92Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köle-azad etmesi ve (ölenin) akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Onların (diyeti katile) sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Şayet (öldürülen) mü’min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise, o zaman katilin mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense, o vakit akrabalarına bir diyet vermek ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Kim bulamazsa, -Allah'tan bir tevbe olmak üzere- iki ay aralıksız oruç tutmalıdır. Allah çok iyi bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız: 1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hata Yoluyla Öldürmenin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez" diye başlayan bu âyet-i kerimesi, ahkâma dair ana âyetlerden birisidir. Âyet hata yoluyla olması dışında mü’min, mü’min bir kimseyi öldürmemelidir, demektir. “.....” ifadesi, nefy' için değildir. Bu, haram kılmak ve yasaklamak içindir. Yüce Allah'ın: "Resûlüllah'a eziyet vermeniz sizin, için olacak birşey değildir" (el-Ahzab, 33/53) âyetinde olduğu gibi. Eğer bu nefyr anlamında olsaydı, hiçbir şekilde mü’min bir kimse bir diğer mü’mini hata yoluyla dahi olsa öldürmez, demek olurdu. Çünkü Allah’ın nefyettiği birşeyin var olması mümkün olamaz. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün değildir" (en-Neml, 27/60) Kulların o bahçelerin ağaçlarını bitirmeye ebediyyen güçleri olmaz. Katade der ki: Âyetin anlamı, Allah'ın ahdi ve hükmü gereğince onun böyle bir şey yapma hak ve yetkisi yoktur, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Şu anda böyle bir hak ve yetkisi olmadığı gibi, geçmişte de böyle bir yetkisi yoktu. Daha sonra birincisinden olmayan bir şekilde (yani kendisinden istisna edilenden olmayan bir şekilde) munkatı' bir istisnada bulundu. Munkatı' istisna ise, “.....” Ancak, anlamında değil de: “.....” Ama anlamında olan istisnadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Hiçbir şekilde mü’minin mü’mini öldürmesine imkân yoktur. Ama hataen onu öldürecek olursa şu yükümlülüğü yerine getirmelidir. Sîbeveyh ve ez-Zeccâc'ın görüşleri (Allah ikisine de rahmet eylesin.) budur. Yüce Allah'ın şu âyeti de munkatı' istisnaya bir örnektir: "Onların bu hususa dair hiçbir bilgileri yoktur. Zanna tabi olmaktan başka." (en-Nisa, 4/157) en-Nâbiğa da der ki: "İkindi vakti, akşam üzeri kısa bir zaman durdum, ona sordum, Bana cevap veremedi ve kimse yoktu evde. Olan yalnızca yerinden ayıramadığım sıkı bağlanmış binek bağlarıydı. Bir de kazılması zor bir yerde gereksiz yere su biriktirmek için havuzu andıran evinin etrafındaki çukurdu." Görüldüğü gibi burada istisna edilen "bağlar" kendisinden istisna yapılan "kimse" nin gerçek anlamda cinsinden olmadığından dolayı onun kapsamına girmemektedir. (Yani bu istisna munkatı' dır). Bunun bir benzeri de bir başka şairin şu beyitidir: "Sukam vadisi içinde teselli edecek hiçbir dost kalmayıp büsbütün boşalıverdi Orda sadece yırtıcı hayvanlar ve mazı ağaçlarına çarpan geçip giden rüzgar var." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve bir şehir ki orada teselli verecek bir dost yok Yalnızca ceylanlar ve yaban inekleri vardır." Bir diğeri de şöyle demektedir: "Kimi adamlar ise meyvesiz hurma ağacına benzer Gölgesi de yoktur, ama hurma ağaçları arasında sayılır." Bunu Sîbeveyh nakletmektedir. Buna benzer şiirler de pek çoktur. Bunun en güzellerinden birisi de Cerir'in şu beyitidir "O öyle beyaz tenlilerdendir ki uzak bir yere yolculuk yapmamıştır Ve o, üzerinde yolculuk resimleri bulunan ince elbiselerin etekleri müstesna yere basmış değildir." Şair; İnce elbiselerin eteklerine basması dışında yere basmamıştır demiş gibidir. Bu âyet-i kerîme Ayyaş b. Ebi Rebia'nin Âmiroğullarından el-Haris b. Yezid b. Ebi Enise'yi aralarındaki bir kin dolayısıyla öldürmesi üzerine nâzil olmuştur. el-Haris, müslüman olarak Medine'ye hicret edince, Ayyaş onunla karşılaşmış, müslüman olduğunu bilmeden onu öldürmüştü- Durum kendisine haber verilince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benimle Haris'in başından bildiğin olay cereyan etmiş bulunuyor. Ben, onu öldürünceye kadar onun İslama girdiğini bilmiyordum. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, S. İ73; el-Beyhaki, es-Sünenu'l-Kubrâ, VII, 127. Buradaki istisnanın muttasıl bir istisna olduğu da söylenmiştir. Yani, mü’min bir diğer mü’mini öldüremez ve ona kısas uygulayamaz. Hata ile onu öldürmesi hali bundan müstesnadır. Yine bu durumda ona kısas uygulamaz, ama bu durumda şunlar şunlar yapılmalıdır. Bir diğer şekil de, karar kılmak ve meydana gelmek anlamında “.....”'ın takdir edilmesidir. Şöyle buyurulmuş gibidir; Hata ile olması müstesna, mü’min bir kimsenin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak, meydana gelecek bir şey değildir. Çünkü hatalı hallerde mü’min bazen elinde olmayarak bu duruma düşebilir. Bu iki açıklama şekline göre ise istisna munkatı' olmaz. Buna göre âyet-i kerîme, kasten öldürmenin büyük bir iş olduğunu ve olmaması gereken bir hadise olduğunu ihtiva etmiş olur. Şöyle denmiş gibi olur: Ey filan, unutmuş olman müstesna, senin böyle birşey söylemen olacak birşey değildir. Bu ise, her halükârda böyle bir sözü söylemeyi yasaklamakla birlikte kasti olarak bu sözün söylenmesinin ne kadar büyük olduğunu ifade etmektedir. Âyetin anlamının: "Ve" hata ile dahi olsa öldüremez, şeklinde olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der ki: "İllâ” İstisna edatının "vav" anlamına kullanılması mümkün değildir. Arap dilinde böyle bir kullanım bilinmediği gibi, mana bakımından da doğru değildir. Çünkü hata yapılan bir şey yasak kılınmaz. Diğer taraftan bu âyetin hitap delilinden kâfirin müslümanı öldürmesinin câiz olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü müslümanın kanı haramdır. Mü’minin burada özellikle anılması, onun şefkat, kardeşlik, merhamet ve akidesini vurgulamak içindir. el-A'meş, "hataen" kelimesini üç yerde Bu kelime bu şekilde ("hataen"), Kur'ân-ı Kerîm'de sadece iki kere geçmektedir ve ikisi de bu ayet-i kerimededir. de (bir) medli olarak “.....” seklinde okumuştur. Hata yoluyla (yanlışlıkla) öldürme şekilleri ise, sayılamayacak kadar pek çoktur. Hepsinin ortak yönü ise öldürme kastının bulunmayışıdır. Mesela, müşriklerin saflarına atış yaptığı halde müslüman bir kimseye isabet ettirmesi, yahut önünden öldürülmeyi hakeden zina etmiş yahut muharip veya mürted bir kimse koşarken kendisi de onu öldürmek kastıyla arkasından giderken bir başkası ile karşılaşır ve karşılaştığı bu kimseyi o zannederek öldürürse bu da hata yoluyla bir öldürme olur. Veya bir hedefe doğru atış yaparken bir insana isabet ettirmesi ya da bunun gibi haller bu kabildendir. Bunlar, hakkında görüş ayrılığı bulunmayan hususlar arasındadır. Hatâ, “.....” dan bir isimdir. Eğer kasten yapılmamış ise, yanlışlıkla yapılan is demektir O bakımdan hata, “.....” yerini tutan bir isimdir. Bir şey yapmak isterken, bir başkasını yaparsa; “Hata etti, denildiği gibi yine doğru olmayan bir iş yapan kimseye de “Hata etti, yanlış yaptı denilir. İbnü'l-Münzir der ki: Şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez... ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" âyeti ile, hataen öldüren mü’minin diyet vereceğini hükme bağlamıştır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan sabit olan sünnet de bunu tesbit etmiş, ilim ehli de hükmün bu olduğunu icma ile ifade etmişlerdir. Davud (ez-Zahirî), öldürmede hür ile köle arasında ve (yaralamalarda.) kısasın uygulanabileceği bütün azalarda kısas uygulanacağı görüşündedir. O, bu görüşünü yüce Allah'ın; "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana karşılık can...yaralar da birbirine kısastır" (el-Mâide, 5/45) âyetine dayandırır. Aynı zamanda Hazret-i Peygamberin: "Müslümanlar, kanlarıyla birbirlerine denktirler." Ebû Dâvûd, Cihad 147, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 10,13: İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 211. 