6Yetimleri evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Buyû'yecekler diye onları İsrafla tez elden yemeyin. Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter. Bu âyete dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: 1. Âyeti Kerîmenin Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: "Yetimleri... deneyin" âyetindeki ibtilâ; denemek anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet 13-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme yetimlere mallarının geri verilme keyfiyetini açıklama sadedinde herkese yönelik bir hitaptır. Denildiğine göre âyeti kerîme Sabit b. Rifa’e ile onun amcası hakkında nâzıl olmuştur. Şöyle ki: Rifa'e vefat ettiğinde oğlu (Sabit) küçüktü. Amcası Sabit, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, benim himayemde küçük bir yetimdir Onun malından bana helal olan nedir ve malını kendisine ne zaman geri vereyim? Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Vâhîdi. Esbâbu Nüzüli'l-Kur'ân, s. 147; Suyûti, ed-Dürru'l-Mensür, II, 437. 2. Yetimlerin Denenmesinin Mahiyeti: İlim adamları buradaki "deneme"nin mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir görüşe göre buradaki denemek, vasinin himayesi altındaki yelimin ahlâkını yakından takip etmesi, onun ne gibi maksatlar peşinde olduğuna kulak vermesi demektir. Bu suretle onun ne kadar necib olduğunu öğrenir, kendi maslahatları hususunda malını elinde tutmak noktasındaki gayretini yahut da bunları, ihmal edip etmeyeceğini bilir. Eğer bu konuda İyi şeyler tesbit edecek olursa bizim (mezhebimize mensup) İlim adamlarımız da, başkaları da şöyle derler: Kendisinde tasarrufa müsaade edeceği kadar malından bir miktarı ona teslim etmesinde bir sakınca yoktur. Şayet o, malım artırıp çoğaltır, güzel bir şekilde İdare edecek olursa, o takdirde deneme gerçekleşmiş olur. Bu durumda vasinin de bütün malım yetime teslim etmesi icab eder. Eğer ona teslim ettiği malda kötü tasarrufta bulunursa, yetimin malını yanında alıkoyması İcab eder. Bununla birlikte ilim adamları arasında: Küçük çocuğu deneyip de reşit olduğunu tesbit ederse, üzerindeki velayeti kalkar ve artık malanı ona teslim etmesi, malında serbestçe tasarrufta bulunmasına müsaade etmesi gerekir, diyen ilim adamı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Evlilik çağına erdikleri zamana kadar" diye buyurmaktadır. Fukahâdan bir topluluk da şöyle demektedir: Küçük için iki durumdan birisi sözkonusudur. Ya erkek çocuktur yahut kız çocuktur Erkek çocuk ise nasıl İdare edip tasarrufta bulunduğunu öğrenmek için bir ay bir süreyle evin nafakasını kendisinin görüp gözetmesini ister. Yahut da kendisinde tasarrufta bulunmak üzere ona az bir miktar mal verir. Bununla birlikte o malını telef etmemesi için de onu gözetmeyi İhmal etmez. Telef edecek olursa, vasinin onun tazminatını ödemesi de gerekmez. Eğer yetimin uygun olanı araştıran bir kimse olduğunu görürse, malım ona teslîm'eder ve bu hususta ona karşı da şahid tutar Eğer himayesi altındaki çocuk kız ise, ipin eğirlilmesi pamuğun teslim edilip ücretinin ödenmesi ile eğrilmiş İp olarak geri alınması ve bunun kalitesinin kontrol edilmesi hususunda eğiricileri yakından takibi gibi; ev hanımının bu ve benzeri işleri ve evini idare etmesi, işlerini yakından takip edebilmesi için gerekli miktar verilir. Eğer bu kız çocuğunun reşit olduğunu tesbit ederse aynı şekilde malını ona teslim eder ve ona karşı şahid bulundurur. Aksi takdirde her ikisinin de reşitliği ortaya çıkıncaya kadar hacr altında kalmaya devam ederler. el-Hasen, Mücahid ve başkaları der ki: Akılları, dindarlıkları ve mallarım artırıp çoğaltmaları hususunda onları denerler. 3. Bulûğ ve Bulûğa Dair Bazı Hükümler: Yüce Allah'ın: "Evlilik çağına erdikleri zamana kadar..." âyetinden kasıt, ergenlik çağına ulaşmaktır. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Sizden çocuklar baliğ oldukları takdirde..." (en-Nûr, 24/59) diye buyurmakladır. Burada da baliğ olmaktan (ei Hulum) kasıt, bulûğ ve nikâlılanabilme halidir. Bulûğ beş husus ile anlaşılır. Bunların üçü erkekler ve kadınlar arasında müşterektir. İkisi ise kadınlara hastır; bunlar da ay hali olmak ve gebe kalmaktır. Ay hali olmakla gebe kalmanın bulûğ demek olduğu hususunda ve farzlarla şer'î hükümlerin bunlar dolayısıyla vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak geri kalan üç hususta görüş ayrılıkları vardır. Bunlardan ikisi olan tüylerin bitmesiyle yaş hakkında Evzâi, Şâfiî ve İbn Hanbel şöyle derler: Onbeş yaş ihtilâm olmayanın bulûğ yaşıdır. Aynı zamanda bu İbn Vehb, Esbağ, Abdulmelik b. el-Macışun, Ömer b. Abdulaziz ile Medine'lilerden bir gurubun görüşüdür. İbnü'l-Arabi de bunu tercih etmiştir. Bunlara göre bu yaşa ulaşan kimselere hadler uygulanır ve farzlar; eda etmesi gerekir. Esbağ b. el-Ferec der ki: Bizim kabul eniğimiz görüş ise şudur: Farzların yerine getirilmesinin gerektiği ve hadlerin uygulanabileceği bulûğ sınırı, onbeş yaştır. Bu benim en hoşuma giden ve bence en güzel görüştür. Çünkü cihadda ve Savaşta hazır bulunan kimseye ganimetten payın verildiği yaş sının budur. Buna delil olarak İbn Ömer'in Hendek Gazvesi günü Resûlüllah'a arzedilmesinî gösterir. O sırada İbn Ömer onbeş yaşında bulunuyordu. Hazret-i Peygamber de onun Savaşa katılmasına izin vermişti. Oysa Uhud günü Savaşa katılması için henüz daha ondört yaşında bulunduğundan bu izni vermemişti. