43

Ey îman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz. Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı kırk dört başlık (Ancak, görüleceği gibi başlıklar, kırkdört değil, kırkbeştir) halinde sunacağız:

1. Âyetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü’minlere Hitabın Sebebi:

Yüce Allah;

"Ey îman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyetinde, bu kitabıyla özel olarak mü’minlere seslenmektedir. Çünkü mü’minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti

O bakımdan bu âyetle özel olarak onlara hitab edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı,

Ebû Dâvûd, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair âyet nazit olmadan Önce Ömer şöyle dedi; Allah'ım, içki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.

Bunun üzerine Bakara Sûresi'ndeki;

"Sana içki ve kumardan soruyorlar" (el-Bakara, 2/219) âyeti nâzil oldu.

Bunun üzerine Ömer çağrıldı ve ona bu âyet-i kerîme okundu- Yine: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Nisa Sûresinde yer alan:

"Ey îman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın" âyeti nâzil oldu. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münadîsi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi. Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerîme okundu, bu sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine şu:

"Artık vazgeçtiniz değilmi?" (el-Mâide, 5/91) âyeti nâzil oldu. Bu sefer Ömer: “Vazgeçtik” dedi. Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Nesâî, Eşribe 1; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 8; Müsned, I, 53.

Saîd b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bildirilinceye kadar cahiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde

"Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfeatler vardır" (el-Bakara, 2/219) ayeti nâzil oluncaya kadar, içmeye devam ediyorlardı. Bu âyet nâzil olunca: Biz günah için değil de menfeati için içeriz, dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken: De ki: Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bunun üzerine:

"Ey îman edenler, sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeti nâzil oldu. Bu sefer, biz namazın dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi; Allah’ım içki hususunda üzerimize şifa verici (radıyallahü anhhatlatıcı) açıklama indir. Bunun üzerine:

"Muhakkak şeytan... ister" (el-Mâide, 5/91) âyeti nâzil oldu.

Bunun üzerine Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın münadîsi (Medine sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye başladı. İleride yüce Allah'ın izniyle Mâide Sûresi'nde de açıklaması gelince görüleceği gibi.

Tirmizî de Ali b. Ebû Talib'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdurrahman b. Avf, bize bir yemek hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi. îçki bizi sarhoş etti. Bu arada namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere öne geçirdiler. Ben de:

"Deki ey kâfirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" (el-Kâfîrûn, 109/1-2) ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye okudum. Bunun üzerine-yüce Allah:

"Ey îman edenler!, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar., namaza yaklaşmayın" âyetini İndirdi. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 4, sûre 12 Ayrıca; Ebû Dâvûd, Eşribe, 1.

Bu âyet-i kerimenin daha önceki âyetler ile ilişki yönü ve âyetler arasındaki yerine gelince: Şanı yüce Allah Daha önce

"Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisa, 4/36) diye buyurdu. Îmandan sonra da ibadetlerin başı olan namazı söz konusu etti.

Bundan dolayı namazı İsrarla terk eden kişi öldürülür ve t'arziyeti sakıt olmaz. Bu şekilde anlatıra, kendileri bulunmaksızın sahih olması sözkonusu olmayan namazın şartlarım açıklamaya kadar geldi.

2. Âyet-i Kerîmedeki Sarhoşluğun Mahiyeti:

İlim adamlarının Cumhûru fukahâ topluluğunun kanaatine göre, âyet-i kerimede geçen sekr (sarhoşluk) dan kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. Ancak, ed-Dahhâk, buradaki sarhoşluktan kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, namazdayken uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden gidinceye kadar yatıp uyusun. Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken, kendi kendisine beddua edebilir." Buhârî, Vudû 53; Müslim, Salatu’l-Müsafirîn 222; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 18; Tirmizî, Salât 146; İbn Mâce, İkametu's-Salat 184; Muvatta’'; Salatu’l-Leyl 3; Müsned, VI, 56, 202, 259.

Abide es-Selmanî der ki: "Sarhoşken" den kasıt idrarın seni sıkıştırmışken demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse, sakın idrarı kendisini sıkıştırmışken -bir rivâyette de: Bacakları arasındakini sakıştırmış olduğu halde- asla namaz kılmasın." Ebû Dâvûd, Tahâre 43; Tirmizî, Salât 148; İbn Mâce, Tahâre 114; Müsned, V, 250, 260, 261, 280 (yakın ifadelerle).

Derim ki: ed-Dahhâk ve Abîde'nin söyledikleri, mana itibari ile doğrudur. Çünkü namaz kılandan istenen şey, bütün kalbiyle yüce Allah'a yönelmesi, başka şeylere iltifatı terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık gibi şaşırmasına sebep olabilecek, gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini değiştirecek herseyden uzak durması gibi şeyler istenir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Akşam yemeği hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam yemeğini yiyerek işe başlayın." Buhârî, Ezan 42, Et'ıme 58; Müslim, Mesâcid 64-66; Ebû Dâvûd, Et’ime 10; Tirmizî, Salât 145; Nesâî, İmâme 51; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 34; Müsned, III, 100, 110, 161... IV, 49, 54, VI, 51, 194, 291...

Böylelikle Hazret-i Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı herbir unsurun ortadan kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Tâ ki kul, başka şeylerle meşgul olmayan bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yönelsin ve namazında gerektiği gibi huşu duysun. Bu âyet-i kerimenin kapsamına ileride geleceği üzere; "Mü’minler felâh bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 23/1-2) âyeti da girmektedir. İbn Abbâs da der ki: Yüce Allah'ın:

"Ey Îman edenler, sorhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeti, Mâide Sûresi'nde yer alan:

"Ey îman edenler namaza kalkacağınız zaman..., yıkayınız" (el-Mâide, 5/6) âyeti ile nesh olmuştur. Bu görüşe göre de mü'mînlere sarhoş oldukları halde namaz kılmamak emri verilmiş olmaktadır.

Daha sonra ise her halükârda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise nihai haram hükmü gelmezden önce böyleydi. Mücahid ise der ki; Bu âyet-i kerîme, içkiyi haram kılan âyetle nesh olmuştur, İkrime ve Katade de böyle demiştir. Daha önce zikrettiğimiz Hazret-i Ali yoluyla gelen hâdis-i şerif dolayısıyla bu konuda sahih olan da budur.

Rivâyet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildi. Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in münadisi de şöyle seslendi: Sakın sarhoş olan bir kimse namaza yaklaşmasın. Ebû Dâvûd, Eşribe 1. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ed-Dahhak ve Abîde'nin görüşlerine göre ise, âyet-i kerîme muhkem olup, âyette nesh sözkonusu değildir.

3. Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:

Yüce Allah'ın:

"Yaklaşmayın" âyetindeki fiilin "râ" harfi üstün okunacak olursa, öyle bir fiili İşlemeye, kalkışmayın anlamına gelir. Şayet ötreli okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına gelir.

Âyet-i kerimede hitap, aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir. Sarhoş bir kimse ise, sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa, aklı başından gitmiş olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o, kendisi için vacib olan emirleri yerine getirmekle muhataptır. Diğer taraftan sarhoş olduğu sıralarda, sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış hükümlerden vakti geçtiği için yerine getirmediklerinin de ayrıca keftaretini (yani kazasını v.b.) yerine getirmelidir.

4. "Namaza Kalkmaksın Anlaşılması:

İlim adamları burada namaz (es-Salât) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen ibadettir, demektedir. Bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. O bakımdan daha sonra: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" diye buyurulmuştur.

Bir başka kesim ise bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir, demektedir. Bu da-Şâflî'nin görüşüdür. Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Elbette birçok manastırlar, kiliseler, havralar (salavat) yıkılır giderdi" (el-Hac, 22/40) diye buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, burada da namaz kılanan yerlere "sâlat" ismi verilmektedir Bu açıklamaya yüce Allah'ın:

"Ve bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna- " âyeti de delalet etmektedir, Bu ise, cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz kılmak için değil de- geçip gitmesinin câiz olmasını gerektirmektedir.

Ebû Hanîfe: "Birde cünüp İken -yolcu olmanız müstesna-" âyetinden maksat, su bulamaması halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm eder ve öylece namazını kılar der. Buna dair açıklama da ileride gelecektir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu âyette "namaz"dan kasıt, hem namaz kılınan yerdir, hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashâb-ı kiram ancak namaz için mescide gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O bakımdan namaz ile namaz kılınan yer birbirinden ayrı görülmezdi.

5. "Sekr Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı. Tekil ve Çoğul Olarak Kullanılışı:

Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde" âyeti mübtedâ ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde bir cümledir, "Sarhoşlar" kelimesi, Sarhoş kelimesinin çoğuludur. en-Nehaî, bu kelimeyi "sin" harfini üstün olarak; diye okumuştur ki, bu da kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekilde teksir ediliş sebebi, sekr'in aklı ilgilendiren bir âfet oluşudur, O bakımdan, bu kelime de, sara'ya düşmüş kimseler anlamını veren; kelimesi ve bu türden diğer kelimeler vezninde çoğul yapılmıştır. el-A'meş ise bu kelimeyi "sin" harfini ötreli olarak "hublâ" gibi okumuştur. O takdirde bu kelime tekil bir sıfat olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir sıfat ile haber vermenin câiz oluşu da çoğula dair tekil bir kelime ile haber vermek şeklindeki kullanışlarına (Arapların kullanışlarına) göre câiz görülmüştür.

Sekr (sarhoşluk), sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime şekillerinde kullanılır. Kişinin gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de denilir. Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış... " (el-Hicr, 15/15.) buyrugundaki "sekr" bu anlamdadır. Bu kelime, "keP harfi şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı kapatmak anlamında da kullanılır. Buna göre sekrân (sarhoş), sahip olduğu akıllı halden kopan, ondan uzaklaşan kimse demektir.

6- İslâm'ın îlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:

Bu âyet-i kerimede, İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi sarhoşluk derecesine ulaştırıncaya kadar mübâh olduğuna dair bir delil, hatta açık bir nass vardır. Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak aklî bakımdan haram görülmektedir. Ve hiçbir dinde de mübâh kılınmış değildir. Onlar, bu âyet-i kerimedeki sekr'i de uyku diye yorumlamışlardır. el-Kaffâl der ki: Muhtemeldir ki onlara, İnsan tabiatını cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette harekete geçirecek miktarda içki içmeleri mubah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir ma na onların gürlerinde de vardır. Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir;

"Biz onu (şarabı) içeriz, o da bizi kır almışız gibi yapar."

Bu anlamda daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet, 6. başlıkta) doyurucu açıklamalarda bulunmuştuk. el-Kaffâl der ki: Kişiyi, delilik ve baygınlık noktasına getirecek kadar aklı İzale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir maksatla içki içmek mubah kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmaksızın bu derece sarhoş olsa, bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış bulunuyordu.

Derim ki: Bu doğru bir açıklamadır. Bu açıklamalar, Mâide Sûresi'nde, Hazret-i Hamza kıssasında (el-Mâide, 5/ 90-92. âyetler, 3- başlıkta) gelecektir. Müslümanlar, bu âyet-i kerîme nâzil olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak duruyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın:

"Artık vazgeçtiniz değil mi" (el-Mâide, 5/91) âyetinde haram kılındığı hükmü nâzil oluncaya kadar bu halde devam ettiler.

7. Sarhoş İken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetinin anlamı: Söylediğinizden-yanliş olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru olduğunu bilinceye kadar... demektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez.

Bundan dolayı Osman b. Affan (radıyallahü anh) şöyle demiştir; Sarhoşun boşaması geçerli değildir. Aynı zamanda bu, İbn Abbâs, Tavus, Atâ, el-Kasım, ve Rabia'dan da rivâyet edilmiştir Bu aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebû Sevr ve el-Müzenî'nin de görüşdür.

Tahavî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın boşamasının câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir.

Sarhoş oları bir kimse ise vesvese dolayısıyla bunaklaşmış bir kimse gibidir. Yine ilim adamları, (uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı giden kimsenin boşamasının câiz olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir O bakımdan içkiden dolayı sarhoş olanın da durumu böyledir.

Bir kesim de sarhoşun boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b. el-Hattâb, Muaviye ve bir gurup tabiinden bu görüş rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ebû Hanîfe, es-Sevri ve el-Evzai'nin de görüşüdür, Şâfiî'nin bu konudaki görüşleri farklı farklı gelmiştir.

Mâlik ise, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda ve Öldürmede kısası da öngörür. Ancak, sarhoşun nikâh ve satışını onun için bağlayıcı kabul etmez.

Ebû Hanîfe derki: Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı başında olan kimseninki gibi sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır.

Böyle bir kimse irtidat edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi müstesna- hanımı ondan bain olmaz.

Ebû Yûsuf der ki: Sarhoşluk halinde mürted olur. Aynı zamanda bu, Şâfiî'nin de görüşüdür, Şu kadar var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve tevbe etmesini de istemez.

İmâm Ebû Abdullah el-Mâzerî ise der ki : Bizde gaz bir rivâyet vardır. Buna göre sarhoşun talakı bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdilhakem ise der ki; Sarhoşun talakı da, boşaması da geçerli değildir İbn Şâs da şöyle demektedir: es-Şeyh Ebû'l-Velid, konu İle ilgili görüş ayrılığını bir parça aklı başında bulunan, ancak kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet eden ve böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanıyamayacak, ayırt edemeyecek kadar sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar arasında, hem de kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek İstisna, vakitleri geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak böyle bir sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini sarhoşluğa itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terketmiş gibi olur.

Süfyan es-Sevrî der ki: Sarhoşluğun sının, aklî dengenin bozulmasıdır. Eğer Kur'ân okuması istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler söyliyecek olursa, ona sopa cezası uygulanır.

Ahmed de der ki: Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa, o kişi sarhoş demektir. Mâlik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir.

İbnü'l-Münzir der ki: Kur'ân okuyuşu sırasında karıştırırsa sarhoş demektir. Buna delil de, yüce Allah'ın:

"Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetidir. Eğer ne söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme korkusuyla mescidden uzak durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa, (ayıkınca) kazasını yapar. Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz kılacak olursa, hükmü ayık kimsenin hükmü gibidir.

8. "Cünup" Kelimesinin Anlamı;

Yüce Allah'ın:

"Bir de cünup İken... yaklaşmayın" âyeti, yüce Allah'ın:

"Ne söylediğinizi bilinceye kadar" âyetindeki mansûb cümlenin mahalline atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız demekîir O kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cünup lâfzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, "buud ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur. el-Ferrâ' der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir. Bir şivede cünup kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nâk," "tunub ve etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastederek "cânib" diye bu kelimeyi kullanmak halinde, çoğul için "cünnab" tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "râkib ve rukkâb" demek gibi. Kelime asıl itibariyle uzaklık demektir. Âdeta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu isini alır. Şair der ki:

"Beni (yanında ashâb bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!

Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim."

Cunub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektfr.

9. Cünupluğun Mahiyeti:

Ümmetin Cumhûru, cünup kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuvvetle akması) veya sünnet yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz olmayan kimse olduğunu kabul etmektedir. Ashâbtan bazılarından, inzal olmadıkça gusül olmayacağına dair görüş rivâyet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Su (ile yıkanmak), ancak sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hayz 80, 81; Ebû Dâvûd, Tahâre 83. Ayrıca bk. Buhârî, Vudu, 34; Müslim, Hayz 84, İbn Mâce, Tahâre 130; Müsned, III, 21 26.

Buhârî'de ise Ubeyy b. Kâ'b'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, erkek kadın ile cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) diye sorması üzerine, Hazret-i Peygamber de: "Kendisinden kadına temas eden tarafını yıkar, sonra da abdest alır, namaz kılar." Ebû Abdullah (Bûhâri) der ki: Ancak gusletmek daha ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim adamlarının) ihtilâfları dolayısıyla açıkladım. Buhârî,Gusl 29.