215. Âyetine da dayanmaktadır. Hazret-i Peygamber, görüldüğü gibi burada hür ile köle arasında bir ayrım gözetmemiştir. Aynı zamanda bu İbn Ebi Leyla'nın da görüşüdür, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki; Öldürme dışında hürler ve köleler arasında kısas söz konusu değildir. Öldürme halinde, tıpkı hürre karşılık kölenin öldürülmesi gibi, köle karşılığında da hür öldürülür. Ancak, yaralama ve organlarda hiçbir şekilde aralarında kısas yoktur. İlim adamları, yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mir mini -yanlışlıkla olması müstesna- öldüremez" âyetinin kapsamına kölelerin girmediğini icma ile kabul etmişlerdir. Bununla yalnızca hürlerin kastedilip kölelerin kastedilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Hazret-i Peygamber'in; "Müslümanlar kanlarıyla birbirlerine denktir" âyeti de bu şekildedir. Bununla yalnızca hür olanlar kast edilmiştir, Cumhûr bu görüştedir. Eğer öldürmeden daha aşağı hallerde hürlerle köleler arasında kısas söz konusu değilse, öldürmede kısasın olmaması bundan daha uygundur. Bu husustaki açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 3. Hataen Öldürmenin Cezası ve Hikmeti: Yüce Allah'ın: "Mü’min bir köle azad etmesi" âyeti, mü’min bir köle azad etmesi gerekir, bu onun görevidir, demektir, İşte bu, yüce Allah'ın hataen öldürmeye ve ileride de geleceği gibi (bk. el-Mücadele, 58/3-4. âyetlerin tefsiri) zihâr için de farz kıldığı keffârettir. İlim adamları hangi köleyi azad etmenin yeterli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, el-Hasen, en-Nehaî, en-Nehaîr Katade ve başkaları derler ki: Mü’min köle demek, namaz kılan ve aklı îmana eren köledir. Bu hususta küçük köle yeterli değildir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Atâ b. Ebi Rabah ise şöyle demektedir: Müslümanlar arasında doğmuş küçük köle de yeterlidir. Aralarında Mâlik ve Şâfiî'nin de bulunduğu bir topluluk şöyle demektedir: Öldüğü takdirde cenaze namazı kılınacağı ve defn edileceği hükmüne tabi tutulan her bir kölenin azad edilmesi yeterlidir. Mâlik der ki: Bununla birlikte namaz kılıp oruç tutanın azad edilmesi benim için daha bir sevimlidir. Bütün ilim adamlarının görüşüne göre kör, kötürüm, elleri veya ayakları kesilmiş yahut çolak olanın azad edilmesi yeterli değildir. Çoğunluğunun görüşüne göre, topal ve tek gözü kör mü’min kölenin azad edilmesi yeterlidir. Mâlik der ki: Ancak aşın derecede topal olması bundan müstesnâdır. Yine Mâlik, Şâfiî ve çoğu ilim adamına göre iki elinden yahut ayaklarından birisi kesilmiş köle yeterli değildir. Ancak Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre böyle bir kölenin azad edilmesi yeterlidir. Yine çoğunluğuna göre, kendisine gelmeyen delinin azad edilmesi yeterli olmadığı gibi, Mâlik'e göre, kimi zaman deliren, kimi zaman ayılan kimsenin dahi azad edilmesi yeterli değildir. Ancak Şâfiî, bu şekilde bir kölenin azad edilmesini yeterli kabul etmektedir. İmâm Mâlik'e göre, birkaç yıla kadar azad edilecek kölenin azadı yeterli değildir. Şâfiî'ye göre ise yeterlidir. Yine Mâlik, Evzaî ve rey ashâbına göre müdebber (azad edilmesi efendisinin ölümüne bağlı olan köle) nin azadı yeterli olmaz, Şâfiî ile Ebû Sevr'in görüşüne göre ise yeterlidir. İbnü'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Mâlik der ki: Kısmen azad edilmiş kölenin keffâret olarak azadı sahih değildir. Zira yüce Allah: "Bir köle azad etmesi gerekir" diye buyurmuştur Kısmen azad edilmiş olanın ise, azadına bir köle azad edilmiş denilemez. Onun ancak bir bölümü azad edilmiştir Bir köle azad edilmesinin emredilişindeki hikmetin ne olduğu hususunda da tefsir âlimleri arasında İ'arklı görüşler vardır. Köle azad edilmesinin farz kılınması, öldürenin günahını temizlemek ve onu arıtmak içindir, denilmiştir. Onun günah, kanı himaye altında bulunan bir kimsenin tedbirsizliği ve dikkati terk etmesi dolayısıyla ölmesine sebep olmasıdır. Yine denildiğine göre öldürülen kimsenin şahsında yüce Allah'ın hakkı askıya alındığından dolayı ona bedel olmak üzere köle azad edilmesi farz kılınmıştır. Çünkü o ölenin bizzat kendi i\et"smdc V>îv Uakkv vardı ki, bu da hayat nimetinden yararlanmak ve hayatta bulunanlara helal olan tasarruflarda bulunmaktır. Yüce Allah'ın o kişide bir hakkı vardı. Çünkü o kişi de Allah'ın kullarından bir kul idi. Küçük olsun büyük olsun, hür olsun köle olsun, müslüman olsun zımmi olsun kendisini hayvanlardan ve diğer akılsız varlıklardan ayırt eden "kulluk" sıfatı vardı. Bununla birlikte bu kimsenin neslinden Allah'a ibadet edecek ve itaat edecek kimselerin gelmesi de umulmakta idi. Onu öldüren kimsenin, sözünü ettiğimiz bu manaları gerçekleştirme fırsatını ortadan kaldırmamış olduğu, belirttiğimiz bu hususu önlemiş olmadığı söylenemez. İşte bundan dolayı kefferati tazminat olarak ödemiştir. Bu hikmetlerden hangisi olursa olsun, burada şu da açıklanmış olmaktadır: Bu nass her ne kadar hataen öldüren kimse hakkında ise de bu hususta kasten öldüren de onun durumundadır. Hatta ileride açıklanacağı üzere onun keffâretle bulunmakla mükellef olması öncelikle sözkonusudur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Ve akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" âyetinde sözü geçen diyet, maktulün kanının yerine geçmek üzere velisine ödenen şeydir. "Teslim edilecek" âyeti ise, ödenecek ve tediye edilecek anlamındadır. Şanı yüce Allah, Kitab-ı keriminde diyette neyin ödeneceğini tayin etmemiştir. Âyet-i kerimede mutlak olarak diyet vacip kılınmıştır. Ancak âyet-i kerimede bunun âkile üzerine mi katile mi vacib olduğu da belirtilmemiştir. Bütün bunlar, sünnetten öğrenilmektedir. Şüpheslzkî âkilenin de bu dayanışmaya katılmasının vacip görülmesi, borçların ödenmesinde ve telef edilen şeylerin tazminatında kabul edilen esas kaidelere, kıyasa muhaliftir. Ayrıca âkile, Âkile: Hatâen öldürülenin diyetini paylaşan baba tarafından akrabalardır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, III, 287). tarafından ödenmesi icab eden bu diyet, cezanın ağırlaştırılması için vacip kılınmış olmadığı gibi, öldürenin günahının da onlar üzerinde olduğu anlamından hareketle öngörülmemiştir. Ancak bu yalnızca bir dayanışma olarak vacip görülmüştür. Ebû Hanîfe ise bunun, yardımlaşmanın nazar-ı itibara alınarak öngörüldüğü kanaatinde olduğundan, katilin divanında Yedinci başlıkta bu hususu geniş açıklamalar gelecektir. kayıtlı olanlar tarafından bu diyetin ödenmesini Öngörmüştür. Diyetin yüz deve olduğuna dair Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan haberlerle sabit olmuştur. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayberde öldürülen ve katili belli olmayan Abdullah b. Sehl için Huvayyısa, Muhayyısa ve Abdurrahman'a ödemiştir. Abdullah b. Sehl’in Hayber'de öldürülüp katilinin belli olmaması üzerine Hazret-i Peygamber, varisleri durumunda olan Abdurrahman, Huvayyisa ve Muhayyisa'ya diyet ödediğini belirten bu rivâyet için bk, Buhârî, Cizye 12, Edeb 89, Ahkâm 33; Müslim, Kasame 1-6; Ebû Dâvûd, Diyât 8; Tirmizî, Diyat 22. Böylelikle bu, yüce Allah'ın Kitabında mücmel olarak zikrolunan diyetin, Peygamberinin lisanıyla bir beyanı olmuştur. İlim ehli de, deve sahibi kimseler tarafındün yüz deve diyet ödeneceğini icma ile kabul etmekle birlikte deve sahibi olmayanlar üzerinde vacib olan diyet hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim der ki: Altın kullanılan yerde yaşayanların ödemesi gereken diyet bin dinardır. Bunlar iser Şam, Mısır ve Mağrip halkıdır. Bu, Mâlik, Ahmed, İshak, rey ashâbı ve iki görüşünden birisinde yani kadim görüşünde Şâfiî'nin görüşüdür. Aynı zamanda bu görüş, Hazret-i Ömer, Urve b. ez-Zübeyr ve Katade'den de rivâyet edilmiştir. Gümüşün yaygın olarak kullanıldığı yerde yaşayanların ödeyeceği diyet, oniki bin dirhemdir. Bunlar Irak, Farisiler ve Horasan halkıdırlar, Mâlik'in görüşü budur. O, bunu Hazret-i Ömer'den kendisine ulaşan şu habere binaen belirtmiştir: Hazret-i Ömer, kasabalarda oturan ahali hakkında diyetin kıymetini belirlemiş ve altının kullanıldığı bölge ahalisinin ödeyeceği diyeti bin dinar, gümüşün kullanıldığı bölgelerde yaşayan ahalinin ödeyeceği diyeti oniki bin dirhem olarak tesbit etmiştir. el-Müzenî der ki: Şâfiî, diyet deve ile ödenir demiştir Deve yeteri kadar bulunmayacak olursa, o takdirde Hazret-i Ömer'in kıymetini belirlediği esasa göre dirhem ve dinar cinsinden ödenir. Bu ise, altın kullanan ahali için bin dinar, gümüş kullanan ahali için oniki bin dirhemdir Ebû Hanîfe, arkadaşları ve es-Sevrî ise şöyle demektedir: Gümüş diyet miktarı onbin dirhemdir. Bunu en-Nehaî, Abîde'den o, Hazret-i Ömer'den rivâyet etmiştir. Buna göre Hazret-i Ömer, altın kullanan ahaliye diyeti bin dinar olarak tesbit ederken, gümüş kullanan ahaliye de onbin dirhem olarak tesbit etmiştir. Varlıkları inek türünden olanlar ise ikiyüz inek, koyun türünden olanlar bin koyun, deve türünden olanlar yüz deve, elbise ve kumaş sahipleri üzerine ise ikiyüz hülle (takım elbise) dır. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu Hadîs-i şerîfte dinar ve dirhemlerin bedel ve kıymet olmak üzere değil de, bizzat diyetin kendilerinden ödeneceği mal çeşitlerinden bir sınıf olduğunu göstermektedir. Hazret-i Osman, Hazret-i Ali ve İbn Abbâs yoluyla gelen hadislerden zahir olan da budur. Fakat, Ebû Hanîfe, inek, koyun ve elbise hususunda Hazret-i Ömer'den yaptığı rivâyete muhalefet etmiştir. Atâ, Tavus ve tabiinden bir kesim de bu görüşte olduğu gibi, Medineli yedi fakihin görüşü de budur. İbnü'l-Münzir der ki: Bir kesim şöyle demektedir: Hür ve müslüman kimsenin diyeti, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tayin ettiği şekilde yüz devedir. Bundan başka bir diyet yoktur. Şâfiî'nin görüşü de budur, Tavus da böyle demiştir. Yine İbnü'l-Münzir der ki: Hür ve müsîiiman bir kimsenin diyeti Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tesbit ettiği şekilde her zaman için yüz devedir. Hazret-i Ömer'den, ödenecek dirhem miktarı hususundaki rivâyetler muhteliftir. Ondan, bu konuda gelen sahih hiç bir rivâyet yoktur, çünkü hepsi mürsel rivâyetlerdir. Bu hususta size Şâfiî'nin görüşünü göstermiş bulunuyoruz ve bizim kanaatimiz de budur. 5. Diyet Olarak Verilecek Develerin Yaşları: Fukahâ, diyet olarak verilecek develerin yaşları hususunda farklı görüşlere sahiptir, Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesinden, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hata yoluyla öldürülen kimsenin diyetinin yüz deve olduğuna dair hüküm verdiğini rivâyef etmektedir: Bu yüz devenin otuzu Bintu Mahâd (bir yaşını bitirmiş ikiye basmış dişi deve), otuzu Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), otuzu Hikka (üçünü bitirip dört yaşına basmış dişi deve), on tanesi de İbnu Lebun (üç yaşına basmış erkek deve). Ebû Dâvûd, Diyar 16; İbn Mâce, Diyât 6. el-Hattabî der ki: Fukahâdan bu hadis gereğince görüş belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. Bunun yerine ilim adamlarının çoğunluğu diyetin beşli (yaş guruplarına göre beşte bir) olmak üzere ayrılacağını belirtmişlerdir. Rey ashâbı ve es-Sevrî böyle dediği gibi, Mâlik, İbn Şîrîn ve Ahmed b. Hanbel de böyle demişlerdir. Şu kadar var ki, bu beşli taksimdeki sınıflar hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Rey ashâbı ile Ahmed der ki: Beşte biri ikiye basmış erkek deve (Benu Malı hâd), beşte biri ikiye basmış dişi deve ( Benatu Mahâd), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benatu Lebûn), beşte biri üçünü bitirmiş erkek deve (Hikka), beste biri de beşe girmiş dişi deve (Cezea) olmak üzere verilir. Bu görüş İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir. Mâlik ve Şâfiî ise der ki: Beşte biri üçünü bitirmiş dişi deve (Hikka), beşte biri beşe basmış dişi deve (Cezea), beşte biri üçe basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), beşte biri ikiye basmış dişi deve (Benatu Mahâd), beşte biri de ikiye basmış erkek deve (Benu Lebun) verilir. Bu görüş de Ömer b. Abdulaziz, Süleyman b. Yesar, ez-Zührî, Rabia, el-Leys b. Sa'd'dan nakledilmiştir. el-Hattabî der ki: Rey ashâbının bu hususta dayandıkları bir rivâyet vardır. Ancak- bu rivâyetin ravilerinden birisi olan Abdullah b. Hışf b. Mâlik, meçhuldür. Bu hadisten başka bir rivâyet ile bilinmemektedir. Bu rivâyeti: Ebû, Dâvûd, Diyat 16); Tirmizî, Diyât 1; Nesâî, Kasâme 35; İbn Mâce, Diyat 6'da kaydeder. O bakımdan Şâfiî, ravisinde sözünü ettiğimiz bu illet dolayısıyla bu doğrultuda görüş belirtmemiştir. Diğer taraftan yine bu hadiste, ikiye basmış erkek develerden (Benu Mahâd.)’ın sözü edilmektedir. Halbuki bu yaştaki develerin zekat alınacak develerin yaşları ile bir ilgisi yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de, Kasame ile ilgili rivâyetde, Hayberde öldürülen kişinin (ki, az önce geçtiği gibi bu Abdullah b. Sehl'dir) zekât develerinden yüz deve olarak diyetini ödediği rivâyet edilmiştir. Zekât alınacak develer arasında ise, iki yaşına basmış erkek deve (İbn Mahâd)'dan söz edilmemektedir, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Zeyd b. Cübeyr, Hışf b. Mâlikten, o, Abdullah b. Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hata yoluyla öldürme diyetini beşte birlere ayırmıştır Ancak bu rivâyeti Kûfeli ve Tayoğullarına mensup Hışf b. Mâlik'ten başka merfu' olarak rivâyet eden kimse yoktur. O da meçhul bir ravidir. Zira ondan yine Cuşem b. Maviyeoğullarından olan ve Kûfelilerin güvenilir raviyerinden birisi olan Zeyd b. Cübeyr b. Harmel et-Tai'den başka ondan kimse rivâyet etmiş değildir. Derim ki: Dârakutnî Sünen'inde Hışf b. Mâlik'in bu hadisini Haccac b. Ertaa'dan o, Zeyd b. Cübeyr'den, o, Hışf b. Mâlik'ten, o da Abdullah b. Mesud'dan rivâyet etmiştir, Abdullah b. Mesud dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hata yoluyla öldürme diyetinde yüz; deve verileceği hükmünü vermiştir, Bunlardan yirmisi üçü bitirmiş dişi deve (Hîkka), yirmisi beşe basmış dişi deve (Cezea), yirmisi üçe basmış dişi deve (Benâtu Lebûn), yirmisi ikiye basmış dişi deve (Benâtu Mahâd), yirmisi de ikiye basmış erkek deve (Benu Mahâd) olacaktır. Dârakutnî der ki: Bu, hadis ilmini bilen ehil kimselerce değişik bakımlardan sabit olmayan zayıf bir hadistir. Evvelâ bu, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mesud'un babasından sahih senet ile yaptığı rivâyete muhaliftir. Bu rivâyette ise, tenkid edilecek bir taraf ve aleyhine yapılacak bir te'vil de yoktur. Ebû Ubeyde ise, babasının rivâyet ettiği hadisi, babasının görüşünü, babasının fetvasını Hışf b. Mâlik'ten ve benzerlerinden daha iyi bilen bir kimsedir. Abdullah b. Mes'ûd ise, bir taraftan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir mesele hakkında verdiği bir hükmünü rivâyet ederken, diğer taraftan ona muhalif fetva vermeyecek kadar Rabbinden korkan, dinini koruyan bir kimsedir. Böyle bir şey Abdullah b. Mes'ûd hakkında kesinlikle düşünülemez. Çünkü hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan hiçbir şey işitmediği ve o hususta kendisine herhangi bir şey ulaşmadığı bir meselede şu sözü söyleyen kimsedir: Ben bu