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Megâzî 29, Şehâdat 18; Müslim, İmare 91; Ebû Dâvûd, Hudûd 18: Tirmizî, Cihâd 321 İbn Mâce, Hudûd 4. Ebû'Ömer İbn Abdi’l-Berr derdi ki: Bu, doğum tarihi bilinen kimse hakkında böyledir. Ne zaman doğduğu ve kaç yaşında olduğu bilinmeyen yahud da yaşını kabul etmeyen kimse hakkındaki uygulama ise, Nafı'den, onun Eslem'den, onun da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan yaptığı rivâyete göre amel edilir. Buna göre Hazret-i Ömer ordu kumandanlarına şöyle bir mektup yazmıştır: "Şunu bilin ki, ustura kullanımına başlamamış hiçbir kimseye cizye yükümlülüğü koymayın." Hazret-i Osman da hırsızlık yapan bir genç çocuk hakkında: "Durumuna bakınız, eğer eteklerinde kıl bitmiş ise elini kesiniz" demiştir. Atiyye el-Kurazî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurayza oğullarının kontrol edilmesini emr etti. Onlardan her kimin tüyleri bitmiş ise hepsini Saad b. Muaz'ın verdiği hüküm gereğince öldürdü. Henüz tüyleri bitmemiş olanları da hayatta bıraktı. Ben de henüz tüyleri bitmemiş olanlardan idim. O bakımdan bana ilişmedi. Ebû Dâvûd, Hudûd 18: Tirmizî, Siyer 29: İbn Mâce, Hudûd 4; Nesâî, Talâk 20; Müsned, IV, 310. Mâlik, Ebû Hanîfe ve başkaları ise der ki: İhtilam olmayan bir kimse hakkında artık o yaşa erişen herkesin mutlaka ihtilâm olduğu yaşa ulaşmadıkça baliğ olduğuna hüküm verilmez. Bu yaş ise onyedi yaştır. Artık had uygulanmasını gerektiren bir iş yapacak olursa, ona had uygulanır. Mâlik de bir seferinde şöyle demiştir: Böyle birisinin balig olması sesinin kalınlaşması ve burun yumuşağının sertleşmesi ile anlaşılır. Ebû Hanîfe’den bir diğer rivâyet daha gelmiştir ki; bu da ondokuz yaşı ile bulûğa hükmedileceği şeklindedir. Daha meşhur olan da budur. Kız çocuğu hakkında ise şöyle demektedir: Kız çocuğunun bulûğu onyedi yaşına ulaşmakla tahakkuk eder. Bununla birlikte gözetim altında bulundurulur, el-Lu'hıî ise ondan, onsekiz yaşa ulaşmakla kız çocuğun baliğ olacağı rivâyet etmektedir. Dâvûd (ez-Zâhirî) der ki: llıtilam olmadıkça çocuk kırk yaşına varsa dahi yaşı sebebiyle bulûğa ermiş kabul edilmez. Tüylerin (koltuk altlarında ve etekte) bitmesine gelince; kimi fukaha: Bu bulûğa delil kabul edilir, demektedir. Bu da İbnü'l-Kasım ve Salim'den rivâyet edilmiştir. Mâlik de bir seferinde böyle demiştir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi bu olduğu gibi, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Bunun bulûğun bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Şu kadar var ki onunla kâfirler hakkında hükme varılır ve tüyleri bitmiş olan öldürülür, tüyleri henüz bitmemiş olan kimseler ise ashâb alınan çocuklar arasına katılır. Bu da Şâfiî'nin Atiyye el-Kurazî yoluyla gelen (az önce kaydedilen) hadis dolayısıyla söylediği bir diğer görüşüdür. Henüz sertleşmemiş tüylere ve biter gibi görünen dipsiz kıllara itibar edilmez. Hüküm bizzat kıllara terettüp eder. İbnü’l-Kasım der ki: Mâlik'î şöyle derken dinledim: Bana göre uygulama Ömer b. el-Hattâb hadisine göredir: Eğer artık o ustura kullanıyor ise mutlaka ona had uygularım. Esbağ der ki; İbnü'l-Kasım bana dedi ki: Bununla birlikte ben hem tüylerin bitimi hem de bulûğ bir arada olmadıkça ona haddin uygulanması hoşuma gitmez. Ebû Hanîfe ise der ki: Tüylerin bilimiyle herhangi bir hüküm sabit olmaz. Böyle bir şey bulûğ da değildir. Bulûğa delil de olamaz, ez-7,ührî ve Atâ derler ki: İhtilam olmayana had yoktur. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Bir seferinde Mâlik de bu görüşe meyletmiştir. Mâlik'in bazı arkadaşları da bu görüştedir. Bu görüşün zahirine göre ise yaşa ve tüy bitimine itibar edilmez. İbnül-Arabî der ki: "Eğer İbn Ömer'in naklettiği hadis yaş hususunda delil olmuyor ise bunların yaş ve yıllarla ilgili olarak sözünü ettikleri her bir husus asılsız bir iddia olur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geçerli ve uygun gördüğü yaş ise ona itibar etmeyenlerin ve bu konuda şer'î delil getiremeyenlerin görüşlerinden daha uygundur. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kurayza oğulları esirlerine yaptığı uygulamada tüylerin bitmiş olmasına itibar etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın itibar ettiği iki hususu terkedip tevile yönelen ve Peygamber’in lâfzan muteber göstermediği Allah'ın da şeriatte kıyas ile varılacak bir sonuç olarak görmediği iki hususu kabul eden, bu gibi kimseleri ben nasıl mazur görebilirim. Bunların mazereti ne olabilir?" Derim ki: Bu (İbnü'l Arabi'nin) buradaki (bu âyeti tefsir ederken) söylediği sözdür. el-Enfâl Sûresi'nde ise bunun aksini söylemektedir. Çünkü orada İbn Ömer'in hadisine baş vurmamakta ve bizim ilim adamlarımızın onu tevil ettiği gibi o da o hadisi tevil etmektedir. Bunun gereği de Savaşmaya güç yetirip ona ganimetten pay verilen kişinin yaşı olan onbeş yaş ile buna güç yetiremedîğinden ona pay verilmeyen ve bundan dolayı da çoluk çocuk arasında değerlendirilen kimseler arasında fark gözetmektir Ömer b. Abdulaziz'in bu hadisten (Atiyye el-Kurayzi hadisinden) anladığı da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4. Âyet-i Kerîmedeki "Reşitlik" ve "İstinâs”ın Manaları: Yüce Allah'ın; "Şayet onlarda bir reşittik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin" âyetinde geçen kelimesi, "görürseniz" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Tür tarafında bir ateş gördü..." (el-Kasas, 28/29) buyruğundâki kelime de bu manadadır. el-Ezherî der ki: Araplar: Git bak, kimseyi görecek misin?" derler. Yani bak, gör gözet anlamındadır. Şair en-Nâbiğa da der ki: "Acaba bir kimse (avcı) var mı diye bakınıp duruyordu..." Şair burada kendisine hücum edecek bir avcı var mı diye etrafına bakınıp duran ve böylelikle ondan sakınmaya çalışan bir yaban öküzünü kastetmektedir. Gördüm, hissettim, buldum kelimelerinin aynı anlama olduğu da söylenmiştir. İşte yüce Allah'ın: "Şâyet onlarda bir reşitlik görürseniz" âyeti de bu kabildendir. Onların reşit olduğunu bilirseniz, demektir Bunun asıl anlamı ise; reşit olduklarını görürseniz, şeklindedir. Genelde herkes: Reşitlik kelimesini "radıyallahü anh" harfini ötreli "şin" harfini de sakin olarak okumuştur, es-Sülemî, Îsa, es-Sekafi ve İbn Mes'ûd ise bu kelimeyi ura" harfini de ıişin" harfini de üstün olarak okumuşlardır ki, bu iki türlü okuyuş iki ayrı söyleyiştir. Âyet-i kerimede geçen bu şekliyle kelimenin, “.....”‘ın mastarı, “.....”'ın ise “.....”‘ın mastarı olduğu söylenmiştir. “.....”kelimesi de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İlim adamları yüce Allah'ın: "Reşitlik" âyetinin tevili hususunda farklı görüşlere sahiptir. el-Hasen. Katâde ve başkaları der ki: Bundan kasit, akıl ve dinde bir salâhtır. İbn Abbâs, es-Süddî ve es-Sevrî de der ki: Bundan kasıt akılda salâh ve malın muhafaza edilmesidir. Saîd b. Cübeyr ile en-Nehaî der ki: Kişinin sakalı uzayıp gider ama bununla birlikte henüz reşit olmamış olabilir- Böyle bir durumda yaşlı başlı bir insan olsa dahi malı o yetime verilmez. Tâ ki onun reşit olduğu görülünceye kadar. ed-Dahhak ta böyle demiştir: Yetim, malım ıslah ettiği görülüp bilininceye kadar yüz yaşına varsa dahi malı kendisine teslim edilmez. Mücahid de der ki: Burada reşitlikten kasıt, özel olarak akıldaki bir reşitliktir. İlim adamlarının çoğunluğu ise, reşitliğin ancak bulûğdan sonra sözkonusu olduğu ve eğer bir kimse îhtilâm olacak yaşa geldikten sonra, reşit olmamış ise isterse yaşım başım almış olsun, üzerindeki hacr kaldırılmaz. Bu Mâlikin ve başkalarının görüşüdür. Ebû Hanîfe ise der ki: Hür ve baliğ olan bir kimse eğer adam olmak noktasına ulaşmış ise hacr altına alınmaz- Aklıbaşında olduğu takdirde, isterse insanların en fâsıkı ve en ileri derecede malını saçıp sallallahü aleyhi ve sellemuran bir kimse olsun. Züfer b. el-Huzeyl de bu görüşü benimsemiştir. Bu, en-Nehaî'nin de kabul ettiği görüştür. Onlar bu hususta Katade'nin Enes'ten yaptığı şu rivâyeti delil gösterirler: Buna göre Habban b. Munkiz bu hususta yeterli olmamakla birlikte alış veriş yapardı. Ey Allah'ın Rasûlü, onu hacr altına al, çünkü bu konuda gerekli becerisi olmadığı halde, alış veriş yapıp duruyor, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu yanına çağırıp: "Alış veriş yapma" diye buyurduysa da o: Ama yapmadan edemiyorum, dedi. Bu sefer Hazret-i Peygamber ona şöyle buyurdu: "Alış veriş yaptığın zaman aldatmak olmasın, de ve senin için üç gün muhayyerlik vardır." Ebû Dâvûd, Buyû’ 66; Tirmizî, Buyû’ 2S; Nesâî, Buyû’ 12. Müslim, Buyû’ 48; Muvatta’', Buyû'’ 90; Müsned, II, 80, 129-130. İşte bu kanaati savunanlar derler ki: Yakınları tasarruflarında aldandığı için hacr allına alınmasını Hazret-i Peygamber'den istedikleri halde, o bunu kabul etmediğine göre, hacr'in câiz olmadığı da sabit olmuş demektir. Ancak bu hususta onların lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu, el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 17- başlıkta) de açıkladığımız gibi o kişiye has bir durumdur. Başkasının durumu böyle değildir. eş-Şâfiî der ki: Eğer kişi malını ve dinini ifsad eden yahut dinini değil de yalnızca malini ifsad eden bir kimse ise, hacr altına alınır. Şayet dinini ifsad edip de malını ıslah eden bir kimse ise, bu hususta İki görüş vardır. Bunlardan birisine göre hacr allına alınır. Ebû'l-Abbas b. Şüreyh'in tercihi budur. İkinci görüşe göre ise hacr altına alınmaz. Ebû İshak el-Mervezî'nin tercih ettiği görüş de budur, Şâfiî mezhebinde daha zahir (kuvvetli) görünen görüş te budur. es-Sa'lebî der ki: Burada bizim sözünü ettiğimiz sefih'in hacr altına alınması hususu aynı zamanda Osman, Ali, Zübeyr, Âişe, İbn Abbâs, Abdullah ve İbn Cafer (Allah hepsinden razı olsun); Eabiinden de Şüreyh bu görüştedirler. Fukaha'dan da Mâlik, Medineliler, Evzaî, Şamlılar, Ebû Yûsuf, Muhammed, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr de bu görüştedirler. es-Sa'lebî der ki: Bizim mezheb âlimlerimiz bu meselede icma olduğunu iddia etmişlerdir. 