Müslim de Sahih'inde bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada rivâyet etmiş ve hadisin sonunda şöyle demiştir: Ebû’l-Alâ b. eş-Şilıhîr dedî ki: Nasıl ki Kur'ân'ın bazısı diğer bazısını nesh ediyor idiyse, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisinin de bazısı bazısını nesh ederdi. Ebû İshak der ki; İşte bu nesh olmuştur. Müslim, Hayz 82. Tirmizî de der ki: Bu hüküm, İslâmın ilk dönemlerinde böyleydi, sonra nesh oldu. Tirmizî, Tahâre 81

Derim ki: Ashâbdan, tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki fakihlerinden büyük bir topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet yerinin birbirine kavuşması ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta Önceleri ashâb-ı kiram arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha sonra bu hususta Hazret-i Âişe'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yaptığı rivâyetten anlaşılan hükmü kabul etmişlerdir. Buna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Erkek, hanımının dört dalı arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül icabeder" Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Hayz 88; Müsned, VI. 47 ve 112'de ise rivâyet muhtasardır. Buhârî ile Müslim'de de, Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Erkek kadının dört dalı arasında oturur, sonra da üzerine kendisini İterse, erkeğe (de kadana da) gusül icabeder." Buhârî, Gusl 28; Müslim, Hayz 87; Ebû Dâvûd, Tahâre 83; Nesâî, Tahâre 129; İbn Mâce, Tahâre 111; Dârimî, Vudû 75; Müsned, II, 234, 347, 393, 471, 520. Müslim ayrıca: "İnzalde bulunmasa dahi" fazlalığını eklemektedir. Müslim, Hayz 87. İbnü'l-Kassâr der ki: Kendilerinden öncekilerin hilafından sonra, tabiin ve onlardan sonra gelenler: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul etmişlerdir. Görüş ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olursa, o vakit icma, görüş ayrılıklarım ortadan kaldırır (hükümsüz kılar).

Kâdı Iyâd der ki: Ashâb'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu kanaati izhar eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz? Bundan tek istisna, el-A'meş'den ve Davud el-Asbâhâni'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir. Rivâyet olunduğuna göre Ömer (radıyallahü anh) insanları, "su, sudan dolayı gerekir" hadisi gereğince amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna sebep ise, onların bu konudaki ihtilâfları olmuştur, İbn Abbâs ise bu hadisi, ihtilama tevil etmiş ve böyle açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, İhtilam halinde suyun inzali dolayısıyla (meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder, İnzal olmadığı takdirde, rüyasında cima ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu ise, bütün ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir.

10. Yoldan Geçmek (Obur) ile İlgili Açıklama:

Yüce Allah'ın:

"Yolcu olmanız müstesna" âyetinde yer alan, "Yoldan geçenler" kelimesi ile aynı kökten Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı "u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı demektir, Buna " ıubr" da denilebilir. Mt'ber ise, üzerinden yolun aşıldığı gemi veya köprü demektir. Âbirü's-Sebîl yoldan gelip geçen demektir. “.....” İse, üzerinde devamlı yolculuk yapılan ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkında kullanılır. Şair de der ki:

"(O öyle bir devedir ki) gayretle, hızlıca ve bütün gücüyle yol alır.

Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası sıcağında çölleri kateder."

Bir başka şair de der ki:

"Allah'ın kazası herşeye galip gelir.

Sabırsız olanla da, çok sabırlı olanla da oynar o.

Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır.

Şayet hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi, kaçınılmazdır."

11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:

İlim adamları, yüce Allah'ın:

"Yolcu olmanız müstesna" âyetinin anlamı hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Alî (radıyallahü anh) ile İbn Abbâs, İbn Cübeyrv Mücahid ve el-Hakem, Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir derler. Herhangi bir kimsenin gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaşması sakili değildir. Bundan istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Çünkü ikâmet olunan yerlerde çoğunlukla su bulunur. O bakımdan, ikâmet halinde bulunan kişi, su bulunduğundan dolayı gusleder. Yolculuk yapan kimse ise. su bulamazsa, teyemmüm eder.

İbnü'l-Münzir der ki: Rey ashâbı, yolculukta bulunan cünup kimsenin eğer içinde su bulunan bir mescidden yolu uğmyacaksa, önce teyemmüm eder. sonra mescide girip oradan su çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çıkartır (ve gusleder).

Bir kesim ise, cünıtbun mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Mü’min necis değildir" Bu lâfızla değil de; "Mü’min bazılarında; Müslim, necis olmaz' anlamında: Buhârî, Gusl, 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115, 116; Ebû Dâvûd, Tahâre 91: Tirmizî, Tahâre 89, Nesâî. Tahâre 172; İbn Mâce, Tahâre 80, Müsned, II, 255, 582, 471. V, 354, 402. hadisini delil gösterirler.

İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz, bu görüşleyiz.

Yine İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İkrime ve en-Nehaî der ki: Âbirü's-Sebil, yoldan geçip giden kimse demektir. Aynı zamanda bu, Amr b. Dinar ile Mâlik ve Şâfiî'nin de görüşüdür.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder ve öylece cidden geçer es-Sevrî ve İshak b. Rahaveyh böyle demiştir.

Ahmed ve İshale, cünub kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescidde oturmasında mahzur yoktur, demektedirler. Bu görüşlerini İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Bazıları da, âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu rivâyet ederler: Ensardan bir topluluğun, evlerinin kapılan mescide açılırdı- Onlardan herhangi birisi cünub oldu mu, mescidden geçmek zorunda kalırdı.

Derim ki: Bu doğrudur. Ayrıca bunu, Ebû Dâvûd'un, Decace'nin kızı Cesre'den yaptığı şu rivâyet desteklemektedir: Cesre dedi ki: Âişe (radıyallahü anha)'yı şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbının evlerinin yüzlerini (kapıların) mescide doğru açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu mescidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içeri girdi. Fakat ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir ruhsat iner umudu ile, hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hazret-i Peygamber yanlarına çıkıp şöyle buyurdu: "Bu evlerin yönlerini mescidden başka tarara çeviriniz. Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helal kılmıyorum.” Ebû Dâvûd, Tahâre 92.

Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Mescidde Ebû Bekir'in kapısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın." Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Fedailu's-Sahabe 2; Tirmizî, Menakıb 15; Aynı manada ve yakın lâfızlarla; Buhârî, Salat 80; Müsned, 1, 270, Hazret-i Peygamberin Hazret-i Ali'ye hitabı olarak. Böylelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün kapıların kapatılmasını: emretti. Çünkü bu durum, mescidin yol edinilmesini ve. mescidden geçip gitmeyi beraberinde getiriyordu. Hazret-i Ebû Bekir'e ikram olsun ve özelliği dolayısıyla onun kapısını istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden ayrılmazlardı.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dışında herhangi bir kimseye, mescidden yol gibi geçip gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin vermediği rivâyet edilmiştir. Ayrıca bunu Atiyye el-Avfî de Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmektedir. Ebû Said dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Mescidde cünup olmak, hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna- uygun düşmez ve olacak şey de değildir." Tirmizî, Menâkıb 20.

İlim adamlarımız derler ki: Bunun böyle olması câiz (mümkün) dir. Çünkü, Hazret-i Ali'nin evi de mescidin bünyesi İçerisinde idi. Tıpkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evinin de mescidin bünyesi içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin evi de mescidin içerisinde değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin kapıları mescide açılıyor idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), böylelikle onları mesciddenmiş gibi değerlendirdi ve "hiçbir müslüman için., câiz değildir" hadisini irad buyurdu. Hazret-i Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden rivâyetlerden birisi de, ibn Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair rivâyetidir: Adamın birisi babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun) hangisinin daha hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle dedi: İşte bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evi, Yanıbaşında da Hazret-i Ali'nin evine işaret elti. Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

Buna göre Hazret-i. Peygamber ve Hazret-i Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Evlerinde cünub oluyorlardı. Fakat evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapılan mescide açılıyordu, O bakımdan, cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol gibi geçiyorlardı.

Diğer taraftan bunun onlara has bir özellik olması da mümkündür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zaten öze) bir takım durumları vardı. İşte bu da onun özelliklerinden birisi kabul edilir. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu konuda Hazret-i Ali'ye bir Özellik tanıyarak, başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruhsat olarak verdi. Her ne kadar evlerinin kapılan mescidin içerisinde bulunuyor idiyse de, mescidde onların evlerinin kapılarından başka birtakım kapılar da vardı. Öyleki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'nin kapısı dışında diğer kapıların kapatılmasını emretmişti. Amr b. Meymûn, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Rasûllullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bütün kapıları -Alî'nin kapısı müstesna- kapatınız." Tirmizî, Menakıb 20. Müsned, I. 175, 11, 26, IV, 369. Böylece Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali'ye kapısının mescide açılmasına ilişmemek suretiyle bir özellik tanımış oldu. Hazret-i Ali de evi mescidde olduğu halde evinde cünup olurdu.

Hazret-i Peygamber'in: "Mescide açılan kapılardan Ebû Bekir'in kapısından başka bir kapı bırakmayınız" hadisine gelince, bu -Allahu âlem- şöyle idi: Mescide bakan çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı. Evlerin asıl kapılan ise mescidin dışında bulunuyordu. Hazret-i Peygamber, işte bu İkinci çıkışların kapatılmasını emrederken, ona ikram olmak üzere, Hazret-i Ebû Bekir'in çıkışını bırakmıştı. Buna karşılık Hazret-i Ali'nin ana kapısı, giriş ve çıkışta kutlandığı kapısı (mescide açılıyordu), işte İbn Ömer bunu: mescidde ikisinden başkası yoktu" diyerek açıklamaktadır.

Denilse ki: Atâ b. Yesâr'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bazı kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide geliyor ve mescidde konuşuyorlardı. İşte bu, cünup bir kimsenin abdest aldığı takdirde mescidde kalmasının câiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İshak'ın da -belirttiğimiz gibi- görüşüdür.

Buna cevap şudur: Abdest almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için va7' olunmuş ve zahiri pislikten korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı ibadeti kabul olunmayanın ve bu ibadete başlaması sahih olmayanın girmemesi gerekir. Onlardan nakledilen, çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip geldikleridir.

Eğer abdest bozucu başka haller sizin bu dediğinizi iptal eder, denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı abdest almak zor gelir, yüce Allah'ın:

“...ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- ..." âyeti başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir ve yeterlidir. Mescîdde cünupken durup beklemek câiz olmadığına göre, mushafa el değdirmenin ve onda okumanın câiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü mushafın saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, yüce Allah'ın izniyle, el-Vâkıa Sûresinde (56/75-80. âyetler, 5- başlıkta) gelecektir.

12. Cünub Olanın Yapamayacağı İşler

Bizim mezhebimizin âlimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıdaki bir takım âyetleri istiâze (ve dua) maksİsmi ile okumak dışında, çoğunlukla Kur'ân-ı Kerîm okumasına engel olunur. Mûsa b. Ukbe, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cünup ve ay hali olan kimse, Kur'ân-ı Kerîm’den herhangi birşey okumasın". Bunu İbn Mâce rivâyet etmiştir. Tirmizî, Tahâre 98; İbn Mâce, Tahâre 105.

Dârakutnî de, Süfyan'dan o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr b. Murve'den, o, Abdullah b. Seleme'den, o da Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey Kur'ân’ı Kerîm okumaktan engellemezdi. Süfyan dedi ki: Şu'be bana şöyle dedi: Bu benim naklettiğim hadislerin en güzelidir." Dârakutnî, I, 219.

Bunu İbn Mâce de rivâyet edip. Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı, bize Muhammed b. Cafer anlattı, bize Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu manada bir hadis zikretmektedir, İbn Mâce, Tahâre 105. Ayrıca yakın lâfızlarla: Ebû Dâvûd, Tahâre 90; Nesâî, Tahâre 171; Müsned, I, 84, 107, 124. Bu ise, sahih bir isnaddır.

İbn Abbâs'ın, Abdullah b. Revaha'dan rivâyetine göre, "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bizden herhangi bir kimsenin cünup olduğu halde Kur'ân okumamızı yasakladı" demektedir. Bunu Dârakutnî rivâyet etmiştir.

Yine İkrime'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir; İbn Revaha, hanımının yanında yatmakta iken, odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına kalkıp gitti ve onunla cima etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göremeyince, ayağa kalktı, odadan dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçeri dönüp, bıçağı aldıktan sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bitirmiş, ayağa kalkmıştı. Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne oluyorsun? diye sordu. Karısı ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördüğüm şekilde görse idim, bu bıçağı senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına. Beni nerede gördün ki? diye sorunca, hanımı. Seni cariyenin üzerinde gördüm, dedi. Bu sefer Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizden herhangi bir kimsenin cünüpken Kur'ân okumasını yasaklamış bulunmaktadır. Karısı: O halde sen de Kur'ân oku bakayım dedi. -Karısı Kur'ân okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi;

"Resûlüllah bize geldi –Allah’ın Kitabını okuyarak-

Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın aydınlık saçışı gibi.

Körlükten sonra hidâyeti getirdi o, kalplerimiz ona

İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye.

Geceyi geçirir, yaaı yatağından uzaklarda.

Müşrikler yataklarında uyuyup ağırlattıkları vakit."

Hanımı bunun üzerine:

Allah'a îman ettim ve güzümün gördüğünü yalanladım. Sabah olunca, Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) azı dişleri görününceye kadar güldü. Dârakutnî, I, 120.

13. Gusletme Keyfiyeti

Yüce Allah:

"Gusledinceye kadar..." âyeti ile, cünup olanın gusletmedıkçe namaz kılmasını yasaklamaktadır.

Gusletmek, aklen kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne anlama geldiği bilinmektedir. Bu kelime iles suyun el ile birlikte yıkanan şey üzerinden geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim (yıkadım) tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri için farklı İfadeler kullanmışlardır.

Bu husus böylece anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup olan bir kimsenin, vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması halinde hükmün ne olacağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya dalması yeterli değildir. Çünkü yüce Allah, cünup olana gusletmesini emretmektedir. Tıpkı namaz kılan kimseye, yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkamasını) emrettiği gibi. Abdest alan bir kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve ellerinin üzerine geçirmesi kaçınılmaz birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun başı da abdest alan kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir.

Bu aynı zamanda el-Müzenî'nin de görüşü ve tercihidir. Ebû'l-Ferac Amr b. Muhammed el-Mâlikî der ki: Gusletmek lâfzından anlaşılması makul olan mana budur. Çünkü iğtisâl, sözlükte iftial kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin) üzerinden geçirmiyen bir kimse, aslında su dökmekten başka bir İş yapmış olmuyor. Dilciler, bu şekilde davranan bir kimseye, gusleden kimse ismini vermezler. Böyle birisine ya su döken, ya da suya dalan kimse ismini verirler.

Ebû'l-Ferac devamla) der ki: İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetler bu doğrultuda gelmiştir. Meselâ, onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her bir kılın altında cenabet vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni iyice temizleyin." Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Tirmizî; Tahâre 78; İbn Mâce, Tahâre 106. Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- ancak, belirttiğimiz şekilde) elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilmesiyle olabilir

Derim ki; Delil diye gösterilen bu hadiste, şu iki sebepten dolayı (görüşüne) delil olacak bir taraf yoktur: Evvelâ, bu hadisin tevilinde farklı kanaatler izhar edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Teni iyice temizleyiniz" âyetinden kasıt, fercin yıkanması ve temizlenmesidir Hazret-i Peygamber burada, ten ile, kinaye yoluyla ferci kastetmiştir. İbn Vehb de der ki: Ben, hadislerin açıklanması konusunda İbn Uyeyne'den daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci olarak, bu hadisi, Ebû Dâvûd, Sünen’inde rivâyet etmiş ve bunun hakkında: "Bu hadis zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebû Dâvûd) rivâyetinde böyle denilmektedir.

Böylelikle bu hadisin delil gösterilme imkânı ortadan kalkmakta, geriye, daha önceden de açıkladığımız gibi, dildeki bu kelimenin anlamını dayanak almak kalmaktadır. Ayrıca bunu, sahih hadiste sabit olan şu rivâyet de desteklemektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e küçük bir çocuk getirildi- Hazret-i Peygamberin üzerine işedi. Hazret-i Peygamber, bir su getirilmesini istedi. Bu suyu çocuğun sidiği üzerine serpiştirdi, fakat elbisesini de yıkamadı. Bunu Hazret-i Âişe rivâyet etmiştir. Buhârî, Vudû' 59, Akika 1; Müslim., Tahâre 101; Nesâî, Tahâre 189; İbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta’', Tahâre 109; Müsned, VI, 52, 210. Buna yakın bir rivâyet, Um Kays bint. Mihsan'dan da rivâyet edilmiştir. Buhârî, Vudû' 59; Müslim, Tahâre 103, 104; Nesâî, Tahâre 189: İbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta’', Tahâre 110; Müsned, VI, 355 Her iki hadisi de Müslim rivâyet etmiştir.

