyettiği birşeyin var olması mümkün olamaz. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün değildir" (en-Neml, 27/60) Kulların o bahçelerin ağaçlarını bitirmeye ebediyyen güçleri olmaz. Katade der ki: Âyetin anlamı, Allah'ın ahdi ve hükmü gereğince onun böyle bir şey yapma hak ve yetkisi yoktur, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Şu anda böyle bir hak ve yetkisi olmadığı gibi, geçmişte de böyle bir yetkisi yoktu. Daha sonra birincisinden olmayan bir şekilde (yani kendisinden istisna edilenden olmayan bir şekilde) munkatı' bir istisnada bulundu. Munkatı' istisna ise, “.....” Ancak, anlamında değil de: “.....” Ama anlamında olan istisnadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Hiçbir şekilde mü’minin mü’mini öldürmesine imkân yoktur. Ama hataen onu öldürecek olursa şu yükümlülüğü yerine getirmelidir. Sîbeveyh ve ez-Zeccâc'ın görüşleri (Allah ikisine de rahmet eylesin.) budur. Yüce Allah'ın şu âyeti de munkatı' istisnaya bir örnektir: "Onların bu hususa dair hiçbir bilgileri yoktur. Zanna tabi olmaktan başka." (en-Nisa, 4/157) en-Nâbiğa da der ki: "İkindi vakti, akşam üzeri kısa bir zaman durdum, ona sordum, Bana cevap veremedi ve kimse yoktu evde. Olan yalnızca yerinden ayıramadığım sıkı bağlanmış binek bağlarıydı. Bir de kazılması zor bir yerde gereksiz yere su biriktirmek için havuzu andıran evinin etrafındaki çukurdu." Görüldüğü gibi burada istisna edilen "bağlar" kendisinden istisna yapılan "kimse" nin gerçek anlamda cinsinden olmadığından dolayı onun kapsamına girmemektedir. (Yani bu istisna munkatı' dır). Bunun bir benzeri de bir başka şairin şu beyitidir: "Sukam vadisi içinde teselli edecek hiçbir dost kalmayıp büsbütün boşalıverdi Orda sadece yırtıcı hayvanlar ve mazı ağaçlarına çarpan geçip giden rüzgar var." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve bir şehir ki orada teselli verecek bir dost yok Yalnızca ceylanlar ve yaban inekleri vardır." Bir diğeri de şöyle demektedir: "Kimi adamlar ise meyvesiz hurma ağacına benzer Gölgesi de yoktur, ama hurma ağaçları arasında sayılır." Bunu Sîbeveyh nakletmektedir. Buna benzer şiirler de pek çoktur. Bunun en güzellerinden birisi de Cerir'in şu beyitidir "O öyle beyaz tenlilerdendir ki uzak bir yere yolculuk yapmamıştır Ve o, üzerinde yolculuk resimleri bulunan ince elbiselerin etekleri müstesna yere basmış değildir." Şair; İnce elbiselerin eteklerine basması dışında yere basmamıştır demiş gibidir. Bu âyet-i kerîme Ayyaş b. Ebi Rebia'nin Âmiroğullarından el-Haris b. Yezid b. Ebi Enise'yi aralarındaki bir kin dolayısıyla öldürmesi üzerine nâzil olmuştur. el-Haris, müslüman olarak Medine'ye hicret edince, Ayyaş onunla karşılaşmış, müslüman olduğunu bilmeden onu öldürmüştü- Durum kendisine haber verilince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benimle Haris'in başından bildiğin olay cereyan etmiş bulunuyor. Ben, onu öldürünceye kadar onun İslama girdiğini bilmiyordum. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, S. İ73; el-Beyhaki, es-Sünenu'l-Kubrâ, VII, 127. Buradaki istisnanın muttasıl bir istisna olduğu da söylenmiştir. Yani, mü’min bir diğer mü’mini öldüremez ve ona kısas uygulayamaz. Hata ile onu öldürmesi hali bundan müstesnadır. Yine bu durumda ona kısas uygulamaz, ama bu durumda şunlar şunlar yapılmalıdır. Bir diğer şekil de, karar kılmak ve meydana gelmek anlamında “.....”'ın takdir edilmesidir. Şöyle buyurulmuş gibidir; Hata ile olması müstesna, mü’min bir kimsenin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak, meydana gelecek bir şey değildir. Çünkü hatalı hallerde mü’min bazen elinde olmayarak bu duruma düşebilir. Bu iki açıklama şekline göre ise istisna munkatı' olmaz. Buna göre âyet-i kerîme, kasten öldürmenin büyük bir iş olduğunu ve olmaması gereken bir hadise olduğunu ihtiva etmiş olur. Şöyle denmiş gibi olur: Ey filan, unutmuş olman müstesna, senin böyle birşey söylemen olacak birşey değildir. Bu ise, her halükârda böyle bir sözü söylemeyi yasaklamakla birlikte kasti olarak bu sözün söylenmesinin ne kadar büyük olduğunu ifade etmektedir. Âyetin anlamının: "Ve" hata ile dahi olsa öldüremez, şeklinde olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: "İllâ” İstisna edatının "vav" anlamına kullanılması mümkün değildir. Arap dilinde böyle bir kullanım bilinmediği gibi, mana bakımından da doğru değildir. Çünkü hata yapılan bir şey yasak kılınmaz. Diğer taraftan bu âyetin hitap delilinden kâfirin müslümanı öldürmesinin câiz olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü müslümanın kanı haramdır. Mü’minin burada özellikle anılması, onun şefkat, kardeşlik, merhamet ve akidesini vurgulamak içindir. el-A'meş, "hataen" kelimesini üç yerde Bu kelime bu şekilde ("hataen"), Kur'ân-ı Kerîm'de sadece iki kere geçmektedir ve ikisi de bu ayet-i kerimededir. de (bir) medli olarak “.....” seklinde okumuştur. Hata yoluyla (yanlışlıkla) öldürme şekilleri ise, sayılamayacak kadar pek çoktur. Hepsinin ortak yönü ise öldürme kastının bulunmayışıdır. Mesela, müşriklerin saflarına atış yaptığı halde müslüman bir kimseye isabet ettirmesi, yahut önünden öldürülmeyi hakeden zina etmiş yahut muharip veya mürted bir kimse koşarken kendisi de onu öldürmek kastıyla arkasından giderken bir başkası ile karşılaşır ve karşılaştığı bu kimseyi o zannederek öldürürse bu da hata yoluyla bir öldürme olur. Veya bir hedefe doğru atış yaparken bir insana isabet ettirmesi ya da bunun gibi haller bu kabildendir. Bunlar, hakkında görüş ayrılığı bulunmayan hususlar arasındadır. Hatâ, “.....” dan bir isimdir. Eğer kasten yapılmamış ise, yanlışlıkla yapılan is demektir O bakımdan hata, “.....” yerini tutan bir isimdir. Bir şey yapmak isterken, bir başkasını yaparsa; “Hata etti, denildiği gibi yine doğru olmayan bir iş yapan kimseye de “Hata etti, yanlış yaptı denilir. İbnü'l-Münzir der ki: Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez... ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" âyeti ile, hataen öldüren mü’minin diyet vereceğini hükme bağlamıştır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sabit olan sünnet de bunu tesbit etmiş, ilim ehli de hükmün bu olduğunu icma ile ifade etmişlerdir. Davud (ez-Zahirî), öldürmede hür ile köle arasında ve (yaralamalarda.) kısasın uygulanabileceği bütün azalarda kısas uygulanacağı görüşündedir. O, bu görüşünü yüce Allah'ın; "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana karşılık can...yaralar da birbirine kısastır" (el-Mâide, 5/45) âyetine dayandırır. Aynı zamanda Hazret-i Peygamberin: "Müslümanlar, kanlarıyla birbirlerine denktirler." Ebû Dâvûd, Cihad 147, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 10,13: İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 211. 215. Âyetine da dayanmaktadır. Hazret-i Peygamber, görüldüğü gibi burada hür ile köle arasında bir ayrım gözetmemiştir. Aynı zamanda bu İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki; Öldürme dışında hürler ve köleler arasında kısas söz konusu değildir. Öldürme halinde, tıpkı hürre karşılık kölenin öldürülmesi gibi, köle karşılığında da hür öldürülür. Ancak, yaralama ve organlarda hiçbir şekilde aralarında kısas yoktur. İlim adamları, yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mir mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez" âyetinin kapsamına kölelerin girmediğini icma ile kabul etmişlerdir. Bununla yalnızca hürlerin kastedilip kölelerin kastedilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Hazret-i Peygamber'in; "Müslümanlar kanlarıyla birbirlerine denktir" âyeti de bu şekildedir. Bununla yalnızca hür olanlar kast edilmiştir, Cumhûr bu görüştedir. Eğer öldürmeden daha aşağı hallerde hürlerle köleler arasında kısas söz konusu değilse, öldürmede kısasın olmaması bundan daha uygundur. Bu husustaki açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 3. Hataen Öldürmenin Cezası ve Hikmeti: Yüce Allah'ın: "Mü’min bir köle azad etmesi" âyeti, mü’min bir köle azad etmesi gerekir, bu onun görevidir, demektir, İşte bu, yüce Allah'ın hataen öldürmeye ve ileride de geleceği gibi (bk. el-Mücadele, 58/3-4. âyetlerin tefsiri) zihâr için de farz kıldığı keffârettir. İlim adamları hangi köleyi azad etmenin yeterli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, el-Hasen, en-Nehaî, en-Nehaîr Katade ve başkaları derler ki: Mü’min köle demek, namaz kılan ve aklı îmana eren köledir. Bu hususta küçük köle yeterli değildir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Atâ b. Ebi Rabah ise şöyle demektedir: Müslümanlar arasında doğmuş küçük köle de yeterlidir. Aralarında Mâlik ve Şâfiî'nin de bulunduğu bir topluluk şöyle demektedir: Öldüğü takdirde cenaze namazı kılınacağı ve defn edileceği hükmüne tabi tutulan her bir kölenin azad edilmesi yeterlidir. Mâlik der ki: Bununla birlikte namaz kılıp oruç tutanın azad edilmesi benim için daha bir sevimlidir. Bütün ilim adamlarının görüşüne göre kör, kötürüm, elleri veya ayakları kesilmiş yahut çolak olanın azad edilmesi yeterli değildir. Çoğunluğunun görüşüne göre, topal ve tek gözü kör mü’min kölenin azad edilmesi yeterlidir. Mâlik der ki: Ancak aşın derecede topal olması bundan müstesnâdır. Yine Mâlik, Şâfiî ve çoğu ilim adamına göre iki elinden yahut ayaklarından birisi kesilmiş köle yeterli değildir. Ancak Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre böyle bir kölenin azad edilmesi yeterlidir. Yine çoğunluğuna göre, kendisine gelmeyen delinin azad edilmesi yeterli olmadığı gibi, Mâlik'e göre, kimi zaman deliren, kimi zaman ayılan kimsenin dahi azad edilmesi yeterli değildir. Ancak Şâfiî, bu şekilde bir kölenin azad edilmesini yeterli kabul etmektedir. İmâm Mâlik'e göre, birkaç yıla kadar azad edilecek kölenin azadı yeterli değildir. Şâfiî'ye göre ise yeterlidir. Yine Mâlik, Evzaî ve rey ashâbına göre müdebber (azad edilmesi efendisinin ölümüne bağlı olan köle) nin azadı yeterli olmaz, Şâfiî ile Ebû Sevr'in görüşüne göre ise yeterlidir. İbnü'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Mâlik der ki: Kısmen azad edilmiş kölenin keffâret olarak azadı sahih değildir. Zira yüce Allah: "Bir köle azad etmesi gerekir" diye buyurmuştur Kısmen azad edilmiş olanın ise, azadına bir köle azad edilmiş denilemez. Onun ancak bir bölümü azad edilmiştir Bir köle azad edilmesinin emredilişindeki hikmetin ne olduğu hususunda da tefsir âlimleri arasında İ'arklı görüşler vardır. Köle azad edilmesinin farz kılınması, öldürenin günahını temizlemek ve onu arıtmak içindir, denilmiştir. Onun günah, kanı himaye altında bulunan bir kimsenin tedbirsizliği ve dikkati terk etmesi dolayısıyla ölmesine sebep olmasıdır. Yine denildiğine göre öldürülen kimsenin şahsında yüce Allah'ın hakkı askıya alındığından dolayı ona bedel olmak üzere köle azad edilmesi farz kılınmıştır. Çünkü o ölenin bizzat kendi i\et"smdc V>îv Uakkv vardı ki, bu da hayat nimetinden yararlanmak ve hayatta bulunanlara helal olan tasarruflarda bulunmaktır. Yüce Allah'ın o kişide bir hakkı vardı. Çünkü o kişi de Allah'ın kullarından bir kul idi. Küçük olsun büyük olsun, hür olsun köle olsun, müslüman olsun zımmi olsun kendisini hayvanlardan ve diğer akılsız varlıklardan ayırt eden "kulluk" sıfatı vardı. Bununla birlikte bu kimsenin neslinden Allah'a ibadet edecek ve itaat edecek kimselerin gelmesi de umulmakta idi. Onu öldüren kimsenin, sözünü ettiğimiz bu manaları gerçekleştirme fırsatını ortadan kaldırmamış olduğu, belirttiğimiz bu hususu önlemiş olmadığı söylenemez. İşte bundan dolayı kefferati tazminat olarak ödemiştir. Bu hikmetlerden hangisi olursa olsun, burada şu da açıklanmış olmaktadır: Bu nass her ne kadar hataen öldüren kimse hakkında ise de bu hususta kasten öldüren de onun durumundadır. Hatta ileride açıklanacağı üzere onun keffâretle bulunmakla mükellef olması öncelikle sözkonusudur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" âyetinde sözü geçen diyet, maktulün kanının yerine geçmek üzere velisine ödenen şeydir. "Teslim edilecek" âyeti ise, ödenecek ve tediye edilecek anlamındadır. Şanı yüce Allah, Kitab-ı keriminde diyette neyin ödeneceğini tayin etmemiştir. Âyet-i kerimede mutlak olarak diyet vacip kılınmıştır. Ancak âyet-i kerimede bunun âkile üzerine mi katile mi vacib olduğu da belirtilmemiştir. Bütün bunlar, sünnetten öğrenilmektedir. Şüpheslzkî âkilenin de bu dayanışmaya katılmasının vacip görülmesi, borçların ödenmesinde ve telef edilen şeylerin tazminatında kabul edilen esas kaidelere, kıyasa muhaliftir. Ayrıca âkile, Âkile: Hatâen öldürülenin diyetini paylaşan baba tarafından akrabalardır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 287). tarafından ödenmesi icab eden bu diyet, cezanın ağırlaştırılması için vacip kılınmış olmadığı gibi, öldürenin günahının da onlar üzerinde olduğu anlamından hareketle öngörülmemiştir. Ancak bu yalnızca bir dayanışma olarak vacip görülmüştür. Ebû Hanîfe ise bunun, yardımlaşmanın nazar-ı itibara alınarak öngörüldüğü kanaatinde olduğundan, katilin divanında Yedinci başlıkta bu hususu geniş açıklamalar gelecektir. kayıtlı olanlar tarafından bu diyetin ödenmesini Öngörmüştür. Diyetin yüz deve olduğuna dair Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan haberlerle sabit olmuştur. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayberde öldürülen ve katili belli olmayan Abdullah b. Sehl için Huvayyısa, Muhayyısa ve Abdurrahman'a ödemiştir. Abdullah b. Sehl’in Hayber'de öldürülüp katilinin belli olmaması üzerine Hazret-i Peygamber, varisleri durumunda olan Abdurrahman, Huvayyisa ve Muhayyisa'ya diyet ödediğini belirten bu rivâyet için bk, Buhârî, Cizye 12, Edeb 89, Ahkâm 33; Müslim, Kasame 1-6; Ebû Dâvûd, Diyât 8; Tirmizî, Diyat 22. Böylelikle bu, yüce Allah'ın Kitabında mücmel olarak zikrolunan diyetin, Peygamberinin lisanıyla bir beyanı olmuştur. İlim ehli de, deve sahibi kimseler tarafındün yüz deve diyet ödeneceğini icma ile kabul etmekle birlikte deve sahibi olmayanlar üzerinde vacib olan diyet hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim der ki: Altın kullanılan yerde yaşayanların ödemesi gereken diyet bin dinardır. Bunlar iser Şam, Mısır ve Mağrip halkıdır. Bu, Mâlik, Ahmed, İshak, rey ashâbı ve iki görüşünden birisinde yani kadim görüşünde Şâfiî'nin görüşüdür. Aynı zamanda bu görüş, Hazret-i Ömer, Urve b. ez-Zübeyr ve Katade'den de rivâyet edilmiştir. Gümüşün yaygın olarak kullanıldığı yerde yaşayanların ödeyeceği diyet, oniki bin dirhemdir. Bunlar Irak, Farisiler ve Horasan halkıdırlar, Mâlik'in görüşü budur. O, bunu Hazret-i Ömer'den kendisine ulaşan şu habere binaen belirtmiştir: Hazret-i Ömer, kasabalarda oturan ahali hakkında diyetin kıymetini belirlemiş ve altının kullanıldığı bölge ahalisinin ödeyeceği diyeti bin dinar, gümüşün kullanıldığı bölgelerde yaşayan ahalinin ödeyeceği diyeti oniki bin dirhem olarak tesbit etmiştir. el-Müzenî der ki: Şâfiî, diyet deve ile ödenir demiştir Deve yeteri kadar bulunmayacak olursa, o takdirde Hazret-i Ömer'in kıymetini belirlediği esasa göre dirhem ve dinar cinsinden ödenir. Bu ise, altın kullanan ahali için bin dinar, gümüş kullanan ahali için oniki bin dirhemdir Ebû Hanîfe, arkadaşları ve es-Sevrî ise şöyle demektedir: Gümüş diyet miktarı onbin dirhemdir. Bunu en-Nehaî, Abîde'den o, Hazret-i Ömer'den rivâyet etmiştir. Buna göre Hazret-i Ömer, altın kullanan ahaliye diyeti bin dinar olarak tesbit ederken, gümüş kullanan ahaliye de onbin dirhem olarak tesbit etmiştir. Varlıkları inek türünden olanlar ise ikiyüz inek, koyun türünden olanlar bin koyun, deve türünden olanlar yüz deve, elbise ve kumaş sahipleri üzerine ise ikiyüz hülle (takım elbise) dır. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu Hadîs-i şerîfte dinar ve dirhemlerin bedel ve kıymet olmak üzere değil de, bizzat diyetin kendilerinden ödeneceği mal çeşitlerinden bir sınıf olduğunu göstermektedir. Hazret-i Osman, Hazret-i Ali ve İbn Abbâs yoluyla gelen hadislerden zahir olan da budur. Fakat, Ebû Hanîfe, inek, koyun ve elbise hususunda Hazret-i Ömer'den yaptığı rivâyete muhalefet etmiştir. Atâ, Tavus ve tabiinden bir kesim de bu görüşte olduğu gibi, Medineli yedi fakihin görüşü de budur. İbnü'l-Münzir der ki: Bir kesim şöyle demektedir: Hür ve müslüman kimsenin diyeti, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tayin ettiği şekilde yüz devedir. Bundan başka bir diyet yoktur. Şâfiî'nin görüşü de budur, Tavus da böyle demiştir. Yine İbnü'l-Münzir der ki: Hür ve müsîiiman bir kimsenin diyeti Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tesbit ettiği şekilde her zaman için yüz devedir. Hazret-i Ömer'den, ödenecek dirhem miktarı hususundaki rivâyetler muhteliftir. Ondan, bu konuda gelen sahih hiç bir rivâyet yoktur, çünkü hepsi mürsel rivâyetlerdir. Bu hususta size Şâfiî'nin görüşünü göstermiş bulunuyoruz ve bizim kanaatimiz de budur. 5. Diyet Olarak Verilecek Develerin Yaşları: Fukahâ, diyet olarak verilecek develerin yaşları hususunda farklı görüşlere sahiptir, Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesinden, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hata yoluyla öldürülen kimsenin diyetinin yüz deve olduğuna dair hüküm verdiğini rivâyef etmektedir: Bu yüz devenin otuzu Bintu Mahâd (bir yaşını bitirmiş ikiye basmış dişi deve), otuzu Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), otuzu Hikka (üçünü bitirip dört yaşına basmış dişi deve), on tanesi de İbnu Lebun (üç yaşına basmış erkek deve). Ebû Dâvûd, Diyar 16; İbn Mâce, Diyât 6. el-Hattabî der ki: Fukahâdan bu hadis gereğince görüş belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. Bunun yerine ilim adamlarının çoğunluğu diyetin beşli (yaş guruplarına göre beşte bir) olmak üzere ayrılacağını belirtmişlerdir. Rey ashâbı ve es-Sevrî böyle dediği gibi, Mâlik, İbn Şîrîn ve Ahmed b. Hanbel de böyle demişlerdir. Şu kadar var ki, bu beşli taksimdeki sınıflar hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Rey ashâbı ile Ahmed der ki: Beşte biri ikiye basmış erkek deve (Benu Malı hâd), beşte biri ikiye basmış dişi deve ( Benatu Mahâd), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benatu Lebûn), beşte biri üçünü bitirmiş erkek deve (Hikka), beste biri de beşe girmiş dişi deve (Cezea) olmak üzere verilir. Bu görüş İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir. Mâlik ve Şâfiî ise der ki: Beşte biri üçünü bitirmiş dişi deve (Hikka), beşte biri beşe basmış dişi deve (Cezea), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), beşte biri ikiye basmış dişi deve (Benatu Mahâd), beşte biri de ikiye basmış erkek deve (Benu Lebun) verilir. Bu görüş de Ömer b. Abdulaziz, Süleyman b. Yesar, ez-Zührî, Rabia, el-Leys b. Sa'd'dan nakledilmiştir. el-Hattabî der ki: Rey ashâbının bu hususta dayandıkları bir rivâyet vardır. Ancak- bu rivâyetin ravilerinden birisi olan Abdullah b. Hışf b. Mâlik, meçhuldür. Bu hadisten başka bir rivâyet ile bilinmemektedir. Bu rivâyeti: Ebû, Dâvûd, Diyat 16); Tirmizî, Diyât 1; Nesâî, Kasâme 35; İbn Mâce, Diyat 6'da kaydeder. O bakımdan Şâfiî, ravisinde sözünü ettiğimiz bu illet dolayısıyla bu doğrultuda görüş belirtmemiştir. Diğer taraftan yine bu hadiste, ikiye basmış erkek develerden (Benu Mahâd.)’ın sözü edilmektedir. Halbuki bu yaştaki develerin zekat alınacak develerin yaşları ile bir ilgisi yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de, Kasame ile ilgili rivâyetde, Hayberde öldürülen kişinin (ki, az önce geçtiği gibi bu Abdullah b. Sehl'dir) zekât develerinden yüz deve olarak diyetini ödediği rivâyet edilmiştir. Zekât alınacak develer arasında ise, iki yaşına basmış erkek deve (İbn Mahâd)'dan söz edilmemektedir, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Zeyd b. Cübeyr, Hışf b. Mâlikten, o, Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hata yoluyla öldürme diyetini beşte birlere ayırmıştır Ancak bu rivâyeti Kûfeli ve Tayoğullarına mensup Hışf b. Mâlik'ten başka merfu' olarak rivâyet eden kimse yoktur. O da meçhul bir ravidir. Zira ondan yine Cuşem b. Maviyeoğullarından olan ve Kûfelilerin güvenilir raviyerinden birisi olan Zeyd b. Cübeyr b. Harmel et-Tai'den başka ondan kimse rivâyet etmiş değildir. Derim ki: Dârakutnî Sünen'inde Hışf b. Mâlik'in bu hadisini Haccac b. Ertaa'dan o, Zeyd b. Cübeyr'den, o, Hışf b. Mâlik'ten, o da Abdullah b. Mesud'dan rivâyet etmiştir, Abdullah b. Mesud dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hata yoluyla öldürme diyetinde yüz; deve verileceği hükmünü vermiştir, Bunlardan yirmisi üçü bitirmiş dişi deve (Hîkka), yirmisi beşe basmış dişi deve (Cezea), yirmisi üçe basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), yirmisi ikiye basmış dişi deve (Benâtu Mahâd), yirmisi de ikiye basmış erkek deve (Benu Mahâd) olacaktır. Dârakutnî der ki: Bu, hadis ilmini bilen ehil kimselerce değişik bakımlardan sabit olmayan zayıf bir hadistir. Evvelâ bu, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mesud'un babasından sahih senet ile yaptığı rivâyete muhaliftir. Bu rivâyette ise, tenkid edilecek bir taraf ve aleyhine yapılacak bir te'vil de yoktur. Ebû Ubeyde ise, babasının rivâyet ettiği hadisi, babasının görüşünü, babasının fetvasını Hışf b. Mâlik'ten ve benzerlerinden daha iyi bilen bir kimsedir. Abdullah b. Mes'ûd ise, bir taraftan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mesele hakkında verdiği bir hükmünü rivâyet ederken, diğer taraftan ona muhalif fetva vermeyecek kadar Rabbinden korkan, dinini koruyan bir kimsedir. Böyle bir şey Abdullah b. Mes'ûd hakkında kesinlikle düşünülemez. Çünkü hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hiçbir şey işitmediği ve o hususta kendisine herhangi bir şey ulaşmadığı bir meselede şu sözü söyleyen kimsedir: Ben bu mesele hakkında kendi gömüşüme göre kanaat belirtiyorum. Eğer bu doğrusu ise Allah'tan ve Rasulündendir. Eğer hata ise bendendir Bundan sonra ise ona verdiği bu fetvanın benzerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hükmüne uygun düştüğüne dair haber ulaşınca, arkadaşları bunun üzerine oldukça sevindiğini ve buna benzer bir şekilde sevindiğini görmediklerini tesbit ettiler. Çünkü onun fetvası Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükme uygun düşmüştü. Niteliği ve durumu bu olan bir kimsenin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir şey rivâyet ederken ona muhalefet etmesi nasıl doğru olabilir? Dârakutnî, III, 173. Bir diğer yönü: İkiye basmış erkek develerin sözkonusu edildiği merfu' haberi biz ancak Hışf b. Mâlik'in İbn Mes’ûd'dan yaptığı rivâyet yoluyla biliyoruz. Hışf ise meçhul bir adamdır, bunu da ondan Cuşemli Zeyd b. Cübeyr b. HarmeTden başkası rivâyet etmiş değildir. Hadis ilmini bilen ehil kimseler ise, tanınmayan bir ravinin tek başına rivâyet ettiği münferit bir haberi delil kabul etmezler. Onlara göre bir haberin ilim ifade edebilmesi, adaletli ve meşhur bir ravi tarafından, yada meçhul diye nitelendirilemeyecek bir ravi tarafından rivâyet edilmesi şartına bağlıdır. Bir ravinin meçhul ravi olmaktan kurtulması ise kendisinden iki ve daha fazla ravilerin riveyette bulunmuş olmasına bağlıdır. Bu niteliğe sahip olduğu takdirde o ravi meçhul olmaktan kurtulur ve maruf, (bilinen), bir ravi olur. Kendisinden yalnızca bir ravinin rivâyette bulunduğu ve tek başına başka kimsenin rivâyet etmediği bir haberi rivâyet eden kişiye gelince, bu rivâyette bir başkası da ona muvafakat edinceye kadar onun haberi alınmaksızın olduğu gibi bekletilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir diğer bakımdan Hışf b. Mâlik'in hadisini Zeyd b. Cübeyr'den, o Hişf yoluyla el-Haccac b. Ertae'den başka rivâyet etmiş bir kimse olduğunu bilmiyoruz. el-Haccac İse, tedlis yapmakla ve karşılaşmadığı, kendisinden de hadis dinlemediği kimselerden hadis rivâyet etmekle meşhur birisidir. Süfyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Îsa b. Yûnus, onunla oturup kalktıktan, onu denedikten sonra ondan hadis rivâyetini terk etmişlerdir. Kişiyi bilip tanıyan ve onu iyice değerlendiren kimseler olarak bunlar yeterlidir. Yahya b. Main der ki: Haccac b. Ertae'nin rivâyet ettiği hadis delil diye gösterilemez. Abdullah b. İdris der ki: Ben el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Kişi cemaatle birlikte namaz kılmayı terk etmedikçe yücelemez. Îsa b. Yûnus der ki: el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Namaza gidiyorum, bakıyorum ki hammallar, bakkallar beni sıkıştırıp duruyor. Cerir der ki: Ben Haccâc'ı şöyle derken dinledim: Mal ve şeref sevgisi beni helâk etti. Dârakutnî, III, 175. (Dârakutnî) daha başka birtakım sebepler de sözkonusu etmektedir ki, bunlardan birisi de şudur: Güvenilir ravilerden bir topluluk bu hadisi el-Haccac b. Ertae'den rivâyet etmekle birlikte bu rivâyeti ondan farklı olarak nakletmişlerdir. Buna benzer burada hepsini kaydetmemiz uzun sürecek daha başka gerekçeler de ileri sürmektedir. Dârakutnî, III, 175-176. Sözünü ettiğimiz ve diğer hadis âlimlerinin belirttikleri bu hususlar ise, Kûfeli âlimlerin diyet hususunda kabul ettikleri görüşün zayıflığına delalet etmektedir. Biz de bu kadarını yeterli görmekteyiz. Her ne kadar İbnü’l-Münzir ilimdeki yüce kadrine rağmen -ileride de geleceği gibi- bu görüşü tercih etmişse de (zayıftır). Hammâd b. Seleme şöyle rivâyet etmektedir: Bize Süleyman et-Teymi, Ebû Miclez'den, o, Ebû Ubeyde'den İbn Mes’ûdun şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hata yoluyla adam öldürmenin diyeti; beş Tane beşte bire bölünür, Bunların yirmi tanesi üç yaşını bitirmiş dişi deve (Hikka), yirmisi beş yaşına girmiş dişi deve (Cezea), yirmisi iki yaşına basmış dişi deve (Bintu Mahâd ), yirmisi üç yaşına basmış dişi deve (Bintu Lebûn), yirmisi de üç yaşına basmış erkek deve (İbn Lebûn)dır, Dârakutnî der ki: İşte bu, isnadı hasen ve ravileri sika olan bir hadistir. Ayrıca Alkame'den, o da Abdullah yoluyla buna yakın bir rivâyet de nakledilmiştir. Dârakutnî, III, 172. Derim ki: İşte Mâlik ve Şâfiî'nin de görüşü budur. Onlara göre diyet, bu şekilde beşte birlere ayrılır. el-Hattabî der ki: Bir gurup ilim adamından rivâyet edildiğine göre hata yoluyla öldürmenin diyeti dörtlü olarak kısımlara ayrılır. Bunlar ise, en-Nehaî, Nehaî ve Hasanı Basrî'dir. İshak b. Rahaveyh de bu görüştedir. Şu kadar var ki, bunlar şöyle demektedirler: Diyet olarak verilecek develerin yirmi beş tanesi Cezea (beş yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi Hikka (üçünü bitirmiş dişi deve), yirmi beş tanesi Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi de Bintu Mahâd (iki yaşına basmış dişi deve) olurlar. Bu, Ali b. Ebî Tâlib'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik ve Şâfiî'nin görüşü de Süleyman b. Yesar'dan rivâyet edilmiştir. Bu hususta herhangi bir sahabiden birşey nakledilmiş değildir. Fakat Medinelilerin ameli buna göredir. Aynı şekilde İbn Cüreyc de İbn Şihâb'dan böylece rivâyette bulunmuştur. Derim ki: Bizler, Mâlik ve Şâfiî'nin kabut ettikleri görüşe uygun kanaati İbn Mes’ûd'dan nakletmiş bulunuyoruz, Ebû Ömer der ki: Diyetlerde develerin yaşı kıyas yoluyla ve akıl yürütme yoluyla tesbit edilemez. Bu, ancak tabı olmak ve teslim olmak yoluyla alınıp delil olarak kabul edilmiştir. Rivâyet yoluyla alınan hükümlerde ise aklın herhangi bir dahli sözkonusu değildir. Herkes bu hususta selefinden sahih olarak nakledildiğini kabul ettiği yönde görüş belirtmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Derim ki: Hattabî'nin naklettiği; Amr b. Şuayb yoluyla rivâyet edilen hadis gereğince görüş belirten kimse bilinmemektedir, şeklindeki kanaati, İbnü'l Münzir, Tavus ile Mücahid'den nakletmiştir. Şu kadar varki Mücahid, İkiye basmış (otuz adet) dişi deve yerine, beş yaşına basmış otuz dişi deve öngörmüştür, İbnü’l-Münzir, der ki: Ben ise birinci görüşü kabul ediyorum. Bununla da Abdullah ile Dârakutnî ve el-Hattabî'nin zayıf kabul ettikleri rey ashâbının görüşünü (kabul ettiğini) kast etmektedir. İbn Abdi’l-Berr (Ebû Ömer) ise der ki: Çünkü bu konuda belirtilen görüşlerin en asgari olanı budur. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu görüşe uygun düşen şekilde rivâyet ettiğimiz merfu' bir hadis de bunu ifade etmektedir. Derim ki: İbnül-Münzir'in bunu tenkid etmekle beraber ve kendisi müçtehid olmasına rağmen., hadis tenkidçilerinin sahih olduğu hususunda kendisine muvafakat etmedikleri bir hadîs doğrultusunda nasıl görüş belirttiğine doğrusu hayret edilir. Şu kadar varki yanılmak ve unutmak bazan insanı etkisi altına alabilir. Kemal hiç şüphesiz celal sahibi aziz olan Allah'a aittir. 6. Hata Yoluyla Öldürmede Diyeti Kimler Öder; Nebiyyi Muhtar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan haberler onun hata yoluyla öldürmede diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağladığı şeklindedir. İlim ehli de icma ile bunu kabul etmiştir. Hata yoluyla diyetin âkile tarafından ödeneceği üzerinde ilim ehlinin icma etmesi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beraberinde oğlu ile birlikte huzuruna giren Ebû Rimse'ye söylediği: "Bu oğlun sana karşı cinayet işlemez, sen de ona karşı cinayet işlemezsin" Ebû Dâvûd, Diyât 2; Nesâî, Kasame 42; İbn Mâce, Diyât 26; Dârimî, Diyat 25; Mürted, IV. 163, 345, V, 81. hadisinde kastettiği cinayetin kastı olarak işlenen cinayetin söz konusu olduğuna, hata yoluyla İşlenen cinayet olmadığına delil vardır, Yine ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir. Tam diyetin üçtebirinden fazla olan miktarını âkile öder. Ancak üçtebir hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının Cumhûrunun (çoğunluğunun) kabul ettiği görüş şu ki: Âkile, kastî işlenen cinayetin ve cinayet itirafının diyetini ve sulhun sonunda hükme bağlanan diyeti ödemez. Hata yoluyla ödenmesi gereken diyetten de ancak tam diyetin üçtebirinden sonrasını yüklenirler. Üçtebir ve aşağısı ise, cinayeti işleyenin malından ödenir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Hata yoluyla işlenen cinayetin diyeti, caninin âkilesî tarafından ödenir. Derim ki: Bu, ister cinayet olsun ister daha fazlası olsun. Çünkü daha fazlasını ödeyen elbetteki daha aşağısı olanını da öder. Nitekim, kasti öldürmelerde Ödenmesi gereken diyetin az ya da çok olsun caninin malından ödenmesi gerekmektedir Bu, Şâfiî'nin görüşüdür. 7. Diyetin Ödenme Keyfiyeti ve Âkilenin Kapsamına Girenler: Diyetin hükmü, âkile tarafından taksitle ödenmesidir. Âkile, caninin asabe olan akrabalarıdır Hanımın oğlu, hanımın asabelerinden değilse,âkiledendeğildir Anne bir kardeşler de baba ve anne bir kardeşlerinin asabeleri sayılmazlar O bakımdan onlar yerine hiçbir şekilde âkile olarak diyete iştirak etmezler. Kişinin divan ehli diye bilinenler de Hicazlıların Cumhûrunun görüşüne göre âkileden değildirler Kûfeliler ise şöyle demektedir: Eğer diyet ödemek durumunda olan kişi, divan ehlinden ise, onun divanında bulunanlar da âkiledirler. Bu durumda diyet, âkileye Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'nin hükmettiğine uygun olarak üç yıllık taksitlere bölünür. Çünkü diyet olarak verilmesi gereken develer gebe olabilirler O takdirde mükellefe zararı olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in diyeti bir defada vermesinde bir takım maksatları vardı. O, diyeti sulh ve diyet borcunu ödemek üzere haklılara teslim ediyordu. Bir diğer hikmet ise o, diyeti acilen ödeyerek karşı tarafın kalbini ısındırmak istiyordu. İslâm iyice yerleştikten sonra, ashâb-ı kiram diyetin ödenmesini bu şekilde düzenlediler. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Eski, yeni bütün ilim adamları icma ile âkile tarafından ödenecek diyetin, ancak üç senelik süre içerisinde ödeneceğini, bundan daha kısa bir süre içerisinde ödenmesinin sözkonusu olmayacağını kabul etmişlerdir. Yine, âküeden diyet ödeme mükellefiyetinin bulûğa ermiş erkekler için sözkonusu olduğunu da icmâ ile kabul etmişlerdir. Siyer ve ilim adamları, îemâ ile şunu belirtirler: Cahiliye döneminde âkile diyeti yükleniyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da İslamda bunu böylece kabul etti. Cahiliye dönemi aralarındaki yardımlaşma ilkesine göre âkile tarafından diyet ödemesine katılıyorlardı. Daha sonra İslâm geldi ve Hazret-i Ömer divanı tesbit edinceye kadar durum böylece cereyan edegeldi. Fukahâ, ittifakla bunu rivâyet ettikleri gibi, bu doğrultuda kanaat belirtmişlerdir. İcma ile şunu da kabul ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde de Ebû Bekîr-döneminde de divan diye bir şey yoktu. Divanı tesbit eden ve insanları bu şekilde bir arada toparlayan, her taraftaki ahaliyi bir el olarak tesbit eden ve onları kendilerine yakın olan düşmanla Savaşmakla mükellef tutan Ömer (radıyallahü anh) oldu. 8. Cenine (Annesinin Karnındaki Yavruya) Karşı Cinayet: Derim ki: Bu bölümün kapsamında ve bu bölümde belli bir yer tutan hususlardan birisi de annesinin karnındaki ceninin öldürülmesidir. Bu da annesinin karnına vurulmak sureliyle annenin cenini önce canlı olarak düşürmesi, sonra da bu ceninin ölmeğidir. Bütün ilim adamları der ki: Böyle bir durumda eğer hata yoluyla olmuşsa, tam bir diyet ödenir. Kasten öldürmede ise, kasameden sonra tam diyet ödenir. Kasame (yemin ettirme") sözkonusu olmaksızın tam diyet ödeneceği de söylenmiştir. Ceninin, hayatta olup olmadığının ne ile anlaşılacağı hususunda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte şu hususlarda fukahâ ittifak etmişlerdir: Cenin, ağlıyarak düşse, yahut süt emse veya muhakkak nefes aldığı tesbit edilse, hayatta olduğu anlaşılsa öldükten sonra tam olarak diyetinin ödenmesi gerekir Şayet hareket ederse, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'ye göre, hareket onun hayatta olduğunun delilidir. Mâlik ise şöyle der: Uzun süre hayatta oluşu ile birlikte olmadıkça tek başına hareket hayatta oluşuna delil olmaz. Bütün ilim adamlarına göre ceninin erkek ve dişi olması arasında bir fark yoktur. Şayet annesi, cenini ölü olarak düşürecek olursa, o takdirde erkek bir köle veya bir cariye vermek gerekir. Şayet kadın, karnına vurulduğu halde çocuğu düşürmez fakat, çocuk karnında bulunduğu halde annesi ölürse, o takdirde cenin için herhangi bir şey ödemek gerekmez. Bütün bu hususlarda icma vardır. Görüş ayrılığı yoktur. Bununla beraber el-Leys b. Sa'd ile Davud (ez-Zahirî)'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Karnına vurulduğu için ölen bir kadının ölümünden sonra cenini ölü olarak bırakırsa, cenin karşılığında bir gurre ödenir. Hatta ölümünden önce veya sonra ceninini düşürmüş olması arasında bir fark yoktur. Muteber olan anneye vurulması halinde annenin hayatta olup olmadığıdır. Diğer fakihler ise şöyle demişlerdir: Anennin ölümünden sonra cenin ölü olarak çıkacak olursa, bir şey ödemek gerekmez. Tahavî ise, fukahânın çoğunluğu lehine delil serdederek şöyle demektedir: Beraberlerinde Leys de olduğu halde fukahâ görüş birliği halinde şunu kabul ederler: Kadın hayatta iken karnına vurulacak olursa, bundan dolayı cenini karnında bulunduğu halde ölür ve cenin düşmezse, cenin dolayısıyla birşey ödemek gerekmez. İşte ölümünden sonra ceninin düşmesi halinde de hüküm aynen böyledir, 9. Gurre'nin Mahiyeti ve Konu ile İlgili Diğer Hükümler: Gurre (olarak ödenecek olan köle ve cariyenin) ancak beyaz olması gerekir. Ebû Amr b. el-Alâ Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ceninde ya gurre köle veya gurre cariye vardır" ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, IV, 381. Ayrıca bk, Buhârî, İ’tisam 13; Müslim, Kasâme 39; Ebû Dâvûd, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 151 Nesâî, Kasâme 39; İbn Mâce, Diyât 11: Dârimî, Diyât 20; Müsned, II, 438, 535. âyeti hakkında şöyle demektedir: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), gurre demekle özel bir manayı kastetmemiş olsaydı (bu kelimeyi kullanmaksızın): Ceninde köle veya cariye vardır, demekle yetinirdi. Fakat o bununla bunların beyaz tenli olmasını kastetmiştir. Dolayısıyla diyet olarak verilecek köle ve cariyenin mutlaka beyaz tenli olmaları gerekir, başka türlü kabul olunmaz, Cenin karşılığında ödenecek bu köle ve cariyenin siyah olmaları makbul değildir. Gurre'nin kıymeti hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Gurre'nin kıymeti, elli dinar, yahut altıyüz dirhemdir. Yani hür ve müslüman bir kimsenin diyetinin onda biridir. Yine hür olan ceninin annesinin diyetinin onda biridir. Aynı zamanda bu, İbn Şihab, Eabia ve sair Medineli âlimlerin de görüşüdür. Rey ashâbı ise derler ki: Gurre'nin kıymeti beşyüz dirhemdir. Şâfiî der ki: Gurre'nin yedi yahut sekiz yaşında olması gerekir. Bu gurre'nin kusurlu olmakla birlikte (hak sahibi olan mağdur) kabul edilme mükellefiyeti yoktur. Mâlik'in görüşüne göre ceninin diyetini ödemek durumunda olan kişi, bir gurre vermek ile annesinin diyetinin onda birini ödemek arasında muhayyerdir. Yani, eğer altın kullanan belde ahalisinden ise, yirmi dinar, gümüş kullanan belde ahalisinden ise, altıyüz dirhem, ya da zekâtta kabul edilen develerden beşte birlerini alır. Mâlik ve arkadaşları derler ki: Gurre caninin malından ödenir. Bu, el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ise, gurre'yi âkile öder, demektedirler. Daha sahih olan da budur. Çünkü Muğire b. Şu'be'nin şu hadisi bunu ifade etmektedir: Muğire b. Şu'be'nin rivâyetine göre iki kadın ensardan iki adamın nikâhı altında, idiler. -Rivâyetlerin birisinde birbirlerini kıskandılar denilmektedir O kadınlardan birisi diğerine çadırın direği ile vurdu ve onu öldürdü. İki adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gidip davalaştılar ve şöyle dediler: Ağlamamış, yemek yememiş, içmemiş, dünyaya gelirken sesi çıkmamış birisinin mi diyetini ödiyeceğiz? Böyle birisinin kanı heder olmalıdır. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (itirazı yapan bu sözlerini kafiyeli bir şekilde söylediğinden dolayı) şöyle buyurdu: "Bedevi Arapların secı'eleri gibi mi seci'li konuşuyorsun?" Hazret-i Peygamber cenin hakkında bir gurre olarak diyet ödenmesini ve bunun kadının âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağladı. Müslim, Kasâme 37-39; Ebû Dâvûd, Diyat 19; Tirmizî, Diyat 15; Nesâî, Kasame 39; İbn Mâce, Diyat 11; Dârimî, Diyat 21; Dârakutnî, IH, 198; Müsned, II, 535, IV 245, 246, 249. Bu ise sabit ve sahih bir hadistir. Görüş ayrılığı olduğu yerde gereğince hüküm vermeyi gerektiren açık bir nassdır. Öldürülen kadının diyeti, âkile tarafından ödenmesi gerektiğine göre, kıyas ve mantığa göre ceninin diyetinin de böyle olması gerekir. Bizim ilim adamlarımız ise, aleyhine hüküm verilen kişinin söylediği: Nasıl diyetini öderim? şeklindeki sözünü delil göstererek şöyle demişlerdir: İşte bu, aleyhine hüküm verilenin muayyen bir kimse olduğuna delalet etmektedir ki, bu da cinayeti işleyen kişinin kendisidir. Eğer ceninin diyetini âkilenin ödemesine hüküm vermiş olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: Haklarında hüküm verilen kimseler dediler ki: ...Kıyasa göre ise, cinayet işleyen herkesin cinayetinin kendi aleyhine olması (cezasının kendisi ödemesi) gerekmektedir. Bundan kendisine muarız başka bir delilin bulunmadığı ve bu kıyasa muhalif hüküm ifade eden delilin var olma hali müstesnadır. Mesela, muhalif kanaat belirtilmesi câiz olmayan icma yahut kendisiyle tearuz halinde başka bir rivâyetin bulunmadığı, âdil ve ahad raviler tarafından nakledilen bir sünnetin nassı gibi. Bu gibi deliller olduğu takdirde bunların gereğince (kıyasa muhalif dahi olsa) hüküm vermek icabeder. Yüce Allah da: "Her nefsin kazandığı (kötülük) mutlaka kendi aleyhinedir. Günahkâr hiçbir kimse de başkasının günahını yüklenmez" (el-En’âm, 6/164) diye buyurmaktadır. 10. Cenin Canlı Olarak Doğarsa: Ceninin canlı olarak dünyaya gelmesi halinde diyet ile birlikte keffâretin gerektiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ölü olarak doğması halinde ise keffâret hususunda görüş ayrılıktan vardır. Mâlik der ki: Bu durumda hem gurre, hem de kefferat gerekir. Ebû Hanîfe ile Şâfiî ise; ğurre gerekir, kefferat yoktur, derler Gurre'nin ceninden miras alınıp alınmayacağı hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Şâfiî ve arkadaştan derler ki: Ceninde ödenmesi gereken gurre, yüce Allah'ın Kitabı gereğince ceninden miras alınır. Çünkü o bir diyettir, Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Gurre yalnızca anneye aittir. Çünkü bu anneye karşı, onun organlarından bir organın kesilmesi yoluyla işlenmiş bir cinayettir. Ve gurre diyet değildir. Buna delil olan hususlardan birisi şudur: Diyetlerde gerektiği gibi, ceninde erkek veya dişi olması nazarı itibara alınmaz, işte bu da ceninin bir organ gibi değerlendirilmiş olduğunun delilidir. İbn Hürmüz şöyle dermiş: Ceninin diyeti özel olarak ebeveynine aittir. Babası üçte ikisi, annesi üçte birini alır. Onlardan hayatta olan bu hisseyi alır, Birisi ölmüş bulunuyor ise, kalan anne olsun baba olsun kalanlarına verilir, kardeşler herhangi bir şeyini miras alamazlar. 11. Diyetin Bağışlanması Halinde de Keffâret Sakıt Olmaz: Yüce Allah'ın: "Onların sadaka olarak bağışlamaları müstesna" âyetindeki "(.......) Sadaka olarak bağışlamaları" âyetinin aslı (......) şeklindedir. "Te" harfi, "sâd" harfine idğam edilmiştir, Tasadduk ise vermek demektir. Âyetin ifade ettiği anlam da şudur: Ancak maktul'ün mirasçıları olan velileri, katili, Allah'ın kendilerinin lehine ve katiller tarafından ödenmesi icabeden diyeti ödemekten ibra ederlerse, o takdirde diyet ödemesi, gerekmez. Görüldüğü gibi bu birinci türden olmayan bir istisnadır (munkati'dır). Ebû Abdurrahman ve Nubeyh, (.......) şeklinde "sad" harfini şeddesiz ve ("ye" harfi ile değil de) "te" harfi ile okumuşlardır. (Sadaka olarak bağışlamanız müstesna, anlamında olur). Aynı şekilde Ebû Amr da böyle okumuştur. Fakat Ebû Amr, "sad" harfini de şeddeli okumuştur. Bu kıraate göre ise, ikinci "te"nin hazf edilmesi caizdir. Fakat "ye" ile okuyuşa göre "te"nin hazf edilmesi câiz olmaz, Ubey ve İbn Mes’ûd'un Mushaflarında "(.......); Sadaka olarak bağışlamaları" şeklindedir. Yüce Allah için verilmesi gereken keffâret ise, velilerinin (katili) ibra etmesi ile sakıt olmaz, Çünkü katil (hataen öldürmekle birlikte) yüce Allah'a ibadet etmekte olan bir kişiyi telef etmiştir. O bakımdan Rabbine İbadet için bir başkasını kurtarması onun görevidir. Ancak velilerin hakkı olan diyet sakıt olur, (bu sakıt olmaz). Keffâret ise, yalnızca caninin malından ödenmesi gerekir Onun âkilesi keffâretten herhangi bir şey yüklenmez. 12. Kâfirler Diyarında Öldürülen Mü’minin Hükmü: Yüce Allah'ın: "Şayet (öldürülen) mü’min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden ise..." âyetinde ele alınan bu mesele kâfirler diyarında, yahut onlarla Savaş esnasında kâfirlerdendir diye öldürülen mü’min hakkındadır. İbn Abbâs, Katade, es-Süddî, İkrime, Mücahid ve en-Nehaî'ye göre mana şudur: Eğer bu öldürülen kişi, îman etmekle birlikte "size düşman olan bir kavim" olan kâfir kavmi arasında kalmış mü’min bir kimse ise, onun için diyet ödemek gerekmez. Sadece onu öldürmekten dolayı keffâret olarak bir kölenin hürriyetine kavuşturulması gerekir. Mâlik'ten meşhur olan görüş budur. Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Bu durumda diyetin düşmesinin iki sebebi vardır Birincisi, öldürülenin velilerinin kâfir oluşudur. Onlara diyet ödenerek bu diyetle güç kazanmalarına sebep olmak doğru değildir. İkincisi ise, Îman ettiği halde hicret etmeyen bu kişinin hürmeti, az bir hürmettir. Bundan dolayı da diyet yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlara karşı hiçbir velayet (mükellefiyetiniz yoktur." (el-İnfitar 8/72) Bir kesim de şöyle demektedir: Diyetin düşmesine maktulün velilerinin kâfir oluşlarının sebep olarak görülmesi yeter. Öldürme ister müslümanlar arasında hataen olmuş olsun, isterse de kavmi arasında iken ve hicret etmemiş olduğu halde öldürülmüş olsun, ister hicret etmiş sonra da kavmine geri dönmüş olsun, bunun keffâreti sadece bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır, onun için diyet ödemek sözkonusu değildir. Zira diyetinin kâfirlere ödenmesi sahih olamaz. Şayet diyet ödemek icabetseydi, beytülmal lehine ve beytülmaî üzerine icabetmesi gerekirdi. Böyle bir yerde ise diyetin vücubu sözkonusu değildir. İsterse öldürme İslâm diyarında cereyan etmiş olsun. Şâfiî'nin görüşü budur Evzaî, es-Sevrî ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Birinci görüşe göre, eğer mü’min İslâm diyarında Öldürülmüş ise, onun kavmi (velileri, yakınları) harp diyarında bulunuyorlarsa, bu durumda beytülmale diyetinin ödenmesi ve keffâret gerekir. Derim ki: Müslim'im Sahih'inde Usame'den gelen şu rivâyet de bu kabildendir. Usame dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizleri de bir seriyye ile gönderdi. Cühenelilere ait el-Hurukat denilen yerde sabah baskını düzenledik. Bir adama yetiştim, o, lâilahe illallah dedi. Ancak mızrağımı ona sapladım. Bundan dolayı içimde bir rahatsızlık belirdi. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlattım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O, lâilahe illallah dediği halde onu öldürdün ha" diye buyurdu. Ey Allah'ın Rasulü, dedim. O, silahtan korktuğu için o sözü söyledi. Şöyle buyurdu: "Bunu gerçekten mi yoksa başka bir sebepten dolayı mı söylediğini anlayasin diye ne diye kalbini yarmadın." Buhârî, Meğâzi, 45, Diyat 2; Müslim, Îman 158, 159; Ebû Dâvûd, Cihâd 95, Müsned. V. 200, 207. Hazret-i Peygamber bundan dolayı ne kısas uygulanmasına, ne de diyet verilmesine hükmetti. Usame'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra bana üç defa mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye buyurdu. Ancak kısas veya diyet hükmünü vermedi. İlim adamlarımın der ki: Kısasın neden sakıt olduğu gayet açıktır. Çünkü öldürme haksızca ve saldın kastıyla olmamıştır. Diyetin sakıt olmasının üç sebebi vardır. Evvelâ, Hazret-i Peygamber ona asıl olarak Savaşmaya izin vermişti. Dolayısıyla tıpkı sünnet yapan sünnetçinin ve doktorun uygulamasında görülebildiği gibi kanı dökülmemesi gereken, bir canı yanlışlıkla telef etti. İkinci olarak, öldürülen bu kişi düşmandandı. Müslümanlar arasında onun herhangi bir velisi yoktu ki, bu velisine onun diyeti ödensin. Çünkü Allah: "Şayet... size düşman olan bir kavimden ise” diye buyurmaktadır. Nitekim bunu az önce açıkladık. Üçüncüsü ise, Usame, öldürdüğünü itiraf etmekle birlikte bu hususta başkası tarafından herhangi bir delil ortaya konulmuş değildir. Âkile ise itiraf dolayısıyla diyete iştirak etmez. Üsame'nin, kendisinden diyetin ödenebileceği bir malının bulunmaması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 13. Hata Yoluyla Öldürülen Kişi Müslümanlarla Antlaşması Bulunan Bir Kavimden İse: Yüce Allah'ın: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense..." âyeti ise, hata yoluyla öldürülen zımmi ve muâhid (antlaşmalı bir kavme mensup) kimse hakkındadır. Bu durumda da hem diyet, hem de keffaret gerekir. Bunu, İbn Abbâs, en-Nehaî, Nehaî ve Şâfiî söylemiştir. Taberî de bunu tercih eder ve şöyle der: Şu kadar varki, yüce Allah burada öldürülenin durumunu müphem bırakarak, mü’minlerden ve harp ehlinden öldürülen kimse hakkında dediği gibi, bunun hakkında da "mü’min olmakla beraber" diye buyurmamaktadır. Önce geçeni kayıtlı olarak zikretmekle birlikte burada onu mutlak olarak zikretmiş olması, öncekinden farklı olduğunun delilidir. el-Hasen, Cabir b. Zeyd ve yine İbrahim (en-Nehaî) der ki: Âyetin anlamı şudur: Şayet hataen öldürülen kişi, mü’min bir kimse olup sizlerle antlaşması bulunan bir kavimden ise ve onlarla yaptığınız antlaşma da kendilerinden öldürülen kimsenin diyetini almaya daha bir hak sahibi olmalarını gerektirmekte ise, böyle birisini öldürmenin keffareti, köle azad etmekle diyetini ödemektir. el-Hasen buradaki: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense" âyetini: "Şayet kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir kavimden olup, kendisi de mü’min ise..." diye okumuştur. el-Hasen der ki: Müslüman bir kimse, zımmi bir kimseyi öldürecek olursa, onun için keffâret sözkonusu değildir. Ebû Ömer der ki: Hicazlılara göre âyet-i kerimenin anlamı, başta geçen yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesnâ-öldüremez" âyeti ile birlikte anlaşılır. Bundan sonra ise yüce Allah: "Şayet... bir kavimdense" diye buyurmaktadır ki, bununla kastettiği "öldürdüğünüz kişi mü’min ise" dir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İbnü'l-Arabî de der ki: Bence uygun görüş, cümlenin mutlak ifadenin mukayyede hamledilmesi şeklinde anlaşılması gerektiğidir. Derim ki: İşte el-Hasen'in söylediğinin manası ve Ebû Ömer'in Hicazlılardan naklettiği de budur. Yüce Allah'ın: "Bir diyet vermek" lâfzının nekire olarak gelmesi muayyen bir diyetin ödenmesini gerektirmemektedir. Şöyle de denilmiştir. Bu, kendileriyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında belli bir süreye kadar müslüman olmaları ya da kendilerine Savaş ilan edilmesi şeklinde bir antlaşmaları bulunan Arap müşrikleri hakkındadır. Bu antlaşmaklardan bir kimse öldürülecek olursa, onun için diyet ödemek ve keffarette bulunmak gerekirdi. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Müşrikler arasından kendileriyle antlaşmada bulunduğunuz kimselere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur bu" (et-Tevbe, 9/1) âyeti ile nesh oldu. İlim adamları kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Ebû Ömer der ki: Kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısının olmasının sebebi -Allahu a'lem- kadının, erkeğin mirasının yarısı kadar almasıdır. Yine iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasıdır. Ancak bu, yalnızca hata yoluyla öldürmelerdeki diyet için böyledir. Kasti öldürülmelerde ise erkekler için de kadınlar için de kısas sözkonusudur. Çünkü yüce Allah: "Can, cana karşılıktır" (el-Mâide, 5/45) ile daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzre (2/178. âyet, 5- başlıkta) hür de hüre karşılıktır. Dârakutnî, Mûsa b. Ali b. Râbah el-Lahmi'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Babamı şöyle derken dinledim: Gözleri görmeyen birisi, Ömer b. Hattab (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde bir hac mevsiminde şu mısraları okudu: "Ey insanlar, ben görülmedik bir şeyle karşı karşıya kaldım Hiç gözü görmeyen bir kimse, gözü gören ve sağlıklı birisinin diyetini öder mi? Bu ikisi (gözü görmeyen ve sağlıklı kişi) birlikte düştüler ve ikisi de kırılıp döküldüler." Olay şöyle olmuştu: Âma olanı, gözü gören birisi çekiyorken her ikisi de bir kuyuya düştüler. Gözleri görmeyen görenin üzerine düştü ve gözü gören öldü. Hazret-i Ömer de gözleri görenin görmeyen tarafından diyetinin ödenmesine dair hüküm verdi. Dârukutnî, III, 98-99. İlim adamları biri diğerinin üstüne düşüp birileri ölenin durumu hakkında farklı kanaate sahiptirler. İbn ez-Zübeyr'den gelen rivâyete göre, üstte olan altta kalanın diyetini öder amma, altta kalan üstte olanın diyetini ödemez. Aynı zamanda bu Şureyh, en-Nehaî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. İmâm Mâlik; biri diğerini çeken ve nihayette düşüp ölen iki kişi hakkında şöyle demiştir: Çekenin âkilesinin diyet ödemesi gerekir. Ebû Ömer der ki: Bu hususta görüş ayrılığının olduğunu sanmıyorum. -Doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- bizim mezhep âlimlerimizden müteahhirlerden birisi ile Şâfiî mezhebine mensup birisi şöyle demiştir: Bu durumda diyetin yarısını öder. Çünkü hem onun fiili hem de düşenin düşmesinden dolayı ölmüştür. Bir kimse, bir diğerinin üzerine evin damından düşecek ve ikisinden birisi ölecek olurlarsa, el-Hakem ve İbn Şubrume derler ki: Onlardan hayatta kalan tazminatı öder. Şâfiî ise, biri diğerine çarpan ve ikisi de bunun sonucunda ölen kimseler hakkında kendisine çarpılanın diyetinin, çarpanın âkilesi tarafından ödeneceğini, buna karşılık, çarpanın ise diyetinin heder olacağını söylemiştir. Birbiriyle çarpışan ve bunun sonucunda ölen iki süvari hakkında da şöyle demiştir: Bunların her birisi ötekinin yarım diyetini öder. Çünkü bunların herbirisi hem kendi fiili, hem de diğerinin fiili dolayısıyla ölmüştür. Osman el-Betti ve Züfer de böyle demiştir. Mâlik, Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise, birbirleriyle çarpışıp Ölen atlılar hakkında şöyle der: Her birisinin diyeti diğerinin âkilesi tarafından ödenir. İbn Huveyzimendâd der ki; Eğer, gemiyi yönlendiren kaptanın kendisi değilse birbiriyle çarpışan iki gemi ile atı o tarafa götüren süvari değilse birbirine çarpışan iki süvarinin durumu da bize göre böyledir. Mâlik'ten, birbiriyle çarpışan iki gemi ile İki atlı hakkında her birisinin telef ettiği şeylerin tazminatını diğerine eksiksiz olarak vereceği görüşü de rivâyet edilmiştir. Bu kabilden olmak üzere ilim adamları kitap ehlinin diyeti ile ilgili tafsilatta farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve arkadaşları derler ki: Kitap ehlinin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır. Mecusî'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bunlara mensup kadınların diyeti bunun da yarısıdır. Bu görüş Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr ve Amr b. Şuayb'dan rivâyet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir: Yine bu manada, Süleyman b. Bilal, Abdurrahman b. el-Haris b. el-Ayyaş b. Ebi Rebiâ'dan, o, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesi yoluyla, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yahudi ve hıristiyanın diyetini müslümanın diyetinin yarısı olarak tesbit ettiği rivâyet edilmiştir. Amr b. Şuayb'dan o babasından o dedesinden o Rasûlullahtan rivâyet etmektedir. "Mucahid'in (zimmet ahdi bulunan yahudi, hıristiyan ve benzerlerinin ) diyeti, hürrün diyetinin yarısıdır." (Ebû Dâvûd, Diyât 21); '"Kafirin diyeti mü’minin diyetinin yarısıdır." (Tirmizî, Diyat 16; Nesâî, Kasame 37); "Zimmet ehlinin diyeti, müslümanların diyetinin yarısıdır; bunlar da yahudilerle hiristiyanlardır." (Nesâî, Kasâme 37); "Resûlüllah, iki kitap ehlinin -ki yahudilerle hıristiyanlardır- diyetinin, jııiisSüman diyetinin yarısı olduğuna büküm vermiştir." (İbn Mâce, Dîyât 13) Ayrıca bk.: ez-Zeylai, Nasbu'r-Râye, IV, 364-366. Burada geçen Abdurrahman'dan, es-Sevrî de rivâyette bulunmuştur, İbn Abbâs, en-Nehaî ve en-Nehaî derler ki: Kendileriyle antlaşma bulunanlara mensup olanlardan hata yoluyla öldürülen kişinin mü’min ya da kalır olduğuna bakılmaksızın, şayet kavminin ahdi kapsamında ise, onun diyeti müslümanın diyeti gibidir. Bu, Ebû Hanîfe'nin, es-Sevrî'nin, Osman el-Bettî'nin ve el-Hasen b. el-Hayy'ın da görüşüdür. Onlar, bütün diyetleri eşit kabul ederler. Müslümanın, yahudinin, hıristiyanın, mecusinin, muahhid ve zımmi'nin diyeti birdir derler. Aynı zamanda bu, Atâ, ez-Zührî ve Said b. el-Müseyyeb'in de görüşüdür. Bu konudaki delilleri ise yüce Allah'ın; "Akrabalarına bir diyet vermek" âyetidir. Bu da diyetin müslümanın diyeti gibi eksiksiz bir diyet olmasını gerektirmektedir. Bu görüşlerini Muhammed b. İshak'ın, Dâvûd b. el-Husayn'dan, onun İkrime'den, onun İbn Abbâs'tan Kureyzaoğulları ile Nadiroğulları kıssası ile İlgili olarak yaptıkları rivâyetle desteklerler. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir fark gözetmeksizin onların diyetini tam bir diyet olarak tesbit etmiş ve ödemişti. ez-Zeylaî, a.g.e, IV, 366-369'da bu anlamda varîd olmuş rivâyetler ve ilgili görüşler kayd edilmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) ise der ki: Bu, nisbeten gevşek bir hadistir, böyle bir hadis delil olacak özelliğe sahip olmaz. Şâfiî de der ki: Yahudi ile hıristiyanın diyeti, müslümanın diyetinin üçte biri kadardır. Mecusi'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bu konudaki delili de şudur: Bu miktar, bu husustaki görüşlerin asgarîsidir. Zimmet ise yakin bir delil veya bir hüccet olması müstesna beridir. (Borçsuz ve mükellefiyetsiz kabul edilir.) Aynı zamanda bu görüş, Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir, İbnü'l-Müseyyeb, Atâ, el-Hasen, İkrime, Amr b. Dinar, Ebû Sevr ve İshak da bu görüştedir, 17. Azad Etmek için Köle Bulunamayacak Olursa: Yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa" yani kim azad "etmek üzere köle bulamaz, ve yahutta köle satın alabilecek kadar serveti yoksa, "Allah'tanbîr tevbe olmak üzere İki ay aralıksız oruç tutmalıdır." O kadarki, arada bir gün oruç tutmayacak olursa, yeniden başlar. Cumhûrun görüşü budur. Mekkî de eş. Şa'bî'den şöyle dediğini nakletmektedir: İki ay oruç tutmak, gücü yetemeyecek kimseler için hem diyetin, hem de köleyi hürriyetine kavuşturmanın yerine geçer. İbn Atiyye der ki: Ancak bu görüş bir yanılmadır. Çünkü diyeti ancak âkile öder. Katil'in mükellefiyeti değildir. Taberî ise bu görüşü Mesrûk'tan nakletmektedir. 18. Aralıksız İki Ay Oruç Tutması Gereken Hastanın Hükmü ve Kadının Ay Hali Olması: Ay hali olmak, kesintisiz oruç tutmaya engel değildir. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Böyle bir kadın temizlendikten sonra eğer geciktirmeksizin geri kalan orucuna devam edecek olursa, bunun dışında herhangi bir mükellefiyeti yoktur. Eğer fecirden önce temizlenecek olur da, temiz olduğunu bile bile o günün orucunu terk ederse, bir gurup ilim adamına göre yeniden orucuna başlaması gerekmektedir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir. Peşpeşe tutulması gereken iki ay orucun bir bölümünü tutmuş hastanın hükmü hakkında da iki farklı görüş belirtmişlerdir. Mâlik der ki: Yüce Allah'ın Kitabı gereğince kesintisiz iki ay oruç tutması icabeden herhangi bir kimsenin bir mazereti, hastahlğı veya ay hali gibi bir sebebi olmaksızın oruç açma hakkı yoktur. Yolculuk yapıp yolculuğunda oruç açma hakkı da yoktur. Hasta olması halinde, iyileştikten sonra orucuna devam eder, diyenler arasında Said b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, el-Hasen, en-Nehaî, Atâ, Mücahid, Katade ve Tavus da vardır Saîd b. Cübeyr, en-Nehaî, el-Hakem b. Uyeyne ve Atâ el-Horasanî ise, hasta olduğu takdirde iyileştikten sonra orucuna yeniden başlar, derler. Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin, arkadaşlarının ve el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de böyledir. Şâfiî'nin bir başka görüşü daha vardır: Mâlik'in dediği gibi, önceki orucuna kaldığı yerden devam eder. İbn Şubrume der ki: Eğer orucuna devam etmesini engelleyen bir mazereti varsa, tıpkı ramazan orucunda olduğu gibi, yalnızca orucunu açtığı o gününü kaza eder. Ebû Ömer der ki: Orucuna kaldığı yerden devam eder diyenlerin delili, şudur. Böyle bir kimse hastalığı dolayısıyla peşpeşe orucu devam ettirememekte mazurdur ve bunu kasten kesmiş değildir. Yüce Allah ise, kastî olmayan davranışları affetmiştir. Yeniden orucuna başlar diyenlerin delili ise, peşpeşe oruç tutmanın herhangi bir mazeret dolayısıyla sakıE olmayan bir farz oluşu ve kestiği takdirde günaha düşeceğidir Bu da namaza kıyasen böyledir. Çünkü namaz, ardı arkasına kılınan rekâllerdir. Herhangi bir özrü dolayısıyla namazını yarıda kesecek olursa, namazını yeniden kılar, kaldığı yerden namazına devam etmez. Yüce Allah'ın: “Allah'tan bir tevbe olmak üzere" âyeti mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasb edilmiştir. Anlamı ise, o günahtan bir dönüş olarak.,. Hata yoluyla öldürenin böyle bir tevbeye ihtiyaç duyması, gereken şekilde sakınmaması dolayısıyladır. Halbuki onun bu konuda gereken şekilde sakınması ve dikkat etmesi gerekirdi. Şöyle de denilmiştir: Yani o, bu şekilde peşpeşe oruç tutsun. Çünkü yüce Allah, köleyi hürriyetine kavuşturmak yerine bedel olmak üzere oruç tutmasını kabul etmek üzere onun yükümlülüğünü hafifletmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiği için tevbenizi kabul etti." (el Bakara, 2/187) Yani yükünüzü hafifletti. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "O, sizin bunu sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etti.” (el-Müzemmil, 73/20) 20, Allah Her Şeyi Bilendir, Hakimdir: "Allah" bilinmek durumunda olan her şeyi "çok iyi bilendir." Ezelde de, ebedde de. "Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir." Hükümleri sapasağlamdır, her şeyi yerli yerinde yapandır. 93Kim de bir mü’mini kasten öldürürse, cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1. Kasten Öldürmenin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Kim de... öldürürse" âyetindeki; "Kim," şart edatıdır. Cevabı ise... "Cezası” âyetidir. İleride gelecektir. İlim adamları kasten öldürenin nitelikleri hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Atâ, en-Nehaî ve başkaları şöyle demektedir: Kılıç, hançer, mızrak ucu ve buna benzer kesmek, koparmak için hazırlanmış ve sivriltilmiş demir aletlerle öldüren veya taş ve buna benzer öldürücü olduğu bilinen ağır şeylerle öldüren kimse kasten öldüren kimsedir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Demir aletle olsun, taş, sopa veya bundan başka bir araçla olsun, başkasını öldüren herkes kasten öldüren kimsedir. Cumhûrun görüşü de budur. 2. Kasten Öldürme, Hata Yoluyla öldürme ve Kasta Benzer Hata İle Öldürme: Yüce Allah Kitab-ı Kerîminde, kasten öldürme ile hata yolu ile öldürmeyi sözkonusu ederek, kasta benzer öldürmeyi sözkonusu etmemiştir. Böyle bir öldürmeyi kabul edip etmemek hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik, böyle bir öldürme çeşidini kabul etmemektedir. Mâlik der ki; Allah'ın Kitabında ancak kasten öldürme ile hataen öldürmeden sözedilmektedir. Bunu, el-Hattabî de Mâlikten nakleder ve şunu,da söylediğini ekler: Kasta benzer öldürmeyi ise biz bilmiyoruz. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik ile Leys b. Sa'd, kasta benzer öldürme çeşidini kabul etmezler. Onlara göre ısırmak, tokat vurmak, kamçı vurmak, sopa ile vurmak ve buna benzer çoğunlukla öldürücü olmayan şeylerle öldürülen bir kimse kasten Öldürülmüş olur ve bu durumda kısas gerekir, Yine Ebû Ömer der ki: Ashâb ve tabiinden bir gurup da ikisinin bu görüşünü ifade etmişlerdir. İslâm aleminin değişik bölgelerindeki fukahânın çoğunluğu ise, bütün bu öldürme şekillerinin kasta benzer öldürme olduğu görüşündedirler. Ayrıca bu, Mâlik'ten de zikredilmiş olup, İbn Vehb ile ashâb ve tabün'den bir gurup da bu görüştedir, İbnü'l-Münzir der ki: Kasta benzer öldürme, bizim mezhebimizce gereğince amel olunan bir husustur. Kasta benzer öldürmeyi kabul edenler arasında en-Nehaî, el-Hakem, Hammâd , en-Nehaî, Katade, Süfyan-ı Sevrî, Iraklılar ve Şâfiî de vardır. Ayrıca biz bunu, Ömer b. el-Hattâb ve Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anhüma)’dan da rivâyet etmiş bulunuyoruz. Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü hakkında ihtiyatlı davranilmasına en lâyık olanlar kanlardır, Zira, aslolan bu kanların bedenleri içerisinde muhafaza edilmesidir. Kan, ancak en ufak bir tereddüdün sözkonusu olmadığı, apaçık bir sebep ile mubah olabilir. Böyle bir öldürme şeklinde ise mübahlığı su götürür, tartışılır. Zira böyle bir öldürme çeşidi, bir bakıma kastı, bir bakıma da hataen öldürme olarak değerlendirilebileceğinden hakkında kasta benzer öldürmedir, diye hüküm verilmiştir. Çünkü bu durumda vurmak her ne kadar kasıt îse de öldürmek kastı yoktur. Bu öldürme kastı olmaksızın meydana geldiğinden dolayı bir taraftan kısas sakıt olur, diğer taraftan da diyet taglîz edilir (ağırlattırılır). Sünnette de buna benzer hükümler ifade edilmiştir. Ebû Dâvûd, Abdullah b. Amr yoluyla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kamçı ve asa ile meydana gelen kasta benzer hata ile öldürmenin diyeti, kırkının karnında yavruları olması şartıyla yüz devedir." Ebû Dâvûd, Diyat 17. Nesâî, Kasâme 32, 33: İbn Mâce, Diyât 5; Dârimî, Diyat 22. Dârakutnî de, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kasten öldürülürse, elinin kazandığının bir cezası olmak üzere o da kısasen öldürülür. Hataen öldürmede ise, diyet vardır, kısas yoktur. Her kim taş, sopa veya kamçı ile öldürülür fakat kimin tarafından öldürüldüğü belli değilse, o takdirde onan diyeti deve yaşları ağırlaştırılmış olarak verilir." Dârakutnî, III, 94. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Diyat 15, 26; Nesâî, Kasame 31; İbn Mâce, Diyat 8. Yine Dârakutnî, Süleyman b. Mûsa yoluyla Amr b. Şuayb'dan o, babasından, o da dedesinden şöyle dediğini rivâyec etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kasta benzer öldürmenin diyeti, kasten öldürmedeki gibi, (fakat) ağırlaştırılır. Ancak, böyle bir kimse öldürülmez." Dârakutnî, III, 95. Bu açık bir nasstır. Tavus; sopa, kamçı veya taş atımı sırasında kendisine atılan bir şey isabet edip de ölen kimse hakkında şöyle demektedir: Bunun karşılığında diyet ödenir. Fakat, onu öldürenin kim olduğu bilinemediğinden dolayı da ona karşılık kimse öldürülmez. Dârakutnî, III 95. Ahmed b. Hanbel de der ki: Hadîs-i şerîfte geçen "ne (veya kim) olduğu belirsiz (………..ve dayanışma duygusu dolayısıyla) muamma olan ve neden olduğu açığa çıkmayan îş demektir. İshak der ki: Bu tabir bir topluluğun karşılıklı olarak galeyana gelip birbirlerini öldürmeleri halidir Kelimenin aslı, sanki işi karışık hale getirmek demek olan "ta'miye yani muammalaştırmak"tan alınmış gibidir. Bu açıklamaları Dârakutnî zikretmektedir. Ağırlaştırılmış Diyet (Diyet-i Muğallaza): Kasta benzer öldürmeyi kabul edenler, ağırlaştırılmış diyetin miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Atâ ile Şâfiî der ki; Ağırlaştırılmış diyet, otuzu Hikka (dört yaşına basmış dişi deve), otuzu Cezea (beş yaşına basmış dişi deve) ve kırkı da Muhli! (yani, on yaşına girmiş deve) dir. Bu görüş, aynı şekilde Hazret-i Ömer, Zeyd b. Sabit, Muğire b. Şu'be ve Ebû Mûsa el-Eşarî'den de rivâyet edilmiştir. Mâlik’in kasta benzer öldürmedir diye kabul ettiği hallerdeki görüşü de budur. Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, Mâlik ancak, oğlunu kılıç ile vurup öldüren Müdliclinin oğluyla başından geçen olayın benzerleri hakkında kasta benzer öldürmenin olduğunu kabul eder. Şöyle de denilmiştir: Kasta benzer öldürmelerde ağırlaştırılmış diyet, dörtte birlere bölünür: Bunun dörtte biri üçe basmış dişi deve (Bintu Lebun), dörtte biri dörde basmış dişi deve (Hikka), dörtte biri beşe basmış dişi deve (Cezea), dörtte biri de ikiye basmış dişi deve (Bintu Mahâd) olur. en-Numan (Ebû Hanîfe) ile Yakub (Ebû Yûsuf )'un görşü de budur. Ayrıca bu görüşü Ebû Dâvûd, Süfyan'dan o, Ebû İshak'tan o, Âsım b. Damra'dan, o da Hazret-i Ali'den de rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Diyât 17. Bu diyetin beşte birlere ayrılacağı da söylenmiştir. Yirmi tanesi iki yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi üç yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi üç yaşına basmış erkek deve, yirmi tanesi dört yaşına basmış dişi deve, yirmi tanesi de beş yaşına basmış dişi deve. Bu da Ebû Sevr'in görüşüdür. Şöyle de denilmiştir: Bunun kırk tanesi beş yaşına basmış dişi deve (Cezea) ile dokuzuna yeni basmış (Bâzil) deve arasında, otuzu ise dört yaşına basmış dişi deve, otuzu da üç yaşına basmış dişi deve. Bu görüş Osman b. Affân'dan da rivâyet edilmiş olup, Hasan-ı Basrî, Tavus ve ez-Zührî de bu görüştedirler. Şöyle de denilmiştin: Otuzdört tanesi hamileliğinin yan dönemini tamamlamış ve dokuz yaşına basmış dişi deve, otuzüç tanesi dört yaşına basmış dişi deve, otuzüç, tanesi de beş yaşına basmış dişi deve. eş-Şa"bî ve en-Nehaî de böyle demiştir. Ayrıca bunu, Ebû Dâvûd, Ebul-Ahvas'dan, o, Ebû İshak'dan, o Âsım b. Damra'dan, o da Hazret-i Ali yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Diyât 17. 3. Kasta Benzer Öldürmelerde Diyeti Ödemekle Mükellef Olanlar: Kasta benzer öldürmede diyetin kimler tarafından ödenmesi gerektiği hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. el-Haris el-Utli, İbn Ebi Leyla, İbn Şubrume, Katade ve Ebû Sevr derler ki: Bu diyeti, öldüren kişi kendi malından öder. en-Nehaî, en-Nehaî, el-Hakem, Şâfiî, es-Sevrî, Ahmed, İshak ve Rey ashâbı ise, âkile tarafından ödenir, derler. İbnü'l-Münzir der ki: Şa'bî'nin görüşü daha sahihtir. Çünkü Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ceninin diyetinin, öbür kadını vurarak öldüren kadının âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağlamıştır. Buhârî, Diyât 26; Müslim, Kasame, 34-36; Ebû Dâvûd, Diyât 19; Nesâî, Kasâme 39. 4. Keffareti Gerektiren Öldürmeler: İlim adamları kasten öldürmenin diyetini yüklenmeyeceğini akilenin ve böyle bir öldürmenin diyetinin cinayeti işleyenin malından ödeneceğini icma ile kabul etmişlerdir. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/178. ayet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine ilim adamları, hata yoluyla öldürenin keffârette bulunacağını icma ile kabul etmekle birlikte, kasten öldürmekçe keffaretin gerekip gerekmediği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Mâlik ve Şâfiî ise, tıpkı hata ile öldürmede olduğu gibi, kasten öldürenin de keffârette bulunacağı görüşündeydiler. Şâfiî der ki: Hata yoluyla öldürmede keffâret vacip olduğuna göre, kasten öldürmede keffâretîn vacip olması öncelikle sözkonusudur. Yine Şâfiî: Yanılma halinde sehiv secdesi meşru kılındığına göre, kasten yapılan bir kusur dolayısıyla sehiv secdesinin meşru kılınması öncelikle sözkonusudur. Kastı öldürme halinde sözü edilen keffâret, hata yoluyla öldürmede vacip olanı ıskat edecek değildir, der. Şöylede denilmiştir: Kasten öldürene keffâret ancak affedilip öldürülmemesi halinde katile vacip olur. Şayet kısasen öldürülecek olursa, malından alınacak bir keffâret yükümlülüğü yoktur. Böyle bir keffâretin icabettiği de söylenmiştir. Kendisini öldürenin de malından keftaret ödenme yükümlülüğü vardır. es-Sevrî, Ebû Sevr ve Rey ashâbı der ki: Keffaret ancak yüce Allah'ın vacip kıldığı yerde vaciptir, İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, keffâretler ibadettir. Bu konuda bunların temsil yoluyla (kıyas yoluyla) vacip kılınmaları câiz olamaz. Herhangi bir kimsenin Kitap, sünnet veya icma ile olmadıkça, Allah'ın kullarını yerine getirmekle sorumlu tutacağı bir farzı tesbit etmek yetkisi yoktur, câiz değildir. Kasten öldüren kimseyekeftaretödemeyi öngörenlerin açıklamaları delil olabilecek bir özellikte değildir. 5. Bir Topluluğun Birisini Hata Yoluyla Öldürmesi Hali: Bir topluluğun hata yoluyla birisini öldürmesi halinde hükmün ne olacağı hususunda, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim der ki: Her birisinin ayrı ayrı keffârette bulunması gerekir el-Hasen, İkrime, Nehaî, Haris el-Uklî, Mâlik, Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Rey ashâbı da böyle demişlerdir. Bir başka kesim ise, hepsi tek bir keffaret ödemekle yükümlüdürler, demektedirler. Ebû Sevr böyle demiştir. Aynı zamanda bu görüş el-Evzaî'den de nakledilmiştir. ez-Zührî ise, köle azad etmek ile oruç tutmak keffareti arasında fark gözeterek, mancınık ile atış yapan ve birisini Öldüren bir topluluk hakkında şöyle demiştir: Hepsinin bir köle azad etmeleri gerekir. Eğer azad edecek köle bulamayacak olurlarsa, onların her birisi aralıksız iki ay oruç tutar. 6. Kasten Öldürmenin Vebalinin Buyû'klüğü: Nesâî şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize el-Hasen b. İshak el-Mervezî -sika bir ravidir- haber vererek dedi ki; Bana Halid b. Hidâş anlatarak dedi ki: Bize Hatim b. İsmail, Beşir b. el-Muhacir'den anlattı: Beşir, Abdullah b. Bureyde'den, o, babasından naklederek dedî ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’minin öldürülmesi, Allah nezdinde dünyanın zeval bulmasından daha büyük bir şeydir." Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2; Tirmizî, Diyât 7: İbn Mâce, Diyât 1. Yine Abdullah (b. Mes'ûd) dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kulun kendisinden ilk hesaba çekileceği şey namaz, insanlar arasında ilk hükme bağlanacak meseleler ise, kanlar hakkında olacaktır." Nesâî, Tahrimû'd-Dem 2. İsmail b. İshak da, Nafi b. Cübeyir b. Mut'im'den, o, Abdullah b. Abbas'dan birisinin kendisine şöyle bir soru sorduğunu rivâyet etmektedir: Ey Ebû'l-Abbas, katilin tevbesi sözkonusu mudur? İbn Abbâs, bu soruya hayret eden bir kişinin edası ile: îkî yada üç defa sen ne diyorsun? diye sorduktan sonra, İbn Abbâs şöyle dedi: Yazıklar olsun sana, böyle birisinin tevbesi nasıl mümkün olur? Ben Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururken dinledim: "(Kıyâmet gününde) maktul boyun damarlarından kan akarak, başını ellerinden birisine asmış, diğer eliyle de katilini yakasından tutup sürükleyerek getirir. Nihayet (Allah'ın huzurunda) durdurulurlar. Bu sefer maktul, şanı yüce Allah'a şöyle der: Rabbim, bu beni öldürdü. Yüce Allah katile: Sen artık bedbaht oldun, der ve katil alınıp cehenneme götürülür.” Nesâî, Kasâme 49; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 15; Müsned, I, 240, 294, 364. el-Hasen'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, mü’minin öldürülmesi hususunda (katilin cezasının indirilmesi için) Rabbime müracaat ettiğim kadar hiç bir hususta Rabbime müracaat ecmiş değilim. Ancak benim isteğimi bir türlü kabul etmedi." 7. Kasten Bir Mü’min Öldürenin Tevbesi Mümkün mü: Kasten bir mü’mini öldüren bir katilin tevbe etmesinin mümkün olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Buhârî, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Bunun (Tefsir etmekte olduğumuz âyet) hakkında Kûfeliler ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine ben de, bunu öğrenmek için İbn Abbâs'ın yanına yolculuk yaptım. Ona bu âyet-i kerîme hakkında sordum, şöyle dedi: Şu: "Kim de bir mü’minİ kasten öldürürse, cezası... cehennemdir" âyeti, (bu hususta) son nâzil olan âyettir. Onu herhangi bir şey nesh etmiş değildir. Buhârî, Tefsir 4. süre 16, 25- SÛRE 2: Nesâî, Kasâme 48, Tahrimu'd-Dem 2. Yine Nesâî, ondan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Abbâs'a mü’min bir kimseyi kasten öldürenin tevbesinin mümkün olup olmadığım sordum, bana hayır dedi. Bu sefer ben ona, el-Furkan Sûresi'nde yer alan: "Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilaha îman etmezler..." (el-Furkan, 25/68) âyetini okudum, şöyle dedi: Senin bu dediğin âyet Mekke'de inmiştir. Onu Medine'de inen: "Kim de bir mü’mini kasten öldürürse cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş,” âyeti bunu nesh etmiştir. Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2. Zeyd b. Sabit'ten de buna benzer bir rivâyette bulunarak en-Nisa Sûresi'ndeki bu âyetin el-Furkan Sûresi'ndeki âyetten altı ay sonra nâzil olduğunu nakletmektedir. Bir diğer rivâyette ise sekiz ay sonra nâzil olduğu belirtilmektedir. Her ikisini de Nesâî, Zeyd b. Sabit'ten nakletmiştir. Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2. İşte Zeyd b. Sabit ile İbn Abbâs'tan gelen bu haberlerle birlikte bu âyet-i kerimenin ifade ettiği umumi manayı, Mutezile mezhebi kabul ederek, işte bu, yüce Allah'ın: "Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) âyetindeki umumi ifadeyi tahsis etmektedir derler ve âyet-i kerimede sözü geçen tehdidin kesinlikle bütün katiller hakkında geçerli olduğu görüşünü ifade ederek, her iki âyet-i kerimenin arasını da şu sözleriyle telif etmeye çalışmışlardır; Bu İki âyete göre takdir şöyledir: Allah, kasten öldürme dışında bundan başka dilediğine mağfiret eder, demektir. Aralarında Abdullah b. Ömer'in de bulunduğu -ki bu, aynı zamanda Zeyd ile İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir- bir grup ilim adamı, kasten öldürenin tevbe etmesinin mümkün olduğu görüşündedirler. Yezid b. Harun rivâyetle şöyle demektedir: Bize, Ebû Mâlik el-Eşcai, Sa'd b. Ubeyde'den şöyle dediğini haber vermektedir: Bir adam İbn Abbâs'a gelerek şöyle dedi: Bir mü’mini kasten öldüren kimsenin tevbesi mümkün mü? İbn Abbâs hayır, onun cehennemden başka cezası yoktur, dedi. (Sa'd b. Ubeyde) dedi ki: Adam gittikten sonra onunla oturanlar ona: Sen bize katilin kabul edilecek bir tevbesinin mümkün olduğu şeklinde fetva veriyordun. O, şöyle dedi: Ben, bunun mü’min bir kimseyi öldürmek isteyen kızgın bir kişi olduğunu zannediyorum. (Sa'd) dedi ki: Arkasından bir adam gönderdiler, gerçekten de halinin bu olduğunu tesbit ettiler. Ehli Sünnetin görüşü de bu doğrultudadır ve sahih olan da budur. Bu âyet-i kerîmenin tahsis edilmiş olduğunu kabul ederler. Böyle bir tahsisin delili ise, konu ile ilgili bir takım âyet-i kerimeler ve rivâyetlerdir. Ehli Sünnet âlimleri, bu âyet-i kerimenin Mikyes b. Dubabe (Subabe de rivâyet edilmiştir) hakkında nâzil olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Mikyes, kardeşi Hişam b. Dubabe ile birlikte İslama girmişti. Hişam'ın. Neccaroğulları tarafından öldürülmüş olduğunu gördü. Bu hususu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bildirince Hazret-i Peygamber Mikyes'e, kardeşini öldüren kişiyi teslim etmelerini emreden bir mektup yazdı. Onunla beraber Fihr oğullarından da bir adam gönderdi. Neccaroğulları ise şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz onu kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Fakat bizler diyetini öderiz, deyip ona yüz deve ödediler. Daha sonra Mikyes, beraberindeki adam ile birlikte Medine'ye döndüler. Bu sefer Mikyes, Fihroğullarından olana saldırarak kardeşine mukabil onu öldürdü, develeri alıp gitti ve Mekke'ye mürted ve kâfir olarak geri döndü. Şu beyitleri de okuyup duruyordu: "Ben ona (kardeşime) karşılık olarak Fihr'liyi öldürdüm ve diyetini yükledim Pari1 kalesinde yaşayan Neccaroğullarının ileri gelenlerine; Böylelikle ben yayımı çözmüş oldum intikamımı da aldım Ve ben putlara geri dönen ilk kişi oldum," Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "İster Harem bölgesinde, ister onun dışındaki helal bölgede olsun, asla ona eman vermiyorum" dedi ve Mekke'nin fethedildiği günü, Kabe'nin örtülerine asılmış olduğu halde bulunsa dahi öldürülmesini emretti. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, II, 623. İşte bu husus, tefsir ehlinin ve din âlimlerinin nakli ile sabit olduğuna göre, bunun müslümanlar hakkında anlaşılmaması gerekmektedir. Diğer taraftan bu âyetin zahirini delil olarak almak, yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler, hiç şüphesiz günahları giderir" (Hüd, 11/114); "O, kullarının tevbelerini kabul edendir"(eş-Şûra, 42/25) ile "Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisâ, 4/48) âyetlerinin zahirinin ifade ettiği manayı almaktan daha uygun değildir. Bu âyet ile zikrettiğimiz diğer âyetlerin zahirlerini bir arada almak ise çelişkidir. O halde tahsis kaçınılmaz bir şeydir. Diğer taraftan, el-Furkan'daki âyet-i kerîme ile bu âyet-i kerimenin arasını bulmak mümkündür. Ortada nesh de yoktur, tearuz da sözkonusu olmaz. Bu da en-Nisâ Süresindeki âyecin mutlak ifadesinin Furkan Sûresi'ndeki âyetin mukayyed ifadesine hamledilmesiyle olur. Böylelikle âyetin anlamı şöyle olur: İşte bunun cezası şöyle şöyledir, tevbe eden müstesna. Özelliklede bu hükümleri gerektiren aynı şey ise bu, böyle olmalıdır. Bu şey ise katildir. Bunun gerektirdiği ise ceza vaadi ve tehdididir Kasten mü’mini öldürenin tevbesinin kabul olunacağına dair haberler ise pek çoktur. Ubâde b. es-Sâmit'in şu ifadelerin yer aldığı hadisi buna örnektir: "Bana, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, hak ile olması müstesna Allah'ın haram kıldığı canı öldürmemek üzere bey'at ediniz. Aranızdan kim bu bey'atte verdiği sözü eksiksiz yerine getirirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Her kim bunlardan her hangi bir şey işleyecek olur da buna karşılık cezalandırılırca, bu da onun için bir keffaret olur. Her kim bunlardan bir şeyler işler ve Allah da onun bu işlediğim setr edecek olursa, o vakit işi Allah'a kalmıştır. Dilerse onu atfeder, dilerse onu azaplandırır." Buhârî, Menakıbul-Ensar 43; Tefsir 60. Sûre 3, Hudûd 8, 14; Müslim, Hudûd 41; Tirmizî, Hudûd 12; Nesâî, Îman 14; Dârimî, Siyer 17; Müsned, V, 313, 314. Bu hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmiş, Buhârî ve Müslim de bunu kitaplarına kaydetmişlerdir. Ebû Hüreyre'nin yüz kişiyi öldürmüş birisine dair rivâyet ettiği hadisi de bu kabildendir. Bu hadisi de Müslim Sahihinde, İbn Mâce süneninde rivâyet ettiği gibi, başkaları da bunu rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Enbiyn 54; Müslim, Tevbe 46,47; İbn Mâce, Diyat 2; Müsned, III, 20, 72. Bu hususta sabit olmuş benzer başka haberler de vardır. Diğer taraftan başkasını öldürdüğüne dair şahadette bulunulup, kendisi de kasten öldürdüğünü ikrar ederek, maktulün velileri tarafından devlet yetkililerine getirilen ve bunun sonucunda kendisine had uygulanıp kısasen öldürülen bir kimsenin âhirette cezalandırılmayacağı ve Ubade b. es-Samit hadisi gereğince, icma ile bu tehdidin hakkında söz konusu olmayacağı noktasında Mutezile de bizimle aynı görüşü paylaşmaktadır. O halde, Mutezilenin; "Kim de bir mü’mini kasten ölüdürse cezası... cehennemdir" âyetinin ifade ettiği umumi anlamı delil diye ileri sürmelerine imkân kalmaz ve zikrettiğimiz diğer naslar ile bu âyetin umumu tahsis edilmiş olmaktadır. Durum böyle olduğuna göre, o halde uygun olan, açıkladığımız şekilde âyetin tahsis edilmiş olduğunu kabul etmek veya İbn Abbâs'tan söylediği nakledilen şu kanaate göre hamledilmiş olduğunu kabul etmektir. İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerimede geçen "kasten öldürmek"den maksat, onun öldürülmesini helal kabul etmektir. Bu ise, icma ile küfre varır. Bir başka topluluk da şöyle demektedir: Katil tevbe etsin yahut etmesin ilâhî meşîete bağlıdır. (Yani Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse azaplandırmaz). Bunu da Ebû Hanîfe ve arkadaşları söylemiştir. Eğer; yüce Allah'ın: "Cezası, orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiş..." âyeti zaten böylesinin kâfir olduğuna delildir, çünkü yüce Allah, ancak imandan çıkmış bir kâfire gazab eder; denilecek olursa, deriz ki; Bu bir tehdittir. Yapılan tehdidi gerçekleştirmemesi ise bir lütuf ve bir keremdir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Gerçek şu ki, ben ne zaman onu tehdit eder veya ana vaadde bulunursam Tehdidimi gerçekleştirmem, fakat verdiğim sözü yerine getiririm " Bu (açıklama) daha önceden geçmiştir. İkinci bir cevap: Şayet Allah, ona bunun cezasını verecek olursa,., böyle cezalandırır, demektir. Yani günahının büyüklüğü dolayısıyla o buna lâyıktır, böyle bir cezayı hakeder demektir. Bunu Ebû Miclez, Lâhik b. Humeyd ile Ebû Salih ve başkaları böylece ifade etmişlerdir. Enes b. Mâlik de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah bir kula sevap vâdedecek olursa onu yerine getirir. Eğer ona ceza tehdidinde bulunacak olursa, bu da Allah'ın dilemesine (meşîetine) bağlıdır. Dilerse onu cezalandırır, dilerse onu affeder." Ancak bu son iki te'vil şeklinde su götürür tararlar vardır. Birincisini ele alalım. el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü yüce Rabbimizin âyeti, değişikliği ve verilen sözü değiştirmeyi kabil değildir. Ancak, bu âyetle umumi olanın tahsis edilmesinin kastedilmesi müstesna. O taktirde bu, konuşmalarda caizdir. İkincisine gelince, şüphesiz merfu' olarak yapılan bu rivâyet (Enes'in hadis rivâyeti) ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu açıklama şeklindeki yanlışlık gâyet açıktır. . Çünkü yüce Allah: "İşte bu, onların cezası kâfir olmalarından ötürü, cehennemdir" (el-Kehf, 18/106) diye buyurmuş, fakat hiç kimse de, eğer onları cezalandıracak olursa cehennemle cezalandıracaktır, dememiştir. Ayrıca Arap dili açısından da böyle bir açıklama hatalıdır. Çünkü bu âyetten sonra: "Allah onagazab etmiş.,."diye buyurmaktadır. Bu ise onu cezalandıracaktır anlamındadır. Üçüncü bir cevap: Böyle bir kimse, şayet tevbe etmez, günahlarında ısrar eder ve Rabbinin huzuruna küfür ile çıkacak olursa, isyanı sebebiyle cezası cehennemdir. Hibetullah "en-Nâsik vel-Mensûk"adlı eserinde şöyle der: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın: "Şüphesizki Allah kendisine ortak koşam affetmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder" (en-Nisa, 4/48 ve 116) âyeti ile nesh olunmuştur. Bu hususta, insanların icmaı vardır. Ancak İbn Abbâs ile İbn Ömer, bu âyetin muhkem olduğunu söylemişlerdir. Şu kadar var ki, onun bu dediği de su götürür, çünkü konu umum ve umumun tahsisi konusudur, nesh konusu değildir. Bu da İbn Atiyye'nin görüşüdür. Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü nesh, haberler hakkında sözkonusu olmaz, Çünkü âyetin manası, Allah onu cezalandıracaktır, şeklindedir. en-Nehhâs da Meanli'l-Kur'ân adlı eserinde şunları söylemektedir: Nazar ehli (ilahi âyeti iyice tetkik eden kimseler) âlimlerine göre bu husustaki görüş, âyetin muhkem olduğu ve tevbe etmediği takdirde onu cezalandıracağı şeklindedir. Şayet tevbe edecek olursa durumunu: "Şüphesiz ki ben, tevbe eden, îman eden... kimseye çok çok mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) âyeti ile açıklamış bulunmaktadır. İşte bu da (kasten katil de) bunun kapsamı dışında değildin Diğer taraftan ebedi kalmak, ifadesi (her zaman) devamlılığı gerektirmeyebilir, Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce hiçbir kimseye ebedilik vermedik. (Çok uzun ömür vermedik)" (el-Enbiya, 21/34) diye buyurulmaktadır. Yine bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır: "Malının gerçekten kendisine ebedi hayat verdiğini sanır." (el-Hümeze, 104/3) Şair Züheyr de şöyle demektedir: "Ve ebedi hiçbir şeyi (görmüyorum); şu sapasağlam duran dağlardan başka." İşte bütün bunlar, ebedîlik (el-Huld) kelimesinin bazan ebedi kalmak anlamından başka bir anlamda da kullanıldığım göstermektedir. Çünkü bilindiği gibi dünyanın zeval bulmasıyla bunlar (dağlar) ve âyet-i kerimede sözü edilen ebedilikler zeval bulacaktır. Aynı şekilde Araplar da şöyle demektedir: Yemin olsun ki, filan kişiyi ebediyyen hapiste bırakacağım." Ancak, hapisin sonu gelir ve biter. Hapsolunan kimsenin durumu da böyledir, Dûa ederken kullanılan şu sözler de bu kabildendir: "Allah mülkünü daim kılsın, günlerini de ebedileştirsin." Bütün bu hususlara dair bu açıklamalar, hem lâfzan, hem de mana itibariyle daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (el-Bakara, 2/35- âyetin tefsiri). Yüce Allah'a hamd olsun. 94Ey îman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın ve size selâm verene, dünya hayatının menfaatini arayarak: "Sen mü’min değilsin demeyin." İşte Allah'ın katında nice ganimetler vardır. Önceleri siz de böyle idiniz de, Allah size lütfetti. O halde iyice araştırın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın" âyeti de, Savaş ve cihada dair âyetlerle ilişkilidir. "Cihada çıkmak," burada yeryüzünde yürümek, yol tepmek anlamındadır. Ticaret, gaza veya bir başka maksatla yol alındığı vakit: Yeryüzünde vurdum (yol teptim), denilir ve harfi cerri kullanılır. Bu harf-i cer olmaksızın bu ifade kullanılacak olursa, def’i hacet için çıkmak demek olur Hazret-i Peygamberin şu âyetinde olduğu gibi: "İki kişi defi hacet için çıkarak, ferclerini açmış oldukları halde konuşmaya koyulmasınlar. Çünkü şüphesiz Allah buna gazap eder." Ebû Dâvûd, Tahâre 7; Müsned, III, 36. İbn Mâce, Tahâre 24. Bu âyet-i kerîme, bir müslüman topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, yolculuklarında, beraberinde bir deve ve satmak üzere bir kaç koyun bulunan bir adamla rastlaştılar. Bu adam onlara selam verip: "Lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Resûlüllah" dediği halde, müslümanlardan birisi hamle yaparak onu öldürdü. Bu hususu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatınca, Hazret-i Peygamber'e bu ağır geldi, bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî de bunu, Atâ'dan, o, İbn Abbâs yoluyla rivâyet etmektedir İbn Abbâs dedi ki: Beraberinde birkaç koyun bulunan bir adama, müslümanlar arkadan yetiştiler. O da esselâmu aleykûm dediği halde onu öldürdüler ve beraberindeki koyunlarım aldılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Dünya hayatının menfaatini arıyarak..." âyetine kadar bu âyet-i kerimeyi indirdi. Dünya hayatının menfeati ise, orada sözü geçen birkaç koyundu. Buhârî der ki: İbn Abbâs burada; şeklinde okumuştur. Buhârî, Tefsir 4. sûre 17: Müslim, Tefsir 22; ayrıca; Ebû. Dâvûd, Huruf 6; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 16; Müsned, III, 229, 272, 324, VI, 11. Buhârî’den başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o adamın diyetini akrabalarına götürüp teslim etti ve beraberindeki koyunları da geri iade etti. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 634. Bu olayda katil ile maktulün tayini hususunda farklı kanaatler vardır. Çoğunluğun benimseyip, İbn İshak'ın da Sîretî ile Ebû Dâvûd'un Mûsannef'mâe, İbn Abdi'l-Berr'in el-îstiâb’ında yer alan rivâyete göre, katil Muhallim b. Cessâme, maktul ise Amir b. el-Edbat'dı. Ebû Dâvûd, Diyât 3; İbn Mâce, Diyât 4, Hazret-i Peygamber, Muhallim'e beddua etmiş ve bundan sonra ancak yedi gün yaşamıştı. Daha sonra defnedildiği halde yer onu kabul etmeyip dışarı atmıştı. Bir daha defnedildi. Yine yer onu kabul etmedi. Üçüncü defa da defnedilince yine yer onu kabul etmedi. Yerin onu kabul etmediğini görmeleri üzerine onu, oradaki dağ yollarından birisine bıraktılar. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Muhakkak yer ondan daha kötü olanlarını da kabul eder." el-Hasen der ki: Yerin bundan daha kötü olanları da atıp kabul ettiği halde bunu dışarı çıkarması, bir daha aynı işi yapmamaları için onlara bir öğüt idi. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûlî'l-Kur’ân, s. 176; es-Süyutî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 635. İbn Mâce'nin Sünen'inde İmrân b. Husayn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir müslüman askerî birliğini müşrikler üzerine gönderdi. Müşriklerle oldukça şiddetli bir çarpışma yaptılar. Müşrikler önlerinden kaçmamakla birlikte onlara karşı da koyamadılar. Yakınlarımdan olan birisi, müşriklerden birisine mızrağı ile hamle yaptı, tam üzerine atılacağı sırada adam, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahidlik ederim. Şüphesiz ki, ben müslümanim" dediği halde, mızrağını ona sapladı ve onu öldürdü. Bu akrabam daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek, Ey Allah'ın Rasülu dedi, helâk oldum. Hazret-i Peygamber bir ya da iki defa ona: "Ne yaptın ki" diye sordu. O da yaptığını Hazret-i Peygambere bildirdi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Peki neden içini yarıp kalbinde neler olduğunu öğrenmedin?" Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, şayet içini yarsaydım kalbinde neler olduğunu bilebilir miydim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, ama sen ne onun söylediği sözü kabul ettin, ne de onun kalbinde ne olduğunu bilebilirdin." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu ve ona birşey demedi. Aradan fazla bir zaman geçmeden o yakınım öldü ve biz de onu defnettik. Ancak, toprağın üstüne çıktı. Bir düşman onun üzerini açmış olabilir, dediler. Yine onu defnettik. Daha sonra çocuklarımıza onu korumalarını emrettik. Yine toprağın üstüne çıktı. Bu sefer; Çocuklar uyuklamış olabilirler, dedik. Yine onu defnettik. Sonra da onu bizzat kendimiz koruduk. Sabah olduğunda yine toprağın üstüne çıkmıştı. Bu sefer biz de onu şu dağ yollarından birisine bıraktık. İbn Mâce, Fiten l; Müsned, IV, 438-439. Denildiğine göre bunu öldüren kişi, Usame b. Zeyd, öldürülen kişi ise, Gatafanlı ve Fezarelilere mensup olmuş Fedek ahalisinden Murreoğullarından Mirdas b.-Nehik imiş. İbnü'l-Kasım da Mâlik'den naklederek böyle demiştir. Yine denildiğine göre, sözü geçen bu Mirdas, geceleyin İslama girmiş ve aile halkına durumu haber vermişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Usame'ye durumun ne kadar ağır olduğunu anlatınca o da, bir daha Lallahe illallah diyen hiçbir kimseyle çarpışmayacağına dair yemin etmiş. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Katilin Ebû Katade olduğu da söylenmiştir, Ebû'd-Derda olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte, Öldükten sonra yerin kabul etmeyip dışarı attığı kimsenin sözünü ettiğimiz Muhallim adındaki zat olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Belki de bu haller birbirine yakın zamanlarda (birkaç defa) cereyan etmiş de olabilir. Ve âyet-i kerîme bütün bunlar hakkında nâzil olmuş olabilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müslüman olup da öldürülmüş o kişinin ahalisine koyunlarım ve deveyi geri gönderdiği, diyetini de onlara ulaştırdığı ve bunu da kalplerini telif etmek üzere yaptığı da rivâyet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre, sözü geçen seriyyenin kumandanı, Leys'li Galip b. Fedale imiş. Bunun el-Mikdad olduğu da söylenmiştir. Bunu es-Süheylî nakletmektedir, Yüce Allah'ın: "İyice araştırın" âyeti teemmül edin, tetkik edin, inceleyin demektir, şeklindeki kıraat, cemaatin (büyük çoğunluğun.) kıraatidir, Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim'in tercihi de budur. Derler ki: Tebeyyünü (iyice araştırmayı.) emreden, iyice sağlamlaştırmayı (tesebbüt) da emretmiş demektir. Bu fiil, hem müteaddi, hem de lâzım (geçişli ve geçişsiz) dir. Hamfe ise bu kelimeyi, üç noktalı "se"den sonra, tek noktalı "be" harfi gelecek şekilde "tesebbüt"den diye okumuştur. Ancak, bu hususta şeklindeki okuyuş daha pekiştiriri bir anlam ifade etmektedir. Çünkü insan, tesebbütte bulunmakla birlikte tebeyyünde bulunamıyabilir. zaman edatında şart anlamı vardır. Bundan dolayı şanı yüce Allah'ın İyice araştırın" âyetinin başına "fe" harfi gelmiş bulunmaktadır. Şairin şu mısraında oluduğu gibi bu edat, şart edatı olarak da kullanılabilir: "Sana bir darlık ve sıkıntı isabet edecek olursa, buna güzel bir şekilde katlan!" Fakat bu edatın şart edatı olarak kullanılmaması şairin şu beyitinde olduğu gibi daha güzeldir: "Nefis arzulayıcıdır. Sen ona teşvikte bulunursan Fakat onu aza döndürecek olursan da kani olur." Tebeyyun ile tesebbüt, öldürme hususunda, ikâmet halinde olsun, yolculuk halinde olsun vaciptir ve bunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Özellikle sefer halinin sözkonusu edilmesi ise, âyet hakkında nâzil olduğu olayın seferde vaki olmuş olmasıdır. 3. Selâm, Teslimiyet Arzetmek ve Barış: Yüce Allah'ın: "Size selâm verene, dünya hayatının menfaatini arayarak sen mü’min değilsin demeyin" âyetinde geçen "es-Selâm", Selem ve Silm ile aynı anlamı ifade eder. Bunu Buhârî söylemektedir, Buhârî, Tefsir 4, sûre 17. Bu kelime bütün bu şekillerde okunmuştur. Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, "es-Selâm" okuyuşunu tercih etmiştir. Akli ilimlerde uzman kimseler (ehlü'n-nazar) ona muhalefet ederek burada: “.....” okuyuşu daha uygundur. Çünkü burada bu okuyuş, itaat ve teslimiyet göstermek demektir, Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Biz hiç bir kötülük yapmazdık (diyerek) teslimiyet arzederler" (en-Nahl, 16/28) Buna göre "es-Selem" teslimiyet göstermek ve itaat etmek demektir. Yani, eliyle itaat ettiğini bildirip size teslimiyet arzedene ve sizin davet ettiğiniz şeyi izhar edene sen mü’min değilsin, demeyiniz. Burada zikredilen es-Selâm, size es-Selâmu aleykûm demesidir. Bu da bir önceki görüşe racidir. Çünkü onun İslam selamını vermesi itaat ve teslimiyetini ifade eder. Bununla tarafsız olduğunun ve Savaşmayı terkettiğinin kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Çünkü, kimse ile beraber olmayan kimseler hakkında "filan kişi selâmdır" yani tarafsızdır, denilir. Silin ise, sulh (barış) demektir. 4. Selâm Verene Eman Vermemek: Ebû Cafer'den "Sen mü’min değilsin" âyetini: “.....” Sen kendisine eman verilmiş kimse değilsin, eman altında değilsin, (anlamına gelecek) şeklinde ikinci "mim" harfini üstün olarak (mü'men şeklinde) okumuştur. Bu ise himaye altına alınan kimse (değilsin) demektir. 5. Akdi Olmayan Kâfirin Öldürülmesi: Ahdi olmayan bir kâfir ile bir müslüman karşılaşacak olursa, onu öldürmesi câiz olur. Şayet lâ ilâhe illâlah diyecek olursa, onu öldürmesi câiz olmaz. Çünkü bunu söylemekle kanını, malını ve aile halkını himaye altına alan, îslâmın kulpuna yapışmış olur. Şayet bu sözü söyledikten sonra onu öldürecek olursa, ona karşılık o öldürülür. Bu şekilde bazılarını öldürmüş kimselerden, öldürülmenin sakıt oluş sebebi ise, onların te'vilde bulunarak, bu sözü söyleyen kimsenin kendisini korumak için, silahtan korktuğundan bunu söylediğini kabul etmeleri ve bu sözün öldürülmekten koruyabilmesi için tam bir itminan ile söylenmesi gerektiğine kani olmaları idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne şekilde söylerse söylesin bu sözün koruyucu olacağını haber vermiştir. İşte bundan dolayı Usame'ye şöyle demişti: "O halde ne diye onun kalbini açıp bakmadın, O takdirde bu sözü gerçekten (kalbinden îman ile) söyleyip söylemediğini öğrenebilirdin," Müslim, îman 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 95. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Yani o vakit bu sözü söylerken doğru mu söylemiştir, yalan mı söylemiştir görürdün. Buna ise imkân yoktur O halde geriye sadece dilin imanı açığa vurması kalmaktadır. İşte bu, oldukça önemli ve büyük bir fikhi konudur. O da şudur: Hükümler, galip zanla ve zahire bağlı olarak verilir. Yoksa kafi kanaatlere ve gizliliklere muttali olmaya bağlı değildir. Şayet, "selâmun aleykûm" diyecek olursa, bunun arkasında neyin yer aldığını bilmedikçe yine öldürülmez. Çünkü böyle bir şey tartışılabilir bir konudur. Mâlik, "ben eman istemek üzere geldim" diye beyanda bulunan bir kâfir hakkında şöyle demiştir: Bunlar içinden çıkılması zor hususlardır. Görüşüme göre böyle bir kimse, güven bulacağı bir yere kadar götürülür. Müslüman olduğuna dair lehinde hüküm verilmez. Çünkü onun hakkında küfür sabit olmuştur. Dolayısıyla söylediği söze delalet edecek şeyin ondan açığa çıkması kaçınılmaz bir şeydin Ben müslümanım, ben mü’minim demesi yeterli olmadığı gibi, namaz kılması da yeterli değildir." Tâ ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Ben, insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum" sözünde, kanın koruma altına alınmasının kendisine bağlı kıldığı sözü (kelime-i tevhid'i) söyleyinceye kadar. 7. Müslüman Olmayan Bir Kimsenin, Namaz Ya da İslama Has Fiillerden Birisini Yapması: Şayet kâfir bir kimse namaz kılar yahut İslamın özelliklerinden olan bir fiili işleyecek olursa, ilim adamlarımız (Mâliki mezhebi âlimleri) hakkında farklı kanaatlere sahiptirler, İbnü'l-Arabî der ki: Görüşümüze göre böyle bir kimse bunları yapmakla müslüman olmaz. Şayet ona: Bu namazın arkapılani nedir? diye sorulacak olursa, o da: Benim bu kıldığım namaz, müslüman olarak kıldığım namazdır, derse ona; Lailahe illallah, de denilir. Şayet bunu söyleyecek olursa, doğru söylediği ortaya çıkar. Eğer bunu söylemeyi kabul etmezse, onun bu davranışının bir oyun olduğunu öğrenmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir davranışta bulunmakla müslüman olacağım kabul edenlerin görüşüne göre, irtidat etmiş olur. Ancak sahih olan bunun irtidat değil de asli bir küfür olduğudur. Aynı şekilde, "selâmun aleykûm" diyen kimseye de bu sözü (tevhid kelimesini) söylemesi teklif edilir. Söyleyecek olursa, doğruyu bulması tahakkuk eder, söylemeyecek olursa, inadı açıkça ortaya çıkar ve öldürülür. İşte yüce Allah'ın: "İyice araştırın" yani, tebeyyün ve tesebbtit edin âyetinin anlamı budur. Yani o müşkil durumu açıkça ortaya çıkartın ve acele etmeyin. (Görüldüğü gibi) tebeyyün ile tesebbüt de aynı anlamı ifade etmektedir. Herhangi bir kimse onu öldürecek olursa, yasaklanmış bir iş yapmış olur. Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muhallim'in bu yaptığı işin ağırlığını ifade etmesi ve kabrinden dışarıya atılışının nasıl olduğu sorulacak olursa, şöyle deriz: Çünkü Hazret-i Peygamber, Muhallim'in, o kişinin müslüman olduğuna aldırış etmediğini ve cahiliyye döneminde aralarındaki kin dolayısıyla kasti olarak onu öldürüp müslüman oluşuna aldırış etmediğini bilmişti. 8. Dünya Hayatının Geçici Faydası ile Gerçek Zenginlik: Yüce Allah'ın: "Dünya hayatının menfeatini arayarak" yani onun malını almak isteyerek,.. Dünya hayatının metaına; denilmesi bunun gelip geçici sebat bulmayan zail olucu oluşundan dolayıdır. Ebû Ubeyde der ki: Bütün dünya hayatının metaına "radıyallahü anh" harfi üstün olarak "arad" denilir. "Dünya hazır bir araz'dır. Ondan İyi olan da yer facir olan da yer" tabirindeki "araz" da bu kabildendir "Ra" harfi sakin olarak ise dinar ve dirhem dışındaki mallara denilir. Buna göre her arz arazdır fakat her araz, arz değildir. Müslim'in Sahihinde de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Zenginlik fazla mal sahibi olmak değildir. Asıl zenginlik nefis zenginliğidir." Buhârî, Rikaak 15; Müslim, Zekat 120; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce. Zühd 9; Müsned, II, 243, 261. 390, 438, 443, 540. İlim adamlarından birisi de bu anlamdan hareketle şu beyitleri söylemiştir: "Sana yetene kanaat getir ve razı olmayı elden bırakma Çünkü bilemezsin sabaha çıkar mısın, akşamı eder misin? Zenginlik çokça mal sahibi olmak demek değildir ancak, Zenginlik te fakirlik te nefsin kendisindendir." İşte bu, Ebû Ubeyde'nin: Mal, mal edinilen her şeyi kapsar, şeklindeki sözünün doğruluğunu ortaya koymaktadır. (Sîbeveyh'in) Kitabu’l-Ayn'ında ise şöyle denilmektedir: Araz, dünyada nail olunan şeydir. Yüce Allah'ın: "Siz dünya hayatının malını arzu ediyorsunuz" (el-Enfal, 8/67) âyeti de buradan gelmektedir. Çoğulu ise "aruz" gelir. İbn Faris'in el-Mücmel'inde de şöyle denilmektedir: Araz, İnsanın karşı karşıya kaldığı hastalık yahut benzeri şeylerdir. Dünya arazı ise, dünyada bulunan az veya çok mala denilir. Arz ise, nakit olmayan sair eşyalara denilir. Bir şey zuhur edip imkân sahibi olursa onun, hakkında da; denilir. Arz (en) de uzunluğun zıddıdır. 9- Allah'ın Lütuflarına Rağbet Etmek: Yüce Allah'ın: "İşte Allah'ın katında nice ganimetler vardır" âyeti, yüce Allah taralından herhangi bir yasak istenmeksizin helalinden ve uygun görülen şekilde yerine getirilecek şeylere karşılık Allah'ın vaadi olduğunu ortaya koymaktadır. Yani durum böyle olduğundan ötürü, siz akılsızca tasarruflarda bulunmayınız. Çünkü "önceleri siz de böyle idiniz" yani siz de bir zamanlar kendinize gelecek bir zarar korkusuyla kavminizden imanınızı gizliyordunuz. Nihayet Allah size dini güçlendirmek ve müşrikleri yenik düşürmek suretiyle lütufta bulundu. İşte şu anda onlar (müşrikler) da böyledir. Onlardan her birisi kendi kavmi arasında size nasıl ulaşacağını hesap etmekte, beklemektedir. Dolayısıyla böyle birileri size gelecek olursa onun durumunu açıkça anlamadığınız sürece öldürmeniz uygun düşmez. İbn Zeyd der ki: Âyetin anlamı şudur: Siz de bu şekilde kâfirler idiniz de İslama girmeniz suretiyle. "Allah size lütfetti," O halde karşınıza çıkan böyle bir kimsenin de önceleri sizin önceki haliniz gibi olduğu halde sizinle karşılaşır karşılaşmaz derhal İslama girmesini olmayacak bir şey olarak değerlendirmeyiniz. O halde böyle birilerinin durumunu iyice araştırmanız gerekmektedir. Îman, yalnızca sözdür diyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterirler. Çünkü yüce Allah; "Ve size selâm verene... sen mü’min değilsin demeyin" diye buyurmaktadır. Derler ki: Lâ ilahe illallah diyen kimseye sen mü’min değilsin denilmesi yasaklandığına göre, yalnızca bu sözü söylemeleri dolayısıyla öldürülmeleri de yasaklanmış olmaktadır. Şayet îman bizatihi bu sözü söylemek olmasaydı onların sözlerine hiçbir şekilde aldırış edilmezdi. Deriz ki: Bu sözleri söylemelerine rağmen onları öldürenler, bu sözleri söyleyenlerin kendilerini ölümden kurtarmak için bu sözü söyleyip söylemedikleri hususunda şüpheye düştüler ve bundan dolayı da öldürdüler. Yüce Allah ise, kullarına yalnızca zahire göre hüküm vermek hakkını tanımıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ben insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum" diye buyurmuştur. Ancak, burada imanın yalnızca ikrardan ibaret olduğuna dair bir açıklama yoktur. Nitekim, münafıklar da bu sözü söylemekle birlikte, daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere mü’min değildirler. (2/8. âyet'in tefsiri) Hazret-i Peygamber: "Kalbini açıp baksaydın ya" hadisiyle de bu hususa gereken açıklığı getirmiştir. Böylelikle imanın ikrar ve başka şeyler olduğu; hakikatinin ise kalp ile tasdik olduğu sabit olmaktadır. Şu kadar varki kulun durumu öğrenmek için kişiden işittiklerini kabul etmekten başka bir yolu yoktur. Yine: Zındık olan kimsenin İslamı izhar etmesi halinde tevbesi kabul olunur diyenler de bu âyeti delil göstermişlerdir. Derler ki: Çünkü yüce Allah, İslamı açığa vurduktan sonra zındık olanla olmayan arasında bir fark gözetmemiştir Yine buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bu âyeti kerimede Kaderiyyenin görüşleri de reddolunmaktadır. Çünkü yüce Allah, kendilerine; özel bir şekilde îmana muvaffak kılmak suretiyle bütün insanlar arasında mü minlere lütufta bulunduğunu haber vermektedir. Kaderiyye ise: Allah bütün insanları îman etmek için yaratmıştır, demektedir Şayet durum onların iddia ettikleri gibi olsaydı, bütün insanlar arasında mü’minlerin özellikle Allah'ın lütfuna mazhar olduklarını ifade etmenin hiçbir anlamı olmazdı. 11. Allah'ın Emirlerine Muhalefet Etmekten Sakınmak: Yüce Allah: " halde iyice araştırın" âyetinde, araştırma emrini bu konuyu tekid için bir daha tekrarlamaktadır, "Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır" âyeti de Allah'ın emrine muhalefet etmekten bir sakındırmadın Yani sizi helake götürecek olan bu gibi şeylerden kendinizi koruyun ve benzeri yanlışlıklardan nefsinizi uzak tutun. 95Mü’minler den -özür sahibi olanlar müstesna- oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir olmaz. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsnâ'yı va'detmiştir. Allah, mücahidleri oturanlardan pek büyük bir mükâfatla üstün kılmıştır. Âyetin tefsiri için bak:96 96Kendi nezdinden (yüksek) derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün) kılmıştır. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Savaştan Muaf Olanlar: Yüce Allah'ın: "Mü’minlerden... oturanlarla... bir olmaz" âyeti hakkında İbn Abbâs der ki: Bedir Savaşına çıkmayanlar ile, o Savaşa çıkanlar bir olmaz. Buhârî, Tefsir 4. sûre 18; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 18. Daha sonra yüce Allah: "Özür sahibi olanlar müstesna" diye buyurmaktadır ki, buradaki "özür" kötürümlük anlamındadır. Lâfız Ebû Dâvûd'un olmak üzere hadis İmâmları Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyordum. Onu bir sükûn (sekîne) kapladı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın baldırı, baldırımın üzerine geldi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın baldırından daha ağır bir şey olduğunu bilmiyorum. Sonra üzerinden vahyin etkisi çekilince: "Yaz" diye buyurdu. Ben de bir kürek kemiği üzerine: "Mü’minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir olmaz" âyetini sonuna kadar yazdım. Bu sefer, İbn Um Mektum -ki, gözleri görmeyen birisiydi- mücahidlerin faziletini işitince ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, peki mü’minler arasından cihada gücü yetmeyenlerin durumu nedir? İbn Um Mektum sözünü bitirince yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bir sükûnet kapladı. Yine baldırı baldırımın üstüne geldi. İlk defada onun ağırlığını gördüğüm gibi ikinci defada da gördüm. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerinden vahyin etkisi çekilince yine: "Yazdığını, oku ey Zeyd" dedi. Ben de: "Mü’minlerden... oturanlarla... bir olmaz" âyetini okudum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sefer: "Özür sahibi olanlar müstesna" bölümünü de ekleyerek âyetin tamamını okudu. Zeyd dedi ki: Yüce Allah bu bölümü ("özür sahibi olanlar müstesna" bölümünü) ayrıca ve müstakil olarak indirdi, ben de onu Resûlüllah'ın emri üzerine yerine koydum. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şu anda bile o bölümü kürek kemiğindeki çatlağa yakın bir yerde ilave ettiğim yeri görür gibiyim. Ebû Dâvûd, Cihâd 19; Buhârî, Cihâd 31, Tefsir 4. sûre 18, Fedailu'l-Kur'ân 4; Müslim. İmnre 141, 142; Tirmizî, Cihâd 1, Tefsir 4. sûre 19; Nesâî, Cihâd 4; Müsned, V, 184, 190-191; el-Bera b. Âzib'den benzeri bir rivâyet: Dârimî, Cihâd 28; Müsned, IV, 282, 284, 290, 299, 301. Buhârî'de, Abdullah b. el-Haris'in azadlısı Miksem, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmektedir: "Mü’minlerden... oturanlarla... cihad edenler bir olmaz" yani Bedir'e çıkmayıp oturanlarla Bedir'e çıkanlar bir olmaz. Az önce geçti. İlim adamları der ki: Âyet-i Kerîmede sözü geçen özür sahibi olanlar, Savaşa çıkmasına engel olan mazereti bulunan kimseler demektir. Çünkü bu özürleri kendilerini cihada çıkmaktan alıkoymaktadır. Hazret-i Peygamberin de gazalardan birisinden döndüğü sırada şöyle buyurduğu sahih olarak sabit olmuştur: "Şüphesiz Medine'de bir takım kimseler vardır ki, bir vadiyi aşıp geçtiğiniz yahut bir mesafeyi katettiğinizde mutlaka onlar da sizinle birliktedirler. İşte bunlar mazeretlerinin kendilerini sizinle birlikte engellediği kimselerdir." Buhârî, Cihad, 35; Meğâzi 81; Müslim, İmâre 159; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbn Mâce, Cihâd 6; Müsned, III, 103, 160, 182, 214, 300. Bu da özür sahibi olan kimsenin Savaşa çıkmış gazi gibi ecir almasını gerektirmektedir. Şöyle de denilmiştir: Savaşa çıkamayan özür sahibinin Savaşa çıkmışın ecri ile eşit ecir alması ihtimal dahilindedir. Yüce Allah'ın lütfü geniştir. Ayrıca onun mükâfat vermesi ondan bir lütuftur. Fiilen hakedildiği için değildir. O bakımdan yüce Allah, samimi niyyet dolayısıyla fiilen yapılana vermiyeceği kadar ecir verebilir. Şöyle de denilmiştir: Bu şekilde bir özür sahibine ecri katlanmaksızın verilir. Böylelikle gazi de fiilen Savaşa katıldığı için kat kat ecir almak suretiyle ondan daha üstün olur. Derim ki: Bu husustaki: "Şüphesiz Medine’de öyle bir takım kimseler vardır ki" (mealindeki) sahih hadis dolayısıyla inşa'allah birinci görüş daha sahihtir. Ayrıca Ebû Kebşe el-Enmâri 'nin Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği şu hadis de bunu gerektirmektedir: "Dünya ancak dört kişinindir..." bu Hadîs-i şerîf daha önce, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/135. ayet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şu haberde varid olan da bu manayı ihtiva etmektedir: "Kul hastalandı mı, yüce Allah şöyle buyurur: Kuluma iyileşinceye veya onun ruhunu kabz edinceye kadar sağlıklı iken işlediği amelleri (şimdi de işlemiş gibi) yazınız." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 303. 2. Devamlı Cihad için Bekleyenlerin Fazileti: Bazı ilim adamları bu âyet-i kerimeyi delil alarak divan ehlinin (yani asker olarak yazılan ve bunun için devlet hazinesinden maaş alanların) tatavvu olarak cihada katılanlardan daha büyük ecir sahibi olduklarını ileri sürmüşlerdir. Çünkü divanda yazılı bulunanlar maaşları karşılığında âdeta mülkiyet altında oldukları ve zorlu zamanlarda onlar öne sürülüp gönderildikleri, düşmana karşı asker olarak gönderilip onlara verilen emirler de sürekli olarak onların hayatında âdeta huzur bırakmadığı için, nafile olarak cihada katılanlardan daha büyük ecir sahibidirler. Çünkü nafile olarak cihada katılanların rahatı huzuru yerindedir. Yazın girişilen büyük gazvelerde ve benzerlerine katılmaktan yana kalpleri rahattır. İbn Muhayrîz der ki: Bu şekilde maaş alarak cihad için bekleyenler, sürekli olarak huzur ve sükûn nedir bilmediklerinden dolayı tatavvu ve nafile olarak cihada katılanlardan daha faziletlidirler. Mekhûl der ki: Düşmana karşı gönderilen askerî birliklerin duydukları dehşet, Kıyâmet gününün dehşetlerini giderir. 3. Zenginlik İle Fakirlik Arasında Fazilet Farkı: Yine, "zenginlik, fakirlikten daha faziletlidir" diyenler de bu âyeti delil gösterirler. Çünkü yüce Allah, kendisi vasıtasıyla salih amellere ulaşılan malı sözkonusu etmektedir. Kişiyi başkasına muhtaç düşürecek kadar fakirliğin hoşlanılmayan bir şey, azdıran zenginliğin de yerilen bir şey olduğunu, ilim adamları ittifakla kabul etmekle birlikte bu hususta farklı kanaatlere sahiptirler. Kimisi, zenginliğin faziletli olduğu kanaatini ileri sürmektedir. Çünkü zenginin hayır yapma gücü vardır. Fakirin ise acizliği sözkonusudur. Güç ve iktidar sahibi olmak ise acizlikten daha faziletlidir. el-Maverdi der ki: Şan ve şeref sevgisinin etkisi akında kalanların görüşü budur. Başkaları ise fakirliğin daha faziletli olduğu görüşündedir. Çünkü fakir, (lezzeti) terk edicidir. Zengin ise dünya ile içli dışlıdır. Dünyanın terki ise, onunla içli dışlı olmaktan daha faziletlidir. Yine el-Maverdi der ki: Bu da esenliği daha çok sevenlerin görüşüdür. Başkaları ise, fakirlik sınırından yukarı çıkarak, zenginlik mertebesinin asgari seviyesine ulaşmak suretiyle iki işin arasında orta yerde olmanın daha faziletli olduğu görüşündedir. Böylelikle kişi, her iki durumun da faziletini elde edebilir, her iki durumun yerilen hallerinden kendisini kurtarabilir. el-Maverdi der ki: İşte bu mutedillik halinin daha üstün olduğu görüşünde olanların ve: "Bütün işlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır" kanaatinde olanların görüşüdür. Gerçekten de hikmetli şair bunu şu beyiti ile çok güzel bir şekilde dile getirmiştir: "Ey zengin olmamaktan ve bir gün gelip arzu edilmeyen bir şeye rağbet duymaktan Allah'a sığınan kişi..." 4. Özür Sahibi Olanların İstisnası ve İlgili Kıraat Farkı: Yüce Allah'ın: "Özür sahibi olanlar müstesna" âyetindeki: "Müstesna" kelimesini Kûfelilerle Ebû Amr merfu' olarak okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bu, bu şekliyle "oturanların sıfatıdır. Çünkü oturanlar ile muayyen bir topluluk kast edilmemektedir. Bundan dolayı da nekire (belirtisiz bir topluluk) olmaktadırlar. Bu nedenle de ile nitelendirilmesi mümkün olmuştur. Âyetin anlamı da o takdirde şöyle olur: Özür sahibi olmayıp oturanlarla... bir olmaz. Yani, herhangi bir özrü bulunmaksızın oturanlar (cihada çıkanlarla) bir olmazlar. Yani, sağlıklı olduğu halde oturanlar (cihada çıkanlarla) bir olmaz anlamındadır. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Ebû Hayve ise bu kelimeyi şeklinde esreli olarak mü’minlere sıfat yaparak okumuştur. Yani sağlıklı olan mü’minler arasından özrü bulunmayan mü’minlerden oturanlar... Haremeyn kurrâsı ise, kelimesini, oturanlardan veya mü’minlerden istisna olmak üzere mansub okumuşlardır. Yani özür sahibi olanlar müstesnadır. İşte bunlar mücahidlerle eşit olurlar. Arzu edildiği takdirde, (bu okuyuşa göre bu kelime) oturanlardan hal de yapılabilir. Yani, sağlıklı olanlar arasından sağlıklı oldukları halde oturanlar... bir olmaz. Bu şekilde onlardan hal yapmanın câiz olması, oturanların lâfız olarak marife oluşu dolayısıyladır. Nitekim: "Zeyd bana hasta olmayarak geldi" demek de böyledir. Naklettiğimiz nüzul sebebi de bu kelimenin nasb anlamına delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 5- Can ve Mallarıyla Cihad Edenlerin Fazileti: "Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlardan derece itibariyle üstün kılmıştır." Bundan sonra ise yüce Allah: "Kendi nezdinden (yüksek) derecelerle mağfiret ve rahmetle (üstün kılmıştır)" diye buyurmaktadır. Bazıları derler ki: Önce bir dereceyle üstün kılmaktan sözedilip, daha sonra da derecelerden söz edilmesi (faziletin üstünlüğünü) mübalağa yoluyla beyan ve te'kid içindir. Şöyle de denilmiştir: Allah, mücahidleri özrü olduğu halde Savaşa çıkmayıp oturanlara bir tek derece ile üstün kılmış, ancak mazereti olmaksızın cihada çıkmayıp oturanlara bir çok derecelerle üstün kılmıştır. Bu açıklamayı, İbn Cüreyc, es-Süddî ve başkaları yapmıştır. Şöyle de denilmiştir: Derece, yükseklik demektir. Yani yüce Allah, onların şanını yükseltmiş, sena, övgü ve onlara iltifatta bulunmak suretiyle yüceltmiştir. İşte derecenin anlamı budur. Derecelerle ise, cennetteki makamlar kastedilmektedir. İbn Muhayriz der ki: Allah, mücahidleri yetmiş derece ile yükseltmiştir. Her iki derece arasında iyi bir cins atın yetmiş yıllık bir zaman içerisinde alabileceği kadar bir mesafe vardır. "Dereceler" âyeti, "ecir: mükâfat" kelimesinden bedel ve onun için bir atfı tefsirdir. Bunun bir zarf takdiri ile mansub olması da mümkündür. Yani, Allah onları bir takım derecelerle üstün kılmıştır demektir. Ayrıca bunun yüce Allah'ın: "Buyû'k bir mükâfat" âyetini te'kid olması da mümkündür. Çünkü büyük mükâfat, dereceler, mağfiret ve rahmettir. Merfu' okunması da mümkündür. Yani; İşte bunlar öyle birtakım derecelerdir ki... şeklinde olur. Mükâfat kelimesi, "Üstün kılmıştır" kelimesi ile nasb edilmiştir. Bu kelimeyi mastar olarak da kabul edebiliriz, hatta bu daha uygundur. O takdirde bu kelime; "Üstün kılmıştır" kelimesi dolayısıyla mansub olmaz. Çünkü bu kelime, iki tane mef ûlünü almış olur ki, bu iki mef'ûl da: "Cihad edenleri" kelimesi ile "Oturanlardan" kelimeleridir. "Derece itibarıyla" kelimesi de böyle olur. Buna göre dereceler, biri diğerinden daha üstün mevkiler demektir. Sahih hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şüphe yokki cennette yüz derece vardır. Allah bunları yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her iki derece arasındaki mesafe, yer ile gök arası kadardır." Buhârî, Cihâd 4, Tevhid 22; Müslim, İmare 116; Nesâî, Cihad 18; Müsned, III, 335. "Bununla beraber, Allah hepsine de el-Hüsna'yı vaad etmiştir." el-Hüsnâ'dan kasıt, cennettir. Yani, Allah onların hepsine de cenneti vadetmiştir. Diğer taraftan "hepsine" ile, özel olarak mücahidlerin kastedildiği söylendiği gibi, mücahidler ile özür sahibi olanlar kastedilmiştir de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 97Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yer yüzünde mustaz'af kimselerdik" derler. "Allah'ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret edeydiniz" derler. İşte onların durakları cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir! Bununla kastedilenler, İslâm'a girmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ettiklerini izhar etmiş Mekkeli bir topluluktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret edince, kavimleriyle birlikte kalmaya devam ettiler. Onlardan bir kısmı ise dinleri dolayısıyla fitneye (azap ve işkenceye) maruz bırakıldılar ve onlar da bu hususta istenilenlere cevap verdiler. Bedir Savaşı sırasında onlardan bir topluluk kâfirlerle birlikte Savaşa katıldılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Şöyle de denilmiştir. Bu kimseler, müslümanların sayılarını az görünce dinleri hususunda şüpheye düştüler ve irtidat ettiler. İrtidat ettikleri için de öldürüldüler. Müslümanlar ise: Bizim şu arkadaşlarımız müslümandılar. Müşriklerle birlikte çıkmak için zorlandılar. O bakımdan onlara mağfiret dileyin dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Ancak birincisi daha sahihtir. Buhârî de Muhammed b. Abdurrahman'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Medinelilerden Savaşa katılmak üzere belli miktarda asker göndermeleri istendi. Ben de gönderilecek bu askerler arasına yazıldım. İbn Abbâs'ın azadlısı İkrime ile karşılaştım. Ona durumu bildirince, bu işten elinden geldiğince beni de alıkoymaya çalıştı, sonra şöyle dedi: İbn Abbâs bana şunu haber verdi: Müslümanlardan bazı kimseler, müşriklerle birlikte olup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde müşriklerin kalabalığını artırıyorlardı. Atılan bir ok gelir onlardan birisine isabet eder, onu öldürürdü. Yahut da ona bir darbe indirilerek o kimselerden birisi öldürülebiliyordu. İşte bunun üzerine yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler... " âyetini indirdi. Buhârî, Tefsir 4. sûre 19. Yüce Allah'ın: "Canlarını alacağı kimselere melekler" âyetindeki: "Canlarını alacağı" fiili, te'nis alameti almamış mazi bir fiil olması muhtemeldir. Çünkü "melekler" lâfzının müennesliği hakiki değildir. Bunun alacağı anlamın da müstakbel (muzari) bir fiil olması ve iki "te"den birisinin hazfedilmiş olması da muhtemeldir. İbn Fûrek, el-Hasen'den anlamının: Cehenneme götürmek üzere toplayacakları... şeklinde olduğunu nakletmektedir. Anlamının: Ruhlarını alacağı... şeklinde olduğu da söylenmiştir, daha zahir olan budur. Meleklerden kastın ölüm meleği olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki size vekil kılınan ölüm meleği ruhunuzu alacaktır." (es-Secde, 32/11) Nefislerine zulmedenler olarak" âyeti hal olarak nasb mahallindedir. Yani, kendilerine zulmetmiş oldukları halde... Burada "nün" harfi, ibarenin hafif olması için hazfedilmiş ve sonra da izafe yapılmıştır. Nitekim yüce Allah'ın: "Kabe'ye götürülecek bir kurbanlık" (el-Mâide, 5/95) âyeti de böyledir. Meleklerin: "Ne işte idiniz" şeklindeki soruları ise bir azar ve sitem yoluyla sorulacak bir sorudur. Yani sizler, Peygamberin ashâbı arasında mıydınız, yoksa müşrik mi idiniz? Onların: "Biz yeryüzünde mustaz'af kimselerdik" şeklindeki sözleri ise, biz Mekke'de idik, anlamındadır. Fakat bu, doğru olmayan bir özürdür. Zira bunlar, hicret etmeye bir çare bulabiliyor, yol bulabiliyorlardı. Daha sonra melekler: "Allah'ın arzı geniş değil miydi..." sözleriyle dinlerinin gereği olarak yapmaları gereken işi onlara bildirmektedir. Böyle bir soru ve cevap onların hicreti terk etmek suretiyle nefislerine zulmeden müslümanlar olarak öldüklerini ifade etmektedir. Aksi takdirde kâfir olarak ölmüş olsalardı, bu kabilden onlara bir söz söylenmezdi. Böylelerinin ashâb-ı kiram arasında anılmayışlarının sebebi ise, karşı karşıya kaldıkları işin ağırlığı ve muayyen olarak onlardan herhangi bir kimsenin îman ettiğinin ortada olmaması ve irtidat etmiş olma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Daha sonra yüce Allah: "Onların durakları" âyetinde "he" ve "mim" harfleri olan ("onlar" anlamındaki) zamirden gerçek anlamda mustaz'af olan kötürüm erkekler ile, zayıf kadın ve çocukları istisna etmektedir. Ayyaş b. Ebi Rebia, Seleme b. Hişam ve bunların dışında kalan, Allah Rasulünün kendilerine dua ettiği kimseler gibi. Buhârî, Tefsir 4. sûre 21; Müslim, Mesâcid, 295; Ebû Dâvûd, Vitr 10. İbn Abbâs der ki: Ben ve annem, yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede kastettiği kimselerdendik. Buhârî, Tefsir 4. sûre 14, 20. Çünkü İbn Abbâs o dönemlerde zayıf çocuklar arasındaydı. Annesi el-Haris kızı Um el-Fadl'dı. Asıl ismi Lubabe'dir. Meymune'nin kızkardeşidir. Diğer kızkardeşi de küçük Lubabe diye bilinir. Bunlar dokuz kızkardeş olup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haklarında şöyle demiştir: "Kızkardeşler, mü’min kadınlardır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 249. Selma, el-Asma ve Hafide de bunlardandır. Hafide'nin künyesinin Um Hafid, adının da Hezile olduğu da söylenmektedir. Bunlar altısı anne-baba bir, üçü de anne bir (toplam dokuz) kızkardeş idiler. Anne bir kızkardeşlerin ismi, Selma, Selâme ve Umeys kızı Has'am'lı Esma'dır. Esma ise, önce Cafer b. Ebi Talib'in hanımı idi. Daha sonra Ebû Bekr es-Sıddik ile evlendi, sonra da Ali (radıyallahü anh)'ın hanımı oldu. Allah hepsinden razı olsun. Yüce Allah'ın: "Ne işte idiniz?" diye soracakları belirtilen soru, bir azar sorusudur. Az önce de geçmişti, "Ne işte"nin aslı: “.....” şeklindedir. İstifham ile haberi birbirinden ayırt etmek için elif hazfedilmiştir. Vakıf yapılmak istendiğinde aynı zamanda hem elifin hem de harekenin hazfedilmemesi için şeklinde vakıf yapılır. "Allah'ın arzı geniş değil miydi" âyeti ile kastedilen arz ise Medine'dir. Yani sizler, sizi mustaz'af kılan kimseler arasından hicret edip uzaklaşma güç ve imkânına sahip değil miydiniz? Bu âyet-i kerimede masiyetlerin işlenip durduğu yerden hicret edip uzaklaşmaya delil vardır. Saîd b. Cübeyr der ki: Bir yerde masiyetler işlenecek olursa, sen de oradan çık git. Böyle dedikten sonra da: "Allah'ın arzı geniş değil miydi. Siz de orada hicret edeydiniz" âyetini okudu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim, dini (ni kurtarmak arzusu) ile bir yerden bir yere kaçacak olursa -bu (kaçacağı mesafe) bir karış olsa dahi- artık onun için cennet vacib olur ve İbrahim ile Muhammed'in -ikisine de selâm olsun- arkadaşı olur." "İşte onların durakları cehennemdir." Yani, varacakları yer ateştir. O dönemde hicret, İslama girmiş olan her kişiye vacip idi. "O ne kötü bir dönüş yeridir!" âyetinde: "Dönüş yeri" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. 