mesele hakkında kendi gömüşüme göre kanaat belirtiyorum. Eğer bu doğrusu ise Allah'tan ve Rasulündendir. Eğer hata ise bendendir Bundan sonra ise ona verdiği bu fetvanın benzerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hükmüne uygun düştüğüne dair haber ulaşınca, arkadaşları bunun üzerine oldukça sevindiğini ve buna benzer bir şekilde sevindiğini görmediklerini tesbit ettiler. Çünkü onun fetvası Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükme uygun düşmüştü. Niteliği ve durumu bu olan bir kimsenin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir şey rivâyet ederken ona muhalefet etmesi nasıl doğru olabilir? Dârakutnî, III, 173. Bir diğer yönü: İkiye basmış erkek develerin sözkonusu edildiği merfu' haberi biz ancak Hışf b. Mâlik'in İbn Mes’ûd'dan yaptığı rivâyet yoluyla biliyoruz. Hışf ise meçhul bir adamdır, bunu da ondan Cuşemli Zeyd b. Cübeyr b. HarmeTden başkası rivâyet etmiş değildir. Hadis ilmini bilen ehil kimseler ise, tanınmayan bir ravinin tek başına rivâyet ettiği münferit bir haberi delil kabul etmezler. Onlara göre bir haberin ilim ifade edebilmesi, adaletli ve meşhur bir ravi tarafından, yada meçhul diye nitelendirilemeyecek bir ravi tarafından rivâyet edilmesi şartına bağlıdır. Bir ravinin meçhul ravi olmaktan kurtulması ise kendisinden iki ve daha fazla ravilerin riveyette bulunmuş olmasına bağlıdır. Bu niteliğe sahip olduğu takdirde o ravi meçhul olmaktan kurtulur ve maruf, (bilinen), bir ravi olur. Kendisinden yalnızca bir ravinin rivâyette bulunduğu ve tek başına başka kimsenin rivâyet etmediği bir haberi rivâyet eden kişiye gelince, bu rivâyette bir başkası da ona muvafakat edinceye kadar onun haberi alınmaksızın olduğu gibi bekletilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir diğer bakımdan Hışf b. Mâlik'in hadisini Zeyd b. Cübeyr'den, o Hişf yoluyla el-Haccac b. Ertae'den başka rivâyet etmiş bir kimse olduğunu bilmiyoruz. el-Haccac İse, tedlis yapmakla ve karşılaşmadığı, kendisinden de hadis dinlemediği kimselerden hadis rivâyet etmekle meşhur birisidir. Süfyan b. Uyeyne, Yahya b. Said el-Kattan ve Îsa b. Yûnus, onunla oturup kalktıktan, onu denedikten sonra ondan hadis rivâyetini terk etmişlerdir. Kişiyi bilip tanıyan ve onu iyice değerlendiren kimseler olarak bunlar yeterlidir. Yahya b. Main der ki: Haccac b. Ertae'nin rivâyet ettiği hadis delil diye gösterilemez. Abdullah b. İdris der ki: Ben el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Kişi cemaatle birlikte namaz kılmayı terk etmedikçe yücelemez. Îsa b. Yûnus der ki: el-Haccac'ı şöyle derken dinledim: Namaza gidiyorum, bakıyorum ki hammallar, bakkallar beni sıkıştırıp duruyor. Cerir der ki: Ben Haccâc'ı şöyle derken dinledim: Mal ve şeref sevgisi beni helâk etti. Dârakutnî, III, 175. (Dârakutnî) daha başka birtakım sebepler de sözkonusu etmektedir ki, bunlardan birisi de şudur: Güvenilir ravilerden bir topluluk bu hadisi el-Haccac b. Ertae'den rivâyet etmekle birlikte bu rivâyeti ondan farklı olarak nakletmişlerdir. Buna benzer burada hepsini kaydetmemiz uzun sürecek daha başka gerekçeler de ileri sürmektedir. Dârakutnî, III, 175-176. Sözünü ettiğimiz ve diğer hadis âlimlerinin belirttikleri bu hususlar ise, Kûfeli âlimlerin diyet hususunda kabul ettikleri görüşün zayıflığına delalet etmektedir. Biz de bu kadarını yeterli görmekteyiz. Her ne kadar İbnü’l-Münzir ilimdeki yüce kadrine rağmen -ileride de geleceği gibi- bu görüşü tercih etmişse de (zayıftır). Hammâd b. Seleme şöyle rivâyet etmektedir: Bize Süleyman et-Teymi, Ebû Miclez'den, o, Ebû Ubeyde'den İbn Mes’ûdun şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hata yoluyla adam öldürmenin diyeti; beş Tane beşte bire bölünür, Bunların yirmi tanesi üç yaşını bitirmiş dişi deve (Hikka), yirmisi beş yaşına girmiş dişi deve (Cezea), yirmisi iki yaşına basmış dişi deve (Bintu Mahâd ), yirmisi üç yaşına basmış dişi deve (Bintu Lebûn), yirmisi de üç yaşına basmış erkek deve (İbn Lebûn)dır, Dârakutnî der ki: İşte bu, isnadı hasen ve ravileri sika olan bir hadistir. Ayrıca Alkame'den, o da Abdullah yoluyla buna yakın bir rivâyet de nakledilmiştir. Dârakutnî, III, 172. Derim ki: İşte Mâlik ve Şâfiî'nin de görüşü budur. Onlara göre diyet, bu şekilde beşte birlere ayrılır. el-Hattabî der ki: Bir gurup ilim adamından rivâyet edildiğine göre hata yoluyla öldürmenin diyeti dörtlü olarak kısımlara ayrılır. Bunlar ise, en-Nehaî, Nehaî ve Hasanı Basrî'dir. İshak b. Rahaveyh de bu görüştedir. Şu kadar var ki, bunlar şöyle demektedirler: Diyet olarak verilecek develerin yirmi beş tanesi Cezea (beş yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi Hikka (üçünü bitirmiş dişi deve), yirmi beş tanesi Bintu Lebûn (üç yaşına basmış dişi deve), yirmi beş tanesi de Bintu Mahâd (iki yaşına basmış dişi deve) olurlar. Bu, Ali b. Ebî Tâlib'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik ve Şâfiî'nin görüşü de Süleyman b. Yesar'dan rivâyet edilmiştir. Bu hususta herhangi bir sahabiden birşey nakledilmiş değildir. Fakat Medinelilerin ameli buna göredir. Aynı şekilde İbn Cüreyc de İbn Şihâb'dan böylece rivâyette bulunmuştur. Derim ki: Bizler, Mâlik ve Şâfiî'nin kabut ettikleri görüşe uygun kanaati İbn Mes’ûd'dan nakletmiş bulunuyoruz, Ebû Ömer der ki: Diyetlerde develerin yaşı kıyas yoluyla ve akıl yürütme yoluyla tesbit edilemez. Bu, ancak tabı olmak ve teslim olmak yoluyla alınıp delil olarak kabul edilmiştir. Rivâyet yoluyla alınan hükümlerde ise aklın herhangi bir dahli sözkonusu değildir. Herkes bu hususta selefinden sahih olarak nakledildiğini kabul ettiği yönde görüş belirtmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Derim ki: Hattabî'nin naklettiği; Amr b. Şuayb yoluyla rivâyet edilen hadis gereğince görüş belirten kimse bilinmemektedir, şeklindeki kanaati, İbnü'l Münzir, Tavus ile Mücahid'den nakletmiştir. Şu kadar varki Mücahid, İkiye basmış (otuz adet) dişi deve yerine, beş yaşına basmış otuz dişi deve öngörmüştür, İbnü’l-Münzir, der ki: Ben ise birinci görüşü kabul ediyorum. Bununla da Abdullah ile Dârakutnî ve el-Hattabî'nin zayıf kabul ettikleri rey ashâbının görüşünü (kabul ettiğini) kast etmektedir. İbn Abdi’l-Berr (Ebû Ömer) ise der ki: Çünkü bu konuda belirtilen görüşlerin en asgari olanı budur. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu görüşe uygun düşen şekilde rivâyet ettiğimiz merfu' bir hadis de bunu ifade etmektedir. Derim ki: İbnül-Münzir'in bunu tenkid etmekle beraber ve kendisi müçtehid olmasına rağmen., hadis tenkidçilerinin sahih olduğu hususunda kendisine muvafakat etmedikleri bir hadîs doğrultusunda nasıl görüş belirttiğine doğrusu hayret edilir. Şu kadar varki yanılmak ve unutmak bazan insanı etkisi altına alabilir. Kemal hiç şüphesiz celal sahibi aziz olan Allah'a aittir. 6. Hata Yoluyla Öldürmede Diyeti Kimler Öder; Nebiyyi Muhtar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan haberler onun hata yoluyla öldürmede diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağladığı şeklindedir. İlim ehli de icma ile bunu kabul etmiştir. Hata yoluyla diyetin âkile tarafından ödeneceği üzerinde ilim ehlinin icma etmesi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beraberinde oğlu ile birlikte huzuruna giren Ebû Rimse'ye söylediği: "Bu oğlun sana karşı cinayet işlemez, sen de ona karşı cinayet işlemezsin" Ebû Dâvûd, Diyât 2; Nesâî, Kasame 42; İbn Mâce, Diyât 26; Dârimî, Diyat 25; Mürted, IV. 163, 345, V, 81. hadisinde kastettiği cinayetin kastı olarak işlenen cinayetin söz konusu olduğuna, hata yoluyla İşlenen cinayet olmadığına delil vardır, Yine ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir. Tam diyetin üçtebirinden fazla olan miktarını âkile öder. Ancak üçtebir hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının Cumhûrunun (çoğunluğunun) kabul ettiği görüş şu ki: Âkile, kastî işlenen cinayetin ve cinayet itirafının diyetini ve sulhun sonunda hükme bağlanan diyeti ödemez. Hata yoluyla ödenmesi gereken diyetten de ancak tam diyetin üçtebirinden sonrasını yüklenirler. Üçtebir ve aşağısı ise, cinayeti işleyenin malından ödenir. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Hata yoluyla işlenen cinayetin diyeti, caninin âkilesî tarafından ödenir. Derim ki: Bu, ister cinayet olsun ister daha fazlası olsun. Çünkü daha fazlasını ödeyen elbetteki daha aşağısı olanını da öder. Nitekim, kasti öldürmelerde Ödenmesi gereken diyetin az ya da çok olsun caninin malından ödenmesi gerekmektedir Bu, Şâfiî'nin görüşüdür. 7. Diyetin Ödenme Keyfiyeti ve Âkilenin Kapsamına Girenler: Diyetin hükmü, âkile tarafından taksitle ödenmesidir. Âkile, caninin asabe olan akrabalarıdır Hanımın oğlu, hanımın asabelerinden değilse,âkiledendeğildir Anne bir kardeşler de baba ve anne bir kardeşlerinin asabeleri sayılmazlar O bakımdan onlar yerine hiçbir şekilde âkile olarak diyete iştirak etmezler. Kişinin divan ehli diye bilinenler de Hicazlıların Cumhûrunun görüşüne göre âkileden değildirler Kûfeliler ise şöyle demektedir: Eğer diyet ödemek durumunda olan kişi, divan ehlinden ise, onun divanında bulunanlar da âkiledirler. Bu durumda diyet, âkileye Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'nin hükmettiğine uygun olarak üç yıllık taksitlere bölünür. Çünkü diyet olarak verilmesi gereken develer gebe olabilirler O takdirde mükellefe zararı olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in diyeti bir defada vermesinde bir takım maksatları vardı. O, diyeti sulh ve diyet borcunu ödemek üzere haklılara teslim ediyordu. Bir diğer hikmet ise o, diyeti acilen ödeyerek karşı tarafın kalbini ısındırmak istiyordu. İslâm iyice yerleştikten sonra, ashâb-ı kiram diyetin ödenmesini bu şekilde düzenlediler. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabî yapmıştır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: Eski, yeni bütün ilim adamları icma ile âkile tarafından ödenecek diyetin, ancak üç senelik süre içerisinde ödeneceğini, bundan daha kısa bir süre içerisinde ödenmesinin sözkonusu olmayacağını kabul etmişlerdir. Yine, âküeden diyet ödeme mükellefiyetinin bulûğa ermiş erkekler için sözkonusu olduğunu da icmâ ile kabul etmişlerdir. Siyer ve ilim adamları, îemâ ile şunu belirtirler: Cahiliye döneminde âkile diyeti yükleniyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da İslamda bunu böylece kabul etti. Cahiliye dönemi aralarındaki yardımlaşma ilkesine göre âkile tarafından diyet ödemesine katılıyorlardı. Daha sonra İslâm geldi ve Hazret-i Ömer divanı tesbit edinceye kadar durum böylece cereyan edegeldi. Fukahâ, ittifakla bunu rivâyet ettikleri gibi, bu doğrultuda kanaat belirtmişlerdir. İcma ile şunu da kabul ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde de Ebû Bekîr-döneminde de divan diye bir şey yoktu. Divanı tesbit eden ve insanları bu şekilde bir arada toparlayan, her taraftaki ahaliyi bir el olarak tesbit eden ve onları kendilerine yakın olan düşmanla Savaşmakla mükellef tutan Ömer (radıyallahü anh) oldu. 8. Cenine (Annesinin Karnındaki Yavruya) Karşı Cinayet: Derim ki: Bu bölümün kapsamında ve bu bölümde belli bir yer tutan hususlardan birisi de annesinin karnındaki ceninin öldürülmesidir. Bu da annesinin karnına vurulmak sureliyle annenin cenini önce canlı olarak düşürmesi, sonra da bu ceninin ölmeğidir. Bütün ilim adamları der ki: Böyle bir durumda eğer hata yoluyla olmuşsa, tam bir diyet ödenir. Kasten öldürmede ise, kasameden sonra tam diyet ödenir. Kasame (yemin ettirme") sözkonusu olmaksızın tam diyet ödeneceği de söylenmiştir. Ceninin, hayatta olup olmadığının ne ile anlaşılacağı hususunda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte şu hususlarda fukahâ ittifak etmişlerdir: Cenin, ağlıyarak düşse, yahut süt emse veya muhakkak nefes aldığı tesbit edilse, hayatta olduğu anlaşılsa öldükten sonra tam olarak diyetinin ödenmesi gerekir Şayet hareket ederse, Şâfiî ve Ebû Hanîfe'ye göre, hareket onun hayatta olduğunun delilidir. Mâlik ise şöyle der: Uzun süre hayatta oluşu ile birlikte olmadıkça tek başına hareket hayatta oluşuna delil olmaz. Bütün ilim adamlarına göre ceninin erkek ve dişi olması arasında bir fark yoktur. Şayet annesi, cenini ölü olarak düşürecek olursa, o takdirde erkek bir köle veya bir cariye vermek gerekir. Şayet kadın, karnına vurulduğu halde çocuğu düşürmez fakat, çocuk karnında bulunduğu halde annesi ölürse, o takdirde cenin için herhangi bir şey ödemek gerekmez. Bütün bu hususlarda icma vardır. Görüş ayrılığı yoktur. Bununla beraber el-Leys b. Sa'd ile Davud (ez-Zahirî)'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Karnına vurulduğu için ölen bir kadının ölümünden sonra cenini ölü olarak bırakırsa, cenin karşılığında bir gurre ödenir. Hatta ölümünden önce veya sonra ceninini düşürmüş olması arasında bir fark yoktur. Muteber olan anneye vurulması halinde annenin hayatta olup olmadığıdır. Diğer fakihler ise şöyle demişlerdir: Anennin ölümünden sonra cenin ölü olarak çıkacak olursa, bir şey ödemek gerekmez. Tahavî ise, fukahânın çoğunluğu lehine delil serdederek şöyle demektedir: Beraberlerinde Leys de olduğu halde fukahâ görüş birliği halinde şunu kabul ederler: Kadın hayatta iken karnına vurulacak olursa, bundan dolayı cenini karnında bulunduğu halde ölür ve cenin düşmezse, cenin dolayısıyla birşey ödemek gerekmez. İşte ölümünden sonra ceninin düşmesi halinde de hüküm aynen böyledir, 9. Gurre'nin Mahiyeti ve Konu ile İlgili Diğer Hükümler: Gurre (olarak ödenecek olan köle ve cariyenin) ancak beyaz olması gerekir. Ebû Amr b. el-Alâ Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ceninde ya gurre köle veya gurre cariye vardır" ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, IV, 381. Ayrıca bk, Buhârî, İ’tisam 13; Müslim, Kasâme 39; Ebû Dâvûd, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 151 Nesâî, Kasâme 39; İbn Mâce, Diyât 11: Dârimî, Diyât 20; Müsned, II, 438, 535. âyeti hakkında şöyle demektedir: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), gurre demekle özel bir manayı kastetmemiş olsaydı (bu kelimeyi kullanmaksızın): Ceninde köle veya cariye vardır, demekle yetinirdi. Fakat o bununla bunların beyaz tenli olmasını kastetmiştir. Dolayısıyla diyet olarak verilecek köle ve cariyenin mutlaka beyaz tenli olmaları gerekir, başka türlü kabul olunmaz, Cenin karşılığında ödenecek bu köle ve cariyenin siyah olmaları makbul değildir. Gurre'nin kıymeti hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Gurre'nin kıymeti, elli dinar, yahut altıyüz dirhemdir. Yani hür ve müslüman bir kimsenin diyetinin onda biridir. Yine hür olan ceninin annesinin diyetinin onda biridir. Aynı zamanda bu, İbn Şihab, Eabia ve sair Medineli âlimlerin de görüşüdür. Rey ashâbı ise derler ki: Gurre'nin kıymeti beşyüz dirhemdir. Şâfiî der ki: Gurre'nin yedi yahut sekiz yaşında olması gerekir. Bu gurre'nin kusurlu olmakla birlikte (hak sahibi olan mağdur) kabul edilme mükellefiyeti yoktur. Mâlik'in görüşüne göre ceninin diyetini ödemek durumunda olan kişi, bir gurre vermek ile annesinin diyetinin onda birini ödemek arasında muhayyerdir. Yani, eğer altın kullanan belde ahalisinden ise, yirmi dinar, gümüş kullanan belde ahalisinden ise, altıyüz dirhem, ya da zekâtta kabul edilen develerden beşte birlerini alır. Mâlik ve arkadaşları derler ki: Gurre caninin malından ödenir. Bu, el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ise, gurre'yi âkile öder, demektedirler. Daha sahih olan da budur. Çünkü Muğire b. Şu'be'nin şu hadisi bunu ifade etmektedir: Muğire b. Şu'be'nin rivâyetine göre iki kadın ensardan iki adamın nikâhı altında, idiler. -Rivâyetlerin birisinde birbirlerini kıskandılar denilmektedir O kadınlardan birisi diğerine çadırın direği ile vurdu ve onu öldürdü. İki adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gidip davalaştılar ve şöyle dediler: Ağlamamış, yemek yememiş, içmemiş, dünyaya gelirken sesi çıkmamış birisinin mi diyetini ödiyeceğiz? Böyle birisinin kanı heder olmalıdır. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (itirazı yapan bu sözlerini kafiyeli bir şekilde söylediğinden dolayı) şöyle buyurdu: "Bedevi Arapların secı'eleri gibi mi seci'li konuşuyorsun?" Hazret-i Peygamber cenin hakkında bir gurre olarak diyet ödenmesini ve bunun kadının âkilesi tarafından ödenmesini hükme bağladı. Müslim, Kasâme 37-39; Ebû Dâvûd, Diyat 19; Tirmizî, Diyat 15; Nesâî, Kasame 39; İbn Mâce, Diyat 11; Dârimî, Diyat 21; Dârakutnî, IH, 198; Müsned, II, 535, IV 245, 246, 249. Bu ise sabit ve sahih bir hadistir. Görüş ayrılığı olduğu yerde gereğince hüküm vermeyi gerektiren açık bir nassdır. Öldürülen kadının diyeti, âkile tarafından ödenmesi gerektiğine göre, kıyas ve mantığa göre ceninin diyetinin de böyle olması gerekir. Bizim ilim adamlarımız ise, aleyhine hüküm verilen kişinin söylediği: Nasıl diyetini öderim? şeklindeki sözünü delil göstererek şöyle demişlerdir: İşte bu, aleyhine hüküm verilenin muayyen bir kimse olduğuna delalet etmektedir ki, bu da cinayeti işleyen kişinin kendisidir. Eğer ceninin diyetini âkilenin ödemesine hüküm vermiş olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: Haklarında hüküm verilen kimseler dediler ki: ...Kıyasa göre ise, cinayet işleyen herkesin cinayetinin kendi aleyhine olması (cezasının kendisi ödemesi) gerekmektedir. Bundan kendisine muarız başka bir delilin bulunmadığı ve bu kıyasa muhalif hüküm ifade eden delilin var olma hali müstesnadır. Mesela, muhalif kanaat belirtilmesi câiz olmayan icma yahut kendisiyle tearuz halinde başka bir rivâyetin bulunmadığı, âdil ve ahad raviler tarafından nakledilen bir sünnetin nassı gibi. Bu gibi deliller olduğu takdirde bunların gereğince (kıyasa muhalif dahi olsa) hüküm vermek icabeder. Yüce Allah da: "Her nefsin kazandığı (kötülük) mutlaka kendi aleyhinedir. Günahkâr hiçbir kimse de başkasının günahını yüklenmez" (el-En’âm, 6/164) diye buyurmaktadır. 10. Cenin Canlı Olarak Doğarsa: Ceninin canlı olarak dünyaya gelmesi halinde diyet ile birlikte keffâretin gerektiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ölü olarak doğması halinde ise keffâret hususunda görüş ayrılıktan vardır. Mâlik der ki: Bu durumda hem gurre, hem de kefferat gerekir. Ebû Hanîfe ile Şâfiî ise; ğurre gerekir, kefferat yoktur, derler Gurre'nin ceninden miras alınıp alınmayacağı hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Şâfiî ve arkadaştan derler ki: Ceninde ödenmesi gereken gurre, yüce Allah'ın Kitabı gereğince ceninden miras alınır. Çünkü o bir diyettir, Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Gurre yalnızca anneye aittir. Çünkü bu anneye karşı, onun organlarından bir organın kesilmesi yoluyla işlenmiş bir cinayettir. Ve gurre diyet değildir. Buna delil olan hususlardan birisi şudur: Diyetlerde gerektiği gibi, ceninde erkek veya dişi olması nazarı itibara alınmaz, işte bu da ceninin bir organ gibi değerlendirilmiş olduğunun delilidir. İbn Hürmüz şöyle dermiş: Ceninin diyeti özel olarak ebeveynine aittir. Babası üçte ikisi, annesi üçte birini alır. Onlardan hayatta olan bu hisseyi alır, Birisi ölmüş bulunuyor ise, kalan anne olsun baba olsun kalanlarına verilir, kardeşler herhangi bir şeyini miras alamazlar. 11. Diyetin Bağışlanması Halinde de Keffâret Sakıt Olmaz: Yüce Allah'ın: "Onların sadaka olarak bağışlamaları müstesna" âyetindeki "(.......) Sadaka olarak bağışlamaları" âyetinin aslı (......) şeklindedir. "Te" harfi, "sâd" harfine idğam edilmiştir, Tasadduk ise vermek demektir. Âyetin ifade ettiği anlam da şudur: Ancak maktul'ün mirasçıları olan velileri, katili, Allah'ın kendilerinin lehine ve katiller tarafından ödenmesi icabeden diyeti ödemekten ibra ederlerse, o takdirde diyet ödemesi, gerekmez. Görüldüğü gibi bu birinci türden olmayan bir istisnadır (munkati'dır). Ebû Abdurrahman ve Nubeyh, (.......) şeklinde "sad" harfini şeddesiz ve ("ye" harfi ile değil de) "te" harfi ile okumuşlardır. (Sadaka olarak bağışlamanız müstesna, anlamında olur). Aynı şekilde Ebû Amr da böyle okumuştur. Fakat Ebû Amr, "sad" harfini de şeddeli okumuştur. Bu kıraate göre ise, ikinci "te"nin hazf edilmesi caizdir. Fakat "ye" ile okuyuşa göre "te"nin hazf edilmesi câiz olmaz, Ubey ve İbn Mes’ûd'un Mushaflarında "(.......); Sadaka olarak bağışlamaları" şeklindedir. Yüce Allah için verilmesi gereken keffâret ise, velilerinin (katili) ibra etmesi ile sakıt olmaz, Çünkü katil (hataen öldürmekle birlikte) yüce Allah'a ibadet etmekte olan bir kişiyi telef etmiştir. O bakımdan Rabbine İbadet için bir başkasını kurtarması onun görevidir. Ancak velilerin hakkı olan diyet sakıt olur, (bu sakıt olmaz). Keffâret ise, yalnızca caninin malından ödenmesi gerekir Onun âkilesi keffâretten herhangi bir şey yüklenmez. 12. Kâfirler Diyarında Öldürülen Mü’minin Hükmü: Yüce Allah'ın: "Şayet (öldürülen) mü’min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden ise..." âyetinde ele alınan bu mesele kâfirler diyarında, yahut onlarla Savaş esnasında kâfirlerdendir diye öldürülen mü’min hakkındadır. İbn Abbâs, Katade, es-Süddî, İkrime, Mücahid ve en-Nehaî'ye göre mana şudur: Eğer bu öldürülen kişi, îman etmekle birlikte "size düşman olan bir kavim" olan kâfir kavmi arasında kalmış mü’min bir kimse ise, onun için diyet ödemek gerekmez. Sadece onu öldürmekten dolayı keffâret olarak bir kölenin hürriyetine kavuşturulması gerekir. Mâlik'ten meşhur olan görüş budur. Ebû Hanîfe de böyle demiştir. Bu durumda diyetin düşmesinin iki sebebi vardır Birincisi, öldürülenin velilerinin kâfir oluşudur. Onlara diyet ödenerek bu diyetle güç kazanmalarına sebep olmak doğru değildir. İkincisi ise, Îman ettiği halde hicret etmeyen bu kişinin hürmeti, az bir hürmettir. Bundan dolayı da diyet yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "îman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlara karşı hiçbir velayet (mükellefiyetiniz yoktur." (el-İnfitar 8/72) Bir kesim de şöyle demektedir: Diyetin düşmesine maktulün velilerinin kâfir oluşlarının sebep olarak görülmesi yeter. Öldürme ister müslümanlar arasında hataen olmuş olsun, isterse de kavmi arasında iken ve hicret etmemiş olduğu halde öldürülmüş olsun, ister hicret etmiş sonra da kavmine geri dönmüş olsun, bunun keffâreti sadece bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır, onun için diyet ödemek sözkonusu değildir. Zira diyetinin kâfirlere ödenmesi sahih olamaz. Şayet diyet ödemek icabetseydi, beytülmal lehine ve beytülmaî üzerine icabetmesi gerekirdi. Böyle bir yerde ise diyetin vücubu sözkonusu değildir. İsterse öldürme İslâm diyarında cereyan etmiş olsun. Şâfiî'nin görüşü budur Evzaî, es-Sevrî ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Birinci görüşe göre, eğer mü’min İslâm diyarında Öldürülmüş ise, onun kavmi (velileri, yakınları) harp diyarında bulunuyorlarsa, bu durumda beytülmale diyetinin ödenmesi ve keffâret gerekir. Derim ki: Müslim'im Sahih'inde Usame'den gelen şu rivâyet de bu kabildendir. Usame dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizleri de bir seriyye ile gönderdi. Cühenelilere ait el-Hurukat denilen yerde sabah baskını düzenledik. Bir adama yetiştim, o, lâilahe illallah dedi. Ancak mızrağımı ona sapladım. Bundan dolayı içimde bir rahatsızlık belirdi. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlattım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O, lâilahe illallah dediği halde onu öldürdün ha" diye buyurdu. Ey Allah'ın Rasulü, dedim. O, silahtan korktuğu için o sözü söyledi. Şöyle buyurdu: "Bunu gerçekten mi yoksa başka bir sebepten dolayı mı söylediğini anlayasin diye ne diye kalbini yarmadın." Buhârî, Meğâzi, 45, Diyat 2; Müslim, Îman 158, 159; Ebû Dâvûd, Cihâd 95, Müsned. V. 200, 207. Hazret-i Peygamber bundan dolayı ne kısas uygulanmasına, ne de diyet verilmesine hükmetti. Usame'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra bana üç defa mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye buyurdu. Ancak kısas veya diyet hükmünü vermedi. İlim adamlarımın der ki: Kısasın neden sakıt olduğu gayet açıktır. Çünkü öldürme haksızca ve saldın kastıyla olmamıştır. Diyetin sakıt olmasının üç sebebi vardır. Evvelâ, Hazret-i Peygamber ona asıl olarak Savaşmaya izin vermişti. Dolayısıyla tıpkı sünnet yapan sünnetçinin ve doktorun uygulamasında görülebildiği gibi kanı dökülmemesi gereken, bir canı yanlışlıkla telef etti. İkinci olarak, öldürülen bu kişi düşmandandı. Müslümanlar arasında onun herhangi bir velisi yoktu ki, bu velisine onun diyeti ödensin. Çünkü Allah: "Şayet... size düşman olan bir kavimden ise” diye buyurmaktadır. Nitekim bunu az önce açıkladık. Üçüncüsü ise, Usame, öldürdüğünü itiraf etmekle birlikte bu hususta başkası tarafından herhangi bir delil ortaya konulmuş değildir. Âkile ise itiraf dolayısıyla diyete iştirak etmez. Üsame'nin, kendisinden diyetin ödenebileceği bir malının bulunmaması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 13. Hata Yoluyla Öldürülen Kişi Müslümanlarla Antlaşması Bulunan Bir Kavimden İse: Yüce Allah'ın: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense..." âyeti ise, hata yoluyla öldürülen zımmi ve muâhid (antlaşmalı bir kavme mensup) kimse hakkındadır. Bu durumda da hem diyet, hem de keffaret gerekir. Bunu, İbn Abbâs, en-Nehaî, Nehaî ve Şâfiî söylemiştir. Taberî de bunu tercih eder ve şöyle der: Şu kadar varki, yüce Allah burada öldürülenin durumunu müphem bırakarak, mü’minlerden ve harp ehlinden öldürülen kimse hakkında dediği gibi, bunun hakkında da "mü’min olmakla beraber" diye buyurmamaktadır. Önce geçeni kayıtlı olarak zikretmekle birlikte burada onu mutlak olarak zikretmiş olması, öncekinden farklı olduğunun delilidir. el-Hasen, Cabir b. Zeyd ve yine İbrahim (en-Nehaî) der ki: Âyetin anlamı şudur: Şayet hataen öldürülen kişi, mü’min bir kimse olup sizlerle antlaşması bulunan bir kavimden ise ve onlarla yaptığınız antlaşma da kendilerinden öldürülen kimsenin diyetini almaya daha bir hak sahibi olmalarını gerektirmekte ise, böyle birisini öldürmenin keffareti, köle azad etmekle diyetini ödemektir. el-Hasen buradaki: "Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimdense" âyetini: "Şayet kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir kavimden olup, kendisi de mü’min ise..." diye okumuştur. el-Hasen der ki: Müslüman bir kimse, zımmi bir kimseyi öldürecek olursa, onun için keffâret sözkonusu değildir. Ebû Ömer der ki: Hicazlılara göre âyet-i kerimenin anlamı, başta geçen yüce Allah'ın: "Bir mü’min diğer bir mü’mini -yanlışlıkla olması müstesnâ-öldüremez" âyeti ile birlikte anlaşılır. Bundan sonra ise yüce Allah: "Şayet... bir kavimdense" diye buyurmaktadır ki, bununla kastettiği "öldürdüğünüz kişi mü’min ise" dir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İbnü'l-Arabî de der ki: Bence uygun görüş, cümlenin mutlak ifadenin mukayyede hamledilmesi şeklinde anlaşılması gerektiğidir. Derim ki: İşte el-Hasen'in söylediğinin manası ve Ebû Ömer'in Hicazlılardan naklettiği de budur. Yüce Allah'ın: "Bir diyet vermek" lâfzının nekire olarak gelmesi muayyen bir diyetin ödenmesini gerektirmemektedir. Şöyle de denilmiştir. Bu, kendileriyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında belli bir süreye kadar müslüman olmaları ya da kendilerine Savaş ilan edilmesi şeklinde bir antlaşmaları bulunan Arap müşrikleri hakkındadır. Bu antlaşmaklardan bir kimse öldürülecek olursa, onun için diyet ödemek ve keffarette bulunmak gerekirdi. Daha sonra bu yüce Allah'ın: "Müşrikler arasından kendileriyle antlaşmada bulunduğunuz kimselere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur bu" (et-Tevbe, 9/1) âyeti ile nesh oldu. İlim adamları kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısı olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Ebû Ömer der ki: Kadının diyetinin, erkeğin diyetinin yarısının olmasının sebebi -Allahu a'lem- kadının, erkeğin mirasının yarısı kadar almasıdır. Yine iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasıdır. Ancak bu, yalnızca hata yoluyla öldürmelerdeki diyet için böyledir. Kasti öldürülmelerde ise erkekler için de kadınlar için de kısas sözkonusudur. Çünkü yüce Allah: "Can, cana karşılıktır" (el-Mâide, 5/45) ile daha önce el-Bakara Sûresi'nde geçtiği üzre (2/178. âyet, 5- başlıkta) hür de hüre karşılıktır. Dârakutnî, Mûsa b. Ali b. Râbah el-Lahmi'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Babamı şöyle derken dinledim: Gözleri görmeyen birisi, Ömer b. Hattab (radıyallahü anh)'ın halifeliği döneminde bir hac mevsiminde şu mısraları okudu: "Ey insanlar, ben görülmedik bir şeyle karşı karşıya kaldım Hiç gözü görmeyen bir kimse, gözü gören ve sağlıklı birisinin diyetini öder mi? Bu ikisi (gözü görmeyen ve sağlıklı kişi) birlikte düştüler ve ikisi de kırılıp döküldüler." Olay şöyle olmuştu: Âma olanı, gözü gören birisi çekiyorken her ikisi de bir kuyuya düştüler. Gözleri görmeyen görenin üzerine düştü ve gözü gören öldü. Hazret-i Ömer de gözleri görenin görmeyen tarafından diyetinin ödenmesine dair hüküm verdi. Dârukutnî, III, 98-99. İlim adamları biri diğerinin üstüne düşüp birileri ölenin durumu hakkında farklı kanaate sahiptirler. İbn ez-Zübeyr'den gelen rivâyete göre, üstte olan altta kalanın diyetini öder amma, altta kalan üstte olanın diyetini ödemez. Aynı zamanda bu Şureyh, en-Nehaî, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. İmâm Mâlik; biri diğerini çeken ve nihayette düşüp ölen iki kişi hakkında şöyle demiştir: Çekenin âkilesinin diyet ödemesi gerekir. Ebû Ömer der ki: Bu hususta görüş ayrılığının olduğunu sanmıyorum. -Doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- bizim mezhep âlimlerimizden müteahhirlerden birisi ile Şâfiî mezhebine mensup birisi şöyle demiştir: Bu durumda diyetin yarısını öder. Çünkü hem onun fiili hem de düşenin düşmesinden dolayı ölmüştür. Bir kimse, bir diğerinin üzerine evin damından düşecek ve ikisinden birisi ölecek olurlarsa, el-Hakem ve İbn Şubrume derler ki: Onlardan hayatta kalan tazminatı öder. Şâfiî ise, biri diğerine çarpan ve ikisi de bunun sonucunda ölen kimseler hakkında kendisine çarpılanın diyetinin, çarpanın âkilesi tarafından ödeneceğini, buna karşılık, çarpanın ise diyetinin heder olacağını söylemiştir. Birbiriyle çarpışan ve bunun sonucunda ölen iki süvari hakkında da şöyle demiştir: Bunların her birisi ötekinin yarım diyetini öder. Çünkü bunların herbirisi hem kendi fiili, hem de diğerinin fiili dolayısıyla ölmüştür. Osman el-Betti ve Züfer de böyle demiştir. Mâlik, Evzaî, el-Hasen b. Hayy, Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise, birbirleriyle çarpışıp Ölen atlılar hakkında şöyle der: Her birisinin diyeti diğerinin âkilesi tarafından ödenir. İbn Huveyzimendâd der ki; Eğer, gemiyi yönlendiren kaptanın kendisi değilse birbiriyle çarpışan iki gemi ile atı o tarafa götüren süvari değilse