6. Reşitliği Anlaşılan Kimseye Malını Teslim Etmenin Şartları: Bu husus anlaşıldığına göre şunu bil ki; malm teslim edilmesi İki şartla olur. Bunlar da; reşitliğin anlaşılması ile baliğ olmaktır. Eğer bunlardan birisi bulunup da diğeri bulunmazsa, malın teslim edilmesi câiz değildir. Âyetin nassı bunu gerektirmektedir. Bu aynı zamanda İbnü'l-Kasım Eşheb ve İbn Vehb'in Mâlik'ten âyet ile ilgili olarak yaptığı rivâyettir. Ebû Hanîfe, Züfer ve Nehaî dışında fukahâ topluluğunun da görüşü budur. Bunlar yirmibeş yaşa ulaşmak suretiyle reşitliğin görülüp anlaşılması şartını kabul etmezler. Ebû Hanîfe der ki: Çünkü bu yaşa gelen bir kimse dede olabilecek yaştadır. Bu ise onun görüşünün zayıf olduğunu ve Ebû Bekr er-Razi’nin Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde, Ebû Hanîfe lehine daha önceden geçtiği üzere iki âyeti değerlendirerek gösterdiği delilin, zayıflığını da ortaya koymaktadır. Çünkü böyle bir şey, mutlak ve mukayyed kabilindendir. Mutlak olan âyet ise, usul âlimlerinin ittifakı ile mukayyet olana havale edilir, (Yani mukayyed'in getirdiği kayda itibar olunur). Eğer bir kimsenin bahtı yoksa, onun dede olabilmesi ne ifade eder. Şu kadar var ki bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız, kız çocuk hakkında bulûğ ile birlikle kocasının onunla gerdeğe girmesi şartını koşmuşlardır. İşte o takdirde reşitlik hususunda gerekli deneme tahakkuk etmiş olur. Ebû Hanîfe ile Şâfiî bu görüşte değildirler. Onlar erkek ve kız çocuklarda denemeyi az önce açıkladığımız şekilde kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki bizim ilim adamlarımız şu sözleriyle aralarında fark görürler: Kız çocuğu erkek çocuğundan farklıdır. Çünkü kız çocuğu perde arkasındadır, işlerle haşir neşir olmaz. Bakire olduğundan dolayı da dışarılara çıkmaz. O bakımdan kız çocuğu hakkında onun nikâhlanması şartı gözönünde bulundurulmuştur. O vesile ile bütün maksatları anlamış olur, Erkek ise ondan farklıdır. Çünkü o tasarrufta bulunmak ve ilk yetişme çağından bulûğuna kadar insanlarla karşı karşıya bulunmak suretiyle bir takım bilgilere sahip olur. Bulûğ ile de aklı kemale erer. Böylelikle onun için maksat da hasıl olur. Bununla birlikte Şâfiî'nin görüsü daha doğrudur. Çünkü eğer kadın bütün iş ve maksatlarını bilen, malını saçıp sallallahü aleyhi ve sellemurmayan birisi ise, bizzat kocasının onunla ilişkide bulunup haşefesini sokmuş olması reşitliğini hiç bir şekilde artırmaz. Diğer taraftan ilim adamlarımız işi daha ileriye götürerek şöyle derler: Kocasının kendisiyle gerdeğe girmesinden sonra çeşitli durumlarla içli dışlı olacak şekilde bir sürenin geçmesi de kaçınılmazdır, İbnü'l-Arabî der ki: Bu sürenin belirlenmesi hususunda ilim adamlarımız birçok görüş ortaya koymuşlardır. Babası olan kiz hakkında beş, altı ve yedi yıl ileri sürülmüş olması, bu görüşlerin bir kısmıdır. Babası da vasisi de bulunmayan yetim kız hakkında ise gerdeğe girmesinden sonra bir yıl tesbit etmişlerdir. Ebedi olarak velayet altında tutulan kız için de, rüştü sabit olacağı zamana kadar, diye sınır getirmişlerdir. Ancak bütün bunlara dair delil yoktur, Babası bulunan kız hakkında bir takım yıllar sınırını getirmek oldukça zordur. Yetim kız hakkında bir yıl diye sınır belirlemek ondan da zordur- Reşitliği açıkça ortaya çıkıncaya kadar velayet altında bulunan kızın hacrinin devamına gelince; (reşitliği ortaya çıkınca) artık vasi, üzerindeki hacrini kaldırır, yahut da hakim o kızı onun hacri altından çıkartır, Kur'ân’ın zahirinden anlaşılan budur. Bütün bunlardan gözetilen maksat ve anlatılmak islenenler, yüce Allah'ın: "Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz" âyetinin kapsamına girmektedir. O halde reşitliğın itibara alınması biricik yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadar var ki reşitliğın görülmesi, rüşte erenin durumunun farklılığına-göre farklılık arzeder. İşte sen bunu iyice belle; bunu esas alarak hükümler çıkar; fakat kendisine dair delil bulunmayan tahakkümlerden de uzak dur. 7- Babası Bulunup Hacr Altındaki Kız Çocuğun Fiillerinin Hükmü: Babası bulunan kız çocuğun bu süre (hacr süresi) içerisinde yaptıkları hususunda fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Hacrin devamı dolayısıyla yaptıkları red olunan işler diye değerlendirilir; hacrden sonra yaptıkları ise, câiz olarak değerlendirilir, denilmiştir. Diğer bir kısmı ise bu süre zarfında yaptıkları, yaptığı işin doğruluğu ortaya çıkmadıkça, reddedilecek işler olarak kabul edilir. Bundan sonra yaptıkları ise, selîhliği ortaya çıkıncaya kadar geçerli olarak kabul edilir. 8. Hacri Bitene Malını Teslim Etmenin Formaliteleri: Hacr akında bulunan kimseye malını geri teslim etmek için Sultana (Devlet yetkilisine) gerek var mıdır yok mudur, hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim bu işin mutlaka Sultana götürülmesi ve onun huzurunda reşitliğinin sabit olduktan sonra, malının ona teslim edilmesi kaçınılmazdır derken, bir diğer kesim de şöyle demektedir: Bu husus vasinin içtihadına bırakılmıştır. Bu konuda işin Sultana götürülmesine gerek yoktur. İbn Atiyye der ki; Günümüz vasilerinde doğru olan ise bu işin Sultana götürülmesinden ve onun huzurunda reşitliğinin tesbit edilmesinden uzak durmamaktır Çünkü günümüzde bu husus çok az gerçekleşmekle birlikte vasîlerin çocuğu reşit kabul etmek, serihUği dolayısıyla hacı altında bulunanı ibra etmek üzere birbirleriyle anlaştıkları görülen bir husustur. Reşitliğinin ortaya çıkması sebebiyle malı kendisine teslim edildikten sonra, sallallahü aleyhi ve sellemurganlığı ve doğru dürüst malını idare edememesinin ortaya çıkmasıyla tekrar sefil iliğe dönecek olursa, bize (Mâliki mezhebine) göre hacri geri döner. İki görüşünden birisine göre Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise tekrar hacri geri dönmez; çünkü o âkil ve baliğdir, der- Buna delil ise had ve kısaslardaki ikrarının geçerli olduğunun kabul edilmesidir. Bizim delilimiz yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin." (en-Nisâ, 4/5) Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer üzerinde hak olan (borçlu) beyinsiz yahut zayif olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse onun velisi adaletle yazdırsın." (el-Bakara, 2/282) Bu âyetlerde böyle bir kimsenin sefih olarak hacr altına alınması ile serbest bırakılmasından sonra bu sefihliğin tekrar başgöstermesi arasında fark gözetilmemektedir. 