İlim adamlarının Cumhûru ile, lukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup için su dökmek ve suya dalmak, dokunduğu su ve içine daldığı su her bir tarafım kuşatacak olursa, vücudunu ovalamayacak olsa dahî yeterli gelir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın guslüne dair, Hazret-i Meymûne ile Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettikleri hadislerin muktezâsınca böyledir. Bu iki rivâyeti de hadis İmâmları kaydetmişlerdir. Buhârî, Gusl 5,6; Müslim, Hayz 35-39; Ebû Dâvûd, Tahâre 97 v.s. Bunlara göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b. Abdulhakem de bu görüşte olduğu gibi, Ebû'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Mâlikî) daha sonra bu görüşü kabul etmiş ve Mâlik'ten de bunu rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Gusül halinde, elleri beden üzerinde gezdirmeyi emretmesinin sebebi: Şüphesiz, ellerini bedeni üzerinde gezdirmeyen bir kimsenin bedenine su ulaşması gereken bölgelerinden bazısından uzak kalabilme ihtimalidir.

İbnü’l-Arabi ise der ki: Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün olabileceğini nakleden ve bunu rivâyet eden Ebû'l-Ferac'a gerçekten hayret ediyorum. Çünkü, İmâm Mâlik bunu, ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifadelerinden böyle bir şey anlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebû'l-Ferac'ın vehimlerindendir

Derim ki: Hayır, bu husus Mâlik'ten açık bir nass ile rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Mervan b. Muhammed ez-Zahiri -ki o, Şamlı sika ravilerden birisidir- der ki: Ben, Mâlik b. Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya dalıp çıkan kimse hakkında soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerlidir, dedi. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu rivâyette, ayrıca "vücudunu ovalamaksızın ve abdest almaksızın" ibaresi de vardır ve Mâlik'e göre, bu şekilde suya dalıp çıkan için gusül gerçekleşmiş demektir Ancak, onun mezhebinde meşhur olan rivâyet, vücudunu ovalamadıkça bunun gusül yerine' geçmeyeceğidir, Bu da yüzün ve ellerin gusledilmesine kıyasen böyle söylenmiştir. Çoğunluğun delili şudur: Üzerine su dökünen herkes gusletmiş olur.

Araplar, sema beni gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırca sına ıslattı). Hazret-i Âişe ve Hazret-i Meymûne de, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ne şekilde guslettiğini naklederken, vücudunu ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu vacip bir şey olsaydı Hazret-i Peygamber bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını bize beyan eden odur. Ve o böyle bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının dibine ulaştırmak için hilallemesi, avuçlayarak başına su dökmesi ve buna benzer gerek guslederken, gerek abdest alırken yaptığı davranışları bize nakledildiği gibi, bu da ondan nakledilirdi.

Ebû Ömer der ki: Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su dökerek yıkamaya "gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak, reddedilecek bir durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın, abdest alırken kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve hayızdan yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bunun da sünnete uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gasletmek (yıkanmak) olmasını engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zati hakkında asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul etmek de gerekmez. Çünkü, asıl olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine irca edilmez. Bu ise ümmetin ilim adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir konudur. Aksine, kıyas yoluyla feri meseleler, asli meselelere irca edilirler. Başarı Allah'tandır. Dârakutnî, I, 120.

14. Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır:

Hazret-i Meymûne ile Hazret-i Âişe yoluyla gelen Hadîs-i şerîfler, İbn Abbâs'ın azadlısı olan Şu'be'nin, İbn Abbâs'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman, ellerini de yedi defa, fercini de yedi defa yıkardı Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 246. Ancak; "yedi defa" kaydı olmaksızın, "fercini yıkadı" şeklinde şeklindeki rivâyetini reddetmektedir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cünupluktan yıkanmak yedi defa, sidikten dolayı elbiseyi yıkamak da yedi defa idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz beş vakit, cünupluktan gusletmek de, sidikten dolayı yıkamak da bir defaya indiril inceye kadar Rabbinden niyazda bulunmaya devam etti. Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 247

İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve gevşek (leyin) bir isnaddır. Her ne kadar bu ve bundan önceki hadîs Ebû Dâvûd İbn Abbâs'ın azadlısı Şubeden rivâyet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar kuvvetli bir ravi değildir. Hazret-i Âişe ve Hazret-i Meymurie'nin rivâyet ettikleri hadisler, bu ikisini de reddetmektedir. Dârakutnî, I, 120.

15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:

Elini vücudu üzerinden geçirme imkânı bulamayan kişi hakkında Suhnûn şöyle demiştir: Bu işi yapmakla birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez parçasıyla oraları ovalar. el-Vâdiha'da şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebildiği kadarıyla vücudunun üzerinden geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadığı yerleri de kapatıncaya kadar üzerine su döker.

16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilâllemesi:

Cünup kimsenin, kıl diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının arasını ayırması (hilâllemesi) hususunda, Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. İbnü'l-Kasım'ın ondan rivâyetine göre Mâlik: Bunu yapmakla yükümlü değildir, demektedir. Eşheb ise, yine Mâlik'ten bunu yapmakla yükümlü olduğunu rivâyet etmiştir. İbn Abdilhakem der ki: Böylesi bizim için daha sevimlidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hilallerdi. Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Hadis no; 242 Tirmizî, Tahâre 76. Bu ifadeden her ne kadar daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi olarak anlaşılması uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Mana bakımından, gusülde bütün vücudun kaplanması (tamamen yıkanması) vaciptir. Sakalın altındaki ten de vücudun bir parçasıdır. O halde suyun oraya ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilmesi icabeder. Küçük taharette (abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece saça intikal etmesi, bu taharetin hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedellerin aslın yerine kâim olması esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakımdan küçük taharette (abdestte ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek câiz iken, gusülde bu câiz değildir.

Derim ki: Bunu Hazret-i Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır" hadisi de bunu desteklemektedir.

17. Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:

Bazıları işi aşırıya götürerek, yüce Allah'ın:

"Gusledinceye kadar" âyeti dolayısıyla mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz) görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebû Hanîfe'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza ve istinşak yerleri (olan burun ve ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler. Bunların da hükmü, tıpkı yanaklar ve alın gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü gibidir. O halde her kim bunları (mazmaza ve istinşakı) terk edip namaz kılacak olursa, tıpkı abdest alıp yahut yıkanırken, yıkanması gereken bir tarafı yıkamaksızın terkeden kimsenin durumunda olduğu gibi, namazını iade eder. Bununla birlikte abdest esnasında bunları, (yani mazmaza ve istinşakı) terk edenin namazını iade etmesine gerek yoktur.

Mâlik ise şöyle demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest alırken de farz değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin içi gibi yıkanmaları gerekmez. Muhammed b. Cerir et-Taberî, el-Leys b. Sa'd, el-Evzaî ve tabiin topluluğu da böyle demiştir. İbn Ebi Leylâ ve Hammâd b. Ebi Süleyman ise, mazmaza ve istinşakın hem abdestte, hem gusülde farz olduğunu söylemişlerdir. Bu aynı zamanda İshakın, Ahmed b. Hanbel'in ve Davud'un (ez-Zahirî'nin) kimi arkadaşlarının da görüşüdür. ez-Zührî ve Atâ'dan da buna benzer görüş rivâyet edilmiştir. Yine Ahmed b. Hanbel'den, mazmazanın sünnet, istinşak'ın farz olduğu görüşü de nakledilmiştir. Davud ez-Zahirî'nin mezhebinden bazı ilim adamı da bu görüştedir. Bunları farz kabul etmeyenlerin delili şudur: Şanı yüce Allah, bunları Kitab-ı Kerîm'inde zikretmiş değildir. Rasûlü de bunları farz kılmamıştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma yoktur). Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur.

Mazmaza ve istinşakı farz kabul edenler ise, bu âyet-i kerimeyle ve yüce Allah'ın;

"Yüzlerinizi yıkayın" (el-Mâide, 5/6.) âyetini delil gösterirler. Dolayısıyla, bunlardan birisinde yıkamak eğer vacib ise, ötekinde de vaciptir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da, abdestinde olsun, cünupluktan dolayı gustedişinde olsun, mazmaza ve istinşakı terkettiğine dair bir rivâyet kaydedilmiş değildir. Hazret-i Peygamber ise, hem sözü İle, hem davranışa ile yüce Allah'ın muradım beyan edendir. Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile olmadıkça da fiillerinin vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan istinşak yaptığını ve yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise, ebediyyen vücub İfade edeceğini delil göstermişlerdir.

18. Niyetin Hükmü:

İlim adamlarımız der ki: Cünupluktan dolayı gusletmek için niyet, mutlaka gereklidir. Çünkü yüce Allah:

"Gusledinceye kadar" diye buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi gerektirir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr bu görüştedir. Abdest ve teyemmümde de hüküm böyledir, Bu görüşlerini de yüce Allah'ın:

"Onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle emrolundular" (el-Beyyine, 98/5) âyeti ile desteklemişlerdir, ihlâs denilen şey ise, yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin samimi olmasıdır. Mü’min kullarına farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona yönelmektir. Hazret-i Peygamber de ayrıca: "Ameller ancak niyetler iledir" Buhârî, Bedü'l-Vahy 1, Îman 41 ve daha bir çok yerde; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16; Nesâî, Tahkire 60, Talâk 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, I, 25, 43. diye buyurmuştur.

Bu da bir ameldir. el-Evzaî ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm niyetsiz olarak yeterli olur. Ebû Hanîfe ve arkadaşları derler ki: Su ile yapılan bütün taharetler niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm niyet olmadan olmaz. Bu ise beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için niyet gerekmediğinin icmâ ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrıca bunu, el-Velîd b. Müslim, Mâlik'ten de rivâyet etmiştir.

19. Guslederken Kullanılacak Su Miktarı:

Gusülde kullanılacak su miktarı ile ilgili olarak, Mâlik, İbn Şihab'dan o, Urve b. ez-Zubeyr'den o, mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan rivâyet ettiğine göre Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bilinen bir kabtan yıkanırdı. Buhârî, Gusl 2; Müslim, Hayz 40,41; Ebû Dâvûd, Tabâre 96; Nesâî, Tahâre, 144, Gusl 8; Dârimî, Vudû' 68; Tahâre 63, Müsned, VI, 37,199. "el-Farak" ise, el-Fark diye de söylenir. İbn Vehb der ki: Fark, ahşaptan bir ölçektir. İbn Şihab da şöyle derdi: Fark, Umeyyeoğulları kıstlarından beş kist alır. Muhammed b. Îsa el-A'şa da: Fark, üç sa'dır diye açıklamış ve üç sa' da beş kıst'tır diye belirtmiştir. Yine der ki: beş kist ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in muddü ile oniki mud eder. Müslim'in Sahih'inde, Süfyan'dan: Fark, üç sa’dır dediği nakledilmektedir. Müslim, Hayz 41, Hacc 83; Tirmizî, Hacc 107.

Enes'ten de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mud ile abdest alır ve bir sa' ile beş mud arası miktarla guslederdi. Buhârî, Vudû, 47; Müslim, Hayz 51. Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber, beş mekkük ile gusleder, tek bir mekkük ile abdest alırdı. Müslim, Hayz 50; Ebû Dâvûd, Tahâre 44; Nesâî, Tahâre 58, 143, Miyâh 13; Tirmizî, Sıfatu'l-Cenaze 76; Dârimî, Vudû' 33; Müsned, III, 112, 116, 259, 2S2, 290

Bu hadisler ise, herhangi bir Ölçeğe veya tartıya varmaksızın az su kullanmanın müstehab olduğuna delalet etmektedir, İnsan, yetecek kadar su alır ve fazla su kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bir israftır. İsraf da yerilmiş bir şeydir. İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise şeytandandır.

20. Teyemmüm ile İlgili Âyetler ve Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah'ın:

"Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edîn. Yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz" âyetine gelince; İşte bu, teyemmüm âyetidir.

Bu âyet-i kerîme, yaralı iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında nâzil olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm yapma ruhsatı verildi. Daha sonra bu ayet-i kerîme tüm insanlar hakkında umumî bir âyet olarak geçerli oldu. Nüzul sebebini bu şekliyle Ebû’l-Leys es-Semarkandî, Bahru'l-Ulûm ü, 357)'da kayd etmektedir.

Âyet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de denilmiştir: Âyet, Hazret-i Âişe'ye ait gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi gazvesinde ashâb-ı kiramın su bulamaması üzerine nâzil olmuştur. Bu hadisi Mâlik, Abdurrahman b. el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hazret-i Âişe yoluyla rivâyet etmiştir. Muvattâ, Tahâre 89; Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108

Buhârî ise, bu âyet-i kerimeyi, Kitabu't-Tefsir'de bab başlığı yaparak şöyle demektedir: Bize Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b. Urve'den haber verdi: Hişam babasından, o, Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan dedi ki: Esma'ya ait olan (âriyeten almış olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu aramak üzere bazı kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (ashâbın) abdesti yoktu, su da bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bunun üzerine yüce Allah da teyemmüm âyetini indirdi. Buhârî, Teyemmüm 1, Tefsir 4. sûre 10; 5. sûre 3, Libâs 58.

Derim ki: Bu rivâyette, Mâlik'in rivâyetinden farklı olarak, yerden sözkonusu edilmemekte ve gerdanlığın Esmâ'ya ait olduğu belirtilmektedir. Nesâî de Ali b. Müshir'den o, Hişam b. Urve'den o, babasından, o da Hazret-i Âişe yoluyla naklettiği rivâyette Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Esmâ'dan gerdanlığını ariyet olarak aldığını zikretmektedir. Nesâî, Tahâre 194 ve 204'te Hazret-i Âişe'den bu rivâyeti kaydetmekle birlikte; merhum Kurtubi'nin zikrettiği teferruattan söz etmemektedir. Ancak Buhârî, Teyemmüm 2, Libâs 58, Nikâh 65, Fedâilu Ashâbi'n Nebiyy 30; Müslim, Hayz 109 vs.de Hazret-i Âişe'nin bu gerdanlığı, Hazret-i Esmâ'dan âriyeten almış olduğunu açıkça zikretmektedir. Bu ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunduğu bir seferde olmuştur. Bu gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybettiği yere Sulsul denilmekteydi. Daha sonra Nesâî hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

Bu rivâyette, Hişam'dan nakledildiğine göre, gerdanlık Hazret-i Esma'ya ait olup, Hazret-i Âişe bunu Esma'dan ariyet olarak almıştı. Bu da Mâlik'in: "Âişe'ye ait olan gerdanlık koptu" ifadesiyle, Buhârî'nin: "Esma'ya ait olan gerdanlık kayboldu" ifadelerini beyan etmektedir. Yine, Nesâî'nin bu rivâyetinde, gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı belirtilmektedir. Tirmizî de bu hadis şöylece rivâyet edilmektedir: Bize el-Humeydî anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından naklederek anlattı, babası Urve, Âişe'den naklettiğine göre: Ebvâ'da bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu aramak üzere iki kişiyi göndermişti- Tirmizî daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikreder.

Bu rivâyette yine Hişam'dan., gerdanlığın Hazret-i Âişe'ye izafe edildiği görülmektedir. Fakat, bu izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir izafedir. Buna delil ise, Nesâî'nin hadksindeki açık ifadelerdir. Tirmîzî bu rivâyette, Mâlik’in dediği gibi, Ebvâ ismini zikretmektedir. Şu kadar var ki, Tirmizî'deki bu rivâyette herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Mâlik'in rivâyetinde ise şöyle denilmektedir: Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi yerinden kaldırdık, gerdanlığın onun altında olduğunu gördük. Buhârî'deki rivâyette ise şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gerdanlığı buldu.