birbirine çarpışan iki süvarinin durumu da bize göre böyledir. Mâlik'ten, birbiriyle çarpışan iki gemi ile İki atlı hakkında her birisinin telef ettiği şeylerin tazminatını diğerine eksiksiz olarak vereceği görüşü de rivâyet edilmiştir. Bu kabilden olmak üzere ilim adamları kitap ehlinin diyeti ile ilgili tafsilatta farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve arkadaşları derler ki: Kitap ehlinin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır. Mecusî'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bunlara mensup kadınların diyeti bunun da yarısıdır. Bu görüş Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr ve Amr b. Şuayb'dan rivâyet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir: Yine bu manada, Süleyman b. Bilal, Abdurrahman b. el-Haris b. el-Ayyaş b. Ebi Rebiâ'dan, o, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesi yoluyla, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yahudi ve hıristiyanın diyetini müslümanın diyetinin yarısı olarak tesbit ettiği rivâyet edilmiştir. Amr b. Şuayb'dan o babasından o dedesinden o Rasûlullahtan rivâyet etmektedir. "Mucahid'in (zimmet ahdi bulunan yahudi, hıristiyan ve benzerlerinin ) diyeti, hürrün diyetinin yarısıdır." (Ebû Dâvûd, Diyât 21); '"Kafirin diyeti mü’minin diyetinin yarısıdır." (Tirmizî, Diyat 16; Nesâî, Kasame 37); "Zimmet ehlinin diyeti, müslümanların diyetinin yarısıdır; bunlar da yahudilerle hiristiyanlardır." (Nesâî, Kasâme 37); "Resûlüllah, iki kitap ehlinin -ki yahudilerle hıristiyanlardır- diyetinin, jııiisSüman diyetinin yarısı olduğuna büküm vermiştir." (İbn Mâce, Dîyât 13) Ayrıca bk.: ez-Zeylai, Nasbu'r-Râye, IV, 364-366. Burada geçen Abdurrahman'dan, es-Sevrî de rivâyette bulunmuştur, İbn Abbâs, en-Nehaî ve en-Nehaî derler ki: Kendileriyle antlaşma bulunanlara mensup olanlardan hata yoluyla öldürülen kişinin mü’min ya da kalır olduğuna bakılmaksızın, şayet kavminin ahdi kapsamında ise, onun diyeti müslümanın diyeti gibidir. Bu, Ebû Hanîfe'nin, es-Sevrî'nin, Osman el-Bettî'nin ve el-Hasen b. el-Hayy'ın da görüşüdür. Onlar, bütün diyetleri eşit kabul ederler. Müslümanın, yahudinin, hıristiyanın, mecusinin, muahhid ve zımmi'nin diyeti birdir derler. Aynı zamanda bu, Atâ, ez-Zührî ve Said b. el-Müseyyeb'in de görüşüdür. Bu konudaki delilleri ise yüce Allah'ın; "Akrabalarına bir diyet vermek" âyetidir. Bu da diyetin müslümanın diyeti gibi eksiksiz bir diyet olmasını gerektirmektedir. Bu görüşlerini Muhammed b. İshak'ın, Dâvûd b. el-Husayn'dan, onun İkrime'den, onun İbn Abbâs'tan Kureyzaoğulları ile Nadiroğulları kıssası ile İlgili olarak yaptıkları rivâyetle desteklerler. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir fark gözetmeksizin onların diyetini tam bir diyet olarak tesbit etmiş ve ödemişti. ez-Zeylaî, a.g.e, IV, 366-369'da bu anlamda varîd olmuş rivâyetler ve ilgili görüşler kayd edilmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) ise der ki: Bu, nisbeten gevşek bir hadistir, böyle bir hadis delil olacak özelliğe sahip olmaz. Şâfiî de der ki: Yahudi ile hıristiyanın diyeti, müslümanın diyetinin üçte biri kadardır. Mecusi'nin diyeti ise sekizyüz dirhemdir. Bu konudaki delili de şudur: Bu miktar, bu husustaki görüşlerin asgarîsidir. Zimmet ise yakin bir delil veya bir hüccet olması müstesna beridir. (Borçsuz ve mükellefiyetsiz kabul edilir.) Aynı zamanda bu görüş, Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir, İbnü'l-Müseyyeb, Atâ, el-Hasen, İkrime, Amr b. Dinar, Ebû Sevr ve İshak da bu görüştedir, 17. Azad Etmek için Köle Bulunamayacak Olursa: Yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa" yani kim azad "etmek üzere köle bulamaz, ve yahutta köle satın alabilecek kadar serveti yoksa, "Allah'tanbîr tevbe olmak üzere İki ay aralıksız oruç tutmalıdır." O kadarki, arada bir gün oruç tutmayacak olursa, yeniden başlar. Cumhûrun görüşü budur. Mekkî de eş. Şa'bî'den şöyle dediğini nakletmektedir: İki ay oruç tutmak, gücü yetemeyecek kimseler için hem diyetin, hem de köleyi hürriyetine kavuşturmanın yerine geçer. İbn Atiyye der ki: Ancak bu görüş bir yanılmadır. Çünkü diyeti ancak âkile öder. Katil'in mükellefiyeti değildir. Taberî ise bu görüşü Mesrûk'tan nakletmektedir. 18. Aralıksız İki Ay Oruç Tutması Gereken Hastanın Hükmü ve Kadının Ay Hali Olması: Ay hali olmak, kesintisiz oruç tutmaya engel değildir. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Böyle bir kadın temizlendikten sonra eğer geciktirmeksizin geri kalan orucuna devam edecek olursa, bunun dışında herhangi bir mükellefiyeti yoktur. Eğer fecirden önce temizlenecek olur da, temiz olduğunu bile bile o günün orucunu terk ederse, bir gurup ilim adamına göre yeniden orucuna başlaması gerekmektedir. Bunu Ebû Ömer söylemiştir. Peşpeşe tutulması gereken iki ay orucun bir bölümünü tutmuş hastanın hükmü hakkında da iki farklı görüş belirtmişlerdir. Mâlik der ki: Yüce Allah'ın Kitabı gereğince kesintisiz iki ay oruç tutması icabeden herhangi bir kimsenin bir mazereti, hastahlğı veya ay hali gibi bir sebebi olmaksızın oruç açma hakkı yoktur. Yolculuk yapıp yolculuğunda oruç açma hakkı da yoktur. Hasta olması halinde, iyileştikten sonra orucuna devam eder, diyenler arasında Said b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesar, el-Hasen, en-Nehaî, Atâ, Mücahid, Katade ve Tavus da vardır Saîd b. Cübeyr, en-Nehaî, el-Hakem b. Uyeyne ve Atâ el-Horasanî ise, hasta olduğu takdirde iyileştikten sonra orucuna yeniden başlar, derler. Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin, arkadaşlarının ve el-Hasen b. Hayy'ın da görüşüdür. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de böyledir. Şâfiî'nin bir başka görüşü daha vardır: Mâlik'in dediği gibi, önceki orucuna kaldığı yerden devam eder. İbn Şubrume der ki: Eğer orucuna devam etmesini engelleyen bir mazereti varsa, tıpkı ramazan orucunda olduğu gibi, yalnızca orucunu açtığı o gününü kaza eder. Ebû Ömer der ki: Orucuna kaldığı yerden devam eder diyenlerin delili, şudur. Böyle bir kimse hastalığı dolayısıyla peşpeşe orucu devam ettirememekte mazurdur ve bunu kasten kesmiş değildir. Yüce Allah ise, kastî olmayan davranışları affetmiştir. Yeniden orucuna başlar diyenlerin delili ise, peşpeşe oruç tutmanın herhangi bir mazeret dolayısıyla sakıE olmayan bir farz oluşu ve kestiği takdirde günaha düşeceğidir Bu da namaza kıyasen böyledir. Çünkü namaz, ardı arkasına kılınan rekâllerdir. Herhangi bir özrü dolayısıyla namazını yarıda kesecek olursa, namazını yeniden kılar, kaldığı yerden namazına devam etmez. Yüce Allah'ın: “Allah'tan bir tevbe olmak üzere" âyeti mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasb edilmiştir. Anlamı ise, o günahtan bir dönüş olarak.,. Hata yoluyla öldürenin böyle bir tevbeye ihtiyaç duyması, gereken şekilde sakınmaması dolayısıyladır. Halbuki onun bu konuda gereken şekilde sakınması ve dikkat etmesi gerekirdi. Şöyle de denilmiştir: Yani o, bu şekilde peşpeşe oruç tutsun. Çünkü yüce Allah, köleyi hürriyetine kavuşturmak yerine bedel olmak üzere oruç tutmasını kabul etmek üzere onun yükümlülüğünü hafifletmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Allah nefislerinize karşı hainlik etmekte olduğunuzu bildiği için tevbenizi kabul etti." (el Bakara, 2/187) Yani yükünüzü hafifletti. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "O, sizin bunu sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etti.” (el-Müzemmil, 73/20) 20, Allah Her Şeyi Bilendir, Hakimdir: "Allah" bilinmek durumunda olan her şeyi "çok iyi bilendir." Ezelde de, ebedde de. "Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir." Hükümleri sapasağlamdır, her şeyi yerli yerinde yapandır. |
﴾ 92 ﴿