MÂİDE SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Rabbim, sen kolaylaştır. Allah'ın yardım ve inayeti ile başlıyoruz: Bu sûre, icmâ ile Medine'de İnmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye'den dönüşünde nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir. en-Nakkâş, Ebû Seleme'den şöyle dediğini zikretmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'den döndüğünde şöyle buyurdu: "Ey Ali, üzerime Mâide sûresinin nâzil olduğunu farkettin mi? Hem onun faydası ne kadar da büyüktür!" İbnü'l-Arabî der ki: Bu uydurma bir hadistir. Herhangi bir müslümanın buna (hadis olarak) inanması helâl değildir. Biz ise: "Mâide sûresi faydası ne kadar büyük bir sûredir" deriz ve bunu herhangi bir kimseden rivâyet etmeyiz. Ancak, güzel bir sözdür. İbn Atiyye ise der ki: Bana göre bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözüne benzememektedir. Bununla birlikte Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğu da rivâyet edilmiştir: "Mâide sûresi Allah'ın melekûtunda el-Munkıze (kurtarıcı) diye anılır- Çünkü bu sûre, sahibini azap meleklerinin ellerinden kurtarır," Bu sûrede Veda Haccı esnasında inen âyetler olduğu gibi, Mekke'nin tethedildiği yılda nâzil olan âyetler da vardır ki, bu da yüce Allah'ın: "Bir kavme karşı beslediğiniz kin... sürüklemesin" (el-Mâide, 5/2) âyetidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hicretinden sonra Kur'ân-ı kerîmden indirilen bütün âyetler, Medenîdir. İster Medine'de indirilmiş olsun, isterse de herhangi bir seferde indirilmiş olsun. Hicretten önce indirilen de Mekke'de inmiştir diye kayd edilir. Ebû Meysere der ki: el-Mâide sûresi son İnen âyetlerdendır. O sûrede mensûh bir hüküm yoktur. Yine bu sûrede, başka sûrelerde bulunmayan onsekiz farz hüküm vardır ki, bunlar şu âyetlerde ifade edilmektedir: "Boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak, süsülerek ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş hayvanlar; dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı." (el-Mâide, 5/5); "Allah'ın size oğrettikleriyle alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların, da sizin için tutuverdiklerinden yiyin," (el-Mâide, 5/4); "Ehl-i kitab'ın yiyeceği size helaldir...Sizden önce kitap verilenlerden iffetti kadınlar" (el-Mâide, 5/5) ile "Namaza kalkacağınız zaman..." (el-Mâîde, 5/6) âyetinde dile getirilen abdest almak; "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının..." (el-Mâide, 5/38); "Siz, ihramda iken avı öldürmeyin" âyetinden itibaren "Allah mutlak galiptir (Azizdir), intikam sahibidir" (el-Mâide, 5/95) âyetine kadar Üc; "Allah bahire, saîbe, vasile ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır" (el-Mâide, 5/103) ve yüce Allah'ın: "Sizden birinize Ölüm gelip çattığı zaman... aranızda şahidlik..." (el-Mâide, 5/106) âyetlerinde hükme bağlanan âyetlerdir. es-Suyutî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 4. Derim ki: Bundan başka ondokuzuncu bir farz daha vardır ki, bu da yüce Allah'ın: "Namaza çağırdığınızda,," (el-Mâide, 5/58) âyetinde dile getirilmektedir. Kur'ân-ı kerim'de bu sûre dışında herhangi bir yerde ezandan söz edilmemektedir. el-Cumua sûresinde geçen ezan ise, Cuma gününe has bir ezandır. Bu sûrede sözü edilen ezan ise bütün namazlar hakkında umumî bir ezandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Veda Haccı esnasında el-Mâide sûresini okuyup şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Ey insanlar, şüphesiz ki Mâide sûresi (Kur'ândan) nâzil olan son bölümlerdendir. O bakımdan onun helâl bildirdiğini helâl belleyiniz, haram bildirdiğini de haram belleyiniz," Benzer muhtevadaki bazı rivâyetler için bk. es-Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 3-4; el-Hâkim, el-Müstedrek, Il5 311; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, II, 278. Buna yakın bir rivâyet, Hazret-i Aise'den de - ona mevkuten- nakledilmiş bulunmaktadır. Cubeyr b. Nufeyr der ki: Âişe (radıyallahü anha)’nın huzuruna girdim, şöyle dedi: Mâide sûresini okuyor, (biliyor) musun? Ben, evet dedim, şöyle dedi: Mâide süresi Allah'ın indirdiği son âyetlerdendır. O bakımdan, o sûrede helâl diye bulduğunuz şeyi helâl biliniz, haram diye bulduğunum şeyi de haram diye belleyiniz. en-Nehaî der ki: Bu sûreden yüce Allah'ın: "Haram olan aya hediye edilen kurbanlıklara... saygısızlık etmeyin" (el-Mâide, 5/2) âyetinden başka neshedilmiş bir âyet yoktur Bazıları da şöyle demektedir: Bu sûrede: "Yahud sizden olmayan diğer iki kişi (şahid) olsun" (el-Mâide, 5/106) bölümü nesh olmuştur. 1Ey îman edenler! Akidleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere, size dört ayaklı davarlar helâl kılındı. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü koyar. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler..." âyeti ile ilgili olarak Alkame şöyle der: Kur'ân-ı kerîmde "Ey îman edenler" nidası ile başlayan bütün âyetler Medine'de inmiştir. "Ey insanlar" nidası ile başlayan âyetler da Mekke'de inmiştir. Ancak bu, bu türden hitaplar hakkında çoğunlukla doğrudur. Buna dair diğer açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde.) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerîme, söz söyleme hakkında basiret sahibi olan herkese, fesahati ve lâfızlarının azlığına rağmen ihtiva ettiği manalarının çokluğu ile, açıkça kendisini gösteren bir âyettir. Bu âyet-i kerîme beş hüküm ihtiva etmektedir: 1) Akidleri yerine getirme emri, 2) Dört ayaklı davarların helâl kılınması, 3) Bundan sonra gelenlerin istisna edilmesi 4) Avlanılanlar hususunda, ihramlı iken avlanılanların istisna edilmesi, 5) Âyet-i kerimenin iktizâ ettiği, ihramlı olmayan kimseler için avlanmanın mubah oluşu. en-Nakkâş'ın naklettiğine göre, el-Kindî'nin arkadaşları ona şöyle demişler: Ey Hakim (bilge kişi), bize şu Kur'ân'ın benzerini yap. O, olur onun bir bölümünün benzerini yapayım demiş ve uzun sayılabilecek bir süre kimseye görünmemiş. Sonra ortaya çıkıp şöyle demiş: Allah'a yemin ederim buna gücüm yetmiyor, kimse de buna güç yetiremez. Ben, mushafı açtım, karşıma Mâide süresi çıktı, Baktım ki, ahde vefayı dile getirmekte, onu bozmayı yasaklamakta. Genel olarak bir takım şeyleri helâl kılmakta, arkasından da ardı arkasına bazı şeyleri İstisna etmekte, daha sonra da kendi kudret ve hikmetini bize haber vermektedir. Bütün bunları da iki satırda ifade etmektedir. Herhangi bir kimse bunları ancak ciltlerle ifade edebilir. 2- Ahid, Akid Ve Sözlere Bağlılık: Yüce Allah'ın: "Yerine getirin" anlamına gelen âyetindeki fiilin, İle şeklinde iki söyleyişi vardır. Yüce Allah: "Allah'tan daha çok ahdîni kim yerine getirir" (et-Tevbe, 9/111) diye buyurduğu gibi: "Ahdini yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 53/37) diye buyurmaktadır. Şair de şu beyitinde iki söyleyişi bir arada kullanmış bulunmaktadır: "İbn Tavk'a gelince o, gerçekten sorumluluğunu eksiksiz yerine getirmiştir. Tıpkı Ülker yıldızına (mehir olarak) takdim edilen yıldızları önüne katıp sürenin, ahdine vefa gösterdiği gibi." "Akidler", bağlar demektir. Tekili bağ anlamına gelendır. Ahdi ve ipi akdettim, denildiği gibi, "ğıl" li tasma'yı akdettim, de denilir, Akid kelimesi, hem maddi şeyler hakkında hem de manevi şeyler hakkında kullanılır. Şair el-Hutay'a der ki: "Onlar öyle bir kavimdir ki, komşularına (ya da himayelerinde olanlara) bir akid akdettikleri takdirde, Bağlarını üst üste herbir yandan sıkı sıkıya bağlarlar." Şanı yüce Allah, akidleri yerine getirmeyi emr etmektedir. el-Hasen der ki: Yüce Allah, bunlarla borçlanma akidlerini kastetmektedir. Bunlar ise, kişinin alım satım, icare, kiralama, nikâh, boşama, müzâraa, musâlaha, temlik, muhayyer bırakma, azad etme, tedbir (köleyi ölümünden sonrası şartıyla azad etmek) ve buna benzer kendi üzerine yaptığı akidlerdir. Elverir ki bunlar şeriatın dışında olmasın. Yine kişinin Allah için kendi üzerine akdettiği, (adattığı.) hac, oruç, itikâf, kıyanı, adak ve buna benzer İslâm dininde itaat kabul edilip, kişinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hususlardır. Mubah olan adağa gelince, ümmetin icmâı ile bağlayıcı değildir. Bunu İbnü'l-Arabî söylemiştir, Denildiğine göre âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyeti sebebiyle kitap ehli hakkında nâzil olmuştur: "Hani bir zamanlar Allah kendilerine Kitap verilenlerden onu muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı." (Âl-i İmrân, 3/187) İbn Cüreyc der ki: Bu kitap ehline has bir akiddir ve bu âyet-i kerîme de onlar hakkında nâzil olmuştur. Âyet-i kerimenin umumî olduğu da söylenmiştir, doğru olan da budur. Çünkü mü’minler lâfzı, kitap ehlinin mü’minlerini de kapsamına alır. Çünkü, onlar ile Allah arasında kitaplarında bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in durumu ile ilgili hususlardaki emaneti yerine getireceklerine dair bir akid vardır. O bakımdan onlar, bu akdi hem yüce Allah'ın: "Akidleri yerine getirin" âyeti ile, hem de başka yerlerdeki benzeri emirlerle yerine getirmekle emr olunmuşlardır. İbn Abbâs der ki: "Akidleri yerine getirin" âyeti, helâl ve haram kıldığı, farz kıldığı ve diğer hususlara dair belirlemiş olduğu sınırlar hakkında akidleri yerine getirin, demektir, Mücahid ve başkaları da böyle demiştir. İbn Şihab der ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Amr b. Hazm'ı, Necranlılara gönderdiği sırada ona yazmış olduğu mektubu okudum. Mektubun başında şu ifadeler yer almaktaydı: "Bu, Allah'tan ve Rasulünden insanlara bir tebliğdir: "Ey îman edenler, akidleri yerine getirin." O, burada yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah, hesabı pek çabuk görendir" (el-Mâide, 5/4) âyetine kadar bütün âyetleri yazdı. ez-Zeccâc der ki: Âyetin anlamı şudur: Allah'ın, sizin üzerinizdeki akidlerini ve sizin birbirinize karşı yaptığınız akidleri yerine getiriniz. Bütün bu açıklamalar, buradaki akidlerin umum ifade ettiği görüşüne racidir. (Umum kapsamına girmektedir.) Konu ile ilgili sahih olan görüş de budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mü’minler şartlarını yerine getirirler" Buhârî, İcârc 14; Ebû Dâvûd, Akdiye 12; Tirmizî, Ahkâm 17; İbn Mâce, Ahkâm 23. Yine şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Kitabında bulunmayan her bir şart -İsterse yüz şart olsun- batıldır." Buhârî, MUMKbl. 2, 3, ?,Şurûc 17; TVuatj Talâk 31; Müsned, VI, 183. Böylelikle Hazret-i Peygamber, kendisine vefa gösterilip yerine getirilmesi gereken cart veya akdin, Allah'ın Kitabına, yani Allah'ın dinine uygun olan şart ve akid olduğunu beyan etmektedir Eğer bunlar arasında Allah'ın dinine uymayan bir şey bulunduğu açığa çıkarsa, o red olunur. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim, bizim şu işimizin üzerinde bulunmadığı bir amel İşleyecek olursa, o red olunur." Buhârî, Buyû’ , Sulh 5; Müslim, Akdiye 17, 18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, VI, 146. İbn İshak şunu nakletmektedir: Kureyşlîlerden bazı kabileler -şerefi ve nesebi dolayısıyla- Abdullah b. Cud'ân'ın evinde toplandı. Ve "Mekke'de, ister Mekke halkından olsun, ister olmasın herhangi bir kimsenin zulme uğradığını görecek olurlarsa, onun bu uğradığı haksızlık giderilinceye kadar o kimsenin yanında yer alacaklarına" dair akidleştiler ve birbirleriyle ahidleştiler. Kureyşliler, o bakımdan bu ahidleşmeye "Filfu'l-Fudûl" ismini verdiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakkında şu sözleri söylediği ahid işte budur: "Andolsunki ben, Abdullah b. Cud'an'ın evinde öyle bir antlaşmaya şahit oldum ki, ona karşılık bana kırmızı tüylü develerin dahi verilmesini tercih etmezdim- Eğer İslâm geldikten sonra da bu ahdi yerine getirmem için çağırılacak olursam, şüphesiz bu çağrıyı kabul ederim." İbn Sa'd, Tabakat, 1, 129. İşte Hazret-i Peygamberin: "Cahiliye döneminde yapılmış herhangi bir ahidleşmeyi İslâm ancak pekiştirir, sağlamlığını artırır" Müslim, Fedailu's-Sahabe 206; Ebû Dâvûd; Tirmizî, Siyer 29", Dârimî, Siyer 80; 1, 190, 317. âyetinde kastettiği antlaşma budur. Çünkü bu antlaşma (muhtevasıyla) şeriata uygundur. Zira, zalimden hakkın alınmasını emr etmektedir. Zulüm ve talan üzre yapmış oldukları fasid ahidleriyle batıl akidlerine gelince, İslâm bunları yıkmıştır. Yüce Allah'a hamd olsun. İbn İshak (devamla") der ki: Velid b. Utbe, Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hüseyin'e mali bir konuda -Velîd'in Medine valisi olmak hasebiyle sahib olduğu otoriteye güvenerek- haksızlıkta bulunmak istedi. Hazret-i Hüseyin ona şöyle dedi: Allah adına yemin ederek söylüyorum. Ya hakkımı bana verirsin, yahut da şu kılıcımı alır sonra da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mescidinde ayakta dikilir, sonra da insanları Hılfu'l-FudûTun gereğini yerine getirmek için davet ederim. Abdullah b. ez-Zübeyr de dedi ki: Ben de Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, eğer beni davet edecek olsa, mutlaka kılıcımı alır sonra da hakkını alıncaya, yahut hep birlikte Ölünceye kadar onun yanında yer alırım. Bu söz, el-Misver b. Mahreme'ye varınca, o da aynısını söyledi. Teym oğullarından Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullaha ulaştı o da aynı şeyleri söyledi. Velid bunu öğrenince Hazret-i Hüseyin'e hakkını verdi. Yüce Allah'ın: "Dört ayaklı davarlar size helâl kılındı." âyetinde, gereken şekliyle ve mükemmel olarak îmana bağlı olan herkese hitab edilmektedir. Arapların bahire, sâibe, vasile ve hâm gibi -ileride açıklaması gelecektir- davarlar hakkında duydukları birtakım yasaları; hükümleri vardı. Bu âyet-i kerîme, işte o hayalî vehimleri batıla ve bozuk görüşleri ortadan kaldırmak üzere nâzil olmuştur. Dört ayaklı davarların anlamı hususunda farklı görüşler belirtilmiştir. Behîrne, aslında dört ayaklı her hayvanın adidir. Konuşma ve anlayış bakımından eksikliği, temyiz gücü ve aklı bulunmaması dolayısıyla ona bu isim verilmiştir. Kapalı anlamında; müphem bir kapı ile (kapkaranlık bir gece anlamında;.) leylim behîmun tabirleri buradan gelmektedir. Ne şekilde üstesinden gelineceği bilinemeyen kahraman kimseye "buhme" denilmesi de buradan gelmektedir el-En'âm ise, deve, inek ve koyunların ortak adıdır. Yürümelerindeki yumuşaklık dolayısıyla onlara bu isim verilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Davarları da yarattı ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu şeyler ve bir çok faydalar vardır,. Hem onlar, ağırlıklarınızı da yüklenirler..." (en-Nahl, 16/5-7) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Davarlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacakları da vardır." (el-En'am, 6/142.) Yani, büyükleri de var, küçükleri de var demektir. Daha sonra yüce Allah bunları beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Sekiz çift (yarattı)... Yoksa Allah bunu size tavsiye ettiği zaman hazır mıydınız?" (el-En'am, 6/143-144) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve sizin için davarların derilerinden ge rek göç gününüzde ve gerek ikamet ettiğiniz günde hafifçe taşıyacağınız evler ve tüylerinden" koyunları kastediyor "ve yapağılarından" bununla da develeri kastediyor, "ve kıllarından" bununla da keçi kılını kastediyor "bir zamana kadar.,." (en-Nahl, 16/80) İşte bunlar "en'âm" isminin bu üç türü ihtiva ettiğinin üç ayrı delilidir. Söz konusu bu üç tür ise deve, inek ve koyun türüdür. Bu da İbn Abbâs ve el-Hasen'in görüşüdür. el-Herevî der ki: Eğer "en-Neam" denilecek olursa, özel olarak deve türü kastedilmiş olur Taberî der ki: "Dört ayaklı davarlar" âyeti hakkında bazıları şöyle demiştir: Bunlardan kastedilenler ceylan, yaban öküzü, yaban eşekleri ve buna benzer yabani hayvanlardır, Taberî'den başkası da bunu es-Süddî, er-Rabî, Katade ve ed-Dahhâk'tan nakletmiştir. Buna göre yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Size, el-En'âm helâl kılındı. Böylelikle cins, kendisinden daha özel anlam ifade edilen şeye izafe edilmiş olmaktadır, İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü, el-En'âm (6/143'te kendilerine işaret olan) sekiz çifttir. Bunlara eklenen sair hayvanlara ise, onlarla birlikte bulundukları için En'âm denilir. Arslan ve azı dişli her bir yırtıcı hayvan da En'âm kapsamı dışında kalıyor gibidir. Behimetü'l-En'âm (dört ayaklı davarlar) ise, dört ayaklılar arasında bulunup da otlaklarda yayılan hayvanlar demektir. Derîm ki: Bu açıklamaya göre, tırnaklılar da bunların kapsamına girmektedir. Çünkü bu tırnaklılar da hem otlaklıklarda yayılır, hem de yırtıcı değildir. Fakat durum bu şekilde değildir. Zira yüce Allah: "Davarları da yarattı ki, bunlardan sizin için ısıtıcı... ve bir çok menfeatler vardır" (en-Nahl, 16/5) diye buyurmakta, sonra da onlara şöylece atıf yapmaktadır: "Hem binmeniz için, hem zinet olmak üzere de atları, katırları ve merkebleri de (yarattı)." (en-Nahl, 16/8) Yüce Allah'ın, bunları yeniden zikredip, daha önce geçen En'am'a atf etmesi, bunların diğer davarlardan olmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Dört ayaklı davarlar (Behîmetü’l-Enrâm)"ın av hayvanı olmayanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü, av hayvanına behîme değil de vahş (yabanî hayvan) denilir. Bu ise birinci görüşe racidir Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Dört ayaklı davarlar"dan kasıt, kesim esnasında annesinin karınlarından çıkan ceninlerdir. Bunlar, ayrıca şer'î kesime gerek olmaksızın yenilirler. İbn Abbâs da böyle demiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah: "Size okunacak olanlar hariç olmak üzere" diye buyurmaktadır. Ceninler arasında istisna edilenler yoktur, Mâlik der ki; Bir davarı kesmek, eğer ceninine canlı olarak yetişilemeyecek ve tüyleri bitip hilkati tamamlanmış bulunuyor ise, o cenini için de bir kesimdir. Şayet hilkati tamamlanmayıp henüz tüyleri de bitmemiş ise, canlı olarak yetişilip kesilmediği sürece eti yenilmez. Şayet onu kesmek için hemen davranmalarına rağmen kendiliğinden ölecek olursa, onun temiz olduğu söylendiği gibi, temiz olmadığı (yenilemeyeceği de) söylenmiştir. Yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir. 4- Sünnet De Kur'ân-ı Kerîm'in Kapsamı İçerisindedir: "Size okunacak olanlar hariç olmak üzere." Yani, Kur'ân’ı kerîmde ve Sünnet-i seniyyede size okunacak olun "leş, size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyeti ile Hazret-i Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan herbir hayvan haramdır" Buhârî, Sayd 29; Müslim, Sayd 15; Nesâî, Sayd 28; İbn Mâce, Sayd 13; Muvatta’', Sayd 13-14; Müsned, IV, 194. Ayrıca bk. Buhârî, Tıb 57; Müslim, Sayd 12, 13, H, 16; Ebû Dâvûd, Sünne 5; Tirmizî, Sayd, 6, Siyer 11; Müsned, I, 147, II, IV, 193- 194. âyeti ve benzerlerinde size okunanlar demektir. Eğer: Bize okunan Kitaptır, sünnet değildir denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın her bir sünneti Allah'ın Kitabındandır. Bunun delili ise şu iki husustur: Birincisi, bir kişinin yanında ücretle çalışıp (yanında çalıştığı adamın hanımı ile) zina eden kişiye dair Hadîs-i şerîfte, Hazret-i Peygamberin: "Yemin olsun ki, aranızda Allah'ın Kitabı gereğince hüküm vereceğim" Buhârî, Sulh 5, Şurut 9, Eyman 3, Hudûd 30, 34, 38, 46. Ahkâm 39, Ahâd 1, Müslim, Hudûd 25; Ebû Dâvûd, Hudud 24; İbn Mâce, Hudûd 7; Dârimî, Hudûd 12; Muvatta’', Hudud 6; Müsned, IV, 115, İlâ. şeklinde buyurmuş olmasıdır. Halbuki recm, Allah'ın Kitabında nass ile zikredilmiş değildir, İkincisi ise, Abdullah b. Mes'ûd'un hadisidir. O, şöyle demiştir; Hem Allah'ın Kitabında yer alan hem de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın lanetlediği kimseye ben ne diye lanet etmeyeyim... demiştir Buhârî, Tefsir 59, sûre 4, Libas 82; 84, 85- 87; Müslim, Libâs 120; Ebû Dâvûd, Tereccul 5; Tirmizî, Edeb 33, Nesâî, Zinet 24, 26, 71; İbn Mâce, Nikâh 52. Buna dair açıklamalar el-Haşr sûresinde (59/6-7. âyetler, 6. başlık ve devamında) gelecektir. Bununla birlikte "size okunacak olanlar hariç olmak üzere" âyeti ile şu andakilerin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, gelecekte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından size tebliğ olunacak olanlar arasında... anlamına gelme ihtimali de vardır. O takdirde bu âyette, acilen yerine getirilmesi gerekli olmayan bir zamandan sonraya beyanı ertelemenin câiz oluşuna dair delil var, demek olur. Yüce Allah'ın: "Avlanmayı helâl saymamak şartıyla" âyeti, av hayvanı sizin için ihramlı iken değil de İlıramsızken helâldir. Av hayvanı olmayanlar ise her iki durumda da helaldir. Nahivciler Okunacak olanlar hariç olmak üzere" âyetinin İstisna olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Basralılar bu, "dört ayaklı davarlar"dan istisnadır, derler. "İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı İle" ifadesinin İse, yine ondan Ekinci bir istisna olduğunu kabul ederler. Buna göre her iki İstisna da yüce Allah'ın: "Dört ayaklı davarlar" buyruğundandır. Kendisinden istisna olunan budur, ifadenin takdiri de şöyle olur: İhramlı iken avlanmak müstesna ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere,.. Yüce Allah'ın şu âyeti ise bundan farklıdır: "Dediler ki, gerçekten biz, günahkâr bir kavme gönderildik. Ancak, Lût'un ailesi bunlardan müstesnadır." (el-Hicr, 58/5?) Nitekim ileride gelecektir. Bunun hemen kendisinden önce gelen istisnadan (yani, "avlanmayı helâl saymamak şartıyla" istisnasından) istisna olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, (az önce) yüce Allah'ın şu âyetine benzer: "Gerçekten biz, günahkâr bir kavme gönderildik..." Ancak, durum böyle olsaydı ihramlı iken avlanmanın mubah olması gerekirdi. Çünkü bu istisna yasaktan yapılmış bir istisna olurdu. Zira yüce Allah'ın: "Size okunacak olanlar hariç olmak üzere" âyeti, mübahlıktan bir istisnadır, O bakımdan böyle bir görüş tutarsızdır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sizler ihramlı iken avlanmayı helâl kılmaksızın ve av hayvanları dışında size okunacak olanlar da müstesna olmak üzere, dört ayaklı davarlar size helâl kılınmıştır. Yine bunun anlamının şöyle olması da mümkündür: İhramlı iken avlanmayı helâl kundaksızın, akidleri yerine getirin, Ve sizlere size okunacaklar müstesna dört ayaklı davarlar helâl kılınmıştır el-Ferrâ'; "size okunacaklar hariç olmak üzere" âyetinin tıpkı ile atıf yapıldığı gibi, İle atıf yapmak şartıyla bedel olmak üzere ref mahallinde olmasını câiz kabul etmektedir. Ancak Basralılar, böyle bir şeyi ya nekre olması halinde veya: "Kavim geldi ancak Zeyd gelmedi" kabilinden nekreye yakın cins isimlerinde câiz kabul ederler. Yine el-Ferrâ':Avlanmayı helâl saymamak şaru ile" âyetinin; "Yerine getirin" buyruğundakı zamirden hal olarak mansub olduğu görüşündedir. el-Ahfeş der ki: Ey îman edenler, (ihramlı iken) avlanmayı helâl kabul etmeksizin akidleri yerine getirin. Başkaları da şöyle demektedir: Bu "size" anlamına gelen; deki (ve siz anlamına gelen) "kef ile "mim" zamirinden haldir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sîz, ihramlı iken avlanmayı helâl görmeksızin, size dört ayaklı davarlar helâl kılındı. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Helâl kılmanın insanlara raci olması da mümkündür. Yani, (ey insanlar) ihramlı halde iken avlanmayı helâl görmeyiniz. Bunun, yüce Allah'a raci olması da mümkündür. Yani Ben, sizlere ihram vaktinde av hayvanı olması müstesna, dört ayaklı davarları helâl kıldım. Nitekim, bir kimsenin: Ben, şu işi sana Cuma günü mubah kılmaksızın helâl kıldım, demesi bu kabildendir. Eğer, helâl kılmanın insanlara raci olduğu kabul edilecek olursa, âyetin anlamı; (İhramlı iken) avlanmayı sizler helâl görmeksizin,. şeklinde olur, Bu durumda kelimesinin sonundaki "nûn" hafifletmek maksadıyla hazf edilmiş demek olur. Yüce Allah'ın: "İhramda iken" âyetinden kasıt, hac ve umre kastı ile ihrama ginnişkendir, Hac için ihrama giren kimseye; "haram" çok kişi olmaları halinde de; "Kurum" denilir Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Dedim ki ona! Kendine dön, çünkü ben İhrama girdim ve bundan sonra da telbîye getireceğim" Buna ihram deniliş sebebi ise, ihrama giren kimsenin, kendisine kadınlarını, hoş kokuyu ve benzeri şeyleri haram kılmasıdır. Aynı şekilde Harem'e girmek hakkında da bu tabir kullanılır el-Hasen, İbrahim ve Yahya b. Vessab kelimesini "radıyallahü anh" harfini sakin olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin bir söyleyişidir. Onlar kelimesini şeklinde, kelimesini ise diye söylerler. Buna benzer diğer çoğul kelimeleri de böylece kullanırlar. 7- Allah Dilediği Gibi Hüküm Koyandır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar" âyeti, Arapların alışageldikleri hükümlere aykırı olan bu şer’i hükümleri daha bir pekiştirmektedir. Yani ey, Arapların alışagelmiş olduğu şu hükümlerin nesh olduğunu işiten Muhammed, dikkatli ol, kendine gel. Çünkü herşeye mutlak olarak sahip ve mâlik olan "dilediği hükmü koyar." Allah (dilediği gibi) hükmeder. "Onun hükmünü kovuşturacak yoktur." (er-Râd, 13/41) Dilediği şekilde, dilediği şer'i hükmü dilediği gibi koyar. 2Ey îman edenler! Allah'ın şeâirine, haram olan aya (Beytullah'a) hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) gerdanlıklılara ve Rablerinden hem bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Beyti haramı kastedip gelenlere saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i haramdan alıkoydular diye bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva üzere birbirinizin yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli olandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız: 1- Mü’minlerin Allah'ın Yasaklarını Çiğneyçmeyecekleri: Yüce Allah'ın: "Allah'ın şeâirine... saygısızlık etmeyin" âyeti, gerçek mü’minlere bir hitaptır. Yani, herhangi bir hususta Allah'ın sınırlarını aşmayınız. Şeâir kelimesi, "faile" vezninde "şaîre"nîn çoğuludur. İbn Fâris der ki: Tekil olarak "şiâre" de denilir ve bu daha güzeldir. Şaire ise, hediye olarak gönderilen büyük baş (özellikle deve) demektir, iş'ârı ise, onun hediyelik kurban olduğu bilinmesi için kan akıncaya kadar hörgücünün yaralanmasıdır. İş'âr ise hissettirmek yoluyla bildirmek demektir. tabiri, hediyelik kurban olduğunun bilinmesi için kurbanlığa alâmet koyması demektir. Alâmetler anlamına gelen "meşâir" de buradan gelmektedir. Tekili de meş'ar'dır. Meşâir, alâmetlerle şiârlandırılmış yerler demektir. (Saçın) "Şa'r" diye adlandırılması da buradan gelmektedir. Çünkü şuurun gerçekleştiği yerde olur. Şair de buradan gelmektedir. Çünkü o, ince zekâsı sayesinde başkasının farketmediği şeyleri farkeder. Başındaki incecik kılı dolayısıyla (arkaya) şaîr denilmesi de buradan gelmektedir, Şeâir, bir görüşe göre, Beytullaha hediye olarak gönderilmek üzere nişanlanan, alâmet konulan hayvanlardır. Bir diğer görüşe göre ise, bütün hac menâsikidir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mücahid der ki: Safa, Merve, hediyelik kurbanlıklar, develer bunların hepsi şeâir'dendir. Şair der ki: "Öldürüyorum onları nesil be nesil; görürsün ki onlar Kendileri ile yaklaşılan kurbanlık şeâirdir." Müşrikler de hacceder, umre yapar ve hediye kurbanlık gönderirlerdi. Müslümanlar onlara baskın yapmak istediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın şeairine... saygısızlık etmeyin" âyetini indirdi. Atâ b. Ebi Rebah dedi ki: Allah'ın şeâiri, Allah'ın bütün emirleri ve yasaklarıdır. el-Hasen der ki: Allah'ın dininin tümü Allah'ın şeâiridir Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "İşte bu (böyledir). Kim Allah'ın şeâirini ta'zim ederse o, kalplerin takvâsındandır," (el-Hac, 22/32). Derim ki: Genelliği dolayısıyla başkasına göre kendisine öncelik tanınması gereken tercihe değer görüş budur. Hediyelik kurbanların iş'arı (alâmetlendirilmesi, nişanlanması) hususunda ise ilim adamlarının farklı görüşü bulunmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur. 2- Hediyelik Kurbanların Nişanlanması, Alâmetlendirilmesi: Cumhûr, bunu câiz görmekle beraber, bu alâmetin hangi tarafta yapılacağı hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Şâfiî, Ahmed ve Ebû Sevr der ki: Bu işaretleme sağ tarafında yapılır. Bu görüş İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'tan sabit olan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinin hörgücünün sağ tarafım işaretlemiştir. Bunu Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Müslim, Hacc 205; Ebû Dâvûd, Menasik 14; Nesâî, Menâsik 64; Dârimî, Menasik 68; Müsned, 1, 216, 254, 280, 339, 344, 347, 372. Sahih olan da budur. Hazret-i Peygamber'in hediyelik kurbanlıklarının sol taraflarını işaretlediği de rivâyet edilmiştir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Bu, kanaatimce İbn Abbâs yolu ile münker bir hadistir. Sahih olan ise, Müslim'in İbn Abbâs'tan yaptığı rivâyettir. İbn Abbâs'tan bundan başka sahih bir rivâyet yoktur. Bir başka kesim şöyle demektedir: İşaretleme sol yanında olur. Bu Mâlik'in görüşüdür. Ayrıca der ki: Sağ yanda yapılmasında da bir sakınca yoktur. Mücahid ise, İki yandan hangisinde isterse işaretleyebilir. Ahmed'in iki görüşünden birisi de budur. Ancak, Ebû Hanîfe bütün bunları uygun görmeyerek şöyle der: İşaretleme hayvana bir azaptır. Ancak, hadis Ebû Hanîfe'nin bu kanaatini reddetmektedir. Aynı şekilde bu, -önceden de geçtiği gibi- kendisi vasıtasıyla kimin mülkiyetinde olduğu bilinmesi için yapılan işaretleme hükmündedir. Şu kadar var ki İbnül-Arabî, Ebû Hanîfe'nin bu şekilde alâmetlendirmeyi uygun görmediğinden dolayı, bu kanaatini reddetmekte ve tepki göstermekte aşırıya giderek şöyle der: Sanki o, şeriatteki bu şaîrayı hiç işitmemiş gibidir. Halbuki bu, onun ilim adamları arasındaki şöhretinden daha yaygın bir husustur. Derim ki: Benim, Hanefî âlimlerinin kitaplarında açıkça ifade edildiğini gördüğüm Ebû Hanüe'nin görüşüne göre alâmetlendirmenin mekruh olduğu, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşüne göre ise, mekruh da olmayıp, sünnet de olmadığı, sadece mubah olduğu şeklindedir. Çünkü, bu şekilde bir işaretleme bir bildirme olduğundan dolayı gelenek seviyesinde bir sünnet demektir. Bir yara açmak ve bir müsle olması bakımından ise haram olması gerekir. O halde böyle bir iş, bir taraftan sünneti, diğer taraftan da bid'ati kapsadığından dolayı mubah kabul edilmiştir. Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre ise, böyle bir alâmetlendirme bir müsledir ve hayvana azap verici olması bakımından da haramdır, o bakımdan mekruhtur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu işi yaptığına dair gelen rivâyetler ise, Arapların hediye kurbanlık olduğu tayin edilen dışında, hertürlü malı gasb ve talan ettikleri başlangıç dönemlerinde idi. Ve o sırada hediye kurbanlıkları ancak böyle bir alâmetle ayırd edebiliyorlardı. Daha sonra böyle bir gerekçenin ortadan kalkması dolayısıyla, bu şekilde alâmetlendirme de ortadan kalkmıştır. İbn Abbâs'tan da böylece rivâyet edilmiştir. Şeyh İmâm Ebû Mahsur el-Mâturidî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) nin de şöyle dediği nakledilmektedir: Ebû Hanîfe'nin kendi çağında yaşayan insanların alâmetlendirmelerini mekruh görmüş olması da muhtemeldir. Çünkü, yaranın kangrenleşmesinden korkulacak şekilde yara açmakta mübalağa gösteriliyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde yapıldığı şekilde haddi aşmaksızın yapılan alametlendirmeye gelince, bu güzel bir şeydir. Ebû Cafer et-Tahavî bunu böylece zikretmektedir. İşte Hanefî ilim adamlarının alâmetlendirmeye dair varid olmuş hadis ile ilgili olarak Ebû Hanîfe'nin lehine gösterdikleri mazeret budur. Onlar, bu hadisi İşitmişler, bu hadis onlara ulaşmış ve onlar bu hadisin ne olduğunu bilmişler ve şöyle demişlerdir; Alâmettendirmenin mekruh oluşu görüşüne göre ise kişi, hediyelik kurbanlıkları aiâmedendîrmekle ihrama girmiş olmaz. Çünkü mekruh bir işi yapmak haccın menasikinden sayılmaz. Yüce Allah'ın: "Haram olan aya... saygısızlık etmeyin" âyetinde geçen "haram ay", bütün haram aylar hakkında cins. ismi ifade eden tekil bir isimdir. Bu haram aylar, birisi tek, üçü de ardarda gelmek üzere dört aydır. Bunlara dair açıklamalar Berae sûresinde (et-Tevbe, 9/5- âyet, 1. başlıkta) gelecektir. Âyetin anlamı şudur: Bu haram aylarda Savaşmayı, baskın düzenlemeyi helâl kılmayın ve bu ayları başka aylarla da değiştirmeyin. Çünkü, bu ayları değiştirmek de onları helâl kılmak demektir. Bu ise onların yaptıkları Nesi' uygulaması idi. Yüce Allah'ın: "Hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) gerdanlıklılara da... saygısızlık etmeyin" âyeti de böyledir. Yani, bunlara da saldırıyı helâl görmeyin. Âyet-i kerimenin bu bölümünde bir muzafin hazfı sözkonusudur ki, ibaresi, takdirindedir, (Mealde: "Gerdanlıklilar" ibaresinde bu izafe de belirtilmiştir.) Şanı yüce Allah, genel olarak hediye kurbanlıkları helâl görmeyi yasakladıktan sonra, gerdanlık takılmış olanların hurmiyetlerine dikkat çekmeyi te'kid etmek ve bunun oldukça ileri bir tecavüz olduğunu belirtmek üzere, özellikle gerdanlıklı olan hediye kurbanlıkları zikretmiş bulunmaktadır. 4- Hediyelik Kurbanlıklar İle Gerdanlıktılar: Yüce Allah'ın: "Hediye edilen kurbanlıklara ve (boyunları) gerdanlıklılara..." âyetinde geçen "hediy": Beytullah'a hediye edilen deve, inek veya koyun demektir. Bunun tekili; şeklinde gelir. "Şeâir" ile kastedilen haccın menaslkidir diyenler şunu söyler: Yüce Allah burada, hediyelik kurbanlıkları, bunların özekliklerine dikkat çekmek üzere zikretmiştir. "Şeâir"den kasıt hediye kurbanlıklardır, diyenler ise şöyle demektedir: Şeâir, hörgücünden kan akıtmak suretiyle alâmetlendirilmiş olandır. Hediye kurbanlık ise, bu şekilde ona alâmet yapılmayan ve yalnızca gerdanlık takılmakla yetinilendir. Şöyle de denilmiştir: Aradaki fark şudur: Şeâir, davarlar arasından gönderilen develerdir. Hediye kurbanlık ise inek, koyun ve örtü ile hediye olarak gönderilen her şeydir. Cumhûr ise şöyle demektedir: Hediye tabiri kendisiyle Allah'a yaklaşılmak istenen bütün kurbanlık ve sadakalar hakkında umumi bir tabirdir. Hazret-i Peygamber'in şu âyeti de bu kabildendir: Cuma günü erken vakitte namaza gelen, bir deve hediye (kurban) etmiş gibidir... Bir yumurta hediye (kurban.) etmiş gibidir." Yakın manada: Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Dâvûd, Tahâre 127ı Tirmizî, Cumua 6; Nesâî, Cumua 14; Muvatta’', Cumua 1; Müsned, 11, 460. böylelikle o, bunlara "hedy" ismini vermiş bulunmaktadır. Yumurtaya da bu adın verilmesinin, bununla sadakayı kastetmiş olması hali dışında açıklanacak bir tarafı yoktur. İşte ilim adamları da böyle demiştir: Bir kişi, ben şu elbisemi hediy kıldım diyecek olursa, o elbisesini tasadduk etmesi gerekir. Şu kadar varki, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdirde deve, inek ve koyun türünden biri hakkında ve bu birinin Hareme götürülerek orada kesilmesi anlamında kabul edilir. Bu ise yüce Allah'ın şu âyetinde yer alan serî Örften alınmadır: "Eğer alıkonulursanız, o halde kolayınıza giden kurbandan gönderin." (el-Bakara, 2/196) Bununla da koyunu kast etmektedir. Bir başka yerde ise: "İçinizden adaletli iki kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'beye ulaştırılacak bir hediye kurbanı göndermektir." (el-Mâide, 5/95) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim, hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban (kesmelidir). "(el-Bakara, 2/196) Bunun asgarisi ise, fukahâya göre bir koyundur. Mâlik der ki: Benim bu elbisem hediye olsun diyecek olursa, onun kıymetinde hediyelik bir kurban alır, "el-Kalâid"e gelince bu, insanların kendilerine bir güvenlik sağlamak üzere takındıkları şeylerdir. O bakımdan bu âyette da bir muzafın hazfı sözkonusudur. "Gerdanlıklı olanlara da. " anlamında olup daha sonra bu nesh olmuştur. İbn Abbâs der ki: el-Mâide sûresinden nesh edilmiş iki âyet vardır. Bunlardan birisi gerdanlıklılara dair ayet-i kerimedir, diğeri ise -ileride geleceği üzere- yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet." (el-Mâide, 5/49) âyet-i kerimesidir. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah, gerdanlıklılar ile bizzat gerdanlıkların kendisini kast etmiştir. Bu âyeti ile O, güvenlik altında olmak amacı ile gerdanlık olarak kullanılması için Haremdeki ağaçların kabuklarım almayı yasaklamaktadır Bu açıklamayı, Mücahid, Atâ ve Mutarrif b. es-Şıhhîr yapmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hediyenin gerçek mahiyeti, karşılığında herhangi bir bedel sözkonusu edilmeksizin verilen her şeydir. Fukahâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Birisi, Allah için bir hediye kurbanı göndereceğim diyecek olursa, o kurban bedelini Mekke'ye göndermelidir. Gerdanlıktılara gelince; gerdanlık, hediyelik kurbanlıkların hörgüçleri ve boyunlarına, bunların Allah için olduklarına dair alâmet olmak üzere asılan ayakkabı veya başka herhangi bir şeydir. Bu, Hazret-i İbrahim'in bir sünnetidir. Cahiliye döneminde olduğu gibi kalmış, İslâm, da bunu kabul edîp benimsemiştir. İnek ve koyunlardaki sünnet budur. Âişe (radıyallahü anha) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde Beytullah'a bir takım koyunları hediye olarak gönderdi ve onlara gerdanlık koydu. Bunu Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 110; Müslim, Hacc 367, İbn Mâce, Menâsik 95; Müsned, VI, 42. İlim adamlarından Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve İbn Habib gibi bir topluluk bu görüşü kabul etmekle birlikte Mâlik ve rey ashâbı bunu kabul etmemişlerdir. Koyunlara gerdanlık takmak hususuna dair bu hadis onlara ulaşmamış veya ulaşmakla birlikte bu hadisi Hazret-i Âişe'den yalnızca Esved (münferiden) rivâyet ettiğinden dolayı onu red etmiş de olabilirler. Ancak bu hadise uygun görüş belirtmek daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İneklere gelince, şayet bunların sırtlarında hörgücü andıran yükseklikleri bulunuyorsa, tıpkı develer gibi bunlara da alâmet yapılır. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Mâlik de bu görüştedir. Şâfiî ise; bunlara -mutlak olarak- gerdanlık takılır ve alâmet yapılır, der. Bu konuda bir fark gözetmemişlerdir. Said b. Gübeyr der ki: (İneklere) gerdanlık takılır fakat alâmet yapılmaz. Bu görüş daha sahihtir. Çünkü, ineklerin hörgücü olmaz ve bunlar develerden daha çok koyunlara benzerler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- İhrama Girmek Niyetiyle Kurbanlıklara Gerdanlık Takmak: İhram niyetiyle bir davara gerdanlık takıp bunu Harem-i Şerife gönderenin bu suretle ihrama girmiş olacağını ilim adamları ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah : "Allah'ın şeâirine saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın" diye buyurmuş ve ihramdan söz etmemiştir. Ancak, gerdanlık takmaktan söz etmesi dolayısıyla bunun ihrama girmek gibi olduğu anlaşılmaktadır. 6- Hangi Şartlarda Hediyelik Kurban Gönderilirse Gönderen Ikram Sayılır: Hediyelik kurban göndermekle birlikte, bunları bizzat kendisi gütmeyecek olur ise, ihıamlı olmaz. Çünkü, Hazret-i Âişe yoluyla gelen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gönderdiği hediye kurbanlıkların gerdanlıklarını ellerimle ben büktüm. Daha sonra Peygamber, bu gerdanlıkları kendi elleriyle taktı. Sonra da bunları babamla birlikte gönderdi- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hediyelik kurbanlıklar kesilinceye kadar Allah'ın kendisi için helâl kılmış olduğu herhangi bir şey haram olmadı. Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 109; Müslim, Hacc 9, -yakın lâfızlarla- Müslim, Hacc 362, 364, 366; Ebû Dâvûd, Menâsik 16; Nesâî, Menâsik 66, 68; Müsned, VI, 78. Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. İbn Abbâs'tan ise, bununla ihrama girmiş olur, dediği rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bir kimse bir hediye kurbanlık gönderecek olur ise, bu hediye kurbanlık kesilinceye kadar hacceden kimseye (ihram dolayısıyla) neler haram oluyorsa ona da haram olur. Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Hîicc 109. İbn Ömer, Atâ, Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'in görüşü budur, el-Hattabi bunu rey ashâbından da nakletmiştir. Bunlar, Cabir b. Abdullah yoluyla rivâyet edilen şu hadisi delil göstermişlerdir. Cabir dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyordum. Üzerindeki gömleğini yakası tarafından yırttıktan sonra ayaklarından çıkardı. Hazır bulunanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bakınca, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ben, göndermiş olduğum develerime şu şu yerde gerdanlık takılıp onlara alâmet yapılmasını emrettim. Ve unutarak gömleğimi giydim. Bu gömleğimi başımdan çıkarmamalıydım (onun için böyle yaptım)." Müsned, 111,400. Hazret-i Peygamber develerini göndermiş, kendisi de Medine'de ikâmet etmişti. Bu hadisin senedinde ise Abdurrahman b. Atâ b. Ebi Lebibe de vardır ki, zayıf bir ravidir. Bir koyuna gerdanlık takip kendisi de onunla birlikte yola koyulacak olursa, Kûfeliler bununla ihrama girmiş olmaz, derler. Çünkü koyuna gerdanlık takmak sünnet de değildir, şeâirden de değildir. Zira koyuna kurdun saldırmasından, bunun sonucunda da -develerden farklı olarak- Hareme varamamasından korkulur. Çünkü develer suya varıp su içinceye, ağaçlardan otlayıncaya ve sonunda Hareme varıncaya kadar terk edilebilirler. Buhârînin Sahih'inde ise, mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, hediye kurbanlıkların gerdanlıklarını yanımda bulunan boyanmış yünden (ihn) büktüm... Buhârî, Hacc 11; Ebû Dâvûd, Menasik 16; Nesâî, Menâsik 66. İhn, boyanmış yün demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "Dağlar da atılmış renkli yün gibi olacaktır." (el-Karia, 101/5) 7- Hediyelik Kurbanlıklara Dair Bazı Hükümler: Hediyelik kurbana gerdanlık takılır yahut alâmet yapılırsa, satılması da hibe edilmesi de câiz değildir. Çünkü o kurbanın Beyt-i Haram'a hediye olarak gönderilmesi vacib olmuştur. Eğer bunu gönderen vefat edecek olursa, bu hediyelik kurban ondan miras alınmaz ve hediye olarak tayin ettiği şekilde yerine getirilir. Udhiye (kurban bayramı günü kesilen kurbanlık) ise böyle değildir. Mâlik’e göre böyle bir kurbanlık ancak kesim ile vacib olur. Söz ile onu kurban etmeyi kendisine vacip kılmış olması hali ise müstesnadır. Kesimden önce sözlü olarak onu kesmeyi kendisine vacib kılarak: "Ben bu koyunu kurbanlık olarak tayin ediyorum" dese, muayyen olarak onu kurban etmesi gerekir. Buna göre eğer bu tayin ettiği kurbanlık telef olur (kaybolur) sonra kurban kesim günlerinde veya daha sonra onu bulacak olursa, yine onu keser ve o tayin ettiği kurbanlığı satması câiz olmaz. Şayet ondan başka bir kurbanlık satın almış ise, Ahmed ve İshak'ın görüşüne göre her ikisini de birlikte keser. Şâfiî der ki: Tayin ettiği bu kurbanlık kaybolur veya çalınacak olursa, ayrıca onun yerine birisim bedel olarak kesme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bedelini kesmek vacib olanlar hakkında sözkonusudur. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu şekilde tayin ettiği kurbanlık kaybolursa, artık onun tayini yerine gelmiş olur. Kurban kesmeden önce kurban bayramı günü vefat eden kimsenin keseceği kurbanbk, hediyelik kurbandan farklı olarak diğer malları gibi ondan miras alınır. Ahmed ve Ebû Sevr ise: Durum ne olursa olsun böyle bir kurbanlık kesilir, demişlerdir. el-Evzaî ise şöyle demektedir: Böyle bir kurbanlık kesilir. Ancak, üzerinde borç bulunup da borcu ancak bu kurbanın bedelinden ödenebilecekse, o takdirde borcunun ödenmesi için bu kurbanlık satılır. Şayet bu kurbanını kestikten sonra Ölürse, mirasçıları o kurbanı ondan miras alamazlar Kendisi hayatta iken böyle bir kurbana uygulayabileceği kurban etinden yemek ve sadaka gibi şeyleri onlar da yaparlar Fakat, miras olmak üzere onun etini kendi aralarında pay edemezler. Kesimden önce kurbana isabet eden kusurlar dolayısıyla o kurban sahibinin -yine hedy kurbanından farklı olarak- bedelini kesmesi icabeder. Mâlikin görüşlerinden bu sonuçlara varılır. Böyle bir durumda hediye kurbanı gönderen kimsenin de onun bedelini göndereceği söylenmiş ise de birincisi daha doğrudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8- Beyt-i Haram’ı Kastedip Gelenler Ve Nüzul Sebebi: Yüce Allah'ın: âyetinden kasıt, Beyt-i Haram'ı kastedip gelenlerdir. Arapların kastettim anlamında; şeklindeki sözlerinden alınmıştır. el-A'meş bunu, şeklinde izafet terkibi olarak okumuştur. Yüce Allah'ın: Avlanmayı helâl saymamak şartıyla âyeti gibi. Âyetin anlamına gelince: Sizler, ibadet ve Allah'a yaklaşmak maksadıyla Beyti Haramı kasteden kâfirleri engellemeyiniz.-Buna binâen şöyle denilmiştir: Bu âyet-i kerimede yer alan müşriklere dair herhangi bir yasak, yahut gerdanlık suretiyle ona dair saygı gösterilmesi gereken şeylere saygı göstermek veya Beytullah'ı kastetmek ile ilgili yasakların tümü, yüce Allah'ın âyetü's-Seyf (kılıç âyeti) diye bilinen şu âyeti ile nesh olunmuştur: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5); "Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (et-Tevbe, 9/28) Buna göre, hiçbir müşrike haccetme imkânı verilmez. Haram aylarda o güvenlik altında olamaz. îsterse hediye kurbanlığı göndersin, gerdanlık taksın ve haccetmeye kalkışsın. Bu görüş, İbn Abbâs'tan rivâyet edildiği gibi, ileride de belirtileceği üzere İbn Zeyd'in de görüşüdür. Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerîme muhkemdir Nesh olmuş değildir, müslümanlar hakkındadır. Şanı yüce Allah, müslümanlar arasında kendi Beytini kastedenleri korkutmayı yasaklamaktadır. Bu yasak ise, gerek haram aylarda gerek onların dışında kalan zamanlarda umumidir. Şu kadar var ki, özel olarak haram ayları ta'zlm ve faziletlerini vurgulamak için zikretmiştir, Bu görüş ise Atâ'nın görüşüne uygun düşmektedir. Çünkü onun görüşüne göre âyetin anlamı (yani Allah'ın şeâirine saygısızlık etmeyin âyetinin anlamı) Allah'ın alâmetlerini helâl kılmayın, demektir. Onun alâmetleri isef emirleri, yasakları ve insanlara bildirdiği şeyleridir. İşte bunları çiğnemeyi (saygısızlık etmeyi.) helâl kılmayın. Bundan dolayı Ebû Meysere, bu âyet-i kerîme muhkemdir, demiştir. Mücahid de der ki: Bu âyet-i kerimeden (Gerdanlıklardan)dan başka bir şey nesh olmuş değildir. Kişi, harem bölgesindeki ağaç kabuklarından herhangi bir şeyi alır, boynuna takardı, bundan dolayı da kimse ona yaklaşmazdı. İşte bu hüküm nesh olundu. İbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerîme, hacıların yollarının kesilmesine dair bir yasaklama getirmektedir. İbn Zeyd der ki: Âyet-i kerîme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Mekke'de iken, Mekke fethi yılı nâzil olmuştur. Müşriklerden bir gurup gelip hac ve umre yapmak istediler. Müslümanlar, Ey Allah'ın Rasûlü dediler, bunlar müşrik kimselerdir. Onlara baskın yapmaksızın onları bırakmayacağız. Bunun üzerine Kur'ân'dan: "Beyt-i Haram'ı kastedip gelenlere..." âyeti nâzil oldu. Yine denildiğine göre bu âyetin iniş sebebi, -el-Hutam lakabh- Şureyh b. Dubay'a el-Bekrî'nin durumudur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) umre yaptığı sırada Resûlüllah'ın askerleri onu yakaladı, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Daha sonra da -az önce belirttiğimiz gibi- bu hüküm nesh oldu, burada sözü geçen el-Hutam, Yemamelilerin İrtidat etmeleri sırasında da hayatta idi ve mürted olarak öldürüldü. Ona dair rivâyet edilen haberlerden birisine göre o, atlılarını Medine'nin dışında bırakarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek dedi ki; Sen insanları neye çağırıyorsun? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahidlik etmeye, namazı kılmaya ve zekâtı vermeye." el-Hutam: Güzel dedi. Şu kadar var ki, benim danıştığım bir takım kumandanlarım vardır. Onlar olmaksızın hiçbir işi kestirip atmıyorum. Belki ben de müslüman olur ve onları da birlikte getirebilirim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da (onun gelişinden önce) ashâbına şöyle demişti: "Yanınıza bir şeytan dili ile konuşan bir adam girecek." Daha sonra el-Hutam, Hazret-i Peygamber'in yanından çıkıp gidince, yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştu: "Yemin olsun ki, bir kâfir yüzüyle girdi ve sözünde durmamayı kararlaştıran bir kişi olarak arkasını dönüp gitti. Bu adam müslüman bir kimse değildir." Daha sonra Medine dışında otlayan, müslümanlara ait davarların yanından geçti, onları da önlerine katıp götürdü. Müslümanlar, onu takip edip yakalamak istedilerse de bunu başaramadılar. Es-Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, III,9-10. O da şu beyitleri söyleyerek yoluna devam etti: "Gece onları insafsız bir gudücU ile sarıp sarmaladı Bu ne bir deve çobanı, ne de bir koyun çobanıydı Kasap tezgâhı üzerinde eti parçalayan kasap da değildi Uyuyarak geceyi geçirdi onlar. Fakat uyumadı Hind'in oğlu Fal okları gibi bir delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca İri bacaklı ve enli ayaklı." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kaza umresi için Mekke'ye çıktığında, Yemameden gelen hacıların telbiyelerini işitince şöyle buyurdu: "İşte bu, el-Hutam ve onun arkadaşlarıdır." Bu sırada da Medine çevresinde otlarken talan ettiği davarlara, gerdanlık takmış ve Mekke'ye hediye olarak sürmüş idi, Ashâb onu takib etmek üzere yola koyulunca, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yani, müşrik olsalar dahi, işaretlendirilmiş olan hayvanlara karşı saygısızlık etmeyin. Bunu İbn Abbâs rivâyet etmiştir. 9- Âyet-i Kerîmede Nesh Edilen Âyetler İle Îlgili Görüş Ayrılıkları: Âyetin muhkem olduğu görüşüne göre yüce Allah'ın: "Allah'ın şeâirine saygısızlık etmeyin" âyeti, hac menasikinin tamamlanmasını gerektirir. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demiştir: Kişi hacca başlayıp sonra onu ifsad edecek olur ise, haccın bütün işlerini yapması gerekir. Haccı ifsad olsa dahi bunlardan herhangi bir şeyi terketmesi câiz değildir. Daha sonra ikinci yıl o haccını kaza eder. Ebû’l-Leys es-Semerkandî der ki: Yüce Allah'ın: "Haram olan aya" âyeti, yine yüce Allah'ın: "Müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşırlarsa, siz de onlarla topluca Savaşın" (et-Tevbe, 9/36) âyeti ile nesh olmuştur Yüce Allah'ın: "Hediye edilen kurbanlıklara ve gerdanlıklılara" âyeti ise muhkemdir, nesh olmamıştır, Buna göre hediye olarak gönderdiği kurbanlıklara gerdanlık koyan ve bununla ihrama girmeye niyet eden herkes ihrama girmiş olur, artık onun ihrama aykırı işleri yapması câiz olmaz. Buna delil bu âyet-i kerimedir, O halde bu hükümlerin kimi, kimine atfedilmiş bulunmaktadır. Bunların kimi nesh olmuştur, kimi de nesh olmamıştır. 10- Kâfirin Kendi Kanaatine Göre İbadeti: Yüce Allah'ın; "Rablerinden hem bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Beyt-i Haramı kastedip gelenlere.." âyeti ile ilgili olarak, müfessirlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Bunun anlamı, ticarette lütuf ve kârı arayarak, bununla birlikte de kendi kanaat ve umutlarına göre Allah'ın rızasını anyarak gelenlere... şeklindedir. Denildiğine göre, aralarından ticaret kastıyla gelenler olduğu gibi, hacc ile -buna nail olmasa dahi- Allah'ın rızasını arayanları da vardı. Araplar arasında ölümden sonra amellerinin karşılığım göreceğine ve öldükten sonra diriltileceğine inanan kimseler de vardı. Bu gibi kimseler için cehennemde azâbın bir çeşit hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın Arapların kalplerini ısındırması ve onlara karşı nazik davranması kabilindendir. Böylelikle ruhları rahatlasın ve insanlar arasına karışabilsinler. Hac mevsimine katılıp Kur'ân'ı dinlesinler, îman kalplerine girsin ve onlar açısından olması gereken şekliyle (îman etmelerinin zaruretini ortaya koyan) deliller ortaya konulsun. Bu âyet-i kerîme Mekke'nin fetih yılı nâzil olmuştur. Allah, hicretin dokuzuncu yılından sonra, Hazret-i Ebû Bekir'in haccedip herkese Berae (et-Tevbe) sûresi açıkça okunup ilan edilmesinden sonra nesh olunmuştur. 11- İhramdan Sonra Avlanmanın Hükmü Ve Aslen Mubah Olan Bir Şeyin Yasaklanmasından Sonraki Durumu: Yüce Allah'ın: "İhramdan çıktıktan sonra (isterseniz) avlanın" emri, herkesin icmâı ile mübahlık bildiren bir emirdir. Daha önce ihram sebebiyle sözkonusu olan yasağı kaldırmaktadır. Bunu, ilim adamlarının birçoğu böyle nakletmekle birlikte bu sahih değildir. Aksine, yasaklamadan sonra varid olan "yap" emri, aslı üzere rücu ifade eder. Bu, Kadı Ebû't-Tayyıb ve diğerlerinin görüşüdür. Çünkü, vücubu gerektiren şey hâlâ olduğu gibi durmaktadır Bundan önceki yasaklık ise, mani olmaya elverişli değildir. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Haram olan aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (et-Tevbe, 9/5) İşte buradaki "yap" emri vücup ifade eder. Çünkü bununla kastedilen cihaddır. Mâide süresindeki bu âyetten ve buna benzer: "Artık namaz kılındı mı, yeryüzüne dağılın" (el-Cuma, 62/10) âyeti ile "İyice temizlendiler mi, o zaman,, onlara yaklaşın" (el-Bakara, 2/222) âyetlerden, bunların manalarına ve bu hususta icmaa bakarak anlaşılan mübahlıktan çıkartılmıştır. Yoksa buradaki emir sigasından alınmış değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye, bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin" âyetindeki; "Sakın sürüklemesin" âyeti, sizi buna itmesin, anlamındadır. Bu açıklama İbn Abbâs ve Katade'den nakledilmiştir. Aynı zamanda el-Kisâî ve Ebû'l-Abbas'ın da görüşü budur. Bu kelime iki mef'ûle teaddi eder, Sana olan kinim beni bu işi yapmaya itti, denir. Yani, beni bunu yapacak noktaya kadar götürdü. Şair de der ki: "Ebû Uyeyne'yi -andalun- öyle bir yaraladın ki, Bundan sonra bu, Fezâre'lileri kızıp öfkelenmeye mecbur etti." el-Ahfeş der ki: Bu, sizi böyle bir iş yapmak zorunda bırakmasın, anlamındadır. Ebû Ubeyde ve el-Ferrâ' der ki: "Sakın sizi... sürüklemesin" âyeti, bir kavme olan kininiz sizi, hakkı aşıp banla gitmeye, adaleti bırakıp da zulme yönelmeye itmesin, size böyle bir davranış kazandırmasın demektir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Sana emanet bırakana, sen de emaneti geri ver. Fakat sana hainlik edene sen hainlik etme." Ebû Dâvûd, Buyû' 79; Tirmizî, Buyû' 38; Dârimî, Buyû' 57. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın su âyetidir: "... Onun için size kim saldırırsa, sîz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin-" (el-Bakara, 2/194) Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (işaret edilen âyetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır). Filan kişi, ehlinin cerimesidir Yani, onlara bu işi kazandırıcıdır, şeklinde de kutlanılır. Buna göre cerime ve cari, kazanan anlamındadır. Filan kişi cürm etti tabiri de günah kazandı anlamındadır. Şairin şu beyiti de buradan gelmektedir; "Bir dağın tepesinde yiyeceğini kazanmak isteyen (kartal yavrusu) Toparladığı kemiklerinin yağı (nın aktığını) görür." İşte binasında aslolan anlam budur. İbn Faris de der ki: Bu, şekillerinde kullanılır. tabiri ise mutlaka ve kaçınılmaz manasınadır. Bu kelimenin aslı ise, kazanmak anlamına gelen (pir)'dendir. Şair der ki; "Bundan sonra bu Fezarelilere kızıp öfkelenmeyi kazandırdı." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ey Ukl'den ve yaptıklarından (cinayetlerinden) diğer kabilelere şikâyet eden; Öldürmelerinden ve sıkıntı ve kederlere boğmalarından ötürü," Bir şeyi kesmeyi anlatmak için de denilir. er-Rummanî Ali b. Îsa der ki: Asıl olan da budur. Çünkü bu kelime, bir şeyi başkasından kesmek dolayısı ile bir şeye itmek, mecbur etmek anlamındadır. Kişiyi yalnızca kazanmaya ittiği için kazanmak anlamında da kullanılır. Ayrıca hak etmek anlamında da kullanılır Çünkü bu hak sebebiyle onun hakkında bir şey kesilip tesbît edilir. el-Halil der ki: "Şüphe yok ki, onlar için ateş vardır" (en-Nahl( 16/62) âyeti: Yemin olsun ki, onlar için azâb hak olmuştur, demektir. el-Kisâî der ki: kullanışları aynı anlamda iki kullanış olup, ikisi de kazanmak anlamım ifade etmektedir. İbn Mes'ûd, "...sizi... sürüklemesin" anlamındaki âyeti, "ye" harfini -üstün yerine- ötreli olarak şeklinde okumuştur- Anlamı da yine aynı şekilde, size... kazandırmasın, sizi sürüklemesin şeklindedir. Basralılar ise, (hemze'li kullanılışım kabul etmedikleri için) bu kelimenin ötreli okunuşunu bilmezler. Onlar sadece şeklinde kullanırlar. Kin demektir. Bu kelime, "nûn" harfi üstün ve sakin olarak da okunmuştur. Mastar olarak; Adama kin duydum, duyarım, şeklinde kullanılır. Bütün bunlar İse, birisine kin duymak, buğz etmek anlamındadır. Yani, onların sizleri alıkoymaları sebebiyle bir kavme karşı duyduğunuz kin, sizi haksızlığa sürüklemesin. Size haksızlık (günahını) kazandırmasın. Maksat, bir kavme karşı duyduğunuz kindir. O bakımdan mastar, mef'ûle izafe edilmiştir. (Çünkü âyet-i kerimede izafet şeklinde olup, kelime kelime anlamı: Bir kavmin kini... şeklindedir). İbn Zeyd der ki: Müslümanlar, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı yıl Beytullah'ı ziyaretten alıkonulunca, umre yapmak isteyen bir takım müşrik kimseler yakınlarından geçti. Bunun üzerine müslümanlar: Bunların benzerleri bizi Beytullah'a gitmekten alıkoydukları gibi, biz de bunları alıkoyalım. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yani siz, bunlara herhangi bir saldırıda bulunmayın ve onlar sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye siz de onların benzerlerini, arkadaşlarını alıkoymayın. Şeklindeki okuyuş, onlar sizi alıkoydukları için... anlamında olup, mef'ûlün leh şeklindedir. Ancak Ebû Amr ve İbn Kesîr bunu, şeklinde, hemzeyi esreli olarak (şart cümlesi halinde) okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat budur. el-A'meş'den ise; Sizi alıkoyarlarsa.... şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. İbn Atiyye der ki: buradaki edat, şart edatıdır. Yani, eğer gelecekte böyle bir işin benzeri meydana gelirse., demek olur. Birinci kıraat ise mana itibariyle daha bir sağlamdır. en-Nehhâs der ki: Bunun şart cümlesi halindeki okunuşuna gelince, ileri gelen nahiv, hadis ve kıyas âlimleri çeşitli sebepler dolayısıyla böyle bir kıraati uygun görmezler. Bu sebeplerden birisi şudur: Âyet-i kerîme Mekke'nin fetih yıh olan sekizinci yılda nâzil olmuştur. Müşrikler ise, hicretin altıncı yılında gerçekleştirilen Hudeybiye barışı yılında müslümanları alıkoymuşlardı. O halde bu alıkoyma, âyetin inişinden önce olmuştur. Eğer şart edatı olarak hemze esreli okunacak olursa, böyle bir alıkoymanın âyetin nüzulünden sonra olmasından başka türlü gerçekleşmiş olması düşünülemez. Nitekim: Seninle çarpışacak olursa, filana hiçbir şey verme demek böyledir. Böyle bir şey ancak gelecekte sözkonusu olur. Şayet hemzeyi üstün okuyacak olursak, o takdirde bu geçmiş hakkında sözkonusu olur. Buna göre, kıraatinden başka türlü câiz olmamalıdır. Aynı şekilde eğer bu hadis sahih olarak varid olmasaydı bile, yine üstün olarak okunması gerekirdi. Çünkü, yüce Allah'ın: "Allah'ın şeâîrine... saygısızlık etmeyin" âyeti, -âyetin sonuna kadar- Mekke'nin müslümanların elinde bulunduğuna delalet etmekte ve onların ancak Beyt-i Haram'a gelenleri alıkoymaya güç yetirdikleri bir halde iken böyle bir tutumun kendilerine yasaklandığını ortaya koymaktadır. İşte bundan dolayı da 'in üstün okunması icabetmektedir. Çünkü bu, geçmiş olan bir durumu anlatmak içindir. Sizi haddi aşmaya" âyeti nasb mahallindedir. Çünkü bu, mef'ûlün bih'tîr. Yani, bir kavme karşı duyduğunuz kin, sakın sizleri haddi aşmaya, haksızlık yapmaya itmesin. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd ise Kin kelimesindeki birinci "nûn"un sakin okunmasını kabul etmezler. Çünkü mastar kelimeler böyle bir durumda ancak harekeli olarak gelirler. Ancak diğerleri bu konuda onlara muhalefet etmekte ve şöyle demektedir: Bu kelime mastar değildir. Bilakis Tembel, kızgın kelimelerinin vezninde ism-i faildir. Yüce Allah'ın: "İyilik ve takva üzere birbirinizle yardımlasın..." âyeti ile illgili olarak el-Ahfeş der ki: Bu âyetlerin sözün baştarafı ile ilgisi yoktur. Bu, bütün insanlara iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya dair bir emirdir. Yani, yüce Allah'ın emrettiği hususlar üzere birbirinize yardımcı olunuz ve birbirinize bunu teşvik edinip bunlar gereğince amel ediniz. Allah'ın yasakladıklarından da birbirinizi vazgeçiriniz ve uzak tutunuz. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen şu rivâyete uygun düşmektedir: "Bir hayrı gösteren, onu işleyen kimse gibidir." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 311, 137. Şerri gösteren de onu işleyen gibidir, denilmiştir. Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Birr ve takva aynı anlama gelen iki lâfızdır. Farklı lâfızlar ile bu anlamı te'kid etmek ve mübalağa kastıyla tekrarlanmışlardır. Çünkü herbir "birr (iyilik)" aynı zamanda takvadır, herbir takva da bir birrdir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak bu açıklamada bir dereceye kadar müsamaha sözkonusudur. Zira, bu iki lâfzın delâletinde bilinen şu ki; birr, vacibi ve mendubu da kapsamına almakla birlikte, takva, vacib olan şeylere riayeti ihtiva eder Bunlardan biri ötekisinin yerine kullanılması, kelimenin anlamlarını aşmak suretiyle mümkün olur. el-Maverdi ise der ki: Şanı yüce Allah, iyilik üzere yardımlaşmaya teşvikte bulunup bunu, kendisine karşı Ukvalı olmakla birlikte zikretmektedir. Çünkü takvada yüce Allah'ın rızası sözkonusudur. Birr (iyilik) de ise insanların rızası sözkonusudur. Yüce Allah'ın rızası ile insanları hoşnut etmeyi bir arada bulunduran kimse ise, tam anlamı ile mutlu olur, elde ettiği nimet de umumi bir nimet olur. İbn Huveyzîmendad "Akkâm"ında der ki: İyilik ve takva üzere yardımlaşmak çeşitli şekillerde olur. Alim olan kimsenin, ilmi ile insanlara yardım edip onlara öğretmesi icabeder. Zengin olan da insanlara malıyla yardımcı olur, Kahraman olan kimse de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Ve müslümanlar tek bir el gibi birbirini destekleyen kimseler olmalıdırlar. "Mü’minlerin kanları birbirine denktir, Onların en aşağılarda olanları dahi onların sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır, onlar kendilerinin dışında kalanlara karşı tek bir el gibidirler. Ebû Dâvûd, Cihâd 147, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 10, lî; İbn Mâce, Diyât 31; Müsned, 1, 119, 122; II, 180, 192, 211, 215. "Haksızlık yapandan yüz çevirmek, ona yardımcı olmayı terk edip içinde bulunduğu durumdan da onu döndürmek İcabeder. Daha sonra yüce Allah: "Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayla" diye buyurarak, bize yasaklamada bulunmaktadır. (İsm : günah) işlenen suçlardan dolayı kişiyi bulan hükümdür. "Haddi aşmak : udvan" ise insanlara zulmetmek demektir. Arkasından yüce Allah genel bir itade ile yine takvayı emredip tehditte bulunarak: "Allah'tan korkun, şüphesiz Allah cezası pek şiddetli olandır" diye buyurmaktadır. 3Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar, (henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üzere boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak, süsülerek (ölmüş olanlar) ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bütün bunlar fisktır. Bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak islâmı beğenip seçtim. Kim son derece aç ve çaresiz kalır da günaha meyletmeksizin (bunlardan) yemeye mecbur kalırsa, şüphesiz Allah mağfiret edendir, merhamet edendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmi altı başlık halinde sunacağız: 1. El-Bakara 173. Âyetinde Haram Oldukları Belirtilenler: Yüce Allah'ın: "Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar... size haram kılındı" âyetine dair açıklamalar daha önce (el-Bakara sûresinde 2/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Boğularak" âyeti ile boğulmak suretiyle öldürülen hayvan kast edilmektedir. Boğmak ise, ister bir insan tarafından bu iş yapılması suretiyle olsun, isterse de ipine dolandığı yahut iki sopa arasında kaldığı veya buna benzer bir sebeple aldığı nefesinin engellenmesi, tıkanmasıdır. Katade'nin naklettiğine göre, cahiliye dönemi insanları koyun ve başka hayvanları boğularak ölmelerinden sonra da yiyiyorlardı. İbn Abbâs da bunun benzerini zikretmiştir. Yüce Allah'ın; "Vurularak" âyetine gelince, şer ölçülere uygun olarak kesilmeksizin, ölünceye kadar kendisine bir taş atılan, yahut taş ya da sopa ile vurulan hayvandır. Bu açıklama şekli İbn Abbâs, el-Hasen, Katade, ed-Dahhâk ve es-Süddî'den nakledilmiştir. Onu şiddetle vurdu, vurur, şiddetlice vurulmuş, tabirleri buradan gelmektedir. şiddetlice vurmak demektir. ise, dövülerek oldukça ağırlaştırılmış, ölüm noktasına getirilmiş kimse demektir. Katade der ki: Cahiliyye dönemi insanı bu işi yapıyor ve böylece öldürdüklerini de yiyorlardı. ed-Dahhâk der ki; Cahlliyye dönemi insanları, ilahları adına davarları öldürünceye kadar tahta kütüklerle vuruyor ve sonra da onların etlerinden yiyorlardı. Bunduk yayı içi boş boru şeklinde olup içinden yuvarlatılmış taş ve benzeri şeyler atılan boru. Bk. el-Mu'cemu’l-Vasît, Bendeka maddesi. ile öldürülenler de bu kabildendir. el-Ferazdak der ki: "O, öyle bir devedir ki, kaldırdığı ayağıyla sütten kesilmiş yavruyu vurup öldürür. Genç develere ise memelerinin ön uçlarından süt içirir." Müslim'in Sahih'inde Adiy b. Hâtem'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü ben, tüysüz okla ava atış ediyor ve isabet ettiriyorum. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Tüysüz okla atış yapıp da okun avı delip geçerse, ondan yiyebilirsin. Eğer enine isabet edecek olursa, ondan yeme." Müslim, Sayd 1; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22; Sayd 21; Müsned, IV, 377; Müslim, Sayd 3; Nesâî, Sayd 25; Müsned, IV, 380. Bir rivâyette de: "Çünkü o, vurularak ölmüş (vakîz) bir hayvandır." Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bunduk (yuvarlatılmış taş ve benzeri sert cisimler), Vaş ve tüysüz ok ile avlanmak hususunda ilim adamları, önceki dönemlerde de daha sonraki dönemlerde de farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer'den gelen rivâyete uygun olarak bunun, vurularak Öldürülmüş (vakîz) olduğu kanaatine sahip olanlar -canlı iken yetişilip kesilenler müstesna-câiz kabul etmezler. Bu, Mâlik'in, Ebû Hanîfe'nin ve arkadaşlarının es-Sevrî ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Bu hususta Şam (Suriye) âlimleri onlara muhalefet etmişlerdir. el-Evzaî tüysüz ok hususunda şöyle demiştir Avı delip geçerek öldürülmüş olsun, yahut delip geçmeksizin öldürülmüş olsun o avı yiyebilirsin. Çünkü, Ebû'd-Derda ile Fedale b. Ubeyd ve Abdullah b. Ömer ile Mekhul, bunda herhangi bir sakınca görmüyorlardı. Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: Evet, el-Evzaî bunu böylece Abdullah b. Ömer'den zikretmiştir. Fakat, Abdullah b. Ömer'in bilinen görüşü, Mâlik'in Nafi'den, Nafi'in de İbn Ömer'den naklettiği şekildeki görüştür. Bu hususta asıl delil ile uygulamaya esas olup kendisine başvuran için delil teşkil eden Adiy b. Hatim yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir ki, orada şu ifadeler de yer almaktadır; "Tüysüz okun eniyle isabet ettiği (ve öldürdüğünü ise) yeme. Çünkü o, vurularak öldürülmüştür." İbn Abdi’l-Berr, İstizkâr, XV, 261-266. 4- Yüksek Bir Yerden Yuvarlanarak Ölenler: Yüce Allah’ın: "Yüksek bir yerden yuvarlanarak..." anlamına gelen el-mutereddiye, yukardan aşağı doğru yuvarlanarak ölen hayvan demektir Yuvarlandığı yer ister bir dağdan aşağı olsun, ister bir kuyuya ve benzer bir yere düşmek şeklinde olsun, fark etmez. Bu kelime, helâk olmak anlamına gelen'den mütefa'ile veznindedir. İster kendiliğinden düşmüş olsun, ister başkası onu yuvarlamış olsun farketmez. Ok, ava isabet edip de bu av dağdan yere düşecek olursat bu av yine haram olur, Çünkü o av hayvanının okla değil de yukardan aşağı yuvarlanmak ve aldığı sadme sonucu ölmüş olması ihtimali vardır. "Eğer sen avını suda gömülmüş görürsen onu yeme. Çünkü, onu su mu (boğulma sonucu) öldürdü, yoksa okun mu onun ölümüne sebep oldu bilemezsin" hadisi de bu kabildendir. Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Sayd 6 ve 7. hadislerde birbirini tamamlayan aynı hususa dair iki cümle halinde; Ebû Dâvûd, Edâhî 22 (kısmen); Nesâî, Sayd 18. Cahiliye dönemi insanları; yüksekçe yerlerden düşüp ölen hayvanları yer ve cahiliye dönemi, ancak hastalık ve buna benzer bilinen bir sebep olmaksızın ölen hayvanların meyte (leş) olduğuna inanırlardı. Bu gibi sebepler ise onlara göre tıpkı bir kesim gibi idi. Şeriat ise, kesimi ileride açıklanacağı üzere belli bir niteliğe hasretmiş bulunmaktadır. Bunun dışında kalan bütün şekiller, meyte (ölü ve leş) olarak değerlendirilmiştir. Bütün bunlar ittifakla kabul olunan muhkem hükümlerdendir. Aynı şekilde süsülerek öldürülen ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanılarak yenilen hayvanların hükmü de böyledir. "Süsülerek" öldürülen hayvan anlamına gelen "en-Natiha" kelimesi, fail vezninde olup mef'ûl anlamını vermektedir. Bu da bir başkası tarafından toslanarak veya buna benzer bir şekilde vurularak kesilmeden önce Ölen hayvandır. Bazıları "en-Natîha" kelimesini mef'ûl anlamında değil de ismi fail (toslayan) anlamında almışlardır. Çünkü, kimi zaman iki koyun (koç) birbiriyle toslaşır ve sonunda ikisi de ölebilir. Yüce Allah'ın âyetinde; şeklinde ve fail vezninde, sonunda bu "te"nin gelmemesi gerektiği halde "tenli olarak gelmesine gelince, bilindiği gibi aynı vezinde kullanılan: Kınalanmış bir el ve yağ sürülmüş bir sakal lâfızları da aynı vezin olmakla birlikte yuvarlak "te" zikredilmemistir. Ancak âyet-i kerimenin bu kelimesinde yuvarlak "teinin zikrediliş sebebi şudur: Bu "te"nin "faîle" vezninin sonundan hazf edilmesi lafzen söylenmiş bir mevsufa sıfat olması halindedir. O bakımdan; Süsülerek öldürülmüş koyun ve öldürülmüş kadın denilir (ken bu veznin sonunda yer alan "te" harfleri hazf edilmiştir). Eğer mevsuf zikredilmemiş ise "te" harfi zikredilerek: Filan oğullarından olup, öldürülmüş kadını gördüm ve bu koyunlar tarafından süsülerek öldürülmüştür, denilecek olursa, "te" harfi zikredilir. Eğer, "te" harfi zikredilmeksin; Filan oğullarından olup öldürülen kişiyi gördüm denilecek olursa, öldürülenin erkek mi, kadın mı olduğu bilinmez. Bununla birlikte Ebû Meysere bu kelimeyi; Toslanarak öldürülmüş (anlamında ve isim mef'ûl vezninde) okumuştur. 6-Yırtıcı Hayvanlar Tarafından Yenilmiş Olanlar: "Yırtıcı bir hayvan tarafından (parçalanarak) yenilmiş (ve ölmüş) hayvanlar" âyeti ile yüce Allah, hayvanlar arasından parçalayıcı azı dişi ve tırnağı (pençesi) olup bunlar tarafından yakalanan (ve parçalanan) hayvanları kastetmektedir. Aslan, kaplan, tilki, kurt, sırtlan ve buna benzer bütün bu hayvanlar yırtıcı hayvanlardır. "Yırtıcı hayvanlar" anlamına gelen; kelimesi dişi ile ısırmak anlamına gelen; Yden türemiştir. Yine bu kelime, ayıplamak ve onun hakkında ileri geri konuşmak anlamında da kullanılır. İlahî âyette hazf edilmiş kelimeler de vardır. Anlamı şöyledir: Yani, yırtıcı hayvanların kendisinden bir bölümünü yedikleri,.. Çünkü, hayvanın yediği zaten telef olup gitmiştir Araplar arasından (yırtıcı hayvan anlamına gelen): ismini yalnızca arslan hakkında kullananlar da vardır. Araplar, yırtıcı bir hayvan bir koyunu yakalayıp, daha sonra bu yırtıcı hayvandan o koyun kurtulacak olursa, o kovunu alır yerlerdi. Bir bölümünü yemiş olsa dahi kalanım yerlerdi. Bunu da Katade ve başkaları söylemiştir, el-Hasen ile Ebû Hayve, bu kelimeyi "be" harfini sakin olarak okumuşlardır. Bu da Necid'lilerin bir söyleyişidir. Hassan (radıyallahü anh) da Ebû Lebeb'in oğlu Utbe hakkında şöyle demiştir: "Bu yıl ailesinin yanına kim dönebilir Çünkü yırtıcı hayvanın yediği geri dönemez." İbn Mes'ûd âyet-i kerimenin bu bölümünü; şeklinde okuduğu gibi, Abdullah b. Abbas; Yırtıcı hayvanların yedikleri şeklinde okumuştur. 7- Ölmeden Önce Kesilebilenler: Yüce Allah'ın: "(Henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üzere" anlamındaki âyeti, ilim adamlarının ve fakahânın Cumhûrunun görüşüne göre muttasıl bir istisna olmak üzere nasb mahallindedir. Bu İstisstâ, sözü geçen hayvanlar arasından hayatta iken yetişilip kesilebilen bütün bu anılanlara racidir. Bütün bu anılan hayvanlarda, şer'i kesim etkisini gösterir. Çünkü istisnanın hakkı, daha önce geçen sözlerle alakalı olmasını ve -kabul edilmesi gerekli bir delil bulunmadıkça- bu istisnanın munkatı' kabul edilmemesini gerektirir. İbn Uyeyne, Şureyk ve Cerir; er-Rukeyn b. er-Rabiden, o, Ebû Talha el-Esedîden şöyle dediğini rivâyet ederler: İbn Abbâs'a, bir kurdun saldırısına uğrayıp, kurt tarafından karnı yarılan, bağırsaktan dışarı çıkan, sonra da ölmeden önce yetişip kestiğim koyunun durumu hakkında soru sordum. Bana dedi ki: Bu şekilde kestiğin koyunu yiyebilirsin. Ancak, onun dışarı çıkmış bağırsaklarını yeme. İshâk b. Rahaveyh der ki: Koyunda sünnet olan, İbn Abbâs'ın belirttiği şekildedir. Böyle bir koyunun bağırsakları her ne kadar dışarı çıkmış olsa dahi, henüz hayattadır. Onun kesim yeri de herhangi bir zarar görmemiştir. Kesim esnasında o hayvanın canlı olup olmadığına bakılır. Yoksa, aynı durumdaki bir koyunun yaşayıp yaşamadığına bakılmaz. Hasta olan koyunun da durumu böyledir Yine İshâk der ki: Kim buna muhalefet ederse, ashâbın Cumhûru ile genel olarak ilim adamlarının uygulamalarına (sünnetine) muhalefet etmiş olur. Derim ki: İbn Habib de bu görüştedir. Aynı zamanda bu görüş Mâliki mezhebi âlimlerinden de nakledilmiştir İbn Vehb'in görüşü ile Şâfiî mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. el-Müzenî der ki: Ben bu hususta Şâfiî'nin bir başka görüşünü de biliyorum. Buna göre, eğer eti yenen hayvan, yırtıcı hayvanın saldırısına, hayatının devam etmesine imkân olmayacak şekilde uğrayacak veya yuvarlanma sonucu bu hale gelecek olursa, o hayvan yenilmez. Aynı zamanda bu, Medinelîlerin de görüşüdür. Mâlik’in meşhur olan görüşü de budur. Abdulvehhab'ın "et-Thlkîn" adlı eserinde naklettiği görüş bu olduğu gibi, Zeyd b. Sabit'den de rivâyet edilmiştir. Zeyd b. Sabit'in bu görüşte olduğunu Mâlik, Muvatta’'’ında zikretmektedir. Kadı İsmail İle Bağdatlı Mâliki mezhebi âlimlerinden bir topluluk da bu görüştedir. Bu görüşe göre, âyet-i kerimedeki bu istisna munkatı'dır. Yani, size bu anılan şeyler haram kılınmıştır. Fakat kendi kestikleriniz bundan müstesnadır, size haram olmayan da odur. İbnü'l-Arabî der ki: Bu hususlarda Mâlik'in görüşleri farklı farklı gelmiştir. Ondan sahih bir şekilde kesilen hayvanlar dışındakilerin yenilmeyeceğine dair rivâyet geldiği gibi, Muvatta’''daki rivâyet de şöyledir: Eğer, hayvan nefes alıp vermekte iken ve kıpırdaması esnasında o hayvanı kesecek olursa, o hayvanı yiyebilir. Bizzat kendi eliyle yazıp ömrü boyunca her beldeden insanlara karşı okuduğu sahih görüşü de budur. O bakımdan onun bu görüşünün kabul edilmesi, konu ile ilgili nadir rivâyetlerden daha önce gelmelidir. Bizim ilim adamlarımız, hasta hayvan hakkında mutlak olarak şunu belirtirler; Mezhebin kabul edilen görüşü, böyle bir hayvanın, eğer onda henüz hayat kalıntısı varsa, Ölümü yaklaşmış olsa dahi kesiminin câiz olduğudur. Olaya dikkatle ve mantıkî bir şekilde bakılacak olursa, düşünceler her türlü şüpheden kendisini kurtaracak olursa, şunu sormak isteriz. Hastalık dolayısıyla geride kalan bir hayat kalıntısı ile, yırtıcı bir hayvanın saldırısı dolayısıyla kalan hayat kalıntısı arasındaki fark nedir? Bir bilebilsem. Ebû Ömer de der ki: Hayatta kalması umulmayan hasta hayvan hakkında (fukaha) icmâ ile şunu belirtirler: Böyle bir hayvanın kesilmesi, eğer kesim esnasında henüz onda hayat varsa ve zikrettikleri şekilde on ayağını, yahut arka ayağını, ya da kuyruğunu hareket ettirmek veya buna benzer bir hareket ile onun hayatta olduğu bilinecek olursa, kesilmesi onun için şer'i bir kesim (tezkiye) dir. Yine icmâ ile şunu kabul etmişlerdir: Böyle bir hayvan, can çekişirken, hiçbir şekilde ön ve arka ayağını hareket ettirmiyor ise, bunun için şer'i kesim sözkonusu değildir. Yüksek yerden düşüp yuvarlanan hayvan ile, âyeti kerimede onunla birlikte zikredilenlerin de kıyasa göre hükümlerinin böyle olması icabeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8- Tezkiye (Şefi Kesim)’in Mahiyeti İle Anne Karnındaki Ceninin Kesimi: Yüce Allah'ın: "Kestiklerinle" âyetinde geçen; Kesmek mastarı, Arapçada boğazlamak, kesmek demektir. Bunu Kutrub söylemiştir, İbn Side de "el-Mukkem" adlı eserinde şöyle demektedir: Araplar "Ceninin kesilmesi, annesinin kesilmesidir" demektedirler. İbn Atiyye ise der ki: Hayır, bu bir hadistir. ise, hayvanı kesti, boğazladı, anlamındadır, Şair'in şu sözleri de bu kabildendir: "Onları mızraklar ve oklar keser" Derim ki: İbn Atıyye'nin işaret ettiği hadisi, Dârakutnî, Ebû Said ile Ebû Hüreyre'den, Ali ve Abdullah (b. Mes'ûd) dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöylece rivâyet etmektedir "Ceninin kesimi annesinin kesimidir." Ebû Dâvûd, Edâhî V, Tirmizî, Sayd 10; İbn Mâce, Zebâih 15; Dârimî, Edâhî 17; III, 31, 39, 45, 53; Dârakutnî, IV, 274, 275. İlim ehlinin büyük bir topluluğu da bu görüştedir. Bundan tek istisna, Ebû Hanîfe'den gelen şöyle dediğine dair rivâyettir: Eğer cenin, annesinin karnından ölü olarak çıkacak olursa onu yemek helâl olmaz. Çünkü bir canın kesimi, iki can için kesim olmaz. İbnü'l-Munzir ise şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ceninin kesimi annesinin kesimidir" âyetinde ceninin anneden ayrı olduğunun bir delili vardır. O, (Ebû Hanîfe) ise şöyle der; Hamile olan bir cariye azad edilecek olursa, ceninin azadı annesinin azİsmi ile gerçekleşir. Bu ise, ceninin kesiminin annesinin kesimi ile gerçekleşmiş olmasını kabul etmesini gerektirmektedir. Çünkü, tek bir kişinin azadının, iki kişinin azadı demek olmasını uygun gördüğüne göre, tek bir canın kesiminin de iki canın kesimi için sözkonusu olması câiz olur. Üstelik Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haber ile, ashâbından gelen rivâyetler ve insanların büyük çoğunluğunun kabul ettikleri görüş, bu konuda söz söyleyen kimselerin sözüne ihtiyaç bırakmamaktadır. İlim adamları itinâ ile şunu kabul etmektedirler: Cenin, annesinin karnından canlı olarak çıkacak olursa, annesinin kesimi cenin için kesim olmaz. Şu kadar var ki, karnında cenin bulunan annenin tezkiye edilmesi halinde farklı görüşleri vardır. Mâlik ve bütün arkadaşları der ki: O ceninin kesimi, eğer hilkati tamamlanmış ve tüyleri bitmiş ise, annesinin kesimi ile gerçekleşir. Bu da ceninin Ölü olarak çıkması yahutta hayattan eser taşıyarak çıkması halinde böyledir. Şu kadar var ki, hareket eder halde annesinin karnından çıkması halinde kesilmesi de müstehabtır. Şayet yetişip kesemezlerse yine yenilir. İbnü'l-Kasım der ki: Bir koyunu kurban ettim. Onu kesince, bu sefer yavrusu annesinin karnında hareket etmeye başladı. Bu yavrusu annesinin karnında ölünceye kadar o koyunu bırakmalarını emrettim. Daha sonra da onlara, emredip koyunun karnını yardılar, yavruyu karnından çıkarttılar ve onu da kestim, onun da kanı aktı. Çocuklarıma onu közde pişirmelerini söyledim, Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbı derlerdi ki: Ceninin tüyleri bitmiş İse, onun kesimi annesinin kesimidir. İbnü'l-Munzir der ki: Ceninin kesimi annesinin kesimidir deyip de tüyünün bitip bitmediğinden söz etmeyenlerden birisi de Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ile Said b. el-Müseyyeb, Şâfiî, Ahmed ve İshak'tır. Kadı Ebû’l-Velid el-Bâci der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ceninin kesimi, annesinin kesimidir. Tüyleri bitmiş olsun veya bitmemiş olsun" Dârakutnî, IV, 271, (Ebû't-Tayyib'in hadis ile ilgili talikinde, râvileri arasında çeşidi bakanlardan tenkid edilmiş nmter olduğu belirtilmektedir); Beyhakî, Sünen, IX, 563. Ayrıca bk: el-Hakim, el-Müstedrek, IV, 114; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 35. Şu kadar var ki bu, zayıf bir hadistir. Mâlikin mezhebi, konu ile ilgili görüşlerin sahih olanıdır. İslam diyarının çeşitli bölgelerindeki Fukahâ genel olarak bu görüştedir. 9- Tezkiye’nin Kelime Anlamları: Yüce Allah'ın: "Kestikleriniz... " anlamındaki kelimenin mastarını teşkil eden,'in sözlükteki asıl anlamı, tamam olmak demektir. Yaşın tamam olması anlamında da kullanılır. ise, atın bütün dişlerinin çıkıp tamamlanması üzerinden bir sene geçmesi anlamındadır Bu da atın gücünün kemal noktasına varmasını ifade eder. Bu fiilin mazi ve muzari şekilleri, şeklinde gelir. Araplar; Dişleri tamamlanmış ve bunun üzerinden bir yıl geçmiş atların koşusu, yarış koşusudur, tabirini kullanırlar. "Zekâ" kalbin (kavrayışın) keskinliğini ifade der. Şair der ki: "Ona karşı (düşmanlıkla) birleştikleri vakit onu üstün kılan Onun yaşının tamamlanmış olması (olgunluğu) ve zekâsıdır." Zekâ, kavrayış hızı demektir. Bunun fiilleri ise şeklinde, mastarı da-, ...diye gelir. ise, ateşin alevinin kendisiyle artıp beslendiği şey demektir. Savaşı ve ateşi kızıştırdım anlamında da: tabirleri kullanılır. Güneşin bir ismi de'dır. Çünkü, güneş de ateş gibi yakıcı bir parlaklığa sahiptir. Sabah da güneşin ışıkları dolayısıyla aydınlandığı için, diye anılır. Buna göre Kestikleriniz"in anlamı, tam anlamıyla kesimine yetişebildiğiniz, kesimini gerçekleştirebildiğiniz demektir. Bu tabirin boğazlanan hayvan için kullanılması ise, hoş kokulu olmak, iyi ve güzel olmak, lezzetli olmak anlamlarından alınmadır. Mesela, Hoş koku tabiri kullanılır. Hayvanın da kanı akıtılması suretiyle hoş ve temte kılınmış olur. Çünkü, bunun sonucunda çabucak kurutulabilir. Muhammed b. Ali (radıyallahü anhüma) yoluyla gelen rivâyette ise: Yerin temizlenmesi onun kurumasıdır" dediği nakledilmektedir. Bununla, yerin necasetten temizlenmesini kastetmektedir. O halde hayvanın kesimi onun için bir temizlemedir. Ve onun, yenilmesinin mubah kılınması için bir yoldur. (Muhammed b. Ali) necislikten sonra yerin kurumasını, yerin temizlenmesi olarak ve orada namaz kılınmasının mubah olması olarak değerlendirmiş ve bu şekildeki temizlenmeyi de hayvanın boğazlanmak suretiyle temizlenmesi ayarında kabul etmiştir. Bu, (yerin bu şekilde temizleneceği) Iraklı âlimlerin de görüşüdür. Bu husus, bu şekilde olduğuna göre, şunu da bil ki tezkiye, şer'î bir terim olarak kanın akıtılması ve kesilen hayvanlarda şah damarlarının kopartılması, boğazlanmak suretiyle kesilen hayvanlarda boğazlanmaları (boğazının kesilmesi) buna güç yetirilemeyenler için de herhangi bir şekilde kanının aksilmesi) buna güç yetirilemeyenler için de herhangi bir şekilde kanının akmasını sağlayacak şekilde yaralanmaları (el-Akr) demektir. Bununla beraber, bunun Allah için yapılması niyetinin ve Allah adının da anılması gerekir. İleride açıklanacağı üzere. 10- Tezkiye (Kesim)'in Yapılacağı Âletler: İlim adamları, hangi âlet ile tezkiyenin gerçekleşeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler, İlim adamlarının çoğunluğunun (Cumhûrun) kabul ettiği görüşe göre, konu ile ilgili mutevatiren gelen rivâyetlere ve değişik bölgelerin fukahasının görüşlerine göre, diş ve kemik dışında şah damarları kopartıp kan akıtan herbir şey şer'i kesim aracıdır. Kesim aracı olarak yasak kılınan diş ile tırnak, yerlerinden kopartılmamış olanlardır. Çünkü, bunlarla kesim yapılacak olursa, o, kesim değil boğmak olur. İbn Abbâs da: İşte boğmak budur, diyerek bu kanaatte olduğunu belirtmiştir. Yerlerinden kopartılmış diş ve tırnak ise, şah damarları kopartıyor ise, fukahaya göre bunlarla kesim câiz olur Bazıları da durum ne olursa olsun, ister yerlerinden kopartılmış ister kopartılmamış olsun diş, tırnak ve kemik ile kesimi mekruh görmüşlerdir. Bunu mekruh görenler arasında İbrahim, el-Hasen ve el-Leys b. Sa'd da vardır. Bu görüş, Safirden de rivâyet edilmiştir. Bunların delili ise, Rafı' b. Hadîc yoluyla gelen hadisi şerifin zahirinin ifadesidir. Rafi’ b. Hadîc dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, yarın bizler düşmanla karşılaşacağız. Beraberimizde ise bıçak yoktur. -Bir rivâyette: - Peki, kamış (ve benzeri ağaç) kabuklarıyla kesebilir miyiz?" Müslim, Edahi 22; Tirmizî, Sayd 18; İbn Mâce, Zebâih 5. Mâlik'in Muvatta’''ında Nafi'den, o, Ensar'dan bir adamdan, o da Muaz b. Sa'd'dan veya Sa'd b. Muaz'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kâ'b b. Mâlik’e ait bir cariye, Sevr tepesinde Kâ'b'a ait koyunları güdüyordu. Koyunlardan birisi rahatsızlanınca yetişip onu bir taş ile kesti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bu hususta soru sorulunca şöyle buyurdu: "Onda bir mahzur yoktur, onu yiyebilirsiniz." Muvatta’', Zebâih 4. Ebû Dâvûd'un Mûsannefinde de (Sünen'inde) şöyle denilmektedir: Merve (mermer gibi beyaz ve ucu keskinleştirilip sivri(lebilen bir taş çeşidi) ile asalarımızdan yardığımız parçalarla keselim mi? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Elini çabuk tut ve kes. Kanı akıtan (bir şey ile kesilip) üzerinde de Allah'ın ismi anılanı ye. Diş ile tırnak müstesna. Şimdi ben sana bunları anlatayım. Diş, bir kemiktir. Tırnak ise Habeşlilerin bıçağıdır." Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Müslim, Edahi 20; Ebû Dâvûd, Edâhi 15. Kesim aleti ile ilgili diğer bazı rivâyetler için bk.: Buhârî, Zebâih 18, 19, 36; Müslim, Edâhi 20 vd. Said b. el-Müseyyeb'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kamış (ve benzeri sair ağaç) kabuğu, sopa kabuğu, ince ve keskin taşlar ile kesilenler helal ve temizdir. Kamış (ve benzeri ağaç) kabuğu ile hem küçük baş hayvanlar kesilebilir, hem de deve boğazlanabilir. Sopa kabukları ile küçükbaş hayvanları kesilebilir. Çünkü bu kabukların oldukça ince bir tarafı vardır İnce ve keskin taşlar ile de küçükbaş hayvanları kesebilmekle birlikte deve türü hayvanların boğazlanmasına imkân yoktur. Şu kadar var ki, develere konulan hurçlara geçirilen kenarları sivri tahta parçalan ile deve türü hayvanlar boğazlanabilir. Çünkü bu harbe ve benzerleri gibidir. Ancak bunlarla kesim mümkün olmaz. İmâm Mâlik ve bir topluluk der ki: Kesim, ancak boğazın, sağ ve solundaki şah damarların kesimi ile sahih olabilir. Şâfiî ise der ki: Boğazın ve yemek borusunun koparılması ile kesim sahih olur. Ayrıca şah damarların kopartılmasına gerek yoktur. Çünkü yiyecek ve içecekler bunlardan geçer. Bunlar kesildi mi de hayatta kalmak mümkün olmaz. Ölümden maksat da budur. Mâlik ve diğerleri ise, ölümde etin de temizlenmesini sağlayacak şekli nazarı itibara almışlardır. Böyle bir kesimle helal olan -ki o da ettir- damarların kopartılmasıyla çıkan haram olan şeyden - ki kandır- ayrılmaktadır. Ebû Hanîfe'nin görüşü de budur. Rafi' b. Hadîc yoluyla gelen hadisteki: "Kanı akıtan" İfadesi de buna delalet etmektedir. Bağdatlılar (Bağdatlı Mâlikî mezhebi âlimleri), Mâlik'ten dört şeyin kesiminin şart olduğunu söylediğini nakletmektedirler: Boğaz, sağ ve soldaki iki damar ile yemek borusu. Bu, Ebû Sevr'in de görüşüdür. (Mâlik'in) meşhur olan görüşü ise, daha önce geçen görüştür, aynı zamanda o, el-Leysln de görüşüdür Diğer taraftan mezhebimizin âlimlerinin iki damardan birisi ile boğazın kesilmesi halinde, bunun şer'î bir kesim olup olmadığı hususunda iki farklı görüşleri vardır. 12. Boyun Bölgesinde Kesimin Yeri: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer kesim, boğazda ve gırtlağın altında yapılmış ise, kesim tamamlanmış olur. Fakat, kesim gırtlağın üst tarafında yapılır ve gırtlak beden tarafında kalacak olursa bu, şer'î bir kesim olur mu, olmaz mı hususunda farklı iki görüş vardır; Mâlik'ten bunun yenilmeyeceğine dair rivâyet gelmiştir. Aynı şekilde hayvanı boynun arka tarafından kesip, kesilmesi gereken yerleri de tamamlayıp, kanı akıtarak gırtlağını ve iki damarı kesecek olsa dahi yine yenilmez. Şâfiî: Yenilir, demektedir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre boğaz ve yemek borusu kesilinceye kadar hayvanın canlılığı sürmelidir. Bu durumda kesilen bu hayvanın eti yenilebilir. Aksi takdirde yenilmez. (Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslami, 111, 657) Çünkü maksat hasıl olmuştur. (Mâlik'in.) bu görüşü de belli bir asla dayanmaktadır. O da şudur: Şer'i kesimden kasıt, her ne kadar kanın akıtılması ise de onda bir çeşit teabbüd vardır. Hazret-i Peygamber, (küçükbaşların) boğazlarını kesmişs deve ve benzerlerini de göğsün üstünde, boyun kısmından boğazlamış ve: "Şer'î kesim ancak (deve dışındaki küçükbaşlarda) boğazda ve (devede) ise, göğsün üstünde boyun bölgesinde yapılır" Buhârî, Zebaih 24 İbn Abbâs'ın sözü olarak); Ebû Dâvûd, Edahi 15: Tirmizî, Sayd 13; 'Nesâî, Dahâyâ 25; İbn Mâce, Zebaih 9; Dârimî, Edahi 120 ve Müsned, IV, 334. diye buyurarak kesimin yerini açıklayıp nerede yapılacağını tayin etmiş, bunun faydasını beyan etmek üzere de; "Kanı akıtan (şey) ile kesilip üzerinde de Allah'ın ismi anılarak kesilenden ye" diye buyurmuştur. Onuncu başlıkta: "Elini çabuk tut ve kes..." diye başlayan hadisin bir bölümü olarak geçti. Kaynakları için oraya bukdabilir Bu husus ihmal edilecek olursa, niyet de olmazsa, herhangi bir şart ve özel bir niteliğe de riayet edilmezse, bu kesim işinden teabbüd payı ortadan kalkmış olur, bundan dolayı da böyle bir hayvanın eti yenilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 13- Kesim Kaç Defada Tamamlanmalıdır: Kesimi tamamlamadan önce, elini kaldırsa ve derhal yine kesime devam edip kesimi tamamlayan kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun yeterli olduğu söylendiği gibi, yeterli olmadığı da söylenmiştir. Ancak birincisi daha sahihtir. Çünkü o, önce hayvanı yaralamış, sonra da henüz hayatta iken onu şer'î usule göre kesmiş olur. Halinden razı olunanlar dışındakilerin kesim yapmamaları müstehabtır. Bununla birlikte, müslüman veya kitap ehlinden otmak şartıyla kesmeye gücü yetip, bunu sünnete uygun veçhile gerçekleştirebilen, baliğ olsun olmasın, erkek veya dişi herkesin kesimi caizdir. Müslümanın kesimi, kitap ehline mensup kişinin kesiminden daha faziletlidir. Ancak, nüsûk (ibadet için kesilen kurbanlık ve benzeri) ise, sadece müslüman kesebilir. Nüsûk olan bir hayvanı (kurbanlığı), kitap ehlinden birisinin kesmesi hususunda Farklı görüşler vardır. Mezheb (imiz) den anlaşılana göre bu, câiz değildir. Fakat, Eşheb bunu câiz kabul etmektedir. 