Bütün bunlar mana itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse konaklanılan yer ile ilgili rivâyeti nakledenlerin farklı İfade kullanmaları, hadisi eleştirmeyi gerektiren bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir özellikte de değildirler. Çünkü, hadisle anlatılmak istenen ve gözetilen maksat, teyemmüm ile İlgili ruhsatın nüzulüdür. Bütün rivâyetler de gerdanlık meselesini tesbit etmektedir.

Tirmizî'nin hadisinde yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin Useyd b. Hudayr olduğu söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki, Buhârî’nin hadisinde "adamlar gönderdi" ifadesiyle kastedilenle ayns şeylerdir. Buhârî'deki rivâyette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir. Çünkü çoğulun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde Hazret-i Peygamber daha sonra başka birilerini de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul lâfzının mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Nihayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri yerlerde herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden kaldırdılar, gerdanlığı devenin altında buldular.

Rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı, bazı yaralar almış, bu yaralar şifa bulduktan sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyetlerini arzetmeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Suyûti ed-Dürru'l-Mensûr, 11, 549. Bu da aynı şekilde sözünü ettiğimiz, rivâyetlere muhalif değildir. Çünkü, geri dönmekte oldukları sözü geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemeldir. Çünkü bu Savaşta çarpışma olmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e şikâyet arzettiler. Bu arada Hazret-i Âişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuştu ve bu âyet-i kerîme bu sırada nâzil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöyle de denilmiştir; Hazret-i Âişe'nin gerdanlığı, Mustalıkoğulları gazasında kaybolmuştur. Yine bu, Mureysi1 gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muhalif değildir. Çünkü her ikisi aynı gazadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Halife b. Hayyât ile, Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebû Zer el-Ğıfarî'yi vekil bırakmıştı.

Hazret-i Peygamber'in, Ebû Zer'i değil ele, Numeyle b. Abdullah el-Leysi'yi yarine vekil bıraktığı da söylemiştir. Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mustalıkoğullarına, hiçbirşeyden haberleri yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihetinden Kudeyd tarafından el-Mureysi' diye bilinen bir su kenarında idiler. Hazret-i Peygamber, onlar arasından kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da ashâb aldı. O gün için parolaları "emit, emit (öldür, öldür)" idi. Şöyle de denilmiştir: Mustalıkoğulları, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı ordu hazırlıyor ve onun üzerine hücum etmek istiyorlardı. Hazret-i Peygamber durumu haber alınca, üzerlerine gitmek üzere yola koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı.

İşte teyemmümün başlaması ve ona dair buyruğum nüzuî sebebi ile ilgili olarak gelen rivâyetler bunlardır. Mâide Sûresi'ndeki -orada açıklanacağı üzere- âyetin (el-Mâide, 5/6. âyet) "teyemmüm âyeti" olduğu da söylenmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bunun üzerine yüce Allah teyemmüm âyetini indirdi. Bu âyet-i kerîme ise, Mâide Sûresinde sözü geçen abdest âyeti, yahut da Nisa Sûresi'ndeki âyet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki âyetten başka bir yerde söz konusu edilmiş değildir. Bu iki âyet de Medine'de inmiştir.

21. Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları;

Yüce Allah'ın:

"Eğer hasta olur" âyetinde geçen hastalık, bedenin itidal ve itiyat sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnaî hallere düşmesidir. Bu da, ağır ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür. Şayet, suyun soğukluğu yahut hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının telef olmasından korkacak kadar ağır hasta ise, böyle bir hasta icma ile teyemmüm eder. Bundan, el-Hasen ve Atâ'dan gelen, ölecek olsa dahi taharet alır (su ile temizlenir) rivâyetleri müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri:

"Dinde size bir güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) âyeti ile:

"Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29) âyeti ile red olunur. Dârakutnî, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın:

"Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz..." âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda yarası, yahut irin toplamış yaralan veya çiçek hastalığı varsa, cünup olup da gusledecek olursa, öleceğinden korkarsa, teyemmüm yapar. Dârakutnî, I, 177.

Yine Saîd b. Cübeyr'den, o da İbn Abbâs’ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hasta olana toprakla teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir. Amr İbnü'l-Âs da aşın soğuktan telef olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, ne gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namazlarını iade etmesini. Hadis az sonra etraflı bir şekilde zikredileceğinden kaynakları orada belirtilecek.

Şayet hastalık hafif olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın ortaya çıkacağından veya artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden korkarsa, bütün bu durumda olanlar, mezhebimizin icmaı ile teyemmüm ederler. İbn Atiyye: "Bu konuda bildiğime göre böyledir" demektedir.

Derim ki: Ancak, el-Bâcî bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir. Kadı Ebû'l-Hasen der ki: Meselâ, sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşinin yükselmesinden korkması, aynı şekilde eğer hasta olan bir kimse, hastalığının artmasından korkuyorsa, (teyemmüm eder.)

Ebû Hanîfe de buna yakın ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şâfiî ise der ki: Su bulunmakla birlikte, telef olmaktan korkmadığı sürece teyemmüm etmesi câiz olmaz.

Bu görüşü kadı Ebû'l-Hasen de Mâlik'ten rivâyet etmiştir. İbnü'l-Arabi der ki: Şâfiî, telef olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mubah değildir, demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zira, olabilir de olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin terki, şüpheli bir korku dolayısıyla câiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çelişki içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyemmüm eder diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mubah kıldığına göre, hastalanmak korkusu da aynı şekilde onu mubah kılar. Çünkü, telefe maruz kalmak yasak olduğu gibi, hastalığa maruz kalmak da İstenmemiştir.

Şöyle diyen Şâfiî'ye gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın alınacak suyun değeri, bir habbe kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusül) alacak olanın onu satın alması, malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin teyemmüm etmesi gerekir."

Ya aynı kişi bedeninin hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye (teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu hususta bunu reddetmek için, onların (Şâfiî'lerin) dinlenilmeye değer söyledikleri bir sözleri yoktur.

Derim ki: el-Kuşeyrî Ebû Nasr Abdurrahim'in Tefsirinde belirttiğine göre, Şâfiî'nin bu konudaki sahih olan görüşü şudur: Teyemmümü mubah kılan hastalık, suyu kullanması halinde ölüm korkusunun yahut bazı organların telef olacağı korkusunun bulunmasıdır. Şayet, hastalığın uzayacağından korkulursa, Şâfiî'nin sahih görüşü, teyemmümün câiz olduğu şeklindedir. Ebû Dâvûd ve ûarâkutnî, Yahya b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebî Habib'den, o, İmrân b. Ebi Enes'den, o, Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b. As’dan şöyle rivâyet etmektedirler: Zâtu’s-Selâsil gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledecek olursam, helâk olacağımdan korktum. O bakımdan önce teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan arkadaşlarıma namaz kıldırdım. Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a anlattılar.

Hazret-i Peygamber: "Ey Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi namaz kıldırdın?" diye sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne olduğunu haber verip şöyle dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın:

"Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah, size çok rahmet edendir" (en-Nisâ, 4/29) diye buyurduğunu dinledim dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm ona- güldü ve hiçbirşey demedi. Ebû Dâvûd, Tahâre 124; Dârakutnî, I, 178,

İşte bu hadis-i şerf, yakîn olmamakla sadece korkunun bulunması halinde teyemmümün mubah olduğunun delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup denilebileceği ve teyemmüm yapmış bir kimsenin abdest almış olanlara namaz kıldırabileceği bu hadisten anlaşılmaktadır. Mezhebimizde konu ile ilgili iki görüşün birisi budur. Sahih olan da budur. Mâlik'in Muvatta’''mâa. okuttuğu ve ölünceye kadar da kendisine okunan görüş de budur.

İkinci görüş ise, böyle bir kimse, abdestti olanlara namaz kıldıramaz. Çünkü abdestli olandan daha aşağı fazilete sahiptir. İmâmın hükmü ise, rütbe itibariyle daha yüksekte olmasını gerektirir. Dârakutnî de Cabir b. Abdullah yoluyla gelen hadiste onun şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Teyemmüm yapmış bir kimse, abdestlilere İmâm olamaz" diye buyurmuştur. Ancak, hadisin senedi zayıftır. Dârakutnî, I, 185.

Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Hazret-i Cabir'den şöyle rivâyet ederler: Bir yolculukta bulunuyorduk. Bizden birisine bir taş isabet etti ve başından yara aldı. Daha sonra o kişi ihtilam oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda benim ruhsatım olduğuna kanaatiniz var mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabilecekken teyemmüm ruhsatından yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, dediler. Bunun üzerine o da gusletti ve öldü. Peygamber (,sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna vardığımızda, ona durum bildirildi, o da şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları. Madem bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok ki cehaletin şifası soru sormaktır. Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üzerine bir bez sıkması veya bağlaması -şüphe hadisin ravîlerinden olan Mûsa'dan geliyor- ona yeterdi. Sonra o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri kalan bölümünü de yıkardı." Ebû Dâvûd, Tahâre 125; Dârakutnî, I, 190-191.

Dârakutnî der ki: "Ebû Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına rivâyet ettikleri bir sünnettir. Bu rivâyeti Cezirdiler de tahammül etmiş (rivâyette bulunmuş"), fakat bunu Atâ'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b. Hureyk'den başkası rivâyet etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değildir, el-Evzaî ona muhalefet ederek, bunu Atâ'dan, o, İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir ki, doğru olan da budur. Ancak, burada el-Evzafye hilâfen, ondan (ez-Zübeyr'den) o, Atâ'dan denilmiştir Yine ondan: Atâ'dan bana ulaştığına göre., da denilmiştir. el-Evzaî ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak, Atâ'dan, O, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den diye rivâyet etmiştir ki, doğru olan da budur. İbn Ebi Hatim de şöyle demiştir: Ben babama ve Ebû ZurVya bu hususta sordum, ikisi de bana şöyle dedi: Bu hadisi, İbn Ebi'l-Işrin, el-Evzaî’den, o, İsmail b. Müslim'den, o, Atâ'dan, o da İbn Abbâs'tan rivâyet ederek, hadisi müsned olarak nakletti (ler). Dârakutnî, I, 190.

Dâvud der ki: Kendisine hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü, yüce Allah:

"Eğer hasta olur" diye buyurmaktadır. İbn Atiyye der ki; Bu ise, kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümmetin ilim adamlarına göre teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı rahatsız olmaktan çekinen içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yakalanmış kimseler gibi. Yine sudan dolayı artacaklarından korkulan hastalıklar için de böyledir. İbn Abbâs'tan daha önce geçtiği gibi.

22. Yolculuk;

Yüce Allah'ın: "Veya yolculukta iseniz" âyetine göre, su bulunmadığı takdirde, yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk sebebiyle teyemmüm caizdir. Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını gerektirecek kadar uzun olması şartı da yoktur. Mâlik'in ve ilini adamlarının Cumhûrunun görüşü budur. Bir kesim ise şöyle demektedir: Ancak namazın kısaltılacağı bir yolculukla teyemmüm edebilir. Başkaları da yapılan bu yolculuğun, itaat yolculuğu olması şartını koşmuşlardır. Bütün bu görüşler zayıftır.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtir.

23. Teyemmüm Yapmanın Cevazı;

Belirttiğimiz gibi, yolculukta teyemmümün câiz olduğu ürerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Ancak, hazarda (ikâme; halinde) teyemmüm hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de câiz olduğu görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebû Hanîfe ve Muhammed'in de görüşüdür.

Şâfiî ise şöyle demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef olmaktan korkması hali dışında teyemmüm etmesi câiz değildir. Bu, Taberî'nin de görüşüdür. Yine Şâfiî, el-Leys ve Taberî şöyle demişlerdir: Mukimken su bulamayıp, vaktin takmasından da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da, teyemmüm eder, namaz kılar, daha sonra (su bulunca) iade eder.

Ebû Yûsuf ve Züfer ise şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin çıkacağı korkusuyla da câiz değildir. el-Hasen ve Atâ ise şöyle demişlerdir: Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bulduğu takdirde teyemmüm yapamazlar.

Bu konudaki görüş ayrılığının sebebi, âyetin farklı anlaşılmasındandır.

Mâlik ve ona tabi olanlar şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şartında hasta ve yolcuları zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin çoğunlukla bu kabilden olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler. Dolayısıyla özel olarak nassda onlardan söz edilmemiştir. O halde, su bulamayan, yahut da herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da namaz vaktinin geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mukîm ise âyetin manası gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan da bu nassın manası dolayısı ile teyemmüm edebilir.

Mukimken teyemmüm yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demektedir: yüce Allah, teyemmümü hasta ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyurmuştur. Tıpkı bu durumda olanların oruç açmalarına, namazlarını kısaltmalarına izin verdiği gibi. Yüce Allah, teyemmümü, ancak iki şarta bağlı olarak mubah kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı olan bir kimsenin bu hususla herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, yüce Allah'ın öngördüğü şartın dışında kalmaktadır

Su bulunduğu takdirde her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Hasen ve Atâ'nın görüşlerine gelince, bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü suyun bulunmaması sartma bağlamıştır. Çünkü yüce Allah:

"Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali dışında kimseye teyemmümü mubah kılmamaktadır.

Ebû Ömer der ki: Şayet, Cumhûrun görüşü ve bu hususta gelen rivâyetler bulunmasaydı, şüphesiz el-Hasen'in ve Atâ'nın söyledikleri doğru olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, yolculuk halinde bulunan Amr İbn Âs'ın teyemmüm etmesini câiz bulmuştur. Çünkü Amr, su ile gusledecek olursa öleceğinden korkmuştu. Dolayısıyla hasta olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle sözkonusu olmalıdır.

Derim ki: Suya gittiği takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması halinde mukim olan kimsenin teyemmüm etmesinin câiz olduğunun, Kitap ve sünnette delilleri vardır.

Kitaptan delili, yüce Allah'ın:

"Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyetidir. Bu ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak olursa teyemmüm eder demektir Bunu, el-Kuşeyrî Abdurrahim, açıkça şöyle de ifade etmektedir: Bundan sonra, nazar (kıyas.) böyle bir namazın kaza edilmesinin vücubunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü, ikâmet halinde suyun bulunmaması, nadiren karşı karşıya kalınan bir mazerettir. Kaza konusunda da iki görüş vardır.

Derim ki: İşte bu şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken teyemmüm edecek bir kimse hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi, etmez mi hususunda açık ifade kullanmışlardır. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş, namazını iade etmesine gerek olmadığıdır, Sahih olan da budur, ibn Habib ve Muhammed b. Abdilhakem ise, herhalükârda namazını İade eder, derler. Ayrıca bunu İbnü'l-Münzîr de Mâlik'ten rivâyet etmiştir el-Velid ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez).

Sünnetten deliline gelince, Buhârînin Ebû Cuheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensarî'den şöyle dediğine dair yaptığı rivâyettir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bi'ri Cemel taraflarından gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünceye kadar selamını almadı. Bundan sonra selamım aldı. Buhârî, Teyemmüm 3; Ebû Dâvûd, Tahâre 122; Nesâî, Tahâre 195; Müsned, IV, 169. Bu hadisi, Müslim de rivâyet etmiştir. Orada ayrıca, "Bi'ri Cemel" tabiri zikredilmem iştir, Müslim, Hayz 114. Ancak “Bi'ri Cemel" tabiri var. Ayrıca bunu, Dârakutnî de İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. O hadiste şu ifadeler de vardır. Daha sonra Hazret-i Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle dedi: "Selamını almamı engelleyen tek şey, taharetli olmayıştmdı." Dârakutnî, I, 177.

24- "Ayak Yolundan Gelenler";

Yüce Allah’ın: "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyetinde yer alan (ve "ayak yolu" diye meâU verilen) kelimesi asıl anlamı itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise, şeklinde veya ...diye gelir. "Dimaşk Gûtası" ismi da burdan gelmektedir. Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıyla def-i hacette bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu ortak anlam dolayısıyla "ğâit" ismi verilmiştir. Bu kelimenin fiili, bir toprakta kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır.

ez-Zührî, bu kelimeyi : diye okumuştur. Bunun aslının: olup, şeddesiz söylenmiş olması ihtimali de vardır, Kolay ve olu kelimeleri ve benzerlerinde olduğu gibi.