98Ancak (hicret etmeye) çare bulamayan, yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklardan mustaz'af olanlar müstesna. Âyetin tefsiri için bak:99 99İşte, Allah'ın onları affedeceği umulur. Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. Yüce Allah'ın: "Çare bulamayan" âyetindeki: "Çare" kelimesi, çeşitli kurtuluş yollan hakkında kullanılabilen umumi bir lâfızdır. Yol (sebil) ise, Mücahid, es-Süddî ve başkalarının naklettiklerine göre, Medine'ye varan yol demektir. Ancak doğrusu bunun bütün yollar hakkında umumi bir tabir olduğudur. "İşte Allah'ın onları affedeceği umulur" âyeti ile kastedilen kimseler, hicret etmeye çare bulamayan ve günahsız olan kimsedir ki, affedilmesi sözkonusu olsun. Ancak anlam şudur: Hicret uğrunda aşırı derecedeki sıkıntılara katlanmanın icabettiği zannedilebilir. Öyleki, bu zorluğa katlanmayan kimse bundan dolayı cezaya maruz kalabilir. İşte yüce Allah, böyle bir vehmi izale etmektedir. Zira, aşın meşakkate katlanmak icab etmemektedir. Aksine gerekli azık ve bineğin bulunmaması halinde hicretin terki caizdi. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: İşte Allah, böylelerini hesaba çekerken, aleyhlerine olmak üzere nihai ve kılı kırk yararcasına onları hesaba çekmez. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır." Onun hakkında geçmiş ve gelecek açısından fark olmaz. Bu âyetlere dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. 100Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkan kimseye, daha sonra ölüm erişirse onun mükâfatı Allah'a ait olur. Allah çok mağfiret edendir, rahmet sahibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1. Allah Yolunda Hicret Etmenin Mükâfatı: Yüce Allah'ın: "Kim Allah yolunda hicret ederse... bulur" âyeti, şart ve cevabıdır. "Yer yüzünde gidecek çok yer de bulur" âyetindeki: "Gidecek yer" kelimesinin, te'vili hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Mücahid der ki: Bundan kasıt, oradan uzak kalınacak yerdir. İbn Abbâs, ed-Dahhak, er-Rabi' ve başkalarına göre ise, oradan gidilecek başka bir yer, gidilecek başka bir mekân kastedilmektedir. İbn Zeyd de der ki: Bundan kasıt, hicret edilecek yerdir. Bunu Ebû Ubeyde de böyle açıklamıştır. Buhârî, Tefsir 4. sûre 14. en-Nehhâs der ki: Bu kelimelerin anlamlan arasında bir uyum sözkonusudur. Buna göre bu kelime, hicret edilmesi halinde gidilecek ve varılacak başka yer demek olur. Bu da varılacak yerin adıdır. Kelime: dan türemiştir. Aynı kelimenin fiilinin kullanıldığı: "Burnu yere sürtünsün" tabirinde, toprağa yapışsın demektir. "Filandan uzaklaştım, darıldım, ona düşmanlık ettim" tabiri de aynı kökten gelmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Hicret olunan yere bu ismin veriliş sebebi şundandır: Kişi, İslama girdi mi, kavmine düşmanlık eder, onlardan uzak kalırdı. O bakımdan, onun aralarından hicret maksadıyla çıkışına bu isim verilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varışına da hicret denilmiştir. es-Sûddî der ki: Bu kelimenin anlamı, mÂişet için aranılan yerdir. İbnü'l-Kasım der ki: Ben Mâlik'i şöyle derken dinledim. Murağam (gidecek yer) kelimesi, yer yüzünde gidişin adıdır. İşte bütün bunlar mana yoluyla bir tefsirdir. Hepsi de biribirine yakın açıklamalardır. Lâfza has açıklamaya göre ise murağam, belirttiğimiz gibi burnun yere sürtüldüğü yer anlamındadır. Çünkü murağame, anlaşmazlık halinde olup çekişenlerden her birisinin, diğerini mağlup etmek, maksadına erişmesine engel olmak suretiyle burnunu sürtmesi demektir. Kureyş kâfirleri, Mekke'de alıkoydukları kimselerin burunlarını yere sürtmüş gibi oluyorlardı. Onlardan birisi hicrete muvaffak oldu mu, onlara karşı kendisini koruyacağı bir yere sahip olacağından dolayı Kureyşlilerin burnunu yere sürtmüş olurdu. İşte sığındığı ve korunacağı yer onun murâğame mekânıdır. Nâbiğa'nın şu beyiti de işte buradan gelmektedir: "Kendisine sığınılan koca bir dağ gibidir O, sığınılan yer (murâğam) olarak da kaçıp varılan yer olarak da çok güçlüdür." 2- Muhacir Genişlikle Karşılaşır: Yüce Allah'ın: "Genişlik de bulur" âyetinden kasıt, rızkında genişlik bulur, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, er-Rabi' ve ed-Dahhâk yapmıştır. Katade ise der ki: Âyetin anlamı sapıklıktan hidayete ve fakirlikten zenginliğe doğru genişliktir. Mâlik der ki: Genişlikten kasıt, varacağı ülkenin, yerin genişliğidir. Bu da Arapların fasahatına daha uygun bir açıklamadır. Çünkü yerin genişliği ve barınakların çokluğu vasıtasıyla rızıkta da genişlik, sıkıntılarından, kederli düşüncelerinden kurtulması ve buna benzer çeşitli kurtuluşları ile kalbin genişliği ortaya çıkar. İşte şairin şu beyiti de böyle bir anlamı dile getirmektedir: "Benimle ilişkinin koparılması halinde ben bir dost bulurdum Arkamda uçsuz, bucaksız bir genişlik de bulurdum." Bir başkası da şöyle demektedir: "O takdirde gidip geleceğim geniş bir yerim olur Eni boyu (geniş) yer yüzünde." 3-Hicretle Terkedilmesi Gereken Yerler ve Savaşa Çıkıp Çarpışmadan Ölen Gazinin Durumu: Mâlik der ki: Bu âyet-i Kerîme, selef-i salihe sövüp sayılan ve hakka uymayan uygulamaların yapılıp amellerin işlendiği bir toprakta herhangi bir kimsenin ikâmet etme hakkına sahip olmadığının delilidir. Yine Mâlik der ki: Murâğâm'den kasıt, yer yüzünde gitmektir. Genişlikten kasıt ise, ülkenin genişliğidir. Az önce geçtiği üzere. Yine bazı ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi şuna delil göstermiştir: Gazi, gazaya çıktıktan sonra Savaştan önce ölecek olursa, fiilen Savaşta hazır bulunmasa dahi, ona ganimetten payı verilir. Bu görüşü İbn Lehîa, Yezid b. Ebi Habib'den, o da Medinelilerden rivâyet etmiştir. Aynı zamanda bu İbnü’l-Mubârek'ten de rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'a ve Rasulüne hicret maksİsmi ile evden çıkan kimseye, daha sonra ölüm erişirse..." âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs'ın azadlısı İkrime der ki: Bu âyette sözü geçen adamın kim olduğunu tesbit edinceye kadar ondört yıl boyunca araştırıp durdum. İkrime'nin bu ifadesinde eskiden bu ilmin ne kadar şerefli olduğuna bir delil vardır. Buna gereken ihtİmâmı göstermenin güzel olduğuna, bunu bilmenin bir fazilet olduğuna da bir delil vardır. Buna yakın bir ifade de İbn Abbâs'ın şu sözleridir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı birbirleriyle yardımlaşan iki kadının kim olduklarını Ömer'e sormak istediğim halde, seneler geçti bu soruyu yalnızca onun heybeti sormama engel teşkil ediyordu. Buhârî, Tefsir 66. sûre 2-4, Libâs 31; Müslim, Radâ' 98-100; Müsned, I, 48. İkrime'nin sözünü ettiği ve ismini öğrendiğini belirttiği şahıs, Damra b. el-Iys veya el-Iys b. Damra b. Zimba'dır. Bunu, Taberî Saîd b. Cübeyr'den nakletmektedir. Yine bunun, Damra değil de Dumayra olduğu da söylenmektedir. Aynı şekilde bu kişinin adının, Leysoğullarına mensub Cunda' b. Damra olduğu da söylenmektedir. Bu kişi Mekke'de mustaz'aflardandı. Hasta idi. Allah'ın hicret hakkında indirdiklerini işitince beni çıkartınız, dedi. Bu sefer, yatağı hazırlandı. Yatağına konuldu ve böylelikle Mekke'den çıkıp gittiği sırada yolda Tem'im denilen yerde vefat etti. Yüce Allah da onun hakkında: "Allah'a ve Rasulüne hicret etmek maksadıyla evinden çıkan kimseye de..." âyetini indirdi. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 650-651. Ebû Ömer'in naklettiğine göre, bu kişinin adının, Hazret-i Hatice'nin kardeşinin oğlu Halid b. Hizam b. Huveylid olduğu ve Habeşistan'a hicret edip yolda bir yılanın soktuğu ve Habeşistana varmadan önce vefat ettiği de söylenmektedir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme onun hakkında nâzil olmuştur. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 653- 654. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Ebû'l-Ferec el-Cevzî de bu kişinin Habib b. Damra olduğunu nakletmektedir. Yine es-Süddî'den bunun Damraoğullarından Damra b. Cündub olduğu da söylenmiştir. İkrime'den de bunun, Cundaoğullarından Cundup b. Damra olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Cabir'den ise bunun, Leysoğullarından Damra b. Bağîd olduğunu söylediği nakledilmiştir. el-Mehdevî ise, adının Damra b. Damra b. Nuaym olduğunu nakletmektedir. Damra b. Huzaa da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet eder: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler..." âyet-i kerimesi nâzil olunca, müslümanlardan hasta olan bir kişi şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, benim mazeretim yoktur. Çünkü ben, yolu da bilen birisiyim, varlıklı da birisiyim. Haydi beni bineğime bindiriniz. Onu bineğine bindirdiler. Yolda iken ölüm ona gelip yetişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı ise şöyle dediler: Bize ulaşmış olsaydı eksiksiz olarak ecrini tamamen hakeder ve alırdı. Bu kişi yolda Tem'im denilen yerde vefat etti. Oğulları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip olayı Hazret-i Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine şu: "Allah'a ve Rasulüne hicret maksadıyla evinden çıkan kimseye..." âyeti nâzil oldu. es-Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 652- 653. Bu kişinin ismi Damra b. Cundub idi. Adının -az önce geçtiği gibi- Cundub b. Damra olduğu da söylenmektedir. "Allah çok mağfiret edendir" böylesinin daha önceki şirkini bağışlayandır. Onun tevbesini kabul ettiği için "Rahmet sahibidir." 5. Bir Yerden Bir Yere Gitmenin Kısımları: İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamları -Allah onlardan razı olsun- yeryüzünde yola çıkıp gitmeyi iki kısma ayırmışlardır: Kaçmak ve talep maksadı. Birincisi (yani kaçmak maksadıyla yeryüzünden ayrılıp gitmek) altı kısımdır: 1- Hicret: Dar-ı harpten dar-ı İslam'a çıkıp gitmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bu farz idi. Kıyâmet gününe kadar bu hicret çeşidi farz olarak kalmaya devam edecektir. Fetih (Mekke'nin fethi) dolayısıyla sona eren hicret ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bulunduğu yere hicret etmektir. Eğer dar-ı harpte kalacak olursa asi olur, böyle bir kimsenin durumu hakkında ihtilâf edilmiştir. 2- Bid'at topraklarından çıkıp gitmek: İbnü'l-Kasım der ki: Mâlik'i şöyle derken dinledim: Selef-i salibe sövülüp sayılan bir yerde ikâmet etmek kimseye helâl değildir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur. Çünkü eğer münkeri değiştirecek gücün yoksa, oradan uzaklaş. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün zaman başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir...zâlimler topluluğu ile oturma." (el-En'am, 6/68) 3- Haram fiillerin baskın geldiği yerden çıkıp gitmek: Çünkü helal rızık talep e'tmek her müslümanın üzerinde bir farzdır. 4- Bedende eziyetten kaçmak: Bu da yüce Allah'ın ruhsat verdiği, lütfettiği bir husustur. Eğer bir kimse bedenine bir zarar geleceğinden korkarsa, yüce Allah, kendisini böyle bir tehlikeden kurtarmak için oradan çıkıp kaçmaya izin vermiştir. Bu işi ilk yapan kişi de İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Çünkü o, kavminden korkunca: "Şüphesiz ben Rabbime hicret edenim" (el-Ankebut, 29/26) demişti. Yine Hazret-i İbrahim'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Ben, Rabbime gidiciyim. O, beni doğruya iletecektir." (es-Saffat, 37/99) Hazret-i Mûsa'dan da: "Korku ile gözeterek oradan çıktı..." (el-Kasas, 28/21) diye haber vermektedir. 5- Sisli puslu, havası güzel olmayan bir beldede hasta olmak korkusuyla havası temiz ve nezih bir yere çıkıp gitmek: Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'nin havasını ağır bulan çobanlara, açık yerlere çıkıp gitmeleri ve sağlıklarına kavuşuncaya kadar orada kalmaları için izin vermiştir. Ancak tâûn'dan çekinerek çıkış bundan istisna edilmiştir. Yüce Allah, bu maksatla çıkışı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bize ulaşan sahih hadis ile yasaklamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar ise el-Bakara Sûresi'nde (2/243. ayet, 3. başlık) geçmiş bulunuyor. Şu kadar var ki, ilim adamlarımız böyle bir çıkışın mekruh olduğunu söylemişlerdir. 6- Malda eziyet korkusu ile kaçış: Şüphe yok ki, müslümanın malının haramlığı, kanının haramlığı gibidir. Aile halkı da bunun gibi hatta daha da ileri derecede hürmete sahiptir. Talep maksadıyla bir yerden çıkış da ikiye ayrılır: Din talebi, dünya talebi. Din talebi, türlerine göre dokuz kısımdır. 1- İbret maksadıyla yolculuk yapmak: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, yeryüzünde gezmezler mi ki, kendilerinden önce geçenlerin akıbetinin nasıl olduğuna bir baksınlar." (er-Rûm, 33/9) Bu kabilden âyetler pek çoktur. Denildiğine göre Zülkarneyn, hayret verici özelliklerini görmek kastıyla yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşmıştı. Orada hakkı uygulamak için dolaştığı da söylenmiştir. 2- Hac yolculuğu: Birinci maksatla yolculuk mendup ise de, hac maksadıyla yolculuk farzdır. 3- Cihad yolculuğu: Bunun da kendine has hükümleri vardır. 4- Geçim kastıyla yolculuk: Kişi ikâmet halinde geçimini sağlayamayabilir. O takdirde geçimini elde etmek için yerinden çıkar. Ve bunu yaparken, avlanmak, odun getirmek, ot toplamak yahut "ücretle çalışmak"dan ne fazla bir şey yapar, ne de "eksik." Tırnak içindeki ifadeler: İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 486dan. Bu (kadar çalışarak mÂişetini sağlıyacak kadar kazanmak) onun için bir farzdır. 5- temel gıdadan fazla kazanmak ve ticaret yolculuğu: Bu da, Şanı yüce Allah'ın lütfü keremiyle caizdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin lütfundan aramanızda size bir vebal yoktur." (el-Bakara, 2/198) Bununla ticareti kastetmektedir. Bu da yüce Allah'ın hac yolculuğu esnasında lütfedip ihsan ettiği bir nimettir. Yalnızca ticaret maksadıyla dahi buna izin verilmesi de apayrı bir nimettir. 6- İlim talebi için yolculuk: Bu da meşhurdur, 7- Mübarek yerleri ziyaret kastıyla yolculuk: Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ancak üç mescide gitmek kastıyla yükler bağlanır..." Buhârî, Mescidu Mekke 1,6, Savm 67, Sayd 26; Müslim, Hacc 415, 511, 512; Ebû Dâvûd, Menâsik 94; Tirmizî, Salât 126; Nesâî, Mesâcid 10; Müsned, II, 234, 238..., III, 7, 34, 45, VI, 7, 398. 8- Orada ribatta bulunmak (sınırlan koruyup gözetmek), orayı himaye etmek kastıyla orada bulunanların sayılarını çoğaltmak için sınırlara gitmek. 9- Allah yolunda kardeşleri ziyaret etmek: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bir adam bir kasabada bulunan bir kardeşini ziyaret etti. Allah, onun gittiği yolda onun için bir melek bekletti. Melek, nereye gitmek istiyorsun diye sordu. Adam: Şu kasabada bir kardeşimi görmek istiyorum dedi. Melek; Senin onun üzerinde yoluna koyup ıslâh edeceğin bir nimetin var mıdır? diye sordu. Adam şu cevabı verdi: Hayir, sadece onu Allah yolunda sevdiğim için gidiyorum. Melek şöyle dedi: Ben, Allah'ın, sana Allah için o kardeşini sevdiğin gibi, Allah'ın da seni sevdiğini bildirmek üzere gönderdiği elçisiyim dedi". Bu hadisi Müslim ve başkası da rivâyet etmiştir. Müslim., Birr 38; Müsned, II, 292, 408, 508. 101Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz, kâfirler sizin apaçık dûşmanınızdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sefere çıktığınız" âyeti, yolculuk yaptığınız "zaman" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İlim adamları, yolculuk halinde namazı kısaltmanın hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir topluluktan, bunun farz olduğu görüşü rivâyet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz'in, Kûfelilerin, Kadı İsmail'in ve Hammâd b. Ebi Süleyman'ın görüşüdür Bunlar görüşlerine, Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği şu hadisi delil göstermektedirler: "Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır..," Buhârî, Salat 1. Taksiru's-Salat 5, Menâkibu'l-Ensâr 48; Müslim, Salatu'l-Müsâfîrin 1-3, Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 1; Nesâî, Salat 3; Müsned, VI, 234, 241, 265V 272. Şu kadar var ki, bizzat Hazret-i Âişe'nin bu hadise muhalefet etmesi dolayısıyla bu hadisin bu görüşe delil olacak tarafı yoktur. Çünkü Hazret-i Âişe yolculukta namazı tam kılardı. Buhârî Taksiru's-Salat 5; Müslim, Salâtu'l-Müsrifırın 3; Dârimî, Salât 179. Bu ise, delil olarak bu görüşü zayıflatmaktadır. Diğer taraftan değişik bölgelerin fukahası bu hadisin, yolcu olan kimsenin mukimin arkasında namaz kılması halinde itibara alınacak bir asıl delil olmadığı üzerinde tema etmişlerdir, Hazret-i Âişe'den başka Ömer, İbn Abbâs ve Cübeyr b. Mut'im gibi ashâb ise bunu şöyle rivâyet etmişlerdir; "Namaz ikâmet halinde dört rekat olarak, yolculuk halinde iki rekat olarak, korku halinde ise tek rekat olarak farz kılındı". Bunu Müslim, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 5-6; Nesâî, Salât 3, Salatu'l-Havf 4, Diğer taraftan Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği bu hadisi, İbn İclâ'n, Salih b. Keysan'dan, o, Urve'den, o da Hazret-i Âişe'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), namazı ikişer rekat olarak farz kılmıştır. Müslim, Salatu'l-Müsafirin 1. el-Evzaî ise bu hadiste, İbn Şihab'dan, o, Urve'den, o da Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah namazı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ikişer rekat olarak farz kıldı. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 2. Bu ise hadiste bir ızdıraptır Diğer taraftan Hazret-i Âişe'nin: "Namaz farz kılındı" tabiri zahiri üzre değildir, Çünkü akşam ve sabah namazları bunun dışındadır. Zira akşam namazına ne bir rekat ilave edilmiş, ne ondan bir şey eksiltilmiştir. Sabah namazı da böyledir. İşte bütün bunlar hadisin senedini değil de metnini zayıflatmaktadır. İbnü’l-Cehm'in naklettiğine göre, Eşheb, Mâlik'ten namazı kısaltmanın farz olduğunu rivâyet etmektedir. Ancak, Mâlikin mezhebinden ve arkadaşlarının çoğunluğu ile selef ile halefe mensub ilim adamlarının çoğunluğundan nakledilen görüş, namazı kasretmenin sünnet olduğudur. Şâfiî'nin görüşü de budur. İleride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzre sahih olan da budur. Bağdadlı Mâliki mezhebi âlimlerinin genellikle kabul ettikleri görüş ise bunun, muhayyer bir farz olduğudur. Aynı zamanda bu, Şâfiî'nin arkadaşlarının da görüşüdür. Diğer taraftan hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ise ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, kasretmenin daha faziletli olduğunu söylemiştir ki bu; el-Ebheri’nin ve diğerlerinin görüşüdür. Tam kılmanın daha faziletli olduğu da söylenmiştir ve bu Şâfiî'den de nakledilmiştir. Mâliki mezhebinden Ebû Said el-Fervî'nin naklettiğine göre, Mâlik'in sahih olan görüşü, yolcunun namazı tamamlamak veya kasretmek hususunda muhayyer olduğu şeklindedir. Derim ki: İşte Şanı yüce Allah'ın: "Namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" âyetinden zahir olarak anlaşılan da budur. Şu kadar varki Mâlik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kasretmenin müstehab olduğunu kabul eder. Aynı şekilde namazım tamam kıldığı takdirde vakit çıkmadığı sürece namazını iade edeceği görüşündedir, Ebû Mus'ab Muhtasar'mâa, Mâlik İle Medinelilerden şöyle dediklerini nakletmektedir: Namazı yolculukta kasretmek, erkekler için de, kadınlar için de bir sünnettir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik, mezhebinde sana bu yeterlidir. Üstelik onun: Yolculukta namazını tam kılan kimse, vakit içerisinde bulunduğu sürece namazını (kasrederek) iade eder, şeklindeki görüşünde bir ihtilaf (yani farklı bir görüş) da nakledil memiştir. Bu şekilde iade ise, anlayan kimselere göre müstehabtır, vacib değildir. Şâfiî ise der ki: Korku hali dışında namazı kasretmek sünnet ile sabittir. Korku ile birlikte yolculuk halinde namazın kasredilmesi ise, hem Kur'ân, hem de sünnetle sabittir. Bununla birlikte dört rekat kılana da birşey gerekmez. Şu kadar varki sünnete uymayı arzulamayarak, yolculukta herhangi bir kimsenin namazını tamam kılmasını sevmiyorum, Ebû Bekr el-Esrem der ki: Ahmed b. Hanbel'e sordum: Kişi yolculukta dört rekat kılabilir mi? Hayır, bu şekilde kılması hoşuma gitmez. Çünkü sünnet olan iki rekat kılmasıdır, dedi. Mâlik'in Muvatta’''mâa, İbn Şihab'dan, o, Halid b. Esid ailesinden birisinden rivâyetine göre bu kişi Abdullah b. Ömer'e şöyle sormuş: Ey Abdurrahman'ın babası, biz, Kur'ân-ı Kerîm’de korku halinde kılınacak namaz ile ikâmet halinde kılınacak namazı buluyoruz. Fakat yolculuk namazım göremiyoruz. Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, şarut yüce ve mubârek olan Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı bize, hiçbir şey bilmediğimiz halde iken peygamber olarak gönderdi. O bakımdan biz onun ne yaptığını gördüysek onu yaparız. Muvatta’', Kasru's-Salat, 7; Nesâî, Taksiru's-Salat ; İbn Mâce, İkametu's-Salat 73; Müsned, II, 94. İşte bu haberde, korku olmadığı halde, yolculuk halinde namazı kısaltmanın farz olmayıp, sünnet olduğu belirtilmektedir. Çünkü bu namazdan Kur'ân-s Kerîm’de söz edilmemektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de sözü geçen namazın kısaltılması ise, hem yolculuk, hem de korku halinin birlikte olması halidir. Yüce Allah Kitab-i Kerîminde bu iki şart bulunmadıkça kasrı mubah kılmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de bunun bir diğer benzeri yüce Allah'ın: "İçinizden hür olan mü’min kadınları nikâhlayacak bir bolluğa güç yetiremiyenler..." (en-Nisâ, 4/25) âyetidir ki, daha önce bu geçmiş bulunmaktadır. Arkasından yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık tam bir huzur ve güvene kavuşunca namazı dosdoğru kılın." (en-Nisâ, 4/103) Yani, o namazı tam kılın diye buyurmaktadır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, yüce Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmaksızın, güvenlik içerisinde bulunduğu halde bütün yolculuklarında akşam namazı müstesna, dört rekatlık namazları kısaltarak iki rekat olarak kılmıştır, O halde bu? Peygamber tarafından uygulanmış bir sünnettir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm’de sözü edilmeyip, Hazret-i Peygamberin sünnet kılıp beyan ettiği diğer sünnetler gibi, yüce Allah'ın hükümleri arasında ayrıca tesbit edilmiş hükümlerdendir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a korku bulunmaksızın yolculuk halinde namazı kısaltmaya dair soru soran Hazret-i Ömer'e: "İşte bu, Allah'ın size sadaka olarak bağışladığı bir ihsandır. O bakımdan siz de O'nun sadakasını kabul ediniz" Müslim, Salâtul-Müsâfirin 4; Ebû Dâvûd, Sefer 1; Tirmizî, Tefsir 4. süre 20: İbn Mâce, İknmetu’s-Salât. 73; Dârimî, Salat 179; Müsned, I, 25, 36. diye cevap vermesiyle birlikte, Abdullah b. Ömer'in: "Biz, Onun ne yaptığını gördüysek onu yapıyoruz" sözleri, yüce Allah'ın Kitabında belli bir şarta bağlı olarak bir şeyi mubah kıldığım, sonradan o şeyi bu şart bulunmaksızın peygamberi vasıtasıyla mubah kıldığına delâlet etmektedir Ayrıca Hanzala, İbn Ömer'e yolculuk halindeki namaza dair soru sorunca İbn Ömer: İki rekat kılınır diye cevap vermiştir. Dedim ki: Biz şu anda emin olduğumuz halde mi? Yüce Allah'ın; "Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız" âyeti ne olacak? Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti budur. İbn Abdı'l-Berr, el-İstizkâr, VI. 48. Ancak, soru sorun kişi -Hanzala" olarak değil: "Ebû Hanzala" olarak zikredilmektedir. İşte İbn Ömer, namazı bu şekilde kılmayı sünnet diye nitelendirmiştir. İbn Abbâs da böyle. Bunlardan nereye kaçılabilir? Ebû Ömer de der ki: Mâlik, bu hadisin senedini itiraz edilmeyecek bir şekilde zikretmemiştir. Çünkü İbn Ömer'e bu soruyu soran adamın ismini vermemekte ve böylelikle isnaddan bir kişiyi de düşürmektedir. İsmini vermediği kişinin ismi Umeyye b. Abdullah b. Halid b. Esid b. Ebi’l-Iys b. Umeyye b. Abdişems b. Abdimenaftır. İbn Abdi'l-Berr et-Temhîd, XI. 161 vd. Kast ettıği hadis, az önce geçen ve İbn Ömer'e yolculukta namazı kısaltmaya dair birisinin sorusu ile ona cevabını ihtiva eden hadistir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 2- Namazın Kısaltılabileceği Mesafe: İlim adamları namazın kısaltılabileceğı mesafenin sınırı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Davud (ez-Zahirî) der ki: Namaz, uzun olsun kısa olsun her yolculukta kısaltılır. Velevki bu, cuma namazına gelmeyi gerekli kılan bir uzaklık olan üç millik mesafe olsun. Davudr bu görüşünü İleri sürerken, Müslim'in Yahya b. Yezid el-Hünaî'den yaptığı şu rivâyete dayanır: Yahya b. Yezid dedi ki: Enes b. Mâlik'e namazın kısaltılmasına dair soru sordum,'o da şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç millik bir mesafeye veya üç fersahlık bir mesafeye -tereddüt eden (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi olan) Şu'be'dir yolculuğa çıktı mı, iki rekat olarak namaz kılardı. Müslim, Salatu'l-Müsâfirin 12. Ancak bu rivâyetle delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu rivâyette şüphe sözkormsudur. Bunlardan herhangi birisini doğru kabul edecek olsak dahi bu, namazı kısaltmaya başladığı uzaklığın sının olması ve yaptığı yolculuğun bu mesafeden fazla uzunca bir yolculuk olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İbnü'l-Arabî der ki: Kimileri dini oyuncak haline getirerek şöyle demişlerdir: Bir şehrin dışına çıkan bir kimse bununla birlikte hemen namazını kısaltır ve oruç açar. Böyle bir görüşün sahibi, henüz işi bilmeyen acemi birisidir. O, ya Arapların neye "yolculuk" dediklerini bilmemektedir. Ya da dini hafife almaktadır. Şayet ilim adamları böyle bir görüşü nakletmemiş olsalardı, ben böyle bir görüşe göz ucuyla dahi bakmaya razı olmaz, kalbimin en uzak köşesinde dahi bunun üzerinde düşünmeye yer vermezdim. Namazın kısaltılacağı yolculuğun sının, ne Kur'ân-ı Kerîm’de, ne de sünneti seniyyede zikredilmiştir. Bunun böyle oluş sebebi ise, yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîmle muhatap aldığı Araplar tarafından bu kelimenin bilinen, tanınan ve yer etmiş bir manası olması dolayısıyladır Bizler kesin olarak biliyoruz ki, bir iş için evlerin dışına çıkan bir kimse, yalnızca bununla ne sözlükte, ne de şerıate göre yolcu olmamaktadır. Yine şunu biliyoruz ki, şayet üç gün yolcu olarak yürüyecek olursa, böyle bir kimse de kafi" olarak yolcudur, Bizler, bir gün bir gece süreyle yol yürüyene de yolcu diyoruz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve ahiret gününe imân eden bir kadının, beraberinde kendisine mahrem olan bir kişi bulunmaksızın bir günlük mesafeye yolculuk yapması helal değildir," Buhârî, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 419-421; Ebû Dâvûd, Menâsik 2; İbn Mâce, Menâsik 7; Muvatta’', İsti'zân 27. İşte sahih olan da budur. Çünkü bu, iki halin ortasıdır ve Mâlik de görüşüne bunu esas almıştır. Şu kadar varki, bu hadisin rivâyetinde ittifak bulunmamaktadır. Çünkü bir seferinde "bir gün bir gece" diye rivâyet edildiği gibi, "üç gün" diye de rivâyet edilmiştir. Bu husus Abdullah b. Ömer'e sorulunca, o da Hazret-i Peygamberin uygulamasını esas almıştır. O bakımdan (İbn Ömer) Rim denilen yere kadar yolculuk yapacak olursa namazını kasr ederdi. Burası ise dört beridlik bir mesafedir. Zira İbn Ömer, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a pek çok uyan bir kişi idi. Başkaları ise şöyle demiştir: Namazın kısaltılması yükümlülüğü hafifletmek için meşru kılınmıştır. Ve namaz, çoğunlukla meşakkatin söz konusu olduğu uzun bir yolculukta kasredilir. Böylelikle Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları ile el-Leys, Evzaî, hadis ashâbının fukahâsı olan Ahmed, İshak ve başkaları tam bir günü nazar-ı itibara almışlardır Mâlikin "bir gün bir gece ifadesi" de tam bir güne racidir Çünkü o, "bir gün bir gecelik mesafe" ile bütün gündüzü ve bütün geceyi yol almakla geçirmesini kast etmemiştir. O, bununla aile halkından uzak bir yerde geceyi geçirmeyi, geceyi geçirmek üzere, onlara dönmek imkânını bulamayacağı bir yolculuğu kast etmiştir. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: İbn Ömer ve İbn Abbâs, dört beridlik bir mesafe yolculukta, hem oruç açarlar hem de namazlarını kısaltırlardı. Buhârî, Taksiru's-Salât 4. Dört berîd ise onaltı fersahtır. Mâlik'in kabul ettiği görüş de budur. Şâfiî ve Taberî ise: Bu kırkaltt millik bir mesafedir, demişlerdir. Yine Mâlik’ten el-Utbiyye'de kırkbeş millik bir yere çıkan kişi hakkında namazını kasreder dediği nakledilmiştir ki, bunlar birbirlerine yakın ifadelerdir. Yine Mâlik'ten değişik kitaplarda şöyle dediği nakledilmektedir: Otuzaltı millik bir yolculukta namazını kasreder. Bu da yaklaşık bir gün bir gecelik yolculuktur. Yahya b. Ömer der ki: Mutlaka uzak bir yere gidecekse kasreder. İbnü’l-Hakem ise, vakit içerisinde... (Kurtubi'nin bütün asıl nüshalarında burda ifade bu kadardır Arapça baskıyı hazırlayanın notu) demektedir. Kûfeliler ise söyle demişlerdir: Üç günlük yolculuktan daha aşağı bir mesafede namazını kasr etmez. Bu, Hazret-i Osman'ın, Abdullah b. Mesud'un ve Huzeyfe'nin görüşüdür. Buhârînin Sahihinde İbn Ömer'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kadın, beraberinde mahremi bulunmadığı sürece, üç günlük bir yola tek başına yolculuk yapamaz." Buhârî, Taksiru's-Salât 4; Müslim, Hacc 413, 414, 417, 418, 422, 423; Ebû Dâvûd, Menâsik 2; İbn Mâce, Menâsik 7. Ebû Hanîfe der ki: Deve yürüyüşü ve piyade yürüyüşü ile geceli gündüzlü üç günlük süredir. el-Hasen ve ez-Zührî der ki: Namaz iki günlük bir mesafe yolculukta kasr edilir. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edildiği gibi, Ebû Said el-Hudrî bunu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Buna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın, beraberinde kocası veya mahremi bulunmadığı sürece, iki günlük bir mesafeye tek başına yolculuk yapamaz." Müslim, Hacc 415, 416. İbn Ömer ise, otuz millik bir mesafede namazı kısalttığı gibi, Enes de onbeş millik bir mesafede namazı kısaltmıştır. el-Evzaî der ki: İlim adamları namazı kısaltmak hususunda genel olarak tam bir günü ölçü kabul etmişlerdir. Biz de bunu kabul ediyoruz. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Görüldüğü gibi bu konudaki merrV rivâyetler lâfızları itibariyle muzdariptir Bana göre -ki, doğruyu en iyi bilen Allah'tır- bunların ortak noktası ve özeti şudur: Bu mesafeler soranların sorularına cevap olmak üzere verilmiştir O bakımdan, herkes işittiği sözün anlamını hadis diye rivâyet etmiştir. Âdeta herhangi bir zamanda Hazret-i Peygambere: Kadın mahremi bulunmaksızın bir günlük mesafeye yolculuk yapar mı diye sorulmuş, o da: Hayır diye cevap vermiş, bir başka vakit: Kadın, mahremi bulunmaksızın iki günlük bir mesafeye yolculuk yapar mı diye sorulmuş, O, yine: Hayır demiş, bir başkası da ona: Kadın, beraberinde mahremi bulunmaksızın üç günlük mesafeye yolculuk yapar mı? diye sormuş, yine: Hayır buyurmuştur. İşte rivâyet edilen şekliyle gece ve berid tabirlerinin anlamı da bu olmalıdır. Böylelikle herkes işittiği anlama göre rivâyette bulunmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Zahirleri itibariyle farklı olsa dahi, bu konudaki rivâyetlerin ihtiva ettiği anlamın ortak noktası şöylece bulunabilir; Kadın için fitneten korkulan herhangi bir yolculuğa mahremsiz çıkması kadına yasaktır, Bu yolculuk ister uzun, ister kısa olsun farketmez, İbn Abdî'l-Berr, el-İstizkâr, XXVII, 271-274. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 3. Namazın Kısaltılabileceği Yolculuğun Türü ve Mahiyeti: Namazın kısaltılabileceği yolculuğun türü hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Herkes, cihad, hac, umre ve bu kabilden olan sılayı Rahîm ve birisini ölümden kurtarmak kastıyla yapılacak yolculuklarda namazın kasr edileceğini icma ile kabul etmiştir. Bunun dışındaki sebeplere dayalı yolculuklarda ise ihtilaf edilmiştir. Cumhûr, ticaret ve buna benzer mubah yolculuklarda namazı kısaltmanın câiz olduğunu kabul etmektedir, İbn Kesîr’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Namaz, ancak hac veya cihatta kasr edilir. Atâ ise şöyle demiştir: Namaz, ancak itaat ve hayır yollarından herhangi bir yolda yapılan yolculukta kisaltılabilir. Yine ondan, Cumhûrun görüşü gibit mubah bütün yollarda kasr edilir, dediği de rivâyet edilmiştir. Mâlik ise şöyle demektedir: MÂişetini sağlamak için değil de, hoşça vakit geçirmek kastıyla avlanmak için yahut da yine hoşça vakit geçirmek ve zevk almak kastıyla bir beldeyi görmek için çıkacak olursa namazını kasr etmez. İlim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr), masiyet için yapılan yolculukta kasır olmayacağını kabul etmektedirler. Bâğy (meşru halifeye karşı isyan eden), yol kesen ve bu kabilden olanlar gibi. Ebû Hanîfe ve Evzaî'den ise, bütün bu hallerde namazı kasr etmenin mubah olduğu rivâyeti vardır. Mâlik'ten de bu rivâyet gelmiştir. Bu görüşler daha önce el-Bakara Sûresinde (2/183-184. ayet, 2. başlıkta.) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususta Ahmed'den ise farklı görüşler gelmiştir. Bir seferinde Cumhûrun görüşünü belirttiği gibi, bir seferinde ise, hac veya umre dışında namazını kısaltmaz dediği nakledilmiştir. Sahih görüş, Cumhûrun görüşüdür. Çünkü namazın kısaltılması, karşı karşıya kalınan sıkıntılar dolayısıyla yolcunun yükünü hafifletmek ve yapmak istediği câiz hususlarda ona yardımcı olmak içindir. Bu hususta bütün yolculuklar birbirine eşittir. Çünkü yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman... üzerinize bir vebal yoktur" yani günah yoktur diye buyurmakta, sonra da; "namazı kısaltmanızda" diye buyurarak umumi bir ifade kullanmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hayırlı kulları, yolculuk yaptıkları takdirde namazlarını kısaltan ve oruçlarını açanlardır.". eş-Şa'bi de şöyle demektedir: "Şüphesiz yüce Allah, azimet buyruklarıyla amel edilmesini sevdiği gibi, verdiği ruhsatlar ile de amel edilmesini sever." Müsned, II, 108de: İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak Allah, kendisine isyanı gerektiren işlerin yapılmasını hoş karşılamadığı gibi; ruhsatlarından da yararlanılmasını sever.” Masiyet kastı ile yapılan yolculukta ise namazı kasr etmek câiz değildir, Çünkü böyle bir şey, Allah'a masiyet yolunda onun için bir yardım olur. Yüce Allah ise: "İyilik yapmak ve takva üzere bulunmak hususunda birbirinizle yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2) diye buyurmaktadır. 4. Namazı Kısaltmaya Ne Zaman Başlanır: Namazı kısaltmaya ne zamandan itibaren başlanacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Cumhûrun görüşüne göre yolcu, kasabasının evlerinden dışarıya çıkmadıkça namazını kısaltamaz. İşte o vakit yeryüzünde yolculuğa çakmış olur. Bu, Mâlik'in el-Müdevvene'deki görüşüdür. Mâlik, yakınlık ile ilgili herhangi bir mesafe tesbit etmiş değildir. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, eğer kasaba, ahalisini toplu olarak barındıran bir kasaba ise, o kasaba halkı oradan üç millik bir mesafe kadar uzaklaşmadıkça namazlarını kısaltmaya başlamazlar. Dönüşte de bu kadarlık bir mesafe kalıncaya kadar (namazlarını kasr ederler). Eğer kasaba, ahalisinin toplu olarak barındığı bir yer değilse, kasabanın bahçe ve bostanlarım aştıktan itibaren namazlarını kısaltırlar. el-Haris b. Ebi Rebia'dan, yola çıkmak istediği takdirde beraberin de kilere evinde iki rekat namaz kıldırırdı. Bunlar arasında el-Esved b. Yezid ile Abdullah b. Mes'ûd'un arkadaşlarından birden çok kişi de bulunurdu. Atâ b. Ebi Rebah ile Süleyman b. Mûsa da böyle demiştir. Derim ki: Buna göre, âyet-i kerimedeki: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman" âyeti, yeryüzünde yolculuk yapmaya azmettiğiniz, karar verdiğiniz zaman'demek olur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır Mücahid'den de: Yolcu, yola koyulduğu ilk gün akşam oluncaya kadar namazını kısaltmaz, dediği rivâyet edilmiştir. Ancak bu şaz bir görüştür. Enes b. Mâlik yoluyla gelen hadiste sabit olduğuna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), öğle namazını Medine'de dört rekat, ikindi namazını da Zülhuleyfe'de iki rekat olarak kılmıştır. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Buhârî, Taksiru's-Salât 5; Müslim, Salâtu'l-Musâfîrîn 10, 11; Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 2; Tirmizî, Cumua 39. Zülhulefye ile Medine arasında ise, altı veya yedi mil kadarlık bir mesafe vardır. 5- Namazı Kısaltmaya Niyet Etmek: Yocunun iftitah tekbirini getirdiği andan itibaren namazı kısaltmayı niyet etmesi gerekir. Şayet namazı kısaltmak niyetiyle namaza başlar, sonra da narnaz esnasında ikâmete karar verecek olursa, o namazını nafile kılar. Eğer niyet ettiği namazdan bir rekat kıldıktan sonra böyle bir niyete sahip olursa, ona bir rekat daha ilave eder, selam verir, sonra da mukim gibi namaz kılar. el-Ebherî ve İbnü’l-Cellâb der ki: Bu -doğrusunu en iyi bilen Allahtır- müstehabtır. Eğer bundan sonra namazım devam ettirir ve tamamlayacak olursa, bu namazı yeterli olur. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bence bu, ikisinin (el-Ebherî ve İbnü’l-Cellâb'in) dediği gibidir" Çünkü kıldığı bu namaz öğlen namazıdır. İster seferi namazı olsun, ister mukim namazı olsun, diğer beş vakit namaz da böyledir, 6. Yolcu Ne Kadarlık Süreye İkâmeti Niyet Ederse Namazını Tam Kılar: İlim adamları bu kabilden olmak üzere yolcunun, ne kadarlık bir süre ikamete niyet edecek olursa, namazını tamam kılacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Mâlik, Şâfîî, el-Leys b. Sa'd, et-Taberî ve Ebû Sevr derler ki: Dört gün ikâmeti niyet edecek olursa namazını tam kılar. Bu Said b. el-Müseyyeb'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe, arkadaşları ve es-Sevrî derler ki: Onbeş gün ikâmeti niyet edecek olursa namazını tam kılar. Daha az bir süre kalacağını niyet ederse namazını kısaltır. Aynı Zamanda bu İbn Ömer ve İbn Abbâs’ın görüşüdür. Tahavî'nin naklettiğine göre, ashâb-ı kiram arasından bu hususta onlara muhalefet eden kimse yoktur. Bu görüş Said (b. el-Müseyyeb’den de rivâyet edilmiştir Ahmed der ki: Yolcu, yirmibir farz namaz kılacak kadar bir süre kalmaya karar verirse, namazlarını kısaltır. Şayet daha fazla kalmayı kararlaştıracak olursa, namazlarım tam kılar, Davud (ez-Zahirî) da bu görüştedir. Sahih olan Mâlikin dediğidir. İbnü'l-Hadrami'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre Hazret-i Peygamber, muhacir olana hac ibadetini tamamlamasından sonra üç gün Mekke'de ikâmet etmesini, ondan sonra da oradan gitmesini kararlaştırmıştır. Bunu Tahavî, İbn Mâce ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Menâkibul-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441, 443, 444; Ebû Dâvûd, Menâsik 91- Tirmizî, Hacc 103, İbn Mâce, İkametu's-Salât 76; Dârimî, Salat 180; Müsned, V, 52. Bilindiği gibi hicret, Mekke'nin fethinden önce farz oluduğu sırada Mekke'de ikâmet etmek câiz değildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), böylelikle ihtiyaçlarını karşılamak ve yolculuk için gerekli hazırlıkları yapmak için muhacir olana üç günlük bir süre tanımış ve böyle bir durumda Mekke için ikâmette bulunulacak yer hükmünü vermediği gibi, orada kalmayı da ikâmet hükmünde görmemiştir". Bu durumda orada kalacak kimse hakkında da yolcu hükmünü olduğu gibi bırakmış, dördüncü gün de orda kalmasını yasaklamıştır. (Dördüncü gün kaldığı takdirde) onun hakkında mukim hükmünü vermiştir. O bakımdan bu itimat olunması gereken asli bir delil olmaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisi gereğince Ömer (radıyallahü anh)'ın yahudileri, sürgüne gönderdiği sırada uygulaması da bunu andırmaktadır. Müslim, Müzarat 6, Cihâd 63. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından çıkarılmaları emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in son tavsiyelerindendir: Bk. Müslim, Cihâd 63; Dârimî, Siyer 55. İhtiyaçlarını karşılamak üzere onlara üç gün ikâmet hakkı tesbit etmişti. İbnü'l-Arabî der ki: Mâlikî mezhebine mensub ileri gelen ilim adamlarından birisini de şöyle derken dinledim: Üç günün ikâmet hükmü dışında görülmesinin sebebi, yüce Allah'ın üzerlerine azâbı indirip dünyadan ayrılmaları kesinleşmiş bulunan kimselere bu kadarlık bir süreyi tanımış olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Evlerinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir." (Hûd, 11/65) Bu mesele ile ilgili bunlardan ayrı bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Yolcu, vatanına dönünceye veya kendisine ait bir vatanda konaklayıncaya kadar yolcu kaldığı sürece namazını kısaltmaya devam eder. Rivâyet olunduğuna göre Enes (radıyallahü anh), Nişabur'da iki yıl kadar namazını kısaltarak kalmaya devam etmiştir. Ebû Miclez der ki: İbn Ömer'e şöyle dedim: Medine'ye geliyorum ve bir ihtiyacımı karşılamak kastıyla burada yedi ay, sekiz ay kaldığım oluyor. İbn Ömer: îki rekat olarak namaz kıl, dedi. Ebû İshak es-Sebiî der ki: Beraberimizde İbn Mes’ûd'ûn arkadaşlarından bazıları bulunduğu halde Sicistan'da iki yıl süreyle kaldık ve hep (dört rekatli farz namazları) iki rekat olarak kıldık. İbn Ömer de Azerbeycan'da kaldığı süre boyunca (dört rekatli namazları) ikişer ikişer kılıyordu. Bu sıralarda geri dönmelerine yağan karlar engel olmuştu. Ebû Ömer der ki: Bize göre bu rivâyetler şu şekilde yorumlanır: Bu kadar süre kalanlardan hiçbir kimsenin belli bir niyeti yoktu. Bunun misali, kişinin bugün gidebilirim, yarın gidebilirim demesidir. Böyle bir durum olduğu takdirde ise, ikâmet karan burada yok demektir. 7. Hazret-i Âişe ile Hazret-i Osman'ın Seferde Kasr Etmeyip Namazlarını Tam Kılmalarının Sebepleri: Müslim, Urve'den, o, Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah namazı farz kıldığında iki rekat olarak tarz kıldı. Sonra ikâmet halinde (dörde) tamamladı. Yolculuk namazı da ilk farz kılındığı şekilde kaldı. ez-Zührî der ki: Ben, Urve'ye: Peki, Âişe ne diye yolculukta namazını tamamlamaktadır diye sordum, o da: Osman'ın yaptığı te'vilin aynısını kendisi de yaptı, dedi. Bu hadisin ve benzer rivâyetlerin yer aldığı kaynaklar için birinci başlığa bakınız. Şu kadar varki, bu kapsamlı bir cevap değildir. Çünkü, ilim adamları Hazret-i Osman ile Hazret-i Âişe'nin (yolculuk halinde iken) namazlarını tamam kılma sebeplerini farklı şekillerde açıklamışlardır. Ma'mer, ez-Zühri'den şöyle dediğini nakletmektedir: Osman (radıyallahü anh)ın Mina'da namazını dört rekat olarak kılmasının sebebi, hacdan sonra ikâmeti niyet etmiş olmasıdır. Muğire'nin İbrahim'den rivâyetine göre Hazret-i Osman orayı vatan edindiğinden dolayı dört rekat kılmıştır. Yûnus da ez-Zührî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hazret-i Osman, Taif de birtakım mallar edinip orada ikâmet etmek isteyince namazını dört rekat olarak kıldı. Dedi ki: Sonra da daha sonra gelen İmâmlar (yöneticiler) bu şekilde uygulamayı sürdürdüler. Eyyub da ez-Zührî'den naklen şöyle demektedir: Osman'ın Mina'da namazını tam kılması, bedevi Araplardan ötürüdür. Çünkü o sene bedevi Araplar sayıca çoktular. Cemaate namazın asıl itibariyle dört rekat olduğunu öğretmek için onlara dört rekat olarak namaz kıldırdı. Bütün bu görüşleri Ebû Dâvûd Mûsannef’inde (Sünenin'de) Kitabü'l-Menasik (hac bahsi'nin Mina'da namaz) bölümünde zikretmiştir. Ebû Dâvûd, Menâsik 75 Ebû Ömer de et-Temhid adlı eserinde şunu nakletmektedir: İbn Cüreyc dedi ki: Bana ulaştığına göre Osman'ın Mina'da (farzı) dört rekat olarak kıldırması, bir bedevi arabın Mina'daki Hayf mescidinde kalkıp ona şöyle seslenmesinden ötürü idi: Ey mü’minlerin emiri, geçen sene seni gördüğümden beri ben hâlâ bu namazı ikişer rekat olarak kılmaya devam ediyorum. Bunun üzerine Hazret-i Osman, cahil insanların namazın ikişer rekat olduğunu zannetmesinden korktu. (Bunun için namazı dört rekat olarak kıldı). İbn Cüreyc der ki: Ve Hazret-i Osman yalnızca Mina'da tam olarak kılmıştı. Ebû Ömer der ki: Hazret-i Âişe'nin namazını tamam kılmasına dair açıklamalara gelince, bu hususta bizzat ondan rivâyet edilen herhangi bir açıklama yoktur. Bütün bu açıklamalar beraberinde delil bulunmayan bir takım zan ve tevillerden İbarettir. Bu hususta söylenen en zayıf görüş şudur: O, mü’minlerin annesidir. İnsanlar da nerede olurlarsa olsunlar onun çocuklarıdır. Çocuklarının evi de kendisinin evidir. Peki onun mü’minlerin annesi olmasının mü’minlerin babası olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevcesi oluşundan başka bir sebebe dayanıyor mu? Yolculuklarında, gazalarında, hac ve umrelerinde namazı kasr etmeyi sünnetiyle gösteren o değil midir. Diğer taraftan Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ve Mushaf ında (bu hususu belirleyen Ahzab Sûresinin altıncı âyet-i kerimesi) şöyledir: "Peygamber mü’minlere Öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri de analarıdır." (el-Ahzâb, 33/6) O da kendilerine bir babadır. Mücahid de yüce Allah'ın (Hazret-i Lut'un söylediğini naklettiği): "İşte bunlar benim kızlanmdır. Bunlar sizin için daha bir temizdir" (Hûd, 11/78) âyetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir; Gösterdiği kadınlar, kızlan değildi. Ümmetinin hanımları idi. Her bir peygamber ise ümmetinin babasıdır. Derim ki: Şu kadar var ki buna, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müşerri (şeriat koyucu) olduğu, kendisinin ise, böyle olmadığı, o bakımdan fark bulunduğu belirtilerek buna itiraz olunmuştur. Bu görüşten de daha zayıf şöyle diyenlerin görüşüdür: Âişe namazını tamam kıldığı, hallerde câiz olan bir yolculukta bulunmuyordu. Bu ise, kafi olarak batıl bir iddiadır. Çünkü Hazret-i Âişe, Allah'ın razı olmayacağı bir yolculuğa çıkmayacak kadar Allah'tan korkan ve takva sahibi olan bir annemindi. Onun aleyhindeki bu yorum, bid'atçi şianın yalanlarından ve onların çirkin iftiralarındandır. Seni tenzih ederiz Rabbimiz. Şüphesizki bu, çok büyük bir iftiradır, Aksine Âişe (radıyallahü anha) fitne ateşini söndürmek amacıyla kendi görüşüyle ictihad ederek ve Allah'tan ecrini bekleyerek çıkmıştı. Çünkü o, herkesten çok kendisinden haya edilmeye lâyık olandı. Ancak, işleri kontrol etmek imkânını bulamadı. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. Bu konudaki bir diğer görüş de şöyledir: Hazret-i Âişe'nin namazını tamam kılmasının sebebi, namazı kısaltmanın yalnızca hac, umre ve Savaşta olduğu görüşünde olduğundan dolayıydı Ancak bu, batıl bir görüştür. Çünkü ondan böyle bir şey nakledilmediği gibi, Hazret-i Âişe'nin görüşleri arasında da böyle bir şey bilinmemektedir. Diğer taraftan, Hazret-i Ali'nin üzerine gittiği yolculuğunda (Cemel vakasında) namazını tam kılmıştır. Namazım kısaltması ve tam kılması ile ilgili olarak söylenen görüşlerin en iyisi şudur: Hazret-i Âişe, yüce Allah'ın konu ile ilgili ruhsatı ile amel etmiştir. O, böylelikle insanlara namazı tam kılmakta -başka türlüsü daha faziletlisi olsa dahi- bir vebal olmadığını göstermek istemişti. Atâ şöyle demiştir: (Yolculukta) namazı kısaltmak sünnettir ve ruhsattır Hazret-i Âişe'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yolculuk esnasında oruç da tuttuğunu, oruç da açtığını, namazını tam da kıldığını, kasr da ettiğini rivâyet eden de odur. Bunu Talha b. Ömer rivâyet etmiş ve ondan şöyle dediğini nakletmiştir: İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün bun lan yapıyordu. O, (yolcu iken) oruç ta tutmuştur, orucunu açmıştır da. Namazını da hem kısa kılmış, hem tamam kılmıştır, Nesâî'nin sahih bir senetle rivâyetine göre, Hazret-i Âişe, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Medine'den Mekke'ye Umre yapmak üzere yola koyulmuştur. Mekke'ye vardığında şöyle dedi: Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sen namazı kısalttın ben tamam kıldım, sen orucunu açtın ben oruç tuttum. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber; "Güzel yaptın ey Âişe" dedi ve böyle yaptığımdan dolayı beni ayıplamadı. Nesâî, Taksîru's-Salât 5 İşte her iki kelimede de (kasr ettin, ben tamam kıldım, sen oruç açtın, ben oruç tuttum, anlamlarını ifade eden: kelimelerini kastediyor) birinci "teler üstün ve ikinci "te"ler ise, her iki kelimede de ötrelidir. Dârakutnî de Âişe (nanha)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yolculuk esnasında namazını kimi zaman kasr ettiğini, kimi zaman tamam kıldığını, kimi zaman oruç açıp, kimi zaman oruç tuttuğunu rivâyet etmektedir. Dârakutnî der ki: Bu hadisin isnadı sahihtir. Dârakutnî II, 189. 8. Kasr’ın Mahiyeti ve Sünnetteki Uygulamaları: "Namazı kısaltmanızda" âyetinde yer alan “.....” edatı nasb mahallindedir. Kısaltmanızda anlamındadır. Ebû Ubeyd der ki: Kasr etmek kelimesi üç türlü kullanılır: Namazı kasr ettim, kısalttım. İlim adamları kasr'ın mahiyeti ve açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir gurup ilim adamı, kasrın korku halinde olsun, sair hallerde olsun, dört rekatlik namazın iki rekat olarak kılınmasıdır. Buna gerekçe olarak da ileride geleceği üzere Ya'lâ b. Umeyye yoluyla gelen hadisi gösterirler. Başkaları ise şöyle demektedir: Kasr etmek, iki rekatı tek rekat olarak kılmaktır. Yolculuk halinde iki rekat kılmak (kasr değil) namazı tamam kılmaktır. Nitekim Hazret-i Ömer de böyle demiştir: (Seferde kılınan iki rekat) kasr değil, tamamdır. Onun kasr edilmesi ise, tek rekat olarak kılınmasıdır, es-Süddî der ki: Yolculuk halinde iki rekat namaz kılacak olursan bu tamdır. Kasr ise, ancak korku halinde helal olur. Buna göre bu âyet-i kerîme korku halinde her bir kesimin tek bir rekat kılarak daha fazla kılmamasını mubah kılmaktadır. îmam ise, iki rekat kılmış olur. Buna benzer bir rivâyet, İbn Ömer, Cabir b. Abdullah ve Ka'b'dan da rivâyet edilmiştir. Ayrıca bunu, Huzeyfe, Taberîstan'da uygulamıştır. Kumandan Said b. el-Âs da bu uygulamasının sebebini ona sormuştu, Nesâî, Salâtu’l-Havf (Tek bir bab olduğundan ayrıca bab numarası yoktur). İbn Abbâs da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Zukkared gazvesinde (ordunun ikiye bölünmüş) her bir kesimine tek bir rekat kıldırdığını ve bunların sonradan (bir rekatı) kaza etmediklerini rivâyet etmektedir Nesâî, Salâtul-Havf. Cabir b. Abdullah da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muharip Hasafe ve Benu Sa'lebe günü, ashâbına bu şekilde namaz kıldırdığını rivâyet etmektedir. Buhârî, Meğâzi 31. Yine Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Dacanan ile Usfan arasında bu şekilde namaz kıldığını rivâyet etmektedir. Nesâî, Salâtul-Havf. Derim ki: Müslim'in Sahihinde İbn Abbâsdan şöyle dediği nakledilmektedir: Allah, namazı Peygamberiniz (Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun) dili ile ikâmet halinde dört rekat, yolculuk halinde iki rekat, korku halinde de tek rekat olarak farz kılmıştır. Müslim, Salatu'l-Müsâfırin 5,6. Bu rivâyet, bu görüşü desteklemekte ve güçlendirmektedir. Şu kadar varki, Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Kabes adlı kitabında şunu nakletmektedir: İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) der ki: Bu hadis icma ile merduttur. Derim ki: Böyle bir iddia sahih olamaz. Çünkü kendisi de, başkaları da bu konudaki görüş ayrılığını ve anlaşmazlıkları nakletmiş bulunmaktadır. O bakımdan iddia ettikleri icma sahih değildir. Başarı Allah'tandır. Hanefî mezhebine mensub Ebû Bekr er-Razî (el-Cesâs) "Ahkamu'l-Kur'ân" adlı eserinde burada kasr'dan maksat, namazın niteliklerinde rüku ve sücudu terk ederek îma ile kılmak, kıyamı terk ederek rükû ile yetinmektir. Başkaları da şöyle demektedir: Bu âyeti Kerîme, göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde ve Savaşın kızıştığı demlerde namazın sınırlan ve belli şekillerinde kasr etmeyi mubah kılmaktadır. Bu durumda olan kimselere başı ile îmada bulunarak namaz kılmasını ve yöneldiği yer neresi olursa olsun tek bir rekat ve hatta bir tek tekbîr dahi olsa namaz kılmasını mubah kılmaktadır Nitekim, el-Bakara Sûresi'nde (2/239. ayet, 1-6. başlıklarda) geçmişti, Taberî bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Bu da yüce Allah'ın: "Artık tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı dosdoğru kılın" (en-Nisâ, 4/103) âyetine uygun düşmektedir. Yani, o takdirde namazı eksiksiz olarak, bütün hudud ve şekilleriyle eda edin, demektir. Derim ki: Bu üç görüş de mana itibariyle birbirine yakındır ve yolcu hakkında farz olanın namazını kısaltmak olduğu, onun namazın ancak iki rekat olup kasr'ın söz konusu olmadığı esasına dayalıdır. Azimet hakkında ise, "vebal yoktur" tabiri kullanılmadığı gibi, iki rekat olarak teşri olunan şey hakkında da o kasır'dır da denilemez Nitekim sabah namazı hakkında da bu söylenemez. Şanı yüce Allah, namazı kasr etmeyi de iki şarta bağlı olarak zikretmiştir. Bu iki şartın hakkında muteber olduğu namaz ise korku namazıdır. İşte Ebû Bekr er-Razî'nin Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde zikredip delil olarak ileri sürdüğü budur. Şu kadar var ki, yüce Allah'ın izniyle biraz sonra geleceği üzere Ya'lâ b. Umeyye yoluyla rivâyet edilen hadis ile onun bu görüşü red olunmuştur. Yüce Allah'ın: "Korkarsanız" âyeti, çoğunlukla rastlanılan hale binaen ifade edilmiştir Çünkü, yolculuk halinde müslümanlar, çoğunlukla korku ile karşı karsıya bulunuyorlardı. İşte bundan dolayı Ya'lâ b. Umeyye şöyle demiştir; Ömer'e: Güvenliğe kavuşmuş olduğumuz halde niye namazı hâlâ kısaltıyoruz? dedim, Ömer şöyle dedi: Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim ve bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a soru sordum, şöyle buyurdu: "Bu, Allah'ın size kendisiyle tasaddukta bulunduğu bir sadakadır. Siz de onun sadakasını kabul ediniz." Derim ki: Şâfiî'nin arkadaşları ve başkaları, Hanefîlere karşı Ya'la b. Umeyye'nin bu hadisini delil göstererek şöyle demişlerdir: Ya'la'nın: "Güvenliğe kavuşmuş bulunduğumuz halde ne diye namazımızı kısaltıyoruz?" sorusu, âyet-i kerimenin mefhumunun rekatlerdeki bir kısaltma olduğuna kafi bir delildir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Ebû Hanîfe'nin arkadaşları buna karşılık söz edilmeye değer bir açıklama zikretmemişlerdir Diğer taraftan korku namazında iki şart itibara alınmaz. Çünkü, yerde yolculuk yapılmazsa ve yolculuk söz konusu olmasa dahi, kâfirler bize gelip topraklarımızda bizimle Savaşacak olurlarsa yine korku namazı câiz olur, O bakımdan bu açıklamaya göre, her iki şartın varlığına itibar olunmaz, Diğer taraftan Ubeyy'in kıraatinde ise, "korkarsaniz" kaydı zikredilmeksizin "kâfirler size bir fenalık yapar diye namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" diye okumuştur. Onun bu kıraatine göre âyetin anlamı şöyle olur: Kâfirlerin size fenalık yapmasından hoşlanmadığınız için... Hazret-i Osman'ın Mushaf ında ise: "Korkarsanız" kaydı sabittir. Bir topluluk ise, bu âyet-i kerimenin yolculukta düşmandan korkan kimsenin namazı kasr etmesini mubah kıldığı görüşündedir. Emin olanın ise, namazını kasr etmesi sözkonusu değildir. Âişe (radıyallahü anha)’dan rivâyet edildiğine göre o, yolculukta şöyle dermiş: Namazınızı tamam kılınız. Bu sefer: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı kasr ederdi, demeleri üzerine, Âişe şu cevabı vermişti: O, Savaş halindeydi ve düşman tehlikesinden korkuyordu. Öyle bir şeyden korkuyor musunuz. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, II, 256. Atâ der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından Âişe ve Sa'd b. Ebi Vakkas, namazını tamam kıldığı gibi, sonraları Osman da namazını tamam kılmıştır. (Allah hepsinden razı olsun). es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, II, 256. Fakat, bu görüşler daha önce bir kısmını kaydetmiş olduğumuz bir takım gerekçelerle izah edilir. Bir diğer topluluk da yüce Allah'ın namazı kasr etmeyi Kitabında ancak iki şarta bağlı olarak mubah kıldığı görüşündedir: Bu iki şart ise yolculuk ve korkudur. Korku dışındaki hallerde ise, bu mübahlık sünnet ile meşru kılınmıştır. Böyle diyenlerden birisi de Şâfiî'dir, Ve bu görüş daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Başka bir topluluk da, yüce Allah'ın: "Korkarsanız" kaydını önceki âyetlerle muttasıl olmadığı ve ifadenin: "Namazı" âyeti ile birlikte tamam, olduğu görüşündedir. Daha sonra, yeni bir cümleye başlanarak; "Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız..." Ey Muhammed, o takdirde onlara korku namazını kıldır, demektir. Bu açıklamaya göre de ayetin ilk bölümünün anlamı şöyle olur: Yer yüzünde sefere çıktığın zaman namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düsmanınızdır" âyeti, mutariza bir ifadedir (ara cümlesidir). Bunu el-Cürcânî söylemiş, el-Mehdevî ve başkaları da bunu zikretmiştir. Ancak, el-Kuşeyrî ile Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî bu görüşü reddetmektedir. el-Kuşeyri Ebû Nasr der ki: Bunu, bu şekilde kabul etmek, çokça zorlanmayı gerektirir. Adam -et-Cürcânî'yi kastediyor- ifade takdirini açıklamak ve benzeri örnekler getirmek için çokça nefes tüketip uzun açıklamalarda bulunsa dahi bu böyledir, İbnü'l-Arabî ise der ki: Bütün bu açıklamalara, Ömer'in de onun oğlunun da, onlarla birlikte Ya'la b. Umeyye'nin de bir ihtiyaçları yoktu. Derim ki: el-Cürcâni’nin görüşü doğrultusunda bir hadîs vârid olmuştur. Bunu Kadı Ebû Velid b. Rüşd "el-Mukaddimât"ında ve yine İbn Atiyye de Tefsir'inde zikretmişlerdir. Sözkonusu hadisi Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyet ederler. Buna göre Hazret-i Ali şöyle demiş: Ticaretle uğraşan bir topluluk Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorarak şöyle demişlerdir: Biz, yeryüzünde yolculuk yapıyoruz, nasıl namaz kılalım? Bunun üzerine yüce Allah: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Sonra da ifade burada sona erdi. Bundan bir sene sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gazaya çıktı, öğle namazını kıldı. Müşrikler: Muhammed ve arkadaşları sizlere arkalarını dönerek size (kendilerine) saldırma imkânını vermiş oldular. Niye onlara bir baskın düzenlemediniz? Onlardan birisi şöyle dedi: Bunların bunun akabinde kılacakları bir namazları daha vardır. Bunun üzerine yüce Allah, iki namaz vakti arasında: "Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız" âyetini korku, namazı ile ilgili âyetlerin sonuna kadar indirdi. Eğer bu haber sahih ise, bununla beraber kimsenin söyleyecek bir sözü kalmaz ve korku hali dışında da namazı kasr etmeyenin delilinin Kur'ân-ı Kerîm’de de bulunduğunu ifade eder. İbn Abbâs'tan da buna benzer bir rivâyet nakledilmiştir. O, der ki: Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" âyeti, yolculukta namaz kılma hakkında nâzil olmuştur. Daha sonra ise: "Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkorsanız" âyeti ise, korku hali hakkında ve ondan bir sene sonra nâzil olmuştur. Buna göre, âyet-i kerîme, iki meseleyi ve iki hükmü birlikte ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah'ın: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" âyeti ile yolculuk hali kastedilmektedir ve burada ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra ise, bir diğer farzı sözkonusu etmeye başlamakta ve bunun şartını öne almaktadır. İfadenin takdiri ise şöyle olur: Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsaruz ve sen de onlar arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığında... Bu âyette ise "vav" harfi fazladan gelmiştir. Bu şartın cevabı ise, "Bir kısmı seninle birlikte namaza dursun" âyetidir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır" âyeti ise bir ara cümlesidir. Bir gurup ise, korku halinin sözkonusu edilmesinin sünnet ile nesh olunduğu görüşündedir. Bu ise, Hazret-i Ömer yoluyla gelen bir hadiste zikredilmektedir. Çünkü o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendisine şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Bu, Allah'ın size sadaka olarak bağışladığı bir sadakadır Siz de onun sadakasını kabul ediniz." en-Nehhâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazı kısaltmasını korku hali dışında kabul edip bu haldeki fiilinin âyeti nesh eden bir uygulama olarak değerlendiren yanlışlık yapar. Çünkü, âyeti kerimede güvenlik halinde namazı kasr etmeyi men eden bir ifade yoktur. Âyet-i kerimede olan, sadece korku halinde namazı kasr etmenin mubah olduğundan ibarettir. 10. Düşman Kâfirlerin Fitneye Düşürmesi ve Arap Dilinde Fitne Kelimesinin Kullanılışı: Yüce Allah'ın: "Kafirlerin size bir fenalık yapmasından..." âyeti ile ilgili olarak, el-Ferrâ' şöyle demektedir: Hicazlılar; "Adamı fitneye düşürdüm (ona fenalık yaptım)", derler. Rabia, Kays ve Esedlilerle bütün Necid halkı ise şeklinde kullanırlar. el-Halil ve Sîbeveyh ise, bu iki kullanış arasında fark gözeterek şöyle derler: Birincisi, onda bir fitne bıraktım (yani, bizatihi onun bünyesinde ona kötülük yaptım, anlamındadır.) İkincisi ise, onu fitneye düşmüş halde bıraktım, demektir. el-Esmaî ise, ikinci kullanılışın bilinmediğini iddia etmektedir. "Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır" âyetin "düşmanınız", düşmanlarınızdırlar, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 102Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında, onların bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğerleri arkanızda bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer bir kısım gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını alsınlar. Kâfirler, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan keşke gafil olsanız da size ansızın bir basken yapsalar, diye arzu ederler. Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir yahut hasta bulunursanız, silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Ama son derece tedbirli bulunun. Şüphesiz Allah, kâfirlere küçültücü bir azap hazırlamıştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Sen de aralarında bulunupda onlara namaz kıldırdığında..." âyeti ile ilgili olarak, Dârakutnî, Ebû Ayyaş ez-Zuraki'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İle Usfan'da bulunuyorduk. Müşrikler başlarında Halid b. el-Velid olduğu halde karşımıza çıktılar. Müşrikler bizimle kıble arasında bulunuyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere öğle namazını kıldırdı. Şöyle dediler: Bunlar öyle bir halde bulunuyorlardı ki, keşke onların bu gafil anlarını değerlendirebilseydik. (Ebû Ayyaş) dedi ki: Sonra şöyle dediler: Şimdi de üzerlerine çocuklarından ve canlarından daha çok sevdikleri bir namaz vakti gelecektir. Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) öğle ile ilkindi arasında şu: "Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında..." âyetini indirdi. Ve hadisin geri kalan kısmım zikretti. Dârakutnî, II, 59-60; Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 12; Nesâî, Salatu’l-Havf (22. hadîs). İleride yüce Allah'ın izniyle tamamı gelecektir. İşte bu Halid (radıyallahü anh)'ın da İslâm'a girişinin sebebi olmuştu. Bu âyet-i kerîme daha önce sözü edilen cihad ile de böylelikle ilişkili olmaktadır. Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz de, namazın ne yolculuk mazeretiyle, ne cihad mazeretiyle, ne de düşmanla Savaşmak mazeretiyle sakıt olmayacağını beyan etmektedir. Ama el-Bakara Sûresi'nde (2/209. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere ve -bu sûrede ilim adamlarının konu ile ilgili açıklanan farklı görüşlerinde belirtildiği şekilde- bu hususlarda bir takım ruhsatlar vardır. Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitaptır. Bu hitap, ondan sonra da kıyâmet gününe kadar gelecek bütün müslüman emir ve kumandanları kapsamına almaktadır. Yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al..." (et-Tevbe, 9/103.) âyeti de böyledir. Bütün ilim adamlarının görüşü budur. Ancak Ebû Yûsuf ile İsmail b. Umeyye, istisna olarak şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra biz korku namazı kilamayız. Çünkü hitap, yüce Allah'ın: "Sen de aralarında bulunup" âyeti dolayısı ile ona has bir hitaptı. Bizzat kendisi aralarında bulunmadığı takdirde, onların böyle bir namaz kılma hakları yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hususta başkası gibi değildir. Bütün müslü manlar, onun kendilerine İmâm olmasını ve arkasında namaz kılmayı arzu ediyordu. Ondan sonra fazilet babında onun yerini tutabilecek hiçbir kimse olamaz. Ondan sonra İnsanların halleri ise birbirine yakın veya birbirine eşittir. Bundan dolayı İmâm, önce bir kesime namaz kıldırır, daha sonra da diğer kesime namaz kıldıracak birisini tayin eder. Her iki kesimin aynı İmâm arkasında namaz kılmaları ise olmaz. Cumhûr ise şöyle demektedir: Bizler, bîrden çok âyet ve birden çok Hadîs-i şerîfte ona tabi olmakla, onu örnek edinmekle emrolunmuşuz. O bakımdan yüce Allah: "Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnetin gelip çatmasından sakınsınlar..." (et-Tevbe, 24/63) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz sîz de öylece namaz kılınız" Buhârî, Ezan 18, Edeb 27, Âhad 1; Dârimî, Salat 42; Müsned, V, 53; Darakutnî, I, 272. diye buyurmuştur. O baktmdan herhangi bir hükmün Hazret-i Peygambere has olduğuna dair açık bir delil bulunmadıkça, kayıtsız ve şartsız (muüak, olarak.) ona tabi olmak icabeder. Şayet sözünü ettikleri gerekçeler Hazret-i Peygamberin bu konudaki hususiyetine delil olsaydı, o takdirde bütün hitapların yönelik olduğu kimselere hasredilmeleri gerekirdi. O takdirde de şeriatın, ona muhatap alınan kimseye münhasır kalması gerekirdi. Diğer taraftan ashâb-ı kiram (Allah hepsinden razı olsun) bu namaz hususunda Hazret-i Peygamberin hususiliği vehmini bir kenara atmışlar ve bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dışında kimseler hakkında da geçerli olduğunu ortaya koymuşlardır. Onlar, söylenen sözü daha iyi bilir, durumu daha iyi değerlendiren kimselerdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ayetlerimize dalanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En'am, 6/68) Bu görüldüğü gibi Hazret-i Peygambere yönelik bir hitaptır. Ümmeti de bu hitabın kapsamına girmektedir, Bunun benzeri pek çoktur. Yine yüce Allah: "Onların mallarından bir sadaka al" (et-Tevbe, 9/103) diye buyurmaktadır. Bu ise yalnızca bu emrin ona münhasır olmasını gerektirmez. Ondan sonra gelenler de hiç şüphesiz bu hususta onun makamındadırlar. İşte yüce Allah'ın: "Sen de aralarında bulunup da..." âyeti de böyledir. Nitekim Ebû Bekir es-Sıddik, ashâbdan bir topluluk ile birlikte (Allah onlardan razı olsun) sizin korku namazına dair yaptığınız bu te'vile benzer tevili zekât hakkında yapanlara karşı Savaşmışlardır. Ebû Ömer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen halifelerin zekâtı almaları bakımından birbirlerine eşit olmaları İle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in arkasında namaz kılanın namazı ile ondan başkasının arkasında namaz kılanın namazı arasındaki benzerlik gibi bir benzerlik yoktur. Çünkü zekâtın faydası yoksullara ulaştırılmasıdır Ve zekâtta arkasında namaz kılanın fazileti gibi, kendisine zekât verilenin bir fazileti sözkonusu değildir. 2. Korku (Havf) Namazının Kılınış Keyfiyeti, Bu Konudaki Farklı Rivâyetler ve Görüşler: Yüce Allah'ın: "Onların bir kısmı seninle birlikte namaza dursun" yani, onlardan bir topluluk (cemaat) namazda seninle beraber namaza dursun, "ve" Seninle beraber namaz kılacak olanlar silahlarını da alsınlar. Burada "silahlarını da alsınlar" âyetinde kast edilenlerin -ileride açıklanacağı üzere- düşmanın karşısında bulunanlar olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede her bir kesim için yalnızca bir rekat namazdan sözetmektedir. Fakat, Hadîs-i şerîflerde -ileride geleceği üzere- buna bir rekat daha kattıktan rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın "(........): Namaza dursun" âyeti ile "Bulunsunlar" âyetinde esrenin (lâm) harfinden hazf edilmesi, ağırlığı dolayısıyladır el-Ahfeş, el-Ferrâ' ve el-Kisâî, "emir lânTı, "key lâm"ı, "cuhûd lânTının fethalı okunduğunu nakletmektedir. Sîbeveyh ise, gerektirici bir sebep halinde bunun böyle okunmasını kabul etmez. İşte, cer edatı olan "lâm" ile "te'kid Iâm"i arasındaki fark da budur. Buradaki emirden maksat ikiye bölünmeleridir. Yani (bir kısmı arkasında namaz kılarken) diğerleri düşmanın hamle yapması ihtimaline karşılık tedbir olmak üzere düşmana karşı düşmanla yüzyüze duracaklardır. Korku namazının şekli ile Ugili rivâyetler farklı farklıdır. Bu rivâyetlerin farklılığı dolayısıyla ilim adamları da farklı şekiller tarif etmişlerdir. İbnü’l-Kassâr'ın naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) korku namazını on yerde kılmıştır, İbnü'l-Arabî ise der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan korku namazını yirmi dört defa kıldığı rivâyet edilmiştir. Hadis ehlinin İmâmı, hadis naklindeki illetleri bilmekte önde bir kimse olan îmam Ahmed b. Hanbel ise şöyle der: Korku namazı hakkında sabit olmayan bir hadis rivâyet edildiğini bilmiyorum. Bütün bu hadislerin hepsi sahih ve sabittir. O bakımdan namaz kılan bir kimse hangi hadise binaen korku namazını kılacak olursa, yüce Allah'ın izniyle bu onun için yeterli olur. Ahmed b. Hanbel'in bu görüşü yakın ifadelerle: Tirmizî, Cumua 46'da kaydetmektedir. Ebû Cafer et-Taberî de böyle demiştir. Mâlik ve -Eşheb dışındaki- diğer arkadaşları ise, korku namazı hususunda Sehl b. Ebi Hasme'nin hadisindekİ şekle meyletmişlerdir. Bu da Mâlikin Muvatta’''ında, Yahya b. Said'den, o, el-Kasım b. Muhammed'den, o, Salih b. Havvât el-Ensarî yoluyla rivâyet ettiğine göre, Sehl b. Hasme kendisine (Salih'e) anlattığına göre, korku namazı şöyle kılının İmâm, beraberinde arkadaşlarından bir kesim alır, diğer bir kesim ise düşmana karşı durur, İmâm beraberindekilerle birlikte bir rekatin rükûunu yapar ve secdeye vanr, sonra ayağa kalkar. Ayağa kalkıp doğrulduktan sonra olduğu gibi yerinde durur. (Beraberindekiler) kendi kendilerine kalan rekatı bitirirler ve çekip giderler, İmâm ise ayakta kalmaya devam eder. Onunla beraber kılanlar düşmana karşı yer alırlar Daha sonra namaz kılmamış diğerleri gelip İmâmın arkasında tekbir alırlar. O da onlarla rüküa ve secdeye varır, sonra selam verir. Ona gelip uyanlar ise, kalkarlar ve kendi başlarına kalan rekatı kılarlar, sonra da selam verirler. Muvatta’', Salatu’l-Havf 2; Buhârî, Megâzi 31; Müslim, Salatu’l-Müsâfirin 309; Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 14; Tirmizî, Cumua 46: İbn Mâce, İkametu's-Salât 151. Mâlik'in arkadaşı İbnü'l-Kasım der ki: Mâlik'e göre uygulama, el-Kasım b. Muhammed'in Salih b. Havvat'dan rivâyet ettiği hadise göredir. İbnül-Kasım der ki: Önceleri Yezid b. Rûmân yoluyla gelen hadisi gereğince amel ediyor idiyse de daha sonra buna dönmüştür. Ebû Ömer der ki: el-Kasım'ın rivâyet ettiği hadisde, Yezid b. Rûmân'ın rivâyet ettiği hadis de, Salih b. Havvab'dan gelmektedir. Şu kadar varki aralarında selam hususunda bir Farklılık vardır. el-Kasım yoluyla gelen hadise göre İmâm, ikinci kesim ile selam verip sonra bunlar kalkarlar, kendi kendilerine bir rekatın kazasını yaparlar. Yezid b. Rûmân hadisinde İmâm, ikinci kesimin de rekatini bitirmesini bekler ve onlarla birlikte selam verir denilmektedir. Şâfiî de böyle demiştir ve bu görüşü benimsemiştir. Şâfiî der ki: Yezid b. Rümân Salih b. Havvab'dan rivâyet ettiği bu hadis, yüce Allah'ın Kitabında korku namazına dair âyetlerin zahirine en yakın olanıdır ve ben buna göre görüşümü belirtiyorum. Mâlik'in, el-Kasım yoluyla gelen hadisi tercih etmekteki delillerinden birisi de, diğer namazlara korku namazını kıyas etmesidir. Diğer namazlarda İmâmın, namazın herhangi bir bölümünde kendisinden öne geçtiği herhangi bir kimseyi bekleme yetkisi yoktur. İttifak ile kabul olunan sünnet ise, İmâma uyanların, İmâmın selam vermesinden sonra yetişemediklerini kaza etmeleridir.'Ebû Sevr'in bu husustaki görüşü de Mâlik'in görüşü gibidir. Ahmed ise, Şâfiî'nin tercihe değer kabul ettiği görüş gibi görüşünü ifade ediyordu. Bununla birlikte korku namazına dair rivâyet edilen şekillerden herhangi birisıni uygulayanı da ayıplamazdı. Mâlik'in arkadaşlarından Eşheb de İbn Ömer'in hadisini kabule meyletmektedir. İbn Ömer dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) korku namazını, iki kesimden birisi ile bir rekat kıldırmak suretiyle kıldı. Diğer kesim ise düşmana karşı idi. Daha sonra bir rekat kılanlar yerlerinden ayrılıp, diğer arkadaşlarının yerinde düşmana karşı durdular. Öbürleri geldikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bir rekat kıldırdıktan sonra selam verdi. Daha sonra bu kesim de öbür kesim de birer rekati kaza etti. İbn Ömer der ki: Şayet bundan daha ileri derecede bir korku olursa, binek sırtında veya ayakta olduğu halde îmada bulunarak namazlarını kılar. Muvatta’', Salatu'l-Havf 3'te : "...kıbleye ister dönük olsunlar, ister olmasınlar..." ziyadesi de vardır. Ayrıca: Bahâri, Tefsir 2. süre 44; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 305, 306; Nesâî, Salâtu'l-Havf (14. hadis) Dârakutnî, II, 59; Müsned, II, 132. Bu hadisi de Buhârî, Müslim, Mâlik ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Evzaî, bu şekildeki korku namazını kabule şayan görmüştür, Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr'in beğendiği şekil de budur. Ebû Ömer der ki: Çünkü rivâyetler arasında senedi en sahih olanları budur. Ayrıca bu Medinelilerin nakli ile varid olmuştur, onların nakli ise kendilerine muhalefet edenlere karşı bir delildir. Diğer taraftan konu ile ilgili asli delillere daha çok benzemektedir. Zira, birinci ve ikinci kesim, ikinci rekatlerini ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazdan çıkışından sonra kaza etmektedirler. Diğer namazlarda ittifakla kabul edilen ve rivâyet olunan sünnetinden bilinen şekil de budur. Kûfelilere, yani Ebû Hanîfe ve -Kadı Ebû Yûsuf, Yakup müstesna- arkadaşlarına gelince, bunlar Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyet ettiği hadisi kabule değer görmüşlerdir. Bu hadisi îse Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. İbn Mes'ûd dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) korku namazı kıldırdı. Beraberindekiler iki saf halinde ayakta durdular. Saffın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)İn arkasında, diğeri ise düşmana yüzü dönük vaziyette durdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (arkasındakilerle birlikte) bir rekat kıldı. Daha sonra diğerleri gelip onların yerlerini aldılar. Ötekileri ise düşmana döndü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlara da bir rekat namaz kıldırdıktan sonra selam verdi. Bu sefer kendi kendilerine bir rekat kıldıktan sonra bunlar da selam verdiler. Sonra ilk yerlerine gittiler ve diğerlerinin (ilk rekatı kılan saffın) yerine yüzleri düşmana dönük olarak durdular. İlk saf da önceki durduktan yere geri döndüler, kendi kendilerine bir rekat namaz kıldıktan sonra selam verdiler. Ebû Dâvûd, Salatus-Sefer 17; Dârakutnî, II, 62. Bu şekil ve nitelikleriyle korku namazı İbn Ömer hadisinde sözü geçen namazın kendisidir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır. İbn Ömer'in hadisinde, diğerlerinin kaza ettikleri bir rekât görüldüğü kadarıyla aynı halde (Yani, eski yerlerine gelmeksizin kaza etmişlerdir). Ve İmâm da tek başına bekçi gibi durur. Burada ise, tarafların birer rekat kaza etmeleri önceki namazları şeklinde ayrı ayrı olmuştur. Kimisi de İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisi, İbn Mes'üd'un rivâyetinde belirtilenlere göre açıklamış ve yorumlamıştır. İbn Mes'üd'un hadisinde belirtilen şekli kabul edenler arasında -kendisinden gelmiş üç rivâyetten birisine göre- es-Sevri İle Ebû'l-Hasan el-Lahmî'nin kendisinden yaptığı rivâyete göre Eşheb b. Abdülaziz de vardır. es-Sevrî'nin bu görüşünü, Ebû Ömer, İbn Yûnus ve İbn Habib nakletmişlerdir. Ebû Dâvûd da, Huzeyfe, Ebû Hüreyre ve İbn Ömer yoluyla, Hazret-i Peygamberin her bir kesime birer rekat kıldırdığı ve ikinci rekati kaza etmediklerini rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 15-16; Müsned, II, 320; Nesâî, Salâtu'l-Havf (13, 15, 16, 17). Bu, İbn Abbâs'ın "korku namazı ise bir rekattır" şeklindeki hadisinin muktezasıdır. İshak'ın da görüşü budur. el-Bakara Sûresi'nde (2/239 âyetin tefsirinde) buna işaret edilmiştir. "Hiç şüphesiz namaz, İhtiyat ile yerine getirilmesi gereken amellerin en önemlisidir. İbn Abbâs’ın hadisi ise, delil olmaya elverişli değildir. Huzeyfe ve diğerlerinin hadislerinde belirtilen "ve ikinci rekati kaza etmediler" ifadesi, bunu rivâyet edenin bilgisini yansıtmaktadır. Zira, onların bizzat bu namazda bir rekat kaza ettikleri rivâyeti de gelmiştir. Bu gibi durumlarda rivâyetinde bir fazlalık bulunanın şahidliği ise önce gelir. Diğer taraftan "kaza etmediklerinden" kastın güven buldukları sırada kaza etmemeleri de olabilir. Böyle bir açıklamanın faydası da şudur: Korku halinde bulunan bir kimse, korkunun geçip güvenliğe kavuştuktan sonra o vaziyette, yani korku halinde iken kıldığı namazları kaza etmez, Bütün bu açıklamaları Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) yapmıştır. Müslim'in Sahih’inde Cabir (b. Abdullah)'dan rivyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber önce bir kesime iki rekat kıldırdı, sonra bunlar geri çekildiler Sonra ikinci kesime de iki rekat kıldırdı. (Cabir) devamla dedi ki: Bu durumda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dört rekat, diğerlerinin kıldikları ise iki rekat oldu, Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 311. Bunu, Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de el-Hasen b. Ebi Bekre'den rivâyet etmişlerdir. Ayrıca burada Hazret-i Peygamberin her iki rekatte selam verdiğini de zikretmektedirler. Ebû Dâvûd, Salâtu's-Sefer 19; Nesâî, Salâtu’l-Havf (27 no'lu hadis); Dârakutnî, II, 61. Yine Dârakutnî bu hadisi, el-Hasen'den, o, Cabir'den diye rivâyet etmiş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın birinci kesime İki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiğini, sonra diğer kesime de iki rekat kıldırdıktan sonra selam verdiğini belirtmektedir. Dârakutnî II, 61. Ebû Dâvûd dedi ki: el-Hasen de bu şekilde fetva verirdi. Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 19. Bu görüş Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir. Namazda İmâmın niyeti ile ona uyanın niyetinin farklı olmasını câiz kabul edenler de bunu delil gösterirler. Şâfiî', Evzaî, İbn Uleyye, Ahmed b. Hanbel ve Dâvud ez-Zahirînin de görüşü budur, Onlar bunu, Hazret-i Cabir yoluyla rivâyet edilen hadisle de desteklerler. Buna göre Muaz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber yatsı namazını kılar, sonra da gider kendi kavmine aynı şekilde yatsı namazını kıldırırdı. Buhârî, Edeb 74; Müslim, Salat 178; Ebû Dâvûd, Salât 124; Nesâî, İmâme 41. Tahavî der ki: Bu, İslâmın ilk dönemlerinde böyle idi. Çünkü o sırada farz bir namazın iki defa kılınması caizdi. Daha sonra bu nesh olundu. İbn Ömer dedi ki: Ben Rasülullah'ı şöyle buyururken dinledim; "Aynı namazı bugünde iki defa kılmayın," (Ebû Dâvûd, Salât 57; Dârakutnî, 1, 415). Doğrusunu en iyi bilen Allahtır, İşte korku namazına dair ilim adamlarının görüşleri bunlardır. 3. Hazret-i Peygamberin Kıldığı Korku Namazları: Kur'am Kerîm’de sözü geçen bu namaza, müslümanların sırtları kıbleye dönük, düşmanın ise yüzlerinin kıbleye dönük olduğu hallerde ihtiyaç duyulur. Böyle bir durum, Zâtürrikâ gazvesinde olmuştu. Usfan ile bir başka yerde İse, müslümanların yüzü kıbleye dönüktü. Halid b. el-Velid olayında nüzul sebebi olarak belirttiğimiz husus ise, müslümanların iki kesime ayrılmalarına uygun düşmektedir. Çünkü, ilgili hadiste, yüce Allah'ın: "Onlara namaz kıldırdığında" âyetinden sonra (radıyallahü anhvi Ayyaş ez-Zuraki) şöyle demektedir: Namaz vakti gelince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde kilere silahlarını almalarını emretti ve bizi arkasında İki saf halinde dizdi. Sonra Hazret-i Peygamber rükua vardı, hep birlikte rükua vardık. Sonra rüku'dan başım kaldırdı, hep birlikte kalktık. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hemen arkasındaki saf ile birlikte secdeye vardı. Diğerleri ise ayakta durup onları bekledi. Secde edip kalkmalarından sonra bu sefer diğerleri oturdu ve oldukları yerde secdeye vardılar. Daha sonra Öndekiler arkadakilerin saffına, arkadakiler de öndekilerin saffına geçtiler. Sonra Hazret-i Peygamber rükûa vardı, hep birlikte rükua vardılar. Sonra Hazret-i Peygamber başını rüku'dan kaldırdı, hep birlikte de rüku'dan kalktılar. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hemen arkasındaki saf ile birlikte secdeye vardı. Diğerleri ise ayakta durup onları korudular. Ön saftakiler (teşehhüde) oturunca, diğerleri secdeye vardılar, sonra da Hazret-i Peygamber selam verdi. (Ayyaş ez-Züraki) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı bu şekliyle iki defa kıldırdı. Bir seferinde Usfan'da, bir defa da Süleymoğulları topraklarında. Hadisin bir bölümü birinci başlıkta, âyetin nüzul sebebi açıklanırken geçmişti. Kaynaklarına da orada işaret edilmişti. Bu hadisi, ayrıca Ebû Dâvûd Ebû Ayyaş ez-Zürakî yoluyla rivâyet ettikten sonra şöyle demektedir: Aynı zamanda bu, es-Sevi’nin de görüşüdür, Ebû Dâvûd, Salâtu’s-Sefer 12 (22. hadis) en ihtiyatlıları da budur. Bunu, Ebû Îsa et-Tirmizî de Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Dacanân ile Usfân arasında karargâh kurdu... Bu hadiste belirtildiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbı kiramı iki guruba ayırmış, onlardan her birisi ile bir rekât kılmıştır. Böylelikle her bir gurup birer rekât kılmış olduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki rekât kılmış oldu. Tirmizî der ki: Bu hadis, (bu rivâyet şekliyle) hasen, sahih, garip bir hadistir. Bu hususta Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sabit, İbn Abbâs, Cabir, Ebû Ayyaş ez-Zürakî -ki, asıl ismi Zeyd b. es-Samit'tir- İbn Ömer, Huzeyfe, Ebû Bekr (Tirmizî de: Ebû Bekre) ve Sehl b. Ebi Hasme'den de rivâyetler gelmiştir. Tirmizî, Tefsir 4, sûre 21. Derim ki: Bu rivyetler arasında herhangi bir tearuz sözkonusu değildir. Çünkü, Ebû Ayyaş hadisinde belirtildiği gibi, Hazret-i Peygamberin onlarla hep birlikte bir namaz kıldığı (kıldırdığı) muhtemel olduğu gibi, Ebû Hüreyre'nin hadisinde belirtildiği gibi, bir başka defasında ayrı ayrı onlarla (birer rekat) kılmış olması da muhtemeldir. O takdirde bu hadisde korku namazı bir rekattır diyenlerin lehine delil vardır, demek olur. el-Hattabî der ki: Korku namazı birkaç çeşittir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı değişik zamanlarda ve farklı şekillerde kılmıştır. Kıldığı bütün bu namazlarda, namaz için daha ihtiyatlı ve gerekli korunma tedbirlerinde daha ileri derecede olanı araştırır ve ona göre namazını kılardı, 4. Akşam Namazının Korku Halinde Kılınış Keyfiyeti: İlim adamları akşam namazının korku halinde kılınış keyfiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Dârakutnî, el-Hasen'den, o, Ebû Bekreden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberindekilerle akşam namazını üç rekat kıldıktan sonra onlar ayrılıp gittiler. Daha sonra diğerleri geldi, onlarla birlikte de üç rekat namaz kıldı. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) altı rekat, diğerleri de üçer rekat kılmış oldular. Dârakutnî, II, 61; ayrıca bk- Ebû Dâvûd, Salatu's-Sefer 19; Nesâî, Salatu’l-Havf (23 ve 26. hadisler). el-Hasen de böyle demiştir. Ancak akşam namazı hususunda Cumhûrun görüşü bundan farklıdır. O da şu şekilde olur: Birinci kesime iki rekat kıldırır. İkinci kesime de tek rekat kıldırır. Ve konu ile ilgili görüş ayrılıkları esasına göre kalan rekatlerini kaza ederler. Bu kaza, İmâmın selam vermesinden önce midir, sonra mıdır hususundaki İhtilafa göre bu kaza şekli değişir Mâlik ve Ebû Hanîfe'nin görüşü budur. Çünkü, namazın şeklini bu daha bir koruyucu özelliktedir. Şâfiî ise der ki: Birinci kesime tek rekat kıldırır, çünkü Ali (radıyallahü anh) el-Herir gecesinde (SıfRn gecelerinden birisinin adıdır), bu şekilde kılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Orduların biribirlerine girip, Savaşın kızıştığı ve vaktin de çıkacağından korkulduğu takdirde, korku namazının nasıl kılınacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, es-Sevrî, Evzaî, Şâfiî ve genel olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Nasıl mümkün olursa öylece namazını kılar. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: Şayet korku bundan daha ileri derecede olursa, binek sırtında, yahut ayakta İken îmada bulunarak namazını kılar. Muvatta’', Salâtu’l-Havf 3 Ayrıca bk, Buhârî, Tefsir 2. sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesâî, Salatu'l-Havf (14. hadis): Müsned. 11, 132; Dârakutnî, II, 59. Muvatta’''da da şöyle denilmektedir: İster kıbleye dönmüş olsun, ister dönmemiş olsun. Muvatta’', Salâtu’l-Havf 3 Ayrıca bk, Buhârî, Tefsir 2. sûre 44; Müslim, Salatul-Müsafirin 305, 306; Nesâî, Salatu'l-Havf (14. hadis): Müsned. 11, 132; Dârakutnî, II, 59. el-Bakara Sûresi'nde (2/239. âyetin tefsirinde), ed-Dahhâk ile İshak’ın görüşleri de geçmiş bulunmaktadır. el-Evzaî de der ki: Eğer zafer yakınlaşır ve namaz kılmaya imkânları olmazsa, herkes kendi başına îma ile namazını kılarlar. Şayet îma ile de kılacak gücü bulamayacak olurlarsa, çarpışmaların dineceği ve güven altında olacakları bir vakte kadar namazlarını tehir ederler. Ve o vakit de iki rekat olarak namazlarını kılarlar. İki rekat kılacak gücü bulamayacak olurlarsa, bu sefer bir rükû ile iki secde yaparlar. (Yani tek rekat kılarlar). Eğer buna da güç yetiremiyecek olurlarsa yalnızca tekbir getirmeleri yeterli olur ve namazlarını güven duyacakları vakte kadar tehir ederler. Mekhul de böyle demiştir. Buhârî, Salâtu'l-Havf 4. Derim ki: el-Kiyâ et-Taberî bunu, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde Ebû Hanîfe ve arkadaşlarından da nakletmektedir, el-Kiyâ der ki: Şayet korku bundan daha ileri derecede olur, ordular birbirlerine girmiş oldukları halde Çarpışmalar devam ediyorsa, müslümanlar kıbleye ister yüzlerini İster arkalarını dönmüş olsunlar, mümkün olduğu şekilde namazlarını kılarlar. Ebû Hanîfe ve üç arkadaşı da bu durumda namazlarını kılmayacaklarını ve farzı tehir edeceklerini ittifakla belirtirler. Şayet namaz esnasında çarpışacak olurlarsa namaz bozulur, derler. Şâfiî'den de, mızrağını dürtmeyi, kılıcını vurmayı peşpeşe yapacak olursa, namazının fasid olacağını söylediği na ki edilmiştir. Derim ki: İşte bu görüş, Enes'in şu sözünün sıhhatine delâlet etmektedir: Tüster kalesine tan yerinin aydınlandığı sırada yapılan hücumda hazır bulunmuştum. Çarpışmalar oldukça alevlendi- Sabah namazını ancak güneşin yükselmesinden sonra kılma imkânını bulduk. Biz de Ebû Mûsa ile birlikte olduğumuz halde sabah namazını kıldık ve bizim için fetih müyesser oldu. Enes der ki: O namaz karşılığında dünya ve dünyadaki herşeyi elde etmek bile beni memnun etmezdi. Bunu, Buhârî nakletmektedir. Buhârî, Salâtu’l-Havf 4. Ebû'l-Hucce namıyla maruf hocamız, üstad Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Muhammed el-Kaysî el-Kurtubî de bu görüştedir. Görüldüğü kadarıyla Buhârî’nin tercihi de budur. Çünkü of bunun akabinde hemen Cabir (b. Abdullah) yoluyla gelen hadisi zikretmektedir. Der ki: Ömer, Hendek günü Kvıreyş kâfirlerine sövmeye ve şöyle demeye koyuldu: Ey Allah'ın Rasulü, ikindi namazını ancak güneş batmaya yüz tuttuğu vakit kılabildim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Ben de Allah'a yemin olsun ki, kılamadım" Sonra, Hazret-i Peygamber Buthânâ indi, abdest aldı ve ikindi namazını güneşin batımından sonra kıldı, sonra da arkasından akşam namazını kıldı. Buhârî, Salatul Havf 4. 6- Takib Eden ve Edilenin Namazı: İlim adamları, takib eden ve edilenin nasıl namaz kılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ile arkadaşlarından bir topluluğa göre; her ikisinin de kılacağı namaz aynıdır. Her birisi, bineği üzerinde namazım kılar. Evzaî, Şâfiî ve hadisçilerin fukahası ile İbn Abdilhakem şöyle derler: Başkasını takib eden kişi, namazını ancak yerde kılabilir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü takib bir tatavvudur. Farz namazın ise, mümkün olduğu takdirde yerde kılınması farzdır. Aşırı derecede korkan kimse dışında binek sırtında namazım kılmaz. Başkasını takip etmek durumunda olan ise böyle değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 7- Düşman Göründü Zannederek, Korku Namazı Kıldıktan Sonra Görünenin Düşman Olmadığının Anlaşılması: İlim adamları aynı şekilde askerler bir karartı görüp onu düşman zannederek korku namazı kılacak olup sonra da o gördükleri karaltının birşey olmadığını anlayacak olurlarsa, bu hususta bizim (Mâlikî mezhebinin) ilim adamlarının iki rivâyeti vardır. Birinci rivâyete göre namazlarını iade ederler, Ebû Hanîfe de bu görüştedir. İkinci rivâyete göre ise namazlarım iade etmezler. Şâfiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha kuvvetli olanı da budur. Birinci görüşün izahı şöyle yapılır: Asker sonradan yanıldıklarını anlamıştır. O bakımdan hakimin hüküm vermesi halinde olduğu gibi doğru olana rücu etmiş olurlar. İkinci görüşün açıklaması da şöyledir: Bunlar içtihatlarına göre amel etmişlerdir. O bakımdan tıpkı ictihad edip kıbleyi tesbit ettikten sonra yanıldıklarını anlamaları halinde oluduğu gibi caizdir. Bu görüş daha uygundur. Çünkü onlar emrolunduklarını yapmışlardır. Vakit içerisinde namazlarım iade ederler, vakit çıktıktan sonra iade etmelerine gerek yoktur, da denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 8. Korku Namazı Esnasında Gerekli Tedbirleri Elden Bırakmamak: Yüce Allah: "Silahlarını da alsınlar" diye buyurduğu gibi: "Hem tedbirli bulunsunlar hem de silahlarını atsınlar" diye buyurmaktadır. İşte bu, düş manın emeline nail olmaması, istediği fırsatı elde edememesi için gerekli tedbirleri ve silahı almaya yönelik bir tavsiye (emir) dir. Silah, kişinin Savaş esnasında kendisiyle kendisini sallallahü aleyhi ve sellemunduğu şeydir, Antere der ki: "Cad'a, Beni Ebân'ın Ca'dına kuşandırdım Daha önce çıplakken ve rüsvayken silahımı." Demek istiyor ki, önceleri silahsız iken, kendisini koruması için ona silahımı ariyet olarak verdim. İbn Abbâs der ki: "Silahlarını da alsınlar" âyeti, düşmana dönük olan kesim silahlarını alsınlar, demektir. Çünkü namaz kılan kesim Savaşmaz. Başkaları ise, burada silahlarını almalarını istenenlerin namaz kılan kesim olduğunu söylemişlerdir. Yani, önce namaz kılanlar silahlarını alsınlar, demektir. Bunu ez-Zeccâc nakletmektedir. Der ki: Namazda bulunan kesime, namaz esnasında silah taşıma emrinin verilmiş olması muhtemeldir. Yani, onlardan bir kesim seninle birlikte namaz kılsın ve bunlar silahlarını beraberlerine alsınlar. Çünkü böylesi düşmanı daha bir korkutucudur. en-Nehhâs der ki: Bunun her iki kesim hakkında olması da mümkündür. Çünkü böylesi düşmanları daha da korkutur. Bununla birlikte bu emrin özel olarak yüzleri düşmana dönük olan kesim hakkında olması da muhtemeldir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İlim adamlarının çoğunluğu, namaz kılanın korku namazı kıldığı takdirde silahım almasını müstehab görmüşlerdir. Yüce Allah'ın: "Silahlarını da alsınlar" âyetindeki emrin mendupluk ifade ettiğini kabul ederler. Çünkü bu öyle bir şeydir ki, eğer korku olmasaydı, silahı almak vacib olmazdı. O halde, bu silahı alma emri mendupluk ifade etmektedir. Zahir ehli (Zahiri mezhebi âlimleri) ise şöyle demişlerdir: Korku namazı halinde silahı almak, yüce Allah'ın bu husustaki emri dolayısıyla vacibdir. Yağmurdan dolayı rahatsız olmak durumunda olanlar bundan müstesnadır. Şayet böyle bir şey sözkonusu olursa, namaz kılanın silahını bırakması câiz olur, İbnü’l-Arabî der ki: Namaz kıldıkları takdirde, korku esnasında silahlarını beraber alırlar. Şâfiî de böyle demiştir, Kur'ân'ın nassı da bu şekildedir. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Silahlarını beraberlerinde almazlar. Çünkü eğer silahlarını beraberlerinde almaları vacib olsaydı, silahlarını almayı terk etmeleri dolayısıyla namazlarının da batıl olması icabederdi. Deriz ki: Bu silahları almak namaz dolayısıyla vacib bir şey değildir. Bu, onların güçlerini ve heybetlerini korumaları için vacibtir. 9- Namaza "Secde" Adının Verilmesi: Yüce Allah'ın: "Secdeye vardıklarında" âyetindeki zamir, namaz kılan kesime aittir. Bunlar, İmâmla namazlarını kıldıktan Sonra ayrılıp gitsinler, demektir. Bu, konu ile ilgili rivâyet edilen korku namazı şekillerinden birisine göre böyle açıklanır. Bunun; bunlar, kaza ettikleri rekatin secdesini yaptıkları (yani, bu rekatı kılıp bitirdikleri) takdirde... anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da Sehl b. Ebi Hasme'nin hadisinde rivâyet ettiği şekle göre yapılan bir açıklamadır. Bu âyet-i kerîme, sücud tabirinin bazen namazın tümünü ifade etmek için kullanılabileceğinin delilidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sizden herhangi biriniz, mescide girdi mi, hemen iki secde (İki rekât) ediversin" Buhârî, Salat 60, Teheccüd 25; Müslim, Mesâcid, 69-70; Tirmizî, Salat 117; Nesâî, Mesâcid, 37; Muvatta’', Kasru's-Salât 57. (Ancak:"İki secde ediversin” değil de; "İki rekât kılıversin" anlamında). hadisi de bu kabildendir. Yani, iki rekat kılsın. Bu ifade ise, sünneti seniyyede (Hadîs-i şerîfte) böyle kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Arkanızda bulunsunlar" âyetindeki zamirin ise, secde edenlere ait olmast muhtemel oluduğu gibi, önce düşmanın karşısında duran kesime ait olması da muhtemeldir. Yüce Allah'ın: "Kâfirler... diye arzu ederler" âyeti kâfirler, kendi maksatlarını gerçekleştirebilmek için sizin silahınızdan gafil olmanızı temenni ve arzu ettiler, demektir. Bununla şanı yüce Allah, silahı alma emrindeki hikmeti açıklamaktadır, ikinci kesimin gerekli tedbirlerini almasının sözkonusu edilip, birincisi hakkında bunun sözkonusu edilmeyiş sebebi ise, onların gerekli tedbir almalarının daha evla oluşundan dolayıdır. Çünkü düşman, artık bundan sonra maksadını gerçekleştirme isteğini ertelemez. Zira, artık namazın sonuna gelinmiş olacaktır. Aynı şekilde düşman şöyle düşünecektir: Silah, bunları oldukça yormuş ve artık bunlar bitkin düşmüşlerdir. Bu âyet-i kerimede sebepleri yerine getirmeye, akıl sahiplerini kurtarıp esenliğe kavuşturan şeref yurduna ulaştıran her şeyi yapmaya dair en açık bir delil bulunmaktadır. "Size ansızın bir baskın yapsalar" âyetinin anlamı ise, bir mübalağadır. İkinci bir baskına gerek bırakmayacak bir şekilde sizi kökten imha edecek bir baskın yapmayı arzu ve temenni ederler, demektir. 11. Silahı Almama Ruhsatı ve Bu Ruhsatın Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir-," âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının korku namazı esnasında silah taşımanın vücubu hakkında, daha önce İşaret ettiğimiz açıklamaları sözkonusudur Eğer silah taşımak vacib değilse, ihtiyat dolayısıyla müstehabtır. Daha sonra yağmur halinde silahı taşımama ruhsatı verilmiştir. Çünkü yağmur esnasında kılıflar ıslanır, ağırlaşır ve demir de paslanır. Denildiğine göre, bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında müşriklerin bozguna uğrayıp, müslümanların ganimet aldıkları Batnı Nahle gününde nâzil olmuştur. Sözkonusu bu gün oldukça yağmurlu bir gündü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da silahını bir kenara bırakarak defi hacet için çıktı. Kâfirler onun arkadaşlarından ayrı kaldığını görünce Gavres b. el-Hâris, üzerine gitti. Ve dağdan aşağı kılıcını sıyırmış olarak üzerine yürüdü ve: Bu gün seni benden kim koruyacak, dedi. Hazret-i Peygamber: "Allah" diye buyurdu. Daha sonra da: "Allah'ım sen dilediğin şekilde beni Gavres'in şerrinden koru" diye buyurdu. Kılıcı ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vurmak üzere hamle yapınca ayağı kaydı ve yüz üstü kapaklanıp düştü. Buhârî, Meğazi, 31; Müsned, III, 390. Ayrıca bk. el-Mâide, 5/11. âyet ile 67. âyetin tefsiri, 2. başlık. el-Vakidînin naklettiğine göre, Cebrâîl (aleyhisselâm), ileride el-Mâide Sûresi'nde (5/67. âyet, 2. baslıkta) de geleceği üzere onun göğsüne bir darbe indirip itmiş ve kılıcı elinden düşmüştü. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kılıcı alıp dedi ki: "Peki, ey Gavres, şimdi benden seni kim koruyabilir?" Gavres: Hiç kimse dedi. Hazret-i Peygamber: "Peki, benim hak ile gönderildiğime şahidlık eder misin? O zaman ben de sana kılıcını geri veririm." Adam: Hayır, dedi. Fakat bundan sonra asla seninle çarpışmayacağıma, sana karşı hiçbir düşmana yardımcı olmayacağıma şahidlik ederim, dedi. Hazret-i Peygamber de ona kılıcını geri verdi. Bu âyet-i kerîme yağmur esnasında silahı bırakma hususunda ruhsat vermek üzere nâzil oldu. Abdufrahman b. Avf, Buhârî'nin Sahihinde belirtildiği gibi, aldığı yaradan dolayı hastalanmış olduğundan yüce Allah onlara, yağmur mazereti dolayısıyla silahı ve düşman için gerekli hazırlıklar yapmayı terk etme ruhsatını vererek: "Ama, son derece tedbirli bulunun" diye uyanda bulundu, Buhârî, Tefsir, 4. sûre 22. Yani, gayet uyanık olmalısınız. Silahlarınızı ister bırakmış olun, ister bırakmamış olun. İşte bu, durum ne olursa olsun, bütün hallerde düşmana karşı gerekli hazırlıkları yapıp gereken tedbirleri almayı ve teslimiyeti terk etmeyi te'kid etmektedir. Çünkü bir ordunun başına ne kadar musibet gelmişse, mutlaka gerekli tedbirlerini almaktaki kusurlarından dolayı gelmiştir. ed-Dahhâk da yüce Allah'ın; "Ama son derece tedbirli bulunun" âyeti hakkında şöyle demektedir: Yani, kılıçlarınızı kuşanın, çünkü gaza yapıp Savaşanların görünümü ve şekli budur. 103Namazı bitirdiğiniz zaman artık ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın. Nihayet tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü'mînler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1." Bitirmek" Anlamına Kullanılan "Kaza Etmek" Tabiri: Yüce Allah'ın: "Bitirdiğiniz" âyetinin anlamı, korku namazını kılıp bitirdiğiniz, demektir. İşte bu, "kaza" kelimesinin vaktinde yapılıp bitirilmiş şey hakkında kullanılabileceğinin delilidir. Yüce Allah'ın; " Menasikinizi bitirince" (el-Bakara, 2/200) âyetindeki kaza tabiri de bu anlamdadır, buna dair açıklamalar önceden (2/200. âyet, 1. başlıkta) geçmiştir. 2. Namazdan Sonra Allah'ı Zikretmek: Yüce Allah'ın: "... artık ayakta İken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" âyeti dolayısıyla Cumhûr şu görüştedir: Burada emr olunan zikir, korku namazının akabindeki zikirdir. Yani, namazı bitirdiğiniz takdirde artık kalbinizle, dilinizle ve ister ayakta, ister oturarak, isterse de yanlarınız üzere yatıyorken Allah'ı anınız. Tekbir, tehlil, yardım için dua ile -özellikle de Savaş halinde iken- devamlı Onu zikrediniz. Bu âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin. Allah'ı çokça anın ki, umduğunuza kavuşasınız" (el-Enfâl, 8/45). Yüce Allah'ın: "Namazı bitirdiğiniz zaman" âyetinin ise, korku veya hastalık olduğu takdirde, dar-ı harpte namaz kılacak olursanız, binekler üzerinde, yahut ayakta, eğer ayakta duramıyorsanız da oturarak veya yanlarınız üzere yatarak namazlarınızı kılınız, anlamında olduğu da söylenir. Nitekim Yüce Allah, bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Şayet korkarsanız, o halde yürüyerek veya binerek kılın." (el-Bakara, 2/239) Bir topluluk da şöyle demiştir: Bu âyeti kerîme Âl-i İmrân Sûresi'nde yer alan âyetin (3/191. âyetin) bir benzeridir. Rivâyet olunduğuna göre Abdullah b. Mes'ûd, insanların mescidde yüksekçe seslerini çıkartıp gürültü ettiklerini görür. Bu gürültü de ne oluyor diye sorar, onlar: Yüce Allah: "Ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı anın" demiyor mu? O da şöyle dedi: Yüce Allah bununla farz namazı kastediyor. Eğer ayakta kılamıyorsan oturarak kıl, eğer buna da gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak kıl demektir. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 666-667. O halde bundan kasıt bizzat namazdır. Çünkü namaz yüce Allah'ı zikretmektir. Ve namaz, farz olsun, sünnet olsun bürün zikirleri kapsamaktadır. Ancak birinci görüş daha zahir (kuvvetli) dir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Farz Namazlar Vakitleri Belli Namazlardır: Yüce Allah'ın: "Nihayet tam bir huzur ve güvene kavuşunca" yani, güven bulunca demektir. Huzur ve güven (itminan), nefsin korkudan yana sükûn bulmasıdır. "Namazı dosdoğru kılın" yani, yolculukta iken namazı rükûnleriyle ve bütün şekilleriyle eda edin. Veya ikâmet halinde ise, rekatlerini tamamlayarak kılın. "Çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır." Yani, vakitleri belirlenmiş olarak farz kılınmıştır. Zeyd b. Eslem der ki: "Vakitleri belli" anlamına gelen: kelimesi, ayrı ayrı vakitlere bölümlenmis olarak, demektir Yani siz, bu namazı belirlenen vakitlerinde eda ediniz. Dil bilginlerine göre ise bu kelime: Muayyen bir vakitte farz kılınmış demektir. Bir şeyin vaktini belirlemek için; tabiri kullanılır. Vakitleri belirlenmiş olana da; denilir. Bir şeyin vaktini tesbit ve tayin etmeye; denilir. Bu şekilde vakitleri tesbit ve tayin edilmiş olana da denilir, Bu da Zeyd b. Eslem'in görüşünün tâ kendisidir. Yüce Allah'ın "Farz yazılmış" kelimesinde mastar, müzekker olduğundan dolayı: “Vakitleri belli" kelimesi de bu şekilde kullanılmıştır. 104O topluluğu izlemekte gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz o acı gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz, Allah'tan onların ümid edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah, çok iyi bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. 4. Kaçan Düşmanı Takipten Vazgeçmemek: Yüce Allah'ın: "... Gevşeklik göstermeyin" âyeti zaaf göstermeyin demektir. Bu husus, daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/140. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O topluluğu izlemekte", onları takip etmekte... demektir. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Uhud Savaşından sonra müşrikleri takip etmesini emretmek maksadıyla nâzil olmuştur. Müslümanlar o sırada yara almış bulunuyorlardı. Uhud vak'asında bulunanlar dışında kimsenin onunla birlikte çıkmaması da emrolunmuştu. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi'nde (az önce işaret edilen 140. âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi. Bunun her cihad hakkında böyle olduğu da söylenmiştir. 5. Mü’minlerin Üstünlükleri: Allah'tan Mükâfat Ummaları: Yüce Allah'ın: "Siz acı çekiyorsanız.." âyetinin anlamı şudur: Sizler, aldığınız yaralardan dolayı acı çekmektesiniz. Onlar da kendilerine isabet eden yaralardan dolayı acı çekmektedir. Fakat sizin üstün bir meziyetiniz vardır. O da sizlerin Allah'tan mükâfat bekiemenizdir. Onlarsa böyle bir şeyi bekliyemiyorlar. Çünkü, Allah'a îman etmeyen, Allah'tan hiçbir şey ummaz, beklemez. Bu âyetin bir benzeri de: "Eğer size bir yara isabet ettiyse, o topluluğa da öylece bir yara isabet etmiştir" (Âl-i İmrân, 3/140) âyetidir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Abdurrahman b. el-A'rec: ... sanız" âyetini hemzeyi üstün olarak şeklinde, siz acı çektiğiniz için,., anlamında okumuştur, Mansur b. el-Mu'temir ise, "te" harfini esreli olarak, şeklinde okumuştur. Basralılara göre ise, "te" harfinin esreli okunuşu ağır olduğundan dolayı câiz değildir. Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Burada reca; (ummak, ümid etmek) korkmak anlamındadır. Çünkü, birşey umman bir kimse, o şeyin gerçekleşeceği hususunda kafi bir kanaate sahip değildir O bakımdan umduğu şeyin eline geçmemesinden korkmaktan uzak kalamaz. el-Ferrâ' ile ez-Zeccâc da şöyle demişlerdir: Recâ, beraberinde nefy'de olmadıkça korku anlamında kullanılamaz. Yüce Allah'ın şu âyetinde oluduğu gibi: "Size ne oluyorki, Allah için bir vakar ummuyorsunuz?" (Nûh, 71/13) Yani, Allah'ın azametinden hiçbir şekilde korkmuyorsunuz? Yine yüce Allah'ın; "Allah'ın günlerini ummayanlara..." (el-Câsiye, 45/14) korkmayanlara, demektir. el-Kuşeyrî der ki; İfadede nefy' bulunmaksızın reca kelimesinin korkmak anlamında kullanılması da uzak bir ihtimal değildir. Fakat ikisi (el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc) nefy olmaksızın bunun sözkonusu olmayacağı iddiasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 105Muhakkak Biz sana kitabı, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik. Hainlerin bir savunucusu olma. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şerefini yüceltmekte, onun keremini yükseltmekte, ta'zim etmekte, işi ona havale etmekte ve aynı şekilde hüküm vermesi halinde de dosdoğru yol üzerinde onu doğrultmaktadır. Diğer taraftan Ubeyrakoğulları ile ilgili olarak kendisine gelen dava dolayısıyla da kusurlu olanları azarlamaktadır. Bu Ubeyrakoğulları, Bişir, Beşr ve Mübeşşir adında üç kardeş idiler. Ayrıca bunların Useyr b. Urve adında bir amca çocukları da vardı. Bunlar gece vakti Rıfaa b. Zeyd 'e ait bir odanın duvarını delmişler ve ona ait birtakım zırhlan ve yiyeceği (unu) çalmışlardı. Sonra bu, tesbit edildi. Çalanın yalnızca Beşir olduğu da söylenmiştir. Künyesi, Ebû Ta'me idi. Bir zırh çalmıştı. Yine denildiğine göre, bu zırh içinde un bulunan bir çuvalda bulunuyordu, Çuvaldaki bir delik dolayısıyla un yere dökülmüştü. Evine varıncaya kadar bu böyle oldu. Katade b. en-Nu'man adındaki Rifaa'nın kardeşinin oğlu, gelip onları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a şikâyet etti. Bunun üzerine, Useyr b. Urve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gelerek, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Bunlar, salah sahibi ve dinine bağlı bir aile halkını hırsızlıkta suçladılar. Ellerinde bir delil olmaksızın onlara hırsızlık yaptıkları şeklinde iftirada bulundular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Katade ile Rifaa'ya kızıncaya kadar onları savunmaya koyuldu. Bunun üzerine yüce Allah; "Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma..." (en-Nisa, 4 /107) âyet-i İle; "Kim bir hata veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa.," (en-Nisa, 4/112) âyetlerini indirdi. Hırsızlık yapmakla itham ettikleri suçsuz kişi ise, Lebid b. Sehl idi. Bunun, Zeyd b. es-Semin olduğu söylendiği gibi, Ensardan bir kişidir, diye de söylenilmiştir. Yüce Allah, bu âyetlerini indirince, bu sefer hırsız Ubeyrak, Mekke'ye kaçtı. Ve Sa’d b. Şehid'in kızı Sülafe'nin misafiri oldu. Hassan b. Sabit, Sülafe hakkında ona misafir olan Ubeyrak'a işaret ederek şu beyitleri söyledi: "Sa'd'ın kızı onu misafir etti ve sabah olduğunda En ufak şeye varıncaya kadar o onunla öteki de onunla çekişmeye koyuldu. Yaptığınızın bize gizli kalacağını sandınız Halbuki aramızda vahyin kendisine bunları bildirdiği bir Peygamber vardır." Sülafe bunları işitince: Sen bana Hassanın şiirini mi hediye getirdin, dedi ve eşyalarını alıp evin dışına bıraktı. Bunun üzerine o da Hayber'e kaçtı ve irtidat etti. Daha sonra geceleyin yine oradan bir şeyler çalmak üzere bir evin duvarını oyarken, duvar üzerine düştü ve mürted olarak öldü. Bu hadisi, uzunca lâfızlarıyla Tirmizî rivâyet etmiş ve; hasen, garib bir hadistir, bunu müsned olarak Muhammed b. Seleme el-Harranîden başka rivâyet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz, demiştir. Tirmizî, Tefsir 4. sûre 22. Ayrıca bunu, Taberî de değişik lâfızlarla nakletmiştir. Ölüm olayını iset Yahya b. Sellam, Tefsirinde zikretmiştir. el-Kuşeyrî de aynı şekilde bunu zikreder ve irtidat'ından da ayrıca sözeder Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Zeyd b. es-Semin ile Lebid b. Sehl yahudi iki kişi idi. Lebid'in müslüman olduğu da söylenmiştir. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş olup, Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) onu, ayrıca sahabe ile ilgili Kitabına (el-îetiûb...adlı eserine) almıştır. İşte bu, Ebû Ömer'e göre Lebid'in müslüman olduğunu göstermektedir. Beşir ise, münafık bir kimse idi. O, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbını hicveder ve bu şiirleri başkasına nisbet ederdi. Müslümanlar ise: Allah'a yemin olsun bu şu pis heriften başkasına ait bir şiir değildir, derlerdi. Bunun üzerine böyle bir işle ilgisinin olmadığını ifade eden bir şiir de söyledi. Şu beyit de onun söylediği bu şiirdendir: "Başkaları bir kaside söyledikleri her seferinde Bu kaside alınır ve bunu İbnül-Ubeyrak söyledi mi, diyecekler?" ed-Dahhâk der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), elini kesmek istedi, o da buna itiraz etmiyordu. Ancak yahudiler tepeden tırnağa silahlanmış olarak geldiler onu alıp kaçırdılar. Bunun üzerine: "Diyelimki sizler..." (en-Nisâ, 4/109) âyeti indirildi. Burada kastedilenler de yahudilerdir Doğrusunu en iyi bilen Allahtır 2. Allah'ın Şeriatinin Kanunları İle Hükmolunur: Yüce Allah'ın: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde" âyetinin anlamı, şeriatın kanunlarına uygun olarak, demektir. Bu hüküm de ya vahiy, ya nass ile bilinir, yahut da vahyin izlediği yola göre yapılan tetkik (nazar ve kıyas) ile verilir. İşte bu kıyasta bir asıldır. (Kıyasın delil olarak kullanılabileceğine dair asıl bir dayanaktır, delildir). Aynı zamanda bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın görüşünü belirttiği takdirde isabet etmiş olacağının da delilidir. Çünkü yüce Allah ona bunu göstermiştir. Ayrıca yüce Allah, peygamberlerini korumayı (ismet) taahhüdü altına almıştır. Bizden herhangi bir kimse İse, zannına uygun bir görüş belirtecek olursa, onun o görüşünde kat'ilik yoktur. Burada görüldüğü gibi, görmekten kasıt, göz ile görülen değildir. Zira verilen hüküm gözle görülmez. İfadede hazfedilmiş kelimeler de vardır. Yani, Allah'ın sana gösterdiği şey ile lıükmedesin diye... Bunda yine bir başka hazif daha vardır: Sen hükümleri, Bizim sana öğrettiğimiz şekilde yürürlüğe koy. Onların istidlallerine (delil getirmelerine) aldanma! Yüce Allah'ın: "Hainlerin savunucusu olma" âyetindeki "savunucu" kelimesi ismi faildir. Nitekim: Onunla oturup kalktım, ben onunla oturanım, oturucuyum sözünde de böyledir. Burada faîl vezni mef'ûl anlamına gelmez. "Savunma" (en-Nisâ, 4/107) kelimesi de buna delâlet etmektedir. Çünkü, el-Hâsîm (savunucu), mücadil (mücadele eden) ile aynı şeydir, Hasim'in çoğulu; husama ...diye gelir. Hasim kelimesinin yine bir ism-i fail olan muhasım demek olduğu da söylenmiştir. Burada Şanı yüce Allah, Peygamberine itham altında bulunanları desteklemesini ve onların hasımlarının ileri sürdükleri deliller karşısında bu gibi kimseleri savunmasını yasaklamaktadır. Bu âyette, haksu ve davalaşmada itham altında bulunanın vekâletinin (niyabet) câiz olmayışına bir delil vardır. Hiçbir kimsenin onun haklı olduğunu bilmedikçe bir diğer kimse adına savunma yapması câiz değildir. Sûrede, yetimlerin ve sair insanların mallarının korumasına dair açıklamalarda bulunulduktan sonra, burada da kâfirin malının da -yüce Allah'ın mubah kıldığı yerler dışında- koruma altında bulunduğunu beyan etmektedir. 4. Münafıkları Savunmak Yasaktır; İlim adamları der ki: Bir topluluğun münafıklığı müslümanlar eşrafından açıkça bilindiği takdirde, müslümanlar ……… himaye etmek ve savunmak üzere tartışmaya girmemesi gerekir. Çünkü böyle bir durum Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde meydana gelmişti. İşte onlar hakkında yüce Allah'ın: "Hainlerin savunucusu olma" âyeti ile: "Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma" (en-Nisâ’ 4/107) âyetleri nâzil olmuştur. Burada hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olmakla birlikte, bundan maksat Peygamberin dışında aynı işi yapan müslümanlardır. Maksadın müslümanlar oluşunun da şu iki sebebi vardır: Birincisi, yüce Allah bu hususu daha sonra gelen: "Diyelim ki siz, bu dünya hayatında onları savunuyorsunuz,." (en-Nisa, 4/109) âyetinde zikrettiği hususlar ile açıklamıştır. Diğeri ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarındaki anlaşmazlıklarda bir hakemdi. O bakımdan başkasının kusur işlemesi halinde ona özür beyan edilirdi, fakat kendisi başkasına özür beyan etmek durumunda değildi. İşte bunlar, (âyetin son bölümü ile) ondan başkasının kast edildiğini göstermektedir. 106Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok mağfiret edendir, rahmet buyurandır. Taberî, âyetin şu anlama geldiği kanaatindedir: Hainleri savunmakla kazandığın günahtan ötürü Allah'tan mağfiret dile. Hazret-i Peygamber hainleri savunmayı kararlaştırıp, yahudinin de elini kesmek istediğinden dolayı Allah ona mağfiret dilemesini emretti. Bu, peygamberlerin küçük günah işlemelerini câiz görenlerin görşüdür (Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun). İbn Atiyye der ki: Ancak bu bir günah değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zahire göre ve onların günahsız olduklarına inanarak onları savunmuştur. Âyetin anlamı da şudur: Sen, ümmetin arasında günahkâr kimseler için ve haksızca davalaşanlar için mağfiret dile. Senin insanlar arasındaki konumun ise, davalı tarafları dinleyip, dinlediğine uygun olarak hüküm vermek ve günahkâra mağfiret dilemektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Peygambere teşbih kabilinden mağfiret dilemesi emredilmiştir. Bir kimsenin bir başkasına bir günahtan tevbe etmesini kast etmeksizin tesbih etmesini isteyerek, Allah'tan mağfiret dile demesi gibi. Şöyle de açıklanmıştır: Burada hitap, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte asıl maksat, Ubeyrakoğullarıdır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ey Peygamber, Allah'tan kork" (el-Ahzab,33/1); "Eğer... şüphede isen.,." (Yûnus, 10/94) 107Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlikle direnen günahkârları sevmez. Yani kendilerine hainlik eden kimseler adına ve lehine delil getirmeye kalkışma. Bu âyet-i kerîme, az önce de geçtiği gibi Useyîr b. Urve hakkında nâzil olmuştur. Mücadele etmek (savunmak), muhasama (karşılıklı davalaşmak, dava sürmek) demektir. Bu kelime bükmek anlamına gelen 'dan gelmektedir. Sağlam ve güçlü kişi anlamında' tabiri ile doğan kuşuna: denilmesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin (mücadelenin) yerin yüzü demek olan; 'dan geldiği de söylenmiştir. Çünkü, hasımlardan herbirisi karşı tarafı yere yıkmak ister. el-Accâc der ki: "Ben, bir halden bir hale geçebiliyorum Aciz olanı da yerin üzerinde terkediveriyorum Çaresiz bir şekilde toprağa bulanmış olarak." Şiirde de görüldüğü gibi el-Cedale; yer demektir. Bu da Arapların: sözlerinden gelmektedir ki, onu yerin üzerinde bırakılmış halde terkettim, demektir. "Çünkü Allah, hainlikte direnen" çokça hainlik eden "günahkârları sevmez" böyle kimseden razı olmaz. Onun şanını yükseltmez Âyet-i kerîmede geçen "havran" çokça hainlik eden, ileri derecede hıyanette bulunan demektir. Çünkü bu kip, mübalağa kiplerindendir. Bunun böyle oluş sebebi ise, yapılan o hainliğin oldukça büyük oluşundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 108İnsanlardan gizlerler de, Allah'tan glzleyemezler. Halbuki onlar O'nun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledikleri zaman O, beraberlerinde idi. Allah yapacakları berşeyi kuşatıcıdır. ed-Dahhâk dedi ki: (Ebû Ta'me) zırhı çalınca, evinde bir çukur kazıp zırhı toprağın altına gömdü. Bunun üzerine: "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizleyemezler" âyeti nâzil oldu. Yüce Allah buyuruyor ki: Zırhınbulunduğuyer Allah'a gizli değildir Çünkü "O, beraberlerindedir" yani, onları gözetleyen ne yaptıklarını tesbit edendir. "İnsanlardan gizlerler" âyetinin, insanlardan gizlenirler anlamında olduğu da söylenmiştir Yüce Allah'ın: "Geceleyin gizleneni" (er-Râd, 13/10) âyetinde olduğu gibi. Yani, geceleyin gizlenip saklananı demektir. Bunun insanlardan utanırlar anlamına olduğu da söylenmiştir. Bu anlama gelmesi ise, gizleyip saklanma sebebinin utanma oluşundan dolayıdır. "O, beraberlerinde idi" âyetinin anlamı ise; ilmiyle, görmesiyle ve işitmesiyle beraberlerindeydi, demektir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Cehmiyyet Kaderiyye ve Mu'tezile ise, bu ve benzeri âyetlere sarılarak; o her yerdedir derler. Derler ki: Yüce Allah, burada "O, beraberlerinde idi" demesi, O'nun her yerde oluşunu ispatlamaktadır. Çünkü yüce Allah, onların söyledikleri sözler dolayısıyla kendisinin de onlarla birlikte olduğunu tesbit etmektedir. Ancak bu nitelik cisimlerin sıfatıdır. Yüce Allah ise bundan üstün ve münezzehtir. Nitekim Bişr (el-Mutezüî) yüce Allah'ın- "Üç kişi kendi arasında fısıldaşmasınki, muhakkak O, onların dördüncüsüdür" (el-Mücadele, 58/7) âyeti hakkında tartışırken şöyle demişti: O, zatı ile her yerdedir. Bu sefer onunla tartışan hasmı şöyle demişti; (Buna göre) O, senin takkenin altında, senin cübbende ve eşeğinin karnında olmalıdır. Allah onların söylediklerinden yücedir, münezzehtir. Bunu Veki' (radıyallahü anhhimahullah) nakletmiştir. Yüce Allah'ın: "... Geceleyin konuşup düzenledikleri zaman" âyetinin anlamı, söyledikleri zaman, söyledikleri sözler demektir. Bunu el-Kelbî, Ebû Salih'ten, o, İbn Abbâs'tan nakletmiştir. "...O'nun razı olmayacağı" yani, kendisine itaat eden kimseler için Allah'ın hoşnut olup beğenmeyeceği "sözü konuşup düzenledikleri zaman, O beraberlerinde idi". Burada "söz"den kasıt görüş ve itikattır. Bir kimsenin Mâlik’in ve Şâfiî'nin mezhebi budur, demesine benzer. "Söz"ün söylenen söz anlamına olduğu da söylenmiştir Çünkü, bizzat söz'ün kendisi bizzat geceden düzenlenmez. (O, fiilen söylenerek geceden söylenmiş, dile getirilmiş olur). 109İşte siz, bu dünya hayatında onları sallallahü aleyhi ve sellemundunuz diyelim. Ya Kıyâmet günü Allah'a karşı onları kim sallallahü aleyhi ve sellemunacak, yahut onlara kim vekil olacak? Yüce Allah'ın: "İşte siz" bununla hırsızlık yapan Beşir'in kavmi kastedilmektedir. Onların, onu alıp kaçmaları ve onun adına tartışmaları, savunma yapmaları anlatılmak istenmektedir. ez-Zeccâc der ki; kelimesi, o kimseler ki anlamındadır. "Bu dünya hayatında onları sallallahü aleyhi ve sellemundunuz" onlar adına lehlerine delil getirdiniz, tartıştınız "diyelim. Ya Kıyâmet günü Allah'a karşı onları kim sallallahü aleyhi ve sellemunacak?" Bu sorunun anlamı, böyle bir tutumu inkâr ve red ve bundan dolayı azardır. "Yahut onlara kim vekil olacak" Vekil, işleri çekip çeviren demektir. Şanı yüce Allah, bütün mahlukatın işlerini çekip çevirendir Yani: Allah, onları azâbı ile yakalayıp, onları cehenneme atacağı sırada onların işlerini üzerine alıp sallallahü aleyhi ve sellemunacak, üstlenecek hiçbir kimse bulunmayacaktır. 110Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür, İbn Abbâs der ki: Şanı yüce Allah, bu âyeti kerîme ile Ubeyrakoğullarına tevbe teklifinde bulunmaktadır. Yani: "Kim" hırsızlık yapmak suretiyle "bir kötülük yapar, yahut" şirk koşmak suretiyle de "nefisine zulmeder de, sonra" tevbe etmek suretiyle "Allah'tan mağfiret dilerse..." Çünkü tevbe olmaksızın dille mağfiret dilemenin faydası yoktur Bunu Âl-i İmrân Sûresinde (3/16. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz. ed-Dahhak der ki: Âyet-i kerîme, Hazret-i Hamza'nın katili Vahşi hakkında nâzil olmuştur. O, hem Allah'a şirk koşmuş, hem Hamza'yı öldürmüştü. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle demişti: Gerçekten ben pişman olmuş bulunuyorum. Benim tevbem sözkonusu mudur? Bunun üzerine: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de..." âyeti nâzil oldu. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme ile kast edilen, bütün insanları kuşatacak şekilde genel ve kapsamlı bir manadır. Süfyan, Ebû İshak'tan, o, Ebûl-Esved ve Alkame'den şöyle dediklerini rivâyet etmektedir: Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Her kim Nisa Sûresi'nde yer alan şu: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ın çokça mağfiret edici, çok merhametti olduğunu görür" âyeti ile: "Şayet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi, Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allah’ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok merhamet eden bulacaklardı" (en-Nisa, 4/64) âyetlerini okuduktan sonra, mağfiret dilerse ona mağfiret olunur. Ali (radıyallahü anh)dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bir hadis işittim mi, Allah onunla beni dilediği kadar faydalandırırdı. Onu, başkasından işittim mi, ona yemin ettirirdim. Ebû Bekir de bana hadis nakletti ve Ebû Bekr doğru söylemiştir. Dedi ki: Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekat namaz kılar ve Allah'tan mağfiret dilerse, mutlaka Allah ona mağfiret buyurur. Daha sonra da şu; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür” âyetini okudu. Müsned, I, 9. 111Kim bir günah kazanırsa, bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah çok iyi bilendir, hüküm ve hikmeti sonsuz olandır. "Kim bir günah kazanırsa" günahı gerektirici bir iş yaparsa "bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur." Yani, bu işin akıbeti kendi aleyhine döner. Kazanmak (kesb), insanın kendisi vasıtasıyla kendisine bir fayda sağladığı yahut onun vasıtasıyla kendisine gelecek bir zararı bertaraf ettiği şeydir. O bakımdan yüce Allah'ın fiiline kesb (kazanmak) denilmez. 112Kim bir hata işler veya bir günah kazanırsa, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Yüce Allah'ın: "Kim bir hata İşler veya bir günah kazanırsa" âyetine gelince; burada hatâ (hatîe) ile günah'ın (ism'in) aynı anlamda olduğu söylenmiştir. Lâfızlar farklı olduklarından dolayı te'kid olsun diye tekrarlanmışlardır, Taberî ise şöyle demektedir: Hatîe (hata) ile günahın (ism'in) ayrı ayrı zikredilmesinin sebebi şudur: Hatâ kistî de olabilir, kasıt dışı da olabilir. Günah ise, ancak kasten yapılır. Şöyle de denilmiştir: Hata, özel olarak kasıt güdülmediği sürece yapılan iştir. Hata yoluyla öldürmek gibi. Hata (hatîe)'nin küçük günah, günahın (ism) ise büyük günah olduğu da söylenmiştir. Bu âyet-i kerîme lâfzı ile umumidir. Bunun kapsamına bu âyetlerin inişine sebep teşkil eden olaya karışanlar da, başkaları da girmektedir. Yüce Allah'ın: "Sonrada onu bir suçsuzun üstüne atarsa" âyetine gelince; suçsuz (beri) ismine dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onu" anlamındaki kelimenin sonundaki "he" zamiri günaha veya hataya racidir. Çünkü bunun anlamı o günahı suçsuza atarsa demektir. Aynı anda her ikisine de raci olabilir. Bunun kesb (kazanma) fiiline raci olduğu da söylenmiştir. İşte, kim böyle yaparsa "muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur" demektir. Bu, bir benzetmedir. Zira günahlar bir yük ve bir ağırlıktır, O nedenle yüklenilip taşınılan şeyler gibidir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, elbetteki kendi yüklerini de kendi yükleriyle birlikte diğerlerinin yüklerini de yükleneceklerdir." (el-Ankebût, 29/13) "İftira (el-Buhtan)" kelimesi ise, el-Beht'den gelmektedir. Bu ise, kendisi ile hiçbir ilgisi bulunmayan bir günahı işlediğini ileri sürerek kardeşine karşı çıkmandır. Müslim, Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz." Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: "Kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde sözkonusu etmendir." Bu sefer şöyle soruldu: Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu; "Eğer dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun (belit.)." Müslim, Birr 70; Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23; Dârimî, Rikaak 6; Müsned II, 230, 384, 386, 458. İşte bu âyet, açık bir nasstır. Buna göre suçsuz bir kimseye (beri) iftirada bulunmak, ona bühtanda bulunmaktır. Bir kimse hakkında işlemediği bir şeyi işledi diye söyleyecek olursak o takdirde; kullanılır. İftirada bulunan kişiye; hakkında iftirada, bühtanda bulunulana da; denilir. Bir kimse dehşete düşüp şaşırdığı, hayret ettiği zaman da; denilir. "He" harfi ötreli de olursa aynıdır. Ancak, her ikisinden de daha fasihi olmak üzere şeklinde kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O kâfir kişi şaşırıp kaldı." (el-Bakara, 2/258) İftiraya uğrayana denilir. Ancak ve denilmez. Bu açıklamaları el-Kisâî yapmıştır. 113Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni saptırmaya çalışırlardı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar. Ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın üzerindeki lütfü pek büyüktür. Yüce Allah'ın; "Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı" anlamındaki; âyetinde; "Olmasaydı" kelimesinden sonra gelen kelime, Sîbeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur. Haberi ise, hazfedilir ve izhar edilmez. Anlamı ise şöyledir: "Eğer" hakka seni dikkatini çekmesi suretiyle "senin üzerinde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı..." demektir. Sana peygamberlik vermesi ve seni koruması ……. denilmiştir. "Onlardan bir zümre seni" haktan "saptırmaya çalışırlardı" çünkü bunlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan İbn Ubeyrak'ı ithamîİan İbra edip bu suçu yahudiye atmasını istemişlerdi. Aziz ve celil olan Allah, Rasulüne (salât ve selâm ona) buna dikkatini çekip uyarmak ve bu hususu bildirmek suretiyle lütufta bulundu. "Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar." Çünkü onlar, sapıkların işlerini yapmaktadırlar. Bunun vebali onlara ve onların üzerinedir. "Ve sana hiçbir zarar veremezler." Çünkü sen Allah tarafından korunmaktasın. “Allah sana Kitabı ve hikmeti İndirmiş.” Bu, yeni bir cümle başlangıcıdır Âyetin baş tarafındaki "vav" harfinin hal için olduğu da söylenmiştir Senin: Güneş, doğarken sana geldim" demene benzer, İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu kabildendir: "Ve kimi zaman kuşlar henüz yuvalarında iken, ben sabah yola koyuluyorum." O takdirde ifade, önceki ile bitişik olur. Yani: Allah, Kur'ân-ı Kerîmi sana İndirmişken onlar sana hiçbir zarar veremezler. "Hikmet" ise, vahye uygun hüküm vermektir. “Ve sana bilmediklerini öğretmiştir." Bilmediğin şeriat ve hükümleri öğretmiştir. (.......) kelimesi, nasb mahallindedir. Çünkü buf 'nin haberidir. Bu kelimedeki "nun" harfinin ötresinin hazf edilmesi ise, (başındaki cezim edatının) bunu cezm etmesi dolayısıyladır. "Vav"mın hazf edilmesi ise, iki sakinin bir araya gelmesinden ötürüdür. 114Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi veya bir İyilik yapmayı yahut insanlar arasını düzeltmeyi emreden dışında. Kim Allah'ın rızasını gözeterek böyle yaparsa Biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz. Burada Ubeyrakoğullarının kendi aralarında düzdükleri ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e naklettikleri plan ve konuşmalarını kastetmektedir. Fısıldanmak (en-Necvâ), iki kişinin kendi aralarındaki sırdır. Bir kimse ile fisildaştığını anlatmak isteyen; Filanla Fısıldaştım, der. Bunun mastarı şeklinde gelir. Bir topluluğun fısıldaşmalarını anlatmak için, bu kelimeden muzari fiil denilir. Yine Onunla gizlice fısıldattım, fısıldamıyorum demektir. Buna göre bu kelime, o şeyi arındırdım, tek başına ayrı bir hale getirdim, anlamına gelen den türetilmektedir. Yerde yüksekçe olan bir bölgeye de; denilir. Bu ismi alış sebebi ise, çevresindeki bölgelerden tek başına bir yükseklik olmasıdır. Şair der ki: “Ona ait yüksekçe bir yerde bulunan, tıpkı evinin çevresindeki sabada bulunan gibidir. Duran kimse ise, hiçbir örtünün gizlemediği bir yerde açıktan açığa yürüyen gibidir," O halde, gizlice konuşmak anlamında "necvâ" mastardır. Bir topluluk hakkında da bu mastar bu haliyle kullanılabilir. Nitekim; Adaletli ve razı olunan bir topluluk, denildiği gibi. Yüce Allah da bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: " Onlar kendi aralarında gizlice konuşurlarken. " (el-İsrâ, 17/47) Birincisine göre (yani necvâ'nın iki kişi arasında sır ve gizlilik anlamına gelmesine göre) âyet-i kerimede geçen "evv etmek" kelimesi, kendi cinsinden olmayan bir şeyden istisna olur. İşte bu munkatı istisna diye bilinen istisna türüdür. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Bu durumda istisna edatından sonra gelen Kimse kelimesi de ref mahallinde olur. Yani: Ama bir sadaka, bir maruf veya insanların arasını düzeltmeyi emreden ve buna davet edenin fısıldaşmasında hayır vardır, demek olur. Diğer taraftan; 'ın, cer mahallinde olması da mümkündür. O zaman ifadenin takdiri de şöyle olur: Bir sadaka vermeyi... emr edenin fısıldaşması dışında onların fisıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Bu takdire göre, istisna edatından sonra gelmesi gereken; Fısıldaşma kelimesi hazfedilmiş olur. Necvâ kelimesinin ikinci anlamı olan, tek başlarına fisıldaşan bir topluluğun ismi" olmasına gelince, o takdirde Kimse kelimesi, bedel olarak cer mahallînde olur Yani: Onların fısıl da şmal arının birçoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi emr eden kimse de müstesna. Ya da: " Zeyd müstesna yolum kimseye uğramadı" şeklinde istisnayı kabul edenlerin görüşüne göre nasb mahallinde de olabilir, Aralarında ez-Zeccâc’ın da bulunduğu kimi müfessirler de şöyle demiştir: Necvâ denilen şey, gizli ya da açık olsun bir kenara çekilen bir topluluğun yahud iki kişinin kendi arasındaki konuşmasıdır. Ancak bu anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "Ma'ruf: İyilik yapmak," bütün iyi amelleri kapsayan bir kelimedir. Mukâtil der ki: Burada ma'ruf farz demektir. Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Her bir ma'ruf bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman da ma'ruftandır." Tirmizî, Birr 45; Müsned, III, 344, 360, V, 173. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ma'ruf kendi ismi gibidir. Kıyâmet gününde cennete ilk girecek olan ma'ruftur ve ma'ruf ehli olan kimselerdir." "Dünyada ma'ruf ehli olanlar (ma'ruf işleyenler) âhirette de ma'ruf ehli kimselerdir" anlamında: Taberanî, el-Mu'cemu'l-Evsat, 1,135, V, 490, X, 203; "Cennete ilk girecekler de ma’ruf ehlidir" ziyadesiyle de: Aynı eser, VII, 50-51- Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, III, 115 ve VII, 262- 263. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Ma'rufa karşı nankörlük edenlerin nankörlükleri, senin ma'ruf işlemeye olan rağbetini sakın azaltmasın. Çünkü, belki onu teşekkür ile karşılayan, ona karşı nankörlük edenin nankörlüğünün kat kat fazlasıyla teşekkür edebilir." Şair el-Hutay'a da der ki: "Hayr yapan mükâfatından mahrum kalmaz Allah'a karşı da insanlara da yapılan iyilik boşa gitmez. er-Riyâşî de şu beyitleri zikretmektedir: "Ma'ruf işleyen el bir ganimettir, nerede olursa olsun Onu yüklenen ister nankör, isterse de şükreden olsun Şükredenin şükründe o iyilik yapan ele bir mükâfat vardır Nankörün yaptığı nankörlüğünün ise (cezası) Allah nezdindedir." el-Maverdî der ki: Ma'ruf yapabilme gücüne sahip olanın, bu imkânı kaybeder korkusuyla onu acilen yapması, o iyiliği işlemekten acze düşer korkusuyla çabucak onu yerine getirmesi gerekir. Bu iyiliği yapabilme imkânını zamanının fırsatlarından, imkânının ganimetlerinden bilmelidir. Buna güç yetirebildigine güvenerek iyiliği yapmayı ihmal etmemelidir. Çünkü bu güç yetirmesine güvenip de fırsatı kaybeden ve bundan dolayı akabinde pişman olan nice kimseler vardır. Buna imkânım var diyerek işi sonraya bıraktığı için, bu imkânı ortadan kalkan ve bundan dolayı mahcup olan nice kimseler vardır. Nitekim şair şöyle demiştir: "İşitip dururdum, nice güvenen kişi var ki utanmıştır diye Sonunda ben de buna müptela oldum, ben de güvendim ve ben de utandıra." Eğer zamanın musibetlerine dikkat etse, işlerinin akıbetlerine karşı kendisini korusa, onun ganimetleri üst üste yığılmış zararları telafi edilmiş olurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Her kimin önüne hayır kapılarından bir kapı açılacak olursa, hemen onu fırsat bilip değerlendirsin. Çünkü kapının yüzüne karşı ne zaman kapanacağını bilemez." Yine Hazret-i Peygamber'den söyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Her şeyin bir meyvesi vardır, Ma'rufun (iyiliğin) meyvesi ise, onu acilen yapmaktır." Enûşirvân'a sorulmuş: Size göre musibetlerin en büyüğü nedir? Demiş ki: İyilik yapmaya güç yetirdiğin halde o iyilik yapma imkânı geçip gidinceye kadar o iyiliği yapmamandır. Abdulhamid dedi ki: Her kim elindeki bir fırsatı vaktinde değerlendirmeyecek olursa, o fırsatın geçip gideceğinden emin olsun. Bir şair şöyle demiş: "(Cömertlik) rüzgârları estiğinde ganimet bil onları Çünkü her bir dalgalanmanın (ardında) bir sükûnet vardır. Bu esnada iyilik yapmaktan düşme gaflete Çünkü bilemezsin sükûnetin ne zaman olacağını," Kollanıp gözetilmesi gereken ve çoluk çocuk sahibi bir zat, bu hususta kendisine karşı kusurlu hareket eden bir valiye şu beyitleri yazar: "Sırat üzerinde mi benim haklarıma riâyet etmeyi düşünüyorsun? Yoksa hesap gününde mi lütuflarını ihsanlarını vermek istiyorsun? Dünyada faydalı olman için istiyorum seni Uykudan uyan da şu ihtiyaçlarıma dikkat et!" el-Abbas da dedi ki: Ma'ruf, ancak şu üç özellikle-birlikte tamam olur: Onu acilen yapmak, onu küçümsemek ve gizlemek. Onu, acilen yaparsan, karşı tarafın bundan afiyetle yararlanmasını sağlarsın. Onu, küçümsersen büyültmüş olursun. Gizlersen de tamamlamış olursun. Şairlerden birisi de şöyle demiş: "Yaptığın iyilik nezdimde daha da büyüdü Oysa o, senin nezdinde gizli ve hakirdir (değersiz görmektesin) Âdeta onu hiç işlememiş gibi bilmezlikten geliyorsun Oysa o, insanlar nezdinde hem ünlüdür, hem de çok büyüktür." Ma'rufun şartlarından birisi de onu başa kakmayı, onu işlemekten dolayı kendisini beğenmeyi terk etmektir. Çünkü bu iki duygu da şükrü ortadan kaldırır ve ecri yokeder. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/264. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Yahut İnsanlar arasını düzeltmeyi emreden dışında" âyetindeki ara düzeltmek, kan, mal ve ırzlar ile müslümanlar arasında karşılıklı davalaşma ve anlaşmazlığın sözkomısu olduğu her türlü ara bulmak ile yüce Allah'ın rızası bulunan her türlü söz hakkında umumidir. Haberde şöyle zikredilmektedir: "Âdemoğlunun bütün kelamı aleyhinedir, lehine değildir. Bir iyiliği (marufu) emretmeye, bir kötülüğü (münkeri) nehyetmeye, ya da yüce Allah'ı zikretmeye dair olan sözleri müstesnadır." es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 679-680. Bu yolla riyakârlık yapan, baş olmak isteyen ise, sevaba nail olamaz. Hazret-i Ömer, Ebû Mûsa el-Eşârî (radıyallahü anh)'a mektubunda şunları yazar: "Dava sahiplerinin davalarım red et ki, kendi aralarında sulh yapsınlar. Çünkü, mahkemenin vereceği hüküm aralarında kinin ortaya çıkmasına sebep olur." İleride el-Mücadele Sûresinde (58/9-10. âyetlerin tefsirinde) haram olan fısıldaşmalar ile câiz olanlarına dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Enes b. Mâlik'ten de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İki kişinin arasını düzeltene Allah, her bir söz karşılığında bir köle azad etme ecrini verir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ebû Eyyub'a şöyle buyurmuştur: "Sana Allah'ın ve Rasulünün sevdiği bir sadakayı göstereyim mi? Aralan bozulmuş bir takım kimselerin arasını ıslah etmen ve birbirlerinden uzaklaştıkları takdirde de onları birbirlerine yaklaştırmandır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII 79-80. el-Evzaî der ki: Yüce Allah'a en sevimli gelen adım, arayı düzeltmek için atılan bir adımdır. îki kişinin arasını düzeltene, Allah, cehennem ateşinden bir ibraname yazar. Muhammed b. el-Munkedir der ki: Mescidin bir tarafında iki kişi arasında tartışma çıktı. Ben de yanlarına gittim. Birbirleriyle barışıncaya kadar onları bırakmadım. Bu sefer beni gören Ebû Hüreyre şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı şöyle buyururken dinledim: "İki kişinin arasını düzelten bir şehid sevabını hakeder." Sözügeçen bu haberleri, Ebû Muti', Mekhul b. el-Mufaddal en-Nesefî; "el-Lu'luiyat" adlı eserinde zikretmektedir. Ben bunu Mûsannifin hattı ile bir yaprakcı kabuldüm. Ancak bu hadislerin yerlerine işarette bulunmamaktadır. Allah ondan razı olsun. "Gözeterek" kelimesi, mef'ûlün leh olduğundan nasb edilmiştir. 115Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir! Âyetin tefsiri için bak:116 116Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Anlamı: İlim adamları derler ki: Bu iki âyet-i kerîme, hırsızlık yapan İbn Ubeyrak hakkında nâzil olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hakkında elinin kesilmesi hükmünü verince, o da Mekkeye kaçıp İrtidat etti, bu âyetler bunun üzerine nâzil oldu, Saîd b. Cübeyr dedi ki: Mekke'ye varınca, yine Mekke'de bir evin duvarını oydu. Müşrikler onu yakalayıp öldürdüler. Bunun üzerine Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez... muhakkakki uzak bir sapıklıkla sapılmıştır" âyetini İndirdi, ed-Dahhak da der ki; Kureyşlilerden bir topluluk Medine'ye gelip müslüman oldular. Daha sonra da. irtidat ederek Mekkeye geri döndüler. Bunun üzerine şu: "Kim... Peygambere karşı gelir" âyeti nâzil oldu. Âyet-i kerimedeki "Karşı gelip" kelimesinin mastarı olan Düşmanlık yapmak anlamındadır. Âyet-i kerîme her ne kadar zırhı çalan veya bir başkası hakkında nâzil olmuş ise de, müslümanların yoluna muhalefet eden herkes hakkında umumidir. "Doğru yol (el-Hüdâ)n ise, doğruluk ve apaçıklık anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden 12/2') geçmiş bulunmaktadır. "Onu döndüğü o yolda bırakır..." âyetinin irtidat eden kimseler hakkında nâzil olduğu söylenmiştir. Biz onu kendisine ibadet ettiği şeylebaşbaşabırakırız, anlamında olur. Bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir. Yani, Biz onu faydası olmayan zarar da veremeyen putlarla başbaşa bırakırız. Mukâtil de böyle demiştir. el-Kelbî ise der ki: Yüce Allah'ın; "Onu döndüğü o yolda bırakırız" âyeti İbn Ubeyrak hakkında nâzil olmuştur. Onun durumu ortaya çıkıp, hırsızlık yaptığı anlaşılıp Mekke'ye kaçıp irtidat edince, Mekke'de Haccac b. İlât diye anılan bir adamın da duvarım delince, duvar düştü ve bu haliyle bulununcaya kadar açtığı oyukun içerisinde kaldı. Sonra onu Mekke'den dışarıya çıkardılar. O da Şam'a gitti. Şam'da da yolcu kafilesinin bir takım mallarını çalmaya kalkıştı. Onu taşa tutup öldürdüler Bunun üzerine: "Onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir" âyeti kerimesi nâzil oldu. Âsım, Hamza ve Ebû Amr! "Onu bırakırız" âyeti ile "Onu atarız" kelimelerini, "he" harflerini sakin olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, bu "he" harfini esreli olarak okumuşlardır, Bu iki okuyuş da iki ayrı lügat (söyleyiş) dir. 2- Kâfir ve Müşrikten Başka Kimse Cehennem'de Kalmaz: İlim adamları yüce Allah'ın: "Kim... Peygambere karşı gelirse" âyetinde, icmaı kabul eden görüşün doğruluğuna delil vardır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez" âyetinde ise, Haricilerin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü: Haricîler, büyük günah İşleyen kimsenin kâfir olduğunu iddia ederler. Bu kabilden açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Tirmizî, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın ğöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de şu; "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder” âyetinden daha çok sevdiğim bir âyet yoktur. Tirmizî der ki: Bu garip bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4, süre 23- Ancak Tirmizî’nin ifadesi; “Bu, hasen-garib bir hadistir” şeklindedir. İbn Furek der ki : Bizim mezheb âlimlerimiz, kâfirden başkasının cehennemde ebediyyen kalmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kıble ehlinden fâsık kimse ise tevbe etmeksizin ölecek olursa, şayet cehennemde azap edilirse mutlaka Rasulün şefaati ile veya daha sonra yüce Allah'ın rahmetiyle oradan çıkacaktır. ed-Dahhak da der ki: Bedevilerden yaşlı bir kimse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben büyük küçük günahlara batmış bir yaşlıyım. Şu kadar var ki, O’nu tanıyıp kendisine îman ettiğimden beri Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadım. Allah nezdindeki durumum ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder" âyetini indirdi. 117Onlar, O'ndan başka ancak dişilere taparlar. Onlar, ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar. "Onlar, O'ndan başka ancak dişilere taparlar" yani, Allah'tan başka ancak dişilere taparlar. Bu âyet-i kerîme, Mekke halkı hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Mekkeliler putlara tapıyorlardı. Nefy’ edatıdır. "Dişiler" putlar anlamındadır. Bununla da Lat, Uzza ve Menat kastedilmektedir. Herbir kabilenin tapındıkları bir putu vardı. Ve bu put hakkında: Filan oğullarının dişisi, derlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen ve İbn Abbâs yapmıştır. Her bir put ile birlikte, put hizmetkârlarına ve kâhinlere görünen, onlarla konuşan bir de şeytanları vardı. O bakımdan bu ifade bir taaccub anlamındadır. Zira, her bir türün dişisi onun en bayağı türüdür Bu ise, yüce Allah'a cansızları ortak koşup ona dişi ismini veren veya dişi olduğuna İnananların bir cahilliğidir, "Ancak dişilere" âyetinin ölüler anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü, cansızların, ölülerin ruhu yoktur. Tahta parçası ve taş gibi. Ölüler (mevât) hakkında ise, mevkiinin aşağı oluşu dolayısı ile tıpkı dişiler hakkında haber verildiği gibi haber verilir. Meselâ: Taşlar hoşuma gidiyor derken, dişilere ait ifade kipi kullanıldığı gibi; Kadın hoşuma gidiyor, derken de aynı kipi kullanırsınız. Şöyle de denilmiştir: "Ancak dişilere taparlar" yani, meleklere. Çünkü onlar, melekler Allah'ın kızlarıdır ve bu kızları Allah nezdinde bize şefaat edeceklerdir, diyorlardı. Bu açıklama da ed-Dahhak'tan nakledilmiştir. İbn Abbâs'ın "Dişiler" kelimesini Put diye, "vav" ve peltek "se" harflerini üstün diye okuması cins ismini tekil olarak okumak esasına göredir. Yine bunu, bu iki harfi de ötreli olarak ve put anlamına gelen "vesen" kelimesinin çoğulu olmak üzere; Putlar diye de okumuştur Bu kelimenin bir çoğulu da; şeklinde gelir, "(Aralan anlamına gelen) Esed" kelimesinin şeklinde çoğullarının gelmesi gibi. en-Nehhâs der ki: Bildiğim kadarıyla bu şekilde okuyan olmamıştır. Derim ki: Ebû Bekr el-Enbârî şunu nakletmektedir: Bize babam anlattı, bize Nasr b. Davud anlattı, bize Ebû Ubeyd anlattı, bize Haccac, İbn Cüreyc'den anlattı. İbn Cüreyc, Hişam b. Urve'den, o babasından, o, Âişe (radıyallahü anhnha)'dan naklettiğine göre, Hazret-i Âişe: Onlar, ondan başka ancak bir takım putlara taparlar" diye okumuştur. (Yani, en-Nehhâs'ın böyle okuyan bilmiyorum, dediği şekilde, Hazret-i Âişe'nin bu kelimeyi bu şekilde okuduğunu nakletmektedir.) Yine İbn Abbâs da bu kelimeyi, diye okumuştur. Sanki İbn Abbâs, put anlamına gelen kelimesini diye cem etmiş gibidir. Deve anlamına gelen, kelimesini diye çoğul yapmak gibi. Daha sonra bu kelimeyi diye çoğul yapar. Nitekim, örnek anlamına gelen, kelimesinin çoğulu; şeklinde yapılması gibi. Daha sonra da "vav" harfi ötreli olduğundan dolayı "vav-ı hemze ile değiştirmiş (ibdal etmiş) gibi görünür. Nitekim yüce Allah'ın: "Peygamberlerin belirli vakitleri geldiği zaman..," (el-Murselat, 77/11) âyetindeki bu kelime hemzeli olmakla birlikte "vav" harfi ile söylenen "vakit" kelimesinden gelmektedir. Buna göre (İbn Abbâs'ın kıraatiyle: şeklindeki kip, çoğulun çoğulu (cemu'l-cem) dir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de; şeklinde; çoğul olarak okumuştur. Taberî de bu kelimenin; (oty.) Dişiler kelimesinin çoğulu olduğunu nakletmektedir. Bu kıraati Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ebû Amr ed-Dânİ nakletmektedir. Der ki: İbn Abbâs, el-Hasen ve Ebû-Hayve de böyle okumuştur. Yüce Allah'ın: "Onlar ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar" âyeti ile İblis kast edilmektedir Çünkü onlar, İblis'e kendilerine hoş ve güzel gösterdiği hususlarda itaat ettikleri takdirde ona ibadet etmiş olurlar. Mana itibariyle bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onlar, hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (et-Tevbe, 9/31) Yani, kendilerine verdikleri emirlerde onlara itaat ettiler. Yoksa, onların gerçek anlamda din âlimlerine ve rahiplerine ibadet ettiklerini kast etmemektedir. "Şeytan" lâfzının nereden turediğine dair açıklamalar daha önceden (Giriş bölümü, istiane bahsi, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "İnatçı el-Merîd" ise, temerrüd eden, inat eden demek olup, isyan edip inatlaşmak anlamına gelir ve vezninde olup nden gelmektedir. el-Ezherî der ki: Merîd, itaatin dışına çıkmış olan demektir. İtaatin dışına çıkıp isyan eden hakkında bu kökten gelen fiiller kullanılır. Bu şekilde isyankâr olan ve itaatin dışına çıkan kimse hakkında da İsyan eden,temerrûdeden, denilir. İbn Arefe der ki: Merîd; şerri, kötülüğü açık ve baskın gelen demektir, Bundan dolayı yaprakları düşüp, dalları açığa çıkıp görünen ağaca; denilir. Yanaklarında tüylerin bittiği yeri, tüy olmadığından dolayı görünen kimseye de bu bakımdan (ayni kökten gelmek üzere)..... denilir. 118Allah ona lanet etti, o da: "Yemin olsun kullarından belli bir pay alacağım" dedi. Yüce Allah'ın: "Allah ona lanet etti" âyetindeki Lanet etmek, asıl anlamı itibariyle uzaklaştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Örfte ise bu kelime, kızgınlık ve gazab ile birlikte uzaklaştırmak demektir. Buna göre, İblis'e -Allah'ın laneti üzerine olsun- tayin ederek lanet okumak caizdir. Aynı şekilde kâfir olarak öldüğü bilinen Fir'avun, Haman ve Ebû Cehil gibi sair kâfirlere de lanet okumak caizdir. Hayatta bulunan kâfirlere lanet okumak hakkındaki açıklamalar ise Bakara Sûresi'nde (2/159. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "O da: Yemin olsun kullarından belli bir pay alacağım ,dedi" âyetine gelince, şeytan böyle dedi demektir. Anlamı da şudur: Yemin olsun ki, azdırmamla ve saptırmamla ben onları kendime ayıracağım. Bunlar ise kâfir ve isyankarlardır. Haberde: "Her bin kişiden birisi Allah'ın, diğerleri ise şeytanındır" denilmektedir. Derim ki: Bu, mana itibariyle sahihtir. Bunu yüce Allah'ın Kıyâmet gününde söyleyeceği şu âyet desteklemektedir: "(Ey Âdem), cehenneme gidecek kafileyi gönder" diyecektir. Âdem: Cehennem kafilesi de nedir? diyecek, yüce Allah şöyle buyuracaktır: "Her bin kişiden dokuzyüz doksan dokuz kişi": Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Enbiyâ 7, Tefsir 22, sûre 1, Rikaak 45; Müslim, Îman 379; Tirmizî, Tefsir 22, sûre 1, 2; Müsned, I. 388, III, 32-33, IV, 432, 435. İşte, cehenneme gidecek kafile de şeytanın muayyen payıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Denildiğine göre, bir takım hususlarda insanların şeytana itaat etmeleri de onun kendisine ayırdığı pay cümlesindendir. Bunlardan birisi de şudur? Cahiliye dönemi araplan, yeni doğan çocuk için bir çivi çakarlar ve bir haftalıkken de onu çevrede dolaştırırlardı. Bunu yaparken de: Evlerde sakin olan cinler bunu tanısınlar diye böyle yapıyoruz, derlerdi. 119"Yemin olsun onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim. Ve yine yemin olsun onlara Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse şüphesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: 1- Şeytanın Saptırmaları ve Telkinleri: Yüce Allah'ın: "Onları mutlaka saptıracağım" yani onları, hidayet yolundan çevireceğim. "Olmayacak kuruntulara boğacağım" yani, onları çeşitli kuruntu ve temennilerle uğraştırıp duracağım. Böyle bir temenni ile uğraştırmak ise, tek bir kişiyi temennilerle oyalamaya münhasır değildir Çünkü, her kişiyi başlı başına arzuladığı şeyler miktarınca ve durumunun belirlilerine göre temennilere boğar. Şöyle de açıklanmıştır: Hayat boyu, ben onların günaha ısrar etmelerini sağlamakla birlikte hayatın uzun olduğunu, hayır işleyebileceklerini tevbe edip hakkı tanımak durumuna geleceklerini onlara süslü göstereceğim, "Onlara hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim" Kesmek demektir, Kesici ve keskin kılıç anlamına gelen; tabiri buradan gelmektedir. Yani ben, onları, Bahîra, Sâîbe ve benzeri davarların kulaklarını kesmeğe iteceğim, Bu fiil, şeddeli ve şeddesiz olarak; Onu kesti, parçaladı şeklinde kullanılır. İse, kesilmiş parça anlamındadır, Çoğulu İse, şeklinde gelir, Züheyr der ki: "Uçtu ve onun elinde tüyünden parçalar kalmış olarak," 2- Allah'ın Hilkatini Değiştirmenin Mahiyeti: "Yemin olsun onlara, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" âyetindeki (ve âyette benzeri diğer) "lâm'ların tümü kasem içindir İlim adamları bu değiştirmenin hangi hususlara raci olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim der ki: Bu değiştirme burmak, gözü çıkarmak, kulakları kesmektir. Bu anlamdaki açıklamaları İbn Abbâs, Enes. İkrime ve Ebû Salih ifade etmiştir. Bütün bunlar hayvana bir azap bir işkencedir. Haddi aşarak (tuğyan ile) haram ve helal kılmaktır. Herhangi bir delil ve belge olmaksızın söz söylemektir. Kulaklar davarlarda hem bir güzelliktir, hem de bir fayda sağlamaktadır. Diğer organları da böyledir. İşte bundan dolayı şeytan, bu yollarca Allah'ın hilkatini değiştirmeyi uygun görmüştür. Mücaşi'li İyad b. Himar'ın rivâyet ettiği (kutsi hadiste) şöyle buyurulmaktadır: "Ve şüphesiz Ben, bütün kullarımı hanifler olarak yarattım. Şeytanlar onlara geldi, onları hafife alarak dinlerinden saptırdı. Üzerlerine Benim kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kildi- Benim kendisi hakkında hiçbir delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını ve benim hilkatimi değiştirmelerini onlara emretti." Müslim, Cennet 63: Müsned, IV. 62. Bu hadisi Kadı İsmail Kadı Ebû İshâk İsmail b. İshak b. İsmail; Basralı olup Ezd'e mensuptur. Çağının en ileri Mâlikî alimi idi. 282 h, yılında vefat etmiştir. (el-Kettani, es-Risâletu'l-Mustatrefe, s. 37) ile Müslim de rivâyet etmiştir. İsmail rivâyetle der ki: Bize Ebû'l-Velid ile Süleyman b. Harb anlattı. Dediler ki; Bize Şu'be, Ebû İshak'dan anlattı. Ebû İshak, Ebû'l-Ahvas'dan, o, babasından rivâyetle dedi ki: Görünümüm beni yoksul bir kimseymiş gibi gösterdiği halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardım şöyle buyurdu: "Senin herhangi bir malın var mı?" Evet dedim. "Hangi maldan (malın) var?" diye sordu, ben; Her maldan. Attan, deveden, kölelerden malım var dedim. -Ebû'l-Velid: Ve koyundan (fazlasını da) ekler- (Hazret-i Peygamber) buyurdu ki: "Allah sana bir mal verdiği takdirde onun, (nimetinin) eseri üzerinde görünsün" Sonra şöyle buyurdu: "Kavminin develeri kulakları sağlam olarak yavruladığı halde sen eline bir ustura alıp bunların kulaklarını yarıyor ve bunlar bahira'dır deyip, sonra da derilerini yararak bunlar da kulakları kesilmiştir diyor ve bunu kendine ve aile halkına haram etmek maksadıyla yapıyor musun." Ben: Evet dedim. Bu sefer şöyle buyurdu: "Allah'ın sana verdiğini helalinden ye. (Unutma ki) Allah'ın usturası senin usturandan daha keskindir. Allah'ın kolu da senin kolundan daha güçlüdür." Ben, Ey Allah'ın Rasulü dedim. Birisinin yanına misafir olduğum halde eğer bana misafire gösterilmesi gereken ikramda bulunmazsa, daha sonra o kişi yanıma misafir gelirse ben ona misafir olarak ikramda bulunayım mı, yoksa o bana nasıl davrandıysa ben de ona öyle mi davranayım? Hazret-i Peygamber: "Hayır, sen ona ikramda bulun" diye buyurdu. Müsned, III, 473; az farkla Tirmizî, Birr 63; Müsned, IV, 137. 3- Kusurları Dolayısıyla Kurban Edilmeleri Câiz Olmayan Hayvanlar: Bu gibî-uygulamalar şeytanın işi ve onun etkisinden ortaya çıktığı için "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere, (kurban edeceğimiz hayvanların) gözlerini, kulaklarını iyice tetkik etmemizi ve bir gözü kör, kulağının bir tarafı kesilmiş, kulağının arka kısmı kesik, kulağı delinmiş ve kulağı yarılmış davarları kurban etmememizi emretmiştir. Bunu, Ebû Dâvûd, Ali'den rivâyet etmiştir. Ali dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize "... emretti" diyerek hadisi zikretti. Ebû Dâvûd, Edahi 6; Tirmizî, Edâhî 6; Nesâî, Dahâyâ, 8,9, 11; Dârimî, Edâhi 3; Müsned. I, 108, 128t 149. Kulaktaki kusura, bütün ilim adamları topluluğu dikkat eder ve gözönünde bulundururlar. Mâlik ve Leys der ki: Kulağının tamamı yahut büyük bir kısmı kesik olan hayvan kurbanlık olmaz. Ancak, işaretlemek kastıyla kulağı yarılmış olan hayvan kurban edilebilir. Bu ise, Şâfiî ile bir gurup fukahanın görüşüdür. Eğer hayvan, doğuştan kulaksız yaratılmış ise, Mâlik ile Şâfiî, kurban edilmesi câiz değildir, derler. Şayet küçük kulaklı ise kurban edilebilir. Ebû Hanîfe'den de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. Semizlemesi veya buna benzer bir menfaat kasti ile yapılacak olursa, bir gurup ilim adamı davarların burulmasına, müsaade etmiştir. İlim adamlarının Cumhûru ve geneli ise, burulmuş hayvanın kurban edilmesinde mahzur olmadığı görüşünü kabul ederler. Hatta eğer burulmuş hayvan diğerlerinden daha semiz ise, kurban edilmesini daha güzel görenler de vardır. Ömer b. Abdülaziz, atların burulmasına müsaade etmiştir. Urve b. ez-Zübeyr de kendi katırını burmuştur. Mâlik, koçların burulmasına izin vermiştir. Bunun câiz oluş sebebi ise, bu işin hayvanı dini bir inanç gereği olarak tapınılan bir puta, yahut da ilahî edinilen bir rabbe böylelikle tahsis etmek maksadı güdülmeyip sadece etinin güzelleşmesini ve dişiden yana umudunu kesmek suretiyle erkeği güçlendirmek kastıyla yapılmış olmasıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi dolayısıyla bunun mekruh olduğunu kabul edenler de vardır: "Bunu ancak bilmeyen kimseler yaparlar." İbn Ömer dedi ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) atların ve davarların burulmasını yasakladı." (Müsned, II, 24.) İbnü’l-Münzir de bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü böyle bir görüş, İbn Ömer'den sabittir. O, şöyle derdi: O da Allahın bir yaratığıdır. Yine Abdulmelik b. Mervan da bu uygulamayı mehruh görmüştür el-Evzaî der ki: Soyu üreyen herbir varlığın burulmasını (bizden önceki selef mekruh görürdü.) İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta iki hadis vardır. Birisi şöyledir- İbn Ömer'e göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) koyun, inek, deve ve at cinsinin erkeklerinin burulmasını yasaklamıştır. Bir önceki nota bakınız. Diğeri ise İbn Abbâs'tan gelen bir hadis olup, buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) canlının ölünceye kadar atışa hedef alınmalarını ve hayvanların burulmalarını yasaklamıştır. Hayvanların ölünceye kadar hedef alınmalarını yasaklayan rivâyetler için bk. Buhârî, Zebâih 25; Müslim, Sayd 58,60; Ebû Dâvûd, Edâhî 11; İbn Mâce, Zebâih 10; Dârimî, Edâhî 13; Müsned, II, 94, III, 117, 171, 180, 191. V, 422. Muvatta’''da bu husus ile alakalı rivâyete göre Nafı' İbn Ömer'in burmayı hoş görmeyip (mekruh) şöyle dediğini nakletmektedir: Çünkü bununla (burmakla) hilkat tamam olmaktadır. Muvatta’', Şear 4. Müsned, II, 24'te ise; "Hilkat onunla gelişir" anlamındadır. Ebû Ömer der ki: Yani, burmayı terketmek hilkatin tamam olmasına sebeptir. Bu ifade, hilkatin nema bulması (gelişmesi) şeklinde de rivâyet edilmiştir. Derim ki: Bunu Ebû Muhammed Abdulğani, Ömer b. İsmail'den rivâyet etmektedir. Nafi'de Nah"den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururdu: "Allah'ın hilkatini geliştireni (artırıp çoğaltanı.) burmayınız." Bunu Dârakutnî hocasından rivâyetle; bize, Ebû Abdullah el-Muaddel anlattı, bize, Abbas b. Muhammed anlattı bize, Ebû Mâlik en-Nehaî, Ömer b. ismail'den anlattı.., deyip hadisi zikretti. Dârâkutnî dedi ki: Ayrıca bunu, Abdussamed b. en-Nu’man, Ebû Mâlik'den rivâyet etmiştir. Âdemoğlunun burulması ise başlı başına bir musibettir. Çünkü, Âdemoğlu buruldumu, artık kalbi ve gücü iptal olur. Hayvanın tam aksi duruma gelir. Hazret-i Peygamberin: "Evleniniz, çoğalınız. Ben, sizinle diğer ümmetlere karşı övüneceğim" "Seven ve doğurgan kadınlarla evlenin, çokluğunuzla öğüneceğim" anlamında; Nesâî, Nikâh 11; Müsned, III, 245. Ayrıca bk, el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, IV, 252, 253, 258. âyetinde emrolunan neslini çoğaltması da kesilmiş olur. Diğer taraftan, bazan kişiyi Ölüme götürecek kadar çok büyük bir ızdırap da verir. Böyle bir durumda ise, hem mal zayi edilir, hem de bir can telef edilir. Bütün bunlar ise yasaktır. Malın zayi edilmesinden söz etmesi, genellikle kölelerin burulmasından dolayıdır. Diğer taraftan böyle bir uygulama müsledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da müsleyi yasaklamıştır. Bunu yasakladığına dair hadîsler ise sahihtir. Hicazlı ve Kûfeli fukahadan bir topluluk da Sakalibe (Sılavlar) diye bilinen kavimden Sakalibe: Ülkeleri Hazar sınırlarına yakın, Bulgarlarla Kostantiniyye (İstanbul) arası bölgede yaşayan bir kavim, (Fîruzâbâdî, el-Kâmusu'l-Muhit). Bugün onlara Slavlar denilmektedir. (el-Mu'cemu.’l-Vasît), ve diğerlerinden burulmuş olan köleleri satın almayı mekruh görmüşler ve şöyle demişlerdir: Eğer sizler onlardan bunları satın almayacak olursanız, onlar da burmazlar. Yine fukaha, Âdemoğlunu burmanın helal ve câiz olmadığında ihtilaf etmemişlerdir. Çünkü bu hem bir müsledir, hem de yüce Allah'ın hilkatini değiştirmedir. Aynı şekilde herhangi bir had veya kısas gereği olmaksızın insanların diğer organlarını kesmek de böyledir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir. 6- İşaret Kastıyla Hayvanı Dağlamak: Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, işaretlemek (için dağlamak) ve hayvanlara alâmet koymak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yasakladığı, şeytanın telkinine riayet şartını yasaklamasından istisna edilmiştir. Sözkonusu şart ise, az önce açıklamış olduğumuz hayvanın ateş ile azaplandırılmasının yasaklanmasıdir. İşaretlemek (el-vesm.) ateşle dağlamak demektir. Aslında bu kelimenin anlamı da alâmet demektir. Bir şeyi kendisiyle tanınacağı bir alâmet ile işaretlemeyi anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Yüce Allah'ın: "Onların nişanları (alametleri) yüzlerindedir" (el-Feth, 48/29) âyeti de buradan gelmektedir. O halde sima alâmet, mîsem ise dağlama aracı demektir. Müslim'in Sahih'inde Enes (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği sabittir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı elinde misem olduğu halde zekât ve ganimet develerini işaretlerken gördüm. Müslim, Libâs 112; Buhârî, Zekât 69; Müsned, III, 284. Buna benzer başka rivâyetler de vardır. Böylelikle her bir mal ayrı ayrı bilinsin ve hakettiği yere verilsin, ondan başkasının o yere harcanmasının önüne geçilsin. 7. İşaretlemeler, Dövmeler ve Benzeri Uygulamaların Hükmü; Yüz dışında bütün organlarda işaretlemeler yapmak caizdir. Çünkü Cabir (radıyallahü anh) şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüze vurmayı ve yüze dağlayarak işaret yapmayı yasaklamıştır Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Enes'ten değil de Cabir'den: Müslim, Libâs 10; Müsned, III, 318, 378; Tirmizî, Cihâd 31; (yalnızca işaret yasağı); Bu yasağın sebebi ise, yüzün diğer organlardan daha üstün oluşudur. Zira güzelliğin yeri orasıdır. Ayrıca hayvan yüzü ile varlığını devam ettirir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kölesini döven birisinin yanından geçerken ona şunu emretmiştir. "Yüzüne vurmaktan sakın. Çünkü, şüphe yok ki Allah, Âdemi sureti üzere yaratmıştır." "Sizden kim başkası ile döğüşürse (döverse) yüze vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır," anlamında ve "kölesini dövenden söz edilmeksizin: Müslim, Birr 115. Yani, Âdem'i de bu dövdüğün kişinin sureti üzere yaratmıştır. Bunun da anlamı bu dövülen kişinin yüzünün Âdem'in yüzüne benzemesidir. İşte bu benzerlik dolayısıyla ona gereken saygının gösterilmesi icabeder. Böyle bir açıklama bu hadisin te'vili ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir kesim de şöyle demiştir: (Âyet-i kerimede geçen) "Değiştirmek" ile, güzelleşmek kastıyla yapılan dövme ve ona benzer işlere işaret edilmektedir. Bu açıklamayı Abdullah b. Mesud ile el-Hasen yapmıştır. Bu kabilden (yasağı) ihtiva eden âyetlerden birisi de Abdullah b. Mesud'dan rivâyet edilen şu sahih hadistir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah, dövme yapan kadına da, yaptıran kadına da (yüzünden) tüylerini alana da aldırana da, güzelleşmek için dişlerim törpüleyen ve Allah'ın hilkatini değiştiren kadınlara lanet etmiştir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir 59. Sûre 4, Libâs 82, 84, 85, 87; Müslim, Libâs 120; Ebû Dâvûd, Tereccül 5; Tirmizî, Edeb 33 vb. Bu hadis, tamamıyla yüce Allah'ın izniyle el-Haşr Sûresi'nde (59/7, âyet, 8. başlıkta) gelecektir, Eşm (dövme) ellerde olur. Bu da kadının elinin arka tarafına ve bilek bölümüne iğne batırılıp sonra sürme yahutta yakılmış yağ isi ile doldurulmasıdır. Daha sonra bu yeşil bir renk alın Fiilin kullanılışı (Kadın) dövme yaptırdı, yaptırır, dövme yaptırmak şeklindedir. Dövme yaptıran kadına "vasime", kendisine dövme yapılan ve yapılmasını isteyen kadına da "müstevşime" denilir. Bu açıklamaları el-Herevîyapmıştır. İbnü'l-Arabî der ki: Sicilya ve Afrikalı erkekler de dövme yaptırırlar. Bundan kasıt ise her birisinin yetişkinlik çağında erkekliğine delalet etmesidir. Kadı Iyad der ki: -Müslüman ravilerinden birisi olan el-HerevÎnin rivâyetinde "Dövme yapan ve yaptıran kadın" ibaresi yerine, "mim" harfi ile değil de "ye" harfi ile şeklinde varid olmuştur ki, bu da süslenmek demek olan "el-Veşy'den gelmektedir. Bu kelime İse, asıl itibariyle kumaşı iki renkli dokumaktır. Öküzün, eğer yüz ve ayaklarında siyahlık varsa ona, denilir. Buna göre anlamı, kadının yüzündeki tüylerin alınmasını, dişlerinin törpülenip aralarının açılmasını işaret etmesini söylemesi demektir. Yüzlerindeki tüyleri aldıranlar anlamına gelen "(el-mutenammisat)" kelimesi, mutenammısa kelimesinin çoğulu olup, yüzünden tüyleri minmâs (cımbız) denilen alet ile alan kadın demektir. Minnlâs ise tüyleri kopartan, söken alet demektir. Bunu yapan kadına da nâmisa denilir. İbnü'l-Arabî der ki; Mısır halkı, etek tüylerini de yolarlar. Bu da bu kabildendir. (Yasaklanmış olan türdendir). Çünkü, sünnet olan eteği tıraş etmek, koltuk altlarını ise yolmaktır. Fercin tüylerinin yolunması İsef ferci gevşetir ve ona eziyet verir. Ondaki faydaların bir çoğunu da ortadan kaldırır. Dişlerinin arasını ayıranlar (el-mütefellicât) kelimesi ise, mütelellice'nin çoğuludur. Dişlerini birbirinden ayırma işini yapan kadın demektir. Bu işi, dişleri birbirine hilkatinden sık olan kadın, suni olarak yapar ve dişlerini birbirinden ayrıymış gibi gösterir Müslim'den başkasında bu kelime yerine kelimesi geçmektedir ki, bu da nin çoğuludur Bu da dişlerini törpüleyen demektir. Bu da, gençlerin dişlerinde görülen aralığı yapan kadına verilen ad olup, bunu yaşlı kadınlar genç kadınlara benzemek kastıyla yaparlar. Bütün bu işlerin Hadîs-i şerîfler lanetlik iş olduğuna işaret etmekte ve bunların büyük günahlardan olduğunu ortaya koymaktadır. Bu fiillerin yasaklanış sebebini teşkil eden hikmetin (mananın) ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bu işlerin tedlis (çirkinlikleri örtüp saklama) türünden olduğu için haram kılındığı söylendiği gibi, İbn Mes'ûd'un dediği şekilde yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek türünden olduğu için yasaklandığı da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. Aynı zamanda bu görüş, birinci hususu da kapsamına alır. Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu yasaklar, kalıcı olanlar hakkında sözkonusudur. Çünkü bunlar yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabı Ündendir. Sürme ve kadının kendileriyle süslendiği ve kalıcı olmayan şeylere gelince bunu, Mâlik olsun başkaları olsun, ilim adamları câiz görür. Böyle bir işi Mâlik, erkekler için mekruh görmektedir. Yine Mâlik, kadının ellerini kına ile süslemesini câiz görmüştür. Hazret-i Ömer'den ise böyle birşeyi reddettiği ve: Kadın, ya ellerinin tamamını kınalasın yahutta bu işi terketsin, dediği rivâyet edilmiş olmakla birlikte, Mâlik, Hazret-i Ömer'den böyle bir rivâyetin geldiğini kabul etmez. Ve ona göre kadın, ellerini kınalamayı terk etmemelidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ellerine kına yakmayan bir kadın görünce şöyle buyurmuş: "Sizden herhangi bir kadın, elini erkek eliymiş gibi bırakmasın." Bunun üzerine bu kadın ölünceye kadar doksan yaşını aşmış olduğu halde ellerine kına yakmayı sürdürdü. Müsned, V, 381, VI, 437. Kâdı Iyâd der ki: Hadîs-i şerîfte kınanın karart il masına dair yasak varid olmuştur. Bunu el-Mesabib sahibi (el-Beğavi) zikretmiş olmakla birlikte kadın, süslenmekten atıl (uzak) kalmamalıdır. Onun boynunda bir dizi boncuktan bir gerdanlık bulunmalıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Âişe (radıyallahü anha)'ye şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Boynuna bir şey takmamazlık etmemelisin. Ya bir ip veya ince kesilmiş deriden birşey bulunsun," Enes der ki: Namazda kadının boynuna velevki ince kesilmiş bir deri parçası olsun bir şey asması müstehabtır, Ebû Cafer et-Taberî der ki: İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, yüce Allah'ın kadını yaratmış olduğu şekilde fazla veya eksiklikle kocasına yada başkasına güzel görünmek arzusuyla herhangi bir değişiklik yapmasının câiz olmadığına delil vardır. Dişlerini ister birbirinden ayırsın veya onları törpülesin yahut fazladan bir dişi olup onu izale etsin, yada uzun dişleri bulunup onun uçlarını kesmiş olsun. (Hepsi câiz değildir). Aynı şekilde sakal, bıyık veya çene tüyleri -eğer bitecek olursa- tıraş etmesi câiz değildir Çünkü bütün bunlar Allah'ın hilkatini değiştirmektir. (Kadı) İyad der ki: Onun bu naklettiklerine göre, eğer bir kimsenin doğuştan fazladan bir parmağı veya fazladan bir organı varsa onu kestirmesi veya aldırması câiz değildir. Çünkü bu da yüce Allah'ın hilkatini değiştirmek kabil indendir. Şu kadar varki, eğer bu fazlalıklarda ona acı ve rahatsızlık veren bir taraf varsa, Ebû Cafer'e (et-Taberî'ye) ve başkalarına göre de bunları aldırmakta bir mahzur yoktur. Yine Müslim,'in rivâyet ettiği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Allah, saç ekleyene de saçına saç ekletene de, dövme yapana da yaptırana da lanet etmiştir" Buhârî, Libâs 85, 87; Müslim, Libâs 119; Ebû Dâvûd, Tereccül 5; Tirmizî, Libâs 25; Edeb 33; Nesâî, Zinet 23; İbn Mâce, Nikâh 52. hadisi de bu kabildendir. Bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kadının saçına saç eklemesini yasaklamaktadır. Bu ise, saçım çoğaltacak şekilde saçına başka saç ilave etmektir Vasile (saç ekleyen), bu işi yapandır Mustavsile ise, kendisine bu işi yapması için'başkasını çağıran, başkasından bunu isteyendir. Yine Müslim, Hazret-i Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kadının, saçına herhangi bir şey eklemesini yasaklamıştır. Müslim, Libâs 121; ayrıca bk. Nesâî, Zinet 26. Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma'dan da şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, henüz yeni gelin bir kızım var. Kızamık çıkardı, bundan dolayı saçları döküldükçe döküldü. Ben, saçına saç ekleyeyim mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, saç ekleyene de ekletene de lanet etmiştir." Buhârî, Libâs, 83. 85; Müslim, Libâs 115, 116; İbn Mâce, Nikâh 52. İşte bütün bunlar saç eklemenin haramlığı hususunda açık birer nastır. Ve Mâlik ile ilim adamlarından bir topluluk da bu görüştedir. Bunlar saça, yün olsun bez olsun ve bundan başka herhangi bir şey olsun, bir şeyler eklemeyi yasak görmüşlerdir. Çünkü bütün bunlar da saça birşeyler eklemek anlamındadır. İstisna olarak el-Leys b. Sa'd, saça yün, bez ve saç olmayan birşeyler eklemeyi câiz kabul etmektedir. Bu ise, Zahirî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşlerine daha yakındır. Başkaları, başın üzerine saç koymayı mubah kabul etmiş ve şöyle demiştir: Yasak, özel olarak saç ekleme hakkında varid olmuştur. Böyle bir açıklama ise, katıksız bir Zahirîliktir ve anlamdan yüz çevirmektir. Bazıları -da oldukça şaz bir görüş ileri sürerek, mutlak olarak saç eklemeyi câiz görürler. Bu ise, hadislerce reddedilen ve kafi olarak batıl olan bir görüştür. Âişe (r. anha)’dan bu görüş rivâyet edilmekle birlikte sahih değildir. İbn Sîrîn'den, bir adamın kendisine şöyle sorduğu rivâyet edilmiş: Benim annem, kadınların saçlarını tarıyordu. Ne dersin onun malından yiyebilir miyim? İbn Şîrîn: Eğer kadınların saçlarına saç ekliyor idiyse yiyemezsin, cevabını vermiş. Bununla birlikte süslenmek ve güzel görünmek kastı ile, renkli ipek iplikler ile saçı bağlamak bu yasağın kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Bir kesim şöyle demiştir: Allah'ın yarattığını değiştirmekten kasıt şudur: Yüce Allah, güneşi, ayı, taşları, ateşi ve diğer mahlukatı onlarla faydalanılsın ve onlardan ibret alınsın diye yaratmıştır. Ancak kâfirler, bunları tapınılan ilahlar olarak değerlendirmekle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular. ez-Zeccâc der ki: Şanı yüce Allah, davarları sırtlarına binilsin, etleri yenilsin diye yarattığı halde onlar bu davarları kendilerine haram kıldılar. Güneşi, ayı ve taşları ise insanların emrine yarattığı halde, onlar bunları tapındıkları ilahlara dönüştürdüler. Böylelikle Allah'ın yarattığını değiştirmiş oldular. Tefsir âlimlerinden Mücahid, ed-Dahhak, Saîd b. Cübeyr ve Katade gibi bir topluluk da bu görüşü ifade etmişlerdir. Aynı zamanda İbn Abbâs'tan: "Onlara Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğin" âyetini, Allah'ın dinini değiştirmelerini emredeceğim diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir- en-Nehaî de böyle açıklamıştır. Taberî de bu görüşü tercih ederek şöyle demektedir: Bu âyetin anlamı böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın yasaklamış olduğu burmak, dövme yaptırmak ve buna benzer her tür masiyet iş, bunun kapsamına girer. Çünkü şeytan bütün masiyetleri işlemeye çağırır. Yani, Allah'ın dininde Allah'ın yarattığım mutlaka değiştirmelerini emredeceğim, anlamına gelir. Yine Mücahid: "Ve yine onlara, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" âyetini, Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratı değiştirmelerini emredeceğim diye açıklamıştır, Yani, insanlar İslam fıtratı üzere doğmuşlardır. Şeytan ise, bu fıtratı değiştirmelerini emr etmiştir. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar. Sonra onun anne ve babası onu yahudi, hıristîyan veya mecusİ yaparlar" Buhârî, Cenâiz 93; Müslim, Kader 22 vd.; Ebû Dâvûd, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5; Muvatta’', Cenâiz 52; Müsned, II, 2?3, 275, 347, 393, 410, 481. âyetinin anlamı budur. Buna göre, burada sözü edilen: "Allah'ın yaratmasının anlamı, yüce Allah'ın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye sorunca) onlar: Evet Rabbimizsin dediler" (el-A'raf, 7/172) âyetinde işaret ettiği ruhlarını zerreler halinde yarattığı günde onlarda var etmiş olduğu kendisine îman etmek fıtratım değiştirmek anlamına gelir. İbnü'l-Arabî der ki: Tavus'dan rivâyet edildiğine göre o, siyah bir kadının beyaz bir erkekle, beyaz bir kadının siyah bir erkekle nikâhlarım asında hazır bulunmaz ve böyle bir iş yapmak, yüce Allah'ın: "Onlara Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim" demek kabtlindendir dermiş. Kadı (İbnü'l-Arabî) der ki: Lâfız her ne kadar bu anlama gelme ihtimalini taşıyorsa da bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azadlısı beyaz olan Zeyd'i, Habeşistanlı ve Üsame'nin annesi (siyahi) Bereke Künyesi Um Eymen'dir. Adının "Bereke" olduğu söylenir. Usâme b. Zeyd'in annesidîr. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın dadısıdır, Osman (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. (İbn Hacer, Takribu't-Tekzib, II, 219) ile evlendirmesi şeklindeki uygulamasıyla tahsis edilir. Üsame'nin kendisi de beyaz bir babadan siyah birisi idi. Bu ise, bütün ilmine rağmen Tavus'a gizli kalmış bir noktadır. Derim ki: Yine Hazret-i Peygamber, siyah olan Üsame ile Kureyş'li ve beyaz tenli olan Kays kızı Fatıma'yı evlendirmiştir. Abdurrahman b. Avf in kızkardeşi Zühriyye de Hazret-i Bilal'in nikâhı altındaydı. Bu da bu genel hükmü tahsis etmektedir. Ve bu husus da ona (yani Tavusa, eğer metindeki gibi tesniye zamirine göre tercüme edilirse) Tavusa ve İbnü'l-Arabî'ye gizli kalmıştır. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı veli edinirse" yani, kim Allah'ın emrini bırakıp şeytana itaat ederse, "şüphesiz o apaçık bir zarara uğramış demektir." Yani, şeytana Allah'ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şeytan dolayısıyla Allah'a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur, 120Onlara vaadlerde bulunur, olmayacak kuruntulara düşürür. Oysa şeytan, kendilerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmaz Yüce Allah'ın: "Onlara vaadlerde bulunur" âyetinin anlamı şudur: O, kendine ait batılları mal, mevki ve başkanlık gibi aslı astan olmadık şeyleri, öldükten sonra diriliş, kötülüklerin cezalandırılması gibi şeylerin olmadıklarını ya'deder. Hayır yollarda infakta bulunmasınlar diye fakirlik vehmi ile ondan korkutur, "Olmayacak kuruntulara düşürür" âyetinin anlamı da bu kabildendir. "Oysa şeytan kendilerine aldatmaktan başka bir vaadde bulunmaz." Onlara vaadi sadece bir aldatmacadır, İbni Arafe der ki: Aldatma (el-ğumr); zahiren sevebilecek, bir tarafını gördüğün, gerçekte ise batını ile hoşlanılmayan veya bilinmiyen şey demektir. Şeytana da "Garur" denilir. Çünkü o, insanı nefsin sevdiklerini yapmaya iter. Halbuki bunun arkasında kötülük vardır. 121İşte onların barınakları cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır. "İşte onların" âyeti mübtedâ'dır. "Barınakları" ise, ikinci bir mübtedâ'dır. "Cehennemdir" ise, ikincisinin haberidir. Cümle bütünüyle ise, (Yanit ikinci mübtedâ ile onun haberi) birinci mübtedâ'nın haberidir, "Kaçacak bir yer," sığınacak bir yer demektir. Bunun fiili ise şeklinde gelir. 122Îman edip salih amel işleyenlere gelince, biz onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, Allah'ın dosdoğru bir va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir" âyeti mübtedâ ve haberdir Söz" kelimesinin mansub oluşu, beyan (temyiz) olmak üzere geldiğindendir. Aynı anlamda (söz) dır. Yani, Allah’tan daha doğru sözlü hiç kimse yoktur. Bu âyet-i kerimelerin ihtiva ettikleri anlamlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. 123İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır. Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür. Ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost (veli) bulabilir, ne de bir yardımcı. Yüce Allah'ın: "İş ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır" âyetinde, Ebû Cafer el-Medeni, kuruntu anlamına gelen kelimesini her iki yerde de "ye" harfini şeddesiz olarak okumuştur. Bu âyetin nüzulü ile iligili yapılan rivâyetlerin en güzeli, el-Hakem b. Ebâ'nın İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir: İbn Abbâs dedi ki: Yahudilerle hıristiyanlar, cennete bizden olandan başkası girmeyecektir dediler. Kureyşliler ise: Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "İş, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına kalmıştır" âyetini indirdi. Katade ve es-Süddî der ki: Mü’minlerle Kitap ehli birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir, Ve biz sizden daha çok Allah'a yakınız, dediler. Mü’minler İse: Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyetindeki "kötülük"den kasıt, şirktir. el-Hasen, bu âyet-i kerîme kâfirler hakkındadır dedikten sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: "Zaten Biz çokça nankörlük eden (kâfir)lerden başkasını cezalandırır mıyız ki," (Sebe', 34/17) Yine ondan: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmiştir: Bu, yüce Allah'ın hakir düşmesini istediği kimseler hakkındadır. Üstün ve şerefli olmasını dilediği kimseler hakkında değildir. Yüce Allah, bir topluluğu söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar, yaptıkları güzel amellerini kabul edip, kötülüklerinden vazgeçeceğimiz kimse terdirler. Cennetlikler arasındadırlar. Bu, onların vaadolunageldikleri dosdoğru bir vaaddır." (el-Ahkaf, 46/16) ed-Dahhâk der ki: Bu âyette kastolunanlar; yahudiler, hırıstiyanlar, mecustler ve Arap kâfirleridir. Cumhûr ise şöyle demektedir: âyetin lâfzı umumidir. Kâfir de, mü’min de kötü amelinin karşılığını görür. Kafirin cezası cehennemdir. Çünkü küfrü kendisini helâk etmiştir. Mü’min ise, dünyada çektiği-sıkıntılarla cezasını görür. Nitekim, Müslim Sahihinde Ebû Hüreyre’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür" âyeti nâzil olunca, müslümanlar üzerinde büyük bir etki yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı herbir musibette -küçük sıkıntıları ve herhangi bir taratma batan bir diken de dahil olmak üzere- günahlarına bir keffaret vardır." Müslim, Birr 52: Tirmizî, Tefsir 4. süre 24 Müsned, II. 248; Ebû Dâvûd, Cenâiz 1; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 39; Müsned, I, 11. VI, 167, 218, 248 et-Tirmizî el-Hakim de Nevâdiru't-Usûl adlı eserinin 95. faslında şunu rivâyet etmektedir: Bize, İbrahim b. el-Müstemir el-Hüzli anlattı dedi ki; Bize Abdurrahman b. Süleym b. Hayyan Ebû Zeyd anlattı dedi ki: Babamı, babasından şunu zikrederken dinledim: Ben, Mekke'den Medine'ye kadar İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Nafi'e dedi ki: Beni (yolumu) asılmışın yanındangeçirme-İbn ez-Zübeyr'i kast ediyor- (İbn Hayyan) dedi ki: Gece ortasında ansızın onun içinde bulunduğu hevdeci (İbn ez-Zübeyir'in asılı olduğu) kütüğüne gelip çarptı. İbn Ömer, kalkıp oturdu, gözlerini oğuşturduktan sonra şöyle dedi: Ey Hubeyb'in babası, sen şöyle şöyle bir kimse idin. Baban ez-Zübeyr'i yemin olsun şöyle derken dinlemiştim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim bir kötülük yaparsa, dünyada veya âhirette ona cezası verilir." Eğer bu onun karşılığı ise eh mesele yok. el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, VII. 12 (muhtasar olarak) Tirmizî Ebû Abdullah der ki: Kur'ân-ı Kerîm’de ise bunun özeti verilmekte ve yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı." Böylelikle bunun kapsamına iyi de kötü de, düşman da dost da, mü’min de kâfir de girmektedir. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu Hadîs-i şerîfte her iki yerdeki ceza arasında fark gözeterek şöyle buyurmuştur: "Ya dünyada veya ahirette onun cezasını görür," Yani o kötülüğünün cezası her iki yerde bir arada ona verilmek. Nitekim, İbn Ömer de (bu hadiste) şöyle demiştir: Eğer bu, öbürünün karşılığında ise, eh mesele yok. Yani, İbn ez-Zübeyr, Allah'ın Hareminde çarpıştı ve orada çok büyük bir iş yaptı, Öyleki, Beytullah yakıldı, mancınık ile Hacer-î esvede atış yapıldı, Hacer-i Esved parçalandı ve sonunda gümüş ile etrafı çerçevelendi. İşte bu güne kadar bu durumdadır. Hatta Beytullah’ın: Ah ah, diye iniltileri dahi işitildi. İşte İbn Ömer, onun bu yaptıklarını; daha sonra da onun öldürülüp asılmış olduğunu görünce, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" hadisini hatırladı, sonra da şöyle dedi: Eğer bu Öldürülme o yaptıktan karşılığında olursa mesele yok. Yani, sanki o kötülüğüne karşılık olarak bu şekilde öldürülüp asılmakla cezalandırılmış gibidir, Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başka Hadîs-i şerîfinde her iki kesim arasında fark olduğunu belirtmektedir. Bize, babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı dedi ki: Bize, Ebû Nuaym anlattı dedi ki; Bize, Muhammed b. Müslim, Yezid b. Abdullah b. Usame b. el-Hâd el-Leysi'den anlattı dedi ki: Yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyet-i nâzil olunca, Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh) şöyle dedi: İşte bu bizden geriye bir eser bırakmayacak. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebû Bekir, mü’min, kötülüğünün karşılığında dünyada ceza görür. Kâfir ise onun karşılığında Kıyâmet gününde ceza görür." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII 12 (Hazret-i Âişe'den yakın ifadelerle) Bize el-Cârûd anlattı dedi ki; Bize, Vekî, Ebû Muaviye ve Abde, İsmail b. Ebi Halid'den naklederek anlattılar ki: İsmail b. Ebî Bekr b. Züheyr es-Sakafi'den şöyle dediğini nakleder: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyet-i kerimesi nâzil olunca, Hazret-i Ebû Bekir şöyle dedi: Bu böyle ise Ey Allah'ın Rasulü kurtuluş nasıl mümkün olur? İşlemiş olduğumuz herşeyin eğer cezasını görürsek (biz ne yapabiliriz). Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah sana mağfiret buyursun Ey Ebû Bekir! Sen hiç yorulmuyor musun, hiç üzülmüyor musun, hiç sıkıntı ve mihnetle karşı karşıya kalmıyor musun?" Ebû Bekir, Bunların hepsi oluyor deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İşte bu da kendisiyle cezalandırıldığınız şeylerdendir." Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Allah'ın; "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyetindeki mücmel ifadeyi açıklamış olmaktadır. el-Tirmizî, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 546-547. Tirmizî de Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre, bu âyet-i kerîme nâzil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiş: "Ey Ebû Bekir, sana ve mü’minlere gelince siz, dünya hayatında bunların cezasını görürsünüz. Öyleki Allah'ın huzuruna günahsız olarak çıkmış olursunuz. Diğerleri ise, Kıyâmet gününde onun cezasını görsünler diye bu yaptıkları kötülükler toplanır, bir araya getirilir." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Mûsa b. Ubeyde ise, hadis hususunda zayıf diye nitelendirilmektedir. Onu, Yahya b. Said el-Kattân ile Ahmed b. Hanbel zayıf kabul etmişlerdir. Mevla b. Siba' ise meçhul bir ravidir. Bununla birlikte bu hadis, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dan başka yollardan da rivâyet edilmiştir. Yine de sahih bir isinadi yoktur. Bu hususta Hazret-i Âişe'den de rivâyet vardır. Tirmizî, Tefsir 2- sûre 39. Derim ki: Bu hadisi, Kadı İsmail b. İshak da rivâyet etmiştir, dedi ki: Bize, Süleyman b. Harb anlattı dedi ki: Bize, Hammâd b. Seleme, Ali b. Yezid'den anlattı. Ali'nin annesinden naklettiğine göre, annesi Hazret-i Âişe'ye şu: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" (el-Bakara., 2/284) âyeti ile şu: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" âyeti hakkında sordu. Hazret-i Âişe şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a buna dair soru sorduğumdan bu yana kimse bana (buna dair) soru sormadı. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Âişe bu, Allah'ın "kul ile" ona isabet eden humma, musibet, diken, hatta elbisesinin arasına sakladığı sonra da bulamadığı ve onu arıyayım derken elbiseleri arasında bulduğu eşyasına varıncaya kadar gelen musibetler karşılığında onunla yaptığı bir alış veriştir. Tâ ki mü’min, günahlarından, altın körüklenerek yabancı maddelerden kurtulduğu gibi öylece kurtuluncaya kadar." Müsned, VI, 238. Bütün bu görüşlere göre "Değildir" (âyeti kerimenin mealinde geçen; "Kalmamıştır" ifadesinde olumsuz anlam) edatının ismi kendi içerisinde gizlidir İfadenin takdiri de şöyle olur: Bu işlerden sizin temenni ettiğiniz şeyler olmaz. Aksine, kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah'ın sevap ve mükâfat vermesi sizin temenni ve kuruntularınıza göre olmaz. Zira, daha önceden: "Îman edip salih amel İşleyenlere gelince, Biz onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız" âyeti geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve kendisine Allah'tan başka ile bir dost bulabilir ne de bir yardımcı" âyetinde kast edilenler ise müşriklerdir Çünkü yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz, peygamberlerimize ve mü’minlere dünya hayatında şahîdlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz. " (el-Mu'min, 40/51) Şöyle de denilmiştir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür" tevbe etmesi hali bundan müstesnadır. Cemaatin kıraati Kendisine... ne bulabilir" şeklinde sakin olarak; Onun cezasını görür" âyetine atf edilerek cezm ile okunmuştur İbn Bekkâr ise, İbn Amir'den yeni bir cümle başı olarak "dal" harfini ötreli olarak okumuştur. Eğer âyet-i kerîme kâfirler hakkında kabul edilecek olursa anlamı: Yarın onun (kâfirin) bir dostu da olmayacaktır, bir yardımcısı da., demek olur. Şayet mü’min hakkında kabul edilecek olursa, o takdirde onun Allah'tan başka bir dostu da yoktur, bir yardımcısı da anlamına gelir. 124Erkek veya kadın, her kîm mü’min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve kendilerine hurma çekirdeğinin çukura kadar zulmedilmez. Burada îman şartı koşulmuştur. Çünkü müşrikler Kabe'ye hizmet edişlerini, hacılara yemek yedirişlerini, misafirlere ikram edişlerini, Kitap ehli ise; önceliklerini ve bir de: Biz Allah'ın oğullarıyız ve sevdikleriyiz, demelerini ileri sürmüşlerdi. Yüce Allah ise, güzel amellerin imansız kabul olunmayacağım beyan etmektedir. "Cennete girerler" âyetini, şeyhan Ebû Amr ile İbn Kesîr şeklinde meçhul bir fiil olarak (cennete girdirilirler, anlamında) diye "ya" harfini ötreli, hi" harfini de üstün olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya" harfini üstün, "hı" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Yani bunlar da amelleri sayesinde cennete girerler demektir. Nakîr kelimesine dair açıklama daha önceden (en-Nisâ, 4/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır ki, bu da hurma çekirdeğinin sırtındaki çukurcuk demektir. 125İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Hanif dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah İbrahim'i dost edinmiştir. Yüce Allah: "İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Hanif dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir" âyetinde İslam dinini sair dinlerden üstün kılmakta, tutmaktadır. "Kendisini Allah'a teslim eden" âyetinin anlamı ise, dinini Allah'a halis kılan, O'na itaat ederek boyun eğen, ibadetini O'na yapan demektir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah, bununla Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh)'ı kastetmektedir, (ki) kelimesi beyan (temyiz) olarak nasb edilmiştir. "İyilik yaparak" kelimesi ise, hal mevkiinde mübteda ve haberdir. Yani, muvahhid olarak demektir. O halde Kitap ehli bunun kapsamına giremez. Çünkü onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a imanı terk etmişlerdir. (İbrahim'in milleti, terkibindeki) Millet kelimesi din demektir. Hanîf ise müslüman demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/135. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Allah, İbrahim'i dost edinmiştir" âyetine gelince, Sa'leb der ki: Dost'a (halîl) bu adın veriliş sebebi, onun sevgisinin kalbin arasına sızıp yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından dolayıdır. Daha sonra da Beşşâr'ın şu beyitini nakletmektedir: "Ruhum benim her tarafıma girdiği gibi sen de öylece girip yerleştin. İşte bundan dolayıdır ki, halîl'e halîl ismi verilmiştir." Halil kelimesi, fail anlamını veren fail veznindeki bir kelimedir. Alîm kelimesinin Âl-im anlamında olduğu gibi. Bir görüşe göre de bu, habîb kelimesinin mahbûb (sevilen, sevgili) anlamına geldiği gibidir; bu da mef'ûl anlamında (candan sevilen dost) demektir. Hazret-i İbrahim, hem yüce Allah'ı sevendi, hem de Allah tarafından sevilendi. Şöyle de denilmiştir: Halîl kelimesinde özel dost edinme anlamı vardır. Aziz ve celil Allah, bizlere Hazret-i İbrahim'i kendi döneminde risalet görevi için özel olarak seçtiğini bildirmektedir. en-Nehhâs bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Buna delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Allah sizin bu arkadaşınızı da halîl edinmiştir." Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 3; ...Şüphesiz sizin bu arkadaşınız Allah'ın Halilidır." anlamında: Tirmızî, Menâkib 15,16. İbn Mâce, Mukaddime 11. Bununla kendisim kast etmektedir. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer ben bir halîl edinecek olsaydım, hiç şüphesiz Ebû Bekir'i halil edinirdim." Buhârî, Salât 80; Menâkıbu'l-Ensâr 45, Fedailu Asbâbi'n Nebiyy 3,5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 2-7; Tirmizî, Menâkıb 14,15; İbn Mâce, Mukkaddime 11 vb. Yani şayet ben, herhangi bir kimseye özel olarak bir şeyi tahsis etmiş olsaydım, elbetteki Ebû Bekir'e tahsis ederdim. İşte bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bazılarına özel olarak dinden bazı hususları bildirmiş olduğunu iddia edenlerin görüşlerini reddetmektedir. Şöyle de denilmiştir; Halil muhtaç olan demektir Buna göre, Allah'ın halili olan İbrahim, yani yüce Allah'a ihtiyacı bulunan demektir. Bu anlamıyla bu kelime sanki, durumu iyi olmayan birisi kast edilmiş gibi olar. Züheyr ise, Herim b. Sinan'ı överken şunları söylemektedir: "Bir kıtlık gününde bir fakir (halîl) ona gelecek olursa Der ki: Malım gaip değildir (işte malım) ve alıkonulmuş da değildir." ez-Zeccâc der ki: Halil'in anlamı sevgisinde halel bulunmayan kimse demektir. O bakımdan Hazret-i İbrahim'e Allah'ın kendisini tam ve eksiksiz bir sevgiyle sevip seçmiş olması dolayısıyla "halîlullah" ismi verilmiş olabilir. Yine yüce Allah'a ihtiyacı ve fakirliği dolayısıyla da "halîlullah" ismi verilmiş olması da mümkündür. Hazret-i İbrahim, fakirlik ve ihtiyacını bu hususta tam bir Ihlâs ile Allah'tan başka kimseye açmamıştır. İhtilal zaten fakirlik demektir. Rivâyet olunduğuna göre, mancınık ile ateşe atılırken havada bulunduğu sırada Hazret-i Cebrâîl yanına gelip: Bir ihtiyacın var mı; diye sormuş, o da: Senden bir ihtiyacım yok, demişti. Buna göre yüce Allah'ın Hazret-i İbrahîmi halîl edinmesi, ona yardımcı olması demektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i İbrahim'e bu ismin veriliş sebebi şudur: Mısır'da -Musul'da da denilmiştir- bulunan bir arkadaşına (halîline) ondan yiyecek almak üzere gitmişti. Ancak arkadaşını bulamayınca götürdüğü çuvallarını kum doldurup ailesine geri döndü. Torbaları koyup uyudu. Ailesi torbayı açınca içinde un olduğunu gördü. Ondan kendisine yiyecek birşeyler yaptılar. Kendisine takdim ettiklerinde: Bunu nereden buldunuz diye sorunca, aile halkı: Mısır'lı arkadaşının yanından getirdiklerinden yaptık, dediler. Bu sefer Hazret-i İbrahim: O, benim halîlimîn nezdindendir dedi. Bununla yüce Allah'ı kastetti -İşte böylece ona "Halîlullah" ismi verilmiş oldu- Yine denildiğine göre, Hazret-i İbrahim, kâfirlerin elebaşılarını konuk etmiş, kendilerine birtakım hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu. Ona: İhtiyacın nedir diye sormuşlar, o da şöyle demişti: Bir defa secde etmenize ihtiyacım var. Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce Allah'a şöylece dua etti; Allahım gerçekten ben imkânım olan bir işi yaptım. Allah'ım Sen de ehil olduğun Sana lâyık olan işleri yap. Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslam'a girme tevfikini ihsan etti. Bundan dolayı da Allah onu halîl edindi. Yine denildiğine göre, melekler Âdemoğulları kılığında onun yanına girip de o da, semiz bir buzağıyı önlerine getirince ondan yemediler ve şöyle dediler: Biz bedelsiz bir şey yemeyiz, O da bedelini ödeyerek yeyiniz, dedi onlar. Bu sefer: Bunun bedeli nedir, deyince Hazret-i İbrahim şöyle dedi: Başında bismillah diyeceksiniz, sonunda da elhamdülillah. Bu sefer kendi aralarında şöyle dediler: Gerçekten Allah'ın bunu haltl edinmesi yaraşır. Allah da onu halîl edindi. Cabir b. Abdullah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Allah, İbrahim'i yemek yedirdiği, selamı yaygınlaştırdığı, insanlar uykudayken geceleyin namaz kıldığı için halîl edinmiştir." Bk. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 706. Abdullah b. Amr b. el-As da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Ey Cebrâîl, Allah neden İbrahimi halîl edindi?" Hazret-i Cebrâîl dedi ki: Yemek yedirdiği için Ey Muhammed. Bk. es-Suyûti, ed-Dürru'l-Mensur, II, 706. Yine denildiğine göre halîl, Allah için dost edinen ve Allah için düşmanlık edendir. İnsanlar arasındaki hullet (halîllik) ise, dostluk, arkadaşlık demektir. Bu kelime sırların dostlar arasında kalması anlamına gelen;'den türetilmiştir. Yine denildiğine göre bu kelime; den gelmektedir. Her bir halîl, arkadaşının hailesini (ihtiyacını) kapattığından dolayı halîl ismi verilmiştir, Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Kişi arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin." Ebû Dâvûd, Edeb 16; Tirmizî, Zühd 45; Müsned, II, 303, 334. Şu beyiti söyliyen ne güzel söylemiş: "Dostluğu Allah, için olmayanın Dostu ondan, yana her zaman tehlike ile karşı karşıyadır. Bir diğeri şöyle demektedir: "Eğer sen candan bir dost edinmediysen Her bir kardeşin kardeşliğine asla güvenme Aralarından seçim yapman istenirse sen yapış: Aralarından akıl sahibi ve haya sahibi olanlarına; Çünkü hiç şüphesiz faziletler birbirleriyle boy ölçüşecek olursa Aklın dengi asla bulunmaz." Hassan b. Sabit (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Yiğit adamın dostu pek çok olur Fakat sıkıntılı zamanlarda onlar pek azdır Kardeşlik yaptığın kimsenin dostluğu aldatmasın seni Bir musibet esnasında senin hiçbir dostun olmaz Her bir kardeş: Ben vefakârım, der Fakat söylediğini yapmaz bir türlü Şerefli ve dindar candan bir dost dışında; İşte böylesi dediğini gerçekten yapandır. 126Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Yani hem mülkiyeti hem yaratması itibariyle. Anlamı da şudur: Allah, güzel itaaci dolayısıyla îbrahimi halîl edinmiştir. Yoksa, onu halîl edinmeye ihtiyacı dolayısıyla, yahut da bununla mülkünü artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun iken nasıl böyle bir şey söz konusu olabilir? Olsa olsa yüce Allah emirlerîne harfiyen uyması dolayısıyla Hazret-i İbrahim'e ikramda bulunmuştur. "Allah her şeyi kuşatıcıdır." Yani, Onun ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. 127Kadınlar (in mirası) hakkında senden fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı size Allah veriyor: Kendileri için yazılmış olanı (haklarını) onlara vermediğiniz, bununla beraber kendilerini nikâhlamayı istediğiniz yetim kadınlar (öksüz kızlar) ile küçük çocuklar ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız hususunda Kitapta sîzlere okunup duran ayetler de (size bu konuda fetva veriyor). Hayır türünden ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir Bu âyet-i kerîme, ashâbtan bir topluluğun miras ve başka hususlarda hanımların durumu ve onlara dair hükümler ile ilgili soru sormaları sebebiyle nâzil olmuştur. Yüce Allah Peygamberine, onlara şöyle demesini emretmektedir: "Onlar hakkında size Allah fetvayı veriyor" yani soru sorduğunuz hususta size hükmünü açıklıyor. Bu âyet-i kerîme ile sûrenin baş taraflarında sözü edilen kadınların durumlarına tekrar dönülmektedir. Henüz bilmedikleri bir takım hükümler kalmıştı. O bakımdan onlar bunlara bazı sorular sordular, kendilerine şöyle denildi: Şüphesiz ki Allah, onlar hakkında size fetva vermektedir. Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a soru sorulur, o da üzerine vahiy nâzil oluncaya kadar cevap vermezdi İşte bu da yüce Allah'ın Kitabında yer almaktadır: "Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki Onlara dair fetvayı size Allah veriyor." Yine onun Kitabında şunlar da vardır: "Bir de sana yetimler hakkında soruyorlar..." (el-Bakara, 2/220); "Sana içki ve kumardan soruyorlar,.." (el-Bakara, 2/219); "Sana dağları soruyorlar..." (Tâ-Hâ, 20/105) Yüce Allah'ın: "(Sizlere) okunup duran..." âyetinde yer alan edatı ref mahallinde olup, yüce Allah'ın ismine atf edilmiştir. Yani: Kur'ân da kadınlar hakkında size fetva vermektedir. Bu, yüce Allah'ın: "Size helal olan kadınlardan... nikâhlayınız" (en-Nisa, 4/3) âyetidir ki, daha önce buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Kendilerini nikâhlamayı istediğiniz" âyeti kendilerini nikâhlamayı arzulamadığınız, demektir. Burda edatı hazf edilmiştir. Burda "kendilerini nikâhlamayı istediğiniz" anlamına gelecek şekilde edatının hazf edildiği de söylenmiştir. Saîd b. Cübeyr ile Mücahid der ki; Malı çok ise onu nikâhlamayı isterdi. Hazret-i Âişe'nin nvâyet ettiği hadis İse; istememek anlamını veren edatın hazfi görüşünü pekiştirmektedir. Çünkü, Hazret-i Âişenin rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Yani sizden herhangi bir kimse himayesinde bulunup da malı da az, güzelliği de az bir yetim kızı nikâhlamak istemediği gibi, kendilerini nikâhlamak istemediğiniz kadınlar.,. Sözü geçen bu hadis ise bu sûrenin baş taraflarında (3- âyetin tefsirinin başında) geçmiş bulunmaktadır. 128Şayet bir kadın kocasının (kendisinden) yüz çevirmesinden yahut uzaklaşmasından korkarsa, barış yolu ile aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır. Zaten nefislerde bir cimrilik vardır. Eğer iyi geçinir ve sakınırsanız, şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız; 1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Kıraat Farkları: Yüce Allah'ın: "Şayet bir kadın..." âyeti, daha sonra gelen fiilin tefsir ettiği mahzuf bir fiil takdiri ile merfu'dur. "Korkarsa" öyle bir şey beklerse anlamındadır. Buradaki "korkarsa" fiilinin böyle birşeyden kesinlikle emin olursa anlamında olduğunu söyleyenlerin sözü hatalıdır. ez-Zeccâc der ki: Âyetin anlamı şudur: Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasının devam etmesinden korkarsa şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Âyet-i kerimede geçen nüşûz (korkmak) ile i'rad (yüz çevirmek) arasındaki fark şudur: Nüşûz, buradan uzaklaşmak, i'rad ise, onunla konuşmaması ve onunula sohbet etmemesi demektir. Âyet-i kerîme, Şevde bint Zem'a sebebiyle nâzil olmuştur. Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Hazret-i Şevde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisini boşayacağından korktu ve bu sebeple şöyle dedi: Beni boşama, nikâhın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye ver. Hazret-i Peygamber de böyle yapınca bunun üzerine: "... Barış yoluyla aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır." O sebepten aralarında sulh ile kabul ettikleri herhangi bir şey caizdir. (Tirmizî ) dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4. süre 26; Ebû Dâvûd, Nikâh 38, ile İbn Mâce, Nikâh, 48'de Hazret-i Âişe'den. İbn üyeyne, ez-Zührî'den o, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet ettiğine göre, Muhammed b. Mesleme'nin kızı Havle, Rafi’ b. Hadîc'in nikâhı altında idi. Yaşlılığından veya başka bir durumdan kaynaklanan bir hususundan hoşlanmadı. Onu boşamak istedi. Hanımı: Beni boşama ve bana istediğin gibi pay ayır dedi. Bu şekilde sünnet cereyan etti ve: "Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti nâzil oldu. es-Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, II, 711. Buhârî'nin de Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan rivâyet ettiğine göre "Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa" âyeti hakkında o şöyle demiş; (Âyet-i kerîme) yanında fazla sevmediği, fazla düşüp kalkmadığı, bir hanımı bulunup da ondan ayrılmak İsteyen, buna karşılık hanımının da kendisine: Benim hakkımda (bana istediğin gibi pay ayırmanı) sana helal ediyorum, demesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Buhârî, Mezâlim 11, Sulh 5, Tefsir 4. SÛRE 24, Nikâh 95; Müslim, Tefsir 13, 14. "Düzeltmelerinde" âyeti, genel olarak "barışmalarınında" anlamında; diye okunmuştur. Kûfelilerin çoğunluğu, bunu şeklinde okumuşlardır. el-Cahderi ve Osman el-Betti Cuilâ; diye okumuştur. Anlamı ise; Barışmalarında, şeklinde olup daha sonra "tı" harfi "sad" harfine idğam edilmiştir. 2. Kadının Kendi İsteğiyle Haklarından Feragat Etmesi: Bu âyet-i kerimedeki fıkhı inceliklerden birisi de, koca, kadının gençliğinin geçip gitmesinden ve yaşlanmasından sonra onun yerine bir başka kadın ile evlenmemesi gerektiği görüşünde bulunan kaba cahillerin kanaatlerini red etmesidir. İbn Ebi Muleyke der ki: Şevde bint Zem'a'nın yaşı ilerleyince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu boşamak istedi. Ancak of Hazret-i Peygamber ile birlikte kalmayı tercih edip, ona: Beni nikâhın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye tahsis et, dedi. Hazret-i Peygamber de böyle yaptı. Hazret-i Şevde de onun hanımlarından birisi olduğu halde vefat etti. Derim ki: Muhammed b. Mesleme'nin kızı da böyle yapmıştı. Mâlik, İbn Şihab'dan, o, Rafı' b. Hadîc'den rivâyet ettiğine göre Rafi", ensardan olan Muhammed b. Mesleme'nin kızı ile evlendi. Yaşlanıncaya kadar Rafi'in nikâhı altında kaldı. Daha sonra onun üzerine genç birisi ile evlendi. Genç hanımını ona tercih etti, Muhammed b. Mesleme'nin kızı kendisini boşamasını istedi, Rafi' de onu bir talâk ile boşadı. Sonra ona iddet süresini tamdı. İddeti biteceği vakte yakın ona ricat etti (döndü). Tekrar genç kadını ona tercih etti. Kadın yine ondan kendisini boşamasını istedi. O da onu bir talâk ile bir daha boşadı. Yine iddeti bitmeden ona ricat etti ve tekrar genç hanımı ona tercih edince yine ondan kendisini boşamasını istedi. Rafi' hanımına şöyle dedi: Nasıl istersen; geriye bir talâk hakkımız kaldı. Arzu edersen gördüğün şekilde onu sana tercih edişime devam etmeme katlanır ve kalırsın; arzu edersen de senden ayrılırım. Bu sefer hanımı şöyle dedi: Hayır, onu bana tercih edecek olsan dahi kalayım. Bunun üzerine Rafi' de onu nikâhı altında tutmaya devam etti. Rafi', hanımı kumasının kendisine tercih edilmesine rağmen yanında kalmayı tercih etmesi üzerine kendisinin vebal altında olduğu görüşüne katılmadı. Bunu, Ma'mer, ez-Zührî'den hem lâfız, hem de manasıyla rivâyet etti ve ayrıca şunu da ekledi: İşte: "Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa, barış yoluyla aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir vebal yoktur. Barış daha hayırlıdır" âyetinin hakkında nâzil olduğu sulh işte budur. el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 308. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Rivâyette zikredilen: "Genç olanı ona tercih etti" ifadesi ile -Allahu alem- kalbiyle ona meyledişi ve ona karşı arzu ve şevk duyuşunu kast etmektedir. Yoksa yemek, giyecek ve yanında gecelemek hususlarında ona tercih ettiğini kast etmemektedir. Rafi' gibi birisi hakkında böyle bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Doğrusunu iyi bilen Allah'tır. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize, Ebû'l- Ahvas Simâk b. Harb'dan, o, Halid b. Arârâ'dan, o, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan naklettiğine göre bir adam Hazret-i Ali'ye bu âyet-i kerîme hakkında soru sormuş, o da şöyle demiş: Bu, bir kişinin yanında bir hanım olup da çirkinliği, fakirliği, yaşlılığı yada kötü huyluluğu dolayısla gözü ondan uzaklaşır, buna karşılık hanımı da ondan ayrılmak istememesi durumu ile ilgili olarak nâzil olmuştur. Böyle bir kadın, şayet mehrinin bir kısmından kocası lehine vazgeçecek olursa, onun bunu alması kocaya helal olur. Yine günlerinden bazısını ona bağışlayacak olursa bunda da bir vebal yoktur. ed-Dahhâk der ki: Eğer koca, önceki hanımından daha genç ve daha beğendiği birisiyle evlenecek olursa (önceki hanımın rızasıyla) hakkından bazı şeyleri eksiltmesinde bir sakınca yoktur. Mukâtil b. Hayvan der ki: Burada kasıt, nikâhı altında yaşlı bir kadın bulunup da üzerine genç bir kadın ile evlenen kocadır. Koca bu yaşlı hanımına: Bu genç kadına sana ayırdığım gece ve gündüz payından daha fazlasını vermem karşılığında sana malımdan bazı şeyler vermek istiyorum der, önceki kadın da aralarında anlaştıkları bu şeye razı olur (ise) mesele yok. Şayet kadın hakkını almaktan başka bir şeye razı olmazsa, bu sefer günlerini aralarında paylaştırmak ve âdil olmakla mükelleftir. 3. Karı-Koca Arasındaki Çeşitli Barış Türleri: İlim adamları der ki: İşte bu âyette, böyle bir durumla karşılaşılması halinde bütün sulh çeşitlerinin mubah olduğuna delil vardır, ister koca kadının sabretmesine karşılık ona birşeyler versin, isterse kadın tercihi karşılığında kocasına birşeyler versin, isterse de kadına diğerine tercih etmek, bununla birlikte öncekini nikâhı altında tutmak şeklinde olsun, yada bu sulh, herhangi bir şey vermeksizin tercihe katlanmak şeklinde olsun; bütün bu şekiller mubahtır. Hanımlardan birisinin vereceği bir şey karşılığında kendi günü hakkında diğeriyle barış yapması da caizdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları da böyle yapmıştı, Şöyle ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Safiye'ye kızmıştı. Safiye Hazret-i Âişe'ye: Benim ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın arasını düzelt buna karşılık da ben sana günümü bağışlamış olayım. Bunu, İbn Huveyzimendâd Ahkamu'l-Kur'ân adlı eserinde Hazret-i Âişe'den rivâyet etmektedir. Hazret-i Âişe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hususta Safiye'ye kızdı. Safiye bana şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın bana olan kızgınlığını giderip bana hoşnut olmasını sağlaman karşılığında sana günümü vermeme ne dersin? (Âişe) dedi ki: Zaferan ile boyanmış bende bulunan bir örtüyü üzerine su serptikten sonra giyindim. Daha sonra gidip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına oturdum. Bana: "Benden uzak dur, bugün senin günün değildir" diyince, ben de şöyle dedim: Bu Allah'ın bir lütfudur. O, lütfunu dilediğine verir, deyip ona durumu anlattım. O da Safiye'den hoşnut oldu. İşte bu rivâyet de hanımlara karşı eşit muameleyi terk ederek birini diğerine üstün tutmanın, başkasının kendisine tercih edilmesini kabul edecek olanın izin ve rızasî ile olmadıkça câiz olmıyacağını göstermektedir. 4- Kıraat Farklarına Dair Açıklamalar ve Anlamlan: Kûfeliler Düzeltmeleri" şeklinde, diğerleri ise, Barış yapmalan," şeklinde, el-Cahderi de: Barışmaları" şeklinde okumuştur. Bu kelimeyi; şeklinde okuyanların bu okuyuşu şöyle açıklanır: Arapça'da bilinen şu ki, bir topluluk arasında eğer bir anlaşmazlık varsa ve bu anlaşmazlık düzeltilirse; Barıştılar" denilir Buna karşılık; Düzelttiler" denilmez. Eğer, şeklinde kullanılırsa, bunun mastarı da; Islah etmek," düzeltmek olur. O bakımdan; Düzeltmeleri" şeklinde okuyanlar, bunun bir benzerini karşılıklı anlaşmazlık ve çekememezlik halinde de kullanmış olur. Nitekim: "Aralarını düzeltirse" (el-Bakara, 2/182) diye buyurulmuştur. Yüce Allah'ın: "Barış yolu ile" kelimesi bu kıraate göre mef'ûl olarak nasb edilmiş olur ve bu da vermek veriş., anlamına gelen isminin; Verdimm" fiilinden kullanılması gibi isim olur. Buna göre Barış yaparak düzelttim" ibaresi, Bir işi düzelttim" demeye benzer. Aynı şekilde bu kelimeyi; Barışmaları" şeklinde okuyanların kıraatine göre de bu, mef'ûldur. Çünkü bu kip, burada müteaddi olarak gelmiştir. Bununla birlikte fazlalıklar) hazfedilmiş bir mastar olması ihtimali de vardır. Barışırlarsa" şeklinde okuyanların kıraatine göre ise bunun asli; şeklindedir. Daha sonra bu (te harfi "sad" harfinden sonra ince olduğundan) onun benzeri fakat sert harf olan "tı"ya değiştirilerek Ne dönüşür. Daha sonra da "ti" harfi "sad" harfine dönüştürülerek "sad" harfi ona İdğam edilir. "Sad" harf indeki safir (ıslık) sesinin devamı dolayısıyla "tr'ya değiştirilmez. (Yani, buna bağlı olarak "ti" harfi de "sad" harfine dönüştürülür). Yüce Allah'ın: "Barış daha hayırlıdır" âyeti, umumi ve mutlak bir lâfızdır. Ruhları teskin eden ve anlaşmazlıkları izale eden gerçek sulhun, kayıtsız ve şartsız olarak hayırlı olmasını gerektirir. Mal, yatakta beraberlik veya bunun dışında herhangi bir hususta karı ile koca arasında meydana gelecek bütün sullıler de bu hususun kapsamına dahildir. "Hayırlıdır" âyeti, ayrılıktan daha hayırlıdır, demektir. Çünkü ayrılıkların, kinin ve öfkenin devam edip gitmesi, şerri ayakta tutan unsurlardandır. Hazret-i Peygamber de, kin hakkında: "İşte o tıraş edicidir" Muvatta’', Husnu'l-Huluk 7; Müsned, VI, 445. Hadisin muttasıl başka rivâyetleri için bk. İbn Abdill-Berr, et-Temhid, XXIII, 145 vd.; el-İstizkâr, XXVI, 127 vd. diye buyurmuştur Tıraş edici olması, saçı tıraş eden değil, dini tıraş eden demektir. 6- Kötü Huyların Kaynağı Cimrilik: Yüce Allah'ın: "Zaten nefislerde bir cimrilik vardır" âyeti, cimriliğin herkeste var olduğunu haber vermektedir. İnsanın hilkati ve karakteri itibariyle cimrilik etmesinin kaçınılmaz olduğunu ve hatta arkadaşını dahi kendisinin hoşlanmadığı şeye buğz etmeye kadar götürebileceğini ortaya koymaktadır. Cimrilik anlamına gelen;'ın fiilleri şeklinde gelir, İbn Cübeyr der ki: (Burada sözü edilen cimrilik) kadının kocasından aldığı nafakasını ve ona günlerini ayırmasını bencilce kendisine istemesidir. İbn Zeyd der ki: Burada cimrilik, kadının da, erkeğin de kendi tutkularını gerçekleştirmek istemesidir. İbn Atiyye der ki: Bu daha güzel bir açıklamadır. Çünkü çoğunlukla kadın kocasından hakettiği pay kendisinin olsun ister. Kocanın da çoğunlukla genç hanımına ayrılan payında bir bencilliği vardır. Cimrilik, (es-Şuh bencillik, kıskançlık vs.) inanç, irade, arzu, istek, mal ve benzeri konularda gerekli zapt-u raptı sağlamak demektir. Böyle bir duygu, kişinin dinine daha bir sarılmasına sebep oluyorsa bu, övülen bir duygudur. Başka hususlarda onu tutkunluğa itiyor ise, onda kısmen yergi sözkonusudur. İşte hakkında yüce Allah'ın: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, felâh bulanların tâ kendileridir" (et-Teğabûn, 64/16) diye buyurduğu cimrilik çeşidi budur. Şer'î hakları yahut da insanlığın gerektirdiği şeyleri engellemek noktasına kadar götürürse işte o adi bir huy olan bahîllik (cimrilik, pintilik, eli sıkılık) dır. İşte eli sıkılık bu yerilmiş huy ve adi karakterlere kadar götürecek olursa, artık o kimseden ne bir hayır umulur, ne de bir düzeliş. Derim ki: Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ensara şöyle sormuş: "Efendiniz kimdir." Onlar; el-Ced b. Kays, ama biraz cimriliği vardır. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: "Cimrilikten daha kötü hangi hastalık vardır ki?" Bu sefer şöyle sordular: Bu nasıl olur Ey Allah'ın Peygamberi? Şöyle buyurdu: "Bir kavim deniz kıyısında konakladı. Cimrilik dolayısıyla kendilerine misafir gelmesinden hoşlanmadılar. Bunun üzerine erkeklerimiz ve kadınlarımız birbirinden uzaklaşsın ki, misafir geldiği takdirde erkekler onlara kadınların uzak bulunduklarını belirterek özür beyan etsinler, kadınlar da erkeklerin kendilerinden uzakta bulunduğunu belirterek özür beyan etsinler. Gerçekten de böyle yaptılar. Ve bu durumları uzayıp gitti. Bu sefer erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla meşgul oldu." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 315; Müslim, îmare 69; Müsned, III, 396. Câhiliyye döneminde Seleme oğullarının efendisi olmuş, ancak Hazret-i Peygamber onun yerine Amr b. el-Cemûh'u nakib (kavminin temsilcisi) yapmıştı. Sonraları güzel bir şekilde tevbe ettiği de söylenmiştir. Hazret-i Osman'ın halifeliği döneminde vefat etmiştir. İbnu’l-Esîr, Usdu'-Ğâbe, I, 327. Bu hadis daha önceden (Âl-i İmrân, 3/180. âyet, 3- başlıkta) geçmişti. Bunu, el-Mâverdî (Edebu'd-Dünya ve'd-Din adlı eserinde) zikretmiştir. 7- Allah İyilik Yapanların İyiliklerinden Haberdardır: Yüce Allah'ın: "Eğer iyi geçinir ve sakınırsanız" âyeti bir şarttır. "Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır" âyeti de onun cevabıdır Bu, cimrilik yapıp iyilik yapmamaları haline dair kocalara bir hitaptır. Yani, eğer iyilik yapar onlarla birlikte olmaktan hoşlanmamanıza rağmen kadınlarla geçiminizde kötülük yapmaktan sakınır, onlara zulmetmekten kendinizi uzak tutarsanız bu sizin için daha bir faziletlidir, 129İsteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari büsbütün meyledip de ötekini askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphe yok ki Allah, çok mağfiret edicidir, marhamet sahibidir Yüce Allah: "isteseniz bile kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari büsbütün meyledip de.," âyetinde, kadınlar arasında mutlak adaleti gerçekleştirmenin güç dahilinde olmadığını haber vermektedir. Güç dahilinde olmayan şey ise, sevgi, cima ve kalpteki yer itibariyle tabii meyil ile ilgili hususlardadır. Yüce Allah, insanların durumunu vasfetmekte ve yaratılışları gereği, kalplerinin kimisine meyledip, kimisine meyi etmesini önlemek imkânına sahip olmamakla nitelendirmektedir. O bakımdan Peygamber (salat ve selam ona) şöyle derdi: "Allahım, işte bu benim gücüm dahilinde olan hususlardaki paylaştırmanındır, O bakımdan Senin Mâlik olduğun, benim sahip olamadığım hususlarda beni kınama!" Ebû Dâvûd, Nikâh 38; Tirmizî, Nikâh 42; Nesâî, İşretu'n-Nisa 2; İbn Mâce, Nikâh 47: Dârimî, Nikâh 25. Daha sonra yüce Allah bir nehiyde bulunarak: "Bari büsbütün meyledip de..." diye buyurmaktadır. Mücahid der ki: Kasten kötülük yapmaya kalkışmayınız. Aksine paylaştırmada ve nafakada eşitliğe riâyet ediniz. Çünkü bu, güç yetirilen hususlar arasındadır. İleride buna dair açıklamalar geniş bir şekilde el-Ahzab Sûresi'nde (33/51. âyet 2; başlıkta) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Katade de en-Nadr b. Enes'den, o, Beşir b. Nehîk'ten, o, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimin İki hanımı bulunur da aralarında adalet yapmazsa, Kıyâmet gününde bir tarafı meyilli olarak gelir." Ebû Dâvûd, Nikâh 38; Tirmizî, Nikâh 42; Nesâî, İşretu'n-Nisâ 2; İbn Mâce, Nikâh 47; Dârimî, Nikâh 24; Müsned, II, 295, 347. 471. Yüce Allah'ın: "Ötekini askıdaymış gibi bırakmayın" yani ne boşanmış, ne de evli gibi kalmasın. Bu açıklamayn el-Hasen yapmıştır. Bu da bir şeye asılı bulunan bir başka şeye bir benzetmedir. Böyle bir şey ise, ne yer üzerinde karar bulmuştur, ne de asılı bulunduğu şey tarafından gereği gibi taşınmaktadır Bu: darb-ı meseline benzemektedir. Çoğu bulamadığı için aza kanaat etmeye dair bir darb-ı meseldir (Mecmau'l-Emsâl, I. 305'ten naklen; İbn Aliyye, el-Muharrar, IV, 274, dn: 308), Nahivcilerin örfünde ise, fiilin taliki de bunu andırmaktadır, Umrn Zer' hadisi diye bilinen meşhur hadiste kadının şu sözleri de bu kabildendir: "Kocam, çirkin bir sırık gibi ince ve uzundur. Konuşursam beni boşar, susarsam askıda kalırım." Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 92. Katade dedi ki: ("Askıdaymış gibi" demek) hapisdeymiş gibi demektir. Nitekim, Ubeyde bunu: "Onu hapisde imiş gibi bırakmayın" diye okumuştur. İbn Mes'ûd ise bunu: Onu, sanki o askıdaymış gibi bırakmayın" diye okumuştur. "Onu... bırakmayın" kelimesi nasb mahallindedir. Çünkü nehyin cevabıdır. "Askıdaymış gibi" kelimesindeki ("gibi" anlamındaki) "kef" harfi de yine nasb mahallindedir 130Eğer (karı-koca) birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah her birini genişliği ile zengin kılar. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hikmeti büyüktür. Âyetin tefsiri için bak:132 131Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Yemin olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer küfre saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan (Gani)dir, hamde lâyık olandır. Âyetin tefsiri için bak:132 132Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, vekil olarak, Allah yeter. Yüce Allah'ın: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, her birini genişliği ile zengin kılar" âyetinin anlamı şudur: Eğer birbirleriyle barışmaz aksine ayrılacak olurlarsa, Allah hakkında güzel zan beslesinler. Yüce Allah erkeğe gözünün aydınlığı olacak bir hanım nasip edebilir. Hanıma da kendisine bol imkânlar sağlayacak bir koca nasip edebilir. Rivâyete göre Cafer b. Muhammed'e bir adam gelip fakirliğinden şikâyet etti. Ona nikâhlanmasini söyledi. Adam gitti evlendi. Daha sonra ona gelip yine fakirlikten şikâyet etti. Bu sefer o hanımı boşamasını emretti. Ona niye böyle yaptığı sorulunca şöyle dedi: "Eğer fakir iseler, Allah onları lütfuyla zengin kılar" (en-Nûr, 24/32) âyetinin sozkonusu ettiği kimselerden olabilir ümidiyle ona nikâhlanmasını emrettim. Ama bu âyetin sozkonusu ettiği kimselerden olmadığı ortaya çıkınca, bu sefer ona boşanmasını emrettim ve dedim ki: Belki de şu: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa Allah herbirini genişliği ile zengin kılar" âyetinin söz ettiği kimselerden olabilir. Yüce Allah'ın: " Yemin olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkun diye tavsiye ettik" âyetine göre; takva emri bütün ümmetlere verilmiş genel bir emirdir. Takvaya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2, âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Size de" âyeti Kitap verilenlere de" âyetindeki çoğul zamirine alf edilmiştir. Allahtan korkun diye" âyeti de nasb mahallindedir. el-Ahfeş der ki; Yani, Allah'tan korkun emri ve tavsiyesi İle... (tavsiyede bulundu). Ariflerden birisi de şöyle demiş: Bu âyet-i kerîme Kur'ân âyetlerinin eksenidir. Çünkü, bütün Kur'ân-ı Kerîm bunun etrafında döner. Yüce Allah'ın: "Eğer küfre saparsanız, şüphesiz göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ğanidir), hamde lâyık olandır. Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter" âyetine gelince, birisi bu âyetlerdeki tekrarların faydası nedir, diye sorarsa, buna iki şekilde cevap verilir: Birinci cevap: Bu, te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Böylelikle kullar buna gereken şekilde dikkat etsinler, yüce Allah'ın mülk ve melekûtuna (mutlak sahiplik ve egemenliğine) baksınlar, O'nun âlemlere hiçbir şekilde muhtaç olmadığına dikkat etsinler. İkinci cevap: Bu tekrar, birkaç faydayı bir arada gerçekleştirmek içindir. Birincisinde yüce Allah (karı-kocadan) her kişiyi geniş lütfuyla zengin kılacağını haber vermektedir. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey O'nundur. Hazineleri bitip tükenmez. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ve biz size de, kitap ehline de takvayı tavsiye (emr) ettik. "Eğer küfre saparsanız" yani, şayet küfre sapacak olursanız şüphesiz ki O'nun size ihtiyacı yoktur (Ganidir). Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur. Üçüncüsünde de, yüce Allah bütün yaratıklarını koruyup gözetmesini, onların işlerini çekip çevirmesini, yönetmesini de: "Vekil olarak Allah yeter" âyeti ile haber vermektedir. Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. Yüce Allah: "Göklerde kim varsa" buyurmayıp da "ne varsa" diye buyurmasına gelince, burada varlıkların varlık olarak cinsi kastedildiğinden dolayıdır. Çünkü göklerde ve yerde aklı erenler de vardır, akıl sahibi olmayan varlıklar da vardır. (Arapça'da akıllı varlıklar için "men: kim", akılsız varlıklar için de "ma" ismi mevsullan kullanılır.) 133Eğer O dilerse, -ey insanlar- sizi yok eder. Başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir. "Eğer O dilerse -ey insanlar-" müşriklerle münafıkları kast ediyor, "sizi" ölüm ile "yok eder, başkalarını getirir" sizden başka kimseleri var eder. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Selman’ın sırtına vurdu ve şöyle dedi: "İşte burada sözü geçenler bunun kavmidirler." Bu âyet-i kerimenin umumi olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer küfre saparsanız sizi yok eder ve sizden daha çok Allah'a itaat eden insanlar yaratır. Bu da yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimedeki şu âyetini andırmaktadır: "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir Sonra onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38) Âyet-i kerimede aynı zamanda herhangi bir velayet, emirlik ve başkanlığı bulunup da yönetimi altındakiler 'hakkında âdil davranmayan yahut alim olup da ilmiyle amel etmeyen ve insanlara öğüt vermeyen herkese onu yok edip yerine başkasını getireceğine dair bir korkutma ve bir dikkat çekme de sözkonusudur. "Allah buna hakkıyla kadirdir" Kudret yüce Allah'ın ezeli bir sıfatıdır. Onun malumatının nasıl sonu yoksa, makdûrâtının (güç yetirdiği şeylerin) da sonu olmaz. O'nun sıfatları hakkında geçmiş, gelecek ve halihazırdaki durum aynıdır, Âyet-i kerimede bunun özel olarak mazi (di'li geçmiş.) ifadesiyle zikredilmesi, Onun zat ve sıfatında herhangi bir şeyin sonradan hadis olduğu vehmine kapılmamak içindir. Kudret ise, fiilin kendisiyle meydana geldiği sıfattır. Kudret ile birlikte acizliğin varlığı mümkün değildir. 134Kim dünya sevabını isterse bilsin ki, dünyanın da âhiretin de sevabı Allah'ın nezdindedir. Allah herşeyi işitendir, görendir. Yani, kim âhireti elde etmek arzusuyla Allah'ın farz kıldığı şeyleri gereği gibi yerine getirecek olursa, Allah âhirette bunun'mü kafa tını ona verir. Her kim dünyalık eîde etmek arzusuyla amel ederse, Allah ona da dünyada takdir ettiği kadarını verir, âhirette ise onun bir mükâfatı olmaz. Çünkü Allah'tan başkası için amel etmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Ve onun âhirette hiç bir payı da yoktur." (eş-Şûra, 42/20); "İşte onlar, ahirette ateşten başka hiçbir payları olmayanlardır" (Hûd, 11/16) Böyle bir açıklama, âyet-i kerîme ile münafık ve kâfirlerin kast edilmiş olması halinde uygundur Taberî'nin tercihi de budur. Rivâyete göre, müşrikler Kıyâmete îman etmezler. Yüce Allah'a da dünya hayatında kendilerine genişlik versin ve dünyada hoşlarına gitmeyen şeyleri üzerlerinden kaldırsın diye yaklaşmaya çalışırlardı. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Kim dünya sevabını (mükâfatını) isterse, bilsin ki dünyanın da ahiretin de sevabı Allah'ın nezdindedir. Allah her şeyi işitendir, görendir" âyetini indirdi Yani, onların söylediklerini işitendir, İçlerinde gizlediklerini de görendir. 135Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun. Kendinizin yahut ana-babanızın ve yakınlarınızla aleyhine dahi olsa, zengin ya da fakir olsunlar. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Artık adaletten vazgeçerek hevâya uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz, şüpheniz olmasın ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağız: 1- Adaleti Ayakta Tutmanın Devamlılık Gereği: Yüce Allah'ın: "Ayakta tutanlar...olun" âyetindeki: "Ayakta tutanlar" âyeti mübalağa kipidir. Yani, adaleti ayakta tutma işi sizden gerektiği her seferinde tekrarlanıp dursun. Bu ise, kendi aleyhinize şahidlikte adaletli olmak ile olur. Kişinin kendi aleyhine şahidliği, aleyhindeki hakları ikrar etmesiyle olur. Bundan sonra ise kendilerine iyi davranmanın vacib olması ve mevkilerinin büyüklüğü dolayısıyla anne-babadan gözetmekte ve ikinci olarak da akrabaları sözkonusu etmektedir. Çünkü akrabalar sevilir ve onlar yakınlık duygusuyla âdil olmayan bir şekilde korunmaları ihtimali vardır. (Bunlar hakkında dahi adü davranmak gerektiğinden) yabancı insanlar hakkında âdil olmak ve gerektiğinde aleyhlerine şahidlikte bulunmak ise, öncelikle sozkonusudur Böylelikle bu sûrede, malî hususlarda insanların haklarını korumaya dair açıklamalar yer almış olmaktadır 2- Yakınlar Aleyhinde Şahidîik: Bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği hükümlerin sıhhati hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde çocuğun anne-babası aleyhine yapacağı şahidliğin geçerli olacağı, böyle bir şahidliğin onlara karşı iyi davranmaya aykın olmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Hatta gerektiğinde aleyhlerine şahidlikte bulunup onları batıldan kurtarmak, onlara yapılabilecek iyilikler arasındadır. Yüce Allah'ın: "Kendinizi ve aile efradınızı öyle bir ateşten koruyun ki..." (et-Tahrim, 66/6) âyetinin ifade ettiği anlam da budur. Kişinin ebeveyni lehine, ebeveyninin de onun lehine şahidlik etmesine gelince, bu da bir sonraki başlığın konusudur: 3- Ebeveynin Çocukları ve Çocukların da Ebeveyni Lehine Şahidlikleri: Bu hususta eskiden de, sonradan da ihtilâf edilmiştir. İbn Şihâb ez-Zührî der ki: Selef-i salihten geçmiş olanlar, anne-babanın ve kardeşin (lehteki) şahidliğini câiz kabul ediyorlar ve bu hususta yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahidlik edenler olun" âyetine dayanırlardı. Çünkü selef-i salihten (Allah onlardan razı olsun) bu hususta herhangi bir kimse itham allında bulunmuyordu. Sonra insanlardan öyle bir takım davranışlar ortaya çıkmaya başladı ki, yetki sahiplerini bu hususta onları itham (zan) altında tutmaya İtti. O bakımdan itham altında bulunanın şahidliği terk edildi. Bu, sonunda çocuğun, babanın, kardeşin, kocanın ve zevcenin (lehteki) şahidliğini câiz görmemek noktasına geldi. Aynı zamanda bu el-Hasen, en-Nehaî, eş-Şa'bi, Şureyh, Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî ve İbn. Hanbel’in de görüşüdür. Kimileri de, eğer âdil kimseler iseler, bunların birinin diğeri lehindeki şahidh'ğim câiz kabul etmiştir Ömer b. el-Hattâb'dan böyle bir şahidliği geçerli kabul ettiği rivâyet edilmiştir. Aynı şekilde Ömer b. Abdulazizden de böyle rivâyet edilmiştir. İshak, es-Sevrî ve el-Müzenî de bu görüştedir. Mâlik’in görgü ise, adaletli kimse olması halinde -neseb hususu müstesna- kardeşin kardeşi lehindeki şahidliğini câiz görmektedir İbn Vehb ise Mâlik'ten, eğer onun bakımı altındaki kimselerden ise, yahut da kendisine miras kalacak bir mal payı hakkında ise, bu şahidliğin câiz olmayacağını ifade ettiğini rivâyet etmiştir. Mâlik ve Ebû Hanîfe der ki; Kocanın hanımı lehindeki şahidliği kabul edilmez. Çünkü bunlar arasındaki mülkiyet menfaatleri birbirine ulaşır. Şahidliğe konu olan şeyler de bunlardır. Şâfiî der ki: Eşlerin birbirleri lehindeki şahidliği caizdir. Çünkü bunların biri diğerine yabancıdır. Onlar arasındaki evlilik akdi ise, sona ermekle karşı karşıyadır Aslolan ise tahsis bulunduğu takdirde, tahsis edilen alan dışında şahidliğin kabul edilmesi olduğuna göre, (eşlerin birinin diğeri lehindeki şahidliği de) aslı üzere kalmaktadır. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü evlilik, karşılıklı olarak şefkati, birbirlerinin haklarını gözetmeyi, ülfeti ve sevgiyi gerektirir. O bakımdan bu gibi durumlarda (birbirlerini kayırma)ithamı güçlü ve açık bir halde bulunmaktadır. Ebû Dâvûd da Süleyman b. Mûsa'dan, o, Amr b. Şuayb'dan o, babasından, o da dedesi yoluyla rivâyet ettiği hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hain erkeğin, hain kadının ve kin sahibi bir kimsenin kardeşi aleyhindeki şahidliğini red etmiştir. Aynı şekilde bir aile halkı yanında geçinen fakir bir kimsenin onlar lehindeki şahidliğini de reddetmiş, diğerlerinin şahidliklerini kabul etmiştir. Ebû Dâvûd, Akdiye 16; Yakın lâfızlarla: Tirmizî, Şehâdât 2; İbn Mâce, Ahkâm 30; Müsned, II. 203. 225; Ebû Dâvûd\m lâfzıyla: Müsned. II, 204. el-Hattabî der ki; Kin sahibi (zu el-ğımr) kişi, kendisiyle aleyhinde şahidlikte bulunduğu kimse arasında açık bir düşmanlık bulunan kişidir. Böyle bir İtham dolayısıyla bu gibi kimselerin şahidliği red olunur. Ebû Hanîfe der ki: 'Kişinin düşmanı aleyhine şahidliği, eğer âdil bir kimse ise makbuldür. Hadîs-i şerîfte geçen "bir aile yanında kalıp onlardan geçinen (el-kânî) ise, dilenen ve kendisine yemek verilmesini isteyen kimse demektir. Bu aslında dilencilik yapmak anlamındadır. Yine el-kani' hakkında söyle bir açıklama yapılmıştır: Bu, bir topluluğa kendisini vererek başka hiçbir şeyle uğraşmaksızın yalnızca o topluluğun hizmetini gören, onların ihtiyaçlarını karşılayan kimse demektir. Bu da ecîr (ücretle çalıştırılan özel işçi) yahut vekil ve buna benzer kimsedir. Böyle bir şahidliğin reddedilmesinin hikmeti ise, bu şahidliği yapmakla kişinin kendi lehine bir menfaat temin etme İmâmının varlığıdır Çünkü, bir aile halkına hizmet eden bir kimse, onların elde edeceği menfaatten yararlanır. Yaptığı şahidlik ile kendisine herhangi bir menfaat sağlayan kişinin şahadeti merdudtur. Bir kimsenin şuf’a hakkı ile alma imkânına sahip olduğu bir evi bir başkasının satın aldığına dair şahidlik edenin veya bir kimsenin lehine müflis bir kimsenin üzerinde alacağı bulunduğuna dair hüküm verildikten sonra, müflisin lehine de bir başka adamın üzerinde alacağı bulunduğuna şahidlik etmesi ve buna benzer durumlar. el-Hattabî der ki: Ev halkı yanında barınan fakir bir kimsenin onlar lehine yapacağı şahidliğin reddediliş sebebi, bunun menfaatinin kendisine gelmesidir. O halde bu söze kıyasen, kocanın hanımı lehine yapacağı şahidliğin de reddedilmesi gerekir. Çünkü, ikisi arasında menfaat sağlama ithamı daha ileri derecededir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir Hadîs-i şerîf, babanın çocuğu lehine olan şahidliği câiz kabul edenlerin aleyhine bir delildir. Çünkü baba, böylelikle oğluna olan fıtri sevgisi ve meyli dolayısıyla bu şahidlikle ona bir menfaat sağlar. Diğer taraftan baba, oğlunun istememesine rağmen onun malına mâliktir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Sen de malın da babana aitsiniz" diye buyurmuştur. İbn Mâce, Ticarât 64: Müsned, II, 179, 204, 214. Mâlik'e göre şahidliği red edilenler arasında bedevi kimsenin şehirde yaşayan aleyhinde yapacağı şahidlik de vardır. O şöyle der; Ancak, kişinin kendisi çölde veya kasabada yaşıyorsa müstesna. İkamet halinde bedevi bir kimseyi şahid gösterip onunla ikamet eden komşularını terkeden kimse (onları şahid göstermeyen kişi) kanaatimce şüpheye düşüren bir kimsedir. Ebû Dâvûd ve Dârakutnî şunu rivâyet ederler: Ebû Hüreyre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı söyle buyururken dinlemiş: "Bedevî bir kimsenin kasabada yerleşik kimse aleyhine şahidliği câiz değildir." Ebû Dâvûd, Akdiye 17; İbn Mâce, Ahkam 30; Dârakutnî, IV, 219. Muhammed b. Abdiîhakem der ki: Mâlik bu hadisi, bununla haklarda ve mallarda yapılan şahidliğin kastedildiği şeklinde te'vil etmiştir. Ancak, kanlarda ve buna benzer herkesin sorumlu tutulduğu diğer haklardaki şahidlik red olunmaz. Genel olarak ilim ehli ise şöyle demektedir: Bedevi bir kimse eğer âdil olup şahidliği doğru yapabilecek bir kimse ise caizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bu hususta açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet 25. başlık ve devamında) geçtiği gibi, bunun geri kalan kısımları da yüce Allah'ın izniyle et-Tevbe sûresi'nde (9/97- âyet 2. başlıkta) gelecektir. 4- Allah için Şahidlik Edenler: Yüce Allah'ın: "Allah için şahidlik edenler" âyeti "titizlikle ayakta tutanlar" âyetinin sıfatıdır. O takdirde meal şöyle olmalıdır: "Adaleli titizlikle ayakta tutan Allah için şahidlik eden kimseler..." Arzu edildiği takdirde bu, haberden sonra ikinci bir haber olarak da kabul edilebilir, (Mealde olduğu gibi). en-Nehhâs der ki: Bu ikisinden de daha iyi ve güzel olmak üzere bunun, âyetinde îman edenlerin sozkonusu edildiğini belirten zamirden hal olmak üzere mansub olmasıdır. Çünkü bu da aynı manayı ifade etmektedir. Yani, şahidlik ettiğiniz takdirde, adaleti ayakta tutan kimseler olarak şahidlik ediniz. İbn Atiyye ise der ki: Ancak burada bu kelimenin hal olması mana bakımından zayıftır. Zira adaletle ayakta durmanın yalnızca şahidlik anlamına tahsis edilmesi sözkonusudur. Şahidler" kelimesinin gayr-ı munsarıf olması ise, sonunda te'nis elifi'nin bulunmasıdır. Yüce Allah'ın; "Allah için" âyetinin anlamı, Allah rızası için, O'nun vereceği sevap için, sırf Onun için demektir. "Kendinizin... aleyhine dahi olsa" âyeti ise "şahidlik edenler" ile alakalıdır. Âyetin yapılan tefsirinin zahirine göre bu böyledir. Burada sözü geçen şahidlik ise sahipleri lehine ikrarda bulunulan haklar ile ilgilidir. İşte kişinin -az önce de geçtiği gibi- kendi aleyhine şahidliği yapması da bu demektir. Yüce Allah bununla mü’minlere edep öğretmektedir. Nitekim İbn Abbâs şöyle demiştir: Kendi aleyhlerine dahi olsa hakkı söylemekle emr olundular. Yüce Allah’ın: "Allah için şahidlik edenler" âyetinin, Allah'ın vahdaniyetine tanıklık edenler anlamında olması da muhtemeldir, O takdirde: "Kendinizin... aleyhine dahi olsa" âyeti, "titizlikle ayakta tutanlar" âyetine taalluk eder. Ancak, birinci te'vil daha açıktır. 6- Şahidlikte Allah'ın Rızasını Gözetmek Gerek: Yüce Allah'ın: "Zengin ya da fakir olsunlar. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır" âyetinde (........)in ismi hazf edilmiştir. Yani: Eğer şahidlik etmenizi isteyen, yahut da aleyhine şahidlikte bulunacağınız kişi zengin ise, zenginliği dolayısıyla onu gözetmeyin. Şayet fakir ise, yine ona şefkat ve merhamet duygulan etkisi altında kalarak gözetilmesin. "Çünkü Allah ikisine de daha yakındır." Yüce Allah, kendileri için seçmiş olduğu fakirlik ve zenginlik hususunda onlara daha yakındır. es-Süddî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bir zengin ve bir fakir davalaştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içten içe fakire meyi ediyordu. Ve fakirin zengine haksızlık etmeyeceği görüşünde idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah ikisine de daha yakındır" âyetinde yüce Allah, İkisine" diye buyurmakta ve Ona diye buyurmamaktadır. Her ne kadar" Yahut, veya" birileri hakkında husule delalet ediyorsa da böyle kullanılışının sebebi, anlamın yüce Allah'ın her ikisine de ayrı ayrı yakınlığından dolayıdır. el-Ahfeş der ki: "veya" bazan vav : ve" anlamında da olur. Yani eğer o kişi zengin olsun, fakir olsun Allah, nasıl olurlarsa olsunlar iki davacıya da daha yakındır. Ancak bu açıklamada biraz zaaf vardır. Şöyle de denilmiştir. "İkisine" diye buyurması, daha önce her ikisinden de söz edildiğinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Erkek veya kız kardeşi varsa onlardan her birine altıdabir düşer." (en-Nisâ, 4/12) 8- Adaleti Bırakıp Hevaya Meyletmeyin: Yüce Allah'ın; "Artık... hevaya uymayın" âyeti bir yasaktır. Çünkü hevaya tabi olmak aşağılatıcıdır. Yani, helâk edicidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında hakk ile hükmet. Hevaya uymaki seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38/26) Çünkü hevaya tabi olmak, haksız yere şahidlikte bulunmaya, hükümde haksızlık yapmaya ve buna benzer şeyleri işlemeye iter. en-Nehaî der ki: Yüce Allah, hakim ve yöneticilerden üç türlü ahid almıştır: Hevaya tabi olmamaları, insanlardan korkmayıp yalnız kendisinden korkmaları ve âyetlerini az bir bedele değişmemeleri. Adaletten vazgeçerek" âyeti nasb mahallindedir, 9- Eğip Bükmek" ile "Yüz Çevirmek Kelimelerine Dair Açıklamalar: Yüce Allah'ın: "Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz" âyetindeki "eğip bükerseniz" anlamındaki âyet, şeklinde okunmuştur. Bu okuyuşa göre, kişiye hakkını vermeyip inkar etmesi halinde kullanılan; O'den gelmektedir. Bunun fiili ise; şeklinde gelir. Aslı ise şeklindedir. "Ye" harfi, kendisinin ve kendisinden önceki harfin harekesi dolayısıyla elife kalb edilmiştir. Maştan ise şeklinde gelmekle birlikte, bunun da aslı dır diye de gelir. Bunun da ash; şeklindedir. Ancak "vav" harfi "ye" harfine idğam edilmiştir. el-Kutebi der ki kelimesi, şahidlikte birisine doğru yaklaşmaktan, hasımlardan birisine meyletmek anlamındaki: ten gelir. İbn Âmir ve Kûfeliler ise diye okumuşlardır. Bununla da bir işi şahidliği ifa edip yüz çevirecek olursanız, anlamı kastedilmiş olur. Bu da: ifadesinden alınmadır. O takdirde bu ifadede işi gereği gibi yerine getirmekten yüz çevrildiği için azarlama manası sözkonusu olur. (.......)'ın anlamının yüz çevirmek olduğu da söylenmiştir. Buna göre "lâm" harfini ötreli olarak okumak, iki anlamı ifade etmektedir: Bir işi üstlenmek ve aynı zamanda yüz çevirmek. İki "vav" ile okumak ise tek bir anlam ifade eder ki bu da şahidlikten yüz çevirmeyi anlatır. Kimi nahivcilerin iddiasına göre diye -tek "vav"- ile okuyanların lahn ile (yanlış) okuduğunu ileri sürmüştür. Çünkü burada üstlenmenin (vilâyetin) bir anlamı yoktur. en-Nehhâs ve başkaları ise şöyle demektedir: Böyle bir şey (bunun lahn olması) gerekmez. Ve bu kelime anlamında (yani iki vav"lı kullanılışı gibi) olur Çünkü bu kelimenin asli; şeklindedir. Kendisinden sonra bir başka vav'ın daha geldiği bir "vav" harfinin üzerindeki ötre ağır geldiğinden dolayı o "vav"ın ötre olan harekesi lâm'a verildikten sonra iki sakin bir arada olduğundan ötürü iki "vav"dan biri hazf edilmiştir. Bu da lâm harfini sakin ve iki "vav" ile okuyuş gibidir. Bunu da Mekkî zikretmiştir. ez-Zeccâc ise der ki: " şeklînde kıraatte birinci "vav" hemzeli okunursa o takdirde şeklinde olur Bu "vav"ın harekesi "lâm"a verilmek suretiyle hemze hafifletilince bu sefer; haline gelir. Ve bunun aslı da şeklinde çift "vav"lıdır. Bu takdire göre her iki kıraat arasında bir uyum sözkonusu olmaktadır. Bunu en-Nehhâsf Mekkî, İbnül-Arabî ve başkaları da zikretmiştir İbn Abbâs der ki: Bu, hakimin yanında oturan iki hasım hakkındadır. Hakim birisinin lehine, diğerinin aleyhine olmak üzere birisine doğru meyledip ve diğerinden yüz çevirmesiyle ilgilidir. Buna göre bu kelime, hüküm hakimin kendisine meylettiği kişinin lehine verilip uygulamaya konulmak suretiyle adaletli hüküm verme imakânı ortadan kalkıncaya kadar sözün eğilip bükülmesi, sağa ve sola çekilmesi demek olur. İbn Atiyye der ki: Ben, kimi hakimlerin böyle yaptığına şahit oldum. Yüce Allah, herkesi hesaba çekecek olandır. Yine İbn Abbâs, es-Süddî, İbn Zeyd, ed-Dahhâk ve Mücahid der ki: Bu âyet, şahidükte bulunurken hakkı söylemeyen ya da hakkı yerine getirmekten yüz çeviren böylelikle de şahidliği diliyle tahrif edip, eğip büken şahidler hakkındadır. Âyetin lâfzı hem yargıyı, hem şahidliği kapsamına almaktadır. Bütün insanlar adaletle emrolunmuşlardır. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: Üzerindeki hakkı ödeme gücünü bulan bir kimsenin eğip bükmesi (üzerindeki hakkı ödemeyi sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması) ırzını da helal kılar, cezalandırılmayı da hak eder." Buhârî, İstikraz 13; Ebû Dâvûd, Akdiye 29; Nesâî, Buyû', 100; İbn Mâce, Sadakat 18; Müsned, IV, 222, 388, 339. İbnü'l-Arabî der ki: Cezalandırılması hapsedilmesi demektir. Irzının helal kılınması ise şikâyet edilmesidir. Kimi ilim adamı kölenin şalndliğinin kabul edilmemesi (reddi) hususunda bu âyeti delil göstermiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede hakimi bir şahid olarak değerlendirmiştir. Bu da kölenin şahidlik yapma ehliyetine sahip olmadığının en açık bir delilidir. Zira, böyle bir işi yerine getirmesi için kendisine ihtiyaç duyulduğu takdirde bu işte gözetilen maksat bağımsızlıktır. Kölenin bağımsız olması ise asla düşünülemez. İşte bundan dolayı kölenin şahidliğî red olunur. 136Ey îman edenler, Allah'a, O'nun Rasûlüne, Rasûlüne kısım kısım İndirdiği kitaba ve daha evvel indirdiği kitaplara îman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, artık o hiç şüphesiz (haktan) uzak bir sapıklığa düşmüş olur. "Ey îman edenler Allah... îman edin" âyet-i kerimesi bütün mü’minler hakkında nâzil olmuştur. Anlamı şudur: Ey îman edip tasdik etmiş olanlar! Tasdikiniz üzere devam edin ve sebat gösterin. "Rasulüne İndirdiği kısım kısım kitaba" Kur'ân-ı Kerîme "ve daha evvel indirdiği kitaplara" yani, bütün peygamberlere indirilmiş bütün kitaplara. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Amir; İle; kelimelerini -sırasıyla-; İndirilen" şeklinde ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, (bu kelimenin ilk harflerini ötre yerine) üstün ile okumuşlardır. Âyet-i kerimenin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce gönderilmiş peygamberlere îman eden kimseler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir.' Bunun münafıklara bir hitab olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı da şöyle olur: Ey zahiren îman edenler, Allah'a ihlâs ile îman ediniz. Yine bununla müşriklerin kast edildiği de söylenmiştir. O takdirde anlamı da şöyle olur: Ey Lata, Uzza'ya ve Tağutâ Îman edenler, Allah'a îman ediniz. Yani Allah'ı ve O'nun kitaplarını doğrulayınız, tasdik ediniz. 137Muhakkak îman edip sonra küfre sapanları, sonra yine Îman edenleri, sonra da küfürlerini artırmış olanları Allah mağfiret edecek değildir. Onları doğru bir yola iletecek de değildir. Âyetin anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Mûsa'ya îman edip Uzeyr'e kâfir olanlar, sonra Uzeyr'e îman eden, sonra da Îsa'ya kâfir olanlar, sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr ile küfürlerini artırmış olanlar (Allah bunları mağfiret edecek değildir). Şöyle de açıklanmıştır; Önce Mûsa'ya îman eden, sonra da Uzeyr'e îman eden, Uzeyr'den sonra Mesih'i inkâr ile kâfir olan... -Hıristiyanlar Mûsa'nın getirdiklerini inkâr edip Îsa'ya îman ettiler- -Sonra Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve onun getirdiği Kur'ân-ı Kerîmi inkâr ile küfürlerini artıranlar... Denilse ki: Yüce Allah, küfrü hiçbir şekilde mağfiret etmeyeceğine göre nasıl olur da: "Muhakkak Îman edip sonra küfre sapanları, sonra yine îman edenleri, sonra da küfürlerini artırmış olanları Allah mağfiret edecek değildir" diye buyurmaktadır Buna cevap şudur: Kâfir îman ettiği takdirde küfrü bağışlanır. Îmandan dönüp yine kâfir olursa, birinci küfrü ona mağfiret olunmaz. Bu ise Müslim'in Sahihinde Abdullah (b. Mes'ûd)'dan gelen şu rivâyete benzemektedir: Abdullah dedi ki: Bazı kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulu, cahiliye döneminde yaptıklarımızdan sorumlu tutulacak mıyız? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizden, İslâm'a girdikten sonra güzel hareket edenler bunlardan sorumlu tutulmayacaktır. Kötülük yapanlar ise cahiliye döneminde de İslâm'a girdikten sonra da yaptıklarından sorumlu tutulacaktır." Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: "İslâmda kötülük yapan öncekinden de sonrakinden de sorumlu tutulur" Buhârî, İstilâbetu'l-Mürteddin 1; İbn Mâce, Zühd 29; Dârimî, Mukaddime 1; Müsned, I, 379, 409, 429, 431, 462. Burada "kötülük, kötülük yapmak" kâfir olmak anlamındadır Zira burada bir kötülüğün işlenmesinin kastedilmesi doğru olamaz. Bundan maksadın küfür dışındaki diğer günahlar olduğunu kabul edecek olursak o takdirde İslâm'ın kendisinden önce yapılanları silebilmesi ancak öleceği vakte kadar bütün günahlardan korunan kimse için mümkün olabilir. Bu ise, icma ile bâtıl bir iddia olur. Yüce Allah'ın: "Sonra da küfürlerini artırmış olanları" âyetinin anlamı, küfür üzere ısrar edenler demektir. "Allah, onları mağfiret edecek değildir. Onları doğru yola iletecek" cenenete götüren yolu gösterecek "de değildir." Şöyle de açıklanmıştır: Allah, gerçek dostlarına özel olarak ihsanda bulunduğu şekilde onlara böyle bir muvaffakiyeti ihsan etmeyecektir. Bu âyet-i kerimede Kaderiyye çilerin görüşü de reddolunmaktadır. Çünkü yüce Allah, kâfirleri hayırlı yola iletmeyeceğini beyan etmektedir. Böylelikle kul, hidayete ancak yüce Allah'ın tevfiki ile nail olacağını bilsin. Ve yine Yüce Allah'ın iradesiyle hidayetten mahrum kalacağım bilsin. Âyet-i Kerîme aynı şekilde mürtecilerin hükmünü de kapsamaktadır ki, onlar hakkındaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Artık içinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse..." (el-Bakara, 2/217) âyetini açıklarken (8, başlıkta) yapmış bulunuyoruz. 138Münafıklara kendileri için can yakıcı bir azâb olduğu müjdesini ver. Müjdelemek, etkileri ten üzerinde ortaya çıkıp görülen şeyleri haber vermek anlamından gelmektedir. Buna dair açıklamalar, el-Bakara Sûresinde (25-ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca münafıklığın anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 139Onlar, mü’minleri bırakır da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır. Yüce Allah'ın: "Onlar mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinenlerdir" âyeti, münafıkların sıfatıdır. Bu âyette, muvahhidlerden bir masiyet işleyenin münafık olmadığına dair delil vardır. Çünkü Allah, kâfirleri dost (veli) edinmez. Yine âyet-i kerîme kâfirlerle dostluk kurmayı yasaklamayı da ihtiva etmektedir. Din ile ilgili işler hususunda onları yardımcı edinme yasağını da ihtiva etmektedir. Sahih (i Müslim)’de Hazret-i-Âişe'den rivâyet edildiğine göre, müşriklerden birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"le birlikte çarpışmak üzere arkadan yetişti. Hazret-i Peygamber ona: "Geri dön. Çünkü biz hiçbir müşriğin yardımını almayız" diye buyurdu. Müslim, Cihâd 151; Ebû Dâvûd, Cihâd 142; Tirmizî, Siyer 10; İbn Mâce, Cihad 27; Dârimî. Siyer 54; Müsned, VI, 68, 149. "İzzet" galip gelmek demektir. Bir kimse mağlup edildiği takdirde "onu mağlup etti" anlamında denilir. "Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır." Yani galibiyet ve kuvvet yalnızca Allah'ındır. İbn Abbâs der ki: "İzzeti onların yanında mı arıyorlar?" âyeti ile Kaynukaoğullarının yanında mı arıyorlar? demek istemektedir. Çünkü İbn Ubey (b. Selûl) onları dost edinen birisiydi. 140O, size Kitapta şunu indirdi: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah münafıkları kâfirleri de cehennemde biraraya toplayacaktır. "O size Kitapta şunu indirdi: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit..." âyetinde gerçek anlamda olsun, münafıklık yaparak olsun, imanını açığa vuran herkese hitap edilmektedir. Çünkü (münafık) Îmanını açığa vuracak olursa, artık onun Allah'ın Kitabının emirlerini yerine getirmesi bir zorunluluktur. Bu hususta indirildiğinden söz edilen ise, yüce Allah'ın şu âyetidir: "Ayetlerimize dalanları (alay edenleri) gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En'am, 6/68) Münafık olanlar ise, yahudi âlimleriyle birlikte oturur ve Kur'ân-ı Kerîm ile alay ederlerdi. Âsım ve Yakub, nun harfini üstün, "ze" harfini şeddeli ve üstün olarak Kısım kısım" indirdi" diye okumuştur. Buna sebep, daha önce yüce Allahın: "Gerçekten izzet bütünüyle Allah'ındır" (en-Nisa, 4/139) âyetinde zat-ı zül- Celatin isminin zikredilmiş olmasıdır. Humeyd de böyle okumakla birlikte o, "ze" harfini şeddesiz okumuştur. (Anlamı: Size kitapta şu âyet inmiştir şeklinde olur). Diğerleri, meçhul bir fiil olarak; "İndirilmiştir," diye okumuşlardır. "Allah’ın ayetlerinin... işittiğiniz vakit âyetinde yer alan: İşittiğiniz vakit âyeti. Âsım ve Yakub'un kıraatine göre, başta geten fiilin onda ameli dolayısıyla nasb mahallindedir. Diğerlerinin kıraatine göre ise ref mahallîndedir. Çünkü o takdirde meçhul fiilin ismi (naib-i faili) olur. "Ayetlerinin inkâr edildiğini" yani, Allah'ın âyetlerinin inkâr edilip onlarla alay edildiğini işittiğiniz takdirde. Burada işitilmelerinden söz edilen "âyetler" olmakla birlikte, maksat, onların inkar edilip onlarla alay edilmesinin işitilmesidir. Meselâ, Abdullah'ı kınanırken işittim derken, maksadın Abdullah hakkında kınayıcı sözleri işittim, demektir. Yüce Allah'ın: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın" yani, küfür ve inkârdan başka bir söz söyleyînceye kadar onlarla birlikte oturmayın. "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz." İşte bu buyrukda, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durmanın vücubuna delalet vardır. Çünkü, onlardan uzak durmayan bir kimse, onların fiillerine razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür. Nitekim yüce Allah da: "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" diye buyurmaktadır. Buna göre masiyetin işlendiği bir mecliste oturup da onlara karşı tepki göstermeyen herkes, günahta onlarla beraber eşit olur. Masiyet sözünü söyleyip bunun gereğince de amel ettiklerinde onlara tepki göstermesi icabeder Eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerimenin tehdid ettiği kimselerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir. Ömer b. Abdulaziz (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre o, şarap İçen bir topluluk yakalar. Orada hazır bulunanlardan birisi hakkında oruçlu olduğu kendisine söylenince, ona karşı takınması gereken edebi hatırlattı ve: "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" âyetini okudu. Yani, masiyere razı oluş da masiyettir. Bundan dolayı masiyeti işleyen de, ona razı olan da o masiyetin cezasına hep birlikte helâk edilinceye kadar maruz kalırlar. Böyle bir benzerlik (onlar gibi olmak) bütün niteliklerde değildir. Ancak birlikte oluştan dolayı zahiren görünene göre yapılmış bir benzetmedir- Nitekim şair şöyle demiş: "Zaten herbir arkadaş beraberindeki arkadaşa uyar." Bu da (bu mısranın yer aldığı beyit de, bu tür açıklamalar da) daha önceden (en-Nisâ, 4/38. ayet, 2. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Açıkladığımız şekilde masiyet işleyenlerden uzak durmak sabit bir hüküm olduğUna göre, bid'at ve hevâ ehlinden uzaklaşmak, öncelikle sözkonusudur. el-Kelbî der ki, yüce Allah'ın: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın" âyeti, yüce Allah'ın: "Takva sahibi mü’minlere onların hesaplarından hiçbir şey yoktur" (el-En'am, 6/69) âyeti ile nesh edilmiştir. Ancak, genel olarak müfessirler bu âyet muhkemdir, demişlerdir, Cuveybir, ed-Dahhâk'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kıyâmet gününe kadar dinde olmadık bir şeyi ihdas eden ve her bir bid'atçi bu âyetin kapsamına girmektedir. "Doğrusu Allah münafıkları da... cehennemde bir arada toplayacaktır" âyetindeki; Toplayacak olandır" kelimesi aslında tenvinlidir. Tahfif için tenvin hazf edilmiştir. Toplayacaktır, anlamındadır. 