15- Yabanileşen Evcil Hayvanların Kesimi: Aslen evcil olup da yabanileşen bir hayvanın kesimi, ancak evcil hayvan gibi kesilirse câiz olur. Bu, İmâm Mâlik'in, mezhebine mensup fukahânın, Rabia ve el-Leys b. Sa'd'ın görüşüne göre böyledir. Kuyuya düşen bir hayvanın durumu da budur. Ancak boğazında veya göğsünden yukarı boğazlama yerinde kesim sünnetine uygun olarak kesilirse yenilmesi helal olur. Bu iki meselede, Medineli bazı ilim adamı ile bunların dışında kalanlar muhalefet etmişlerdir. Ancak, konu ile ilgili olarak Rafi' b. Hadîc'in hadisi vardır ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır Hazret-i Peygamber'in: "Tırnak da Habeşlilerin bıçağıdır" diye buyurduktan sonra hadisin devamı şöyledir: Biz, baskın sonucu bir takım deve ve koyunları ele geçirdik. Onlardan bir deve kaçıp kurtuldu. Adamın birisi de ona bir ok attı ve onun kaçışını önledi, "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz bu develerin, tıpkı yabani hayvanlar gibi yabanileşmeleri ve ürküp kaçışmaları vardır. Bunlardan herhangi birisi eğer elinizden kurtulacak olursa, ona böylece yapınız. -Bir rivâyette de:- Onu yiyiniz" diye buyurmuştur. Ebû Hanîfe ve Şâfiî de bu görüştedir. Şâfiî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in böyle bir davranışı tavsiye etmesi, bunun bir kesim olduğunun delilidir. Şaftı ayrıca, Ebû Dâvûd ile Tirmizî'nin Ebû'l-Uşera'dan, Onun, babasından yaptığı şu rivâyeti de delil göstermektedir. Babası dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, kesim ancak boğaz ve göğsün üstünde ve boyun bölgesinde olur değil mi? diye sordu, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, o hayvanın baldırında dahi yara açacak olursan, bu bile sana yeter" Yezid b. Harun dedi ki: Bu hadis sahih bir hadistir. Ahmed b. Hanbel'i bile hayrete düşürmüş ve o bunu Ebû Dâvûd'dan rivâyet etmiş, huzuruna giren hadis hafızlarına da bunu yazmasını işaret etmiştir. Ebû Dâvûd der ki: Böyle bir şey ancak, yukarıdan aşağıya düşen ile, ürküp kaçan (yabanileşen) hayvan hakkında uygundur. Onikinci başlıkta geçti. İlgili notu bakılabilir. İbn Habib ise bu hadisi, aşağıya doğru düşüp yuvarlanan ve ancak kesim yeri dışında ona yaralayıcı darbe vurulmak suretiyle kesilebilen hayvanlar hakkındadır, diye yorumlamıştır. Bu ise, Mâlik'ten ve arkadaşlarından tek başına naklettiği bir görüştür. Ebû Ömer der ki: Şâfiî'nin görüşü ilim ehlinin abasında daha bir yaygın ve güçlüdür. Yabani hayvan ne şekilde yenilebilir hale geliyor ise, böyle bir hayvanın da o şekilde yenilebileceğini belirtmiştir. Buna gerekçe ise, Rafi’ b. Hadîc'in rivâyet ettiği hadistir. Aynı zamanda buf İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'un da görüşüdür. Kıyas bakımından (bu görüşün doğruluğuna) gelince: Yabani hayvana güç yetirilecek olursa, o da ancak evcil hayvanın helâl olabileceği şekilde kesilmesi halinde helâl olur. Çünkü bu yabani hayvan, (evcil hayvanın kesimi gibi") kesilebilecek hale gelmiştir. Buna göre kıyasen, evcil bir hayvan yabanileşecek, yahut kendisim koruma ve kollama bakımından yabanileşmiş gibi bir hale gelecek olur ise, yabani hayvanın helâl olduğu kesim şekli ile helâl olması gerekir. İbn Abdî’l-Berr, el-İstizkâr, XV, 272. Derim ki: İlim adamlarımız, Rafi' b. Hadic'in hadisi ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap vermektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir fiile müsaade etmesi, onun hayvanın kaçışını önlemesiyle ilgilidir. Onun kesim şekliyle ilgili değildir. Hadisin muktezası da budur, zahiri de bunu ifade eder. Çünkü hadiste: "Böylece onun kaçışını önledi" denilmekte, okun o hayvanı öldürdüğü ifade edilmemektedir. Aynı şekilde, bu gibi hayvanlara çoğu hallerde şer'î usule uygun olarak kesime güç yetirilebilir. Dolayısıyla bunların nadir olanına riayet edilmez. Bu gibi şeyler av hususunda geçerlidir. Hadîs-i şerîfteki ifade, atılan okun o hayvanın kaçışını önlediği açıkça ifade edilmiştir. Bu hayvan, engellendikten sonra artık sert usule göre kesilebilir hale gelmiş olur. Dolayısıyla ancak, kesim ya da boğazlama ile helâl olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû'l-Uşerâ yoluyla gelen hadise gelince, Tirmizî onun hakkında şöyle demiştir: Bu, garip bir hadîstir. Biz bunu ancak Hammâd b. Seleme yoluyla biliyoruz. Ebû'l-Uşerâ’nın babası yoluyla bundan başka rivâyet ettiği bir hadisini de bilmiyoruz Ebû'l-Uşerâ'nın adının ne olduğu hususunda (ilim adamları) ihtilaf etmişlerdir. Kimisi adının Usame b. Kıhtım'dır derken, kimisi de ismi, Yesar b. Berz -Belz de denilir- olduğunu söylemektedir. Başkaları da adının Utarid olduğu ve dedesine nisbet edildiğim söylemişlerdir. Tirmizî, Sayd 13. O halde bu, senedinde meçhul bir ravî bulunan bir hadistir ve bu hadis delil olmaya elverişli değildir, Yezid b. Harun'un dediği gibi, hadisin sahih olduğu kabul edilse dahi yine bu hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü hadisin muktezasi, kesime güç yetirilen ve yetirilmeyen hayvanların tümü hakkında ve hangi organda olursa olsun şer'î kesimin câiz olmasını gerektirmektedir. Bu hadisin, kesime güç yetirilenler ile ilgili olduğunu kimse söyleyemez. Hadisin zahiri kati olarak murad edilmiş değildir. Ebû Dâvûd ile İbn Habib'in bunu te'villeri ise ittifakla kabul edilmiş değildir. O halde bu hadiste delil olacak bir taraf yoktur Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: Mâlik'in delili de şudur: Fukaha icma ile şunu kabul eden Eğer, evcil olan bir hayvan kaçıp ürkmüyor ise ancak, kesimine güç yetirilebilen gibi kesilmelidir. Bundan sonra ise (ilim adamları) ihtilaf etmişlerdir. O halde onlar ittifak etmedikleri sürece bu hayvanın kesimi de asıl kesimi neyse Öyle olur. Ancak bu hususta delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü, ilim adamları, kesimine güç yetirilenin durumu hakkında icma etmişlerdir. Burada mevzubahis olan ise, kesimine güç yetirilemeyen (ürküp kaçmış, yabanileşmiş) hayvandır. İbn Abdi'l-Berr, el-İstizkâr XV, 272 16- Kesilecek Hayvana Güzel Davranmak: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti, konunun tamamlayıcı bir unsurudur: "Muhakkak Allah, ihsanı (iyilik ve güzelliği) herşeye yazmıştır. O bakımdan, öldürdüğünüz zaman öldürmenizi güzelleştiriniz. Kestiğiniz zaman kesiminizi güzelleştiriniz. Sizden (kesim yapacak) herhangi bir kimse bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın." Bu hadîsi Müslim, Şeddad b. Evs'den rivâyet etmiştir Şeddad dedi ki: İki husus vardır ki, ben bunları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan belledim. Resûlüllah şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah, ihsanı her şeye yazdı..." deyip hadisi zikretti. Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11; Tirmizî, Diyât 14; Nesâî, Dahaya 22, 26, 27; İbn Mâce, Zebaih 3; Dârimî, Edâhi 10; Müsned, IV, 123, 124, 125. İlim adamlarımız der ki: Dört ayaklı davarları kesimde ihsan, onlara güzel ve yumuşak davranmaktır. Hayvanı şiddetle yere yıkmamalıdır. Bir yerden bir yere çekerek sürüklememelidir. Bıçağını bilemeli ve Allah'a yakınlaşmak ile Allah'ın adıyla onu mubah kılmak niyetini taşımalı, hayvanı kıbleye döndürmeli ve işini çabucak bitirmeli, iki şalı damarını ve gırtlağını kesmeli, hayvanı rahatlatıp soğuyuncaya kadar terk etmeli. Allah'ın bu lütfunu itiraf edip bu nimetine şükretmelidir. Allah dilemiş olsaydı emrimize verdiği bu hayvanları bize musallat kılabileceğini, yine bize mubah kıldığı bu hayvanları dilemiş olsaydı bunları bize haram kılabileceğini düşünerek Onun lütfunu itiraf edip nimetine şükretmelidir. Rabia dedi ki: Yine bir hayvanı, bir diğerinin gözü Önünde kesmemek de kesimi güzel yapmanın kapsamına girer. Mâlik'den bunun câiz olduğu nakledilmiş ise de birincisi daha uygundur. Öldürmenin güzel yapılmasına gelince; bu, gerek hayvan kesiminde, gerek kısasta, gerek hadlerin uygulanmasında ve gerekse diğer hallerde. Hepsinde umumi bir âyettir. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs ile Ebû Hüreyre'den şöyle dediklerini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şeytan kesimini, yasakladı. İbn Îsa hadisinde şunu da eklemektedir: "Şeytan kesimit boğazlanırken derisi kesilip şah damarları koparılmaksızın ölünceye kadar böylece terk edilendir. Ebû Dâvûd, Dahaya 16. Ayrıca bk. Müsned, I, 289. 17- Dikili Taşlar Üzerinde Kesilenler: Yüce Allah'ın: "Dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar..." âyeti ile îgili olarak İbn Faris şöyle demektedir: af... Dikili taşlar," dikine kondurulup, kendisine ibadet olunan ve kesilen hayvanların kanlarının üzerine boşaltıldığı bir taştır. Buna aynı zamanda da denilir ise, kuyunun ağzı etrafında destek olmak üzere dikilen taşlardır. Yukarı doğru yükselen toz bulutuna da denilir. 'ın (dikili taşlar anlamında) çoğul olduğu, tekilinin ise şeklinde olduğu ve bu bakımdan Eşek, eşekler kelimesine benzediği de söylenmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerimede geçen şeklinin tekil olup, çoğulunun ise şeklinde geldiği de söylenmiştir. Bu dikili taşlar üçyüz altmış tane idî. Bu kelimeyi Talha, "sad" harfini sakin olarak; diye okumuştur. İbn Ömer'den ise bu kelimeyi, "nun" harfini üstün, "sad" harfini de sakin olarak; diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. el-Cahderî ise bu kelimeyi isim şeklinde Dağ ve deve kelimeleri gibi tekil bir isim olarak okumuştur. Çoğulu ise şeklinde; Develer, dağlar şeklinde gelir. Mücahid der ki: Dikili taşlar, Mekke etrafında üzerlerinde hayvan kestikleri taşlardı, İbn Cüreyc der ki: Araplar Mekke'de davarlarını keser "ve kanlarını evin ön tarafına doğru sıçratırlar di. Eti parçalar ve bu taşlar üzerine bırakırlardı. İslam gelince müslümanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediler: Bu gibi davranışlarla Beyti ta'zim etmeye biz daha bir lâyıkız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu sanki mekruh görmedi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Onların (kurbanların) etleri ve kanları Allah'a ulaşmaz..." (el-Hac, 22/37) âyetini indirdiği gibi: "Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." âyeti de nâzil oldu. Yani: Eğer bunlarda niyyet, o dikili taşlan ta'zim ise... Yoksa o taşlar üzerinde kesmek câiz değildir, anlamında değildir. el-A'şâ der ki: "Sakin sen o dikili taştan olana asla ibadet ötme! Afiyette olmak için sen yalnız Rabbin olan Allah'a ibadet et." Âyet-i kerimedeki Üzerinde edatının "lâm" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, dikili taşlar için boğazlananlar... anlamında olur. Kutrub dedi ki: İbn Zeyd dedi ki: Dikili taşlar üzerine kesilenler ile Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenler aynı şeylerdir. İbn Atiyye der ki: Dikili taşlar üzerinde kesilenler, Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenlerin bir bölümüdür. Fakat, Allah'tan başkasının adına kesilenler, tür olarak zikredildikten sonra özellikle bunların anılması ise, bu işin şöhret bulmuş olması, kesildikleri yerin şerefi ve insanların böyle bir işi ta"zim etmeleridir. 18- Fal Okları Ve Onun Hükmündeki Sair Davranışlar: Yüce Allah'ın: "Fal oklarıyla kısmet aramanız..." âyeti de kendisinden önceki âyetlere atfedilmiştir, ref mahallindedir. Yani, size bu şekilde kısmet aramanız da haram kılınmıştır. Fal okları (el-Ezlâm) denilen şeyler ise, kumar için kullanılan Özel oklardır. Bunun tekili (........) şeklinde gelir. Şair der ki: "Fal okları gibi bir delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca." Bir diğeri de bunu çoğul olarak kullanarak şöyle demiştir; "Eğer Cezimeliler ileri gelenlerini öldürecek olursa Onların kadınları fal oklarını vururlar (çekerler)." Muhammed b. Cerir'in naklettiğine göre, İbn Veki' kendilerine babasından, o, Şureyk'ten, o, Ebû Husayn'den o, Saîd b. Cübeyrden naklederek dedi ki: Fal okları (el-Ezlam), açtıkları beyaz çakıl taşlan idi. Muhammed b. Cerir dedi ki: Bize Süfyan b. Veki' dedi ki: Bunlar satranç diye bilinen taşlardır. Lebid'in: "Ayakları toprak üzerinden kayardı." Şeklindeki ifadelerine gelince; bu şiiri açıklayanlar der ki: Lebid burada, ezlâm ile yaban öküzünün tırnaklarını kastetmektedir. Arapların Ezlâm'ı ise üç türlü idi: Bunlardan bir tür, herkesin kendisi adına edindiği üç oktu. Bunlardan birincisinin üzeride yap, ikincisinin üzerinde yapma yazılı idi. Üçüncüsünde ise hiçbir yazı yoktu, O bu oklarını beraberinde taşıdığı bir torbaya koyardı, Herhangi bir işi yapmak istedi mi, elini torbaya daldırır -ki, oklar birbirine benzerlerdi- bu oklardan birisi çıktı mır çıkan oka göre o işi yapar veya yapmazdı. Şayet üzerinde hiçbir yazı bulunmayan oku çekecek olursa, tekrar okunu çekerdi. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebû Bekir hicret ettikleri sırada onları takibe koyulan Süraka b. Mâlik b. Cu'şum'un çektiği fal okları bunlardır. Bu fiile "istiksûm: kısmet aramak" denilmesinin sebebi, bu fal oklarını çekmek suretiyle rızık ve istedikleri kısmeti aramak istemelerinden dolayıdır. Nitekim yağmur dilemek için yapılan duaya "istiskâ" denildiği gibi. Yüce Allah'ın haram kıldığı bu İşin bir benzeri de müneccimlerin ("yıldız falcılarının) söyledikleri: Şu yıldızın doğuşu dolayısıyla çıkma, fakat şu yıldızın doğuşu dolayısıyla çık demeleri de bu kabildendir. Nitekim yüce Allah; "Ve hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez" (Lukmân, 31/34) diye buyurmuştur. İleride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeterince gelecektir. İkinci tür ise, Kabe'nin İçinde Hubel'in yanında bulunan yedi tane ok idi. Bunların üzerinde insanlar arasında meydana gelen çeşitli olaylar yazılı idi. Bu okun her birisi üzerinde bir yazı vardı. Bunlardan birisi üzerinde diyet ile ilgili hususlarda "diyet" yazılı idi. Bir diğerinde "sizdendir", bir başkasında "sizden başkalarındandır", bir diğerinde ise "ne sizin İranızda nesebi vardır, ne de antlaşması vardır" anlamında (mulsak) ifadesi yazılı idi. Diğerlerinde ise sulara dair hükümler ve başka şeyler yazılı bulunurdu. İşte Abdulmuttalib'in çocukları arasında çektiği kur'a bü kabildendi. O, çocukları on kişi oldukları takdirde birisini kesmeyi adamıştı. Buna dair meşhur haberi İbn İshâk zikretmiştir Yine bu yedi ok, aynı şekilde Kabe'de Hubel'in yanında olduğu şekilde her bir Arap kâhini ve hakimi yanında da bulunurdu. Üçüncü türe gelince, sayıları on tane olan kumar oklarıydı. Bunlardan yedisinin üzerinde çizgiler bulunurdu. Üç tanesi ise boştu. Bu okları kumar oynamak, oyalanmak ve oyun olsun diye çekerlerdi. Aralarında aklı başında olanlar, kışın soğukların arttığı ve iş yapıp meslek icra etme imkânı bulunmadığı zamanlarda yoksul ve hiçbir şey bulamayanlarına (bu yolla) yemek yedirme maksadını güderlerdi. Mücahid der ki; Ezlâm denilen şey Farsların ve Bizanslıların kumar oynadıkları zarlardır. Süfyan ile Vekî ise, Ezlâm'dan kasıt satrançtır derler. Bütün bunlarla kısmet aramanın hepsi, açıklamış olduğumuz gibi, kısmet ve pay arayışıdır. Bu da malın batıl yollarla yeniliş şekillerindendir ve haramdır. İster güvercin, ister zar, ister satranç, İsterse de bu oyunların dışında herhangi bir oyun ile oynanan her türlü kumar, yine Ezlâm hükmünde bir kısmet aramadır ve hepsi haramdır. Ve bunlar da bir çeşit kâhinliğe soyunmak ve gaybı bilmek iddiasına kalkışmaya benzer. İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayıdır ki, bizim mezheb âlimlerimiz, müneccimlerin (yıldız falcılarının) beraberlerinde bulunan oklar ile bunlara benzer fal açtıktan parçalar ile, yollarda yaptıkları işleri yasaklamışlardır. el-Kiya et-Taberî de der ki: Allah'ın gaybı ilgilendiren hususlarla alakalı olarak bunları yasaklaşıyının sebebi, hiçbir kimsenin yarın kendisine ne isabet edeceğini bilememesidir. Bu fal oklarının gaybî şeyleri öğretmekte herhangi bir etkisi olamaz. Ancak cahillerden kimisi, köleler arasından azad edilecek kimseyi tesbit etmek üzere kur'a çekmek hususunda Şâfiî'nin kanaatinin reddedileceği sonucunu çıkartmıştır. Halbuki bu cahil kişi bilmez ki, Şâfiî'nin söylediği, konu ile ilgili sahih haberlere bina edilmiştir. Ve bu, yasak kılınmış bulunan ve bundan dolayı da itiraz olunan fal oklarıyla kısmet arama şekillerinden değildir. Çünkü köle azad etmek şer'î bir hükümdür. Şeriatın davayı ve düşmanlıkları sona erdirmek, yahut uygun gördüğü herhangi bir maslahat dolayısıyla azad edilme hükmünü tesbit etmek için kur'a'nın çıkışını bir alamet olarak tesbit etmesi caizdir. Böyle bir şey ise herhangi bir kimsenin kalkıp: Şunu yapacak olursan, yahut şunu diyecek olursan bu, gelecekte şu işlerden herhangi bir işe seni götürür demesine eşit olamaz. Fal oklarının çıkışının, meydana gelecek herhangi bir iş için bilgi sebebi kabul edilmesi câiz değildir. Ancak, kur'a'nın, kafi olarak kimin azad edileceğini tesbit edilişine dair bir alâmet olarak kabul edilmesi caizdir. Böylelikle her iki husus arasındaki fark açıkça ortaya çıkmaktadır. İyiye yormak istemek bu kabilden değildir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ey Raşid ve Ey Necih (ey doğru yolda olan, ey başarılı olan gibi) isimleri işitmekten hoşlanırdı. Bunu Tirmizî rivâyet etmiş olup, sahih ve garib bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Siyer 47. Hazret-i Peygamberin bu şekilde hayra yorulacak şeylerden hoşlanmasının sebebi ise, hayra yormakla insan nefsinin rahatlaması, İhtiyacın karşılanıp arzulanan şeyin elde edileceği müjdesi ile sevinmesi dolayısıyladır. Bunun sonucunda kişi, yüce Allah'tan gelecekler hakkında güzel zan besler. Yüce Allah da (kudsî hadiste): "Ben, kulumun benim hakkımda zannettiği gibi tecelli ederim" Buhârî, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 1, Zikir 2, 19; Tirmizî, Zühd 51, Deavât 132; İbn Mace. Edeb 58; Dârimî, Rikaak 22; Müsned, II, 251, 413 diye buyurmuştur. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber, herhangi bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı. Çünkü bu, müşriklerin uygulamaları arasında idi. Ve ayrıca kötüye yormak, yüce Allah hakkında kötü zan beslemeye sebeptir. el-Hattabi der ki: İyiye yormak ile uğursuz saymak arasındaki fark şudur: İyiye yormak, yüce Allah On takdiri) hakkında güzel zan beslemek kabilindendir. Uğursuz saymak ise, O'ndan başka herhangi bir şeye tevekkül edip güvenmek kabil indendir. el-Esmaî der ki: Ben, İbn Avn'a tefe'ül (iyiye yormak)'ın mahiyeti hakkında soru sordum, o da bana şöyle dedi: İyiye yormak, kişinin hasta iken ey salim, (sağlıklı) diye bir söz işitmesi, yahut da kaybettiği bir şeyi ararken ey vacid (ey aradığını bulan) diye seslenildiğini işitmesidir. İşte Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadisin anlamı da budur. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Uğursuzluğa kapılmak diye bir şey yoktur. Bunun en hayırlısı ise te'l (tefe'ül) hayra yormaktır." Ey Allah'ın Rasûlü fe'l dediğin şey nedir, diye sorulunca, o da şöyle dedi: "Sizden herhangi birinizin işittiği güzel sözdür." Buhârî, Tıb 43, 44, 54; Müslim, Seklin 110-112; Ebû Dâvûd, Tıb 24; Müsned, II, 266, 267, 406, 453, 524. İleride yüce Allah'ın izniyle bu şekilde uğursuz saymanın anlamına dair açıklamalar gelecektir. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İlim ilim öğrenmekle elde edilir Hilim (tahammülkârlık) ise, kişinin kendisini tahammülkârlığa zorlamasıyla elde edilir. Kim hayrı arayıp bulmak isterse, araştırırsa o hayır ona verilir. Kim serden sakınmak isterse, o kötülükten korunur Fakat üç kişi vardır ki, bunlar yüksek derecelere asla ulaşamazlar: Kâhinlik yapmaya kalkışan, fal oklarıyla kısmet arayan, yahut da uğursuz sayarak başladığı bir yolculuğundan geri dönen. Yüce Allah'ın: "Bütün bunlar fısktır" âyeti ile, fal oklarıyla kısmet aramaya işaret edilmektedir. Fısk ise, doğru yoldan çıkış anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/27- ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada işaretin, sözü geçen bütün bu haram kılınan şeyleri helâl kabul etmeye raci olduğu da söylenmiştir. (Meal buna göre yapılmıştır). Bunların herbirisi bir fısktır. helâl sınırından çıkıp haram sınırına bir geçiştir Bu haramlardan uzak durmak, akidleri yerine getirmek kapsamı içerisinde yer alır. Çünkü yüce Allah (sûrenin baş tarafında): "Akidleri yerine getirin" diye buyurmuştur. 21-Ümit Kesen Kâfirler Ve Onlardan Korkmama Gereği: Yüce Allah'ın: "Bugün kâfirler dininizden ümidlerini kestiler" yani, sizin tekrar kâfirler olarak dinlerine gerisin geri döneceğinizden yana ümitlerini kestiler. ed-Dahhâk der ki: Bu âyet-i kerîme Mekke'nin fethedildiği sırada nâzil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretin dokuzuncu yılı, Ramazanın bitimine sekiz gün kala Mekke'yi fethetmiş ve Mekke'ye girdikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın münadisi şöyle seslenmişti: "Şunu bilin ki, Lâilahe ilallah diyen güvenlik altındadır. Silahını bırakan güvenlik altındadır, kapısını kapatan güvenlik altındadır." Ümitlerini kestiler" ifadesi, iki türlü kullanılabilir. Birincisi; şeklinde, ikincisi; şeklinde gelir. Bu açıklamayı en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır. "Artık onlardan korkmayın. Benden korkun." Yani, onlardan değil de asıl Benden korkun, Çünkü sizi zafere erdirmeye güç yetiren gerçekten Benim. Yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" âyeti ile şuna işaret edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de bulunduğu sırada, yalnızca namaz farizası vardı. Medine'ye hicret ettikten sonra yüce Allah, Hazret-i Peygamber haccedene kadar helâl ve harama dair hükümlerini indirdi. Hazret-i Peygamber haccedip din kemale erince, şu: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirelim" âyetini -ileride açıklayacağımız üzre- indirdi. Hadis İmâmları Târik b. Şihab (ez-Zührî)"den şöyle dediğini rivâyet ederler: Yahudilerden bir adam, Ömer (radıyallahü anh)'ın yanına gelerek şöyle dedi; Ey mü’minlerin emiri, Kitabınızda okuduğunuz bir ayeti kerîme vardır, eğer o âyet biz yahudiler topluluğu üzerine indirilmiş olsaydı, o âyetin indiği günü bayram edinirdik- Hazret-i Ömer: Bu hangi âyettir diye sorunca, yahudi: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak Eslamı beğenip seçtim" ayetidir. Hazret-i Ömer şöyle dedi: Şüphe yok ki ben, bu âyeti kerimenin indirildiği günü de, indirildiği yeri de çok iyi biliyorum. Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a Cuma günü Arefe'de nâzil olmuştur. Müslim'in lâfzı bu şekildedir, Buhârî, îman 33, Tefsir sûre 2, Müslim, Tefsir 3-5; Tirmizî, Tefsir 5, sûre 1,2; Nesâî, Îman 18; Müsned, I, 39. Nesâîde ise "Cuma akşamı" ifadesi vardır. Nesâî, Menasik 194; Müsned, I, 28. Bu âyeti kerimenin Hacc-ı Ekber günü nâzil olup; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyeti okuduğu, bunun üzerine de Hazret-i Ömer'in ağladığı rivâyet edilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ne diye ağlıyorsun?" diye sorunca, Hazret-i Ömer şu cevabı verdi: Beni ağlatan şu ki biz, dinimiz bakımından bir artış içerisinde bulunuyorduk. Bu dîn artık kemale erdiğine göre, ne kadar kemal bulmuş bir şey varsa mutlaka eksilmeye koyulur (işte bunun için ağlıyorum). Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Doğru söyledin" Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 18. dedi. Mücahid bu âyet-i kerimenin, Mekke'nin fethedildiği günü nâzil olduğunu rivâyet etmektedir. Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Bu âyet-i kerîme, Cuma günü nâzil olmuştur. Nâzil olduğu gün ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Arefe'de, el-Adbâ diye anılan devesi üzerinde bulunuyor iken,hicretin onuncu yılında, Veda Haccında Arefe günü ikindiden sonra nâzil olmuştur. Bu âyet nâzil olduğu sırada, âyetin ağırlığından dolayı devenin bacakları neredeyse çatlayacaktı. O bakımdan dayanamayıp çöktü. Teum: gün" tabiri, günün bir parçası hakkında da kullanılabilir. Nitekim ayın bir bölümü hakkında da ay tabirinin kullanıldığı gibi. Biz, şu işi şu şu ayda, şu şu senede yaptık, denilir. Bilindiği gibi yapılan o iş, ayın ya da senenin tümünü kapsamaz. Bu da gerek Arapların dilinde, gerek Arap olmayanların dilinde bu şekilde kullanılır. Din: Bizim için teşri buyurduğu şer'î hükümler ile, bizim için öngördüğü yasalardır. Bu şer'î hükümler bölüm bölüm nâzil olmuştur. Bundan en son nâzil olan da bu âyet-i kerimedir. Bundan sonra hüküm ifade eden bir âyet nâzil olmamıştır. Bu görüş, İbn Abbâs ve es-Süddî'ye aittir. Cumhûr ise der ki: Bundan kasıt, farz, helâl ve harama dair hükümlerin büyük çoğunluğudur. Derler ki: Bundan sonra Kur'ân'ın pek çok bölümü nâzil olmuştur, ayrıca Riba âyeti de nâzil olduğu gibi, Kelâle âyeti ve buna benzer daha başka âyetler de inmiştir. Bu âyetin nüzulü sırasında kemale eren dinin büyük bir bölümü ile hacca dair hususlardır. Zira, bu senede mü’minlerle birlikte herhangi bir müşrik Beytullah'ı tavaf etmediği gibi, çıplak bir kimse de Beytullah'ı tavaf etmedi. Ve bütün insanlar da Arefe'de vakfe yaptı. "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" âyetinin düşmanlarınızı helâk ettim, dininizi diğer bütün dinlere üstün kıldım, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kimseye düşmanına karşı yardım olunup, düşmanının zaran önlenecek olursa "istediğimiz bizim için tamamlanmış oldu" der. “Üzerinizdeki nimetimi tamamladım." Şer'î hükümleri, ahkâmı tamamlamakla size vadettiğim şekilde İslâm dinini üstün kılmakla bunu gerçekleştirdim, demektir. Zira, Ben daha önce sizlere: "Tâ ki, size olan nimetimi tamamlayayım..." (el-Bakara, 2/150) diye buyurmuştum. Bu ise, güvenlik içerisinde huzur ile Mekke'ye girmek ve buna benzer bu Hanif dinin ihtiva ettiği yüce Allah'ın rahmeti ile cennete girmeye kadar diğer bütün hususları kapsamaktadır. 24- Bu Âyetin Nüzulünden Önce Din Eksik Miydi? Ve Bundan Önce Vefat Edenlerin Durumu: Birisi şöyle diyebilir: Yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" âyeti, dinin bir zamanlar kâmil olmadığının delilidir. Bu ise, daha Önce vefat eden Muhacir, Ensar, Bedir ve Hudeybiye'de bulunmuş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a her iki bey’ati de yapmış, Allah için canlarını feda etmiş kimselerin karşı karşıya kaldıkları büyük ve türlü mihnetlere rağmen, eksik bir din üzere ölmelerini; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da bu durumda İnsanları eksik bir dine davet etmesini gerektirir. Bilindiği gibi eksiklik de bir kusurdur. Allah'ın dini ise dosdoğru bir dindir. Nitekim yüce Allah: "Dosdoğru bir dine..." (el-En'âm, 6/161.) diye buyurmaktadır. Böyle bir şüpheye şu şekilde cevap verilebilir: Neye dayanarak her bir eksikliğin bir kusur olduğunu söylüyorsunuz? Buna dair deliliniz nedir? Ayrıca şunlar da söylenir: Ayın eksik olması bir kusur mudur? Yolcunun namazının eksik olması o namaz için bir kusur mudur? Yüce Allah'ın: "Uzun ömürlü birisinin ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmedi de ancak bir kitaptadır" (Fâtır, 35/11) âyetinde işaret ettiği şekilde, dilediği ömrün eksikliği o ömür için bir kusur mudur? Alışılmıştan daha eksik olan ay hali günleri, hamilelik günlerinin eksik oluşu, hırsızlık, yangın veya sel baskını dolayısıyla sahibini fakir bırakmadığı takdirde malın eksikliği, acaba bir kusur mudur? O bakımdan senin, yüce Allah'ın ilminde bulunan dinin geri kalan bölümlerinin bildirilmesinden önce sert hükümler açısından dinin bölümlerindeki eksikliğe karşı gösterdiğin bu tepkir aslında böyle bir tepkiyi gerektiren herhangi bir kusur veya olumsuz bir yönden dolayı değildir. Yüce Allah'ın: "Bugün sîzin için dininizi kemale erdirdim" el-Hakim, el-Müstedrek, II, 427-428 âyetinin anlamı ile ilgili olarak senin olumsuz gördüğün şey, iki şekilde açıklanabilir: Birincisi şudur: Ben, bu dini, benim kaza ve kaderim gereğince,nezdimdebelirlediğim en ileri noktaya kadar ulaştırmış oldum, anlamı kastedilmiş olabilir. Bu ise, bundan önceki durumunun ayıplanacak bir eksiklik olmasını gerektirmez. Aksine o takdirde mukeyyed bir eksiklikle nitelendirilebilir ve buna şöyle denilebilir: Bu din, o zamanki haliyle yüce Allah nezdinde, kendisine ekleyeceği ve katacağını bildiği şeylere nisbetle eksikti. Nitekim yüce Allah'ın yüzyıl yaşatacağı bir kimseye, Allah onun ömrünü tamamlasın denilir. Ancak bundan, yaşı altmış olduğu sırada ömrünün bir kusur ve bir tutarsızlık anlamında eksik olmasını gerektirmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururdu: "Allah, her kimi altmış yıl yaşatır ise, artık ömür bakımından onun ileri süreceği bir mazereti kalmamış olur." Ama bu durumdaki kimsenin, mukayyed olmak şartıyla eksiklik ile nitelendirilmesi ve şöyle denilmesi mümkün olur; Aitmiş yaşında iken, yüce Allah'ın bilgisine göre, o kişiyi ulaştıracağı ve yaşatacağı ömürden daha eksik idi. Şanı yüce Allah, öğlen, ikindi ve yatsı namazlarını (farzlarını) dört rekate ulaştırmıştır. Eğer dört rekâte çıkardıktan sonra: Allah bunları tamamladı denilecek olursa bu, doğru bir ifade olur. Ancak, bu namazlar ikişer rekât iken, kusur ve bir ayıp olacak şekilde eksik idiler, demeyi gerektirmez, Ancak, yüce Allah'ın daha sonra bunlara ekleyeceği ve İlave edeceği sayıya göre eksik idiler denilecek olursa, o takdirde bu doğru bir ifade olur, İşte, yüce Allah'ın bu dini ezelî ilminde ulaştıracağım takdir ettiği son noktaya vardırıncaya kadar peyder pey ger'î hükümlerini indirmesi de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bir başka açıklama şekli de şöyledir Yüce Allah: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" âyeti ile şunu kastetmiş olabilir: O, dinin rükünlerinden başka herhangi bir rüknün kalmamış olduğu, hacca da onları muvaffak kıldı ve haccettiler. Böylelikle bütün rükünlerini eda ve farzlarını yerine getirmek suretiyle dini onlar için tamamlamış ve bütünlemiş oldu, Hazret-i Peygamber de: "İslam beş esas üzerine bina edilmiştir..." Buhârî, Îman 2, Tefsir 2. sûre 30; Müslim, Îman 19-22; Tirmizî, Îman 3; Nesâî, îman 13; Müsned, il, 93, 120, 143. diye buyurmuştur. Bundan önce ise şehadet kelimesini getirmişler, namaz kılmışlar, zekât vermişler, oruç tutmuşlar, cihad etmişler, umre yapmışlardı, ama henüz haccetmemişler di. İşte o gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte haccedince şanı yüce Allah, onlar Arefe akşamı vakfe yerinde iken: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdi m, üzerinizdeki nimetimi tamamladım..." âyetini indirdi. Bununla da dinini onlar için vaz edişini tamamlamış olduğunu kastetmektedir. İşte bunda, Allah'a yapılan bütün itaatlerin bir din, îman ve İslâm olduğuna dair açık delil vardır. Yüce Allah’ın: "Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" âyeti, Ben size, din olarak sizin için ondan razı olduğumu bildirdim, anlamındadır. Şanı yüce Allah, her zaman için din olarak bizim İslâm'a bağlanmamıza razıdır. Yoksa bu âyeti zahirine göre yorumluyarak, razı oluşunun yalnızca o gün için tahsis edilmesinin bir faydası olmaz. Din olarak" kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir. İkinci mef'ûl olarak nasbedilmiş olduğu da kabul edilebilir. Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir Eğer, sizler Benim sizin için şeriat olarak belirlemiş olduğum dine uyacak olursanız, sizden razı olurum. "Ve size din olarak İstâmı beğenip seçtim" âyeti ile şunu kastetmiş olması ihtimali de vardır: Bugün üzerinde bulunduğunuz dininiz İslâm'ı bütün kemati ile, ondan hiçbir şeyi nesh etmeksizin ve ebediyyen kalıcı olmak üzere beğenip seçtim. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyeti kerimede sözü geçen İslâm, yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâmdır" (Âl-i İmrân, 3/19) âyetinde sözü geçen İslamın aynısıdır Yine, Hazret-i Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorduğu soruyu açıklayan da budur. Bu İslâm ise îman , ameller ve diğer imanın çeşitli şubeleridir. "Kim son derece aç ve çaresiz kalır da..." âyeti, her kimin içinde bulunduğu zorunluluk hali, meyleden ve bu âyet-i kerimede haram kılınmış diğer şeylerden yemeye mecbur bırakılırsa., demektir. Âyet-i kerimede geçen “Son derece aç" kelimesi, açlık ve insanın kamının boş olması demektir. ise, karnın zayıflaması ve içe çekilmesi anlamındadır. Erkek için; seklinde, kadın için de; şeklinde kullanılır. Ayağının iç tarafı fazlaca çukur glanı nitelemek için de; denilir. Bu kelime açlık hakkında çokça kullanılır. Şair Ahşâ der ki: "Siz kış vakti karınlarınız dolu olarak geceleri geçirirsiniz Komşu hanımlarınız ise aç ve karınları içeri geçmiş olarak geceyi geçirirler." Yani, açlıktan dolayı karınları zayıflamış, içeri geçmiş olarak geceyi geçirirler. Şair Nâbiğa da zayıflığı bakımından karnının içeri çekilmiş olması hakkında şöyle demektedir: "Karnı ise boğum boğumdur; bununla birlikte içeri geçmiş ve yumuşaktır. Boynuna gelince, bükülemeyen sert meme üzerinde yükselmektedir.' Hadîs-i şerîfte de: "Karınları içe geçmiş sırtlarının yükü bakımından ise hafiftirler..." İbnu'l-Ashâb, en-Nikâye, II, 80. kelimesi, karnı içeri geçmiş demek olan; 'ın çoğuludur ki, zayıf demektir. Hazret-i Peygamber bu Hadîs-i şerîfinde, bu kimselerin insanların mallarına tenezzül etmeyen tok gözlü kimseler olduklarını haber vermektedir... Yine: "Kuşlar, sabahleyin karınları boş olarak yuvalarından çıkar giderler, akşamleyin ise karınları tok ve doymuş olarak geri dönerler" Tirmizî, Zühd 33; İbn Mâce, Zühd 14; Müsned, I, 30, 52. hadisinde de ("karınları boş" anlamındaki) bu kelime aynı kökten gelmektedir. (.......) bir kumaş çeşididir. el-Esmaî der ki: Bunlar, çeşitli işaretleri bulunan ipek veya yünden yapılmış elbiselerdir. Siyah renkli olurlar. Eskiden İnsanların giydikleri elbiseler arasında bunlar da vardı. Zorunluluk halinin anlamı ve hükmü ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/172-173. âyetin tefsirinde, 21, 22. başlıklar ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 27- Zorunluluk Halinde Bile Günaha Meyledilmez: Yüce Allah'ın: "Günaha meyletmeksizin..." âyeti, harama meyletmeksizin anlamındadır. Bu da: "Saldırmamak ve haddi aşmamak..." (el-Bakara, 2/173.) anlamındadır. Bunun anlamı ise, (daha önceden işaret edilen âyet-i kerimenin bölümü açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır, âyeti kerimede geçen; Meyletmek demektir, Günah ise, haram anlamındadır. Ömer (radıyallahü anh)'ın -Ramazan günü insanların oruçlarını açmasından sonra güneşin görünmesi üzerine- söylediği: "Biz bu hususta bir günaha meyletmedik" sözü de bu kabildendir. Biz, bilerek ve kasti olarak bu işi yapmaya yönelmedik, anlamındadır. Meyletme İşini yapan herkese de; denilir. Âyet-i kerimede geçen ve "meyleden" anlamına gelen kelimesini en-Nehaî, Yahya b. Vessâb ve es-Sülemi, elipsiz olarak diye okumuşlardır. Mana itibariyle bu şekil daha beliğdir. Zira, aynül fiilin (fiil kökünün ikinci harfinin ki, burada "nun" harfidir), şeddeli okunuşu mananın daha mübalağalı, daha ileri derecede olmasını, hükmünün de daha bir sağlamlığını gerektirir, (âyeti kerimedeki kipi ile) tefâul vezni ise, sadece bir şeyin taklid edilmesi ve ona yaklaşılması anlamını ifade eder. Nitekim Dal eğildi denilecek olursa, dalın eğilmek suretiyle yakınlaşmış olduğunu ifade eder Buna karşılık; denilecek olursa, eğilme hükmünün fiilen sabit olduğu anlatılmış olur. Aynı şekilde Adam kendisini korumaya çalıştı ile Korudu kipleri de böyle olduğu gibi, Akıllı olmaya çalıştı ile Hilen akıllandı kipleri de böyledir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Maksadında bir masiyet İşleme kastını gütmeksizîn... Bu şekildeki açıklama, Katade ve Şâfiî'ye aittir. "Şüphesiz Allah, mağfiret edendir, merhamet edendir." Yani Allah böyle birisini bağışlar, ona merhamet buyurur. Burada "Ona" anlamına gelen W hazf edilmiştir. Sîbeveyh de (bu kabilden bazfe örnek olmak üzere) şöyle bir beyit nakletmektedir: "Um el-Hiyâr, artık iddia eder oldu Aleyhime bir günah işlediğimi. Halbuki ben onu büsbütün işlemedim." Şair burada, fiilin sonunda Onu işlemedim" anlamını verecek şekilde "o" zamirini hazf etmiş bulunmaktadır Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4Senden, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Size bütün İyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiklerî ile alıştırıp Öğrettiğiniz avcı hayvanların avları da. Artık onların sizin için tutuverdiklerinden yeyin. Üzerine Allah'ın ismini anın ve Allah'tan korkun. Muhakkak Allah hesabı pek çabuk görendir." Bu âyete dair açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız: "Senden... soruyorlar" âyeti kerimesi Adiy b. Hatim, Zeyd b. Muhelhilîn -ki o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kendisine "Zeydü’l-Hayr" ismini vermiş olduğu "Zeydü'l-Hayfdır- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şunu sormaları üzerine nâzil olmuştur: Ey Allah'ın Rasûlü, biz, köpeklerle ve şahinlerle avcılık yapan bir topluluğuz. Köpekler ise inek, eşek ve ceylanları yakalamakla birlikte bunlardan kimisini yetişip kesebiliyoruz, kimisini de köpekler öldürmekte ve biz bunları yetişip kesemiyoruz. Allah; meyteyi (leşi) haram kılmış bulunmaktadır. Bizim için helâl olan nelerdir?. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. el-Vâhidî, Esbabu Nüzuli'l Kur'ân, S, 194; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, III, 21-22. "...Kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki; Size bütün iyi ve temiz şeyler helal kılındı" âyetinde yer alan; "Ne" edatı, mübteda olarak ref mahallindedir. Haberi ise; "Kendilerine neyin helâl kılındığını... " âyetidir. Buradaki ise fazladan gelmiştir Bu, anlamında da kabul edilebilir O takdirde haber: "De ki: e bütün iyi ve temiz Şeyler helâl kılındı" âyetidir İyi ve temiz şeyler anlamındaki "et-Tayyibât" helâl olan şeyler demektir. Haram olan her şey ise Tayyıb (iyi ve temiz) olamaz. Tayyıb'ın tanımı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: O, yeyip içenin lezzetini aldığı ve bu hususta dünyada da ahirette de kendisine zarar vermeyen herşeydir. Tayyibâttan kastın kesilen hayvanlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü, şer'î kesim ile bu hayvanlar temizlenmiş olur. 3- Eğitilmiş Av Hayvanlarının Avladıkları: "Alıştırıp öğrettiğini...." anlamındaki; âyeti "alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların avlan da" anlamındadır. Buna göre ifadede hazfedilmiş (avladıkları anlamını veren bir) kelime vardır. Bunun takdiri mutlaka gereklidir. Eğer bu takdir olmasaydı, helâl olup olmadıkları hakkında sorulan sorunun, "alıştırıp öğretilen avcı hayvanları" kapsaması gerekirdi. Oysa bu, kimsenin kabul ettiği bir görüş değildir. Diğer taraftan yırtıcı hayvanların etini mubah kabul eden kimseler de bu yırtıcı hayvanların mübahlığının eğitilmiş olması şartına bağlı olarak tahsis etmemektedir, ileride bu gibi hayvanların yenilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşleri yüce Allah'ın izniyle el-En'âm suresinde (6/145- âyetin tefsirinde) gelecektir, Kur'ân ahkâmına dair eser yazmış bazı kimseler, âyet-i kerimenin ifade ettiği mübahlığın, bizim eğitmiş olduğumuz avcı hayvanları kapsamına aldığına delil teşkil ettiğini de zikretmektedir. Bu, hem köpeği, hem de diğer yırtıcı ve avlayıcı kuşları kapsamaktadır. Bu da diğer yollarla onlardan yararlanmanın mubah olmasını gerektirir. Köpeğin ve diğer avlayıcı hayvanların satışının câiz olmasına, -bir delil ile tahsis edilen müstesna- diğer çeşitli menfaat şekilleriyle onlardan yararlanmanın da câiz oluşuna delalet etmektedir. Sözü geçen istisna da "cevârilı" diye anılan ve avlayıcı olan köpek ve diğer yırtıcı kuşların yenilmesini ihtiva eder. Adiy b. Hatim'in özel isim verdiği beş tane köpeği vardı. Alıştırmış olduğu bu av köpeklerinin İsimleri ise, Selheb, GaJlâb, Muhtelifi ve Mütenâis idi. es-Süheylî der ki: Beşincisinin ismi hususunda şüphe etmekteyim. Bunun adının Ahtab mı, yoksa Vessab mı olduğu hususunda mütereddidim. 4- Köpek Vasıtasıyla Avlanan Hayvanın Yenilmesi İçin Aranan Şartlar: Ümmet, eğer köpek siyah renkli olmayıp, müslüman tarafından eğitilmiş, ava salındığı zaman giden, çağırıldığı zaman gelen, avı ele geçirmesinden sonra uzaklaşması istenince uzaklaşan, avını yaralamak yahut da dişini ona geçirmekle birlikte yakaladığı avdan yemeyen bir köpek ile müslüman avlanacak ve o avcı köpeği salması esnasında Allah'ın ismini anacak olursa, böyle bir köpeğin avının sahih olup yenileceğini hilafsız olarak İcma ile kabul etmiştir. Bu şartlardan birisi bulunmayacak olursa, görüş ayrılıkları sözkonusu olur. Şayet avlanmada kullanılan sırtlan ve benzeri köpek dışında bir hayvan, yahut da doğan, şahin ve benzeri kuşlar olursa, ümmetin Cumhûru eğitilmelerinden sonra avladıkları bütün avların yenileceği görüşündedir. Böyle bir avlayıcı hayvan, (âyet-i kerimede nitelendirilen şekliyle) cârin (yani kâsib, kazama) dır. Çünkü, bir kimse bir şey kazanacak olursa, aynı kökten gelen: tabirleri kullanılır. (Organ anlamına gelen) el-Câriha da buradan gelmektedir. Çünkü, onun vasıtası ile birşeyler kazanılır. " Kötülüklerin kazanılması" tabiri de buradan gelmektedir. Şair el-A'şâ der ki: "(Benim hicvettiğim kimsenin sözleri) boşa gider, hederdir. (Buna karşılık benim hicvim) oldukça etki bırakan bir dağlamayı andırır. (Onların hicivleri benimkine denk almadığı için) hiciv İle Mt şeyler kazanana kendi işlediklerini hatırlatır." Âyet-i kerimede de: " Gündüzün de ne kazandığınızı bilir.,." (el-En'âm, 6/60) diye buyurulmaktadır. Bir başka yerde de: "Yoksa kötülükleri kazananlar...mı sanırlar?" (el-Câsiye, 45/21.) diye buyurulmaktadır. 5- Avlanmak için Kullanılan Hayvanın Eğitilmesi: Yüce Allah'ın: "Alıştırıp öğrettiğiniz" âyetinin anlamı: Alıştırıp Öğreten kimseler demektir. Eğiten ve tedip eden kimse anlamındadır. Bunun: Tıpkı, köpeklerin alıştırıldığı gibi, avlanmak hususunda ısrar edenler olarak anlamında olduğu da söylenmiştir. er-Rummânî der ki: Her iki anlamın da kastedilmesi ihtimali vardır. "Alıştırıp öğrettiğiniz" kelimesinde, kelimenin kökü, (köpek anlamına gelen kelb'den geldiği için) yalnızca köpeklerin avladıklarının mubah olduklarına dair delil yoktur. Çünkü bu kelime, "mü’minler" demesi gibidir Her ne kadar; yalnızca köpeklerin avladıkları mubahtır, diyenler buna yapışmış iseler de yine onların görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre, İbn Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Doğan ve benzeri avcılıkta kullanılan kuşların yakaladıklarına gelince; bunların yakaladıklarını ölmeden önce yetişecek ve kesebilecek olursan onu kes, onu yemek senin için helâldir. Aksi takdirde ondan yeme. İbnü’l-Münzir der ki: Ebû Cafer'e doğan kuşu ile avlanmanın helâl olup olmadığı soruldu o, hayır yetişip de onu kesmen müstesna diye cevap verdi. ed-Dahhâk ile es-Süddî: "Allah'ın size öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların avları da" âyetinin, köpekler hakkında hususi olduğunu söylemişlerdir. Eğer köpek, simsiyah ise, Hasan (el-Basrî), Katade ve en-Nehaî onunla avlanmaya mekruh görmüşlerdir. Ahmed ise der ki: Köpeğin simsiyah olması halinde avcılıkta kullanılmasına ruhsat veren kimse olduğunu bilmiyorum. İshâk b. Rahaveyh de bu görüştedir. Medine ile Kûfe'deki ilim ehlinin geneli ise, eğitilmiş herbir köpek ile avlanmanın câiz olduğu görüşündedirler. Siyah köpekle avlanmayı uygun görmeyenler, buna gerekçe olarak Hazret-i Peygamber'in: "Siyah köpek bir şeytandır" hadisi dolayısıyla bu görüşe varmışlardır. Bu hadisi, Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salât 265; Ebû Dâvûd, Salat 109; Tirmizî, Salât 136; Nesâî, Kıble 7; İbn Mâce, İkametu's-Salat 38; Müsned, V, 149, 151, 160; VI, 157» 280. Cumhûr ise, âyetin umum ifade ettiğini delil gösterdiği gibi, doğan kuşu ile avlanmanın câiz oluşu hususunda da âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak zikredilenleri ve Tirmizî'nin Adiy b. Hatim'den rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Adiy b. Hatim dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğan kuşu ile avlanma hususunda soru sordum, şöyle buyurdu: "Senin için yakaladığından yiyebilirsin." Tirmizî, Sayd 3. Hadisin isnadında Mücahid vardır. Ve bu hadis ancak Mücahid yoluyla bilinmektedir. Mücahid zayıf bir ravidîr. Ayrıca konu ile ilgili manayı da delil göstermişlerdir. O da şudur: Avcılıkta köpekten beklenen herbîr şey, mesela parstan da beklenir. Bu konuda (hükme) etkileyici bir özelliği bulunmayan hususlar dışında aralarında hiçbir fark yoktur. İşte, asılda bulunan manaya yapılan kıyas da budur. Kılıcın kamaya, cariyenin de köleye kıyas edilmesi gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 6- Avcının Dikkat Etmesi Gereken Hususlar: Bu husus anlaşıldığına göre, şunu bilmelisin ki, avalanacak kimsenin hayvanını gönderdiğinde, hayvanın şerl kesimini ve onu yemenin mubah oluşunu kastetmesi gerekmektedir. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) söyle buyurmuştur: "Köpeğini salarken (avının üzerine) Allah'ın ismini andığın takdirde (o avdan) yiyebilirsin." Buhârî, Zebâib 2, 7, Tevhîd 13; Müslim, Sayd 1-3: Ebû Dâvûd, Edahi 22; Tirmizî, Sayd 1, â; Nesâî, Sayd 1, 3. 7, 8, İS, 21; İbn Mâce, Sayd 3. Bu ise, hem niyet etmeyi hem de Allah'ın ismini anmayı (Bismillah demeyi) gerektirmektedir. Bununla birlikte eğer hoşça vakit geçirmeyi kastedecek olursan, Mâlik bu avdan yemeyi mekruh kabul etmekle birlikte İbn Abdülhakem bunu câiz görmüştür. el-Leys'in şu sözünün zahirinden anlaşılan da odur: "Ben, bundan daha çok -ki avlanmayı kastediyor- batıla benzeyen bir hak görmüş değilim." Şayet hayvanı şer'î usule göre kesmek niyetini taşımaksızın bu işi yapacak olursa, o takdirde (o avladığı hayvan eti) haram olur. Çünkü bu, herhangi bir menfeat sağlamaksızın bir hayvanı telef etmek ve fesat yapmak kabilindendir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, yeme kastı dışında hayvanın öldürülmesini yasaklamıştır. İlim adamlarının Cumhûru ise, hayvanı salması esnasında sözlü olarak Allah'ın ismini anmanın (Besmele çekmenin) mutlaka gerekli olduğu görüşündedir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Allah'ın ismini andığın takdirde" diye buyurmuştur. Eğer herhangi bir şekilde besmele çekilmezse, o takdirde avtamlan hayvan yenilemez. Zahirî mezhebi mensupları ile hadis ehlinden bir topluluğun görüşü budur. Bizim mezheb âlimlerinden -ve onların dışında- bir topluluğun görüşüne göre ise, kasti olarak besmeleyi terk etmesi halinde müslümanın avladığı ve kestiği hayvanın yenilmesinin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar, bu hususta besmele çekme emrinin mendupluk ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Mâlik ise, meşhur olan görüşüne göre, besmele çekmeyi kasten terketmek ile yanıtarak terketmek arasında fark olduğu kanaatindedir ve şöyle demektedir: Besmele çekmek kasten terkedilecek olursa yenilmez, yarularak terkedilirse yenilir. İslam aleminin değişik bölgelerindeki fukahanın görüşü de budur. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Bu mesele, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm sûresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir. Diğer taraftan köpeğin salınması esnasında, dizgininin avcının elinde bulunup, avcının eliyle gönderilmesi de kaçınılmazdır. Avcı onu serbest bırakacak, avın üzerine gitmesi için onu kışkırtacak ve köpek de onun üzerine gidecektir. Yahut da avlayıcı hayvan, avı görmekle birlikte, yerinde hareketsiz durmalı, avcının kışkırtması ile olmaksızın yerinden hareket etmemelidir. Bu ise, avlayıcı hayvanın dizginlerinin avcının elinde bulunup, onu avın üzerine salarak serbest bırakması durumuna benzemektedir. Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre bu böyledir. Şayet avlayıcı hayvan avcının göndermesi ve kışkırtması sözkonusu olmaksızın kendiliğinden gidecek olursa Cumhûra, Mâlik'e, Şâfiî'ye, Ebû Sevr'e ve rey ashâbına göre avı câiz değildir, yenilmesi de helâl olmaz. Çünkü, böyle bir durumda avcı hayvan salınmaksızın kendisi için avlamış ve kendi adına yakalamış olur. Bu hususta avcının herhangi bir katkısı da yoktur. Dolayısıyla o avlayıcı hayvanın gönderilmesi avcıya nisbet edilemez. Çünkü Hazret-i Peygamberin: "Eğitilmiş köpeğini saldığın takdirde." Buhârî, Vudu 33; Müslim, Sayd 1; Nesâî, Sayd 3; Müsned, IV, 377. ifadesi buna uymamaktadır. Atâ b. Ebi Rebah ile el-Evzaî ise, avlanmak kastı ile onu dışarı çıkartmış olması halinde, hayvanın avladığının yenileceğini söylemişlerdir. Cumhûr, "alıştırıp öğrettiğiniz" anlamına gelen; kelimesini "ayn ve lâm" harfini üstün olarak okumuşlardır. İbn Abbâs, ve Muhammed b. el-Hanefıyye ise, bu kelimeyi "ayn" harfini ötreli, "lâm" harfini de esreli okumuşlardır. Yani: Avlayıcı hayvanlar ile onlarla avlanmaya dair size Allah tarafından öğretilenler ile., demek olur. el-Cevârfli: Kazananlar, kazanıcılar anlamındadır. İnsan azalarına bu adın veriliş sebebi ise, bunların (iyilik ya da kötülük) kazanmaları ve tasarrufta bulunmaları dolayısıyladır. Bunlara bu adın veriliş sebebinin, bunların (yaralamak anlamına gelen cerhten geldiği nazarı itibara alınarak) yaralayıp kan akıtmaları olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu kelime, yaralamak anlamına gelen (el-Cirâh)'dan gelmiş olması gerekir ki, bu zayıf bir görüştür. Dil bilginleri de bundan farklı bir kanaate sahiptirler. Ayrıca İbnü'l-Münzir bu görüşü bir gurup kimseden de nakletmiştir "Alıştırıcılar" kelimesini Cumhûr, "kef" harfini üstün, "lâm" harfini de şeddeli olarak okumuşlardır, "el-Mukellib" ise, köpek eğiticisi ve onları avlanmaya alıştıran kimse demektir. Köpekten başkasını eğitenlere de aynı şekilde "Mükellib" denilir. Çünkü o da eğittiği o hayvanı nihayet köpeğe benzetmektedir. Bunu kimi dil bilginleri nakletmistir. Avcının kendisine de "Mükellib" denilin Buna göre, âyet-i kerimedeki bu kelimenin anlamı "avlayıcılar olarak" şeklinde olur. Mükellib'in, köpeklerin sahibi anlamına geldiği de söylenmiştir. el-Hasen ise bu kelimeyi, "keP harfini sakin, "lâm" harfini de şeddesiz olarak diye okumuştur. Bunun anlamı ise, köpeklere sahip olanlar şeklindedir. Nitekim, davarları çoğalan kimse hakkında; denildiği gibi, köpekleri çok olan kimse hakkında da; denilir. el-Esmaî ise (Nâbiğa'ya ait) şu beyiti nakletmektedir: Her bir delikanlının davarları çoğalır, büyük servet sabibi olsa dahi Mutlaka onu ölüm dünyadan çekip alacaktır," 8- Avcılıkta Kullanılan Hayvanın Eğitiminde Aranan Şartlar İle Avcılıkta Kullanılacak Kuşlar: Allah'ın size öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiğiniz. âyetindeki zamirin müennes olarak gelmesinin sebebi "el-Cevârih" kelimesinin lâfzına riâyet etmek içindir. Çünkü bu da "câriha" kelimesinin çoğuludur. Öğretmek hususunda şu iki şartın arandığında ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur: Avcı hayvana emir verildiği vakit emre riâyet etmeli (gönderildiğinde gitmeli) ve geri çağırılması halinde de geri gelmelidir. Köpeklerle onların hükmünde bulunan diğer vahşi ve yırtıcı hayvanlarda bu iki şartın arandığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, avcılıkta kullanılan kuşlar hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Meşhur olan, Cumhûrun kuşlarda da bunları şart gördüğüdür İbn Habibın naklettiğine göre, kuşlarda çağırıldığında geri gelmeleri şart değildir. Çünkü, çoğunlukla bu, kuşlarda mümkün olmaz. O bakımdan, kuşlara emir verildiğinde itaat etmeleri yeterlidir. Rabia der ki; Çağrıldığı vakit, çağrıya uyan hayvanlar, eğitilmiş avcı hayvandır. Çünkü, hayvanların çoğu, tabiatı dolayısı ile gönderildiği vakit gider. Şâfiî ile ilim adamlarının çoğunluğu (Cumhûr), eğitilmiş olmakta avcı hayvanın sahibi adına yakalamasını da şart koşmuşlardır. Ancak, kendisinden nakledilen meşhur görüşünde Mâlik bu şartı öngörmemiştir Şâfiî der ki: Öğretilmiş olan avcı hayvan, sahibi tarafından gönderildiği vakit giden, geri dönmesi için çağırdığı vakit sahibine geri dönen, avı sahibi adına yakalayan ve ondan bir şey yemeyendir. Avcı hayvan bunu defalarca tekrarladığı takdirde ve bu işi bilen ehil kimseler, artık bu hayvan eğitilmiş oldu diyecek olurlarsa, o taktirde o hayvan eğitilip öğretilmiş hayvan olur. Yine Şâfiî'lerle Kûfelilerden nakledildiğine göre, salındığı vakit giden, avı yakaladığı vakit ona dokunmayan ve bunu ardı ardına defalarca yapan hayvanın üçüncü defa bu şekilde av yakalaması halinde avı yenilir. İlim adamlarından, bunu üç defa yaparsa dördüncüsünde avladığı yenilir diyenler de vardır. Yine aralarında; Bunu, bir defa yapacak olursa, o hayvan alıştırılıp öğretilmiş olur ve ikincisinde de o hayvanın avladığı yenilir, diyenler de vardır. 9- Hayvanın Avcı için Yakalamasının Anlamı: Yüce Allah'ın; "Artık onların sizin için tutuverdiklerinden yiyin" âyeti, sizin adınıza yakaladıklarından ve ilişmediklerinden yiyin demektir. İlim adamları, bu âyetin te'vili (anlamı) hususunda farklı görüşlere sahiptirler, İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, Nehaî, Katade, İbn Cübeyr, Atâ b. Ebi Rebah, İkrime, Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, en-Numan (Ebû Hanîfe) ve mezhebine mensup ilim adamları derler ki: Âyet, ondan yemeyecek olursa, anlamındadır Eğer avdan yiyecek olursa, geri kalanı yenilmez. Çünkü bu durumda o, Kendisi için yakalamış, sahibi adına yakalamamış olur. Ebû Hanîfe ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre pars da köpek gibidir. Şu kadar var ki, kuşlarda bunu şart konmamışlardır. Aksine kuşların yediklerinden arta kalan yenilir. Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Selman-ı Farisî ve yine Ebû Hüreyre ise şöyle demektedirler: Bu, ondan yemiş olsa dahi anlamındadır. Eğer avcı hayvan, -köpek, pars ya da kuş olsun- avdan yiyecek olursa, avın geri kalanı -geriye bir parçacık kalmış olsa dahi- yenilir. Bu, Mâlikin ve mezhebine mensup bütün ilim adamlarının da görüşüdür. Aynı zamanda bu, Şâfiî'nin ikinci görüşüdür. Kıyas da bunu gerektirir. Konu ile ilgili olarak zikrettiğimiz bu anlamlarda iki tane hadis vardır. Birincisi, Adîy b. Hatim'in rivâyet ettiği, alıştırılmış köpeğe dair hadiste geçen şu ifadelerdir: "Eğer (avdan) yiyecek olursa, sen (kalanı) yeme. Çünkü bu durumda o kendisi için avlamış olur." Hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Zebâih 2, 7. 10; Müslim, Sayd 2, 3; Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Sayd 6; Nesâî, Sayd 1, 7; İbn Mâce, Sayd 3; Müsned, IV, 257. İkincisi ise, Ebû Salebe el-Huşeni yoluyla gelen hadistir. Ebû Salebe dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) köpek avı hakkında şöyle buyurdu: "Köpeğini salarken üzerine Allah'ın ismini andığın takdirde sen (o avdan) ye. Köpeğin ondan yemiş olsa dahi. Sağ elinin sana kazandırdığından ye." Bunu, Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Edâhi 23; Müsned, TV, 195. Bu, Adiy'den de rivâyet edilmiş ise de sahih değildir. Adiy'den gelen sahih rivâyet, Müslim'in rivâyet ettiği hadistir. Konu ile ilgili iki rivâyet arasında tearuz olduğundan dolayı, bizim mezheb âlimlerimizden ve onların dışında olanlardan kimisi, bu iki hadisin arasını bulma yoluna gitmiştir. O bakımdan, yasaklamayı ihtiva eden hadisi, tenzihi kerahete ve veralı davranmaya, bunu mubah kılan hadisi de cevaza ait olarak kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Adiy zengin birisi idi. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona veralı ha ket etmek suretiyle yememesi şeklinde fetva verirken, muhtaç bir kimse olan Ebû Sa'lebe'ye yemesi hususunda cevazı belirterek fetva vermiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bu te'vilin doğruluğuna Hazret-i Peygamber'in Adiy hadisinde kullandığı şu ifade de delâlet etmektedir: "Çünkü gerçekten ben, o takdirde (o avcı hayvanın) kendisi adına yakalamış olacağından korkarım." İşte bizim ilim adamlarımızın tevili budur. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) "el-İstizkâr" adlı eserinde der ki: Adiy yoluyla gelen bu hadis ile Ebû Sa'lebe hadisi tearuz halindedir, Zahir görülen o ki, Ebû Sa'lebe hadisinin onu nesh ettiğidir. Çünkü Hazret-i Peygambere: Ey Allah'ın Rasûlü; ondan yemiş olsa dahi diye sorup, Hazret-i Peygamber'in: "Ondan yemiş olsa dahi" demesi bunu göstermektedir. Derim ki; Ancak bu, nesh iddiası su götürür. Çünkü bunun tarihini bilemiyoruz. Bu durumda iki hadisin telifi ise, -hadislerin varid oldukları tarih bilinmediği sürece- daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allahur. Şâfiî mezhebinin âlimlerine gelince, onlar da şöyle demektedir: Eğer avlanılan hayvandan köpeğin yemesi, aşın açlığı dolayısı ile ise, o av hayvanı yenilir, aksi takdirde yenilmez. Çünkü o takdirde bu, onun kötü eğitilmesinin bir neticesidir. Seleften bir topluluğun da bu hususta ayırım gözettiğine dair rivâyetler vardır. Buna göre köpek ile parsın avlayıp kendisinden yediklerinin yenilmeyeceğini, buna karşılık doğan'ın kendisinden yediği avın yenilmesinin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş en-Nehaî, es-Sevrî, rey ashâbı ve Hammâd b. Süleyman'ın görüşüdür. İbn Abbâs'tan da nakledilmiştir. Bunlar derler ki: Çünkü köpek ile parsın dövülmesi ve bundan dolayı azarlanmaları mümkündür. Kuşa böyle bir uygulamanın imkânı yoktur. Kuşun öğretilmiş olmasının sınırı ise çağırıldığında geri gelmesi, salındıgında da gitmesidir. Kuşun eğitiminde bundan daha ilerisine imkân yoktur, onu vurmak ise ona eziyettir. 10- Eğitilmiş Hayvanın, Avlanılan Hayvanın Kanından İçmesi: İlim adamlarının Cumhûruna göre, eğitilmiş hayvan av hayvanının kanından içecek olursa avı yenilir. Atâ der ki: Kam içmek, av hayvanını yemek değildir. Bununla birlikte en-Nehaî ile Süfyan-ı Sevrî böyle bir av hayvanım yemeyi mekruh görmüşlerdir. Ancak avın mubah oluş sebebinin eğitilmiş av hayvanının avı yaralayıp kanını akıtması olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu yaralamanın muhakkak olarak gerçekleştiğinden emin olunması, bunda herhangi bir şüphenin olmaması gerekir. Şüphe bulunması halinde ise av hayvanının yenilmesi câiz olmaz. Bunu, ayrı bir başlıkta ele alalım: 11- Avın Avcı Hayvan Tarafından Yaralanmış Olması: Avcı, kendi köpeği ile beraber bir başka köpeği de bulacak olur ise diğer köpeğin bir başka avcı tarafından gönderilmemiş olduğu kabul edilir. Bu ikinci köpeğin kendi tabiatı gereği ve kendiliğinden gönderildiği varsayılır Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer ona (avlanmasına) ondan başka köpekler de karışmış ise ondan yeme -bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir-: Çünkü sen, ancak kendi köpeğin için besmele çektin, ondan başkası için besmele çekmedin." Buhârî, Zebaih 7, 8, 10; Müslim, Sayd 2. 4, 5; Nesâî, Sayd 2, 6, 7; İbn Mâce, Sayd 3; Müsned, IV, 257, 258, 379, 380. Şayet bir başka avcı, ikinci köpeği göndermiş ve her iki köpek de o av hayvanını ortaklaşa avlamış ise, iki avcının da avlanılan o hayvanda ortak olması hakkıdır. İki köpekten birisi o av hayvanını öldürücü bir şekilde yaralamış, daha sonra ikincisi gelmiş ise, o avr onu Öldürücü şekilde yaralayan eğitilmiş hayvanın sahibine aittir. Aynı şekilde kendisine bir ok atılarak dağdan aşağı yuvarlanan yahut bir suya gömülen hayvan da yenilmez. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Adiy b. Hatim'e şöyle demiştir: "Ve eğer okunu atacak olursan, Allah'ın ismini an (arak at). (Avın) bir gün gözünden kaybolup avında kendi okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan (avını) yiyebilirsin. Şayet onu suya gömülmüş bulacak olursan ondan yeme. Çünkü sen o hayvanı suyun mu, kendi okunun mu öldürdüğünü bilemezsin." Müslim, Sayd 6,7; Nesâî, Sayd 18; Müsned, IV, 379. Bu da, açık bir nasstır. 12- Avlanılan Hayvan Yaralanmaksızın Ölürse: Av hayvanı köpeklerin ağızlarında fakat yara almaksızın ölecek olursa yenilmez. Çünkü boğularak ölmüş olur. Bu da kör bir bıçakla kesilip boğazı kesilmeden önce kesim esnasında çektiği izdıraptan ölmüş gibi olur. Şayet yırtıcı hayvanlardan o av hayvanını kurtarıp kesme imkânı bulmakla birlikte av hayvanı ölünceye kadar bu işi yapmazsa o hayvan yenilmez. Ve hayvanı kesmek hususunda kusurlu hareket etmiş olur. Çünkü bu durumda hayvan kesilecek bir hale gelmiş idi. Kesilebilen hayvanın İslâmi kesimi ise kesilemeyeninkinden farklıdır. Şayet o hayvanı avlayıcı hayvanlardan kurtardıktan sonra bıçağını çıkarmadan önce ölürse veya beraberinde bulunan bıçağını eline alır (takat kesmeden) ölürse o hayvanın yenilmesi câiz olur. Bıçak beraberinde bulunmamakla birlikte bıçağı aramayıp başka bir şeyle oyalanacak olursa o hayvan yenilmez. Şâfiî der ki: Avlayıcı hayvanların yakalayıp herhangi bir şekilde yaralamadığı av hayvanı hakkmda iki görüş vardır. Birincisine göre, yaralanmadığı sürece o hayvan yenilemez. Çünkü yüce Allah: "Avcı hayvanların..." diye buyurmaktadır. Bu da İbnü'l-Kasım'ın görüşüdür. Diğeri ise bu hayvanın yenilmesinin helâl olduğudur. Bu da Eşheb'in görüşüdür. Eşheb der ki: Eğer av hayvanı köpeğin çarpmasından ötürü ölürse yenilir. Hazret-i Peygamberin (11. başlıkta geçen) Hadîs-i şerîfteki: "Şayet onu bir gün süreyle kaybeder ve onda kendi okunun izinden başka bir yara izi bulmuyacak olursan (ondan) yiyebilirsin" âyeti ile buna yakın ifadelerin yer aldığı, Ebû Sa'lebe yoluyla gelen ve Ebû Dâvûd tarafından: "Üçgün sonra dahi olsa -kokmamış olması şartıyla- onu yiyebilirsin," Müslim, Sayd 10, 11; Ebû Dâvûd, Edahî 24; Müsned, IV, 194. fazlalığıyla yer alan Hadîs-i şerîfe, Hazret-i Peygamberin: " Gözünün önünde seni ri bir şekilde (av hayvanın veya av aletinle) öldürdüğünü ye. Fakat, gözünün önünden kaybolduktan sonra ölenden yeme" Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 30, 102 hadisi arasında bir tearuz bulunmaktadır. (Bundan dolayı) gölden kaybolan av hayvanının yenilmesi ile ilgili olarak ilim adamları üç farklı görüş ortaya atmışlardır: 1) Avın ölümüne sebep teşkil eden ister ok, ister köpek olsun yenilir. 2) Gözden kaybolması halinde hiçbir şey yenilmez. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Gözünün önünde ve süratlice öldürdüğünü ye, gözünden kaybolup da öleni yeme" diye buyurmuştur. Yenilmeyiş sebebi ise, okun dışında başka birtakım haşerelerin avın ölümünde katkısı bulunmuş olması korkusudur. 