Yine bu kelimenin aslının dan gelme ihtimali de vardır. Buna delâlet eden ifade ise, def-i hacet için giden bir kimse hakkında Def-i hacette bulundu, tabirini kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi "ya" harfine dönüşmüş olmaktadır.

Nitekim, Arapların yerine demeleri buna benzer. Âyet-i kerimedeki "ev: yahut, veya" âyeti burada "vav; ve" anlamındadır.

Yani sizler hasta olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep, had estir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir. İşte bu önceden de açıkladığımız gtbi, mukimken teyemmümün câiz olduğuna delildir.

Şu kadar var ki, buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar ehlince (tetkik erbabına göre) "ev" edatının asıl anlamı üzere kullanılmıştır. Çünkü "ev veya"nın ... has bir anlamı, "vav ve"nın de kendine has bir anlamı vardır. Onlara göre, bunun anlamının böyle olması, ifadede hazf bulunduğunu ortaya koymaktadır. Âyetin anlamı da şöyle olur: Eğer suya el değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut yolculukta bulunup ta su bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız olursa... anlamındadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

25- Abdesti Bozan Şeyler:

Âyet-i kerimedeki "el-Gâit" lâfzı, mana yoluyla küçük tahareti bozan bütün hadesleri bir arada ifade etmektedir Ancak, ilim adamları bunları tesbitte ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü, bunların türlü olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur: Bunlar, aklın zail olması, mutad olan şeylerin çıkması ve dokunmaktır.

Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu necasetlerin çıkış yerini de nazarı itibara almaz, dokunmayı da abdesti bozan sebepler arasında saymaz.

Şâfiî ve Muhammed b. Abdilhakem’in mezhebine göre ise, her iki yoldan çıkanlardır Bunlar, mutad olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat dokunmayı (abdesti bozan) sebepler arasında sayarlar.

Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar, baygınlık, delilik yahut sarhoşluk sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest almakla yükümlü olduğunu icma ile kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gibi bir hades mi yoksa hades değil de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta olmak üzere üç görüş vardır:

Uç görüşlerden birisi şöyledir: el-Muze Ebû İbrahim İsmail, bunun hades olduğu görüşündedir. Diğer hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı gerektirir. Mâlik'in Muvatta’''daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada şöyle demektedir: Ya önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de olmadıkça abdest almaz. Muvatta’'', Tahâre 11.

Yine Safvân b. Assal'dan gelen ve Nesâî, Dârakutnî ve -sahih olduğunu da belirterek- Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisin muktezası da budur Hepsi de bu hadîsi Âsım b. Ebi'n-Nücûd'dan, o, Zir b. Hubeyş'den rivâyet etmektedirler. Zir dedi ki: Safvân b. Assai el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mestler üzerine mesh etmeye dair soru sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere "Tahâretli iken onları giydiğiniz takdirde mestler üzerine yolculuğa çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh etmemizi, ikâmet edecek olursak da, bir gün bir gece mesh etmemizi ve küçük abdest bozmaktan, büyük abdest bozmaktan, uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak cünupluktan dolayı çıkarmamızı" emretti. Tahâre 71, Nesâî, Tahâre 98, 113,114; İbn Mâce, Tabâre 62; Müsned, IV, 239, 240; Dârakutnî I, 197.

Bu Hadîs-i şerîfte ve Mâlik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest bozmak, küçük abdest bozmak ile uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar derler ki: Kıyasa göre fazla uyku ve aklı örten bölümü hades kabul edildiğine göre, uykunun azının da böyle olması icabeder.

Ali b. Ebî Tâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dübürün bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır). O bakımdan kim uyursa abdest alsın.” Ebû Dâvûd, Tahâre 79; İbn Mâce, Tahâre 62; Dârakutnî I, 161. Bu ise umumi bir âyettir. Ve bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Dârakutnî bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Dârimî, Vudû' 48; Müsned, IV, 97 ve Dârakutnî 1, 160.

İkinci uç görüş; Ebû Mûsâ el-Eşârî'den, uykunun hangi durumda olursa olsun, hades-olmayacağı görüşünde olduğuna delâlet eden bir rivâyet gelmiş bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir kimse uyku dışında bir başka badesi olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit kendisini koruyan kimseler görevlendirirdi. Eğer kendisinden hades çıkmayacak olursa, uykusundan kalkar ve namaz kılardı. Bu Abîde, Said b. el-Müseyyeb ve Mahmud b. Halid'in rivâyetinde, el-Evzaî'den de rivâyet edilmiştir,

Cumhûr ise bu iki uç kanaate muhalif görüştedir, Mâlik'in görüşü özetle şöyledir: Her kim uyur, uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda olursa olsun onun abdest alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zûhrî, Rabia ve el-Velid b. Müslim'in rivâyetine göre -el-Evzaînin de görüşüdür.

Ahmed b. Hanbel ise der ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi Örtmeyecek ve onu daldırmayacak türdense zarar vermez.

Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ kalçasını sağ ayağına dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması şeklindeki oturuş) uyuyan dışında herhangi bir kimsenin abdest alması gerekmez.

Şâfiî der ki: Oturarak uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn Vehb de Mâlik'ten rivâyet etmiştir.

Bu görüşlerden sahih olanı, Mâlikî mezhebindeki meşhur görüştür. Çünkü İbn Ömer'in rivâyet ettiği bir hadise göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bir meşguliyeti sebebiyle yatsı namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde uyuduk. Sonra ayandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyandık. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkageldi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda yeryüzündeki insanlar arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur" Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Lâfız ise, Buhârî'nindir. Buhârî, Mevakıt 24; Müslim, Mesâcid 220, 221: Nesâî, Mevâkît 21; Müsned, II, 88- 126; Ayrıca bk. Buhârî, Mevakit 22,24: Müslim, Mesacid 225; Nesâî, Mevakit 21; Dârimî, Salat 19.

Bu hadis, hem isnad, hem amel bakımından bu konuda gelen rivâyetlerin en sahih olanıdır.

Mâlik'in Muvatta’'’ında söyledikleri ile Safvân b. Assai yoluyla gelen hadiste söylenenlere gelince, bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan ağır uyku abdesti bozar. Bu Hadîs-i şerîf ile bu manadaki diğer hadisler bu açıklamaya delildir. Aynı şekilde Saffan'ın bu hadisini; Veki', Mis'ar'den o, Âsım b. Ebi'n-Necüd'dan rivâyet etmiştir. Bu rivâyete göre Âsım, "yanut uyku" yerine "yahut yel" demiştir. Dârakutnî der ki: Bu hadiste "yahut yel" ifadesini, Vekİ'in Mis'ar'den rivâyetinden başka diyen olmamıştır. Dârakutnî, I, 123.

Derim ki: Vekî', sika ve güvenilir bir İmâmdır. Buhârî, Müslim ve benzeri hadis İmâmları ondan hadis rivâyet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades olduğu hususunda Saffan'ın hadisine yapışanların bu hadisi delil göstermelerine imkân kalmamaktadır. Ebû Hanîfe'nin görüşü ise zayıftır. Dârakutnî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secde halinde iken uykusu derinleşmeye, yahut hafifçe horlayıncaya kadar uyudu, sonra kalktı ve namazını kıldı. Ey Allah'ın Rasûlu uyudun, dedim. Şöyle buyurdu: "Abdest ancak, yatarak uyuyan kimse için vaciptir. Çünkü bir kimse yattı mı, artık onun mafsalları gevşer". Tirmizî, Tahâre: 57; Ebû Dâvûd, Tahâre 79; Müsned, I, 256. Bu hadisi tek başına Ebû Halid, Katade'den rivâyet etmiştir. Sahih bir rivâyet değildir. Bunu da Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, I, 160.

Ebû Dâvûd da bu hadisi rivâyet etmiş olup şöyle demiştir : Hazret-i Peygamberin: "Yatarak uyuyana abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup, bunu Ebû Halid Yezid ed-Dâlânî, dışında kimse Katade'den rivâyet etmemiştir. Baştarafını ise bir topluluk, İbn Abbâs'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden söz etmemişlerdir. Ebû Dâvûd, Tahâre 79, Hadis No: 202.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir. Katade'nin sika ravilerinden herhangi bir kimse bunu rivâyet etmiş değildir. Bunu tek başına Ebû Halid ed-Dâlânî rivâyet etmiş ve onun bu fazlalığını inkâr etmişlerdir. Bu kabilden naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez,

Şâfiî'nin, yalnızca oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer ile mutedil halden meyleden ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alması gerekir, sözüne gelince, bu aynı zamanda Taberî ve Davud'un da görüşüdür. Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan kimsenin uykusunun ağırlaşması pek rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan böyle bir uyku hafif uyku mesabesindedir.

Dârakutnî de Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir; "Her kim oturarak uyursa, onun için abdest almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa koyarsa onun abdest alması gerekir." Dârakutnî, I, 161.

İnsan vücudundan çıkanların abdesti bozmasına gelince, bizim lehimize, Buhârînin yaptığı şu rivâyet delildir Buhârî dedi ki: Bize Kuteybe anlattı, dedi ki, bize Yezid b. Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, İkrime'den, o, Âişe'den şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hanımlarından birisi itikâfa girdik. O kadın, kırmızı ve sarı renkte akıntı görüyordu. Namaz kılarken altına leğen koyduğumuz dahi olurdu. Buhârî Hayz 10, İ'tikâf 10, Ebû Dâvûd, Savm 81; İbn Mâce, Siyam 66; Dârimî, Vudû' 94: Müsned VI, 131. Görüldüğü gibi bu mutad olmayan bir şekilde çıkmaktadır. Bu kesilen bir damardan ötürü gelmektedir. O halde bu bir hastalıktır. İki yoldan gelip de bu şekilde olan bir akıntı dolayısıyla bize göre -belirttiğimiz gibi Şâfiî'ye hilâfen- abdest almak vacib değildir. Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu Hanelilerin, çıkanın necaset olmasına itibar etmesi şeklindeki kanaatini de reddetmektedir. Böylelikle Mâlik b. Enes'in mezhebinin sahih olduğu ve açıkça anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Nefes alıp verildiği sürece Allah, ondan ve diğerlerinin tümünden razı olsun. Dârakutnî, I, 177.

26. "Kadınlara Dokunmak" Âyetinin Anlaşılması ile İlgili Görüş Ayrılıkları:

Yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunur da..." âyetini, Nâfi’, İbn Kesîr, Ebû Âmr, Âsım ve İbn Amir Dokunursam" diye okumuşlardır. Hamza ve el-Kisâî iser eklinde okumuşlardır.

Bu kelimenin anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Biricisi, bunun cimada bulunursanız anlamına gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gelmesidir. Üçüncüsü ise her ikisini de bir arada mütalaa eden görüş.

Bunun şeklindeki okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamdadır. Şu kadar var ki, Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir: Sözlükte evlâ olan 'ınf öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade etmesidir. Çünkü bu durumda, her bir tarafın bir Fiili vardır. Diğer okuyuş olan ise, onların üstüne varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının herhangi bir fiili yoktur

İlim adamları, âyet-i kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş farklı görüş ortaya atmışlardır. Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir tabirdir. Cünup olan kimse ise, ancak su ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Dolayısıyla yüce Allah'ın:

"Eğer hasta olur..." âyeti ile kast edilen anlamın kapsamına girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözkonusu olmaz. Cünup, ya gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bırakır. Bu görüş, Hazret-i Ömer ve İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir.

Ancak, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: bu meselede, İslam âleminin değişik bölgelerindeki fukabalarından, Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Mes'ûd'un görüşü doğrultusunda rey sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse olmamıştır. Bunun sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammâr ve İmrân b. Husayn ile Ebû Zer'in Hazret-i Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair yaptıkları rivâyetler olmalıdır. Ammar b. Yasir'in rivâyeti için bk. Buhârî Teyemmüm 4, 5, 8, Müslim; Ebû Dâvûd, Tahâre 121; Nesâî, Tahâre 195, 196,198, 199, 200, 201. İmrân b. Husayn'ın rivâyeti için bk. Nesâî, Tahâre 202. Ebû Zerr'in rivâyeti için bk. Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tirmizî, Tahâre 92.

Ebû Hanîfe, bu görüşün aksini ileri sürer ve der ki: Burada mülâmese'den kasıt, cima demek olan lemse hastır. Cünup olan bir kimse teyemmüm eder, eliyle-dokunan kimselerden ise burada sözedilmemiştir. Çünkü bu, hades de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir. Kişi lezzet almak kastıyla hanımını öpecek olsar abdestî bozulmaz. Onlar bu görüşlerini, Dârakutnî'nin Hazret-i Âişe'den gelen şu rivâyeti ile de desteklerler: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın namaza çıktı. Urve dedi ki: Bçn ona: Sözünü ettiğin bu kadın senden başkası olabilir mi diye sordum. O da güldü. Dârakutnî, 1,138. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Tahâre 68; Tirmizî, Tahâre 63; Nesâî. Tahâre 121; İbn Mâce, Tahâre 69; Müsned, VI, Ğ2, 210.

Mâlik der ki: Cima yoluyla mülâmesede bulunan kişi, (su bulamayacak olursa) teyemmüm eder, el ile mülâmesede bulunan (dokunan) kimse ise, lezzet aldığı takdirde teyammüm eder. Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, abdest almasını gerektiren bir durum yoktur. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Âyetin muktezâsı da budur.

Ali b. Ziyad der ki: Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa, herhangi bir şey yapması gerekmez. Şayet elbisesi ince ise abdest alması gerekir. Abdulmelik b. el-Macışûn der ki; Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına kasten dokunan bir kimse lezzet alsın almasın, abdest alsın, Kadı Ebû'l-Velid el-Bâci ise, el-Münteka'da şöyle demektedir: Mâlik ve arkadaşlarının mezhebinde tahkik sonucu varılan hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini değdirmesi dolayısıyla icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla değil. Hanımına dokunmakla lezzet almak maksadını güden bir kimse için abdest almak icabeder. Bu dokunmakla lezzet alsın veya almasın fark etmez. İşte Îsa'nın, İbnü'l-Kasım'dan gelen rivâyetinde, el-Utbiyye'deki ifadelerin manası budur. Sadece erkeklik organının sertleşmesine gelince, İbn Nâfi'nin Mâlik'ten rivâyetine göre, beraberinde dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti gerektirir, ne de gusletmeyi.

eş-Şeyb Ebû İshak der ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesti bozulur. Bu, Mâlîk’in de el-Müdevvene' de yer alan görüşüdür.

Şâfiî ise der ki: Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin herhangi bir tarafına dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun azalarından bir başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, ez-Zührî ve Rabla'nın da görüşüdür.

el-Evzaî der ki: Dokunma el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa abdest bozulmaz. Çünkü yüce Allah:

"Kendileri de elleriyle ona dokunsalardı" (el-En'âm, 6/7) diye buyurmaktadır.

İşte bu hususta, beş ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli olanları, Mâlik’in görüşüdür. Bu, Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivâyet edildiği gibi, Abdullah b. Mes'ûdfun da görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ûd der ki: Mülâmese cimadan ayrıdır. Ve bundan dolayı da abdest almak icabeder. Fukahânın çoğunluğu da bu görüştedir.

İbnü'l-Arabî der ki: Âyetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çünkü, yüce Allah'ın bu âyetin baş tarafında yer alan: "Cünup iken" âyeti cimayı ifade eder. "Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" âyeti, hadesi ifade eder.

"Yahut kadınlara dokunur da" âyeti de, dokunmayı ve öpmeyi ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı cümle olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lâmın (bilip bildirmenin, nihai bir derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülâmese'den) maksat cima olsaydı ifadede bir tekrar olurdu.

Derim ki: Ebû Hanîfe'nin delil diye gösterdiği, Hazret-i Âişe yoluyla gelen hadise gelince, bu mürsel bir hadistir. Bunu Veki’ el-A'meş'ten, o, Habib b. Ebi Sabitten, o, Urve'den, o, Âişe'den rivâyet etmiştir Yahya b. Said, el-A'meş'in Habib'den, onun da Urve'den rivâyet ettiği hadisi zikredip şöyle der:

Süfyan es-Sevri'ye gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen kimse idi. İşte o, Habib'in Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia etmiştir.