10. Vasinin Yetimin Malında Tasarrufunun Sınırları: Vasinin yelimin malında babanın yapma hakkına sahip olduğu ticaret, ibdâ' İbda': Bir kimseye belli bir malı -kendisine herhangi bir kâr sağlamaması şartıyla- satın almak üzere para vermek demektir. Mezheplere göre tarifine gelince: Mâlikîlere göre, herhangi bir kâr sağlamak sözkonusu olmaksızın filan yerden bir mal satın alsın diye biricisine para vermektir. Hanefîlere göre; kârın sermaye sahibine ait olması şartıyla birisine ticaret yapmak üzere bir sermaye vermektir. Şâfiîlere göre; malı karşılık olmaksızın onunla .... yapacak bir kimse ile birlikte .....demektir. alım ve satım gibi işleri yapması caizdir. Aynı mallarından, ekin, davar gibi mallarından zekâtını ve fitresini de ödemesi gerekir. İşlediği cinayetlerin diyetlerini ve para bedellerini, telef ettiği şeylerin kıymetlerini, anne-babanın nafakası ile ödenmesi gerekli diğer hakları da öder. Yetimi evlendirmesi ve onun adına malından mehrini ödemesi caizdir. Onun adına cariye satın alabilir, onun haklarını gözetmek şartıyla leh ve aleyhine sulh yapar. Alacaklıların bazılarının borçlarını ödeyip geriye diğer borçlarını ödeyebilecek kadar bir miktarı kalmış ise, vasinin bu yaptığı uygulama câiz (geçerli) dir. Şayet malının geri kalan kısmı lelcf olursa, diğer alacaklıların vasi üzerinde alacak bir şeyleri olmaz. Aynı şekilde borçlarını tahsil etmiş olanlardan da alacakları olmaz. Alacaklılar malın bütününü borçlarına karşılık aldıktan sonra, başka alacaklılar gelecek olursa, eğer vasi geri kalan borçlan biliyor yahut ölmüş kimsenin ödenmemiş borçları yapmış olduğu biliniyor ise- o takdirde vasi hisselerine uygun olarak kendilerine isabet edecek olan miktarı bu alacaklılara tazminat olarak öder ve daha önceden borçlarını tahsil etmiş olanlara o miktarda rücü' eder (geri alır). Şayet bu durumu bilmiyor ve ölen şahsın da. böyle bir borçla borçlandığı bilinmiyor ise, vasinin herhangi bir yükümlülüğü olmaz. Eğer vasi şahid tutmaksızın ölenin borcunu ödeyecek olursa, tazminatını öder. Şayet şahid tular ve şahidlerin öldüğü vakte kadar iş uzayıp giderse (yani geri kalan alacaklıların alacaklarını İstemesi bu vakte kadar kalırsa) herhangi bir şey ödemesi gerekmez. Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir.. " (2/220. âyet, 6. başlıkta) âyetini açıklarken, vasinin harcama (infak) ve diğer hususlara dair hükümlerini yeteri kadar açıklamış bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 11. Yetimlerin. Mallarını Buyû'meden Önce Yemeye Kalkışmak: Yüce Allah'ın: "Buyû'yecekler diye onları israfla tez elden yemeyin" âyetinden maksat, -hitabın delili nazarı itibara alınarak- israfa sapmaksızın mallarını yemenin câiz olduğunu anlatmak değildir. Aksine inaksal, yetimlerin mallarını yemeyiniz, çünkü o bir israftır, demektir. Şanı yüce Allah vasilere -ileride açıklanacağı üzere- kendileri için mubah olan miktarın dışında yetimlerin mallarından yemeyi yasaklamaktadır. İsraf; sözlükte ifrata kaçmak ve haddi aşmak demektir. Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/147. âyette) bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, İsraf aynı zamanda infak ve harcamada yanlışlık yapmak demektir. Şair'in şu beyiti bu kabildendir: "Onlar sekiz kişi tarafından güdülen yüz deve verdiler Bu bağışlarında ne bir başa kakma vardır, ne de bir israf." Yani verdikleri bu yerlerde hatalı davranmıyorlar. Bir başka şair de şöyle demektedir: Ve onlardan birisi, atlar kendilerini çiğneyip geçerken: Çok israf ettiniz (haddî aşıp yanlışlık yaptınız), dedi. Biz de: Gerçekten biz böyle israf edenleriz, diye cevap verdik." en-Nadr b. Şumeyl der ki: Şeref, sallallahü aleyhi ve sellemurganlık ve gaflet anlamına gelir. İleride yüce Allah'ın İzniyle el-En'am Sûresi'nde ( 6/110. âyet 23. başlıkta) israfa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. “Tez elden" âyetinin manası onlar büyümeden önce, acele ederek demektir. Buyû'mek ise bülûg halidir. Tez elden (el-bidâr) kelimesi mübadere şeklinde de aynı manada kullanılabilir. Tıpkı kıtal ve mukatele kelimelerinde olduğu gibi. Bu kelime (âyet-i kerimede) "isrâfen" âyetine atf edilmiştir. "Buyû'yecekler diye" âyeti ise "bidat" kelimesi ile mahallen mansubdur. Anlamı da şudur: Yani ey yetimin vasisi, hacrin (himayen, gözetimin.) altında bulunanın malını ganimet bilerek, reşit olup da malım almadan önce elini çabuk tutayım deyip yemeye kalkışmayasın. Âyetin bu şekildeki açıklanması İbni Abbas ve başkalarından nakledilmiştir. 