141Onlar size (gelecek musibetleri) gözetleyip duranlardır. Onun için Allah'tan size bir zafer nasib olursa: "Biz de sizinle birlikte değilmiydik" derler. Eğer kâfirlere zaferden bir pay düşerse, derler ki: "Biz size üstünlük sağlamadık mı? Mü’minlere karşı da sizi korumadık mı?" Kıyâmet günü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir. "Onlar yani münafıklar, size (gelecek musibetleri) gözetleyip duranlardır." Yani, başınıza gelecek musibetleri bekleyip durmaktadırlar. "Onun için Allah'tan size bir zafer nasib olursa" Yahudilere galip gelir ve ganimet elde ederseniz, "biz de sizinle birlikte değilmiydik derler?" Yani, bize de ganimetten pay veriniz derler. "Eğer, kâfirlere bir pay düşerse" yani zafer elde ederlerse, "derler ki: Biz size üstünlük sağlamadık mı?" Yani, müslümanlar sizden korkacak noktaya gelinceye kadar biz sizin düşmanınıza karşı üstünlük sağlamadık mı ve düşmanlarınızın size karşı gücünü (maneviyatını) kırmadık mı? Aslında; O şeye gaftp gefoV anlatmadadır. "Şeytan onlara galip geldi" (el-Mücadele, 58/19) âyeti de burdan gelmektedir. Bunun, kuşatmak anlamına geldiği de söylenmiştir Burada bu fiil aslı üzere kullanılmıştır. Eğer bu kelimede İ'lal yapılmış olsaydı, şeklinde kullanılması gerekirdi. İ'lalli olarak fiil şeklinde gelir. İ'lalsiz ise, şeklinde kullanılır. "Mü’minlere karşı da sîzi" onların size karşı Savaşma azimlerini kırmak ve size yapmak istediklerine karşı onları dağıtmak, görüşlerini parçalamak suretiyle "korumadık mı?" Âyet-i Kerîme münafıkların, müslümanlarla birlikte gazalara çıkuklarını göstermektedir. Bundan dolayı: Biz de sizinle birlikte değil miydik dediler. Yine âyet-i kerîme, münafıklara ganimetten pay verilmeyeceğine de delalet vardır. Bundan dolayı ganimetten pay verilmesini istediler ve: Biz de sizinle birlikte değil miydik demişlerdir. Onların: "Biz de sizinle birlikte değil miydik" şeklindeki sözlerinin müslürnanlara minnet etmek anlamına gelme İhtimali de vardır. Yani bizler, sizinle birlikte olup onlara dair haberleri size bildiriyorduk ve biz sizin yardımcılarınız idik. Yüce Allah'ın: "Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: 1- Kâfirlerin Mü’minlerin Aleyhine Yol Bulamamaları Ne Demektir: "Allah mü’minletin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının beş türlü te'vili (açıklaması) vardır: 1) Yusey el-Hadramî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)’in yanında bulunuyordum. Bir adam ona: Ey mü’minlerin emiri dedi. Yüce Allah'ın: "Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" âyeti hakkında ne dersin, bu nasıl olur? Çünkü onlar, bizimle çarpışmaktadır, bazı zamanlar bize galip gelmektedirler. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bunun anlamı, Kıyâmet gününde hüküm verileceği günde ortaya çıkacaktır. (Yani, o vakit kâfirler mü’minlere karşı onların aleyhine bir delil getiremiyeceklerdir.) İbn Abbâs da böyle demiştir: Burada kastedilen Kıyâmet günüdür. İbn Atiyye der ki: Bütün te'vil âlimleri böyle demiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Böyle bir açıklama zayıftır Çünkü bu hususta böyle bir şeyi haber vermenin bir faydası yoktur. Âyetlerin baş tarafı böyle bir manayı sezdiriyor gibi olsa dahi bu böyledir. Çünkü yüce Allah: "Kıyâmet günü aranızda hüküm verecek olan Allah'tır" diye buyurmakta ve bu hükmü kıyâmet gününe tehir ettiğini belirtmektedir. Dünya hayatında ise, işi nöbetleşe dönüp duracak şekilde takdir etmiştir. Kimi zaman kâfirler galip gelmekte, kimi zaman mağlup edilmektedirler. Bu da, onun ön gördüğü hikmete ve daha önceki ezelî takdirine göre olmaktadır. Bundan sonra şanı yüce Allah: "Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" diye buyurduğundan, sonradan gelen bu âyetin baş tarafı ile alakalı olduğu vehmine kapılmıştır. Bu ise, bu âyetin bir daha'tekrarlanmasını faydasız kılar. Zira, o takdirde bu bir tekrar olur. 2) Yüce Allah, kâfirler lehine mü’minlerin devletini imha edecek, onların izlerini silip kaldıracak ve onların vatanlarını kâfirlere mubah kılacak şekilde bir yol, bir fırsat vermeyecektir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Sevban (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste ifade edildiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben Rabbimden ümmetimi genel bir kıtlık ile helâk etmemesini ve üzerlerine kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat edip de onların himaye olunması gereken cemaatlerini, mülk ve kuvvetlerini kökten imha etmemesini diledim. Rabbim de şöyle buyurdu: Ey Muhammed, Ben bir kazayı hükme bağladığım takdirde artık bir daha o geri döndürülemez. Ben, ümmetim için istediğim şey olan onları genel bir kıtlık ile helâk etmemeyi ve üzerlerine kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat kılarak onları kökten imha edecek şekilde mülklerini yok etmesine fırsat vermeme talebini verdim. İsterse de onun (yerin) dört bir yanında bulunan herkes, aleyhlerine toplanmış olsun. Nihayet onlar birbirlerini helâk edinceye ve biri diğerini ashâb alıncaya kadar." Müslim, Fiten 19; Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; İbn Mâce, Fiten 9; IV, 123 (Şeddad b. Evs’ten). 3) Şüphesiz yüce Allah, kendi aralarında batılı tavsiye etmeye koyulup münkeri birbirlerine yasaklamaktan vazgeçip, tevbeyi de ihmal etmedikleri sürece kâfirler lehine, mü’minler aleyhine hiçbir yol vermeyecektir. Böyle yaptıkları takdirde ise, onlardan dolayı (bu durumlan sebebiyle) düşman üzerlerine musallat edilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her bir musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir." (eş-Şûra, 42/30) İbnü'l-Arabî der ki: Bu açıklama gerçekten değerli ve güzel bir açıklamadır. Derim ki; Buna Hazret-i Peygamber'in Sevban yoluyla zikrettiğimiz hadisindeki ifade de delâlet etmektedir; "Onları birbirlerini helâk edinceye ve biri diğerini ashâb alıncaya kadar". Çünkü burada: "(......): ...a kadar" kelimesi, gaye (nihai sınırı) ifade etmektedir. Sözün zahiri şunu gerektirmektedir: Allah, üzerlerine haklarını kendilerine mubah kılacak bir düşmanı bizzat kendileri, birbirlerini helake sürüklemedikçe, birbirlerini ashâb almadıkça göndermeyecektir. Bu durum, bu zamanlarda müslümanlar arasında ortaya çıkan fitnelerle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kâfirlerin güç ve kuvveti artmış, müslüman ülkelerini istila etmiş bulunuyorlar. Öyle ki, İslamdan en asgari miktarın dışında birşey kalmamıştır. Yüce Allah'tan affı ile yardımı ve lütfuyla imdadımıza yetişip kusurlarımızı telafi etmemize yardımcı olmasını dileriz. 4) Yüce Allah, şer'i bakımdan kâfirler lehine, mü’minlerin aleyhine bir yol vermeyecektir. Öyle bir şey sözkonusu olsar şeriata muhalif bir yolla olur. 5) "Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir." Yani, onların üstünlüklerini sağlayacak aklî, yada şer'î bir delil kılmayacaktır. Böyle bir delili ileri sürmeleri halinde, mutlaka o çürütülür ve bu şüphe ortadan kaldırılır. 2- Kâfirin Müslümanı Köle Edinmesi: İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamlarımız, bu âyet-i kerimeyi , kâfirin müslüman köleye sahip olamayacağına delil göstermişlerdir Eşheb ve Şâfiî de bu görüştedirler. Çünkü yüce Allah, kâfirin mü’min aleyhine bir yol edinmeyeceğini belirtmiştir. Satın almak yoluyla mülk edinmek ise, onun aleyhine bir yoldur. O bakımdan onun için böyle bir meşruiyet sözkonusu değildir ve böyle bir satın almakla akid gerçekleşmiş olmaz. İbnül-Kasım, Mâlik'ten -ki bu, aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür- şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" âyetinin anlamı, mülkiyetin devamı hususuyla ilgilidir. Çünkü bizler, böyle bir mülkiyetin (kafirin) lehine ve (müslümanın) aleyhine gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Bu da miras yoluyla olur. Şekli de şöyle olur: Kâfir birisinin elinde bulunan kâfir bir köle İslama girer. Mahkeme onun aleyhine müslüman köleyi satmasını hükme bağlar. O da aleyhindeki satış hükmünü kabul eder, fakat ölür. Bu sefer ölen kâfirin kâfir mirasçısı müslüman köleyi miras alır. İşte bu, ister istemez veya kasıt olmaksızın sabit olmuş bir yoldur. Ancak satın alma yoluyla mülk edinmek ise, böyle bir niyet kastıyla sabit olur. Böyle bir akidle kâfir, kendi iradesiyle onu (müsKiman köleyi) mülk edinmek istemiş olur. Eğer bu satış akdinin geçerliliğine hüküm verilir, mülkiyetinin sabit olduğu kabul edilirse, o takdirde kâfir bu husustaki kastını gerçekleştirmiş ve böylelikle kâfirin lehine, müslümanın aleyhine bir yol bırakılmış olur. Ebû Ömer der ki: Müslümanlar icma ile hıristiyan veya yahudi bir kimsenin müslüman kölesini azad etmesinin sahih ve onun aleyhine olmak üzere geçerli olacağını kabul etmişlerdir. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kâfir bir köle müslüman oluduğu takdirde sahibine rağmen satılır ve onun bedeli kâfire ödenir İşte bu şuna delâlet etmektedir: Müslüman, o kâfirin mülkiyeti olmak üzere satılır ve onun mülkü aleyhine müslüman kölenin azad edilmesi sabit olur. Şu kadar var ki, kafirin bu mülkiyeti kendisine rağmen (aleyhine) satılmasının vucubu dolayısıyla istikrarlı bir mülkiyet değildir. Bunun böyle oluşu da -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- şanı yüce Allah'ın: "Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir" âyeti dolayısıyla olmalıdır. Yüce Allah bu âyet-i kerimede inü'mirün (kâfir tarafından) köleleştirilmesini, mülk edinilmesini, bu mülkiyetinin de istikrarlı ve devamlı bir mülkiyet olmasını (bunun olamayacağını) kast etmektedir. İlim adamları, kâfir bir kölenin müslüman bir köleyi satın alması hususunda iki farklı görüşe sahiptirler. Birincisine göre böyle bir satış feshedilir, ikinci görüşe göre ise, satış sahih olmakla birlikte satın alanın aleyhine (ona rağmen) köle satılır. Yine bu kabilden olmak üzere ilim adamları, hıristiyan bir kimsenin hıristiyan bir kölesinin öldükten, sonra azad olmasını vasiyet ederse (tedbîr), bu arada köle İslâm'a girerse hükmün ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mâlik ile iki görüşünden birisinde Şâfiî şöyle demektedir; Efendisiyle kölesi arasına girilir ve hıristiyan efendisine rağmen kölesi muharece yapar. Muharece: Kölenin çalışma serbetisi şartı ile, efendisine aylık mali bir ödeme yapmak üzere anlaşması demektir. (İbn Münzir, Lisânu'l-Arab, II, 252). Ve durumu açıkça ortaya çıkıncaya kadar da satılmaz. Eğer hıristiyan borçlu olarak ölürse, bu şekilde müdebber kölenin bedelinden ödenir. Ancak, hıristiyanın malında müdebber köleyi de kaldırabilecek (bedelini kuşatacak) kadar bir varlığı varsa, müdebber köle azad edilir. Şâfiî diğer görüşünde şöyle demektedir: Müslüman olduğu andan itibaren ona rağmen satılır. Bu görüşü el-Müzenî de tercih etmiştir. Çünkü, müdebber köle bir vasiyettir. Müslüman bir kimsenin ise kendisini zelil kılacak ve onu dışarıya gönderip çalıştıracak müşrik bir kimsenin mülkiyetinde bırakılmak câiz değildir. Üstelik İslama girmesi suretiyle de ona düşman olmuştur. el-Leys b. Sa'd ise der ki: Hıristiyandan müslüman köle satın alınıp azad edilir. Böylelikle de azad edilen kölenin velası onu satın alıp azad eden olup hıristiyana da o kölenin bedeli ödenir. Süfyan ile Kûfeliler ise şöyle demişlerdir; Hıristiyan efendinin müdebber kölesi İslama girecek olursa, onun kıymeti tesbit edilir ve İslama giren köle de kıymetini ödemek üzere dışarıda çalışır. Eğer müdebber bu çalışmasıyla bedelini ödemeden önce hıristiyan ölürse, köle azad olur ve artık onun çalışmasına gerek kalmaz. 142Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, hilelerini başlarına geçirin Namaza kalktıkları vakit de tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak pek az anarlar. Yüce Allah'ın: "Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak İsterler. Halbuki O, hilelerini başlarına geçirir" âyetinde geçen "aldatmanın" anlamına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/9. ayette) geçmiş bulunmaktadır. Allah'ın hilelerini başlarına geçirmesi ise, onların, Allah'ın dostlarını ve peygamberlerini aldatmak istemelerine karşı onları cezalandırmasıdır. el-Hasen. der ki: Kıyâmet gününde, mü’min olsun münafık olsun her bir İnsana bir nûr verilir. Münafıklar bundan dolayı sevinir ve artık kurtulduklarını zannederler. Sırata vardıklarında her bir münafıkın nuru söndürülür. İşte yüce Allah'ın bize söyleyeceklerini belirttiği: "Bizi bekleyin de sizin nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) âyeti bunu anlatmaktadır. "Namaza kalktıkları vakit de tembelce kalkarlar" âyetine gelince, yani onlar, tembel tembel, ağırdan alarak, ağırlaşmış olarak, riyakârlık yapmak üzere namaz kılarlar. Herhangi bir sevap ummazlar. Onu terketmekten dolayı da ceza göreceklerine inanmazlar. Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır." Buhârî, Mevâkit 20, Ezan 34; Müslim Mesâcid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, tmüme 45; İbn Mâce, Mesâcid 18: Dârimî, Salat 52; Müsned, V, 140, 141. Çünkü, gündüzün çalışmalarından yorulmuş oldukları halde yatsı namazının vakti gelir, bu namaza kalkmak onlara ağır gelir. Sabah namazının vakti ise, uykuyu sevindirici her şeyden sevdikleri bir sırada gelir. Eğer kılıç korkusu olmasaydı asla kalkmazlardı. Riya ise Allah'ın emrine tabi olmak kastıyla değil de insanlar görsün diye güzel şeyleri açığa çıkarmaktır, Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/264. ayet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra yüce Allah, riyakârlık yaptıkları ve korkudan dolayı namaz kıldıkları sırada çok az Allah'ı anmakla onları nitelendirmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da namazı erteleyen kimseyi yermek suretiyle şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, münafıkların namazıdır." Bunu üç defa tekrarladı: "Onlardan birisi oturup güneşi gözetler durur. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasında -yada- iki boynuzu üzerine düşünce kalkar ve dört rekat gagalar, o namazda da pek az müstesna Allah'ı zikretmez." Bunu Mâlik ve başkaları zikretmiştir Müslim, Mesâcid 195; Ebû Dâvûd, Salât 5; Tirmizî, Satât 6; Nesâî, Mevâkit 9; Muvatta’', Kuran 46, Müsned, III, 149. Denildi ki: Yüce Allah onları Allah'ı az anmakla nitelendirmesinin sebebi, kıraat ile olsun, teşbih ile olsun Allah'ı anmayışlan yalnızca tekbir getirmekle O'nu anışlan idi. Şöyle de açıklanmıştır: Zikirlerini azlıkla nitelendirmesi, yüce Allah'ın onu kabul etmeyişi dolayısıyladır. Bunda ihlâs bulunmadığından dolayı böyle nitelendirildiği de söylenmiştir, Burada iki meseleyi ele almamız gerekmektedir: 1- Namazda Tadili Erkânın Gereği: Yüce Allah, bu âyet-i kerimeyle münafıkların namaz kılışlarını açıkladığı gibi, Resûlüllah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hadîs-i şerîfinde onların namaz kılışlarını açıklamış bulunmaktadır, Her kim onlar gibi namaz kılar ve onların Allah'ı andıkları gibi anarsa, namazının kabul olunmaması bakımından o da onların hükmüne girer, yüce Allah'ın da: "Namazlarında huşua riayet eden mü’minler, hiç şüphesiz felâh bulmuşlardır" (el-Mu'minun, 23/1-2) âyetinin muktezasının dışına da çıkmış olur. İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. Ancak, namaz kılanın eğer kabul edilebilir bir mazereti varsa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in doğru dürüst namazım kılamaz gördüğünde, bedevi Araba öğrettiği şekilde yalnızca namazın farzlarını ifa eder. Hazret-i Peygamber bedeviye şöyle demişti: "Namaza kalktığın takdirde, güzelce abdestini al, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra Kur'ân-ı Kerîm’den ezbere bildiğin, kolayına gelen bir miktar oku. Sonra rükuunda sükun (itmi'nan) buluncaya kadar rükua var. Sonra ayakta doğruluncaya kadar başını kaldır. Sonra da secde ettiğin sırada eklemlerin yerli yerinde sükûn buluncaya kadar secde et. Sonra secdeden kalk ve yine aynı şekilde eklemlerin yerli yerine oturuncaya kadar otur. Sonra aynı şeyi namazının tamamında yap." Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Buhârî, Ezan 95, 122, İsti'zân 18, Eyrnan 15; Müslim, Salat 45; Ebû Dâvûd, Salât 144, Tirmizî, Salât, 110; Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkametus-Salât 72; Müsned, II, 437, IV, 340. Hazret-i Peygamber: "Kur'ân’ın anasını (fatiha) okumayanın namazı yoktur." Bu ve yakın manadaki hadislerin kaynakları için: Fâtiha Sûresi, II. Bölüm, 9. başlık. "Kişinin rükû ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı bir namaz yeterli olmaz." Bunu Tirmizî rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: (Bu) hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashâbından ve onlardan sonra gelenlerden İlim ehline göre amel buna göredir. Onların görüşüne göre namaz kılan kişi, rükû ve sücuddaleyhisselâmulbünü (sırtını) iyice doğrultur. Şâfiî, Ahmed ve İshak der ki; Rükû ve sücudda sırtını iyice doğrultmayanın namazı fasiddir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kişinin rüku ve sücudda sırtını iyice doğrultmadığı namazı yeterli değildir" hadisi bunu gerektirmektedir. Tirmizî, Salât 81. Bu anlamdaki hadisler için bk-: Ebû Dâvûd, Salât 144; Nesâî, Tatbik 54, İftitâh 88; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 16; Dârimî, Salât 73; Müsned, II, 525, IV, 22, 119, 122. İbnü'l-Arabî der ki: İbnü’l-Kasım ve Ebû Hanîfe, tumâninenin (ta'dil-i erkânın) farz olmadığı görüşündedir. Bu ise, Mâlikîlerden herhangi bir kimsenin kendisiyle uğraşmaması gereken İrak kaynaklı bir rivâyettir. el-Bakara Sûresi'nde de (el-Bakara, 2/3- ayet, 14. başlık) bu hususta açıklamalar-geçmiş bulunmaktadır. 2- Gösteriş için Namaz Kılanın Durumu: İbnü'l-Arabî der ki: İnsanlar görsünler ve onu, o namazı kılarken görüpte mü’min olduğuna tanıklık etsinler diye namaz kılan bir kimse, veya insanlar arasında bir yer edinmek isteyip ve şahidliğînin kabul edilmesiyle İmâmlığının câiz oluşu derecesine yükselmek isterse, bu maksatla kılman namaz yasak kılınmış riyakârlık türünden değildir ve bu şekilde namaz kılmaktan dolayı ona vebal yoktur. Masiyet olan riya, ancak namazını insanları avlamak ve bu yolla mal edinmeye kalkışmak için açığa vuranın namazıdır. Böyle bir niyetle kılınan namaz geçerli olmaz ve namazını iade etmesi gerekir. Derim ki: İbnü'l-Arabînin: "Mevki talebi ve şahidliğinin kabul edilmesi noktasına yükselmeyi istiyerek" ifadesi su götürür. Buna dair açıklamalar, en-Nisa suresinde (36. ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususu orada, bir daha tetkik ediniz. (Ayrıca el-Mâûn sûresi, 107. âyetin tefsirinde 4. başlık ve devamına da bakılabilir). Bu âyet-i Kerîme riyakarlığın farza ve nafileye dahil olabileceğinin delilidir. Çünkü yüce Allah: "Namaza kalktıkları vakit de... kalkarlar" diye buyurmaktadır. Bu ise, umumi bir ifadedir. Bazıları ise şöyle demektedir: Riyakârlık yalnızca nafileye has bir şeydir. Çünkü farz olan bir şey bütün müslümanlara farzdır. Nafile ise, (o bakımdan) riyakârlığa maruzdur. Aksi de söylenmiştir Çünkü bir kimse nafileleri yapmayacak olursa bunlardan sorumlu tutulmaz. 143Onlar ikisi arasında gidip gelen kararsızlardır. Ne bunlara ne de onlara (taraf) olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen asla yol bulamazsın. "Gidip gelen, kararsız", iki şey arasında tereddüt edip duran, demektir. Kararsızlık ise, çalkantı ve karar kılamamak "Görmez misin ki, yüce Allah'ın sana (kıralların da mevkiinden daha yüksek) yüksek bir mevkii vermiştir. Sen oradan her bir hükümdarın onun altında çalkanıp durduğunu görmektesin." Bir diğeri ise şöyle demiştir: "Selsebil yolunun ortasında ondan önce Aralıksız hareket edip yol alan postacıların bir aylık yolu var." Burada bu kelime, ikinci "Zel" harfi esreli olarak rivâyet edilmiştir, İbn Cinnî der ki: Bu ise, asla karan olmayan, aralıksız ve gevşemeksizin yerinde durmadan sarsıla sarsüa yol alan demektir. İşte münafıklar da mü’minlerle müşrikler arasında tereddüt etmekte ve gidip gelmektedirler. Ne imanlarında ihlâs vardır. Ne de küfrü açıkça ortaya koymaktadırlar. Müslim'in Sahihinde İbn Ömer yoluyla gelen hadiste, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Münafikın misali hangi sürüye katılacağını bilemeyen iki sürü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Kimi zaman bu tarafa gider katılır, kimi zaman da diğerine gider katılır." Müslim, Sıfatul-Münâfikîn 17; Nesâî, Îman 31; Müsned, II, 47, 88 (kısmen), 102. Bir rivâyette de "Gider" anlamındaki: kelimesi "katılır" anlamına gelen; kelimesinin yerine kullanılmıştır. Cumhûr; Gidip gelen kararsızlar" şeklinde okumuştur. Bu kıraate göre ise, birinci "zeP harfini şeddeli, ikincisini de esreli okumak suretiyle şeklinde idğam câiz olur. el-Hasen'den ise, baştaki "mim" harfi ile iki "zel" harfi üstün olarak şeklinde okuduğu nakledilmiştir. 144Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfîrleri veli edinmeyin. Aleyhinize Allah'a açık bir delil vermek ister misiniz?" "Ey îman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmeyin" âyetinde (kâfirler ve veliler) iki mef'ûldurlar. Yani, özel ve içli dışlı olacağınız yakın adamlarınız onlardan olmasın. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/118. ayet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Aleyhinize Allah'a açık bir delil vermek ister misiniz?" Yani, O size bunu yasaklamışken size karşı delilini ortaya koymak suretiyle sizi azaplandırması hususunda Allah'a açık bir delil vermek mi istiyorsunuz? 145Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı tabakasızdadırlar. Onlara hiçbir yardımcı bulamazsın. Yüce Allah'ın "Tabakasında" kelimesini Kûfeliler, "radıyallahü anh" harfini sakin olarak; şeklinde okumuşlardır. Ancak birinci okuyuş daha fasihtir. Çünkü bunun çoğulu şeklinde yapılır. Deve ve develer, kelimesinde olduğu gibi. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Ebû Ali ise der ki: Bu iki söyleyiş tıpkı kumlar, kelimesi ve benzerlerinde olduğu gibi iki ayrı söyleyiştir. Çoğulu; şeklinde gelir. söyleyişinin çoğulu şeklinde Bozuk paralar, gibi gelir. Cehennem ateşi aşağıya doğru yedi basamak (dereke) dir. Yani yedi ayrı tabaka ve ayrı mevkiidir. Şu kadar varki, Araplar aşağı doğru men tabakalar hakkında "dereke" kelimesini kullanırlar. Mesela, kuyunun derekeleri vardır, derler. Buna karşılık yukan doğru çıkanlara da "derec basamak" derler. O bakımdan cennette dereceler, cehennemde de derekeler vardır. Bu açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/95-96. âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır Buna göre münafık bir kimse, bu aşağı doğru inen basamakların en aşağısındadır. Bunun ismi ise el Haviye dir. Burada cezalandırılmasının sebebi ise küfrünün ileri derecede oluşu, gailelerinin çokluğu ve mü’minlere eziyet verme imkânım elde etmesinden dolayıdır. Derekelerin en üstte olanı Cehennemdir. Ondan sonrası Lazâ, ondan sonrası el-Hutama, ondan sonra es-Sairt ondan sonra Sekar, ondan sonra et-Cahîm ve en sonda el-Hâviye gelir. Bunların hepsine de ilk tabakanın ismi da verilebilir. Allah lütuf ve keremiyle bizi onun azabından muhafaza buyursun. Abdullah b. Mes'ûd'dan yüce Allah'ın: "Cehennemin en aşağı tabakasındadırlar" âyetinin açıklaması ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmiştir: Üzerlerine kilitlenecek cehennemde kilitli demirden tabutlardadırlar. İbn Ömer ise şöyle der: Kıyâmet gününde insanlar arasında azaplan en şiddetti olacak üç kesim vardır. Bunlar; münafıklar, Mâide'nin (Hazret-i Îsa'nın üzerine gökten sofranın) inişine şahit olanlardan küfre sapanlar ve Fir'avun ve hanedanı. Bunu doğrulayan âyetler ise, yüce Allah'ın Kitabındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar" Mâide ashâbı hakkında ise şöyle demiştir: "Sonra kâfir olursa, Ben onu âlemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azap ile azaplandırırım," (el-Mâide, 5/115) Fir'avun hanedanı hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Fir'avun hanedanını azâbın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46) 146Ancak tevbe edenler, hallerini düzeltenler, Allah'a (dinine) sımsıkı sarılanlar ve dinlerini Allah için halis kılanlar müstesnadır. İşte onlar mü’minlerle beraberdir. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfaat verecektir. Bu, münafıklık yapanlardan bir istisnadır. Münafıklıktan tevbe edenin (bu tevbesinin kabulü) şartlarından birisi de söz ve fiilinde ıslahta bulunması, düzeltmesidir. "Allah'a sımsıkı sarılması," yani Allah'a sığınması ve kendisini O:na teslim etmesi, dinini yalnızca Allah'a halis kılması demektir. Tıpkı bu âyet-i kerimenin açıkça ifade ettiği gibi (olmalıdır). Aksi takdirde münafık kimse tevbe etmiş olmaz. Münafıktan mü’minler arasında bulunduğundan Allah, mü’minlerin ecrini gelecekte vereceğini, mükâfatlandıracağını belirtmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Buhârî, el-Esved'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdullah (b. Mes'ûd)’ın halkasında bulunuyorduk. Huzeyfe, bulunduğumuz yere kadar geldi, ayakta durdu ve selam verdi, sonra şöyle dedi: Yemin olsun münafıklık sîzden daha hayırlı bir topluluk hakkında nâzil olmuştu. el-Esved, Subhanallah dedi. Şüphe yokki yüce Allah: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar" diye buyurmaktadır. Abdullah gülümsedi. Huzeyfe de mescidin bir tarafında oturdu. Daha sonra Abdullah kalktı, arkadaşları da dağıldı. Bu sefer (Huzeyfe) bana bir çakıl taşı attı, ben de onun yanına gittim. Huzeyfe dedi ki: Onun ne demek istediğimi anlayarak gülümsemesine hayret ettim. Çünkü ben şöyle demek istemiştim: Münafıklık, sizden daha hayırlı bir topluluğa indirilmişti, (Yani, onlar arasında münafıklık edenler olmuştu). Sonra tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul buyurdu. Buhârî, Tefsir 4. sûre 25. el-Ferrâ' der ki: Allah'ın: "İşte onlar mü’minlerle beraberdir" âyeti, onlar mü’minlerdendir demektir el-Kutebî der ki: Allah, onlara gazab ettiği için doğrudan onları muhatap almayarak: "İşte onlar mü’minlerle beraberdir" diye buyurmuş, onlar mü’minlerin kendileridir diye buyurmamıştır. "Verecektir" âyetinde "ye" harfi, lâfzan hazf edildiği gibi, hatta da hazf edilmiştir. Çünkü hem kendisi, hem de ondan sonraki, lafzatullah'ın başındaki "lâm" da sakindir. Yüce Allah'ın şu âyeti da böyledir: "Nida edenin sesleneceği gün Biz de Zebanileri çağırıveririz" (el-Alâk, 96/18); "O günde o çağırıcı çağırır." (el-Kamer, 54/6) Bütün bu kelimelerde iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "vav" harfleri hazf edilmiştir. 147Eğer şükredip Îman ederdeniz Allah size azâbı neylesin? Allah, şükredenlerin mükâfatını verendir, herşeyi bilendir. Bu âyet, münafıklara takrir (yani gerçeği söyletmek) amacıyla yöneltilmiş bir sorudur. İfadenin takdiri şöyledir: Yani siz şükredecek ve îman edecek olursanız, sizi azap etmekte O'nun elde edeceği fayda nedir? Böylelikle yüce Allah, şükreden mü’mini azaplandırmayacağına, O'nun kullarını azaplandırmasının mülkünü artırmayacağına, yaptıklarına cezayı terk etmesinin de hakimiyet ve saltanatını eksiltmeyeceğine dikkat çekmektedir. Mekhul der ki: Dört şey var ki, onlar kimde olursa lehinedir. Üç şey de vardır ki, bunlar kimde olursa aliyhinedir. Lehine olan dört şey; Şükür, îman , dua ve istiğfardır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer şükredip îman ederseniz Allah size azâbı neylesin." Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sen içlerinde iken Allah onları azaplandırıcı değildir. Onlar mağfiret dileyip dururlarken de Allah yine onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Deki, eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin değeriniz ne olurdu ki?" (el-Furkan, 25/77) Aleyhine olan üç hususa gelince: Bunlar mekr (hilekârlık), bağy (haddi aşmak) ve neks (ahdi bozmaktır). İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur" (el-Feth, 48/10); "Kötü hile ise, ancak ehlini (onu yapanları) kuşatır" (Fâtır, 35/43) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, sizin bağyiniz (haddi aşmanız)ancak kendi aleyhinizedir." (Yûnus, 10/23) "Allah, şükredenlerin mükafaatını verendir." Yani, kendisine itaat ettikleri için kullarını mük afati andırandır. Allah'ın kullarına "şükretmesi"nin anlamı, onları mükâfatlandırmağıdır. Az olan ameli kabul eder, karşılığında ise büyük bir mükâfat verir. İşte bu, kendisine ibadet eden kuluna şükrü (mükâfatı) dır. Sözlükte şükür, ortaya çıkmaya denir. Eğer bir hayvana verilen yemden daha fazla şişmanlığı ortaya çıkıyorsa, o bineğe denilir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. ayet, 3- başlıkta) yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Araplar ise, darb-ı meselde "Kıştan sonra baharda ilk yeşeren bitkiden, daha çok görünmektedir" tabirini kullanırlar. Çünkü, denildiğine göre arz, yağmur yağmaksızın bulutun gölgesi ile bu bitkiyi yeşertir ve göz alıcı bir renge bürünür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 148Allah -zulme uğrayan müstesna- çirkin sözün söylenmesini sevmez. Allah, herşeyi İşitendir, hakkıyla bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1. Zulme Uğrayanın Kötü Söz Söylemesinin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Allah, çirkin sözün söylenmesini sevmez" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Zulme uğrayan müstesna" diye bir istisnada bulunmaktadır. Ancak bu istisna, birinci türden yani, kendisine istisna yapılanın türünden olmadığından nasb mahallindedir. Anlamı da şöyle olur: Ama zulme uğrayan kimse: Filan kişi bana zulmetti, diyebilir. Bu istisnanın ref mahallinde olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Allah, zulme uğrayan müstesna, herhangi bir kimsenin çirkin sözü açıkça ifade etmesini sevmez. Cumhûrun kıraati; (........) şeklinde, "zı" harfinin ötreli, "lâm" harfinin de esreli okunuşu şeklindedir. "Lâm" harfinin sakin olarak okunması da caizdir. Ancak bu kelimeyi, uzı" ve "lâm" harflerini üstün olarak okuyanlara gelince, ileride geleceği gibi bunlar, -Zeyd b. Eslem, İbn Ebi İshak ve diğerleridir- fethanın hafif ofuşu dolayısıyla "lâm" harfini sakin okumaları câiz değildir. Birinci (yanı "Zı" harfini ötreli, "lâm" harfini esreli) âyetin anlamı bir kesime göre şudur: Allah zulme uğrayan müstesna herhangi bir kimsenin açıkça kötü ve çirkin söz söylemesini sevmez. Onun için kötü sözü açıktan söylemek mekruh değildir. Ancak, kötü ve çirkin sözün açığa vurulma keyfiyeti ile bundan neyin mübâh olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Hasen der ki: Burada kastedilen başkasına zulmeden kişidir. Zulme uğrayan, kendisine zulmedene beddua etmeyip; Allah'ım ona karşı bana yardım et, Allah'ım ondaki hakkımı al. Allah'ım, bana yapmak İstediği zulmüne sen engel ol der. Bu ise, savunmaya dair Allah'a yapılan bir dua olup, kötülüğün en aşağı basamağıdır. İbn Abbâs ve diğerleri ise der ki: Zulme uğrayan kimseye, kendisine zulmedene beddua etmesi mubahtır. Sabredecek olursa bu onun için daha hayırlıdır. Bu ise, zalime bedduanın turu hususunda kayıt getirmeyen mutlak bir ifadedir. Yine İbn Abbâs ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Zulme uğrayan kimsenin kendisine zulmeden kişiden zulmettiği kadar intikam almasında ve ona açıkça kötü söz söylemesinde bir mahzur yoktur. İbnü'l-Müstenîr der ki: "Zulme uğrayan müstesna" âyetinin anlamı şudur: Küfür yahut buna benzer sözleri açıktan söylemek için zorlanan kişi bundan müstesnadır. Bu durumda olan bir kişinin kötü ve çirkin söz söylemesi mubahtır. Buna göre âyet-i kerîme, İkrah (zorlama) haliyle ilgilidir. Kutrub da böyle demiştir: "Zulme uğrayan müstesna" ile ikrah altında bırakılan kimse kastedilmektedir. Çünkü böyle bir kişi mazlumdur. Bundan dolayı küfür sözü söyleyecek olsa dahi günahı kaldırılmıştır. Yine Kutrub der ki: "Zulme uğrayan müstesna" âyetinin bedel anlamında olması da. mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibidir: Allah -zulme uğrayan müstesna- ... sevmez. Yani, yüce Allah zalimi sevmez. Şöyle buyrulmuş gibidir: O, zulme uğrayanı sever. Yani, zulme uğrayana ecrini verir. Bu görüşe göre bedel olarak ifadenin takdiri şöyle olur: Zulme uğrayan müstesna, Allah, kötülüğü açığa vuran kimseyi sevmez, Mücahid der ki: Âyet-i kerîme misafirlik hakkında nâzil olmuştur. Misafir kişinin, bu hususta söz söylemesine ruhsat verilmiştir. İbn Cüreyc de Mücahîd'den naklederek der ki: Âyet-i kerîme, çöllük bir arazide birisinin yanına misafir olmak isteyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur. Ancak, o kişi bunu misafir almak istemeyince, bu sefer: "Zulme uğrayan müstesna" âyeti nâzil olmuştur. Bunu, İbn Ebi Necîh de Mücahid'den rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Şu: "Allah zulme uğrayan müstesna çirkin sözün söylenmesini sevmez" âyet-i kerimesi, birisine yolu düşüp de kendisini misafir etmemesi hali hakkında nâzil olmuştur. Yolcunun, bu kimse hakkında: Kendisini iyi bir şekilde misafir edip ağırlamadığını söylemesine ruhsat verilmektedir. Misafir etmeyi vacip kabul edenler bu âyet-i kerimeyi delil gösterir ve şöyle derler: Çünkü zulüm yasaklanmıştır. Bu ise misafir etmenin vücubuna delildir. Bu, aynı zamanda el-Leys b. Sa'd'ın görüşüdür. Cumhûr ise misafiri ağırlamanın üstün ahlâkî özelliklerden Olduğu görüşündedirler. Buna dair açıklamalar ise, ileride Hûd Sûresi'nde (11/69. ayet, 1. başlıkta) gelecektir. Âyet-i kerimenin zahiri şunu gerektirmektedir: Zulme uğrayan bir kimse, kendisine zulmedenden intikam alabilir. Ancak bu zalim kişi, el-Hasen'in dediği gibi mü’min bir kimse ise, mazlumun intikam almakta orta yolu seçmesi gerekir. Şu kadar var ki, iftiraya iftira ile karşılık vermek ve benzeri şekildeki intikamlar câiz değildir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/195. ayet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şayet zalim kişi, kâfir birisi ise, dilinin düğümünü çöz ve istediğin şekilde helâk olması için beddua da edebilirsin, her türlü bedduayı da yapabilirsin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu bedduasında yaptığı gibi; "Allah'ım, Mudarlılar üzerindeki sıkıntını daha bir artır ve onlar aleyhine Yusuf’un kıtlık yılları gibi bu yılları kıtlık olsun." Buhârî, Ezan 128, İstizkâr 2, Cihad 98, Enbiya 19; Tefsir 3. sûre 9, 4. sûre 21, Edeb 110; Müslim, Mesâdd 294-295 (ve devamına bk); Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâî, Tatbik 27; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 145; Dârimî, Salât 216; Müsned, II, 239, 255, 271, 370, 418, 502, 521. Yine Hazret-i Peygamber, isimlerini zikrederek: "Allah'ım, filanı ve filanı sana havale ediyorum" diye buyurmuştur Meselâ bk. Buhârî, Tefsir 3, sûre 9. Şayet zulmü yapan kişi, açıktan zulmünü yapıyor ve ilişilmesi haram olan ırzı, bedeni ve malı bulunmuyor ise, (harbî kâfir gibi) ona açıktan açığa beddua edebilir. Ebû Dâvûd, Âişe (radıyallahü anha)dan rivâyetle der ki: Âişe'ye ait birşey çalınmıştı. O da hırsıza beddua etmeye koyuldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, şöyle buyurdu: "Sen ona beddua etmek suretiyle onun cezasını hafifletme," Ebû Dâvûd, Vitr 23; Edeb 46; Müsned, VI, 45, 136. Yine Amr. b. eş-Şirrid'den, o babasından, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Ödeme gücü olan kimsenin borcunu ödemeyi sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması, ırzını ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür." Buhârî, İstikraz 13; Ebû Dâvûd, Akdiye 25: Nesâî, Buyû' 100; İbn Mâce, Sadakat İS; Müsned, VI, 222, 388, 389. İbnü’l-Mübârek der ki: Burada ırzının helal kılınmasından maksat, ona karşı sert ve ağır söz söylenmesinin helal kılınması, cezalandırılmasının helal kılınmasından kasıt ise, borcu dolayısıyla haps edilmesidir. Müslim'in Sahih'inde de: "Varlıklı kimsenin borcunu ödemeyi sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması bir zulümdür" denilmektedir. Buhârî, Havalât, 1, 2, İstikraz 12; Müslim, Mûsakaat 33; Ebû Dâvûd, Buyû',10; Tirmizî, Buyû' 68; Nesâî, Buyû' 100, 101; İbn Mâce, Sadakat 8; Dârimî, Buyû 48; Muvatta’', Buyû', 84; Müsned, II, 71, 245, 254, 260. Buna göre borcunu ödeme imkânı olan bir kimseden borcunu ödemesi istendiği halde sallallahü aleyhi ve sellemsaklarsa, zulmetmiş olur. Bu ise, kendisi hakkında: Filan kişi, insanları sallallahü aleyhi ve sellemsaklar, onların haklarını yanında alıkor demekle ve İmâma (devlet yöneticisine ve yetkililere) da bu işten vazgeçinceye kadar tedip ve ta'zir edilmesini (azarlanarak hafif cezalara çarptırılmasını) mübâh kılmakla, onun namusuna (şeref ve haysiyetine) dokunan türden uygulamalan mubah kılar. Bu anlamda açıklamalar, Süfyan'dan nakledilmiş olduğu gibi, aynı zamanda bu, İbnü’l-Mübârek'in açıklamalarının da anlamını ifade etmektedir. Allah ikisinden de razı olsun. Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Hazret-i Abbas'ın, Hazret-i Ali (Allah ikisinden de razı olsun) hakkında Ömer, Osman, Zübeyr ve Abdurrahman b. Avf (r. anhum) huzurunda söylediği: Ey Mü’minlerin emiri, benimle şu yalancı, günahkâr, sözünde durmaz ve hainlik eden kişi hakkında hüküm ver, şeklinde hadiste zikredilen sözleri Buhârî, Meğazi 14, Nafakat 3, Ferâiz 3, Hums 1; Müslim, Cihad 49; Ebû Dâvûd, İmâre 19; Nesâî, Fey' 16; Müsned, I, 49, 60, 208; Merhum müfessirimizin sözünü ettiği lâfızları; Müslim, aynen zikretmekte, Müsned, I, 49da bunları kinayeli olarak zikretmektedir. bu kabilden değildir Hazır bulunanlardan herhangi birisi, Hazret-i Abbas'ın bu sözleri söylememesini hatırlatmamış tır. Çünkü, bu aralarındaki bir anlaşmazlıkta bir hakemlik olayı idi. Her birisi durumun kendi lehine olduğuna inanıyordu. Hazret-i Ömer, onlar arasında bu hususta yerine getirilmesi gerekeni uygulayıncaya kadar onların kanaatleri böyleydi. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır. Bizim (mezhebimizin) ilim adamları ise şöyle demektedir: Bu şekilde ileri geri konuşmak; tarafların konumlarının eşit yahut birbirine yakın olması halinde mümkündür. Tarafların konumları arasında farklılık var ise, faziletli kimselere dîl uzatılması derecesine varacak şekilde ileri geri konuşma imkânı verilmez. Aksine, bu durumda herhangi bir zulüm, yada gazap ifadeleri açıkça kullanılmaksızın, mücerred davada bulunularak hak talep edilir. Sahih olan budur ve ilgili rivâyetler de buna delalet etmektedir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hazret-i Abbas'ı bu gibi ifadeleri kullanmaya iten kızgınlığı ve amcalığın tahakküm edici yönüdür. Çünkü amca, babanın dengidir. Ve şüphesiz ki baba, çocuğu hakkında bu gibi sözleri kullanacak olursa, onun kullandığı bu ifadeleri, onu tedip hususunda işi ileriye götürmek ve yaptığından vazgeçirmek kastı ile söylediği şeklinde açıklanır. Yoksa gerçekten de bu sıfatlara sahip olduğu anlamına gelmez. Diğer taraftan buna, onların dini bir makam (ve velayet) hususunda karşılıklı delil getirme konumunda idiler. Hazret-i Abbas, bu hususta kendisine muhalefetin câiz olmadığına ve bu hususta kendisine muhalefet etmenin, muhalefet edenin bu niteliklere sahip olması sonucunu doğuracağına inanıyordu. Ayrıca of kızgınlığın etkisi altında da kalarak bu ifadeleri kullanmıştır. Hazır olanlar, bu durumu bildiklerinden dolayı ona karşı çıkmadılar. Bu açıklamalara el-Mâzerî ile Kadı îyad ve diğerleri de işaret etmiş bulunmaktadır. 3- Zulümden Tevbe Edenler ve Etmeyenler Zulmeden" şeklinde "zı" ve "lâm" harflerini üstün okuyanlara gelince, bu, Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ânı en iyi bilen ilim adamlarından birisi olan Zeyd b. Eslem ile İbn Ebi İshâk, ed-Dahhâk, İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve Atâ b. es-Said'in kıraatidir. Anlamı şudur: Herhangi bir fiil veya bir sözde zulmeden ise müstesnadır. Ona, açıktan açığa kötü söz söyl üye bilirsiniz. Bu da onun yaptığı fiilini yasaklamak, onu azarlamak ve bu işi dolayısıyla onu reddetmek anlamında bir davranıştır. Âyet şu demek olur: Allah, -zulmeden, yani münafıklığı üzere devam eden müstesna- münafıklıktan tevbe eden kimseye: Sen münafıklık etmedin mi, demeyi sevmez. Bu açıklamaya da yüce Allah'ın: "Ancak tevbe edenler... müstesnadır" (en-Nisa, 4/146) âyeti delâlet etmektedir. İbn Zeyd der ki: Şanı yüce Allah'ın münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olduklarını haber vermesi, kötülüğü sözle açıktan açığa ifade etmektir. Bundan sonra ise, onlara: "Eğer şükredip îman ederseniz, Allah size azâbı neylesin " (en-Nisa, 4/147) diye buyurmakta ve onları bir çeşit teselli edip, şükür ve îmana davet etmektedir. Daha sonra da mü’minlere hitaben: "Allah -zulme uğrayan müstesna- çirkin sözün açıktan söylenmesini sevmez" diye buyurmaktadır. Yani, münafıklığını sürdürmek suretiyle devam eden müstesna, demektir. İşte böyle birisine, sen âhirette cehennemin en aşağı tabakaları kendisi için hazırlanmış bulunan kâfir ve münafık bir kimse değil misin sözü ve benzeri sözler söylenebilir. Bir kesim de şöyle demiştir. Âyetin anlamı şudur: Yüce Allah, herhangi bir kimsenin kötü bir sözü açıktan söylemesini sevmez. Daha sonra munkatı, bir istisnada bulunmaktadır. Yani: Ama, zulmeden müstesnadır Bu durumda o, haksızca ve saldırganlıkla kötülüğü açıkça ifade etmiş olur ki, bunu yapmakla zalim olur. Derim ki: İşte zulmedenlerin pek çoğunun huyu ve alışkanlığı budur. Onlar, zulmetmekle birlikte dillerini de uzatır ve zulmettikleri kimselerin -kendileri için haram kılınan- ırzlarına da dillerini uzatırlar. Ebû İshâk ez-Zeccâc der ki: "Zulmeden müstesna" âyetinin anlamının, "zulmedip kötü söz söyleyen müstesna" şeklinde olması da mümkündür. İste, böyle birisinin elini yakalamanız, (yani onu zulmünden alıkoymanız.) gerekir, O taktirde bu istisna, munkatı' bir istisna olur. Derim ki: Buna bir takım hadisler de delâlet etmektedir. Hazret-i Peygamber’in şu âyeti bunlar arasındadır: "Beyinsizlerinizin elini yakalayınız. (Onları beyinsizce tasarruflardan engelleyiniz)." el-Beyhakî, Şuabu'l-îman, Beyrut 1410/1990, VI, 92. "Kardeşine zalim veya mazlum olsun yardımcı ol." Ashâb: Haydi mazlumken ona yardımcı olduk, peki zalimken ona nasıl yardım edebiliriz? Hazret-i Peygamber: "Onu zulümden alıkoymak suretiyle" diye buyurdu. Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68; Dârimî, Rikank 40; Müsned, II, 99, 201, 324. el-Ferrâ' der ki: Zulmeden müstesna" okuyuşa, zulmeden de dahil anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Allah herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir" âyeti ise, zalimi, zulmetmemesi için; mazluma da intikam almakta haddi aşmaması için bir sakındırmadır. 149Bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah affedicidir, herşeye gücü yetendir. Daha sonra, yüce Allah: "Bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut bir kötülüğü affederseniz" âyeti ile affı teşvik etmektedir İntikam alma gücü ile birlikte affetmek, yüce Allah'ın sıfatları arasında yer alır. İnsanları affedenlerin faziletine dair açıklamalar ise, Âl-i Imran Sûresi'nde (3/134. ayet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu az sayıdaki kelimelerde, üzerinde düşünenler için pek çok anlamlar vardır. Şöyle denilmiştir: Sen affedersen, şüphesiz Allah da seni affeder. İbnü’l-Mübârek şöyle bir rivâyet nakletmektedir: el-Hasen’den işitenlerden birisi bana, onu şöyle derken dinlemiş olduğunu nakletti: Kıyâmet gününde bütün ümmetler âlemlerin Rabbinin huzuruna geleceği vakit şöyle seslenilecek: Mükâfatını vermek Allah'a ait olanlar ayağa kalksınlar. Dünyada iken başkalarını affedenlerin dışında kimse kalkmayacaktır. İşte bunu, yüce Allah'ın: "Kim affeder ve ıslah ederse, artık onun mükâfatını vermek Allah 'a aittir" (eş-Şûra, 42/40) âyeti doğrulamaktadır. 150Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olanlar, bir de Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler. Ve: "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyenler, böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler; Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Allah ve Peygamberleri Arasında Ayrım Gözetmek Yüce Allah, müşriklerle münafıkları sözkonusu ettikten sonra "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olanlar" âyeti ile, kitab ehli olan yahudi ve hıristfyan kâfirleri -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr ettiğinden dolayı- sözkonusu etmekte ve onun peygamberliğini inkâr etmenin, bütün peygamberleri inkâr etmek olduğunu beyan etmektedir. Çünkü, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve bütün peygamberlere (hepsine-salât ve selam olsun) îman etmeyi ümmetine emretmemiş hiçbir peygamber yoktur. "Bir de Allah ve Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler" âyeti Allah'a ve peygamberlerine îman etmek arasında fark gözetmek isteyenler... demektir. Yüce Allah bununla, Allah ve peygamberleri arasında böyle bir ayırım gözetmenin küfür olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun küfür o)uş sebebi ise şudur: Şanı yüce Allah, bütün insanlara, peygamberler aracılığı ile kendileri için göndermiş olduğu şeriat gereğince kendisine ibadet etmelerini farz kılmıştır, insanlar, peygamberleri inkâr edecek olurlarsa, onların şeriatlerini de reddetmiş, onların tebliğ ettikleri bu şeriati kabul etmemiş olurlar. Böylelikle yerine getirmekle yükümlü oldukları ubudiyeti kabul etmemiş, ubudiyete bağlanmamış olurlar. Bu da tıpkı yaratıcıyı inkâr etmek gibidir. Yaratıcıyı inkâr etmek ise, O'na itaat ve ubudiyeti terk etme sonucunu verdiğinden dolayı bir küfürdür. Aynı şekilde îman hususunda peygamberleri arasında bir ayırım gözetmek de, o peygamberleri inkâr etmektir ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele alacağız. 2- Peygamberin Kimine Îman, Kimini İnkar Yüce Allah'ın: "Kimine inanırız, kimini inkar ederiz diyenler" âyeti ile peygamberler arasında ayırım gözetmenin küfür olduğu irade edilmektedir. Böyle diyenler ise, Hazret-i Mûsa'ya îman etmekle birlikte, Hazret-i Îsa ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr eden yahudilerdir. Bu şekildeki sözleri, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/118. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onlar, aralarındaki avamdan olan kimselere: Biz, kitaplarımızda Muhammed'den sözedildiğini görmüyoruz, diyorlardı. "Bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler..." îman ile inkâr arasında bir yol tutmak isteyenler, demektir. Bu da yahudilik ile İslam arasında uydurma bir din tutmak istiyenler anlamına gelir. Burada tekil işaret zamirinin kullanılıp ikil zamirin kullanıl mayısı, kullanılan bu tekil zamirin aynı zamanda ikil olarak kullanılabilmesi dolayısıyladır. İkil zamir kullanılması (Kur'ân dışında olması şartıyla) mümkündür. 151İşte onlar, gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz, o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışındır. 3- Böyle Bir Uydurma Yol Takip Edenler Gerçek Kâfirlerdir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar, gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler" âyeti, îmanları ile ilgili birtakım tereddütleri ortadan kaldıracak bir te'kiddir. Çünkü onları, onların kimisine îman ederiz, diyenler olarak nitelendirmişti, Böyle söylemek İse, son peygamberini inkâr etmeleri halinde kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. Son peygamberi inkâr edip kâfir olmakla, yüce Allah'ı da bu son peygamberi müjdeleyen bütün peygamberleri de inkâr etmiş olurlar, işte bundan dolayı gerçek anlamda kâfirler olmuşlardır. "Kâfirlere" kelimesi "hazırlamışızdır" anlamındaki kelimenin ikinci mef'ûl'ün yerini tutmaktadır. Yani Biz, o kâfirlerin bütün çeşitleri için "alçaltıcı" yani zelil edici "bir azap" hazırlamışındır. 152Allah'a ve peygamberlerine îman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, işte onlara ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir. Allah, bu âyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve onun ümmetini kastetmektedir. 153Kitap ehil senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar, Mûsa'dan daha büyüğünü istemişlerdi de: "Allah'ı bize apaçık göster, demişlerdi." İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım yakalaşmıştı. Sonra onlara, bunca açık belgeler gelmişken, tutup buzağıyı ilâh edinmişlerdi. Nihayet Biz bunu affettik. Biz, Mûsa'ya apaçık bir delil vermiştik. Yahudiler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gözleri önünde semâya yükselmesini ve kendilerine iddia ettiği hususlarda doğruluğuna dair yazılı bir kitabı, -Hz Mûsa'nın Tevrat'ı getirdiği gibi- bir defada ve toptan getirmesini istemişlerdi. Onlar, Hazret-i Peygambere karşı işi yokuşa sürmek için böyle bir talepte bulundular. Yüce Allah da onların atalarının Mûsa (aleyhisselâm.)'a karşı bundan daha büyük bir inatla çıktıklarını ve: "Allah'ı bize apaçık göster" yani gözlerimizle görelim, demiş olduklarını ifade etmektedir. Bu husus, el-Bakara Sûresi'nde (2/55. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Apaçık kelimesi, hazfedilmiş mastarın sıfatıdır. Yani, apaçık görülecek şekilde göster, demektir. Bu isteklerinin ve gördükleri bunca mucizeden sonra, zulümlerinin büyüklüğü dolayısıyla yıldırım ile cezalandırıldılar. Yüce Allah'ın: " Tutup buzağıyı ilâh edinmişlerdi" âyetinde, şu takdirde hazfedilmiş bir takım ifadeler vardır: Biz, onları ölümlerinden sonra dirilttik. Fakat, fazla geçmeden buzağıyı ilâh edindiler. Bu hususa dair açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde (2/51. ayette) geçtiği gibi, yüce Allah'ın izniyle Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/83-89. ayetlerin tefsirinde) de gelecektir. "Sonra onlara bunca açık belgeler gelmişken" yani, Hazret-i Mûsa'nın beyaz eli, asası, denizin yarılması ve buna benzer aziz ve celil olan Allah'tan başka mabudun olmadığına dair apaçık belgeler, deliller ve besbelli mucizeler geldikten sonra, yine de buzağıyı tutup ilâh edinmişlerdi. "Nihayet Biz bunu affettik." Yani, onların bu şekilde işi yokuşa sürmelerini bağışladık. "Biz Mûsa'ya apaçık bir delil" yani, apaçık bir belge "vermiştik," Bunlar ise onun getirdiği, gösterdiği mucizelerdir. Bunlara apaçık delil (sultan) adının veriliş sebebi Ese, böylelerini getirenin kesin delil ile karşı tarafı kahredici bir şekilde susturmasındandır. Bu mucizelerin, kalpleri kahretmek (ister istemez kabul etmek) zorunda bırakmasındandır. Çünkü kalpler, berizerlerini getirmenin insan gücü çerçevesinde bir iş olmadığını çok iyi bilir. 154Söz verdikleri için de Tür'u üzerlerine kaldırmıştık. Onlara hem: "Kapıdan secdeye eğilerek girin" demiştik, hem de; "Cumartesi gününde aşırı gitmeyin" demiştik. Onlardan sağlam bir söz almıştık. Yüce Allah'ın: "Söz verdikleri için de Tûr'u üzerlerine kaldırmıştık" âyetinin anlamı şudur: Onlardan alınan sözü bozmaları sebebiyle biz Tûr'u üzerlerine kaldırmıştık. Dağın üzerlerine kaldırılışı ile kapıdan girişlerine dair açıklamalar, Bakara Sûresi'nde (2/58 ve 63, ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Secdeye eğilerek" anlamına gelen; kelimesi ise hal olarak nasb edilmiştir. "Hem de: Cumartesi gününde aşırı gitmeyin demiştik" buyruğundakî "Aşırı gitmeyin" anlamındaki kelimeyi sadece Verş, "ayn" harfini üstün ve "dal" harfini şeddeli; den gelen bir kelime olarak okumuştur. Bunun anlamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/65. ayetin tefsirinde) de geçtiği gibi Cumartesi günü balık avlamak suretiyle haddi aşmayınız, (Haddi aşmayın anlamındaki bu kelimenin) asıl okunması gereken şekli ise, (Verş kıraatine göre); (........) şeklindedir. Burada "ayn" harfinden sonra gelen "te" harfi "del" harfine idğam edilerek okunmuştur, en-Nehhâs der ki: Bu durumda "ayn" harfinin sakin okunması câiz olmadığı gibi, böyle bir okuyuşta iki tane sakin harf de arka arkaya getirilemez. Bu şekilde okuyan ise, yanlışlık yapmış olur "Onlardan sağlam bir söz almıştık" Tevratta onlardan alınan sözü kastetmektedir, Yemin ile pekiştirilmiş ahid anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu yemin ile pekiştirilmesi sebebiyle "sağlam" diye nitelendirilmiştir. 155Fakat, o sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, "kalplerimiz perdelidir" demelerinden ötürü (onları lanetledik). Hayır, Allah, küfürlerine karşılık kalplerine mühür basmıştır. Artık onlar pek az îman eder. "Fakat o sözlerini bozmaları... dan ötürü" âyetindeki; "Bozmalarından ötürü" âyeti, ube" harf-i cerri dolayısıyla mecrur gelmiştir. Bu harften sonraki O") edatı ise, te'kîd için ve zâid olarak gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir rahmet sebebiyledir ki..." (Âl-i İmrân, 3/159) âyetinde olduğu gibidir. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden belirtilen âyette geçmiş bulunmaktadır. Buradaki "be" harfi ise hazfedilmiş bir İfadeye taalluk etmektedir ki, ifadenin takdiri şöyledir: "Sözlerini bozmalarından ötürü onları lanetledik." Bu açıklama Katade ve başkasından nakledilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi ise, işitenin bunu bilmesidir. -Ebû'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâî ise der ki; Bu harf-i cer, kendisinden önceki âyetler ile alakalıdır. Âyetin anlamı ise şöyledir: Zulümleri sebebiyle... ve bir de o sözlerini bozmalarından ötürü yıldırım onları yakaladı. el-Kisâî devamla der ki: Böylelikle yüce Allah, kendisi sebebiyle yıldırımın kendilerini yakalamış olduğu zulümlerini açıklamaktadır. Bu da daha sonra gelen onların verdikleri sözlerini bozmalarını, peygamberleri öldürmeleri ve işlemekle kendi öz nefislerine zulmetmiş olduklarını açıkladığı diğer hususlar sebebiyle olmuştur. Ancak, Taberî ve başkaları bunu kabul etmemektedir. Çünkü, yıldırımın kendilerini yakaladığı kimseler, Hazret-i Mûsa döneminde yaşayanlardı. Peygamberleri öldürüp, Hazret-i Meryem'e büyük iftirada bulunanlar ise, Hazret-i Mûsa'dan uzun bir dönem sonra gelmiş olanlardır. Hazret-i Meryem'e iftira edenleri yıldırım da yakalamış değildir, el-Mehdevî ve başkaları ise derler ki: Ancak, böyle bir şeyin olması (el-Kisaî'nin açıklamasından) zorunlu alarak anlaşılmamalıdır. Çünkü, yüce Allah'ın onlar hakkında haber verip, maksadın onların atalarının olması da mümkündür. Nitekim daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/65. âyetin tefsirinde) geçmişti. ez-Zeccâc der ki: Âyetin anlamı şudur: Onlar, sözlerini bozduklarından dolayı Biz de kendilerine helal olan bir takım temiz şeyleri haram kıldık. Çünkü bu anlatılan olaylar, yüce Allah'ın: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle... pek çok şeyi haram kıldık" (en-Nisa, 4/160) âyetine kadar devam etmektedir. Onların verdikleri sözlerini bozmalarına gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in niteliklerini açıklamalarına dair kendilerinden söz alınmıştı. (Onlarsa bunu yerine getirmediler). Âyetin anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Sözlerini bozmaları, şu, şu işleri yapmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Anlamının şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Onlar, sözlerini bozmaları sebebiyle, pek azı müstesna îman etmezler, Âyet-i kerimenin başında yer alan "fe" harfi, fazladan gelmiştir. "İnkâr etmeleri" âyeti, bir öncekine atfolduğu gibi, "... öldürmeleri" âyeti de aynı şekilde atfedilmiştir. "Allah'ın âyetleri" nden kasıt ise, kendilerinin tahrif ettikleri, onlara indirilen kitaplardır. (........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur Yani, bizim kalplerimiz ilim kaplarıdır, Bizim rtezdimizde bulunandan başka bir ilme ihtiyacımız yoktur. Bu kelimenin örtülü anlamına gelen kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Yani, bizim kalplerimiz örtüler içerisindedir, senin söylediklerini anlamazlar. Bu anlam, yüce Allah'ın; "... Kalplerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 41/5) âyetini andırmaktadır. Buna dair açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş, bulunmaktadır. Bundan maksatları ise, peygamberlerin ortaya koydukları delilleri reddetmektir. Kalplerin mühürlenmesi ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/7. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İnkâr etmeleri... den ötürü" Yani, küfürlerine karşılık onlara bir ceza olmak üzere. Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Onlar ancak pek az îman ederler. "(en-Nisa, 4/46) Yani onlar, ancak pek az îman ederler. Bundan kasıt ise peygamberlerin bazısına îman etmeleridir. Bunun ise kendilerine hiçbir faydası yoktur. Daha sonra yüce Allah: "Onların küfürleri (inkârları)" âyetini tekrar ederek, onların ardı arkasına küfre düştüklerini haber vermektedir. Bunun anlamının: "Hazret-i Mesih'i inkar edip kâfir olmaları" şeklinde olduğu ve ondan sonra gelen âyetlerin buna delalet etmesi sebebiyle "Mesih'in hazfedıldiği de söylenmiştir. "Sözlerini bozmaları" âyetindeki âmil ne ise, "inkâr etmeleri" âyetindeki âmil'in kendisidir. Çünkü bu, ona atfedilmiştir. Âmil'in Mühür basmıştı" kelimesinin olması mümkün değildir 156Bir de onları küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle,.. "Pek büyük iftira"dan kasıt ise, Hazret-i Meryem'in Yusuf en-Neccâr ile itham edilmesidir, Yûsuf ise aralarında bulunan salihlerden bir kişidir. Buyû'k iftira (bühtan) kendisinden hayrete düşülen ileri derecedeki yalan demek olup, buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/112, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şanı yüce ve eksikliklerden münezzeh olan Allah, her şeyi en iyi bilendir, 157Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Îsa öldürdük" demeleri sebebiyle. Halbuki onlar, onu öldürmediler, onu asmadılar da. Ancak kendilerine benzer gösterilmişti. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka ona dair bir bilgileri yoktur. Onlar, onu gerçekten öldürememişlerdir. Yüce Allah'ın: "Ve: Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Îsa'yı öldürdük demeleri sebebiyle" âyetinde, (........)'nin hemzesinin esre gelmesi, "kavi söz söylemek" anlamındaki kelimeden sonra gelmesi dolaylıyladır. Başka bir söyleyişe göre üstün okunması da mümkündür. Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/45- âyetin tefsirinde) "Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'ın peygamberi" kelimesi, bedel olarak nasb edilmiştir. Bunun, "Mesih"i... yani Allah'ın Rasulü... nü kastediyorum anlamında mansub okunması da mümkündür. "Halbuki onlar, onu öldürmediler, onu asmadılar da" âyeti de onların bu konudaki iddialarım reddetmektedir. "Ancak kendilerine benzer gösterilmişti". Yani, yine Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/55.-âyetin tefsirinde) geçtiği üzere başkası ona benzer gösterildi. Şöyle de denilmiştir: Onu öldürmek isteyenler, kişi olarak Hazret-i Îsa'yı tanımayanlardı. Öldürdükleri kimsenin ise, o olup olmadığı hususunda şüphe ettikleri halde öldürmüşlerdi. Nitekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana şüphe içindedirler." Bir görüşe göre, burada onların hepsi hakkında haber verildiği söylendiği gibi, bu hususta yalnızca onların avamı anlaşmazlık içerisinde idiler, de denilmiştir. Anlaşmazlığa düşmelerinin anlamı ise, kimilerinin onun ilâh olduğunu, kimilerinin de Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleridir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Anlaşmazlıklarından kastın şu olduğu da söylenmiştir: Onların avamı, biz Îsa'yı öldürdük dediler. Onun semaya yükseltilişini görenler ise, hayır onu öldürmedik dediler. Yine, anlagmazhklarından kastın: Hırisuyanlardan Nasturîlerin: Îsa, lâhûtu (uluhiyet sıfatı) yönüyle değil de, nâsûtu (insan ve beşeriyeti) yönüyle çarmıha gerilmiştir derken, melkâniler şöyle demişlerdir: Çarmıha germe ve öldürme, Hazret-i Îsa'nın tamamı, nâsûtu da lâhûtu da üzerinde cereyan etmiştir. Anlaşmazlıklarından kastın, onların şöyle demeleri olduğu da söylenmiştir: Eğer bu öldürülen kişi, bizim arkadaşımız idiyse, peki Îsa nerede?. Eğer bu öldürdüğümüz Îsa ise, bizim arkadaşımız nerede? Bundan kastın şu olduğu da söylenmiştir: Yahudiler, biz onu öldürdük demişlerdi. Çünkü yahudilerin başı olan Yahuda, Hazret-i Îsa'nın öldürülmesi için gayret harcamıştı. Buna karşılık hıristiyanlardan bir kesim ise şöyle demiştir: Hayır, onu öldüren bizleriz. Yine hıris uyanlardan bir başka kesim şöyle demiştir; Bilakis, Allah, gözümüzün önünde onu semâya yükseltmiştir. "Onların ona dair bir bilgileri yoktur" âyetinde yer alan edatı fazladan gelmiştir, ifade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zanna uymaktan başka" Bu ise nasb mahallinde ve birincisinden olmayan (munkati) bir istisnadır. Bedel olmak üzere ref i mahallinde olması da caizdir. Yani, onların ona dair zandan başka bir bilgileri yoktur, anlamında olur. Sîbeveyh buna örnek olmak üzere şu beyiti nakletmektedir: "Ve bir belde ki, onda hiçbir tanıdık kimse yok, Ceylan yavrularından ve yaban ineklerinden başka." "Onlar onu gerçekten öldürememişlerdir" âyeti hakkında İbn Abbâs ile es-Süddî şunları söylemektedir: Yani, onların öldürdükleri, kesin olarak odur diye "zannettikleri kimsedir. Buna göre buradaki "zan" kelimesi, kesinlikle, tam anlamıyla bilmek anlamındadır. Buna göre onu öldfiremediler" âyetindeki zamir ("kesin bilmek" anlamındaki;) "zan'"a aittir. Ebû Ubeyd der ki: Şayet anlam, onlar Îsa'yı kesinlikle öldüremediler şeklînde olsaydı, bunun yerine: Onu asla öldüremediler" demesi gerekirdi. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onların öldürdükleri kişi, kesin olarak kendilerine Îsa'dır, diye gösterilen kimsedir. Buna göre, kelimesinin üzerinde vakfedilmesi gerekir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar Îsa'yı öldüremediler. Bu durumda vakıf, Onu öldüremediler" kelimesi üzerinde yapılmalıdır. Gerçekten, kesin olarak kelimesi ise hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olur. Bu hazfedilmiş mastarın takdiri ise iki türlü olabilir: Birincisine göre, onlar bunu kesin bir söz olarak ileri sürdüler veya Allah bunu kesin bir söz olarak buyurmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise mana şöyle olur: Onlar, bunu kesin bir bilgi ile bilemediler. en-Nehhâs der ki: Eğer anlamın: Bilakis Allah onu kendisine kesin olarak yükseltmiştir, şeklinde takdir edilecek olursa, bu bir yanlışlık olur. Çünkü; hayır, bilakis kelimesi, âmil edat olarak zayıflığı sebebiyle bu edattan sonra gelen ibareler, kendisinden önce gelen ibarelerde amel etmez. Sununla birlikte İbnü’l-Elbarî; Onlar onu (iki ürememizlerdir* âyeti üzerinde vakıf yapmayı câiz görmüş ve bunu da kasemin cevabı olan hazfedilmiş bir fiil ile (tefe ): Gerçekten, kesin olarak kelimesini nasbetme şartına bağlı olarak, kabul etmiştir. Hazfedilen fiilin takdiri de şöyle olur: Andolsunki siz, gerçekten, tasdik etmişsinizdir... 