Bunu da Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, 1,139. Konu ile ilgiîi rivâyetlerin değerlendirilmesi için hadisin bundan önceki notta gösterilen yerlerde gerek kitap sahiplerinin, gerekse sarihlerinin notlarından başka, ez-Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 70-?6ya da bakılabilir.

Denilse ki: Sizler mürseli kabul ediyorsunuz, O halde bunu da kabul etmeniz ve gereğince amel etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu âyetin zahiri ve ashâb-ı kiramın ameli dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülâmese cimanın kendisi demektir. Ayrıca bu İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Deriz ki: Ömer el-Faruk ve onun oğlu bu hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ûd da -ki, o Kûfelidir, (yani Küfede yerleşmiş bir sahabidir) bu konuda onlara uymuştur, Siz ne diye ona muhalefet etmektesiniz.

Yine denilse ki: Mülâmese, müfâafe (yani iki taraflı işin yapıldığını ifade eden kip) babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems (dokunmak), ancak tek taraflı olur. Böylelikle mülâmesenin cima olduğu sabit olmaktadır. Deriz ki: Mülâmesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidin Bu, ister bir taraftan, ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü, bunların her birisi aynı zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye nitelendirilir.

Bir diğer cevap da şöyledir: Mülâmese, bazan tek taraflı da olabilir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mülâmese satışını Mulâmese Satışı: Bu, elbiseye el değdirdiğin taktirde, onu sana şu kadara sattım, denilerek yapılan muhayyerlik hakkı olmaksızın yapılan ve sahih olmayan bir satış çeşididir. yasaklamıştır. Elbise ise, melmûs (kendisine dokunulan) olur. Hiçbir zaman kendisi dokunan olamaz, İbn Ömer de, bizzat kendisi hakkında şöylece haber vermektedir: "Ve o günlerde ben, ihtilâm olacak yaşlarda idim. (Burada müfeale kipinden nâheztü'yü kullanmıştır,) Araplar da: Hırsızı cezalandırdım. Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve tek taraflı yapıldığı halde müşareke ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden kullanımlar da pek çoktur

Denilse ki: Şanı yüce Allah, İmdesin sebebi olan ayak yolundan gelişi zikrettiği yerde, cünupluğun sebebini zikretmiştir ki, o da mülâmesedir. Böylelikle su bulmama halinde, İmdesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmektedir. Tıpkı suyun bulunması halinde bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz ki: Bizler, bu kelimenin aynı zamanda hem cima, hem lems (dokunmak) anlamına alınmasına mani görmüyoruz, Açıkladığımız gibi bu aynı zamanda her iki hükmü de ifade etmektedir. Ve belirttiğimiz gibi bu (müşareke olmayan kiple): diye de okunmuştur.

Şâfiî'nin sözünü ettiği, erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın herhangi bir uzvuyla şehvetli ya da şehvetsiz dokunmasının abdesti gerektirdiği seklindeki görüşüne gelince; bu da Kuran-ı Kerîmin zahirinden anlaşılan ifadedir. Aynı şekilde, kadın da ona değmiş olacağından onun da abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir kimse, şehvetli veya şehvetsiz, hanımının saçına dokunacak olursa, abdest alması gerekmez. Diş ve tırnak da böyledir Çünkü bunlar, tenden farklı şeylerdir. Hanımının saçına dokunduğu takdirde ihtiyat yolunu seçip abdest alacak olursa, bu güzel bir şey olur Koca? hanımına yahut kadın, kocasına eliyle ve elbisenin üst tarafından dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya almayacak olsa, bizzat tene dokunmadığı sürece her ikisinin de abdest alması gerekmez. Bunu kasten veya unutarak yapmaları farketmez. Kadının hayatta olması, yahut -yabancı olması halinde- ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle küçük bir kıza yahut yaşlıca acuze bir kadına, veya nikâhlaması kendisine helâl olmayan mahremlerinden birisine dokunması haline dair farklı görüşleri gelmiştir. Bir seferinde abdest bozulur demiştir. Çünkü yüce Allah: "Ya da kadınlara dokunur,." âyetinde fark gözetmemiştir, İkinci seferinde ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü böylelerine karşı şehvet duyulmaz.

el-Mervezî der ki: Şâfiî'nin görüşü kitabın zahirine daha uygun düşmektedir. Çünkü yüce Allah:

"Yada kadınlara dokunursanız" diye buyurmakla, şehvetli ya da şehvetsiz dememektedir.

Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın ashâbından bu durumda abdest almayı vacip görenler de şehvet şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekilde bu şartı koşmamışlardır. el-Mervezî der ki: Mâlik'in kabul ettiği şekilde şehveti ve elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı gerektirdiği kanaatine gelincet bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmiyoruz. Ancak bu kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir. Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şekilde elbisenin üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda olan bir kimse, kadına temas etmiyor demektir.

Derim ki: el-Mervezi’nin sözünü ettiği bu hususta Mâlik ile el-Leys b. Sa'd'dan başka aynı görüşü paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebû Ömer b. Abdi'l-Berr’in naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak’ın ve Ahmed’in de görüşüdür

Ayrıca bu görüş, en-Nehaî ve en-Nehaî:den de rivâyet edilmiştir. Bunların hepsi der ki: Dokunup da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder. Lezzet almazsa abdest gerekmez. el-Mervezî'nin: "Bu kıyasen de sahih olamaz" sözüne gelince; Onun bu görüşü de sahih değildir. Çünkü Hazret-i Âişe'den sahih haberde şöyle dediği zikredilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde ayaklarım onun kıblesi tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği vakit, eliyle benî dürter (ğamezenî) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim. O ayağa katklı mı, tekrar onları uzatırdım. Hazret-i Âişe der ki: O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu. Buhârî, Salat 22,104, el-Amel fı's-Salât 10; Müslim, Salât 272: Nesâî, Tahâre, 20; Muvatta’'' Salâtu'l-Leyl 2; Müsned, VI, 148, 225, 255.

İşte bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hazret-i Âişe'nin ayaklarına el değdirdiği hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hazret-i Aîşe'den rivâyetinde de şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elleriyle ayaklarıma dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Salat 108; Ebû Dâvûd, Salât 111; Nesâî, Tahâre 120; Müsned, VI, 44, 54-55.

İşte bu yüce Allah'ın; "Ya da kadınlara dokunursanız" âyetindeki umum ifadeyi tahsis etmektedir. O halde âyetin zahiri ne şekilde dokunursa dokunsun, dokunan herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak, yüce Allah'ın Kitabının beyanı demek olan sünneti seniyye de abdestin bazı dokunanlar için gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delâlet etmektedir. Gerekmeyen kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir. Burada: Belki de Hazret-i Âişe'nin ayakları üzerinde bir örtü bulunuyordu. Yahut da Hazret-i Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, denilemez. Çünkü buna karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin (el-Ğamz) gerçek mahiyeti Ele yapılmasıdır. Semiz olup olmadığını anlamak amacıyla koçu el ile yoklamak için de bu mastardan türemiş fiiller kullanılır.

Ancak, elbisenin yeni ile vurmak anlamını ifade etmek üzere "ğamz" kelimesi kullanılmaz. Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla çıplak olur ve dışarıda kalır, Özellikle uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde durum bu idi. Nitekim Hazret-i Âişe'nin: Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım sözleriyle: "O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu"' ifadeleri dikkatimizi çekmektedir.

Yine Hazret-i Âişe'den gayet açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir; "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken ayaklarımı onun kıblesine doğru uzatırdım. Secdeye vardı mı, o beni eliyle dürter, ben de ayaklarımı kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı, yine onları uzatırdım." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir Buhârî, el-Amel fi's-Salat 10. Böylelikle dürtmenin (el-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek anlamı ile kullanıldığı ortaya çıkmaktadır.

Bir diğer delil de, yine Hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu sözleridir: "Gecenin birinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede olduğunu araştırmaya koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayakları (secde halinde) dikilmiş olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek hadisin geri kalan kısmını nakletmektedir. Müslim, Salât 222; Ebû Dâvûd, Salat 148; Nesâî, ...120, Tatbik 47; Müsned, VI, 58,201. Hazret-i Âişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin ayaklarına koyduğu vakit, o da secdesini devam ettirdi. İşte bu, abdestin her tenleri değenler hakkında değil de, bir kısmı hakkında bozulacağının delili olmaktadır.

Denilse ki: el-Müzenî'nin de dediği gibi, Hazret-i Peygamberin ayakları üzerinde bir hail (tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöyle cevap verilir : Ortada bir hâil olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildiği zaman, onun hâilsiz (yani çıplak) olduğu anlaşılır. Aslolan da zahiri ifadelerin sınırını aşmamak, orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın çıplak olduğu âdeta nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır.

Denilse ki; Ümmet icma ile şunu kabul etmiştir; Bir erkek, bir kadını zorlasa ve onun sünnet yeri kadının sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o kadın hiçbir lezzet almasa, yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk almasa ve hiçbir şekilde arzu da duymasa yine de o kadının gusletmesi vaciptir. Aynı şekilde şehvetli, ya da şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de böyle olmalıdır. Onun da abdesti bozulmuş olur ve abdest alması icabeder. Çünkü, dokunmak, el ile yoklamak ve öpmekten anlaşılması gereken bunların, ifade ettiği manadır, lezzet değildir.

Buna şöyle cevap veririz; el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta iddia ettiğiniz ietnaa muhalefet ettiğinden daha Önceden sözetmiş bulunuyoruz.

Bununla birlikte biz icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde icmaı bize karşı delil göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler, mezhebimizin doğruluğuna sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunuyorum. Sizin iddianıza göre: "Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, benim sözümü bırakınız" sözünü ilk defa Şâfiî söylemiştir. Oysa, bizce meşhur olduğu gibi, ondan önce hocası Mâlik bunu söylemiş bulunmaktadır.

Şimdi bu konuda hadis sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söylemiyorsunuz? Sizin mezhebinize göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert davranmak kastıyla eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat fiilin, varlığıdır, Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hadis İmâmları Mâlik ve diğerlerinin rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Zeynep ile Ebû'l Âs'dan olma kız torunu Umâme, omuzları üstünde olduğu halde namaz kılardı. Rükû'a vardığında onu yere bırakır, sücuddan kalkığı vakit de tekrar eski yerine koyardı. Buhârî, Salât 106, Edeb 13; Müslim, Mesacid 41-43; Ebû Dâvûd. Salât 165; Nesâî, Mesâcid 19, 37, Sehv Yf,: Dârimî, Salat 93; Muvatta’', Kasrı's-Salât 71; Müsned, V, 296,303,304, 311.

Bu iser Şâfiî'nin nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü reddetmektedir: Küçük bir kıza dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şâfiî bunu ileri sürerken "nisa" (kadınlar) lâfzına tutunur. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü küçük kıza dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan lezzeti nazarı itibara almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması hususunda farklı görüşleri gelmiştir.

Bizler ise, lezzeti nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu takdirde hükmün varlığından sözedilir ki, o da abdestin gereğidir, Evzaî'nin özel olarak el ile dokunmayı nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne gelince, Bunun sebebi, dokunmanın (lemsin) çoğunlukla el ile olmasından dolayfdır. O da dokunmayı, diğer azalar bir tarafa yalnızca ele münhasır kabul etmiştir. Öytekı, koca, ayaklarını hanımının elbiseleri arasına sokup fercine yahut da karnına dokunacak olsa, bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen koca hakkında da şunları söylemektedir: Böyle birisi gelip bana soru soracak olsa, abdest alır derim. Fakat abdest almayacak olsa da ayıplamam. Ebû Sevr de şöyle demektedir: Hanımını öpen, yahut teni tenine değen veya ona dokunan kimsenin abdest alması gerekmez. Bu görüşler ise, Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre izah edilebilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

27. Teyemmümü Mubah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"Su bulamazsanız" âyetinde işaret edilen yolcunun su bulamama sebepleri şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da kısmen su bulamıyabilir. Yahut su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından geri kalmaktan ya da eşyalarına zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya da yırtıcı hayvanlardan, ya da vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu kullanacak olursa) kendisinin ya da başkasının susuz kalacağından korkabilir. Bedeninin mashalatı için pişireceği yemeğe gerek duyacağı suyun hükmü de böyledir.

İşte bütün bunlardan herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyemmüm alır ve namazını kılar. Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulamaması, yahut suyu kullanmaktan zarar göreceğinden korkması da suyu bulamamak demektir. Ayns şekilde bütün herşeyİ kuşatan bir pahalılık, yahut hapse atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı olan kimse için su yok hükmündedir. el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün malını vererek su alır, varsın parasız kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Allah'ın dini bir kolaylıktır. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Gerçek değerinin üçtebîr ve daha ' fazla miktarını aşmadığı sürece onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der: Bir dirhemlik suyu, iki ve üç dirheme ve bu civarda bir Fiyata satın alır (ve abdestini alır). Bütün bunlar, Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun )'în görüşüdür. Eşheb'e: Bir kırba su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da, insanların bu şekilde bir alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde değilim, demiştir, Şâfiî ise, fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir.

28. Su Aramanın Hükmü:

Teyemmümün sahih olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hususunda ilim adamlarının farklı kanaatleri vardır. Mâlikin mezhebinin zahirinden anlaşıldığına göre bu şarttır. Şâfiî'nin görüşü de budur. Kadı Ebû Muhammed b. Nasr’ın kanaatine göre ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı yoktur.

Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre o, yolculukta iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bulunduğu halde yolunu bırakıp suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yerde suyu aramakla yükümlüdür, der ve İbn Ömer'den gelen bu rivâyeti zikrederdi. Şu kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir.

Muvatta’'’da Mâlik'in mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı yüce Allah:

"Su bulamazsanız" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun aranılmasından sonra teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kıyas cihetinden de, teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak halinde yerine getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin bulunmayacağından kesin olarak emin olmadıkça teyemmüm yapmak yeterli olmaz. Tıpkı keffârette köle azad etmek ile oruç tutmanın birinin diğerinin yerine geçmesi gibi.

29. Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:

Bu husus böylece tesbit edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa, mükellef, zannı galibi ile, ya namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidini keser yahut da zanni galibi ile su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bulacağına dair ümidi de pekişir, yahud da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Görüldüğü gibi üç ayrı durum sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında teyemmüm alıp namaz kılması müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak faziletini elden kaçırmış olsa bile, namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele geçirmesi onun için müstehabtır. İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortalarında teyemmüm alır. Bunu Mâlik'in arkadaşları Mâlik'ten nakletmektedir. Su ile abdest alma faziletini elde eder umuduyla ilk vakitte kılma faziletini elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kılınma fazileti, ilk vaktin yakınlığı dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de elde edilebilir.

Üçüncü durumda, vaktin sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını tehir eder. Çünkü su ile taharet fazileti, vaktin başında namazı kılmak faziletinden daha büyük fazilettir. Zira, vaktin başında namazın kılınmasının faziletli oluduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazileti, ittifakla kabul edilmiştir.

Diğer taraftan, namazı ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret olmaksızın dahi caizdir. Fakat, su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz terkedilmesi câiz değildir. Bunun için de öngörülen vakit, o namaz için uygun görülen vaktin son zamanıdır. Bunu İbn Habib demiştir.

Eğer vaktin sonunda suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm alır ve namaz kılacak olursa, İbnül-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterlidir. Şayet su bulacak olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutlaka namazını iade eder.

30. Su Bulamamanın Ölçüsü:

Suyun bulunması konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, tahareti için yeteri kadar su bulmaktır.

Eğer yeterinden az su bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar suyu kullanmaz. Bu, Mâlik'in ve arkadaşlarının görüşüdür. Ebû Hanîfe ile iki görüşünden birisinde Şâfiî de bu görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da görüşü budur. Çünkü yüce Allah, taharetin farzı olarak, iki şeyden birisinin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu da ya su ya topraktır. Şayet su teyemmüme ihtiyaç bırakmayacak miktarda değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var olabilmesi için istenen miktar yeteri kadar olmasıdır.