12. Zengin Vasi, Yetimin Malından Yememelidir: "Zengin olan afiflik etsin" âyetinde yüce Allah, yetimlerin mallarından vasilere nelerin helâl olduğunu beyan etmektedir. Bununla zengine velayeti altındaki yetimin malını yemekten uzak durmasını emretmekte, lakir olan vasiye de onun malından maruf ölçüler içerisinde yemeyi mubah kılmaktadır. Kişinin bir şeyden uzak durmasını, kendini alıkoymasını ifade etmek üzere; kelimeleri afiflik etti, afif davrandı, anlamında kullanılır. Bir şeyden afiflik etmek o şeyi terk etmek demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Nikâhlanmak imkânı bulamayanlar da iffetli davransınlar." (en-Nûr, 24/33) İffet, helâl olmayan ve yapılmaması gereken şeylerden uzak durmak demektir. Ebû Dâvûd, Huseyn el-Muallim yoluyla Amr b. Şuayb'dan o babasından, o da dedesinden rivâyetine göre bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek şöyle dedi: Ben fakirim ve hiçbir şeyim yok. Himayem altında da bir yetimim var (onun malından yiyebilir miyim)? Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsrafa sapmaksızın, sallallahü aleyhi ve sellemurganlık etmeksizin ve onun malından da kendin için bir şey satmaya, biriktirmeye kalkışmaksızın yetiminin malından yiyebilirsin." Ebû Dâvûd, Vesayâ 9'. Nesâî, Vesâyâ 11; İbn Mâce, Vesayâ 9; Müsned, II, 186, 215-216 13. İffetli Davranmaları Yahut Maruf Ölçüler İçerisinde Yemeleri Emrolunan Muhatapların Kimliği; İlim adamları, muhatapların kimler oldukları, bu âyet-i kerimeden kimlerin kastedildiği hususunda, farklı kanaatlere sahiptir. Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Âişe'den yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin" âyeti ile İlgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bu âyet, gözetimi altında yetim bulunan ve onun durumunu İslah etmeye çalışan, yetimin velisi hakkında nâzil olmuştur. Eğer muhtaç bir kimse ise yetimin malından yemesi câiz olur. Bir rivâyette de; malının miktarına göre maruf ölçüler içerisinde... denilmektedir. Buhârî, Vesaya 22, Buyû'’ 95, Tefsir 4, SÛRE 2; Müslim, Tefsir 10-11 Kimisi de şöyle demektedir: Maksat şudur: Eğer yetim zengin ise ona bol bol harcamada bulunur ve kendisi de yetimin malına elini sürmez. Şayet fakır ise, ona malının miktarına göre harcamada bulunur. Bu açıklamayı Rabia ile Yahya b. Said yapmıştır. Ancak birincisi Cumhûrun görüşü olup sahih olan görüştür. Çünkü yetim, küçüklüğü ve sefihliği dolayısıyla kendi malında tasarrufta bulunması hususunda muhatap alınmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 14. Maruf Ölçüler İçerisinde Yemenin Mahiyeti; Cumhûr, maruf ölçüler içerisinde yemenin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bir topluluk der ki: Burda maruf ölçüler içerisinde yemek, muhtaç olduğu vakit yetiminin malından borç alması, ödeme imkânı olduğunda da o borcunu ödemesi demektir. Bu, Ömer b. el-Hattâb, İbn Abbâs, Abîde (es-Selmânî), İbn Cübeyr, en-Nehaî, Mücahid ve Ebû'l-Âl-iyye'nin görüşüdür. Aynı zamanda el-Evzaî de bu görüştedir Bununla birlikte, ihtiyacı olan miktardan fazlasını da borç almaz. Hazret-i Ömer der ki: "Şunu bilin ki, ben Allah'ın malına karşı kendi durumumu, velinin yetimin malına karşı durumu gibi tesbit ettim. Eğer ihtiyacım olmazsa afiflik ederim. Eğer fakir düşersem maruf ölçüler içerisinde yerim. Ödeme imkânım olduğu vakit de o aldığımı öderim." Beyhâkî, es-Sünenu'l-Kubrâ, VI. 7, 575; Süyûtî. ed-Dürru'l-Mensur, 11, 436. Abdullah b. el-Mübarek de Asımdan, o Ebul-Aliye'den şunu rivâyet etmektedir; "Fakir olan da örfe göre yesin" yani borç olmak üzere yesin dedikten sonra: "Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun" âyetini okudu. İkinci bir görüş de İbrahim, Atâ, Hasan-ı Basrî, Nehâî ve Katâde'den rivâyet edilmiştir. Buna göre onlar, maruf ölçüler içerisinde bir şeyler yiyen fakir vasinin, o yediklerini ödeme yükümlülüğü yoktur Çünkü bu onun yetime nezaret etmesinin bir hakkıdır, Fukahânın kabul ettiği görüş de budur. el-Hasen ayrıca der ki: Bu, Allah tarafından ona yedirilen, ikram edilen bir miktardır. Çünkü o açlığını giderecek kadar yer, avretini örtecek kadar giyinir. Bununla birlikte kalitesi yüksek keten ve takım elbiseler giyinme yoluna gitmez. Bu görüşün sıhhatine delil ise, ümmetin şu husus üzerinde icmâ' etmiş olmasıdır Müslümanların işlerini görüp gözeten İmâmın (İslâm Devlet başkanının) maruf ölçüler içerisinde yediğini ödemek yükümlülüğü yoktur. Çünkü yüce Allah, onun payını Allah'ın malı arasında olmak üzere tesbit etmiştir O bakımdan Hazret-i Ömer'in söylediği kabul edilen: "Eğer imkânım olursa aldığımı öderim" şeklindeki ifadesinde (öbür görüşü savunanların lehine) delil yoktur. İbn Abbâs, Ebû'l-Âl-iyye ve en-Nehaî'den rivâyete göre maruf ölçüler içerisinde yemek, nasıl uyuz develeri katranlıyor, kaybolan bir malı ilan ediyor, havuzları su sızdırmasın diye sıvıyor, hurmaları topluyor ise, onun gibi davarların sütlerinden yararlanmak, malın aslına zarar vermemek şartıyla köleleri istihdam etmek ve bineklerin sınma binmek gibi faydalar sağlamakla olur. Malların ayni kısmına ve asıllarına gelince; vasinin bunlardan birşey alma hakkı yoktur. Bütün bunlar fukahânın şu sözlerinin kapsamına dahildir: O yaptığı işin ücreti kadarını alabilir. Bir gurup; işte maruf ölçüler içerisinde yemek budur. Bunun için Öötme yapması sözkonusu