3) Ok ile köpek avı arasında fark gözetenler. Bunların görüşlerine göre, ok ile öldürülen yenilir, köpek tarafından öldürülen ise yenilmez. Bünun izahı şöyle yapılabilir: Ok, belli bir cihetten av hayvanının ölümüne sebep teşkil eder. Ve bu konuda içinden çıkılamayacak bir durum olmaz. Köpek gibi av hayvanları ise, değişik yerlerden av hayvanının Ölümüne sebep teşkil etmiş olabilirler. O bakımdan nasıl öldüğü hususu içinden çıkılamayabilir. Bu üç görüş de bizim (mezhebimizin) ilim adamları tarafından ileri sürülmüş görüşlerdir. Mâlik, Muvatta’''ın dışındaki eserlerde şöyle demektedir Av ölür, daha sonra onu ölü olarak eline geçirdiğinde doğanın, köpeğin ya da okun onun öldürücü bir tarafına İsabeti sözkonusu değilse ondan yiyemez. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: İşte bu da bize şunu göstermektedir. Eğer avlama aracı avın öldürücü yerlerine isabet edecek olursa, ona (Mâlik'e) göre üzerinden bir gece geçmiş olsa dahi helâldir ve onu yiyebilir. Şu kadar var ki, üzerinden gece geçmişse ondan yemeyi mekruh kabul etmektedir. Çünkü İbn Abbâs'tan: "Eğer gözünden bir gece kaybolacak olursa (onu) yeme" dediği rivâyeti gelmiştir. Buna yakın bir rivâyet de es-Sevrî'den gelmiştir. O şöyle demektedir: Eğer av hayvanı bir gün kaybolacak (görülmeyecek) olursa ben onu yemeyi mekruh kabul ederim. Şâfiî der ki: Kıyasa göre, onun nerede öldüğünü göremeyecek olursa, o av hayvanını yiyemez. Evzaî der ki: Ertesi günü o av hayvanım ölmüş ve okunu av hayvanında saplı bulur, yahut köpeğinin onda açtığı yara izini görürse ondan yiyebilir Eşheb, Abdulmelik ve Esbağ da buna yakın görüş belirterek şöyle derler: Eğer avlanılanın öldürücü yerleri isabet almışsa, üzerinden bir gece geçmiş olsa dahi avlanılan hayvanin yenilmesi câiz olur. Hadîs-i şerîfteki "kokuşmadığı sürece" ifadesi ise, bir ta'lîl'dir. Çünkü, hayvan kokuşacak olursa, senin tabiatın kaldırmadığı pis şeyler arasına katılmış olur. Bundan dolayı da onu yemek tiksinti verir (veya mekruh olur); bununla birlikte ondan yiyecek olursa caizdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kokuşmuş (bozulmuş) bir yağlı sulu yemeği, (kokuşmuş olmasına rağmen.) yemiştir. Bk. Buhârî, Buyu' 14, Rehn 1, Meğazî 29; Tirmizî, Buyû’ 7- Müsned, III, 133, 180... Şöyle de denilmiştir Bu (kerahiyet hükmü) yiyenin zarar görmesinden korktuğu şeyler ile maluldür. Bu, ta'lile göre eğer zarar görme korkusu muhakkak ise onu yemek haram olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14. Gayr-i Muzlimlerin Avlanmak için Eğitilmiş Köpekleriyle Avcılık Yapmak: Bu kabilden olmak üzere ilim adamları, eğitilmiş olması halinde yahudi ve hıristiyanın köpeği ile avlanmanın hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptirler, Hasan-ı Basrî bunu mekruh görmüştür. Mecusî tarafından eğitilmiş köpek, doğan ve şahin ile avlanmayı ise Cabir b. Abdullah, el-Hasen, Atâ, Mücahid, en-Nehaî, es-Sevrîve İshak mekruh görmüşlerdir. Mâlik, Şâfiî ve Ebû Hanîfe ise, avcının müslüman olması halinde bunlara ait köpeklerle avlanmayı câiz görmüş ve: Bu (eğitilmiş avcı hayvanlar) böyle birisine ait bıçak gibidir. Şayet avcı kitap ehlinden ise, ümmetin Cumhûru -Mâlik müstesna- avının yenilmesini câiz olduğunu kabul ederler. Mâlik ise, kitap ehline mensup kimsenin avı ile kestiği hayvan arasında fark gözetmiş ve şu âyet-i kerimeyi okuyarak: "Ey Îman edenler, Allah ... avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir" (el-Mâide, 5/94) âyetini delil gösterip şöyle demiştir; Yüce Allah burada yahudilerden de hıristiyanlardan da söz etmemektedir. İbn Vehb ile Eşheb ise şöyle derler: Yahudi ile hıristiyanın avı, tıpkı kestiği hayvan gibi helâldir. Muhammed'in Kitab'ında ise, Sabiinin avının da kesiminin de câiz olmayacağı belirtilmektedir. Sabiiler, yahudilerle hıristiyanlar arasında bir topluluk olup muayyen bir dinleri yoktur. Şayet avcı mecusî ise, Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bunların arkadaşları ile bütün insanların büyük çoğunluğu avının yenilmesini kabul etmemişlerdir. Ebû Sevr ise bu hususta iki görüş vardır demektedir: Bir görüş bütün bunların görüşü gibidir. Diğeri ise, mecusiler kitap ehlindendir ve onların avları (nın yenilmesi) caizdir şeklindedir. Sarhoş bir kimse avlanır yahut hayvan kesecek olursa, onun avı da kestiği de yenilmez. Çünkü, şer'î kesimin (zekât, tezkiye) maksada (niyete) ihtiyacı vardır. Sarhoş kimsenin ise maksat güderek bir iş yapması sözkonusu değildir. 15- Av için Eğitilmiş Hayvan Avdan Yiyecek Olursa: Nahivciler, yüce Allah'ın: "Sizin için tutuverdiklerinden" âyetindeki; ...den edatının durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. el-Ahfeş, bu da yüce Allah'ın: "Onun meyvesinden yiyiniz" (el-En'âm, 6/141) âyetindeki gibi fazladan gelmiştir, der Basralılar ise onun bu hususta hatalı olduğunu belirtirler ve bu edatın olumlu cümlede fazladan gelmeyeceğini, ancak nefy (olumsuz) ve soru cümlelerinde fazladan gelebileceğini belirtirler. Şanı yüce Allah'ın: "Meyvesinden" âyeti ile "Günahlarınızdan bir kısıntını bağışlar" (el-Bakara, 2/271) ve: "Günahlarınızdan bazısını bağışlasın..." (el-Ahkâf, 46/31) âyetinde bu edat tab'îz (kismîlik) bildirmek içindir Buna karşılık el-Ahfeş şöyle cevap vermektedir: Yüce Allah, kimi yerde bu edatı zikretmeksizin: "Günahlarınızı bağışlar..." (es-Sâf, 61/12) diye buyurmaktadır. İşte bu da olumlu cümlede bu edatın fazladan gelebileceğine bir delildir. el-Ahfeş'e şu şekilde cevap verilmektedir: Buradaki bu edat, tab'îz içindir. Çünkü avlanılan hayvandan helâl olan yalnızca ettir. Kan ve diğer pislikler bunun dışındadır. Derim ki: Yemek hususunda asıl maksat ve alışılmış şey bu değildir ki, bununla onun dedikleri çürütülebilsin. Bununla birlikte; Tutuverdiklerinden" âyeti ile eğitilmiş hayvanların geriye bıraktıklarından... anlamının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu açıklama: Eğer köpek avlanılan hayvandan yiyecek olursa bunun zararı olmaz diyenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır. İşte bu ihtimal sebebiyle ilim adamları -az önce de geçtiği üzere- eğitilmiş av hayvanlarının avdan yemesi halinde avlanılan o hayvanın yenilmesinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. 16- Köpek Barındırmanın Câiz Olduğu Haller: Âyet-i kerîme, avlanmak kastıyla köpek edinmenin ve köpek barındırmanın câiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu husus, sünnette sabit olduğu gibi, sünnet buna ekin ve davar için köpek barındırma hallerini de ilave etmiştir. İslamin ilk dönemlerinde köpeklerin öldürülmesi emredilmişti. Öyleki, çölden gelen bir kadıncağızın arkasından takılıp gelen köpek dahi öldürülürdü. Müslim, İbn Ömer'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Her kim, av yahut davar köpeği dışında bir köpek barındıracak olursa, her gün onun ecrinden iki kırat eksilir." Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Müsâkaat 51, 52, 54-56, 59; Tirmizî, Sayd 17; Nesâî, Sayd 12, 13; Dârimî. Sayd % Muvatta’', îsii'zân 13; Müsned, II, 4, 8, 37, Al, 55, 60, 113, 147. Yine Ebû Hüreyreden şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Davar, av veya ekin köpeği dışında her kim köpek edinecek olursa, hergün onun ecrinden bir kırat eksilir." Buhârî, Hars 3, Bed'u’l-Halk 17; Müslim, Müsakaat 53. 57, 58, 60; Ebû Dâvûd, Edâhi 22; Tirmizî, Sayd 17; Nesâî, Sayd 14; İbn Mâce, Sayd 2; Müsned, II, 267, 345; II, 79'da bu manada ve İbn Ömer'den. ez-Zührî der ki: İbn Ömer'e, Ebû Hüreyre'nin dediğinden sözedilince şöyle dedi: Allah Ebû Hüreyre'ye rahmet buyursun. O da ekin sahibi bir kimse idi. Böylelikle sünnet bizim dediğimize delalet etmiş olur. Hazret-i Peygamber, sözü geçen bu faydalardan herhangi birisi sözkonusu olmaksızın köpek barındıranın ecrinin eksileceğini belirtmiştir. Bu ise, köpeğin müslümanları korkutmasından, havlamasıyla onları şaşırtmasından dolayı olabilir. Nitekim, Basralı şairlerden birisi, Ammar'ın yanına misafir olarak konaklamıştı. Köpeklerinin havladığını işitmiş ve bunun üzerine şöyle demişti: "Biz, Ammar'a konuk olduk. O da köpeklerini kışkırttı üzerimize Az kalsın iki evi arasında (onlar tarafından) yenilip bitirilecektik Arkadaşlarıma gizlice dedim ki: Bugün(ün eziyeti) mi daha uzun, yoksa kıyâmet günü mü?" Köpek barındırmanın yasaklanış sebebi, meleklerin eve girmelerine engel olmaları, yahut -Şâfiî'nin görüşüne göre- necis olmaları veya fayda sağlamayan herhangi bir şeyi edinmeye dair yasağın kapsamına girmesi dolayısıyla da olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İki rivâyetten birisinde "iki kırat" denilirken, diğerinde "bir kırat" denilmektedir Bundan dolayı âyetin, biri diğerinden daha fazla eziyet verici iki tür köpek hakkında olması muhtemeldir. Hazret-i Peygamberin öldürülmesini emrettiği ve öldürülmelerini yasaklaması esnasında istisna edilenlerin arasına sokmadığı siyah köpek gibi. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki noktalı (benekli) simsiyah köpeği öldürmeye bakınız. Çünkü o bir şeytandır." Müslim, Müsakaat 47; Müsned, III, 333; Ayrıca bk: Ebû Dâvûd, Edahi 21; Tirmizî, Sayd 16; Nesâî, Sayd 10; İbn Mâce, Sayd 2; Dârimî, Sayd 3; Müsned, III, 333, IV, 85, V, 54, 56, 57, 158. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu farklılığın, köpeğin beslendiği yerlerin farklı olması dolayısıyla olması da muhtemeldir Mesela, Mekke veya Medine'de köpek barındıranın ecrinden iki kırat, başka yerlerde barındıranın ecrinden bir kırat eksilmesi de mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Barındırılması mubah olan köpeklere gelince, böyle bir köpeği barındıranın ecrinden -at ve kedi beslemek gibi- bir şey eksilmez. Böyle bir köpeğin alım ve satımı da câiz olur. Hatta Sahnûn şöyle demektedir: Böyle bir köpeğin satış bedeli ile hac dahi edebilir. Mâlik'e göre barındırılması mubah olan davar köpeği davarlarla birlikte gidip gelen köpektir. Evde hırsızlara karşı davarları koruyan köpek değildir. Ekin köpeği ise, gece ve gündüz vahşi hayvanlara karşı ekini koruyan köpektir. Hırsızlara karşı koruyan değil. Mâlik'in dışındaki ilim adamları ise, şehirden uzak yerlerde (badiyede.) davar, ekin ve ev hırsızlarına karşı köpek edinmeyi câiz kabul etmişlerdir. Bu âyet-i kerimede bilgili olanın, cahilin sahip olmadığı üstünlük ve fazilete sahip olduğuna bir delil vardır. Çünkü köpek eğitilip öğretildiği takdirde diğer köpeklere daha üstün olur. Buna göre ilim öğrenen insanın diğer insanlara üstünlüğü öncelikle sözkonusudur. Özellikle de bildikleriyle amel edecek olursa. Nitekim bu, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın dediği rivâyet edilen şu sözünü andırmaktadır: "Her şeyin bir kıymeti vardır Kişinin kıymeti ise, onun güze) bir şekilde yaptığı (ihsan ettiği) dir. 18- Allah'ın İsmini Anarak Avlanmak: Yüce Allah'ın: "Üzerine Allah'ın ismini anın" âyeti, besmele çekme emrini ihtiva etmektedir. Bu besmelenin eğitilmiş hayvanı avın üzerine gönderme esnasında çekileceği söylenmiştir. Böylelikle besmele çekmek hususunda avlanmak ile hayvan kesme arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar, el-En'âm suresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir. Burada besmele çekmekten kastın yerken besmele çekmek olduğu da söylenmiştir, ifadeden daha açıkça anlaşılan budur. Müslim'in Sahihinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ömer b. Ebi Seleme'ye şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Ey çocuk, Allah'ın ismini an, sağ elinle ye ve önünden ye" Buhârî, Et’ime 2; Müslim, Eşribe 107-109; Ebû Dâvûd, Et'ime 19; Tirmizî, Et’ime 47; İbn Mâce, Et'ime 8; Müsned, IV, 26. Hazret-i Huzeyfe yoluyla gelen hadiste de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Şüphe yok ki şeytan, üzerinde Allah'ın adının anılmaması sebebiyle yemeği kendisine helâl kabul eder " Müslim, Eşribe 102; Ebû Dâvûd, Et’ime 15; Müsned, V, 383, 398 Eğer yemeğin basında besmele çekmeyi unutacak olursa, sonrasında besmele çeksin. Nesâî, Umeyye b. Mahşîden -ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbındandı- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, besmele çekmeksizin yemek yiyen birisini gördüğünü, son lokmaya gelince: Başında da sonunda da bismillah dediğini, bunun üzerine de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Şeytan onunla yemeye devam edip durdu. Fakat besmele çekince yediklerini kustu." Ebû Dâvûd, Et’ime 15. Yüce Allah: "Ve Allah'tan korkun" âyeti ile, genel olarak Allah'tan korkmayı (takvayı) emretmektedir. Bu emrin yakın işareti ise, bu âyeti kerimenin ihtiva ettiği emirler ile ilgilidir. Hesabın çabucak görülmesi ise, yüce Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşatmış olması ve her şeyi sayısıyla tek tek bilmiş olması bakımındandır. O bakımdan O'nun, hesab edenlerin yaptığı gibi herhangi bir şekilde saymaya ve basamaklara ayırmaya kalkışmasına ihtiyacı yoktur. İşte bundan dolayı (bir başka yerde) şöyle buyurmaktadır; "Hesab ediciler olarak Biz yeteriz," (el-Enbiya, 21/47) Şanı yüce Allah, bütün mahlukatın hesabını bir defada görecektir. Bunun kıyâmet günü ile tehdit anlamına gelmesi ihtimali de vardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Şüphesiz, Allah'ın sizi hesaba çekeceği gün pek çabuk gelecektir. Çünkü kıyâmet günü pek yakındır. Hesap ile amellerin karşılığının verilmesini kastetmiş olması da muhtemeldir. Âdeta, dünya hayatında Allah'tan korkmadıkları takdirde çok çabuk ve pek yakında bir karşılık görmeyi (cezalandırmayı) hatırlatarak tehditte bulunmuş gibidir. 5Bugün size iyi ve temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan İffetli olanlar ile, sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetinizi korumanız, zina etmemeniz, gizli dost edinmemeniz ve mehirlerini vermeniz şartıyla- size helaldir. Kim Îmanı İnkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur. Ve o, âhirette en çok zarara uğrayanlardandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: 1- Temiz Şeylerin Helâl Kılınışı Ve Dînin Üstünlüğü: Yüce Allah'ın: "Bugün size iyi ve temiz olan şeyler helâl kılındı" âyeti, yani: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" ve "Bugün size iyi ve temiz olan şeyler helâl kılındı" takdirindedir. Burada "bugün" lâfzı, te'kid olmak üzere tekrar edilmiştir. Yani, kendilerine dair soru sorduğunuz iyi ve temiz peyler size helâl kılınmış bulunmaktadır. İyi ve temiz şeyler, esasen bu âyet-i kerimenin nüzulünden önce müslümanlara mubah kılınmıştı. Bu da onların Sorularına bir cevaptı. Çünkü: Bize helâl kılman şeyler nelerdir diye sormuşlardı. Âyette geçen: Bugün" ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağına işaret edildiği de söylenmiştir. Nitekim, bunlar filanın günleridir, denilmektedir. Yani, işte bu vakitler sizin üstün geldiğiniz ve İslâmın yayıldığı zamanlardır. İşte ben, bununla dininizi kemale erdirdim ve sizin için iyi ve temiz olan şeyleri helâl kıldım. Âyet-i kerimede, geçen: "İyi ve temiz şeyler: et'tayyibat" den bundan önce de söz edilmiş idi. Yüce Allah'ın: ' "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği de size helâldir" âyeti, mübteda ve haberdir. Yiyecek (et-Ta'âm), yenecek şeylerin adıdır, Kesilenler de bunlar arasındadır. Te'vil ilmînde ehil bir çok kimsenin görüşüne göre, burada bununla özel olarak kesilen hayvanlar kastedilmektedir. Onların yiyeceklerinden bize haram kılananlar ise bu hususta varid olmuş hitabın genel kapsamı içerisine girmemektedir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah: "Üzerinde Allah'ın ismi anılmamış olan şeylerden yemeyiniz" (el-En'âm, 6/121) diye buyurduktan sonra: "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir" âyeti ile bundan istisnada bulunmuştur. Bununla da yahudi ve hıristiyanın kestiğini kastetmektedir. Her ne kadar hıristiyan, kesim esnasında: Mesih adına, Yahudi de: Uzeyr adına diyorsa da bu böyledir. Çünkü, onlar esas itibari ile benimsedikleri dine göre kesmektedirler. Atâ der ki: Mesih adına dese dahi hıristîyanın kestiğini ye. Çünkü yüce Allah onların neler söylediklerini bildiği halde kestiklerini mubah kılmıştır, el-Kasım b. Muhaymere ise şöyle demektedir; Hıristiyan kimse, Sercis -onlara ait bir kilisenin adıdır- adına, diyecek olsa dahi onun kestiğini ye. Aynı zamanda bu, ez-Zührî, Rabia, Şa'bî ve Mekhul'ün de görüşüdür. Ashâb-ı kiramdan Ebû'd-Derdâ ve Ubade b. es-Samit'ten de bu görüş rivâyet edilmiştir. Bir kesim de şöyle demektedir: Sen, kitap ehline mensub kimsenin, yüce Allah'tan başkasının adına kestiğini işitecek olursan, sakın ondan yeme. Ashâb-ı kiramdan Ali, Âişe ve İbn Ömer bu görüştedir. Bur Tavus ve el-Hasen'in de görüşüdür. Onlar, yüce Allah'ın.: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, elbetteki bir fısktır" (el-En'âm, 6/121) âyetine dayanarak bu görüştedirler. Mâlik ise, bunu haram kılmaksızın: Ben bunu (bundan yemeyi) mekruh görüyorum, demekle yetinmiştir Derim ki: Kitap ehlinden olanın kestiğini yemenin câiz olduğunun ittifakla kabul edildiğini nakleden, sonra da bunu hayvanı keserken besmele çekmenin şart olmadığına delil göstererek şöyle diyen el-Kiyâ et-Taberî'nin şu sözleri gerçekten hayrete değer: "Şüphe yok ki, bunlar kestikleri hayvanlar üzerinde ancak Mesih ve Uzeyr gibi gerçek anlamda mabud olmayan ilâh edindikleri kimselerin ismini anarlar. Şayet gerçek manada ilâh olan Allah'ın adım anacak olsalar dahi onların bu amslan, ibadet suretiyle olmaz. Bir başka şekilde olabilir. İbadet suretiyle olmaksızın Allah'ın ismini şart koşmak ise, aklen kavranılabilecek bir şey değildir. Kâfirin, Allah'ın ismini anması ile anmaması ise -kendisinden ibadet kastı tasallallahü aleyhi ve sellemvur olunamayacak olursa- aynı seviyededir. Diğer taraftan hıristiyan, ancak Mesih adım anarak keser. Yüce Allah da mutlak olarak (kayıtsız ve şartsız bir şekilde) onların kestiklerinin helâl olduğuna hüküm vermiştir. İşte bunda, besmele çekmenin –Şâfiî’nin de dediği gibi- asla şart olmadığına dair bir delil vardır" Bu hususta ilim adamlarına ait değişik görüşler, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm sûresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir. 3- Kitap Ehlinin Kesim Hayvanları Dışında Kalan Yiyecekleri: Meyve ve buğday gibi ayrıca bir çabayı gerektirmeyen yiyecekler kabilinden olup, şer'î kesime gerek duymayan (kitap ehlinin) yiyeceklerinin yenilmesinin câiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, herhangi bir kimsenin bunları mülk edinmesinin bunlara bir zararı olmaz. Bir çaba sonucu elde edilen yiyecekler ise iKi türlüdür. Birincisi din ile bir ilgisi bulunmayan ve bir yapını çabası sonucu ortaya çıkan, undan yapılan ekmek, yağ çıkarmak ve benzeri şeylerdir. Eğer, zımmiye ait bu gibi yiyeceklerden uzak durulursa, bu sadece tiksinti duyulduğu için uzak kalınacak türden kabul edilir. İkincisini ise, din ve niyeti gerektiren sözünü ettiğimiz şer'î tezkiye. Kıyas, onların kestiklerinin câiz olmamasını gerektirir. -Nitekim bizim, onların Allah tarafından kabul edilebilecek bir namazları ve bir ibadetleri olmaz dememiz de böyledir.- Ancak, yüce Allah, onların kestikleri hayvanlar hususunda bu ümmete ruhsat vermiş ve -böylelikle daha önce İbn Abbâs'ın görüşünü nakledilirken de belirtildiği üzere- nass ile de bunu kıyasın kapsamı dışına çıkarmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Kitap Ehlinin Kesiminin Hükme Etkisi: Kitap ehlinin şer'î usule uygun kesimleri, kendileri için haram kılınmış olan şeylerde etkili olur mu, olmaz mı hususunda ilim adamlarının farklı iki görüşü vardır. Cumhûr, kendileri için helal olanda da olmayanda da kesilen hayvanın tümünde bu kesimin etkili olacağını kabul etmektedir Çünkü, şer'î usule uygun bir şekilde kesilmiştir. Bir gurup ilim ehli ise şöyle demektedir. Onların kestiklerinden bize helal olan, yalnızca onlar için helal olandır. Çünkü, onlar için helal olmayan şeylerde onların şer’î usule uygun kesimlerinin etkisi olmaz. O bakımdan bu kanaate sahip olan ilim adamları, kitap ehlinin kestiklerinden diğerleri sırtına yapışık olan ile safi yağların yenilmesini câiz kabul etmezler. Âyet-i kerimedeki "yiyecek (et-Taam)" lâfzını, kesilen hayvanın bir bölümü hakkında münhasır olarak kabul etmişlerdir. Birinci kesim ise bu lâfzı (bizim için) yenilebilen bütün şeyler hakkında umumu üzere kabul etmiştir. Bu görüş ayrılığı Mâliki mezhebinde sözkonusudur. Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Mâlik, yahudîlerin iç yağlan ile kestikleri develeri yemeyi mekruh görmektedir, İlim adamlarının çoğunlulğu ise bunda herhangi bir sakınca görmemektedirler. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle, En'âm sûresinde (6/146. ayetin tefsirinde) gelecektir. Mâlik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- müslümanın kestiği bulunurken onların kestiklerini yemeyi mekruh kabul ederdi. Aynı şekilde onlara (kitap ehline) kestiklerini satacakları pazarlarının olmasını da mekruh görmüştür. Bu görüş onun, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bir tenezzühüdür (Şüphelerden dahi uzak durmak isteme eğilimidir). Mecusîlerin kestiklerine gelince, ilim adamları -istisnalar hariç- onların kestiklerinin yenilmeyeceğini ve onların kadınları ile evlenilemeyeceğini icma ile kabul etmişlerdir Çünkü ilim adamlarınca meşhur kabul edilen görüşe göre mecusîler kitap ehli olan kimseler değildir. Bununla birlikte kestiklerinden olmadığı ve şerl kesime gerek bırakmadığı sürece, müşrikler ve puta tapıcılar gibi kitabı olmayanların yiyeceklerini yemekte mahzur yoktur. Bundan tek istisna ise, ölmüş hayvanın (oğlakların) bağırsaklarından alınan maya ile yapılan peynirdir. Çocuğun babası mecusı, annesi kitap ehli ise, Mâlike göre çocuk babasının hükmünü alır. Mâlik'ten başkalarının görüşüne göre ise, eğer ebeveyninden sadece birisinin kestiği yenmeyen kimselerden ise, kestiği yenilmez. 6- Sonradan Yahudi Ve Hıristiyan Olanların Durumu: Tağliboğulları hıristiyanları ile, sonradan yahudi ve hıristiyanlığa girmiş herkesin kestiklerine gelince, Ali (radıyallahü anh) Arap oldukları için Ta ğliboğull arının kestiklerini yemeyi yasaklıyor ve: Bunlar hıristiyanlık adına şarap içmekten başıma birşeye sahiplenmemislerdir, diyordu. Bu ayru zamanda Şâfiî'nin de görüşüdür. Buna göre, aralarından gerçekten hıristiyan olan kimselerin kestiklerini yemeyi yasaklamıyor demektir. Ümmetin Cumhûru ise, şöyle demektedir: İster Tağliboğullarından olsun, ister başkalarından olsun, her hıristiyanın kestiği helaldir. Yahudi de böyledir. İbn Abbâs ise, yüce Allah'ın: "İçinizden kim onları veli edinirse muhakkak o da onlardandır" (el-Maîde, 5/51) ayetini delil göstermekte (ve şöyle demekte)dir: Şayet Tağliboğullarının hırıstiyanlıkları, yalnızca onları veli edindiklerinden ibaret olsaydı dahi, yine de onların kestikleri yenilirdi. 7- Kâfirlere Ait Kap Kaçakların Kullanılması: Altın, gümüş yahut domuz derisinden yapılmış olmadıktan sürece bütün kâfirlere ait her türlü kapkacakda yemek de, içmek de, yemek pişirmek de yıkanılıp kaynatıldıktan sonra bir mahzur yoktur. Çünkü, kâfirler necasetlerden sakınmazlar ve meyteleri yerler. Bu gibi kapkacaklarda pişirdikleri takdirde bu kapkacaklar necis olur. Hatta bu necasetler, topraktan yapılmış tencerelerin bazı bölümlerine dahi sirayet edebilir. İşte bundan sonra bu gibi kapkacaklarda yemek pişirilecek olursa, onlarda ikinci defa olarak pişirilen yiyeceklere bu necaset parçacıklarının karışması tehlikesi onaya çıkar O halde vera’lı hareket etmek bunlardan uzak durmayı gerektirir. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eğer kap, bakır veya demirdense yıkanılır Şayet çömlek türünden ise, ona su konularak kaynatılır, sonra da yıkanılır. (Tabi bu, böyle bir kaba ihtiyaç duyulacak olursa böyledir). Mâlik de bu görüştedir. Yemek pişirmekten başka bir maksat için kullandıkları kaplara gelince, bunları yıkamaksızın kullanmakta bir beis yoktur. Çünkü, Dârakutnî'nin Hazret-i Ömer'den rivâyetine göre o, hıristiyan bir erkeğin evinden hıristiyan bir kadına ait (tahta veya fil dişinden yapılmış) bir kabdan abdest almıştır. Dârakutnî, 1,32. Sahih olan da budur ve buna dair yeterli açıklamalar el-Fûrkan suresinde (25/48. ayet, 5- başlıkta) gelecektir. Müslim'in Sahih'inde de Ebû Sa'lebe el-Huşenî yoluyla gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a vardım ve dedim ki: Ey Allahın Rasulü, bizler, kitap ehlinden bir kavmin topraklarında bulunuyoruz. Onların kapkacaklarında yeriz, Yine bizim topraklarımız av topraklarıdır. (Kimi zaman) yayımla avlanırım, kimi zaman da eğitilmiş köpeğimle avlanırım. Eğitilmemiş köpeğimle avlandığım da olur. Şimdi sen bana, bunlardan bizlere neyin helal olduğunu bildir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizin kitap ehlinden bir topluluğun topraklarında bulunuşunuza dair söz ettiğine gelince, onların kaplarından yemek yiyebilirsiniz. Eğer kaplarından başkalarını bulabilirseniz, onlara ait kaplarda yemeyiniz. Şayet başkalarını bulamayacak olursanız. Onların kaplarını önce yıkayınız, sonra da o kaplarda yemek yiyebilirsiniz..." Buhârî, Zebâih 4, 10, 14- Müslim, Sayd B; Ebû Dâvûd, Et'ime 45; Tirmizî, Sayd 1, Et'ime 7, Siyer 11; İbn Mâce, Sayd 3; Dârimî, Siyer 56; Müsned, H, 184, IV, 193, 194, 195. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü nakletti. 8- Kitap Ehli Bizim Yiyeceklerimizi Yiyebilir: Yüce Allah'ın: "Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir" âyeti onların, şeriatimizin tafsili hükümleri ile de muhatap olduklarına bir delildir. Yani onlar, bizden et satın alacak olurlarsa, o eti yemek onlara helâl olduğu gibi, karşılığında onlardan alman bedel de bizim için helâldir. 9- İffetli Mü’min Kadınlar Ve Kitap Eklinin Kadınları: Yüce Allah'ın: 'Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile, sizden Önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar... âyetinin anlamına dair açıklamalar, daha önce gerek el-Bakara sûresinde (2/221. ayetin 1, başlığında ve devamında) gerekse en-Nisa sûresinde (4/24. ayet 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. İbn Abbâstan yüce Allah'ın: "Sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar" âyeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu âyet, dar-ı harpteki kitap ehli kadınlar hakkında değil, antlaşmalı olan kitap ehli kadınları hakkındadır O takdirde bu âyet has olur. Başkaları ise şöyle demektedir: Âyeti kerimenin umumi oluşu dolayısıyla, kadın ister zımmi olsun, ister harbi olsun nikâhlauması caizdir, İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "İffetli kadınlar (el-Muhsanat)" iffetli ve akıllı kadınlar demektir. en-Nehaî der ki: Bundan kasıt, kadının iffetini koruması ve zina etmemesi, cünupluktan da yıkanmasıdır. en-Nehaî de bu kelimeyi "sad" harfini esreli olarak; (........) diye okumuştur. el-Kisâî de böyle okumuştur. Mücahid der ki: "İffetli kadınlardan kasıt, hür olan kadınlardır. Ebû Ubeyd der ki: O, bu görüşü ile kitap ehlinden olan cariyeleri nikâhlamanın helâl olmadığı kanaatini ifade etmektedir. Çünkü, yüce Allah'ın: "O halde, sahip olduğunuz mü’min cariyelerinizden,." (en-Nisa, 4/25) âyeti bunu gerektirmektedir. İşte, ileri gelen ilim adamlarının görüsü de budur. 10- Îmanı İnkâr Etmenin (Kâfir Olmanın) Cezası: Yüce Allah: "Kim imanı inkâr ederse" âyeti ile ilgili olarak şöyle denmiştir: Yüce Allah: "Sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar" diye buyurunca, kitap ehline mensup kadınlar dediler ki: Eğer yüce Allah bizim dinimizden razı olmamış olsaydı, bizimle evlenmeyi size mubah kılmazdı. Bunun üzerine: "Kim Îmanı inkâr ederse..." Yani, Muhammed'e indirilenlere kâfir olursa... âyeti nâzil oldu. "Amelî boşa gitmiş olur". İbn es-Semeyka; "Boşa gitti kelimesini, şeklinde "be" harfini üstün olarak okumuştur. Yine şöyle denilmiştir: Yerine getirilmesi gereken bir takım farz ve hükümler sözkonusu edilince, bu sefer bunlara muhalefete dair tehdit sozkonusu edildi. Çünkü, böylelikle bunlara riayet etmemeye dair yasak daha bir pekiştin lmektedir. İbn Abbâs ve Mücahidden âyetin anlamının şöyle olduğu rivâyet edilmiştir: Kim Allah'ı inkâr ederse., el-Hasen b. el-Fadl der ki: Eğer bu rivâyet sahih ise, bunun anlamı: Kim imanın Rabbini inkâr ederse şeklinde olur. eş-Şeyh Ebû'l-Hasen el-Eşarî der ki: Haşviye ve es-Salimiye'ye hüafen Allah'a "îman " ismini vermek câiz değildir. Çünkü îman , dan mastardır. Bunun ismi faili de "mü’min"dir. Îmanı tasdikin kendisidir. Tasdik ise ancak söz ile olur. Şanı yüce Allah'ın ise söz olması düşünülemez. 6Ey îman edenler, namaza kalkacağınız kaman yüzlerinizi ve dirseklerle beraber ellerinizi (kollarınızı) yıkayın. Başlarınıza mesh edin. Her iki topuğunuzla beraber ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz. Şayet hasta veya yolculukta iseniz yahut İçinizden biri ayak yolundan gelirse ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin. Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Ama, sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki, şükredesiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz iki başlık halinde sunacağız: el-Kuşeyrî ile İbn Atiyye, bu âyet-i kerimenin el-Mureysî gazvesinde gerdanlığım kaybeden Hazret-i Âişe hakkında nâzil olduğunu nakletmektedirler. Bu âyet-i kerîme aynı zamanda abdest ayetidir. İbn Atiyye der ki: Abdest daha önce onlar tarafından bilinen ve uygulanan birşey olduğundan dolayı, ayeti kerîme bu hususta âdeta onların abdeste dair bu âyeti tilavet etmelerinden başkaca bir şeylerini artırmamış gibidir. Bununla birlikte teyemmüm ile ilgili ruhsatı ve böyle bir faydayı da onlara vermiş olmaktadır. Bizler ise, en-Nisa sûresinde yer alan âyet-i kerimede (4/43- ayet, 20. başlıkta) bundan farklı bir husus zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu âyet-i kerimenin muhtevası, yüce Allah'ın (baştaraflarda) emretmiş olduğu akidlere ve şer'î hükümlere tamamıyle bağlı kalmak ile sözünü ettiği nimetin tamamlanması kapsamı içerisindedir. Çünkü böyle bir ruhsat da nimetin tamamlanması arasında yer alır. 2- "Namaza Kalkmak" İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri: İlim adamları, yüce Allah'ın: "Namaza kalkacağınız zaman" âyeti ile hangi mananın kastedildiği hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Bir kesim şöyle demektedir; Bu, -namaz kılmak isteyen kişi İster abdestli olsun, ister abdestsiz olsun-, her namaz kılmak isteme hali hakkında umumi bir lâfızdır. O bakımdan namaz kılmak isteyen herkesin abdest alması gerekmektedir. Nitekim Hazret-i Ali de böyle yapar ve bu âyet-i kerimeyi okurdu. Bunu, Ebû Muhammed ed-Dârimî, Müsned'inde zikretmiştir. Dârimî, Vudû' 3. Bunun bir benzeri İkrime'den de rivâyet edilmiştir. İbn Sîrin de der ki: Halîfeler her namaz için ayrıca abdest alırlardı. Derim ki; Bu açıklamalara göre âyet-i kerîme muhkemdir, bunda herhangi bir nesh sözkonusu değildir. Bir kesim de der ki: Bu hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hastır. el-Ğasîl diye bilinen Abdullah b. Hanzala b. Ebi Âmir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her namaz için abdest almakla emrolundu. Bu, kendisine ağır geldi. Sonra (her namazdan önce) misvak kullanması emr olundu ve hades hali müstesna abdest alma yükümlülüğü kaldırıldı. Alkame b. el-Feğvâ babasından -ki, o ashâb-ı kiramdandi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Tebuk'a giderken kılavuzluk yapmıştı- şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ruhsat bildirmek üzere indirilmiştir. Çünkü, Hazret-i Peygamber abdestsiz hiçbir iş yapmazdı. Kimse ile konuşmaz, kimsenin selamını almaz ve buna benzer hiçbir işi abdestsiz yapmazdı. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile Ona, abdestin diğer ameller bir yana yalnızca namaza kalkmak için sözkonusu olduğunu bildirdi. Bu manada ve daha kısa olarak: Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Dârimî, Tahâre 3; Müsned, V, 225. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerîme ile kastedilen fazileti elde etmek üzere her namaz için abdest almaktır. Bunlar, buradaki emri mendupluğa hamletmişlerdir. Aralarında İbn Ömer'in de bulunduğu birçok sahabe-i kiram bu fazileti ele geçirmek arzusuyla her bir namaz için abdest alırlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'yi fethettiği gün -ümmetine (bir abdestle birden çok farzı kılmanın mümkün olduğunu) beyan etmek arzusuyla, beş vakit namazı tek bir abdestle kıldığı güne kadar bu şekilde hareket ederdi. Derim ki, bu görüşün zahirine göre neshedici hükmün varid oluşundan önce her bir namaz için abdest almak vacip değil de müstehab idi. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü, emir varid olduğu takdirde vücubu gerektirir. Özellikle ashâb-ı kiram nezdinde bu böyledir. Çünkü onların yaşayışlarından bildiğimiz ve öğrendiğimiz budur. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Önceleri herbir namaz için abdest almak farzdı. Daha sonra bu, Mekke fethedildiği gün nesh olundu. Ancak bu, Enes yoluyla rivâyet edilen şu hadis dolayısıyla yanlıştır. Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her bir namaz için abdest alırdı. Onun ümmeti ise, böyle değildi. Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre, 44; Nesâî, Tahâre 101; İbn Mâce, Tahâre 72. Bu hadis ileride gelecektir. Yine Süveyd b. en-Nu'manın hadisi dolayısıyla da bu farzın nesh olduğu görüşünün yanlış olması gerekmektedir Süveyd b. en-Nu’man'ın rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (Hayber yakınlarında bir yer olan) es-Sahbâ denilen yerde iken aynı abdestle ikindi ve akşam namazlarını kıldı. Bu Hayber gazvesinde olmuştu. Buhârî, Vudû' 51; Muvatta’', Tahâre 20. Hayber gazvesi ise hicretin altıncı yılındadır. Yedinci yılında olduğu da söylenmiştir. Mekke'nin fethi ise sekizinci yılında olmuştur. Bu da Mâlikin Muvatta’''ında rivâyet ettiği sahih bir hadistir. Buhârî ve Müslim de bunu rivâyet etmiştir. Böylelikle bu iki Hadîs-i şerîfle Mekke'nin fethinden önce herbir namaz için abdest almanın farz olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Denilse ki: Müslim, Bureyde b. el-Husayb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın her bir namaz için abdest aldığını rivâyet etmektedir. Mekke fethedildiği gün ise, bütün (bir günün) namazlarını tek bir abdestle kıldı ve mestlerine mesh etti. Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Bugün daha önce yapmamış olduğun birşeyi yaptın? Hazret-i Peygamber: "Ben bunu kasten yaptım Ey Ömer" diye buyurdu. Müslim, Tahâre 86; Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre 45; Nesâî, Tahâre 101; Müsned, V, 350, 358. Peki, niye Hazret-i Ömer ona böyle bir soru sordu ve durumu öğrenmek istedi? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Ömer ona Hayber'de (ikindi ve akşamı tek abdestle kıldığı) namazından itibaren edindiği adete muhalefeti dolayısıyla bu soruyu sormuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Tirmizî de Enes'den rivâyet ettiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), abdestli olsun olmasın her namaz için abdest alırdı. Humeyd der ki: Enes'e sordum: Peki ya siz nasıl yapıyordunuz? Enes dedi ki: Bizler ise, bir tek abdest alırdık. (Tirmizî) dedi ki: Bu, Hasen sahih bir hadistir)- Az önce bu hadise ve kaynaklarına işaret edilmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Abdest üstüne abdest bir nurdur." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna göre herbir namaz için yeni bir abdest alırdı. Küçük abdestini bozarken, bir kişi kendisine selam verdiği halde teyemmüm edinceye kadar selamını almadı. Teyemmümden sonra selamını aldı ve: "Ben yüce Allah'ı abdestli olmaksızın zikretmekten hoşlanmadım" diye buyurdu. Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 8; İbn Mâce, Tahâre 27; Müsned, V; Dârakutnî, 1,121,123,177,197. es-Süddî ile Zeyd b. Eslem der ki: "Namaza kalkacağınız zaman" âyeti, yataklarınızdan, yani uykudan uyanıp kalktığınız zaman, anlamındadır. Bu tevile göre âyetin maksadı, bütün hades hallerini zikretmektir. Özellikle de hakkında bizatihi hades midir değil midir diye ihtilaf edilen uyku zikredilmiş olmaktadır. Bu açıklamaya göre âyet-i kerimede bir takdim ve tehir vardır ve ifadenin takdiri şöyledir: Ey îman edenler, uykudan uyanıp namaz için kalkacağınız vakit, yahut sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse, ya da kadınlara yaklaşmış -yani bundan kasıt küçük temas olan dokunmaktır- iseniz... yıkayınız. Böylelikle küçük hadesli olanın hükümleri tamamlanmış olmaktadır. Daha sonra da: "Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" diye buyurdu ki bu, bir başka hades türünün hükmünü ifade etmektedir. Bundan sonra ise her iki (küçük ve büyük) hades türü için de: "Şayet hasta veya yolculukta iseniz ve su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin" diye buyurulmuştur. Mâlik'in -Allah'ın rahmeti Üzerine olsun- arkadaşlarından Muhammed b. Mesleme ve başkaları da âyet-i kerimenin bu te'vilini benimsemişler ve bu doğrultuda görüşlerini ifade etmişlerdir. İlim ehlinin çoğunluğu ise şöyle demektedir: Âyetin manası: Sizlerhadesliolduğunuz halde namaza kalkacağınız zaman... Buna göre ise âyet-i kerimede herhangi bir takdim ve tehir yoktur. Aksine, âyet-i kerimede yüce Allah'ın: "Temizleniniz" âyetine kadar su bulanın hükmü ifade edilmekte ve "abdesısiz olduğunuz halde" ifadesinin kapsamına da küçük temas da girmektedir. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" âyeti de her iki hades türü ile ilgili olup su bulamayan kimsenin hükmü zikredilmektedir. Bu durumda da "kadınlara dokunmak" (yaklaşmak) cima demek olur. O bakımdan tıpkı su bulan kimse nasıl zikredîlmişse, su bulamayan cünubun da zikredilmesi kaçınılmazdır. Bu ise, Şâfiî'nin ve diğerlerinin te'vili (açıklaması) dır. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Abbâs, Ebû Mur sa el-Eş'arî ve bunların dışında birçok sahabinin görüşleri de bu doğrultuda gelmiştir. Derim ki: Bu iki tevil, âyet-i kerîme hakkında söylenenlerin en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "Kalkacağınız zaman" (namaz) kılmak istediğiniz zaman, demektir. Nitekim yüce Allah: "Kurban okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98) âyetinde, Kur'ân okumak istediğinde... demektir. Çünkü namaza kalkış halinde abdest almaya imkân yoktur. 3- Abdest Alırken Yüzü Yıkamak: "Yüzlerinizi yıkayın..." âyetinde yüce Allah dört organ zikretmektedir. Birisi yüzdür. Bunu yıkamak farzdır. Eller de aynı şekilde. Başın farzı ise ittifakla meshedilmesidir. Ayaklarda ise ileride geleceği üzere ihtilaf edilmiştir. Âyet-i kerimede bunların dışında herhangi bir organdan söz edilmemektedir. Bu ise, bunların dışında kalanların bir takım âdab ve sünnetler olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüzün yıkanması esnasında suyun yüze götürülerek elin de yüz üzerinde gezdirilmesi kaçınılmazdır. Bize göre yıkamanın gerçek mahiyeti budur. Biz, bu hususu en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 13. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Bizden başkaları ise şöyle demektedir: Abdest alanın yapması gereken şey, sadece suyu akıtmaktır. Eliyle ovalamak mükellefiyeti yoktur. Şüphe yok ki kişi, kendisini suya daldırsa ve beraberinde yüz ya da ellerini de daldırıp ovalamayacak olsa, onun hakkında yüz ve ellerini yıkadı denilir. Bilindiği gibi bu hususta ancak o iş için verilen ismin hasıl olmasına itibar edilir. Bu hasıl olursa yeterlidir. Sözlükte vech (yüz); muvaceheden alınmadır, Vech, bir takım azaları kapsayan eni ve boyu olan bir organdır. Onun uzunlamasına sının, alnın üst tarafının başlangıcı olup, çenelerin sonuna kadar devam eder. Enine sının ise iki kulak arasıdır Bu husus, tüysüz kimse hakkında böyledir. Sakallı kimse ise, eğer çeneleri sakalla kaplı bulunuyor ise, sakalı ya seyrektir, yahut sıktır. Şayet sakalı seyrek olup alttan teni görünüyor ise, suyun tene ulaştırılması kaçınılmazdır. Şayet sık ise, bu sefer farz -tıpkı başta bulunan saçta olduğu gibi- sakala intikal etmiş olur (yani sakalın yıkanması gerekir). Diğer taraftan sakalın çeneden arta kalan ve aşağı doğru sarkan bölümü ile ilgili olarak Sulınûn, İbnü’l-Kasım'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Mâlik'e: Sen ilim ehlinden herhangi bir kimsenin sakal yüzdendir, o bakımdan onun üzerinden su geçilmesi gerekir, diyen bir kimse işittin mi şeklinde sorulurken, şövle dediğini dinledim: Evet, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesi insanlarım yapmaları gereken bir iş değildir, dedikten sonra da bunu yapanı ayıpladı. Yine İbnü'l-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alan kişi, içine suyu sokmaksızın sakalının dış tarafını hareket ettirir. Devamla: Sakal tıpkı ayak parmakları gibidir, der. İbn Abdilhakem der ki: Sakalın hilallendirilmesi, abdest alırken de guslederken de vaciptir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, -hepsi de zayıf olan- çeşitli yollardan abdest alırken sakalını hilallediği rivâyet edilmiştir, İbn Huveyzimendâd da rukahâ, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesinin vacib olmadığı üzerinde ittifak ettiklerini nakletmektedir. Bundan tek istisna, Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edilen şu sözüdür: Kişi ne diye sakalları bitmeden önce sakalını (bittiği yeri) yıkıyor da, bu sakalı bitti mi orayı yakamıyor? Ve tüysüz kimse ne diye çenesini yıkıyor da sakalı olan kimse yıkamıyor? Tahavî der ki: Teyemmümde vacib olan yüzde tüyün bitiminden önce tenin mesh edilmesidir. Ancak tüyün bitiminden sonra bu, onların (fukahanın) hepsine göre de sakıt olur Abdestte de durum böyledir. Ebû Ömer der ki: Kim sakalın tümünün yıkanmasını vacib kabul ederse, sakalı da yüz gibi kabul etmiş olur. Çünkü vech (yüz) muvaceheden alınmıştır. Yüce Allah ise, sakallı ile sakalsız kimse arasında herhangi bir tahsise gitmeksizin mutlak bir emir ile yüzün (vechin) yıkanmasını emretmiş bulunmaktadır. O halde Kur'ân'ın zahirine göre sakalın yıkanması vacib olur. Çünkü sakal, (yüzde) tenin bedelidir. Derim ki: İbnül-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve ben de bu görüşteyim, demiştir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sakalını yıkardı. Bunu, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir. Böylelikle Hazret-i Peygamber, fiili ile muhtemel olan bir şeyi tayin etmiş olmaktadır, İbnü’l-Munzir de İshâk'dan kasten sakalını hilallendirmeyi terk edenin tekrar bunu iade edeceğini belirttiğini nakletmektedir. Tirmizî de Osman b. Affan (radıyallahü anh)'den rivâyet ettiğine göre, sakalını hilallendirirdi. Tirmizî dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tahâre 23; İbn Mâce, Tabire 50; Dârimî, Vudû' 33 Ebû Ömer der ki: Sakalın sarkan bölümünü yıkamayı vacib kabul etmeyen, yıkanması emrolunan asıl yerin ten olduğu görüşündedir. Dolayısıyla ona göre, tenin üstünde zahir olanın yıkanması vacib olmaktadır. Sakalın sarkan bölümünün altında ise, yıkanması icabeden herhangi bir yer yoktur. Dolayısıyla, sakalın (tenin üstünde kalan bölümünün) yıkanması ondan bedel olmaktadır. Yine fukahâ, favoriler ile kulak arasındaki bölümün yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vehb, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Sakal, saçının gerisinde kalan (ve tüy bitmeyen) çeneye kadar gelen bölüm yüzden değildir. Ebû Ömer ise der ki: Ben, İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyet ettiği görüşü çeşitli bölgelerde yaşayan fukahâdan herhangi bir kimsenin söylediğini bilmiyorum. Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki; Favoriler ile kulak arasında saç bitmeyen bölüm yüzdendir ve yıkanması vacibtir Şâfiî ve Ahmed de buna yakın görüş belirtmişlerdir. Saç bitmeyen bu bölümü yıkamanın müstehab olduğu da söylenmiştir İbnü'l-Arabî der ki; Bence sahih olan, o bölümü, sakalı olan kimse için değil de tüyü bitmemiş kimsenin yıkamasının gerektiğidir. Derim ki: Kadı Abdülvehhab'ın tercihi de budur. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi ise, bu bölüm hakkında muvacehe adının verilip verilmeyeceğinden kaynaklanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşte bu ihtimal dolayısıyla da yine fukahâ arasında yüzün yıkanma emrinin burnun ve ağzın iç tarafını kapsayıp kapsamadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Ahmed b. Hanbel, İshâk ve onlardan başkaları, abdestte de gusulde de bunun vacib olduğunu kabul ederler. Şu kadar var ki, Ahmed şöyle demektedir: Abdest alırken, burnuna su çekmeyi (istinşak) terkeden kimse, daha sonra bunu iade eder. Fakat mazmazayı (ağzına su verip çalkalamayı) terkeden kimse bunu iade etmez. Genel olarak fukahâ ise şöyle demektedir: İkisi de abdestte de gusulde de birer sünnettir. Çünkü emir, ancak zahiri kapsar, batını (gizli ve görünmeyen bölümü kapsamaz). Araplar ise, ancak muvaceher kapsamına giren şeyler hakkında veclı tabirini kullanırlar. Diğer taraftan yüce Allah bunları Kitabında zikretmiş değildir. Müslümanlar da bunları vacib görmediler ve herkes bu hususta da ittifak etmemiştir. Farz olan bir hüküm ise ancak bu yollardan birisi ile sabit olur. Bu kabilden açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde (4/43. ayet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Gözlere gelince, herkes icma ile gözlerin iç tararının yıkanmasının gerekmediğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki, Abdullah b. Ömer'den, gözlerine hafifçe su serptiği rivâyet edilmiştir. Bunları yıkamanın sakıt oluş sebebi ise, bundan dolayı rahatsızlanmak ihtimali ile bu işin zor oluşudur. İbnü'l-Arabî der ki: Bundan dolayı, Abdullah b. Ömer görmez olduktan sonra, gözlerini yıkardı. Zira bundan dolayı rahatsız olmazdı. Yüz ile ilgili bu hüküm Ger) böylece anlaşıldığına göre, herhangi bir sınırlama sözkonusu olmaksızın, yüz ile birlikte baştan bir bölümün yıkanması kaçınılmazdır. Nitekim başın tümünün mesh edilmesi ile birlikte belli bir miktar tayini sözkonusu olmaksızın yüzün de küçük bir bölümünün mesh edilmesinin vacib olduğunu kabul eden görüş de buna benzemektedir. Bu hüküm ise, usul-u fıkıhta bir kaideyi teşkil eden: "Kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir şey tıpkı onun gibi vacibtir" kaidesine dayanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İlim adamlarının Cumhûru, abdestte niyetin mutlaka gerekli olduğu görüşündedir Çünkü Hazret-i Peygamber: "Ameller ancak niyetler iledir" diye buyurmuştur. Buhârî, Bed'u Vahy 1, Îman 41, Nikâh 5, Talâk 11 v.s.,.; Müslim, İmare 155; Ebû Dûvûd, Talâk 11; Tirmizî Fedail-Cihâd 16; Nesâî, Tahare 59, Talâk 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zuhd 26; Müsned I, 25, 43. Buhârî der ki: Böylelikle îman , abdest, namaz, zekât, hac, oruç ve diğer ahkâm da bunun (hadisin) kapsamına girmektedir. Yüce Allah da: "De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder" (el-İsra, 17/84) diye buyurmaktadır ki, bu da niyetine göre hareket eder, demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Fetihten sonra hicret yoktur. Fakat, cihad ve niyet vardır" diye buyurmuştur. Buhârî, Îman 41. "...Fakat cihad ve niyet vardır" hadisi ayrıca şuralarda yer almaktadır: Buhârî, Îman 41, Sayd 10, Cihâd 1, 27, 194, Cizye 22, Menâkıbul-Ensâr 45 Meğâzi 53; Müslim, İmâre 85, 86; Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Tirmizî, Siyer 32; Nesâî, Bey'at 15; Dârimî, Siyer 69; Müsned, I, 226, 266..., III, 32, 401, V, 187, VI, 137 Sâfiîlerden pek çok kişi ise niyete gerek yoktur, demektedir. Bu, Hanefîlerin de görüşüdür. Derler ki: Niyet, ancak bizatihi maksat olarak gözetilen ve başkalarına sebep teşkil etmeyen farzlarda vacibtir. Bir diğer fiilin sahih olması için şart olan amellere gelince, o fiili emreden âyet ile birlikte bir başka delalet olmadığı sürece, bizzat emrin kendisi ile o işte niyet icâbetmez. Tahâret ise şarttır Üzerinde namazın farz olmadığı bir kimseye taharet farzı da vacib değildir. Ay hali ve lohusa olan kadın gibi. Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ile, kimi Şâfiîler ise, yüce Allah'ın: "Namaza kalkacağınız zaman yüklerinizi... yıkayın" âyetini delil göstermişlerdir. Yıkama fiili vacib olduğuna göre, o Fiilin sahih olabilmesi için niyet de şart olur. Çünkü yüce Allah tarafından farz kılmak, Allah'ın emrettiği işin yapılmasını icabettirir. Buna göre bizler: Bunun için niyet vacib değildir diyecek olursak, yüce Allah'ın emrettiğini yapmak için bir maksat taşımanın onun için vacib olmadığını söylemiş oluruz. Bilindiği gibi serinlemek veya herhangi bir maksat için gusleden bir kimse, o vacibi eda etme maksadını gözetmiş değildir. Hadiste de abdestin (küçük günahlar için) keffaret teşkil ettiği sahih olarak sabit olmuştur. Eğer abdest, niyetsiz olarak sahih olur denilecek olursa, günahlara keffaret olmaz. Diğer taraftan yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Halbuki onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar ve hanifler olarak ibadet etmelerinden... başkasıyla emr olunmadılar." (el-Beyyine, 98/5) 5- Niyetin Takdim Ve Tehir Edilmesi: İbnü'l-Arabî der ki: Kimi ilim adamımız şöyle demektedir: Bir kimse gusletmek niyetiyle nehre gitmek üzere çıkarsa bu onun için yeterli olur. Şayet yolda iken niyeti kaybolacak (hatırından gidecek olursa) -ve eğer hamama gitmek için de yola çıkar, yolda da niyeti kaybolacak olursa- niyeti batıl olur. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî -Allah ondan razı olsun- der ki: Sıradan müftü geçinen kimseler, buna dayanarak şöyle demişlerdir: Namaz için niyet, bu konudaki her iki görüşe göre de uygun düşebilir. Ayrıca onlar, bu hususta zan ile yakin arasında herhangi bir fark gözetemeyenlerden bir nass da irad etmişler ve bunun şöyle dediğini nakletmişlerdir: Namazda niyetin tekbirden önce olması caizdir. Müftü ve müctehid olmak isteyip de Allah'ın başarı ihsan etmediği ve doğruya iletmediği böyle bir topluluğun Allah yardımcıları olsun, onların yaptıklarını herkes görüp de ibret alsın. Şunu bilin ki, -Allah'ın rahmeti üzerinize olsun- abdestte niyetin vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hususta Mâlik'in görüşü de farklı farklı gelmiştir. Bu konuda ittifak sözkonusu olmadığından dolayı, bazı yerlerde niyetin öne alınmasında müsamaha gösterilmiştir. Namaz hususunda ise, İmâmlardan herhangi bir kimsenin görüş ayrılığı yoktur. Ve namaz,' bizzat maksat olarak gözetilen aslî bir ibadettir. Üzerinde ittifak edilmiş maksat olarak gözetilen aslî bir husus, nasıl hakkında görüş ayrılığı bulunan ve asıl olmayıp tabi olan fer'î bir hususa hamledilerek aynı hükme tabi kabul edilebilir? Bu, aşırı ahmaklıktan başka bir şey olabilir mi? Oruca gelince, şeriat, oruç hakkında başlama vakti, gafil olunan (uykuda bulunulabilen) bir zaman olduğundan dolayı, niyetin başlama vaktinden öne alınmasını kabul etmekle bu husustaki zorluğu gidermiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" âyeti ile ilgili olarak, dirseklerin yıkanacak sınırlar içerisinde olup olmadığı hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, evet dahildir demektedir. Çünkü:... e, a kadar" edatından sonra gelen, eğer kendisinden öncekinin türünden ise kapsamına girer. Bunu Sîbeveyh ve başkaları söylemiştir. Bu husustaki açıklamalar, geniş bir şekilde açıklanmış olarak, el-Bakara sûresinde (2/187. ayet 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Dirseklerin yıkamanın kapsamına girmediği de söylenmiştir Bu husustaki her iki rivâyet de Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. İkincisi, Eşheb'e ait bir rivâyettir. İlim adamlarının çoğunluğu ise birinci rivâyeti kabul etmiştir, sahih olan da budur. Çünkü, Dârakutnî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldığında, suyu dirsekleri üzerinde gezdirirdi. Dârakutnî, 1, 83. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "...... a kadar", "birlikte : beraber" anlamındadır. Nitekim, Arapların: Küçük deve sürüsü küçük deve sürüsüne katılırsa, büyük bir sürü olur" demesine benzer. Yani, küçük sürü, küçük sürü ile beraber... demektir. Ancak, daha önce en-Nisa sûresinde (4/2. âyet, 4, başlıkta) açıkladığımız gibi, buna gerek yoktur. Çünkü, Araplara göre "el" tabiri ile parmak uçlarından kola kadar olan bölüm kastedilir. Yine "ayak" ile, parmaklardan baldırın dibine kadar olan bölüm kastedilir. O halde, dirsekler de "el" isminin kapsamı içerisine girmektedir. O bakımdan, şayet âyetin anlamı "dirseklerele beraber" şeklinde olsaydı, ayrıca bunun ifade ettiği bir mana olmazdı. Burada yüce Allah;... a kadar" diye buyurduğuna göre, yıkamanın sınırı olarak dirsekler tesbit edilmiş olmakta ve böylelikle dirseklerden tırnaklara kadar olan bölümün yıkanması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu, doğru ve yerinde bir sözdür, hem lügat hem de anlam itibari ile usule uygundur. İbnül-Arabî der ki: Bu meselenin kesişme noktasını, kadı Ebû Muhammed'den başka kimse anlamadı. O, şöyle demiştir: "Dirseklere kadar" âyeti ellerden yıkanmaksızın bırakılacak sınırı ifade etmektedir. Yoksa, onların yıkanacak olan sınırını değil İşte bundan dolayı dirsekler yıkamanın kapsamına girer. Derim ki: Sözlükte el ve ayak kelimeleri, bizim dediğimiz yerleri de kapsadığından dolayı, Ebû Hüreyre abdest alırken, ellerini yıkarken koltuk altlarına kadar ve ayaklarını yıkarken de bacaklarını da yıkar ve şöyle derdi: Ben, dostum (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Mü’minin (kıyâmetle) süsü, abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır" derken dinledim. Müslim, Tahâre 40; Nesâî, Tahâre 110; Müsned, II, 232, 371. Kâdı Iyâd ise der ki: Fakat insanlar, bundan farklı bir husus üzerinde icma etmişler ve abdestin sınırlarını aşmaması gerektiğini kabul etmişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Kim bundan fazlasını yaparsa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur" Nesâî, Tahâre 105; İbn Mâce, Tahâre 48. diye buyurmuştur. Ondan başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekildeki bir uygulama, onun (Ebû Hüreyre'nin) bir mezhebi (görüşü) idi ve bu onun tek başına kabul ettiği görüşlerden birisidir. Diğer taraftan o, bu uygulamayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nakletmeyip, bunu Hazret-i Peygamberin: "Sizler abdest dolayısıyla yüzleri, elleri ve ayakları nurlandırılacak olan kimselersiniz" Müslim, Tahâre 34'de bu lâfızla; yakın manalarda: Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, 35-39; Tirmizî, Cumua 74; Nesâî, Tahâre 110; İbn Mâce, Tahâre 6 v.s. hadisi ile kendisinin de zikrettiği gibi: "Kıyâmet gününde mü’minin süsü... ulaşır" hadisinden istinbat etmiştir. Yüce Allah'ın: "Başlarınıza mesh edin" âyetine gelince, en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 43. başlıkta) meshin müşterek bir lâfız olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Baş" İse, insanların zorunlu olarak bildiği ve yüzün de bir bölümünü teşkil ettiği organın tümünden ibarettir. Yüce Allah, abdestte onu zikredip yüzün ise muayyen olarak yıkanacağım belirttiğine göre, başın geri kalan bölümü de mesh için kalmaktadır. Eğer (yüzün) yıkanacağını sözkonusu etmemiş olsaydı, başın tamamını mesh etmek gerekirdi. Başın üzerinde saç bulunan bölümü de, göz, burun ve ağzın bulunduğu (yüz) bölümü de (mesh edilecekti). Mâlik, başın meshinin vücubu hususunda bizim zikrettiğimiz bu noktaya da işaret etmiştir. Kendisine, abdest alırken başının bir bölümünü mesh etmeyi terkeden kimse hakkında soru sorulunca, o şu cevabı vermiştir: Ne dersin, eğer yüzünün bir bölümünü yıkamayı terketmiş olsaydı, bu o kimse için yeterli olur muydu? İşte, bizim zikretmiş olduğumuz bu husus ile, kulakların baştan sayıldıkları ve onların da başın hükmünü aldıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Ve bu şu sözü söyleyen Zührî'nin kanaatine muhaliftir: Kulaklar yüzdendir ve yüzle beraber yıkanırlar. Yine şu sözleri söyleyen Şabî'nin kanaatine de muhaliftir; Kulakların karşıdan görünen bölümleri yüzdendir, arkalan ise baştandır. Aynı zamanda bu, el-Hasen ve İshâk’ın da görüşüdür, bunu İbn Ebi Hüreyre de Şâfiî'den nakletmiştir. İleride (el-Hasen ve İshâkın) bu husustaki delilleri gelecektir. Başa, baş (Re's) denilmesinin sebebi, yüksekliği ve onda saçın bitmesi dolayısıyladır. Dağ başı (radıyallahü anh'sü'l-Cebel) da burdan gelmektedir. Bizim "baş, bir takım organların tümünün adıdır" dememizin sebebi ise, Şairin şu beyiti (nde dile getirdiği anlam) dolayısıyladır: "Onlar başımı yüklenip götürdüklerinde -ki, başta benim çoğunluğum vardır- Kavuşma yeri geçilip sonra da beni götürseler..." 8- Baştan Mesh Edilmesi Gereken Miktar: Baştan meshedilecek miktarın tayini hususunda ilim adamlarının onbir ayrı görüşü vardır. Bunların üçü Ebû Hanîfeye, ikisi Şâfiî'ye, altısı da bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımıza aittir. Bunlardan sahih olan ise yalnızca bir tanedir. O da belirttiğimiz gerekçeler dolayısıyla genelinin meshedilmesinin vacib olduğudur İlim adamları icma ile başını tamamen meslı edenin güzel bir iş yaptığını ve yapması gerekeni de ifa etmiş olacağını kabul etmişlerdir. "Başlarınıza" âyetinin başındaki "be" harfi zaiddir Teblz (kısmilik bildirmek) için değildir. Manası; Başlarınızı mesnediniz şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Bu harfin burada gelmesi, yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi... meshediniz" (en-Nisa, 4/43) âyetinde teyemmüm ile ilgili olarak yer alması gibidir. Eğer, bu harfin ifade ettiği anlam, kısmîlik olsaydı, burada da bu kısmîlik anlamını ifade etmesi gerekirdi. Ve bu(radıyallahü anhda) kısmîlik ifade etmediği kesindir. Şöyle de denilmiştir: Bu harfin gelmesi, güzel bir mana ifade etmek içindir. O da şudur: Sözlükte yıkamak, kendisiyle yıkanılan bir şeyi de gerektirir. Meshetmek ise, sözlükte kendisiyle mesh olunan bir şeyi gerektirmez. Buna göre, eğer ("be" harfi olmaksızın): "Başlarınıza mesh ediniz" demiş olsaydı, el ile (eli) herhangi bir şey ile ıslatmaksızın başın üzerinde gezdirmek yeterli olacaktı. Bu harfin burada gelmesi, kendisiyle mesh olunacak şeyi İfade etmek içindir, o da sudur. Sanki; Ve su ile başlarınıza mesh edin buyurulmuş gibidir. Bu da lügatte, iki şekilde açıklanabilecek fasih bir söyleyiştir Ya Sîbeveyhin naklettiği şu beyit gibi kalb yoluyla bir söyleyiştin "Dudakları ak bir güvercinin, tüylerinin yanlarını andırmaktadır. Diş etlerini ise sanki sürme tozuna sürmüş gibidir." Sürme tozu ile mesh olunan, diş etleri olmakla birlikte (şair burada) bunu kalb ederek söylemiştir. Yahut da bu âyet, fiilde ortaklık ve nisbetinde eşitlik olmak üzere "be" ile kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi; "Onlar, geceleyin (kötülük yapmak için) yürürken salınan kirpileri andırırlar ki, kötülükleri Necran'a kadar ulaşmıştır; hatta Hecer'e. "Be" harfinin anlamı ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri bunlardır. Şâfiî ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Başlarınıza mesh edin" âyetinin, başın bir bölümü ile başın tamamını mesh ediniz anlamlarına gelme ihtimali vardır. Sünnet de bunun bir bölümünü mesh etmenin yeterli olduğuna delalet etmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başının üst tarafım mesh etmiştir. Bir başka yerde de şöyle demektedir: Denilse ki, teyemmüm ile ilgili olarak yüce Allah: "Yüzlerinizi mesnedin" diye buyurmaktadır. Peki, teyemmümde yüzün bir bölümünü meshetmek yeterli olur mu? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Teyemmümde yüzün mesh edilmesi, yüzün yıkanmasından bedeldir, O bakımdan yüzün yıkanması gereken yerlerinin tamamının mesh edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Başın meshedilmesi ise (bedel değil) bir asıldır. İşte aralarındaki fark budur. Bizim ilim adamlarımız İse, hadis ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap vermişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mazeret dolayısıyla bunu yapmış olabilir. Özellikle onun bu uygulaması, sefer esnasında olmuştur. Sefer ise, birtakım mazeretlerin bulunması muhtemel olan bir haldir. Acele ve kısadan kestirip atma zamanıdır. Birtakım meşakkatler ve tehlikeler dolayısıyla bir çok farizalar hazfedilir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber, sarığının üzerine meshetmedikçe, başının üst tarafına meshetmekle yetinmemiştir. Bunu da Müslim, Muğire b. Şu'be yoluyla rivâyet ettiği hadiste zikretmektedir. Müslim, Tahâre 81; Müsned, IV, 244, 248, 250, 251 Eğer başın tamamını meshetmek vacib olmasaydı, sangının üzerine ayrıca mesh etmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 9- Başa Kaç Kere Mesh Verilir: İlim adamlarının Cumhûruna göre, tam ve kapsamlı tek bir defa mesh etmek yeterli olur. Şâfiî ise der ki: Abdest alan kişi, başını üç defa mesh eder. Enes ile Saîd b. Cübeyr ve Atâ'dan böylece rivâyet edilmiştir. İbn Sîrin ise, başını iki defa mesh ederdi. Ebû Dâvûd der ki: Hazret-i Osman yoluyla gelen bütün sahih hadisler, başın bir defa meshedileceğine delalet etmektedir, Çünkü onlar, abdestin (diğer organların yıkanmasının) üç defa tekrarlanacağından söz etmekle birlikte, bu rivâyetlerde: "Ve başına mesnetti" demekte ve herhangi bir sayı da zikretmemektedirler. Ebû Dâvûd Tahâre 51, hadis no: 108. 