Şâfiî'nin diğer görüşü ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır ve teyemmüm eder. Çünkü o bir miktar da olsa bir su bulmaktadır. O halde teyemmümün şartı tahakkuk etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükenecek olursa bulamadığı andan itibaren teyemmüm eder.

Suyu yükünün arasında unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hakkında da Şâfiî'den farklı görüşler nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve namazını iade eder. Çünkü yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir kimsedir. Fakat bu konuda kusurlu davranmıştır.

Diğer bir görüşü ise namazını iade etmez. Mâlik'in de görüşü budur. Çünkü suyun bulunduğunu bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir.

31. Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:

Ebû Hanîfe, değişmiş su ile abdest almayı câiz görmektedir. Çünkü yüce Allah:

"Su bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire (belirtisiz)'nin nefyedilmesi şeklindedir, Dilde bu kullanım umum ifade eder. O halde ister değişmiş olsun, ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdest almanın câiz olduğunu ifade etmektedir, Zira değişmiş olan su hakkında da su kelimesi kullanılabilir.

Deriz ki: Evet dediğiniz gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder. Fakat cinsinde bir umumdur bu. O bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı bir pınar suyu, İster tuzlu olsun bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir. Cins İsmin dışında kalan, değişikliğe uğramış olan su ise, bunun kapsamına girmez. Nitekim bakla ve gül suları da bunun kapsamına girmediği gibi- İleride yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan Sûresi'nde (bk. 25/48. âyetin tefsirinde) suların hükmüne dair açıklamalar gelecektir.

32- Sudan Başka içeceklerle Abdest Almak:

Abdest ve guslün, su bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir içecek ile câiz olmayacağını ilim adamları iema ile kabul etmişlerdir. Ancak yüce Allah'ın:

"Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" âyeti bu görüşü reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden Hadîs-i şerîfi İbn Mes'ûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 42; Tirmizi, Tahâre 65; İbn Mâce, Tahâre 37; Müsned, I, 398, 402, 449, 450. Ancak bu hadis sabit değildir Çünkü, bu hadisi İbn Mes’ûd'dan rivâyet eden Ebû Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ûd'la arkadaşlık yaptığı bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve başkaları söylemiştir. İleride Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Furkan Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) gelecektir.

33- Yokluğu Teyemmümü Mubah Kılan Suyun Nitelikleri:

Yokluğu teyemmüm etmeyi mubah kılan su, tâhir, mutahhir ve yaratılış nitelikleri üzerine kalmış sudur. Kur'ân ahkâmına dair telifde bulunanların kimisi şöyle demiştir: Yüce Allah:

"Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyurmakla suyun hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması halinde teyemmümü mubah kılmaktadır Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsayan nekire bir lâfızdır. Su ister başka şeyle karışmış olsun, ister hiç birşeyle karışık olmayıp başlıbaşına varolmuş olsun farketmez. Bununla birlikte herhangi bir kimse, hurmadan yapılan nebîzde su vardır diyebilir. Durum böyle olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber teyemmüm câiz olmaz, denilir. Bu, Kûfelilerden Ebû Hanîfe ve ashâbının görüşüdür. Buna ileride el-Furkan Sûresi'nde belirtilecek, zayıf bir takım haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, yüce Allah/ın izniyle su ile ilgili açıklamalar, da gelecektir.

34. Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:

Yüce Allah'ın:

"Teyemmüm edin" âyetindeki teyemmüm, bu ümmete genişlik olmak hikmetine binâen, bu ümmete has özelliklerdendir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün kılındık: Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bize temizlenme aracı oldu..." deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı. Müslim, Mesâcîd 4.

Bundan önce, teyemmüm ruhsatının iniği ve bunun açıkladığımız üzere gerdanlığın kayboluşu sebebiyle olduğuna dair açıklâ'malar geçmiş bulunmaktadır. Teyemmümü mubah kılan sebepler de daha önceden açıklandı. Burada ise, teyemmümün sözlük anlamı ve şer'î bir kelime olarak anlamı üzerinde durulacaktır. Teyemmümün nitelikleri , keyfiyeti, kendisi ile ve kendisi dolayısıyla teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin için câiz olacağı, teyemmümün şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer hükümleri ele alacağız.

Sözlük anlamı itibariyle teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye teyemmüm ettim" demek, onu kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm ettim" demek, kasıtlı olarak toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve mızrağımda ona teyemmüm ettim" derken, diğerleri arasından onu kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur. el-Halil şu beyîti zikretmektedir:

"Mızrağı yanlamasına onu kastederek fırlattım.

Sonra ona dedim ki: Kahramanlık işte budur.

Bu kaydırak oyunu (çocuk oyuncağı) değildir.

el-Halil der ki: Bu beyitte ilk kelimeyi: diye nakleden hatalı nakletmiştir. Çünkü o, " Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır.

Bu ise, ancak yan taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa bununla önünü kastetmiş değildir. İmruu'l Kays da der ki:

"Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim. Ailesi ise, Yesrib'te bulunuyor.

Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı dolayısıyla) oldukça yükseği ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır."

Yine (İmruu'l Kays der ki):

"Üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı

Dâric yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse

Devemi bir başka beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru çeviririm)"

Bahile'li A'şa da der ki:

"Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim)

Halbuki ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın zor olduğu sert araziler vardır,"

Humeyd b. Sevr de şöyle demektedir:

"Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek için yola koyuldu)

Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?"

Şâfiî (radıyallahü anh)'ın da şöyle bir beyiti vardır:

"İlmim benimle beraberdir.

Nereyi kastetsem onu beraberimde taşırım

Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde (gömülü) değildir."

İbnü's-Sikkit der ki: Yüce Allah'ın:

"Temiz bir toprağa teyemmüm edin" âyeti, temiz bir toprağa, kastedin, anlamındadır Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak ile meshetmek anlamını İfade eder oldu. İbniTl-Enbari der ki: Arapların: "Adam teyemmüm etti" şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve ellerine mesnetti, demektir.

Derim ki: İşte Allah'a yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'î teyemmüm de budur. Hastaya teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm ettim, gibi ifadeler kullanılır. Müyemmem kişi ise, dilediği herşeyi elde eden kişi demektir. Bu açıklamalar eş-Şeybanî'den nakledilmiştir.

eş-Şeybanî ayrıca şu beyiti zikreder:

Bizler, A'sur b. Sa'd'ın

Ailece istediği herşeyi elde eden ve şanı yüksek bir kimse olduğunu gördük,"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı

O, ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir kimsedir."

35. Teyemmüm Kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm de Kullanılması ve Hazret-i Âişe'nin "Teyemmüm Âyeti" Derken Kastettiği Âyeti Kerîme:

"Teyemmüm" lâfzını, yüce Allah Kitab-ı Kerîminde el-Bakara Sûresi'nde (2/267. âyette), bu sûrede ve bir de el-Mâide Sûresi'nde (5/6. ayette) zikretmiştir. Bu sûredeki âyet, teyemmüm âyetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Kadı Ebû Bekr İbnü'l-Arabî der ki: Bu benim için kimsenin yanında ilacını bulamadığım içinden çıkılamaz bir haldir. Karşımızda iki âyet var, ikisinde de teyümmiim sözkonusu edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Sûresi'nde, diğeri el-Mâide Sûresi'ndedir. Hazret-i Âişe'nin: "Allah teyemmüm âyetini indirdi" sözüyle hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle demektedir: Onun naklettiği hadis bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar tarafından teyemmüm uygulamasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Derim ki, İbnü’l-Arabînin: "Âişe'nin hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz" sözünü ele alacak olursak, onun kastettiği âyet, daha önceden de belirttiğimiz gibi bu âyet-i kerimedir. İbn Hacer, Fethu't-Bâri, VIII, 100. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Yine İbnü’l-Arabî'nin: "Hazret-i Âişe'nin bu hadisi, teyemmümün bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından uygulanmadığını göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta siyer âlimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bilinmektedir ki, cünupluktan gusül, abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer âlimleri şunu bilmektedir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri, günümüzde aldığımız abdest gibi bir abdest almaksızın namaz kılmış değildir. İşte bu da abdest ile ilgili âyeti kerimenin daha önceden farz kılınmış olan bu fiili ile ilgili âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm’de tilavet edilmesi için nâzil olduğunu göstermektedir. "Bunun üzerine teyemmüm âyeti nâzil oldu" ifadesinin kullanılıp, Bu âyetin tefsirinde 20. başlığın baş taraflarında kayd edilen Hadîs-i şerîfe atıfta bulunmaktadır. abdest âyeti denilmemesi, onların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu, abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur.

36. Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları:

Namaz kılmakla yükümlü olan her mükellef, su bulamayıp namazın vakti girecek olursa, teyemmüm yapmakla yükümlüdür. Ebû Hanîfe ile iki arkadaşı ve Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî der ki: Vaktin girişinden önce de teyemmüm caizdir. Çünkü, onlara göre suyun aranması nafileye kıyasen şart değildir. Nafile için teyemmüm, su aranmaksızın câiz olduğuna göre, farz namaz için de aynı şekilde câiz olur. Sünnetten de Hazret-i Peygamberin Ebû Zer'e söylediği şu âyeti delil göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest alınacak yerdir, isterse on yıl süreyle suyu bulmasın." Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tîrmizl, Tahâre 92; Nesâî, Tahâre 203; Müsned, V, 146, 147, 155. Böylelikle Hazret-i Peygamber, temiz toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest alınacak araç" ismini vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun hükmü aynıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın:

"Su bulamazsanız" âyetidir. Suyu arayıp da bulamayan kimse dışındakilere su bulamamış denilemez. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiştir. Diğer taraftan bu şartlar altında alınacak bir taharet (abdest veya gusül yerine geçen teyemmüm), istihazah kadının tahareti gibi bir zaruret hali taharetidir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Namaz vaktine nerede erişirsen, orada teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin ve Ahmed'in de görüşüdür. Ali, İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir.

37. Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa:

İlim adamları icma ile, teyemmümün cünupluğu da, badesi de kaldırmayacağını ve cünupluk veya hades dolayısıyla teyemmüm almış bir kimsenin suyu bulması halinde önceki gibi cünup veya hadesli olacağını kabul etmişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber Ebû Zer'e: "Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine dokundur" diye buyurmuştur. Bir önceki notta belirtilen yerler. Ancak, Ebû Seleme b. Abdurrahman'dan gelen bir rivâyet bu icma'ın dışında kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebû Seleme'den rivâyet etmiştir. Yine İbn Ebi Ze'b, bu görüşü Abdurrahman b. Harmele'den rivâyet etmiştir. Bu rivâyete göre o, teyemmüm almış cünup bir kimse, su bulacak olursa, normal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı sürece gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan, teyemmüm alıp namaz kılmış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest alıp teyemmümle kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivâyet edilmiştir. İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır. Onlara göre Ebû Seleme, hiçbir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin arkadaşları kadar fakih değildi.

38. Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra namaza başlamadan önce su bulan kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu kullanması icabetler.

Cumhûrun görüşüne göre, teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş olan bir kimse, eğer su aramakta üzerine düşen gayreti göstermiş ve yükleri arasında da su bulunmayan bir kimse İse, bu namazı eksiksizdir, yerini bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere farzını edâ etmiştir. O bakımdan herhangi bir delil olmaksızın onun namazı iade etmesini vacip görmek câiz olamaz. Kimi ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği takdirde vakit çıkmamışsa, namazını iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus, Atâ, el-Kasım b. Muhammed, Mekhûl, İbn Şîrîn, ez-Zührî ve Rabhrdan hepsinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak el-Evzaî bunu müstehab görür ve şöyle der: Namazını iade etmesi vacib değildir.

Çünkü, Ebû Said el-Hudrî şöyle bir rivâyette bulunmuştur: İki kişi yolculuğa çıktı. Namaz vakti girdi. Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu buldular. Onlardan birisi abdest alarak namazını iade etti. Diğeri ise iade etmedi. Daha sonra Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip bu hususu ona naklettiler. Hazret-i Peygamber, namazını iade etmeyen kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdin ve kıldığın namaz senin için yeterli geldi" dedi. Abdest alıp namazını iade edene de: "Senin için iki defa ecir vardır" diye cevap verdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet eder ve şöyle der: Şu kadar var ki, İbn Nâfi' bu hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b. Ebi Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o, Atâ'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin bu senette anılması bellenmiş bir rivâyet yolu değildir. Ebû Dâvûd, Tahâre 126 Bu hadisi Dârakutnî de rivâyet etmektedir. O rivâyette şunları da söylemektedir: "...Sonra vakit çıkmadan suyu buldular..." Dârakutnî, I, 188. 189. Ayrıca bk, Nesâî, Gusl 27; Dârimî, Vudû' 65.

39. Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü:

Namaza başladıktan sonra suyu bulanın hükmü hakkında İlim adamlarının farklı görüşleri vardır

Mâlik der ki: Namazım kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Namazını tamamlasın, daha sonra kılacağı namazlar için abdest alsın. Şâfiî de böyle demiş ve İbnü’l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir.

Ebû Hanîfe ile aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenî'nin de bulunduğu bir topluluk ise şöyle demektedir: Su bulduğundan dolayı namazını keser, abdest alır ve namazını yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm namaz bitmeden önce su bulunduğu için batıl olduğuna göre, namazın geri kalan kısmı da aynı şekilde batıl olur. Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bütünüyle batıl olur Zira ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ay hesabı ile iddet bekleyen kadının iddetinin kısa bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak otursa, artık of iddetini ay hali hesabı ile yapar.

Derler ki: İşte namazda iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen bu durumda olmalıdır.

Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın:

"Amellerinizi de iptal etmeyin" (Muhammed, 47/33) âyetidir Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile namaza başlamanın câiz olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü takdirde namazı kesmek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Namazın kesileceğine dair ne sünnette bir rivâyet, ne de icma ile sabit olmuş bir şey vardır. Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur: Zihar veya (hataen) öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu orucun daha fazla olan bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bulacak olursa, tuttuğu o orucu lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şekilde teyemmüm ile namaza başlayan kişi de namazını kesip su ile abdest almaya avdet etmez.

40. Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?

Aldığı teyemmüm ile birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her bir namaz için ayrıca teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Kadı Şüreyk b. Abdullah der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz için yeni bir teyemmüm alır.

Mâlik İse, -her bir farz için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her bir farz namaz için su aramakla yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kimse teyemmüm eder,

Ebû Hanîfe, es-Sevrî, el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Dâvûd ise derler ki: Abdestini bozmadığı sürece tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kılar. Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet üzeredir. Su bulmaktan yana ümidini kestiği taktirde ise , su aramakla yükümlü değildir.

Bizim söylediğimiz görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, namaza kalkacak kimsenin su istemesini vacip kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti çıkmadan önce namaz kılabilmek için teyemmümü vacip kılmıştır. O bakımdan müslümanların abdest bozacak bir durumu olmasa dahi suyu bulurlarsa teyemmümün batıl olacağı üzerinde icma etmelerini delil göstererek teyemmüm eksik ve bir zaruret hali taharetidir, derler.

Buna göre vaktin girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu görüş ayrılığına bu husus esas teşkil edebilir.

Bilindiği gibi, Şâfiî ve birinci görüşün sahipten, bunu (vaktin girişinden önce teyemmümü) kabul etmezler. Çünkü yüce Allah:

"Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmümün her bir fiilinin ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır.

Vakitten önce ise, teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm ile iki farz namaz kılamaz. Bu gayet açıktır.

İlim adamlarımız, tek bir teyemmüm ile tarz iki namaz kılan kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü’l-Kasım'dan, vakit çıkmadığı sürece ikinci farzı iade eder, dediğini rivâyet etmektedir. Ebû Zeyd b. Ebi’l-Gumr da yine İbnü'l-Kasım'dan, her halükârda ebediyyen iade eder, dediğini rivâyet etmektedir. Aynı şekilde Mutarrif ve İbnü’l-Macîşûn'dao da ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivâyet edilmiştir.