değildir, fakat bundan fazla yemesi ise haram kılınmıştır. el-Hasen b. Salih b. Hayy -İbn Hayvan da denilir- ise babanın tayin ettiği vasi ile hakimin tayin ettiği vasi, arasında fark gözetmektedir. Ona göre babanın tayin ettiği vasi maruf ölçüler içerisinde yetimin malından yiyebilirse de, hakimin tayın ettiği vasinin herhangi bir şekilde yetimin malından yeme imkânı yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. Konuyla ilgili dördüncü bir görüş de Mücahid'den şöylece rivâyet edilmektedir: Vasi, yetimin malından borç da alamaz, başka bir yolla da alamaz. Onun kanaatine göre âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyeti ile nesh edilmiştir. "Ey îman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna." (en-Nisâ, 4/29) Böyle bir yolla yemek ise, bir ticaret değildir. Zeyd b. Eslem de der ki: Bu âyet-i kerimedeki ruhsat yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." (en-Nisâ, 4/10) âyeti ile nesh edilmiştir. Bişr b. el-Velid de Ebû Yûsuf'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bilemiyorum, belki de bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Mallarınızı batıl yollarla yemeyin, aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" (en-Nisâ, 4/29) âyeti ile nesh edilmiştir. Konu ile ilgili bir beşinci görüş ise; ikâmet hali ile yolculuk hali arasında fark gözeten bir görüştür. Eğer yetim ile birlikte şehirde ikamet etmekte ise; onun malından yiyemez. Şayet onun için yolculuk yapma gereğini duyarsa o takdirde ihtiyaç duyduğu kadarını alabilir. Ve ondan herhangi bir şey brriktiremez. Bu, Ebû Hanîfe ile onun iki arkadaşı Ebû Yûsuf la Muhammed'in görüşüdür. Altıncı bir görüş; Ebû Kilâbe der ki; O topladığı mahsullerden maruf ölçüler içerisinde yesin. Onun nakdî servetinden İse, borç olsun, başka türlü olsun herhangi bir şey almak hakkına sahip değildir. Yedinci bir görüş İkrime, İbn Abbâs'ın: "Fakir olan da öffe göre yesin" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediğini nakleder: Eğer muhtaç olur ve zorunlu bir ihtiyaç duyarsa (yesin). eş-Şa'bı der ki: Böyle bir durumda kan ve domuz eti yemesi helâl olacak olursa yetimin malından alır, daha sonra ödeme imkânı bulursa öder. en-Nehhâs ise der ki: Böyle bir görüşün anlamı yoktur Çünkü bu derecede zaruret haline düşecek olursa, o yetimin malından olsun, onun dışında başkasının malından kendisini hayatta tutacak kadarını alabilir. Yine İbn Abbâs ve en-Nehaî der ki: Maksat vasinin kendi malından maruf ölçüler içerisinde yemesidir Tâ ki yetimin malından yemeye muhtaç olmasın. Böylelikle zengin kimse zenginliği dolayısıyla afiflik etmiş olur, fakir kimse de kendisine (kendi öz malandan) harcamalarını alabildiğine kısar ki, yetiminin malına ihtiyaç duyacak hale düşmesin, en-Nehhâs der ki: Bu açıklama bu âyet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak yapılan rivâyetlerin en güzelidir. Çünkü başkalarına ait mallar mahzur (haksîz yere el sürülmesi haram) olan mallardır. Kat'î bir delil ile olmadığı sürece o mallardan herhangi birine el sürmek serbest olamaz. Derim ki: el-Kiyâ, et-Taberî, Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde bu görüşü tercih ederek şöyle demektedir: Seleften bazı kimseler bu âyet-i kerimenin hükmü gereğince vasinin küçüğün malından israf sınırına ulaşmayacak bir miktarda yiyebileceği vehmindedir. Bu ise yüce Allah'ın: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı bir anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna" (en-Nisâ, 4/29) âyetine muhaliftir. Böyle bir şey ise yetimin malında tahakkuk etmemektedir. Yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin" ifadesi, kişinin kendi malı ile alâkalıdır, yetimin malı ile değil. Bunun da manası şudur: Yetimin malını kendi mallarınızla birlikte yemeyiniz. Aksine yalnızca kendi mallarınızdan yemekle yetininiz. Buna yüce Allah'ın; "Onların mallarını mallarınızla karıştırarak yemeyin. Muhakkak bu büyük bir günahtır" (en-Nisâ, 4/2) âyeti de buna delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın: "Zengin olan afiflik etsin, fakir olan da örfe göre yesin" âyeti ile de yetecek miktarı aşmama hususu açıkça ortaya çıkmakladır. Tâ ki yelimin malından yemek gereğim duymasın. İşte âyet-i kerimenin ihtiva ettiği anlamın tamamı budur Bizler başkasının malını rızası olmaksızın -özellikle de yetim hakkında- yemeyi yasaklayan muhkem bir takım âyetlerle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu âyet-i kerimenin ise bir kaç manaya gelme ihtimali olduğunu görmekteyiz. O halde bu âyet-i kerimeyi konu ile ilgili diğer muhkem âyetlerin manasına göre anlamak kaçınılmaz bir haldir. Konu ile ilgili selefin kanaatine destek bulmak amacıyla: Hakimler de müslümanlara yaptıkları iş dolayısıyla rızıkl arını (maaşlarını) almaktadır. Vasiyi de aynı şekilde yetim için çalışan bir kişi olarak göremez miyiz ve niçin yaptığı iş kadar ücret almasın? diye bir soru sorulacak olursa ona şöyle cevap verilir: Şunu bil ki, seleften hiçbir kimse vasinin zengin olmakla birlikte küçük çocuğun malından birşeyler almasını vasi için câiz kabul etmemiştir, Halbuki hakimin durumu böyle değildir. İşte bu, iki mesele arasındaki bir farktır. Aynı şekilde islâm'ın gerekli kıldığı işleri İfa eden l'akihlerin, hakimlerin ve halifelerin