158Bilakis, Allah onu kendi katına kaldırmıştır. Allah Azizdir, Hakimdir. "Bilakis Allah onu kendi katına kaldırmıştır" âyeti, yeni bir söz (cümle)dir. Yani onu semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekandan münezzehtir. Hazret-i Îsa'nın yükseltilme keyfiyetine dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Allah azizdir" yani, yahudilerden intikam almak gücüne sahiptir. O bakımdan onların üzerine Romalı Astisanus oğlu Petrus'u musallat etti ve onlardan pek çok kimseyi öldürdü. "Hakimdir", onlar hakkında lanet ve gazap hükmünü vermiştir. 159Kitap ehlinden olup ölümünden evvel ona îman etmeyecek kimse yoktur. Kıyâmet gününde de o aleyhlerinde bir şahid olacaktır. Yüce Allah'ın: "Kitap 'ehlinden olup ölümünden evvel ona îman etmeyecek kimse yoktur" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid ve İkrime şunları söylemektedir: Âyetin anlamı şudur: Kitap ehlinden olan herkes, mutlaka "ölümünden evvel" Hazret-i Mesih'e îman edecektir. Buna göre, "ona" daki zamir, Hazret-i Îsa'ya aittir. "Ölümünden" kelimesindeki zamir ise, kitap ehline mensup kişiye aittir. Çünkü, ölüm meleğini gördüğü takdirde, ister yahudi ister hıristiyan olsun, kitap ehlinden olup Hazret-i Îsa'ya îman etmeyecek hiçbir kimse olmaz. Ancak bu merhaledeki imanın kendisine hiçbir faydası olmaz. Zira bu, artık hayattan ümit kesildiği ve ölüm haline düşüldüğü sıradaki bir îmandır. Böyle bir halde yahudi olan kimse de, hıristiyan olan bir kimse de, Hazret-i Îsa Mesih'in sadece Allah'ın bir Rasulü olduğunu ikrar ve itiraf eder. Rivâyet olunduğuna göre Haccâc, Şehr b. Havseb'e bu âyet-i kerîme hakkında soru sorarak şöyle demiştir: Bana yahudi ve hıristiyan esirler getirilir, ben de onlardan birisinin boynunun vurulmasını emrederim. Fakat böyle bir zamanda onu gözlediğim halde onun îman ettiğini görmüyorum. Bunun üzerine Şehr b. Havşeb, Haccâc'a şu cevabı verir: O, âhirete dair durumları gözüyle gördü mü, Hazret-i Îsa'nın Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu itiraf eder, ona îman eder, fakat bu imanının kendisine bir faydası olmaz, Haccâc ona: Sen bu bilgiyi kimden öğrendin diye sorunca, Şehr şöyle der: Ben bunu Muhammed b. el-Hanefîye'den öğrendim. Bu sefer Haccâc ona: Sen gerçekten arı-duru, bulandırılmamış bir pınardan öğrenmiş bulunuyorsun. Mücahid'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kitap ehlinden olup da ölümünden önce Hazret-i Îsa'ya îman etmeyecek hiçbir kimse yoktur. Ona şöyle denildi: Peki, ya suda boğulur, yahut yanar veya yırtıcı bir hayvan onu yiyecek olursa, yine Îsa'ya îman eder mi? O, evet diye cevabını verdi. Âyet-i kerimedeki İki zamirin de Hazret-i Îsa'ya ait olduğu söylenmiştir, O takdirde âyetin anlamı şöyle olabilir: Kıyâmet günü (alâmeti olarak) Hazret-i Îsa ineceği vakit hayatta olan herkes, mutlaka ona îman 'edecektir. Bu açıklamayı, Katade, İbn Zeyd ve diğerleri de yapmış, Taberî de bunu tercih etmiştir. Yezid b. Zuray' ise, bir adamdan, o da el-Hasen'den, yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden olup ölümünden evvel ona îman etmeyecek kimse yoktur" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yani, Îsa'nın ölümünden önce Allah'a yemin ederim ki o, elan Allah nezdinde hayattadır. Fakat, Hazret-i Îsa ineceği vakit hep birlikte ona Îman edecekler. Buna yakın bir açıklama, ed-Dahhâk ve Saîd b. Cübeyr'den de nakledilmiştir. "Ona îman etmeyecek kimse yoktur" âyetinin, burada sözkonusu edilmemiş olmakla birlikte, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmeyecek kimse yoktur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü bütün bu kıssalar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilmiştir. Bunlardan maksat, ona Îman etmektir. Hazret-i Îsa'ya îman etmek de aynı şekilde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’a imanı da ihtiva etmektedir. Zira, peygamberler arasında (îman noktasından) ayrım gözetmek câiz değildir. "Ona Îman etmeyecek kimse yoktur" âyetinin, ölümünden önce yüce Allah'a îman etmeyecek kimse yoktur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Fakat, ölümü görmekle birlikte imanın o kimseye faydası yoktur. Ancak ilk iki te'vil daha güçlüdür. ez-Züfırî, Said b. el-Müseyyeb'den, o, Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yemin olsun ki, Meryem oğlu (Îsa Mesih), adaletli bir hükümdar olarak inecektir. Yine andederim ki, Deccâl'i öldürecektir Domuzu öldürecektir, haç'ı kıracaktır. Ve o vakit secde yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah'a yapılacaktır." Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz: "Kitap ehlinden olup, ölümünden evvel ona îman etmeyecek kimse yoktur." âyetini okuyun. Ebû Hüreyre: (yani) Îsa'nın ölümünden evvel dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Buhârî, Enbiya 49; Müslim, Îman 242; Müsned, II, 290, 494. Sîbeveyh'e göre âyet-i kerimenin takdiri ifadesi şöyledir: Şüphesiz, kitap ehlinden ne kadar kişi varsa mutlaka ona îman edecektir. Kûfelilere göre ifadenin takdiri şöyledir: Kitap ehlinden olup ona îman etmeyecek bir kimse yoktur." Ancak, böyle bir takdir çirkin kaçmaktadır. Çünkü bu takdire göre mevsul hazf edilmektedir. Sıla ise, mevsulun bir kısmı gibidir, âdeta ismin bir bölümü hazfedilmiş gibi olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Kıyâmet gününde de o aleyhlerinde bir şahid olacaktır" yani, kendisini yalanlayanların yalanladıklarına ve kendisini tasdik edenlerin de kendisini doğruladıklarına şahidlik edecektir. 160Yahudilerin zulümleri sebebiyle, kendilerine helal kılınmış olan pek çok şeyi haram kıldık. Ayrıca, Allah yolundan çokça alıkoymalarından; Âyetin tefsiri için bak:161 161Kendilerine haram kılınmış olduğu halde fâiz almalarından ve insanların mallarını batıl yollarla yemelerinden ötürü. Onlardan kâfir olanlara da can yakıcı bir azap hazırlamışızdır. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle" âyeti hakkında ez-Zeccâc şöyle demektedir: Bu, daha önce geçen: "Fakat o sözlerini bozmaları", âyetinden bedeldir. Burada daha önce helal kılınmış olmakla birlikte haram kılınan şeyler ise; "Biz, yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık..." (el-En'am, 6/146) âyetinde sözü geçen şeylerdir, Âyet-i kerimede zulümden haram kılmaktan önce sözedilişin sebebi ise, haram kılmaya sebep teşkil eden şeyi haber olarak bildirmenin maksat olarak gözetilmiş olmasıdır. "Ayrıca Allah yolundan çokça alıkoymalarından" yani, gerek kendilerini gerekse başkalarını Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olmaktan alıkoymalarından, bunu engellemelerinden; "kendilerine haram kılınmakla birlikte fâiz almalarından, ve insanların mallarını batıl yollarla yemelerinden ötürü." Bütün bunlar, onların işledikleri zulmü açıklamaktadır. Aynı şekilde, bundan önce sözü edilen sözlerini bozmaları ve ondan sonra gelen âyetler da buna dair açıklamalardır, Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/93-94, âyetlerin tefsirinde) bu haram kılma sebebi hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşe sahip olduklarını ve bu üç görüşten birisinin de bu olduğunu belirtmiş bulunuyoruz. 2- Kâfirler Şeriatla Muhatap mıdırlar? İbnü'l-Arabî der ki: Mâlik’in mezhebine göre, kâfirlerin muhatap oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, onlara faizin ve'malları batıl yollarla yemenin yasak kılındığım açıklamaktadır Eğer bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân-ı Kerîm'de indirilenlere dair verilen ve onların da bu hitabın kapsamına girdiklerini bildirin bir haber ise mesele yok demektir. Şayet yüce Allah'ın Tevratta Mûsa'ya indirdiklerine dair bir haber olup onların bunu değiştirdikleri, tahrif ettikleri, isyan ettikleri ve muhalefet ettiklerini bildirmekte ise; onlar, dinlerinin emirlerine rağmen kendi mallarını bu şekilde ifsad etmiş bulunuyorlarken, bizim kendileriyle muamelelerde bulunmamız câiz midir, değil midir? Bazıları, onlarla muamelelere girişmenin câiz olmadığını zannetmişlerdir. Bu da onların mallarındaki bu fesat ve bu bozukluktan dolayıdır. Sahih olan ise, fâiz almalarına Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeylere girişmelerine rağmen, onlarla muamelelerde bulunmanın câiz olduğudur. Çünkü, gerek Kur'ân da gerekse Sünnet'te bunun câiz oluşuna dair kati deliller vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinin yiyeceği size helal olduğu gibi..." (el-Mâide, 5/5) Bu açık bir nassdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de yahudilerle çeşitli muamelelerde bulunmuştur. Vefatı sırasında ise, aile halkı için ödünç aldığı bir miktar arpa karşılığında zırhı, yahudi bir kimsenin yanında rehin bulunuyordu. Şüphe ve anlaşmazlık hastalığını kesinlikle ortadan kaldıran delil de harp ehli ticaretin câiz oluşunda ümmetin ittifak etmiş olmasıdır. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) harp ehlinin topraklarına ticaret kastı ile yolculuk yapmıştır. İşte onun böyle bir yolculuk yapmış olması, harp ehlinin bulunduğu yerlere yolculuk yapmanın ve onlarla birlikte ticarette bulunmanın câiz oluşuna dair kafi bir delildir. Denilse ki: Bu, Peygamberlikten önce olmuştur. Deriz ki: O, Peygamberliğinden Önce de haram bir şey işlemekle kendisini kirletmemiştir. Bu da tevatüren sabit olmuş bir şeydir. Peygamber olarak gönderildikten sonra da bundan dolayı mazeret belirtmemiştir. Peygamberliğinden sonra da bunu yasaklamamıştır. O hayatta iken, ashâb-ı kiramdan herhangi bir kimse, bu ilişkiyi kesmediği gibi, vefatından sonra da müslü mani ardan herhangi bir kimse de böyle bir ilişkiye son vermiş değildir. Ashâb-ı kiram, esirleri esirlikten kurtarmak için -ki bu, vacip (farz) dır- yolculuk yaptıkları gibi, Hazret-i Osman ve diğerlerinin gönderildiği gibi, sulh için de harp ehlinin yanına yolculuk yaparlardı. Böyle bir yolculuk kimi zaman vacib olabilir, kimi zaman mendup olabilir. Yalnızca ticaret kastıyla harp ehlinin bulundukları yerlere yolculuk yapmak ise, mubahtır. 162Fakat, aralarından İlimde derinleşenlerle mü’minler, sana indirilene de senden önce indirilene de îman ederler. Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlar... İşte onlara Biz, çok büyük bir mükâfat vereceğiz. Yüce Allah'ın: "Fakat aralarında İlimde derinleşenler" âyeti ile kitap ehlinin îman edenlerini istisna etmektedir. Çünkü yahudîler, inkâr etmişler ve: Sözü geçen bu şeyler tâ baştan beri esas itibari ile haram idiler. Sen ise bunları, bizim zulmümüz sebebiyle daha önce haram kılınmamış oldukları halde haram kılmaktasın, dediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Fakat aralarından ilimde derinleşenler..." âyeti nâzil oldu İlimde derinleşen (er-Râsıh) ise, kitap ilminde, o kitapta sabit olanlara dair bilgiler hususunda ileri dereceye ulaşmış olandır. Râsih olmak, sabit olmak, sağlamlaşmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/7. ayet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise Abdullah b. Selam, Ka'b. b. el-Ahbâr ve benzerleridir. "Mü’minler" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbı olan muhacir ve ensardan îman edenler. "Namazı dosdoğru kılanlar" âyetinde geçen; kelimesini, el-Hasen, Mâlik b. Dinar ve bir topluluk, bundan önceki kelime olan ve merfu olan "mü’minler" kelimesine atfetmek suretiyle; diye okumuşlardır. Abdullah (b. Mes'ûd)’un kıraatinde de böyledir. Ubey (b. Ka'b)’ın kıraatinde ve mushafinda ise, sair ımıshaflarda olduğu gibi; şeklindedir. Bunun mansub oluşu hususunda farklı altı görüş vardır. Bunların en sahih olanı ise, Sîbeveyh'in görüşü olan medh olmak üzere mansub okunmuş olmasıdır. Yani, özellikle de namazı dosdoğru kılanları kastediyorum, demektir. Sîbeveyh der ki: İşte bu, ta'zim olmak üzere kelimenin mansub olmasıdır. İşte Namazı dosdoğru kılanlar" âyeti bu kabildendir. Daha sonra da Sîbevyeh şu beyitleri örnek göstermektedir: "Her bir kavim efendilerinin emrine itaat etti Nuraeyrliler müstesna. Onlar en azgınlarının emrine itaat ettiler." özellikle kimseyi yola bırakmayan o yolcuları kastediyorum Ver Biz bu yarda kime bırakıp gideceğiz, diyen kimseler." Birinci mısradaki: "Efendilerinin emri" ifadesi "doğru yolu göstericilerinin emri" diye de rivâyet edilmiştir. Sîbeveyh şu beyitleri de nakletmektedir: "Uzak durmasın benim o kavmim ki, onlar Düşmanlarına zehir, (konuklarına kestikleri) develer için bir afettirler Her bir çarpışmaya kahramanca katılanları (kastediyorum) Ve onlar etekleri tertemiz olanlardır (iffetli kimselerdir). en-Nehhâs der ki: "Namazı dosdoğru kılanların açıklanmasına dair yapılan en sahih açıklama budur. el-Kisâî der ki: Bu kelime 'e atfedilmiştir. Yine en-Nehhâs der ki; el-Ahfeş dedi ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü o takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Ve onlar dosdoğru namaz kılanlara îman ederler (inanırlar), Muhammed b. Cerir de kendisine şöyle denildiğini nakletmektedir: Burada sözü geçen namaz kılanlar meleklerdir. Çünkü melekler devamlı olarak namaz kılarlar, teşbih getirirler, istiğfar ederler. İbn Cerir bu görüşü tercih etmiş, ayrıca bu âyetin medh olmak üzere mansub olduğunun uzak bir ihtimal olduğunu da nakletmektedir. Çünkü medh etmek, haberin tamamlanmasından sonra ancak gelir. İlimde derinleşenlere dair haber ise, yüce Allah'ın: "İşte onlara Biz çok büyük bir mükâfat vereceğiz" âyetinde zikredilmektedir. O halde "dosdoğru namaz kılanlar" âyetinin medh olmak üzere nasb edilmesi sözkonusu değildir. en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Verenler" anlamına gelen âyeti hakkında SibeveylVin görüşü, mübteda olmak üzere merfu' olduğudur. Başkası ise şöyle demektedir: Bu, mahzuf bir mübteda takdirine göre merfu'dur. Yani, onlar zekâtı veren kimselerdir. Şöyle de denilmiştir: "Dosdoğru kılanlar" kelimesi, daha önce geçen: "Senden önce" anlamındaki; kelimesindeki "kef" harfine atf edilmiştir. Yani, senden önce indirilene ve namazı dosdoğru kılanlardan önce indirilene... demektir, Bu kelimenin "sana" anlamına gelen; kelimesindeki "kefe atfedilmiş olduğu söylendiği gibi, "aralarından" anlamına gelen; kelimesindeki "he" ve "mim" zamirine atf olduğu da söylenmiştir. Yani: "Aralarından... ve namazı dosdoğru kılanların arasından..." anlamında olur. Ancak, bu üç açıklama şekli uygun değildir. Çünkü bunlarda zahir bir ismin, mecrur ve hazfedilmiş bir kelimeye atfı sözkonusudur. Bu konuda altıncı cevap ise, Hazret-i Âişe'den nakledilen şu rivâyettir: Hazret-i Âişe'ye bu âyeti kerîme ile yüce Allah'ın: "Muhakkak bunlar iki sihirbazdır" (Tâ-Hâ, 20/63) âyeti ile Mâide Sûresi'nde yer alan: "Sabitler" (el-Mâide, 5/69) âyeti hakkında kendisine soru sorulunca, sorana şu cevabı vermiştir: Kardeşimin oğlu, yazıcılar hata etmişlerdir. Eban b. Osman da der ki: Bir başkası kâtibe ne yazacağım okur, o da kendisine okunanı yazardı. Şu: "Fakat, aralarında ilimde derinleşmiş olanlarla mü’minler" ibaresini yazdıktan sonra yazıcı, okuyana: Ne yazayım diye sorunca, ona: Şunu yaz denildi: Namazı dosdoğru kılanlar." İşte, burada bu kelimenin böyle ("nun" harfinden önce "vav" harfi ile yazılması gerektiği halde, "ye" harfi ile yazılması) bundan dolayı olmuştur el-Kuşeyrî der ki: Bu, yanlış bir açıklama ve batıl bir yoldur. Zira, Allah'ın Kitab'ını derleyip toplayanlar, dilde uyulacak önderler idiler. Kur'ân-ı Kerîm’de nâzil olmadık bir şeyi onların sokacaklarını düşünmek mümkün değildir. Bu konudaki görüşler arasında en sahih olanı Sîbeveyh'in görüşüdür Aynı zamanda bu, el-Halil'in de görüşüdür. el-Kisaînin görüşü ise, el-Kaffâl ve Taberî'nin tercih ettiği görüştür Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 163Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakuba, Esbat'a, Îsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Yüce Allah'ın şu: "Nûh'a ve ondan sonraki Peygamberlere vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik" âyeti daha önce geçen Allah'ım "Kitap ehli senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler." âyet-i ile alakalıdır. Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in durumu, kendisinden önce geçen peygamberlerin durumu gibi olduğunu bildirmektedir. İbn İshak'ın naklettiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme, aralarında Sukeyn ile Adiy b. Zeyd'in de bulunduğu yahudilerden bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Allah, Mûsa'dan sonra herhangi bir kimseye bir şey vahyetmîş değildir, dediler. Yüce Allah da onları bu âyeti ile yalanladı. Vahiy, bir şeyi gizlilik içerisinde bildirmek demektir. Bu kelime hem Ona söz vahyetti, şeklinde kullanılır, hem de (.....) şeklinde kullanılır. "Nûh'a" âyetinde, Hazret-i Nûh'un öncelikle zikredilmesi, kendisi vasıtasıyla şeriatların tebliğ buyrulduğu ilk peygamber oluşundan dolayıdır. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. ez-Zübeyr b. Bekkâr şunu nakletmektedir: Bana, Ebû'l-Hasen Ali b. el-Muğire, Hişam b. Muhammed b. es-Şâib'den, o da babasından naklederek dedi ki: Şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın, yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber İdris'tir. Onun ismi Ahnûl’dur. Daha sonra yüce Allah, Nûh b. Lemek b. Müteveşlah b. Ahnul'u peygamber olarak gönderinceye kadar peygamber göndermekte kesinti oldu. Hazret-i Nûh'un oğlu Sâm da bir peygamberdi. Daha sonra yüce Allah, Hazret-i İbrahim'i peygamber olarak gönderinceye kadar peygamber gönderilmedi. Ve Allah, Hazret-i İbrahim'i halil edindi. Hazret-i İbrahim'in nesebi ise ibrahim b. Târeh şeklindedir. Târeh'in diğer bir ismi da Âzer'dir. Bundan sonra ise Hazret-i ibrahim'in oğlu Hazret-i İsmail peygamber olarak gönderildi, o Mekke'de vefat etti. Sonra Hazret-i İbrahim'in oğlu Hazret-i İshak peygamber oldu, o da Şam'da vefat etti. Sonra da Hazret-i Lût peygamber oldu. Hazret-i İbrahim de onun amcasıdır. Daha sonra Hazret-i Yakûb peygamber oldu ki, o da Hazret-i İshak'ın oğlu ve İsrail diye bilinen peygamberdir. Bundan sonra Hazret-i Yakub'un oğlu Yûsuf, sonra da Yevbeb oğlu Şuayb peygamber oldu. Ondan sonra Abdullah'ın oğlu Hûd, daha sonra Esif in oğlu Salih peygamber oldu. Sonra, İmrân'ın oğulları olan Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun'a peygamberlik verildi. Daha sonra Eyyub, sonra el-Hadır -ki, bu aynı zamanda Hadrün diye bilinir-, peygamber oldu. Sonra İşâ oğlu Davud'a peygamberlik verildi. Sonra da Hazret-i Davud'un oğlu Süleyman'a, ondan sonra Metta oğlu Yûnus'a peygamberlik verildi. Sonra İlyas peygamber oldu. Daha sonra Zülkifl'e peygamberlik verildi. Onun asıl ismi ise, Uveydinâ olup, Hazret-i Yakub'un oğlu Yahuza kolundandır (Hişam b. Muhammed'in babası Muhammed b. es-Saib) devamla dedî ki; İmrân oğlu Mûsa ile Hazret-i Îsa'nın annesi İmrân kızı Meryem arasında bin yediyüz yıl vardır. Her ikisi aynı koldan değildir. Bundan sonra ise Abdullah b. el -Muttalib'in oğlu Muhammed gönderildi. ez-Zübeyr der ki: İdrîs, Nûh, Lût, Hûd ve Salih müstesna Kur'ân-ı Kerîm’de ismi geçen bütün peygamberler Hazret-i İbrahim'in soyundan gelmişlerdir. Araplardan sadece beş peygamber vardır. Bunlar, Hûd, Salih, İsmail, Şuayb ve Muhammed’dir. Hepsine salât ve selam olsun. Bunlara Arap adının verilmesi ise, onlardan başka Arapça konuşan peygamber gönderilmediğinden dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Ve ondan sonraki peygamberler" âyeti bütün peygamberleri kapsamına alır. Daha sonra yüce Allah: "İbrahim'e... vahyettik" diye buyurmakta ve onların şereflerine işaret etmek için özel olarak bir takım peygamberleri zikretmektedir. Yüce Allah'ın: "Meleklerine, Peygamberlerine, Cebraîle ve Mikaile..." (el-Bakara, 2/97) âyetinde olduğu gibi. Daha sonra yüce Allah: "Îsa'ya, Eyyûb'a..." diye buyurmaktadır. Burada Hazret-i Îsa kendisinden önce peygamber olarak gönderilmiş bir takım peygamberlerden önce zikredilmiştir. Çünkü "vav (ye)" atıf edatı tertibi (sıralamayı.) gerektirmemektedir. Ayrıca yahudilerin kanaatini reddetmek üzere Hazret-i Îsa'ya bir Özellik de atfedilmiş olunmaktadır. Bu âyet-i kerîmede, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce kadir ve şerefine dikkat çekilmektedir. Çünkü, yüce Allah, onu diğer peygamberlerinden önce sözkonusu etmektedir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Hatırlaki, Biz peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nûh'tan..." (el-Ahzab, 33/7) Nûh kelimesi (üzüntü, keder gibi anlamlara gelen) "en-Nevh"den türetilmiştir. Buna dair yeterli açıklamalar Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/33- âyet-i kerimede.) geçmiş bulunmaktadır. Arapça olmayan (A'cemi) bir isim olmakla birlikte munsarıftır Çünkü üç harfli bir isimdir. O bakımdan munsarıf olmuştur. İbrahim, İsmail ve İshak kelimeleri ise Arapça değildir (A'cemidir). Aynı zamanda bunlar marife (özel isim) dirler. Bundan dolayı bu isimler munsarıf değlidir. Yakub, Îsa ve Mûsa da böyledir. Şu kadar var ki, Îsa ve Mûsa'nın sonlarında yer alan elif (-i maksurenin) her ikisinde de tenis için olması da mümkündür. O bakımdan ister marife, ister nekire olsunlar hiç bir şekilde munsarıf olmazlar. Yûnus ve Yûsuf isimlerine gelince, el-Hasen'den onun "nûn" harfini esreli olarak "Yûnis" şeklinde okuduğu, aynı şekilde "Yûsif' diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Böylelikle o, Yûnis kelimesini ünsiyet peyda etmekten, Yûsif ismini de esef etmekten gelmiş gibi kabul etmektedir Buna göre ise bu iki ismin munsarıf olması ve hemzelî okunmaları gerekmektedir. Her iki ismin çoğullarının da; Yûnuslar, Yusuf'lar şeklinde gelmesi gerekmektedir. Hemzesiz okuyanlar isef bunların çoğullarını şeklinde getirir. Ebû Zeyd ise bu isimlerin, Yûnis ve Yûsef şeklinde kullanıldıklarını nakletmektedir, el-Mehdevî der ki: Sanki, Yûnis kelimesi asıl İtibari ile malum bir fiil, Yûnes kelimesi ise meçhul bir fiil gibidir. Ve bu fiiller o yüce zata isim olmuştur. "Davud'a da Zebur'u verdik" âyetinde geçen "Zebur", Hazret-i Davud'un kitabının adıdır. Bu kitap yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helal ve harama dair bir âyet yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütleri kapsamaktaydı. Zebr, yazmak demektir. Zebur ise yazılı şey anlamındadır. Tıpkı Resul, Rekûb ve Halûb (sırasıyla, elçi olarak gönderilen peygamber, binek ve sağmal hayvan) kiplerinde olduğu gibi, Hamza bu kelimeyi "Zubur" şeklinde "ze" harfini ötreli ve Zebr kelimesinin çoğulu olarak okumuştur. Fulus kelimesinin Fels'in çoğulu oluşu gibi. Zebr ise Mezbur (yazılı şey) anlamındadır Nitekim bu dirhem emir'in darbıdır denilirken, yani emir tarafından darbedilmiştir, kastedilir. Kelime asıl itibari ile tevsik (sağlamlaştırmak, belgelemek) anlamındadır. Mezbur kuyu ise, taşlarla kapatılmış kuyu demektir. Kitaba Zebur deniliş sebebi ise, onun vasıtası ile belgelemenin güçlü ve kuvvetli oluşundan dolayıdır, Hazret-i Dâvud güzel sesli birisi idi. O bakımdan, Zebur'u okumaya başladı mı, insanlar, cinler, kuşlar, vahşi hayvanlar, sesinin güzelliği dolayısıyla etrafında toplanırdı. Alçak gönüllü birisi idi. Kendi el emeğinden yerdi. Ebû Bekr b. Ebi Şeybe şunu rivâyet etmektedir: Bize Ebû Usame, Hişam b. Urve'den anlattı. Hişam, babasından naklederek dedi ki: Dâvud (aleyhisselâm) elinde hurma yapraklarından zembil yaparken diğer yandan insanlara hutbe irad ederdi. Bunu bitirdi mi, yanında bulunanlardan birisine verir, o da bunu satardı. Ayrıca o, zırh da yapardı. Buna dair açıklamalar ileride (el-Enbiyâ, 21/80. ayette) gelecektir Hadîs-i şerîfte de: "Gözde mavilik berekettir, uğurdur" diye buyurulmuştur. (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I, 439) Hazret-i Dâvud'un gözleri mavi idi. 164Kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıssalarını sana (henüz) anlatmadığımız peygamberlere de (Vahyettik). Ve Allah, Mûsa ile de özel olarak konuştu. Yüce Allah'ın: "Kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlere de" âyetinden kasıt, Mekke'de iken sana anlattığımız peygamberlerdir. Peygamberlere de" âyeti, mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. Yani... kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberleri de peygamber olarak gönderdik, demektir Çünkü: "Nûh'a... vahyettiğimiz gibi" âyeti, Nûh'u peygamber olarak gönderdik anlamındadır. Bunun: "Kıssalarını sana daha önce anlattığımız" inlinin delalet ettiği mahzuf bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani: Biz, kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlerin kıssalarını sana anlatmış bulunuyoruz. Sîbeveyh'in naklettiği şu beyit de bu türdendir: "Artık silah taşıyamaz oldum ve artık Ürküp kaçtığı takdirde devenin başını zaptedemez oldum; Yalnızken kurdun yanından geçecek olursam korkarım ondan Rüzgârdan da yağmurdan da korkar oldum." Burada ifadenin takdiri, sonradan gelen korkmak fiilinin delâleti ile "kurt'tan da korkarım" şeklindedir. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde mansub olarak değil de şeklinde merfu'dur. Bu da: "Onlardan da... peygamberler vardır" takdirindedir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Şanı yüce 'Allah Kitab-ı Kerîminde peygamberlerinden kimisinin isimlerini nakledip diğerlerinin de ismini zikretmediğinden, ismi anılanın da anılmayanlara bir üstünlüğü olduğundan dolayı, yahudiler şöyle dediler: Muhammed sair peygamberleri zikrettiği halde Mûsa'dan söz etmemektedir. Bunun üzerine: "Ve Allah, Mûsa ile de özel olarak konuştu" âyetini indirdi. Burada yer alan; Konuşmak" te'kid anlamında bir mastardır. O, bir ağaçta kendi nefsi için özel bir söz halketti ve Mûsa bunu işitti diyen kimselerin (Mutezile'nin) görüşlerinin batıl olduğuna delalet etmektedir Aksine burada sözü geçen konuşma, kişinin kendisi ile mütekellim (söz söyliyen, konuşan) olduğu gerçek kelâmdır. en-Nehhâs der ki: Nahivciler, eğer fiili (aynı kökten gelen) bir mastar ile te'kid edecek olursan bunun mecaz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir-Şairin: "Havuz doldu ve: Artık bana bu kadarı yeter, dedi." İfadesinde; şeklinde te'kidî mastarı takdirin sözkonusu olamıyacağım da icma ile kabul etmişlerdir. Buna göre burada da; diye buyurduğundan dolayı, artık bunun aklen kavranılan gerçek anlamıyla söz söylemek olması icabetmektedir. Vehb b. Münebbih der ki: Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: "Rabbim, ne diye beni Kelîm edindin?" Mûsa bununla, Allah'ın kendisi sebebiyle kendisini mutlu kıldığı işi daha da çok yapmak maksadıyla öğrenmek istemişti. Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Hatırlıyor musun, bir seferinde koyunlarından bir oğlak kaçmıştı. Gündüzün çoğu vaktini arkasından gitmekle geçirdin, o oğlak seni çokça yordu. Sonra onu yakaladın, öptün ve bağrına basarak ona, beni de yordun kendini de yordun dedin ve ona kızmadın. İşte bundan dolayı ben de seni Kelîm edindim. Doğrusunu bilen Allahtır. 165Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîzdir, Hakimdir. Yüce Allah'ın: "Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak" âyeti: "Kıssalarım sana daha önce anlattığımız peygamberlere de âyetinden bedel olarak nasb edilmiştir. Mahzuf bir fiil takdiri dolayısıyla nasbetmek de mümkündür. Hal olarak nasbedilmesî de mümkündür. Yani Biz, Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi... peygamberler olarak... vahyettik takdirindedir. "Ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın" ve Sen bize bir peygamber göndermedin, üzerimize bir kitap indirmedin, diyemesinler. Kur'ân-ı Kerîm’de başka yerlerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir peygamber göndermedikçe de azap ediciler değiliz" (el-İsra, 17/15); "Şayet Biz, onları bundan Önce bir azâb ile helâk etmiş olsaydık, elbette: Rabbimiz Bize bir peygamber gönderseydin de zillete te alçaklığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık" diyeceklerdi." (Tâ-Hâ, 20/134) İşte bütün bunlarda akli bakımdan herhangi bir şeyin (şer'i hükmün) vacib olmıyacağma dair apaçık bir delil vardır. Kâ'b el-Ahbar'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Peygamberler iki milyon ikiyüzbindir. Mukâtil ise der ki: Peygamberler bir milyon dörtyüz yirmidörtbindir Enes b. Mâlik ise Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Ben, dörtbini İsrail oğullarından olan sekizbin peygamberden sonra gönderildim." Bunu, Ebû'l-Leys es-Semarkandî Tefsirinde zikretmektedir. Ebû'l-Leys es-Semerkaradî, Bahru'l-Ulüm, I, 405. Kaynakları için ilgili nota bakılabilir. Daha sonra senedini kaydederek, Şu'be'den, o, Ebû İshak'dan, o, el-Haris el-AVer'den, o, Ebuzer el-Ğıfarî'den şöyle dediğini nakleder: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Kaç Nebi ve kaç Rasûl gelmiştir? Şöyle buyurdu: "Peygamberler (Enbiya) yüzyirmidört bindir. Rasuller ise, üçyüz onüç tanedir." el-Hakim, el-Müstedrek, II, 597. Ayrıca; Müsned, V, 178-179'da rasûllerin sayısı üçyüz on Küsur olarak verilmekte, nebilerin sayısından söz edilmemektedir. 265-266'da ile Peygamberlerin (nebilerin) yüzyirmi dört bin, bunlar arasında rasüllerin ise üçyüz onbeş oldukları belirtilmektedir. Derim ki: Bu hususta gelen en sahih rivâyet budur. Bunu, el-Âcurri ile, Ebû Hatim el-Bustî; Sahih Müsned'inde nakletmiştir. 166Fakat Allah sana İndirdiği ile şahidlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle İndirmiştir. Melekler de şahadet ederler. Şahid olarak Allah yeter. Yüce Allah'ın: "Fakat Allah... şahidlik eder ki" âyetinde "Allah" lâfzı, müpteda olarak merfu'dur. Bununla birlikte; Fakat daki "nün" harfi şeddeli okunarak, lafzatullah da mansub okunabilir. İfadede âyetlerin delalet ettiği bazı sözler hazfedilmiştir. Sanki kâfirler: Ey Muhammed, biz senin söylediklerinin doğruluğuna şahidlik etmiyoruz. Senin lehine kim şahidlik eder denilmiş de, bunun üzerine: "Fakat Allah... şahidlik eder ki" âyeti nâzil olmuş gibidir. "O, bunu kendi ilmiyle indirmiş" âyetinin anlamı şudur: O, senin bu kitabın üzerine İndirilmesine lâyık ve ehil olduğunu bilir. Ayet-i kerîme, Yüce Allah'ın ilmi ile âlim olduğunun da delilidir. "Meleklerde şahadet ederler" âyetinde Meleklerin şahidliğini, kendilerinin şahidlik etmeyişlerine karşılık olsun diye zikretmektedir. Esasen "şahid olarak Allah yeter," Allah şahid olarak yeterlidir. Allah" lâfzının başındaki "be" harfi ise fazladan gelmiştir. 167Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır. Yüce Allah'ın: "Kâfir olup..." âyeti ile kast edilenler yahudilerdir. Yani yahudiler zulme sapmışlar, "Allah'ın yolundan alıkoyanlar" olmuşlardır. Allah'ın yolundan alıkoymaktan kasıt ise: Biz, Muhammed'in niteliklerini kitabımızda görmüyoruz. Peygamberlik Harun ve Davud'un soyundan gelenlere verilir. Ve Tevrat'ta da Mûsa'nın şeriati asla nesh olunmaz diye yazılıdır, demek suretiyle Allah'ın son Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymayı engelleyenlerdir. İşte bunlar, "şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır." Çünkü bunlar, hem küfre sapmışlardır, hem de insanları da İslama girmekten alıkoymuşlardır. 168Kâfir olup zulmedenleri Allah asla mağfiret edecek değildir. Onları hiçbir yola erdirecek de değildir; Âyetin tefsiri için bak:169 169Cehennemin yolundan başkasına. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a pek kolaydır. Yüce Allah: "Kâfir olup zulmedenleri" âyeti ile yahudileri kastetmektedir. Yani, Resûl Muhammed'in niteliklerini gizlemek suretiyle, küfre saplanmakla beraber, insanlara da Muhammed'in niteliklerini gizlemeleri için zulmetmişlerdir. "Allah asla mağfiret edecek değildir. Allah bunları asla bağışlamaz." Bu, küfrü üzere ve tevbe etmeksizin ölen kimseler hakkındadır. 170Ey insanlar, hiç şüphesiz Peygamber size Rabbinizden hakkı getirmiştir. Artık îman edin, kendi hayrınıza (iyi işler yapın). Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Yüce Allah: "Ey insanlar" diye herkese hitab etmektedir. "Peygamber" âyeti ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı kastediyor "size Rabbinizden hakkı" Kur'ân-ı Kerîm'i "getirmiştir." Hak dini getirmiştir, Allah'tan başka ilâh yoktur şahadetini getirmiştir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Hak kelimesinin başındaki "be harfi, fiilin geçişi içindir. Yani, O size, beraberinde hak bulunduğu halde gelmiştir. Buna göre bu, hal mevkiindedir. "Artık Îman edin, kendi hayrınıza (iyi işler yapın)" âyetinde hazf edilmiş ifadeler vardır. Yani, kendiniz için hayırlı olan şeyleri yapın, demektir. Sîbeveyh'in görüşü budur. el-Ferrâ'rnın görüşüne göre bu, hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Yani, sizin için hayırlı olacak bir îman ile îman edin. Ebû Ubeyde'nin görüşüne göre ise, sizin için hayırlı olacak işler yapın, anlamındadır. 171Ey kitab ehli, dininizde aşırı gitmeyin. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsa Mesih yalnız Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine îman edin de: "(Allah) üçtür" demeyin. Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter. Yüce Allah; "Ey Kitab ehli, dininizde aşırı gitmeyin" âyeti ile haddi aşıp aşırı gitmeyi yasaklamaktadır. Aşırı gitmek: Haddi aşmak demektir. Fiyatların yükselmesi anlamını ifade eden da buradan gelmektedir. Kişinin herhangi bir işte aşmya gitmesi hakkında da aynı kökten gelen fiiller kullanılır. Kız çocuğu, hızlıca gelişip akranlarını geride bırakacak olursa; denilir. Müfessirlerin naklettiklerine göre burada bununla kastedilen ise, yahudilerin Hazret-i Îsa hakkında Hazret-i Meryem'e iftira edecek noktaya kadar işi aşırıya götürmeleridir. Hıristiyanların da onun hakkında onu Rabb edinceye kadar aşırıya gitmeleridir. Buna göre aşırıya gitmek de taksir (eksiltmek) de bir günahtır ve küfürdür, İşte bundan dolayı Meterrif b. Abdullah şöyle demiştir: İyilik, iki kötülüğün arasındadır. Şair de şöyle demiştir: "Sen, üzerindeki hakkı eksiksiz öde. Fakat hakkının tamamını alma. Ve affet bağışla. Çünkü kerim olan hiçbir zaman hakkını sonuna kadar almaz. Hiçbir işte de aşırıya kaçma ve orta yollu ol. Çünkü işlerin (aşırı) her iki ucu da yerilmiştir." Bir başkası da şöyle demektedir: "Sen işlerin orta yollularına bak. Çünkü bunlardır Kurtuluş olanlar ve öyle olur olmaz önüne her gelen işe atılma." Buhârî'de de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Hıristiyanların Îsa hakkında haddi aştıkları gibi, siz de benim hakkımda haddi aşarak olmadık niteliklerle beni nitelemeyin. Bunun yerine: "Allah’ın kulu ve Rasûlü" deyin," Buhârî, Enbiya 48. Hudut 31; Dârimî, Rikaak 68; Müsned, I, 23, 24, 47, 55. "Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin" âyeti, Allah'ın bir ortağı veya oğlu vardır demeyin demektir. Daha sonra yüce Allah, Hazret-i Îsa'nın durumunu ve niteliklerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Meryem oğlu Îsa Mesih, yalnız Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir..." Bu âyete dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Mesih, yalnız" âyetindeki "Mesih" kelimesi mübtedâ olarak merfu'dur. "Îsa" kelimesi ondan bedeldir. "Meryem oğlu" tabiri de aynı şekilde bedeldir. Mübtedâ olmak üzere haber olması da mümkündür. O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Mesih ancak Meryem'in oğludur, "Meryem oğlu Îsa" âyeti de şunu göstermektedir: Annesine nisbet edilen bir kimse nasıl ilâh olabilir? Çünkü ilahın muhdes (sonradan yaratılmış) değil, kadim olması gerekir, "Resûlüllah; Allah'ın peygamberi" âyeti de haberden sonra gelmiş bir diğer haber olur 2- Sudan'da İsmi Anılan Tek Kadın: Hazret-i Meryem Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde ismini belirterek zikrettiği tek kadın İmrân kızı Meryem'dir. Yüce Allah, birtakım ilim adamlarının zikrettiği bir hikmet gereği, onun ismini otuza yakın yerde zikretmiştir. Gerçek şu ki, hükümdarlar ve şerefli kimseler herkesin önünde hür kadınlarının ismini zikretmezler, onun İsimlerinı ayağa düşürmezler. Bunun yerine, kinaye yoluyla hanımlarından eşim, ailem, zevcem ve buna benzer ifadelerle söz ederler. Cariyelerini zikredecekleri vakit ise, kinaye yoluyla onları zikretmeyip isimlerini açık açık zikretmekten geri kalmazlar. Hıristiyanlar, Hazret-i Meryem hakkında ve onun oğlu hakkında ileri geri söylediklerinden dolayı yüce Allah, Hazret-i Meryem'in ismini açık açık zikretmiştir. Hazret-i Meryem'i sıfatı olan Allah'ın kadın kulu olarak zikretmeksîzîn, Arapların cariyelerinden söz etmekteki adetlerine uygun olarak onu zikretmiştir. 3- Hazret-i Îsa'nın Babasız Olduğuna İnanmak: Îsa (aleyhisselâm)’ın babasız olduğuna inanmak vaciptir. Onun ismi defalarca annesine nisbet edilerek tekrar tekrar anılması suretiyle kalpler onun babası olduğunu reddetmek şeklindeki inanca sahip olmak gerektiği şuuruna erer. Ayrıca, Allah'ın lanetlediği yahudilerin iddialarından da tertemiz valideyi tenzih etmek gerektiği şuuruna da sahip olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir" âyetine gelince; o, yüce Allah'ın "ol" kelimesiyle yaratılmıştır. Bu emir ile babasız olarak bir beşer halinde yaratılmıştır. Araplar bir şeye kendisinden sadır olduğu şeyin ismini verirler. "Kelimesi" âyetinin yüce Allah'ın Meryem'e müjdesi, Cebrâîl (aleyhisselâm) vasıtasıyla ona gönderdiği mesajıdır, diye de açıklanmıştır. Cebrâîl aracılığıyla gönderdiği mesaj ise, yüce Allah'ın: "Hani melekler muhakkak Allah kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor,.. demişlerdi" (Al-i İmrân, 3/45) âyetinde dile getirilmektedir, Buradaki "kelime"nin, ayet (alâmet) anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o (Meryem), Rabbînin kelimelerini tasdik etmişti" (et-Tahrim, 66/12); "Allah’ın kelimeleri tükenmez." (Lukman, 31/27) diye buyurulmaktadır. Hazret-i Îsa'nın dört ismi vardı. Bunlar Mesih, Îsa, Kelime ve Ruh'dur. Kur'ân-ı Kerîm’de yer almıyan, bunun dışında başka isimlerinin olduğu da söylenmiştir. "Meryem'e ulaştırdığı" âyeti, Meryem'e ulaşmasını emrettiği,., anlamındadır. "Ve kendinden bir ruhtur" âyetine gelince; İşte hıristiyanları sapıklığa düşüren bu olmuştur. Onlar, Hazret-i Îsa'nın Allah'tan bir parça olduğunu söylediler. Böylelikle cahilliğe düştüler, saptılar. Buna dair yedi türlü cevap verilmiştir, (açıklama yapılmıştır); 1- Ubey b. Ka'b dedi ki: Allah, Âdemoğullarının ruhlarından misaklarının aldığı sırada, onların ruhlarını yaratmış, sonra da bunları Hazret-i Âdem'in sulbüne geri döndürüp, Îsa (aleyhisselâm)'ın ruhunu ise kendi nezdinde alıkoymuştu, Hazret-i Îsa'yı yaratmayı murad edince, bu ruhu Hazret-i Meryem'e gönderdi. Böylelikle Hazret-i Îsa bu ruhtan yaratılmış oldu. İşte bundan dolayı "ve kendinden bir ruhtur" diye buyurulmuştur. 2- Bu izafet, -her ne kadar bütün ruhlar Allah tarafından yaratılmış ise de-Hazret-i Îsa'yı tafdil içindir. Bu da yüce Allah'ın: "Ve tavaf edenler için etini iyice temizle"(el-Hacc, 22/26) âyetine benzer. 3- Kendisinden hayret verici şeylerin görüldüğü kimseye de bazen "ruh" ismi verilebilir ve bu ruh yüce Allah'a izafe edilerek: Bu, Allah'tan bir ruhtur yani, onun yarattıklarındandır denilir. Nimet ile ilgili olarak, o Allah'tandır denildiği gibi, Hazret-i Îsa'da anadan doğma körü abras'ı tedavi edip iyileştirir, ölüleri diriltirdi. O bakımdan bu ismi almaya hak kazanmıştır. 4- Hazret-i Cebrâîl'in üflemesi sebebiyle ona ruh denilebilir- Çünkü üflemeye de ruh denilir. Zira üfleme denilen şey, ruhtan çıkan bir rıh (yel, rüzgâr, nefes) dir. Şair, -Zü-er-Rimme- şöyle demektedir: "Ona dedim ki: Onu kendine doğru kaldır ve ruhunla (nefesinle) canlandır Ve ona (o ateşe odun atarak) azar azar gıda ver." Hazret-i Cebrâîl'in, Hazret-i Meryem'in gömleğinin yakasıfîa üfleyip, Allah'ın izniyle bundan dolayı hamile kaldığına dair haberler varid olmuştur. Buna göre "kendinden bir ruh" âyeti: "Meryem'e ulaştırdığı kelimesi" âyetinde yer alan fiilde ulaştırma işini yapan Allah'ın ismine delalet eden zamire atf edilmiş olur ki, ifadenin takdiri de şöyle olur: Allah ve (onun emriyle) Cebrâîl, o kelimeyi Meryem'e ulaştırın ıştır. 5- "Kendinden bir ruh" yanir onun yarattıklarından bir ruhtur. Nitekim yüce Allah, bir; başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini kendinden size musahbar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13) Burda "kendinden" âyeti ile kastedilen, O'nun yarattıkları arasından demektir. 6- "Kendinden bir ruh", kendinden bir rahmet anlamındadır. Hz Îsa, kendisine uyanlar için Allah'tan bir rahmet idi. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. "(el-Mücadele, 58/22.) Yani, bir rahmet ile. Nitekim yüce Allah'ın: "Artık rahatlık ve hoş kokular... vardır" (el-Vakıa, 56/89) âyetindeki "ravh" kelimesi, "ruh" diye okunmuştur. (O takdirde anlamı rahatlık değil, buradaki açıklamaya uygun olarak rahmet olur.) 7- "Kendinden bir ruh âyetinin, kendinden bir belge, bir delil anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Îsa, kendi kavmine karşı bir delil ve bir burhan idi. Yüce Allah’ın: "Artık Allah'a ve Peygamberlerine Îman ediniz" âyetinin anlamı da: Artık Allah'ın Mesih'i yaratan ve onu peygamber olarak gönderen bir tek ilâh olduğuna îman edin. O'nun peygamberlerine de îman edin ki, Îsa onlardan birisidir. Sakın onu ilâh kabul etmeyin. "(Allah) üçtür demeyin" yani bizim tapındığımız ilahlarımız "üçtür, demeyin." Bu şekilde açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. İbn Abbâs da der ki: Burada üç'ten kasıt, yüce Allah, onun eşi ve oğludur. el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Yani, onlar üçtür demeyiniz demektir Buna göre ez-Zeccâc "ilahlarımız" kelimesini takdir ederken, el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyd de "onlar" kelimesini takdir etmektedirler. Yüce Allah'ın: "(Onlar) üçtür diyeceklerdir" (el-Kehf, 18/22) âyeti gibi, Ebû Ali ise der ki: İfadenin takdiri: Sakın O, üçün üçüncüsüdür demeyin, şeklindedir. Bu âyetle yüce Allah mübtedâ ile muzafı hazf etmiş bulunmaktadır. Hıristiyanlar, değişik fırkalarına rağmen teslisi icma ile (ittifakla) kabul etmektedirler ve: Allah tek bir cevherdir ve bununla birlikte onun üç uknumu vardır demektedirler. Her bir uknum başlı başına bir ilâh olarak kabul ederler. Üç uknum ile de varlık, hayat ve ilmi kast etmektedirler. Bazan bu üç uknum baba, oğul ve ruhul kudüs diye de ifade ederler. Baba ile varlığı, ruh ile hayatı, oğul ile Mesih'i kast ederler. Onların bu konudaki sözleri karma karışıktır. Buna dair açıklamalar, Usu-kTd-Din'e dair eserlerde yapılır. Bu konudaki açıklamaların sonunda vardığı nokta şudur: Îsa, yüce Allah'ın, onun İddia ve iradesine uygun olarak harikulade olayları yaratması dotayısı ile bir ilahtır. Yine hıristiyanlar şöyle derler: Biz biliyoruz ki, bu gibi işleri yapmak insanların iradesinin dışındadır. O halde bunları yapabilenin uluhiyet sıfatına sahip olması gerekir. Ancak onlara şöyle denilir: Şayet bunları yapmak onun kudreti dahilinde olsaydı ve eğer o bunları tek başına ve bağımsız olarak yapıyor idiyse, kendisini düşmanlarından kurtarması ve ona yapmak istedikleri kötülükleri bertaraf etmesi de onun güç ve imkânı dahilinde olması gerekirdi. Fakat durum hiç de öyle olmadı. Eğer hıristiyanlar bunu kabul edecek olurlarsa, o takdirde Hazret-i Îsa'nın bu harikulade olayları tek başına bağımsız olarak yaptığı şeklindeki iddia ve görüşleri de çürütülmüş olur. Şayet bunu kabul etmeyecek olsalar dahi, yine de onların lehlerine herhangi bir delilin varlığı sözkonusu değildir- Çünkü, onlara karşı Hazret-i Mûsa örnek gösterilerek itiraz edilir. Hazret-i Mûsa'nın gerçekleştirdiği büyük İşler onlara gösterilir. Asayı, büyük bir yılana dönüştürmek, denizi yarmak, beyaz el, men ve selva ve diğer büyük işler. Sair peygamberler eliyle gerçekleşen diğer büyük işler de böyledir. Eğer bunları da reddedecek olurlarsa, biz de onların Hazret-i Îsa vasıtasıyla gerçekleştiğini iddia ettikleri olayları reddederiz. O takdirde bu gibi büyük olayların hiç birisinin Hazret-i Îsa tarafından gerçekleştirildiğini ispatlamalarına imkân bulamazlar. Çünkü bize göre, bu gibi şeyleri isbat etmenin yolu, Kur'ânın nasslarıdır. Onlar ise Kur'ân-ı Kerîmi inkâr etmektedirler. Kur'ân’ı getireni yalanlamaktadırlar. Bu gibi şeyleri de mütevatir haberlerle isbatlamaya imkân bulamazlar. Denildiğine göre hıristiyanlar, Hazret-i Îsa'nın yükseltilmesinden sonra, seksen bir yıl süreyle İslâm dini üzere idiler. Kıbleye doğru namaz kılıyor, Ramazan ayı orucunu tutuyorlardı. Bu, kendileriyle yahudiler arasında bir Savaş başgösterinceye kadar böylece devam etti. Yahudiler arasında Pavlos adında kahraman bir kişi varmış. Bu da Hazret-i Îsa taraftarlarından bir topluluğu öldürmüş ve şöyle demişti: Eğer hak; Îsa'nın getirdiği ise, biz bunu inkâr ettik kâfir olduk. Sonunda cehenneme gideceğiz. Eğer onlar cennete biz de ateşe girecek olursak, biz aldanmış oluruz. Ben onlara bir hile yapacak, onları saptıracağım ve böylelikle cehenneme girecekler. el-Ukab adında bir atı varmış. O, pişman olduğunu izhar etti ve başına toprak saçmaya başladı, hıristiyanlara da şöyle dedi: Ben sizin düşmanınız Pavlos'um. Semadan bana: Hıristiyan olmam hali dışında, senin hiçbir tevben kabul olunamaz diye seslenildi. Onu alıp kilisede bir odaya soktular. Orada İncil'i öğreninceye kadar gece gündüz çıkmaksızın bir sene boyunca kaldı. Daha sonra odasından çıkıp şöyle dedi: Semadan bana tevben kabul olundu diye seslenildi. Onlar da onu tasdik ettiler, onu sevdiler. Bundan sonra Beytü'l-Makdis'e gitti. Arkasında vekili olarak Nustüra adında birisini bıraktı. Ona, Meryem oğlu Îsa'nın İlah olduğunu da bildirdi. Bundan sonra Romalslara gitti, onlara lâhûtu ve nâsûtu öğretip şöyle dedi: Îsa insan değildi. Fakat insan kılığına büründü. Cisim de değildir. Fakat cisim gibi göründü. Of aslında Allah'ın oğludur. Yakub adındaki birisine de bunları öğretti. Daha sonra Melkâ adında birisini çağırdı, ona da şunları söyledi: Ezelden beri Îsa ilandı, halen de ilahtır. Bu şekilde onlar arasında iyice yer ettikten sonra, bu üç kişiyi teker teker çağırıp onlar şöyle dedi: Sen benim çok yakın ve özel adamımsın. Gerçekten ben rüyamda Îsa'yı gördüm, o da benden razı oldu. Bunların her birisine şunları söyledi: Yarın ben kendimi boğazlayacak ve kendimi kurban edeceğim. O bakımdan sen de insanları kendi dinine davet et.. Arkasından kurban yerine girdi ve gerçekten kendisini boğazladı. Bunun üzerinden üç gün geçtikten sonra bunların her birisi kendi mezhebine davet etti, onların her birisine bir kesim insan uyup gitti. Daha sonra bunlar arasında çarpışmalar oldu, anlaşmazlıklar başgösterdi ve bu, günümüze kadar devam edip geldi. İşte bütün hıristiyanlar bu üç fırkadandırlar. Denildiğine göre onların şüpheye düşmelerinin sebebi bu olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu kıssayı yüce Allah'ın: "Biz de Kıyâmet gününe kadar aralarına bu kin ve düşmanlığı yerleştirdik" (Mâide, 5/14) âyetinin anlamını açıklarken naklettik. Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. "Kendi faydanız için (bundan) vazgeçin" Âyetinde yer alan : Fayda, hayır kelimesi, Sîbeveyh'e göre mukadder bir fiil ile nasb edilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir; "Sizin için faydalı şeyleri yapınız". Çünkü, onlara şirki yasaklamakla kendileri için hayırlı olan şeyleri yapmalarım emretmiş olur. Sibeveylî der ki; Açıkça zikredilmemiş fiilin takdiri ile nasb edilen ifadelerden birisi de yüce Allah'ın: "Kendi faydanız için vazgeçin" buyruğundadır. Çünkü: Sen bu işi yap dediğin takdirde, o kimseye bir işi bırakmasını emredip, bir diğer işe girmesini istemişsin, demektir. Daha sonra Sîbeveyh şu beyiti nakleder: "Ona Mâlik'in iki ağacı arasındaki yeri vadettiler Yahut o iki ağaç arasındaki yüksekçe düzlüğü." Ebû Ubeyde'nin görüşüne göre ise ifadenin takdiri: Bundan vazgeçin, sizin için hayırlı olur, şeklindedir. Muhammed b. Yezid ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü, bu takdirde hem şart hem de onun cevabı hazfedilmiş olur. Çünkü o takdirde ifadenin takdiri şöyle demek olur: Şayet îman ederseniz, îman sizin için hayırlı olur, şeklindedir, Bu ise Arapçada benzeri görülen bir şey değildir. el-Ferrâ''nın görüşüne göre ise bu, hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Ali b. Süleyman ise der ki: Bu büyük bir hatadır. Zira buna göre mana şöyle olur: Sizin için hayırlı olan o vazgeçişle vazgeçin. "Allah ancak bir tek ilahtır" âyeti İse, mübteda ve haberdir. "Bir tek" ise, ilâh'ın sıfatıdır. "İlah" kelimesinin lafzaî celalden bedel olması "bir tektir" ifadesinin de onun haberi olması da mümkündür, ifadenin takdiri ise, kendisine ibadet olunan bir ve tektir şeklindedir. "Çocuğu olmaktan münezzehtir" yani, O'nun çocuğu olmaktan tenzih edilmesi icabet eder ve zaten O, öyledir. Nasıl onun çocuğu olabilir ki? Çünkü kişinin çocuğu kendisine benzer. Allah'ın bir benzeri ise olamaz, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.” Onun hiç bir ortağı yoktur, Îsa da Meryem de göklerde ve yerde bulunanlar arasındadır. Göklerde ve yerde bulunanlar ise yaratılmıştır. Yaratılmış olduğu halde Îsa nasıl ilâh olabilir? Eğer O'nun bir çocuğunun olması kabul edilebilirse, birden çok çocuğunun olması da kabul edilmelidir. Öyle ki, mucize gösteren her bir kişiyi o zaman onun çocuğu kabul etmemiz gerekecektir. "Vekil olarak Allah yeter" yani, kendi dostlarının koruyucusu olarak O yeter. Bu türden açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 172Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez. Mukarreb melekler de. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır, Âyetin tefsiri için bak:173 173Îman edip de salih ameller isleyenlere gelince, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir. Ama o çekinenleri ve büyüklük taslayanları ise pek acıklı bir azapla cezalandıracaktır. Onlar, kendileri için Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır. "Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez." Bundan dolayı utanmaz ve böyle bir şeyden yüz çevirmez. "Allah'a kul olmaktan" âyeti nasb mahallindedîr. el-Hasen ise; âyetini nefy' olmak üzere hemzeyi esreli olarak okumuştur. Bu da nefyedici edat olarak anlamındadır. Manası da: Onun çocuğu yoktur, şeklinde olur. Şu kadar var ki 'ın merfu’ olması gerekir. Ancak ravilerden bunu zikreden bir kimse yoktur. "Mukarreb melekler de." Yani Allah'ın rahmet ve rızasına yakın olan melekler de. Bu da, meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğuna delalet etmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Ben size, ben bir meleğim de demiyorum" (Hûd, 11/31) âyeti de böyledir. Bu hususa daha önce Bakara Sûresi'nde (2/33. ayet, 3- başlıkta) işaret edilmiştir, "Kim, ona kulluktan çekinir," yüz çevirir "ve kibirlenmek isterse" ve buna bağlı olarak da Allah'a kulluk etmezse, "O, onların hepsini huzuruna" yani mahşerde "toplayacaktır" ve herkese de, bundan sonraki şu âyet-i kerimede açıkladığı gibi hakettîği neyse karşılığını verecektir: "îman edip de salih ameller işleyenlere gelince, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecektir. Hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir... ve bir yardımcı bulamayacaklardır. " “Çekinir," çekiniyor kelimesinin asli; dır Buna göre, baştaki "ye, sin ve te" harfleri zaîddir, ifadeleri hepsi, lâyık olmıyan şeyden onu tenzih ettim, anlamındadır. Yüce Allah'a dair soru sorulması üzerine Hazret-i Peygamberin verdiği şu cevapta da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır; Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmektir." Yani, O'nu eş ve çocuklardan tenzih ve takdis etmektir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime, parmağınla yanağına akmış olan yaşı silmek hakkında kullanılandan alınmıştır Hadîs-i şerîfte geçen Alnından ter asla kesilmez" tabiri de buradan gelmektedir. Yine bir başka hadiste geçen: Ardı arkası kesilmeyen bir ordu ile geldi" tabiri de buradan gelmektedir Bu kelimenin ayıp anlamına gelen dan geldiği de söylenmiştir. Bu işten dolayı onun için her hangi bir ayıp ve kusur sözkonusu değildir, ifadeleri kullanılır. Yani, Îsa Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinmez. Bu işten uzak durmaz, kulluğunun sonunu getirmez ve asla kulluğuna bir ayıp ve bir kusur gelmesine de fırsat vermez. 174Ey İnsanlar, size Rabbinizden bir burhan geldi. Size apaçık bir nûr da indirmişizdir. “Ey İnsanlar, size Rabbinizden bir burhan geldi" âyetinde kastedilen, es-Sevrîden nakledildiğine göre, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Ona burhan denilmesi ise, beraberinde burhanın bulunuşudur. Burhan ise mucizedir. Mücahid de der ki: Burada burhan, kesin delil (hüccet) demektir. İkisinin de manası birbirine yakındır. Çünkü, Hazret-i Peygamberin mucizeleri, onun hüccetleridir. İndirilen nûr'dan kasıt ise el-Hasen’e göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Ona "nûr" ismini vermesi, onun vasıtasıyla hükümlerin açıklık kazanması ve onun aracılığı ile sapıklıktan hidayete kavuşulmasıdır. O bakımdan o bir mır-i mübindir. Yani, apaçık ve besbelli bir nurdur. 175Allah'a îman edip O'na sarılanlara gelince; onları kendinden bir rahmetin ve bir lütfün içine sokacak ve kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir, "Allah'a îman edip O'na sarılanlara gelince." Yani, Kur'ân-ı Kerîme sarılarak O'nun masiyetlerinden korunanlara gelince... O'nun Kitabına sımsıkı sarılmaları halinde, O'na ve Peygamberine sımsıkı sarılmışlar, demektir. "O'na sarılanlara gelince" âyetinin, Allah'a sarılanlara gelince anlamında olduğu da söylenmiştir. Sarılmak ismet korunmak demektir. Suna dair açıklamalar (Âl-i İmrân, 3/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve onları kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir." Kendisine varandan kasıt, sevabına ulaştıran demektir. Onu bilip tanımaları için hakka ulaştıran anlamına geldiği de söylenmiştir. Dosdoğru yoldan kasıt da dosdoğru dindir. "Yol” anlamına gelen; kelimesi, "Onları... iletecektir" kelimesinin delâlet ettiği mahzuf bir fiil ile nasb edilmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Ve onlara dosdoğru bir yolu gösterip tanıtır Bunun, şu takdirdeki bir fiilin ikinci mef'ûlü olduğu da söylenmiştir: Onları kendi sevabına, dosdoğru bir yola İletir. Bunun hal olduğu da söylenmiştir. Kendisine varan âyetindeki "he" zamirinin Kur'ân'a ait olduğu söylendiği gibi, lütfa ait olduğu da söylenmiştir. Hem lütfa hem de rahmete ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü her ikisi de sevap ve ecir anlamındadır. Bu kelimenin; onları kendi sevabına iletecektir anlamında olduğu ve daha önce belirtildiği üzere, bir muzafın hazfı ile zamirin Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. Ebû Ali der ki: Bu zamir, daha önce geçen yüce Allah'ın adına aittir. Anlamı da şöyledir: Ve onları kendi yoluna iletir. Bizler "dosdoğru bir yol" anlamına gelen; hal üzere mensub kabul edecek olursak, o takdirde bu hal, hazf edilmiş, olan bu zamirden yapılmış olur. Yüce Allah'ın: "Ve bir lütuf" âyeti ise, yüce Allah'ın sevabı ile kullarına lütufta bulunduğuna delil vardır. Çünkü, şayet Onun lütfü eğer bir amelin karşılığı olarak verilmiş olsaydı, buna lütuf (fadl) denilmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, 176Senden fetvâ isterler. De ki: Allah size, kelâle hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar: Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bulunan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı kızkardeşe kalır. Eğer kızkardeşinin çocuğu yoksa o, kızkardeşlne mirasçı olur. Eğer kızkardeşler iki kişi iseler erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Şayet erkek ve kızkardeşler (bir arada) iseler, o zaman erkek için kadının iki payı kadar vardır. Allah, yanılmayasınız diye size açıklıyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: el-Berâ b. Âzib der ki: Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in son nâzil olan âyetidir. Müslim'in kitabında bu böylece belirtilmiştir. Buhârî, Meğazi 66, Tefsir 4. sûre 27, 9. sûre 1; Ferâiz 14; Müslim, Feraiz 10-13: Ebû Dâvûd, Ferâiz 3; Tirmizî, Tefsir 4. sûre 27. Âyet-i kerimenin, Peygamberin Veda Haccı için hazırlık yapmışken nâzil olduğu ve Hazret-i Cabir sebebiyle indiği de söylenmiştir. Cabir b. Abdullah dedi ki: Hastalandım. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir piyade olarak beni ziyaret için geldiler. Bayıldım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı, sonra da abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü dedim. Malım hakkında nasıl bir hükme varayım? Miras ile ilgili olan: "Senden fetva isterler. De ki: Allah size kelâle hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..." şeklindeki miras âyeti nâzil oluncaya kadar bana hiçbir şey söylemedi. Bunu Müslim rivâyet etti. Ve dedi ki: Son nâzil olan âyet-i kerîme: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkun ."(el-Bakara, 2/281) âyetidir. Buhârî, Vudû, 44; Müslim, Ferâiz 5.7; Ebû Dâvûd, Ferâiz 1, Tirmizî, Ferâiz 5; Müsned, III, 372 (yakın lâfızlarla). Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. (Az Önce işaret edilen ayetin tefsirine bakınız). Sûrenin baş tarafında da (en-Nisa, 4/11-14. ayetler, 27. ve 28. başlıklarda) kelâteye dair açıklamalar yeterince geçtiği gibi, burada geçen kardeşlerden kastın, anne baba bir erkek kardeşler, yahut baba bir erkek kardeşler olduğu da geçmiş bulunmaktadır. Hazret-i Cabir'in de dokuz tane kız kardeşi vardı. 2- Anne ve Babasız Olarak Vefat Edenin Durumu: Yüce Allah'ın: "Eğer çocuğu bulunmayıp da... bir etkek ölürse" , hem çocuğu hem babası yoksa, demektir. İkisinden birisinin zikredilmesiyle yetinilmiş bulunmaktadır. el-Curcanî der ki: "el-veled; çocuk" lâfzı, hem vâlid (baba), hem mevlûd (evlâd) hakkında kullanılır. Baba, çocuğunun doğumuna sebep olduğundan dolayı "veled" diye anıldığı gibi, doğana da doğduğu için "veled" ismi verilmiştir. Tıpkı hürriyet kelimesi gibi. Çünkü zürriyyeti; yaymak'tan gelmektedir. Hem doğana, hem de babaya bu ad verilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar için bir âyet (delil, belge) de Bizim onların zürriyetlerini (yani atalarını, Hazret-i Nûh ve beraberindekileri) dopdolu gemide taşımış olmamızdır." (Yâsîn, 36/41) 3- Kızhardeşler Ne Zaman Asebe Olurlar: Ashâb-ı kiram ve tabiin arasından ilim adamlarının çoğunluğu, -İbn Abbâs müstesna- beraberlerinde erkek kardeşleri bulunmasa dahi kız kardeşleri kızlara asebe olarak kabul ederler. İbn Abbâs ise kız kardeşleri, kız çocukların asebesî olarak kabul etmez. Dâvud (ez-Zahirî) ve bir kesim ilim adamı da bu görüştedir. Bunların delilleri, yüce Allah'ın şu âyetinin zahirinden anlaşılandır: "Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bulunan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı kızkardeşe kalır." (İbn Abbâs) kız kardeşi ancak ölenin çocuğu olmaması halinde mirasçı kabul etmektedir. Bu görüşte olanlar derler ki: Bilindiği gibi kız çocuk ta "veled" tabiri arasında yer alır, O halde kız çocuğun bulunması halinde kızkardeşin miras almaması gerekir. İbn ez-Zübeyr de bu meselede İbn Abbâs'ın görüşüne uygun kanaatini izhar ederdi. Nihayet el-Esved b. Yezid kendisine: Muaz, bir kız ve bir kızkardeş arasında hüküm verirken, malı ikisi arasında, eşit iki parçaya böldüğünü bildirinceye kadar böylece hüküm verirdi. Bu âyet-i kerîme, "Âyetü's-Sayf; yazın inen ayet" diye adlandırılır. Çünkü bu âyet-i kerîme yaz döneminde nâzil olmuştur. Ömer b. el-Hattâb der ki: Allah'a yemin ederim ben, benim için kelâlenin durumundan daha önemli hiçbir şey bırakmadım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ona dair soru sordum, bu hususta bana gösterdiği sertlik kadar hiçbir hususta sertlik göstermiş değildir. O kadar ki, parmağı ile böğrümü, yahut göğsümü dürttü, sonra şöyle buyurdu; "Ey Ömer sana, Nisa Sûresi'nin sonlarında nâzil olan yaz âyeti yetmiyor mu?" Müslim, Ferâiz 9; Tirmizî 4. sûre 28 (yakın ifadelerle); İbn Mâce, Ferâiz 5. Yine Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur: Üç şey vardır ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın onları açıklamış olması benim için dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha sevimli olacaktı. Bunlar; kelâle (nin ne olduğu), riba (ya dair bazı hususlar) ile hilâfet (Hazret-i Peygamberden sonra kimin halife olacağı) meseleleridir. Bunu İbn Mâce, Süneninde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Ferâiz 5. 5- Rafizilerin Hazret-i Örneği Tenkidi: Kimi Râfizîler (az önce geçen), Hazret-i Ömer'in: "Allah'a yemin ederim ki... daha önemli hiçbir şey bırakmadım" şeklindeki sözleri dolayısıyla ileri geri konuşmuşlardır. Yüce Allah'ın: "Allah, yanılmayasınız diye size... açıklıyor" anlamına gelen; âyeti İle İlgili olarak el-Kisâî şöyle demektedir: Âyetin anlamı şu şekildedir: Sapmıyasınız diye Allah size böylece açıklıyor. Ebû Ubeyd der ki: Ben, el-Kisaîye, İbn Ömer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediğine dair hadisini naklettim: "Allah'tan duanın kabul olunacağı bir vakte uygun düşer diye (düşmemesi için) sakın sizden herhangi bir kimse kendi çocuğuna beddua etmesin." Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvûd, Vitr 27 (benzer ifadelerle). O da bunu güzel buldu. Çünkü, bu hadisin lâfzının son bölümlerinde hazf edilmiş bir lâ" edatı vardır. en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyde göre hadisin anlamı; Allah'tan duanın kabul edileceği vakte rast gelmesin diye... şeklindedir. Bu açıklama Basralılara (Basralı nahiv âlimlerine) göre ise, apaçık bir hatadır. Çünkü onlar, (........)'ın takdir edilmesini câiz kabul etmezler. Onlara göre âyetin anlamı şöyledir: "Allah, sapmanızdan hoşlanmadığından dolayı size açıklıyor." Daha sonra bu, (hoşlanmama tabiri) hazfedildi. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O kasaba halkına sor." (Yûsuf, 12/82) İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisinin anlamı da böyledir: Yani, Allah tarafından duanın kabul edileceği bir zamana denk gelmesinden hoşlanılmadığından dolayı...demektir. Allah herşeyi çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalar bir kaç yerde daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Başarıyı ihsan eden Allah'a hamd olsun. |
﴾ 0 ﴿