İşte bizim mezheb sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çünkü su aramak (her farz vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine göre, İbn Nâfi’ iki namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için ayrıca teyemmüm alacağını söylediğini rivâyet etmektedir. Ebû'l-Ferec ise, bir kaç namazı kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle demektedir: Tek bir teyemmüm ile unuttuğu bu namazlarını kaza edecek olursa, ayrıca bîrşey gerekmez, bu onun için caizdir.

Bu görüş ise, (her bir namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı kanaatine binaen ileri sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

41. Temiz Bir Toprak;

Yüce Allah'ın:

"Temiz bir toprak" âyetinde geçen Üzerinde toprak olsun, olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Ârâbî ve ez Zeccac yapmıştır. ez Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Bununla beraber Biz onun üstünde olan şeyleri elbette kupkuru bir toprak yapanlarız," (el-Kehf, 18/8) Yani biz, üzerinde hiçbir bitki bulunmayan sert bir arazi haline getiririz.

Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Böylelikle kaypak bir toprak haline geliverir." (el-Kehf, 18/40)

Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine kadar

sirayet edip sarhoş ettiğinden-Kuşluk vaktinde toprağa kendisini düşürmüş gibidir."

Bu şekilde toprağa "saîd" deniliş sebebi, yerden kendisine doğru çıkılan mekânın son nokta oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudât" ...diye gelir.

Hadîs-i şerîfteki: "Sakın ha yollarda oturmayınız" Müsned, III, 61; ayrıca bk. Buhârî, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvûd, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zan 30; Dârimî, İsti'zân 22; Müsned, III, 36, IV, 30. hadisi de bu kabildendir.

İlim adamları burada toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile kayıtlandırılışı dolayısıyla bu hususta farklı görümlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Toprak olsun, kum olsun, taş olsun, maden olsun yahut kıraç olsun, bütün yeryüzü ile teyemmüm edebilirsin, demektedir. Mâlik, Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Taberînin görüşü budur. "Tayyib"in anlamı ise tahir ve temiz demektir. Bir kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı helal demektir. Ancak bu bir tutarsızlıktır. Şâfiî ve Ebû Yûsuf ise der ki: Saîd, bitki yetişen topraktır. Tayyib ile aynı şeydir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ziraate elverişli ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay ve bol) çıkar," (el-A'raf, 7/58) O bakımdan onlara göre başka bir toprakla teyemmüm câiz değildir.

Şâfiî ise der ki: Saîd, ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır. Abdurrezzâk'ın rivâyetine göre İbn Abbâs'a; Hangi saîd daha tayyıb'dır diye sorulmuş, o da sürülen sâid (toprak) diye cevap vermiştir.

Ebû Ömer der ki: İbn Abbâs'ın bu sözü, saîd'in sürülüp ekilen araziden başka bir şey olduğuna delâlettir. Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Saîd, özel olarak toprak demektir. el-Halil'in Kitab'ında da şöyle denilmektedir: Saîd ile teyemmüm et demek, tozundan al, demektir. Bunu İbn Fâris nakletmektedir. Bu ise, teyemmümün toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu yoktur. el-Kiya, et-Taberî der ki: Şâfiî toprağın ele yapışmasını şart koşmuştur. Bu, toprakla teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdesî azalarına nakledildiği gibi nakledilsin diyedir. Yine el-Kiya der ki: Şüphe yok ki saîd lâfzı, Şâfiî'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu kadar var ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim için taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı) kılınmıştır" Bu anlamdaki bir hadis otuzdördüncü başliğın bn taraflarında geçmiştir, Kaynakları için oraya bakılabilir. âyeti bunu beyan etmektedir.

Derim ki: Bu görüşün sahipleri, Hazret-i Peygamberin: "Ve yerin toprağı bizim için taharet atacı kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu âyetler, mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum böyle değildir. Bu ancak ve ancak umum ifade eden âyetin ihtiva ettiği bütün birimlerin bazılarının nass ile tayin edilmesi kabil indendir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"O ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları vardır " (er Rahmân, 55/68) Bu tür açıklamaları daha önce Bakara Sûresi'nde:

"Meleklerine Peygamberlerine, Cebrâîle ve Mikaile..."(el-Bakara, 2/98) âyetini açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

Dil bilginleri "saîd'"in, önceden de belirttiğimiz gibi yeryüzünün ismi olduğunu nakletmişlerdİ. Açıkladığımız gibi Kur'ân'ın nassı da budur. Yüce Allah’ın beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktur (Ya da onun ötesinde beyan olmaz). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da cünup olan bir kimseye: "Sana, saidi salık veriyorum. O sana yeter" diye buyurmuşturki, bu hadis ileride gelecektir. Buhârî, Teyemmüm 6, 9; Nesâî, Tahâre 202: Müsned, IV. Buna göre "saîd" kelimesi, âyet-i kerimede mekân zarfıdır. Saîd'în toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be" harfinin takdiri ile mef'ûlün bih olması gerekir. Yani Toprağa teyemmüm ediniz, demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur. Ancak bu kelimeyi "helal" anlamına kabul eden, bunu hal veya mastar olmak üzere nasb okur.

42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:

Bu husus bu şekilde açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız açıklamalardan, şu hususlar üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi, münbit, temiz, toprak değilken, toprağa dönüşmüş olmayan (gayr-ı menkul) ve gasbedilmemiş toprakla teyemmüm edebilir

Kendileriyle teyemmüm yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de şunlardır: Halis altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benzeri yiyecekler ile veya necis şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dışında kalan madenler hakkında- görüş ayrılığı vardır Bunu câiz görenler vardır. Bu da Mâlik'in ve diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de vardır. Bu da Şâfiî'nin ve diğerlerinin görüşüdür.

İbn Huvey mendâd der ki: Mâlik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile teyemmüm caizdir. Şu kadar var ki, kâr ile ceyemmüm hususunda ondan farklı rivâyet gelmiştir. el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta. câiz olduğu belirtilmektedir. Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul etmediği nakledilmektedir. Tahta parçası ile teyemmüm hususunda mezhepte farklı görüşler vardır. Cumhûr bunu kabul etmemektedir.

el-Vakar (Mısırlı Mâliki fakihi, Zekeriya b. Yahya b. İbrahim'in lakabıdır) Muhtasarda bunun câiz olduğunu belirtmektedir Değneğin ayrı veya yere bitişik olması arasında fark olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyemmüm câiz kabul edilmiş, bitişik olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir.

es-Sa'lebî ise, Mâlik'in şöyle dediğim zikretmektedir; Elini ağaca vursa, sonra da onunla teyemmüm azalarını mesh etse, bu onun için yeterli gelir. Sa'lebî devamla der ki: el-Evzaî ve es-Sevrî de şöyle demektedir: Yer ile teyemmüm câiz olduğu gibi, onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot ve benzeri şeylerle de caizdir. Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile vuracak olsa bu dahi yeterlidir

İbn Atiyye ise der ki; Çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş (menkûl)’a gelince mezhep âlimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün câiz olduğunu kabul ederler. Yine mezhepte bunun câiz olmadığı görüşü de vardır. Bizim mezhebimizin dışındaki âlimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve kireç gibi pişirilen şeylere gelince, bu hususta mezhebimizde iki görüş vardır. Câiz ve değil, şeklinde, Duvar üzerinde teyemmüm hususunda ise görüş ayrılığı vardır.

Derim ki: Sahih olan bunun câiz olduğudur. Çünkü, Ebû Cüheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensarî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Bi'ri Cemel denilen cihetten geldi. Onunla bir adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Onun selamını bir duvara yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe almadı. Böyle yaptıktan sonra onun selamını aldı. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Hadis, 23. başliğın son tanıtlarında geçmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir. İşte bu, Mâlik ve ona mavat'akat edenlerin dedikleri gibi, topraktan başkası ile teyemmümün sahih olduğuna delildir.

Şâfiî ve ona tabi olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele yapışacak cinsten tozlu ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de reddetmektedir.

en-Nakkâş, İbn Uleye ve İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm almayı câiz gördüklerini nakletmektedir, İbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok bakımdan katıksız bir hatadır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamlarının çoğunluğu, tuzlu kıraç arazi ile teyemmüm almanın câiz olduğunu kabul ederler. Ancak İshak b. Rahaveyh bundan müstesnadan Çamur içerisinde bulunup, teyemmüm etmesi gereken kimse hakkında İbn Abbâs’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Çamurdan alır ve onunla cesedinin bir bölümünü sıvar. Sıvadığı bu çamur kuruduktan sonra onunla teyemmüm eden es-Sevrî ve Ahmed derler ki: Keçe tozlarıyla teyemmüm caizdir. es-Sa’lebî der ki: Ebû Hanîfe, sürme, zırnık, kıl döken tozlar, kireç, öğütülmüş cevherlerle teyemmüm yapılmasını câiz kabul etmektedir Fakat, altın tozu, gümüş, sarı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi şeylerle teyemmüm câiz değildir. Çünkü bunlar yerin cinsinden değildirler.

43. Yüz ve Ellere Meshetmek:

Yüce Allah'ın:

"Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" âyetindeki "mesh" lâfzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin anlamlarından birisi cimadır. Erkek kadın ile cima ettiğinde, "onu mesnetti" denildiği gibi, kılıçla birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla meshetti, denilir. Yine deve, gün boyunca yol aldığı takdirde, "deve günboyunca meshetti" denilir. Kalçaları zayıf olan kadına da "el-mar'etül meshâ" denilir. Yine Filanda bir parça güzellik vardır denilir. Burada mesh'den kasıt ise, Özel olarak eli meshedilen şey üzerinden geçirmektir, çekmektir.

Şayet bu bir âlet ile yapılacak olursa, o âleti önce ele nakletmek, ondan sonra da meshedilen şey üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da yüce Allah'ın el-Mâide Sûresi'nde yer alan:

"Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" (el-Mâide, 5/6) âyetinin muktezasıdır. Çünkü yüce Allah'ın:

"Onunla" âyeti, toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz olduğuna delâlet etmektedir. Şâfiî'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart görmüyoruz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ellerini yere koyup kaldırdığında her ikisine de üflemiştir. Bir rivâyette ise onları silkelemiştir İşte bu, aletin şart olmadığına dalâlet etmektedir, bunu da Hazret-i Peygamber'in duvar üzerinde teyemmümü açıklamaktadır. Şâfiî der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şey olduğu gibi, toprakla meshetmekte de aynı şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir.

Teyemmümde ve abdestte yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yüzün her tarafının meshedilmesinin kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bazıları ise, mestlerdeki kıvrımlar ile başa meshedilirken parmak aralarında olduğu gibi, her tarafının mesh ile kaplanmamasını câiz görmüşlerdir. Bu bizim (Mâliki) mezhebimizde Muhammed b. Mesleme'nin görüşüdür, bunu İbn Atiyye nakletmiştir,. Yüce Allah da: "Yüzlerinizi ve ellerinizi" buyurarak, yüzü ellerden önce zikretmiştir. Cumhûr da bu görüştedir. Buhârî’de ise, Ammâr b. Yâsir yoluyla gelen ve "Teyemmüm bir vuruştur babı" başlığı altında zikredilen hadiste ellerden, yüzden önce söz edilmiştir. Buhârî, Teyemmüm 8. Ayrıca: Müslim, Hayz 110; Ebû Dâvûd, Tahâre 121; Nesâî Tahâre 198, 201; Müsned, IV, 264, 265, 319, 396. Kimi ilim ehli, abdest azalarının yerlerinin değiştirilmesi hususuna kıyasen bu görüştedir.

44- Teyemmümün Sınırı:

İlim adamları, teyemmüm esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır demektedir. Bu, Ebû Bekr es-Sıddîk'tan da rivâyet edilmiştir, Ebû Dâvûd'un Mûsannifinde, el-A'meş'ten rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kollarını yanlarına kadar meshetmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 121.

İbn Atiyye der ki: Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği olan görüşü belirtmemiştir. Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de denilmistir. Bu Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile es-Sevrîf İbn Ebi Seleme ve el-Leys'in görüşüdür. Hepsi de teyemmümün dirseklere kadar ulaştırılmasının vacib olduğu görüşündedirler. Muhammed b. Abdullah b. Abdûlhakem ile İbn Nâfi' de bu görüştedir. Kadı İsmail de bu kanaattedir.

İbn Nâfi' der ki: Her kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek olursa, (bu şekilde teyemmümle kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen iade etmelidir. Mâlik, el-Müdevveneyde şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisinde ise iade eder. Dirseklere kadar teyemmümün yapılacağına dair Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyeti, Cabir b. Abdullah ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu görüşte idi,

Dârakutnî der ki: Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o şöyle dedi: İbn Ömer, dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekilde el-Hasen ve İbrahim en-Nehaî de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki: Bir hadis bilgini de bana en-Nehaî'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o, Ammar b. Yasir'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dirseklere kadar (mesheder)."

Ebû İshak dedi ki; Ben bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel bir hadistir! dedi. Dûrakutnî, I, 182.

Bir kesim de bileklerine kadar meshi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b. Ebî Tâlib, el-Evzaî, Atâ ve bir rivâyette de en-Nehaî'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Davud b. Ali ve et-Taberî de böyle demiştir. Yine bu görüş, Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. Şâfiî'nin kadim görüşü de budur. Mekhul der ki: Ben ve Zührî bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik. ez-Zührî şöyle dedi: Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bunu kimden naklediyorsun? diye sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın Kitabından çıkarıyorum, dedi.

Çünkü yüce Allah:

"Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye buyurmaktadır. Hepsine el denilir. Ben ona şöyle dedim: Yine yüce Allah:

"Hırsız erkek ve kadının ellerini kesiniz" (el-Mâide, 5/38) diye buyurmaktadır. El nereden kesilir. Böylece onu susturmuş oldum,

ed-Deraverdfden bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına kadar meshin ise fazilet olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Bu ne kıyasın, ne de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür.

Şu kadar var ki, bazdan "el" lâfzını umumi kabul ederek, meshin omuzdan başlamasını farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas ederek dirseklere kadar meshi vacip görmüşlerdir. Ümmetin Cumhûru da bu görüştedir Bazıları da hadiste bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıyla yetinmişlerdir.

Yine bu, el kesmeye de kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'î bir hükümdür ve bir temizlemedir. Tıpkı bunun da bir temizleme olduğu gibi.

Baziları da, Ammâr b. Yâsir'in rivâyet ettiği hadiste zikredilen el avuçları ile yetinmiştir. Bu da en-Nehaînin görüşüdür.

45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:

Yine ilim adamları, teyemmümde eek vuruşun yeterli olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile gerçekleşeceği görüşündedir, Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu aynı zamanda, Evzaî'nin, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Leys'in ve İbn Ebi Seleme'nîn de görüşüdür

Ayrıca bunu Cabir b. Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmişlerdir. İbn Ebi'3-Cehm der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yine bu el-Evzaî'den daha meşhur olarak rivâyet edilmiştir. Atâ ve bir rivâyete göre en-Nehaînin de görüşü böyledir.

Ahmed b. Hanbel, İshak, Davud (ez-Zahirî) ve Taberî de bu görüştedir. Bu görüş, bu hususta rivâyet edilen Ammâr b. Yâsir hadisinden daha sağlamdır.

Mâlik de "Kitabu Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir vuruş ile teyemmüm edecek olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nâfi’ ise, bu şekilde teyemmüm ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der.

Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy şöyle derler: Teyemmüm iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile hem yüzünü, hem de kollarını ve dirseklerini mesheder- Ancak, ilim ehli arasında onlardan başka bunu diyen kimse olmamıştır.

Ebû Ömer der ki: Teyemmümün keyfiyetine dair rivâyetler farklı olup birbirleriyle tearuz (çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Kitabın zahirine başvurmaktır.

Kitabın zahiri de, birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller için olmak üzere iki vuruş olacağına delâlet etmektedir. Bu da hem abdeste kıyasen böyledir. Hem de İbn Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir.

Çünkü İbn Ömer, Allah'ın Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıyacak bir kimsedir. Şâyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta herhangi bir rivâyet sabit olur ise, o rivâyetin belirttiği sınırda durmak icabeder.

Başarı Allah'tandır.

Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır" âyeti şu demektir:

Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları mağfiret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz.

43 ﴿