aldıkları malların muayyen bir maliki yoktur. Şanı yüce Allah bu sahipsiz malı belli bir takım niteliklere sahip bazı sınıflara tahsis etmiştir. Hakimler de bu sınıflardan birisidir. Vasi ise yaptığı iş karşılığında muayyen bir kimsenin malını onun rızası olmaksızın almaktadır. Yaptığı işin miktarı ve mahiyeti ise meçhuldür. Aldığı ücret de meçhuldür. Böyle bir şeyin ise hak edilme ihtimali uzaklır. Derim ki: hocamız İmâm Ebul-Abbâs şöyle derdi: Eğer yetimin malı, velisini kendi özel ihtiyaçlarını ve işlerini aksatacak derecede meşgul edecek şekilde büyük bir uğraşıyı gerektirecek kadar çok ise, o takdirde veliye yaptığı işin ücreti tesbit edilir. Şayet kişiyi kendi ihtiyaçlarını görmekten alıkoymayacak kadar önemsiz ise, o maldan hiçbir şey yemez. Bununla birlikte yetime zarar vermeksizin ve çoğa da kaçmaksızın az miktarda bir süt İçmesi, yahut az miktarda yiyecek veya yağ yemesi de müstehabtır Hatta adeten tarafların biribirlerine müsamaha ettikleri görülegelen miktarda dahi yiyebilir. Hocamız devamla der ki: Sözünü etçiğimiz ücret, az miktarda hurma, yahut süt yemek maruf" olan şeylerdir. O bakımdan âyetin buna göre anlaşılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: Bununla birlikte bundan dahi sakınmak Allah'ın izniyle daha faziletli olandır. Miras paylaştırıcı hakimin alıp da rüsum adım verdiği ve ona tabi olanların yaptıkları talanlara gelince; ben bunun açıklanabilir veya helâl olabilecek tarafını bilmiyorum. Bunlar yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (en-Nisâ, 4/10) âyetinin genel kapsamına girmektedirler. 15. Yetimlere Mallarını Teslim Ederken Şahid Bulundurmak: Yüce Allah: "Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun" âyetinde, gerekli şekilde korunmaya yahut töhmetleri izale etmeye dikkat çekmek üzere şahid tutmayı emretmektedir. Bu şekilde şahid tutmak, bir gurup ilim adamına göre müstehaptır. Bu konuda da vasinin sözü kabul edilir. Çünkü vasi güvenilir (emin) bir kimsedir. Bir diğer kesim ise, bu tarzdır, demektedir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur; ve vasi sözü kabul edilen emin bir kimse değildir. Tıpkı kendisine verileni geri verdiğini iddia eden vekil yahut yanında emanet bırakılan kimse gibidir. Çünkü vasi olsa olsa baba tarafından emin görülen bir kimsedir. Baba onu emin gördüğü sürece onun başkası hakkında söyleyeceği söz, kabul edilmez. Nitekim vekil olan bir kimse, âdil olarak bilindiği için kendisine emrolunanı Zeyd'e verdiğini iddia edecek olursa, beyyine ile bunu ortaya koymadığı sürece bu iddiası kabul olunmaz, İşte vasinin durumu da böyledir, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile İbn Cübeyr'in görüşüne göre ise burada sözü geçen şahid bulundurmak, vasinin daha önce fakirken yeşimin malından aldığı borcu bolluğu esnasında ödemesi hali hakkındadır. Abîde der ki: Bu âyet-i kerîme, yetimin malından birşeyler yiyenin o miktarı ödemesinin vacib oluşuna bir delildir. Buna göre âyetin manası şöyle olur; Sizler yetimin malından bir miktar borç alır yahut yiyecek olursanız, bunu ödemeniz halinde şahid bulundurunuz. Doğrusu ise lâfzın hem bu hali hem de diğer halleri de kapsadığı şeklindedir. Âyetin zahirine göre maksat şudur: Sizler velayetiniz altında bulunana herhangi bir hacamada bulunacak olursanız, şahid tutunuz. Tâ ki herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, beyyine getirmek imkânı bulunsun. Çünkü şahid tutmak suretiyle emanet olmak üzere kabz olunan her bir maldan ibra olmak, ancak onun ödendiğine dair şahid tutmakla mümkün olur. Çünkü yüce Allah: "Şahid bulundurun" diye buyurmaktadır. O halde şayet şahid tutmaksızın birşeyler kabz etmiş ise, o kabzettiğini tekrar ödemesi halinde ödediği kimseye karşı bunu ödediğine dair şahid tutmasına gerek yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16. Veli Ya da Vasi, Yetimi, Bedenen Korumakla da Mükelleftir. Vasi ya da kefil (yetimi gözeten kişi ya da veli) yetiminin malını korumak, o malı uygun şekilde artırıp çoğaltmakla yükümlü olduğu gibi, küçüğü bedenen de korumakla yükümlüdür. Yetimin malını korumayı, gereken şekilde zaptu rapt altına almakla gerçekleştirir. Bedenini de edebiyle korur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/220. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Rivâyete göre adamın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle demiş: Benim himayem altında bir yetim vardır, Onun malından birşeyler yiyeyim mi? Hazret-i Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, onun malından kendin için mal ayırıp biriktirmeksizin ve onun malıyla kendi malını korumak yoluna gitmeksizin (yiyebilirsin)." Peki ey Allah'ın Rasûlü onu döveyim mi? deyince, Hazret-i Peygamber: "Hangi sebepten kendi çocuğunu dövüyorsan o sebepten dolayı (dövebilirsin)," İbnü’l-Arabi der ki: (Bu) her ne kadar senet itibari ile sabit değilse de, herhangi bir kimse artık bundan başka bir çare de bulamaz. 17. Allah Herkesin Hesabını Görecek Olandır: Yüce Allah'ın; "Hesap sorucu olarak Allah yeter" âyeti amellerinizi hesaba çeken ve onların karşılığını verecek kimse olarak Allah yeter, demektir. Bu herhangi bir hakkı inkâr eden herkes için bir tehdittir. Lafzatullah başına gelen "be" harfi zaittir. Bu âyet ref mahallindedir. |
﴾ 6 ﴿