10- Meshin Keyfiyeti ve Başlama Yeri; Başının meshedilmeye nereden başlanacağı hususunda (fukahâ) farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Başının ön tarafından meshetmeye başlar, sonra da ellerini başının arka tarafına doğru götürür, daha sonra ön tarafına tekrar geri getirir. Tıpkı, Müslim'in rivâyet ettiği, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste olduğu gibi. Buhârî, Vudû' 39, 42, 46; Müslim, Tahâre 18; Tirmizİ, Tahâre 24; Nesâî, Tahâre 11; Müsned, IV, 39. Şâfiî ve İbn Hanbel de bu görüştedir. el-Hasen b. Hayy ise şöyle derdi: Muavviz b. Afra’nın kızı er-Rubeyyi'in rivâyet ettiği hadise göre de başının arka tarafından başlar. Ancak bu, lâfızlarında ihtilaf bulunan bir hadistir ve bütün yollarıyla Abdullah b. Muhammed b. Akil'den gelmektedir. Hadis âlimlerine göre ise, kuvvetli bir hafız (belleyip) değildir. Bu hadisi, Ebû Dâvûd, Bişr b. el-Mufaddal'dan, o, Abdullah'tan, o, er-Rubeyyî yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Adan da ondan (Abdullah b. Muhammed b. Akil'den) o da er-Rubeyyi'den şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim yanımızda, abdest aldı. Başının tümünü, saçın bütün bitim yerlerinden itibaren dört bir yanından mesh etti. Ancak, saçın üzerinde bulunduğu halini değiştirmedi. Bu nitelikte bir abdest alma şekli, İbn Ömer'den de rivâyet edilmiş olup, bunda başının arka tarafından meshe başladığı da belirtilmektedir. Ebû Dâvûd, Tahâre 51, 128 ve 129 no'ltı hadisler-, ayrıca bk. Tirmizî, Tahâre 25, 26; İbn Mâce, Tahâre 52. Bu hususta en sahih rivâyet, Abdullah b. Zeyd'in rivâyetidir. Başın bir bölümünün meshini câiz kabul eden herkes, başın meshedilecek bölümünün ön tarafı olduğu görüşündedir. İbrahim ile en-Nehaî'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir Başının hangi tarafını meshedersen bu senin için yeterli olur. İbn Ömer ise, başın sadece tepe (bıngıldak) bölümünü meshetmekle yetinmiştir. Her iki elle bir arada mesh etmenin müstalısen olduğu hususu üzerinde de tek bir elle meshin de yeterli olduğu üzerinde de icma vardır. Bununla birlikte başın meshedilmesini gördüğü bölümünü mesh edinceye kadar tek bir parmakla mesheden kimse hakkında ise farklı görüşler vardır. Meşhur olan kanaate göre bunun yeterli olduğudur. Bu, Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür. Süfyan der ki: Başım tek bir parmak ile mesh edecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bunun yeterli olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu, mesh sünnetinin dışına bir çıkıştır, sanki bir oyun gibidir. Ancak, böyle bir şey hastalık zarureti dolayısıyla yapılacak olursa, bunun yeterli geleceği hususunda ihtilaf olmamalıdır. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed derler ki: Üç parmaktan daha az parmakla başın meshedilmesi yeterli değildir. Birinci defa meshetmenin Kur'ân nassı ile farz olduğu icma ile kabul edilmekle birlikte; ellerin başın saçları üzerinde geri getirilmesinin, farz mı, sünnet mi, olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhûr, bunun sünnet olduğu görüşündedir, farz olduğu da söylenmiştir. 11- Başını Meskedecek Yerde Yıkarsa: Abdest alan bir kimsenin, başını meshedecek yerde yıkaması, (hususu ile ilgili olarak) İbnü’l-Arabi şöyle demektedir: Bunun, o kimse için yeterli olacağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak, İmâm Fahru'l-İslâm eş-Şâşi, bize ders verdiğinde kendi mezheb âlimlerinden Ebû'l-Abbas b. el-Kâss'ın bunun yeterli olmayacağını söylediğini bize haber verdi. Ancak bu, yüce Allah'ın şu âyetinde yermiş olduğu ve şeriatı iptal eden zahire tabi olmak kabilinden fasid Dâvudî (Zahiriye) mezhebinden bir aşırılıktan başka birşey değildir; "Onlar, ancak dünya hayatının zahir kısmını bilirler" (er-Rûm, 30/7); "Yahut sözün zahirine göremi. " (er-Ra'd, 13/33) Yoksa, bu şekilde başını yıkayan bir kimse, emr olunduğu şeyi fazlasıyla yapmış olmaktadır. Denilse ki; Bu, kendisi ile ibadet olunan lâfzın kapsamı dışına çıkmış bir fazlalıktır O zaman şöyle deriz: Ancak, fiilin mahalline ulaştırılması hususunda ifade ettiği anlamın dışına çıkmamıştır. Aynı şekilde bir kimse, önce başını meshetse, sonra da başını tıraş edecek olsa, meshini iade etmekle mükellef değildir. 12- Başta Bulunan Diğer Organların Meshi: Mâlik, Ahmed, es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve diğerlerine göre, kulaklar başın kapsamı içerisindedirler. Ancak, bunlar için ayrıca su almak hususunda farklı görüşleri vardır. Mâlik ve Ahmed der ki: Başını mesh ettiği sudan ayrı olarak kulakları için yeni bir su alır. İbn Ömer'in yaptığı gibi. Şâfiî de suyun yenilenmesi hususunda böyle demiştir. Ayrıca der ki: Kulakların meshedilmesi, başlı başına bir sünnettir. Kulaklar, yüzden de değildir, baştan da değildir. Çünkü, ilim adamları, hacc sırasında kulaklar üzerinde bulunan saçı kestirmiyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ebû Sevrin bu husustaki görüşü Şâfiî'ninki gibidir. es-Sevrî ile Ebû Hanîfe der ki: Kulaklar, baş ile birlikte mesh olunurlar. Seleften bir topluluktan, ashâb ve tabiinden bu görüşün bir benzeri de rivâyet edilmiştir. Dâvud (ez-Zahirî) der ki: Kulaklarını meshedecek olursa, iyi bir şeydir, Meshetmezse de birşey gerekmez. Çünkü kulaklar Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmiş değillerdir. Ona şöyle denilir: -Önceden de açıkladığımız gibi- baş, zaten onları İhtiva etmektedir. Ayrıca, Nesâî, Ebû Dâvûd ve diğerlerinin kitaplarında sahih hadislerde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kulaklarının dış taraflarını da İç taraflarını da meshettiğini, parmaklarını kulaklarının deliklerine soktuğunu göstermektedir. Ebû Dâvûd, Tahflre 51; ayrıca bk. Nesâî, Tahâre 84, 85. Kulakların Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmemiş olması, onların mesh edilmesinin, yüz ve ellerin yıkanması gibi bir farz olmadıklarına delalet etmektedir. Mesh edilmeleri ise sünnet ile sabit olmuştur. İlim ehli, abdest alan bir kimsenin kulaklarını meshetmeyi terketmesini mekruh görürler ve böyle bir şeyi yapan bir kimsenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetlerinden birisini terkettiği görüşündedirler. Bununla birlikte -İshâk dışında- kulaklarına meshi iadeyi de vacib görmezler. İshâk ise der ki: Eğer kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa, (bu abdesti) onun için yeterli olmaz. Ahmed der ki: Kasten kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa (abdestini) tekrar iade etmesini müstehab görürüm. Mâlikin arkadaşlarından Ali b. Ziyad'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kim kasti olarak abdeşt yahut namaz sünnetlerinden birisini terkedecek olursa iade eder. Ancak fukahâya göre bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü, geçmiş âlimlerden (seleften) söyleyen bir kimse olmadığı gibi, bunun kıyas bakımından (aklî açıdan) kabul edilecek bir tarafı da yoktur. Durum böyle olsaydı, farz ve vacib olan bir şey diğerinden ayırt edilemezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Kulakların yüzden olduğunu kabul edenler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secde ettiği esnada söylediği sabit olan şu duasını delil gösterirler: Yüzüm, kendisini yaratan, ona suret veren, ona işitmek için kulaklar ve görmek için gözler bahşedene secde ediyor." Müslim, Salatul-Müsafirin 201; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Cumua 55, Deavüt 33; Nesâî, Tatbik 67-70; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 70. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber, işitmeyi yüze izafe etmiştir. Böylelikle onların da yüzün hükmünü almaları gerektiği sabit olmaktadır. Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde (Sünen'inde) Hazret-i Osman yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: Böylelikle o, kulakların iç ve dış tarafını bir defa mesh etti, sonra ayaklarını yıkadı, sonra şöyle dedi; Abdest hakkında soru soranlar nerede? İşte ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı bu şekilde abdest alırken gördüm. Ebû Dâvûd, Tahâre 51; Hadis kaynaklarında pekçok yerde geçen bu hadisin geçtiği yerler için bk. el-Mu'cemut Mufehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, VI, 236. Kulaklarının dış taraflarını yüz ile birlikte yıkar; iç taraflarını da baş ile birlikte mesheder, diyenler de yüce Allah'ın yüzü yıkamayı, başı da mesh etmeyi emrettiğini delil gösterirler. Buna göre, kulaklardan sana karşı görünenin yıkanması gerekir, çünkü o yüzdendir, sana karşı görünmeyenin de meshedilmesi icabeder Çünkü o baştandır. Ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, İbn Abbâs, er-Rubeyyi' ve diğerleri yoluyla rivâyet edilen hadislerde kulaklarının iç ve dış taraflarını meshettiğini belirten rivâyetler bunu reddetmektedir. Kulaklar baştandır, diyenler de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın es-Sunabihî yoluyla gelen hadisteki şu sözünü delil gösterirler; "Başını mesh ettiği takdirde günahlar başından -hatta kulaklarından çıkıncaya kadar- çıkar." Bu hadisi de Mâlik rivâyet etmiştir. Nesâî, Tahâre 85; İbn Mâce, Tahâre; Muvatta’'; Tahâre 30, 31. Yüce Allah'ın: "Ayaklarınızı da" âyetini Nafi', İbn Âmir ve el-Kisâî "lâm" harfini nasb ile; şeklinde okumuşlardır. el-Velid b. Müslim de Nafi'den bunu: şeklinde "lâm" harfini ötreli olarak okuduğunu rivâyet etmektedir. Bu aynı zamanda el-Hasen ve el-A'meş Süleyman'ın da kıraatidir. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Hamza ise, bu kelimeyi "lâm" harfini esreli olarak; şeklinde okumuşlardır. İşte ashâb ve tabiin de bu kıraatteki farklılığa göre farklı görüşlere sahiptirler. Bu. kelimenin "lâm" harfini üstün okuyan, bunda âmilin Yıkayın" âyeti olduğunu kabul etmiş ve ayaklar hakkında farz olan şeyin mesh değil de yıkamak olduğunu belirtmişlerdir. Cumhûrun ve ilim adamlarının büyük çoğunluğunun görüşü budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasından sabit olan da budur. Birden çok Hadîs-i şerîfte, onun söylediğinden de anlaşılması gereken budur. Nitekim Hazret-i Peygamber, topuklarını yıkamadıkları belli olan abdest almış bir topluluğu görünce, sesini çıkarabildiği kadar: "Ateşten çekeceklerinden dolayı topukların vay haline! Abdestinizi iyice alınız" diye yüksek sesle bağırmıştır. Buhârî, İlim 3, Vudû 27; Müslim, Tahâre 25-30; Ebû Dâvûd, Tahâre 46; Tirmizî, Tahâre 31; Nesâî, Tahâre 89; İbn Mâce, Tahâre 55; Muvatta’'', Tahâre 5; Müsned II, 193. Diğer taraftan yüce Allah, ayakların sınırlarını da tıpkı ellerde: "Dirseklere kadar" diye buyurduğu gibi, ayaklar hakkında da: "Her iki topuğunuza kadar" diyerek belirtmiştir. İşte bu, onların yıkanmalarının vacib olduğuna bir delildir. Bu kelimenin "lâm" harfini esreli okuyan kimse ise, bundaki âmili "başlarınıza" kelimesinin başında gelen "be" harfi kabul etmiştir İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamları ayakların yıkanmasının vücubunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ben, müslümanların takilılerinden Taberî ile onların dışında Rafızilerden başka bunu reddeden kimse bilmiyorum. Taberî de delil olarak bu "lâm" harfinin esreli kıraatine yapışmıştır. Derim ki: İbn Abbâs'tan ise: Abdest, iki yıkama ve iki meshdir dediği rivâyet edilmiştir. Yine el-Haccâc'ın, Ehvâzda hutbe irad edip abdesti söz konusu ederken şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayınız. Başlarınıza mesnediniz. Ayaklarınızı da (yıkayınız"). Çünkü Âdemoğlunun ayaklarından daha çok kirlenme ihtimali yüksek herhangi bir uzvu yoktur. O bakımdan ayaklarınızın iç tarafını, üstlerini ve topuklarım yıkayınız. Enes b. Mâlik bunu işitince şöyle dedi: Allah doğru söylemiştir. Haccac ise yalan söylemiştir. Yüce Allah ise: Başlarınıza mcshcdin. Ayaklarınızı da (mesh edin)" diye buyurmuştur Bu olayı rivâyet eden der ki: (Enes b. Mâlik) ayaklarını mesh ettiğinde onları ıslatırdı. Yine Enes'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Kur'ân mesh ile nâzil olmuş, sünnet ise yıkamayı emretmekle varid olmuştur. İkrime de ayaklarını mesh eder ve şöyle dermiş: Ayaklar hakkında yıkama söz konusu değildir. Onlar hakkında mesh nâzil olmuştur. Âmir en-Nehaî de der ki: Cibril meshi indirmiştir. Nitekim teyemmümde de yıkanması emr edilmiş organların mesh edilmesi istenmekte, mesh edilmesi emredilmiş olanlar ise bağışlanmaktadır. Katade de der ki: Allah, iki tane yıkama ve iki tane meshi farz kılmıştır. İbn Cerir et-Taberî, ayaklar hakkında farz olanın, yıkamak ile mesh etmekten birisi arasında muhayyerlik olduğu görüşündedir. Ve bu husustaki iki kıraati iki ayrı rivâyet gibi değerlendirmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenenlerin en güzellerinden birisi de şudur: Hem mesh hem de yıkamak birarada vacibtir. "Ayaklarınız" anlamına gelen kelimenin "lâm" harfini esreli okuyanların kıraatine göre mesh vacibtir, onu üstün okuyanların kıraatine göre ise yıkamak vacibtir Bu iki kıraat ise iki ayrı âyet durumundadır. İbn Atiyye der ki: "Lâm" harfini esreli okuyanlardan kimisi, ayaklar hakkında mesh etmenin onları yıkamak anlamında olduğu görüşündedir. Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü imeslıtI lâfzı müşterek bir lâfızdır. Hem "mesh" anlamında kullanılır, hem de "yıkamak" anlamında kullanılır, el-Herevî der ki: Bize el-Ezherî haber verdi. Bize, Ebû Bekr b. Muhammed b. Osman b. Said ed-Dârî haber verdi. Ebû Bekr, Ebû Hatîm'den, o, Ebû Zeyd el-Ensarî'den şöyle dediğini nakletti: Arapçada mesh, hem yıkamak, hem de meshetmek anlamına gelir. İşte bundan dolayı, abdest alıp da azalarını yıkayan kimse hakkında; "Temessüh etti" denilir. Yine yüce Allah seni günahlarından arındırsın ve yıkayıp temizlesin anlamında "mesh" kelimesi kullanılarak; denilir. Araplardan nakil yoluyla meshin yıkamak anlamına geldiği de sabit olduğuna göre, buradaki "lâm" harfinin esreli okunuşu ile kast edilen yıkamaktır, diyenlerin görüşleri tercihe değer olur, ağırlık kazanır. Bu tercih ise, mesh ve yıkama ihtimaline gelmeyen nasb kıraati sebebiyle ve yıkamayı tesbit eden hadislerin çokluğu ile, hadis İmâmlarının rivâyet ettiği, sayılamayacak kadar çok sahih haberlerde ayakları yıkamayı terk edenlere yapılan tehditlerle daha da ağırlık kazanır. Diğer taraftan baş hakkında mesh, ayaklardan önce mef'ûl olmak üzere yıkanan şeyler (eller ve ayaklar) arasına girmek suretiyle sırasını beyan etmek için girmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayınız, başlarınıza da mesh ediniz. Baş ayaklardan önce bir mef'ûl olduğuna göre, tilavette de onlardan öne gelmiştir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-. Yoksa baş, ayaklardan önce zikredildiği için abdestin sıfatı hususunda ayaklar onunla ortak özellikte olduklarından dolayı değildir. Âsım b. Küleyb, Ebû Abdurrahman es-Sülemi'den şöyle dediğini rivâyet e-der: Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bana: diye (ayaklarınızı da mesnedin anlamına gelecek şekilde lâm harfini esreli olarak) okudular. Bu sırada davacılar arasında hüküm vereh Ali (radıyallahü anh) bunu işitti ve: Ayaklarınızı da (yıkayın anlamına gelecek şekilde "lâm" harfini üstün olarak) diye düzeltti. İşte bu, (âmili itibariyle) mukaddem olan, söz ve söylenişi İtibari ile mualıher olan türdendir. Ebû İshâk, el-Haris'ten, o, Ali"(radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ayakları topuklara kadar yıkayınız. İbn Mes'ûd ile İbn Abbâs'tan da bu kelimenin "lâm" harfini nasb ile; Ayaklarınızı da (yıkayın), şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir. "Ayaklar" anlamındaki kelimenin "lân harfinin esreli okunuşu, ayakların kayıtlı olarak mesh edileceklerini belirtmek için gelmiştir. Bu kayıt da ayakların mestli olmaları halidir. Biz bu kaydı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan öğrenmiş bulunuyoruz. Zira, ayaklarında mest bulunmaksızın ayaklarını meshettiğine dair sahih bir rivâyet gelmiş değildir. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fiili ile hangi durumda ayağın yıkanacağını, hangi durumda da mesh edileceğini belirtmiş olmaktadır, da denilmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Denilse ki: Mestler üzerine mesh etmek el-Mâide sûresi ile (bu âyet-i kerimedeki bu kelimenin esreli okunuşu ile) nesh edilmiştir. Nitekim İbn Abbâs böyle demiş, Ebû Hüreyre ve Âişe neshi reddetmiş, Mâlik de pndan gelen bir rivâyete göre onu reddetmiştir. Şöyle cevap verilir. Bir şeyi bir kimse reddeder, ondan bir başkası da kabul ederse, reddedenin delili yok demektir Mestler üzerine mesh edileceğini ise, ashâbtan ve başkalarından pek çok sayıda kimse kabul etmiştir. el-Hasen der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından yetmiş kişi, mestler üzerine mesh ettiklerini bana nakletmişterdir. Hemmam'dan sahih nakil ile sabit olduğuna göre o şöyle demiştir Cerir, önce küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî devamla der ki: Bu hadis, (ilim adamlarının) hoşlarına giderdi. Çünkü Cerir'in İslama girmesi, el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra olmuştu. Hadis ve devamı için bk. Buhârî, Salât 25; Müslim, Tahâre 72; Ebû Dâvûd, Tahâre 60; Tirmizî, Tahâre 70; Nesâî, Tahâre 96; İbn Mâce, Tahâre 84. Bu ise karşı görüşü sallallahü aleyhi ve sellemunup da el-Vakidînin, Abdulhamid b. Cafer'den, onun babasından, Cerir'in Ramazan ayının onaltıncı gününde İslama girdiğini ve el-Mâide sûresinin İse Zülhicce ayında, arefe gününde nâzil olduğu şeklinde varid olan ve delil diye gösterdikleri bu rivâyeti reddeden açık bir nasstır. Çünkü onların naklettikleri bu rivâyet, oldukça vâhî (gevşek ve sağlam olmayan) bir rivâyet olduğundan dolayı sabit olamayan bir hadistir. el-Mâide sûresinden, arafe gününde nâzil olan daha önce de belirtildiği gibi: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim..." ayetidir. Ahmerî b. Hanbel der ki: Ben, mestler üzerine mesh hususunda Cerir'in rivâyet ettiği hadisi güzel buluyorum. Çünkü orîün İslama girişi el-Mâide sûresinin nâzil oluşundan sonradır. Ebû Hüreyre ve Âişe (radıyallahü anhüma)'dan gelen rivâyetler ise onlardan sahih olarak gelmiş değildir. Zira, Âişe'nin bu hususta herhangi bir bilgisi yoktu. Bundan dolayı Hazret-i Âişe bu hususta kendisine soru soran kimseyi Ali (radıyallahü anh)'a göndermiş ve ona havale ederek şöyle demiştir; Sen ona sor. Çünkü o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yolculuğa çıkardı... Müslim, Tahâre 85; Nesâî, Tahâre 99; İbn Mâce, Tahâre 86; Müsned, I, 96, 100, 113. İmâm Mâlik'ten gelen ve onun mestler üzerine meshi reddettiğine dair rivâyet ise münk,er bir rivâyettir ve sahih değildir. Sahih ise, onun ölümü esnasında İbn Nâfi'e söylediği şu sözlerdir: Ben, özet olarak kendim ayakları yıkama görüşünü alırdım. Bununla birlikte (mestler üzerine) ayaklarını mesh eden kimsenin yerine getirmesi gerekenler hususunda kusurlu davrandığı görüşünde de değildim. İşte Ahmed b. Hanbel de, İbn Vehb'in Mâlikten naklettiği: "Ben, mukimken olsun, yolculukta iken olsun mesh etmem" şeklindeki sözlerim buna göre yorumlamıştır. Ahmed der ki: Nitekim İbn Ömer'den de onun etrafındakilere mestlerine mesh etmelerini emrettiği halde, kendisinin mestlerini çıkartıp abdest alırken onları yıkadığını ve; "Abdest almak bana sevdirildi" dediği rivâyet edilmiştir. Buna yakın bir rivâyet Ebû Eyyub'dan da gelmiştir. Ahmed (radıyallahü anh) der ki: Her kim bunu (mestler üzerine mesh etmeyi). İbn Ömer, Ebû Eyyub ve Mâlik'in yaptığı şekilde terkedecek olursa, bu yaptığını reddetmem. Bununla birlikte de böyle birisinin arkasında namaz kılarız ve ayıplamayız. Ancak, bunu bir takım bid'at ehli kimselerin yaptığı gibi mestler üzerine meshi câiz görmediği için terketmesî hali müstesnadır, böyle birisinin arkasında namaz kılmayız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: şeklindeki üâm harfinin esreli okunuşu şeklindeki) kıraatin sadece lâfza atfedilip, manaya atfedilmemiş olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde yıkamaya delâlet eder. Çünkü, gözönünde bulundurulan manadır, lâfız değildir. Onun esreli okunuşu ise, Arapların yaptığı gibi, civar (yakınlık, komşuluk) dolayısıyla bir çerdir. Bu husus, Kurân-ı Kerîm’de olsun, başka yerlerde olsun varid olmuştur Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzerinize alevli ateş ve erimiş bakır bırakılır" (er-Rahmân, 55/35) şeklinde (ötreli olması gerekiyorken) esreli olarak okunmuştur. "Nûhâs : Erimiş bakır" kelimesini İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Mücâhid ve Ebû Amr esreli okumuşlardır. (Kurtubî, er-Rahmân, 55/35- âyetin tefsiri). Çünkü, bilindiği gibi nühâs, duman anlamındadır. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bilakis o, çok şerefli bir Kur'ân'dır. Levh-i mahfuzdadır" (el-Burûc, 85/21-22) şeklinde (son kelimesi) esreli olarak okunmuştur.evh"in sıfatı olarak cer ile okumuşlardır. Şair İmruu’l-Kays da der ki: "(Yağmur kendisini tepeden tırnağa kadar ıslatmış olduğu için babamız), İnsanlar arasında baştan aşağıya çizgili bir elbiseye bürünmüş yaşlı bir kimseye benziyordu.' Böylelikle o, mısraın son kelimesinin i'rabı merfu' olması gerekiyorken, civar dolayısıyla esreli okumuştur. Şair Züheyr de şöyle demektedir: "Zaman onu oyuncak etti ve değiştirdi onu Benden sonra önüne kattığı toprağı sürükleyip götüren rüzgârlar ve yağmurlar," Ebû Hatim der ki: Burada (yağmur anlamına gelen) son kelimenin merfu' olması gerekirdi. Ancak o, kendisinden önceki kelimeye civarı dolayısıyla esreli okumuştur. Nitekim Araplar şöyle der: Bu harab olmuş bir kertenkele deliğidir. Burada (harab olmuş anlamına gelen kelimeyi) merfu' olması gerekirken esreli okumuştur. Bu, el-Ahfeş ile Ebû Ubeyde'nin görüşüdür, en-Nehhâs ise bunu kabul etmez ve şöyle der: Bu büyük bir yanlışlıktır. Çünkü, civarın konuşmada kıyasa esas kabul edilmemesi gerekir. Çünkü bir yanlışlıktır, bu yanlışlığın (şiirdeki) benzeri ise "ikvâ"dır. İkva: Şiirin kusurlarından olup kâfiyeyi teşkil eden kelimelerin i'râbmın birbirinden farklı olması demektir. (İbn Manzfir, Lisanu'l-Arab, XV, 207-20,) Derim ki: Ayaklar hakkında farz olanın yıkamak olduğu hususunda hükmü kesinleştiren daha önce verdiğimiz açıklamalar ile, Hazret-i Peygamberin söylediği sabit olan: "Topukların ve ayakların iç taraflarının ateşten vay hallerine". Tirmizî, Tahâre 31; Müsned. IV, 191. âyetidir. Hazret-i Peygamber, yüce Allah'ın muradına muhalefet dolayısıyla bize ateşi hatırlatarak bizi korkutmaktadır. Bilindiği gibi, vacibi (Farzı) terkedenden başkası ateş ile azâb edilmez. Yine bilindiği gibi mesh etmek, uzvun tamamım kaplaması anlamına gelmez. Ayakların meshedileceğini söyleyenler, ayakların iç taraflarının değil de, üst taraflarının mesti edileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hadis-î şerif ile ayakların mesh edileceğini söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira, meshi kabul edenlere göre, ayakların iç taraflarının meşinle bir ilgisi yoktur. Ayakların iç taraflarına mesh ile değil, ancak yıkamakla ulaşılır İcma cihetinden bir diğer delil de şudur: Ayaklarını yıkayan bir kimsenin üzerinde vacib olanı yerine getirdiği ittifakla kabul edilmiş olmakla birlikte, ayaklarını mesh eden kimse hakkında bu açıdan ihtilaf etmişlerdir. O halde yakın (kesin) olan, hakkında ihtilaf edilen değil, icma ile kabul olunandır. Buyû'k bir çoğunluk, kâfenin kâffeden (yani mütevatir şekilde), onların da peygamberlerinden şunu naklettikleri sabittir: Hazret-i Peygamber abdest aldığı sırada bir iki ve üç defa -onları iyice temizleyinceye kadar- yıkardı. Daha önce yaptığımız açıklamalar ile birlikte ayakların yıkanacağına dair delil olarak bu kadarı yeterli görülmelidir. Böylelikle açıkça ortaya çıkmış oluyor ki, bu kelimenin lâm harfinin esreli okunuşunun da anlamı -Önceden de açıkladığımız gibi- mesh etmek değil, yıkamaktır. Ve yüce Allah'ın "Ayaklarınızı da (yıkayın)" âyetindeki amil, yüce Allah'ın; "Yıkayım" âyetidir. Araplar ise fiil, birden çok şeyler arasında yalnızca birisine ait olmakla birlikte bir diğer şeyi de o şeye atfedebılmektedir. Mesela, ekmek ve süt yedim denilir Bu da, ekmek yedim, süt içtim demektir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir: "Ben ona yem olarak saman ve soğuk su verdim. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Kocanı Savaşta gördüm ben Bir kılıç kuşanmış ve bir de mızrak. Bir diğeri de şöyle demektedir: "...Ve yavruladı İki vadinin etrafında Ceylanları ve Deve kuşları. Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Sütü çokça içen ve hurmayı ve keş'i." Bu ifadelerin takdiri ise (sırası ile) şöyledir: Ben ona yem olarak saman verdim ve ona su içirdim; Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olarak; vadinin iki tarafında Ceylanları yavruladı, Deve kuşları ise yumurtladı. -Çünkü Deve kuşları yavrulamaz, olsa olsa yumurtlar-; Süt içen ve Hurma ve keş yiyen... Bu durumda yüce Allah'ın: "Başlarınıza mesh edin... ayaklarınızı da (yıkayın)" âyetinde, lafzen meshe atıf olmakla birlikte, mana ciheti ile yıkamaya atıf olup, maksat ayakların yıkanmasıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah; "Her iki topuğunuza kadar..." diye buyurmaktadır. Buhârî şunu rivâyet eder: Bana Mûsa anlattı, dedi ki: Bize, Vuheyb Amr'dan -İbn Yahya- haber verdi, Amr babasından dedi ki: Ben, Amr b. Ebî Hasen'in, Abdullah b. Zeyd'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın abdesti hakkında soru sorduğuna şahit oldum. (Abdullah b. Zeyd) su dolu bir kab getirilmesini istedi. Onlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest alıcı gibi abdest aldı. Kaptan eline su boşalttı ve ellerini üç defa yıkadı. Daha sonra elini su kabına sokarak üç avuç alıp ağzını çalkaladı, burnuna su çekti ve sümkürdü. Sonra, elini (yine su kabına) sokarak üç defa yüzünü yıkadı. Sonra yine elini (kaba) sokarak üç defa (Buhârî'de iki defadır) dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Daha sonra yine elini (kaba) sokarak başını nıesh etti ve bir defa ellerini öne ve arkaya getirip götürdü. Sonra da ayaklarını topuklara kadar yıkadı. Buhârî, Vudu 39; Müslim, Tahâre 18; Nesâî, Tahâre 80; Dârimî, Vudû 21; Müsned, IV, 39. İşte bu Hadîs-i şerîf, yüce Allah'ın: "Başlarınıza mesh edin" âyetinde yer alan "be" harfinin zaid olduğunun delilidir. Çünkü, (hadis rivâyetinde) bu harfi kullanmaksızın "başını mesh etti" demiştir. Diğer taraftan başın meshi bir defadır. Müslim'in Sahih'inde bu husus, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste "ellerini ileri ve geri götürüp getirdi" sözünün açıklaması şöylece gelmiştir: (Meshetmeye) başının ön tarafından başladı ve sonra da ellerini kafasının arkasına kadar götürdü. Daha sonra da yine ellerini başladığı yere getirinceye kadar geri getirdi. Müslim, Tahâre 18. İlim adamları, "topuklar" hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhûr, ayağın her iki tarafında tümsekçe görülen iki kemik olduğu görüşündedir. el-Esmaî ise, insanların, topuk ayağın üst tarafındadır, şeklindeki sözlerini kabul etmez. Bunu es-Sıkah'la nakletmektedir. İbnü'l-Kasımın da böyle dediği rivâyet edildiği gibi, Muhammed b. el-Hasen de böyle demiştir. İbn Atiyye de der ki: Ben, herhangi bir kimsenin abdest sınırını buraya kadar kabul ettiğini bilmiyorum. Fakat Abdulvehhab "et-Telkin" adlı eserinde bu hususta karışık ve insanı tereddüde düşüren ifadeler kullanmıştır. Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Topukların, bacak ekleminin (ayakla) birleştiği yerdeki iki kemik olduğu hususunda farklı kanaat bildiren kimseyi bilmiyorum Taberî de Yûnus'tan, o, Eşheb'den, o, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdestin kendilerine kadar ulaştırılması gereken iki topuk, ayak ökçesinin karşısında bulunan ve bacağa bitişik (çıkıntı yapan) iki kemiktir. Yoksa topuk, ayağın üst tarafındaki çıkıntı değildir. Derim ki: Hem dilde, hem de Hazret-i Peygamberin sünnetinde sahih olan da budur. Çünkü, Arapçada topuk (el-Ka'b) kelimesi, yükseklik anlamından alınmıştır. Kâ'beye bu isim buradan verilmiştir. Memelerin tomurcuklanmasını ifade etmek için de bu tabir kullanılır. Kanalın ka'b'i, kanal borusu demektir. Her iki boğum arasındaki boruya da kab denilir. Teşbih yoluyla şeref ve şan hakkında da kullanılabilir Hadîs-i şerîfteki: "Allah'a yemin olsun ki, şan ve şerefin devamlı yüksek kalacaktır." Bu, Hazret-i Peygamberin Temimli Mahreme kızı Kayle'ye hitaben söylediği bir sözdür. (İbn Hacer, el-lsabe, VIII, 288). Sünnetten bu lâfzın topuk anlamına geldiğine dair delile gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Dâvûd'un en-Nu'man b. Beşir'den rivâyetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, ya saflarınızı dosdoğru yaparsınız, yahut da Allah kalpleriniz arasına ayrılık koyar" (en-Nu'man) dedi ki: Bunun üzerine baktım ki kişi, omuzunu arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının dizine, topuğunu (ka'b'ını) arkadaşının topuğuna (kab'ına) yapıştırıyor. Buhârî, Ezan 76; Ebû Dâvûd, Salat 93; Müsned, IV, 276. Akb ise, ayağın arka tarafında ökçe sinirinin altındadır. Ökçe siniri (ukûb) ise bacak ve ayağın eklem yeridir, Hazret-i Peygamberin ayak ökçesi ile bacağın arka tarafının birleştikleri kalınca (kıkırdakımsı) damarın "(ukrûb'un: ökçe sinirinin) ateşten dolayı vay haline" İbn Mâce, Tahâre 55; Müsned, II, 201, 471, III, 369, 393, VI, 40. diye buyurmuştur. Yani buralar yıkanmayacak olursa,. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Ayak topuklarının ve ayakların iç taraflarının cehennemden dolayı vay hallerine.". 15- Ayak Parmaklarının Arasını Yıkamak (Hilalleme): İbn Vehb, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alırken olsun, guslederken olsun, kişinin ayak parmaklarının arasını yıkamak yükümlülüğü yoktur. Zora koşmakta ve aşırıya gitmekte de bir hayır yoktur. İbn Vehb der ki: Ayak parmaklarının arasını yıkamak teşvik edilmiş bir husustur. El parmaklarının arasının yıkanması ise kaçınılmaz bir şeydir. İbnü'l-Kasım, Mâlik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ayak parmaklarının arasını hilallemeyene birşey gerekmez. Muhammed b. Halid, İbnül-Kasım'dan, o, Mâlik'ten bir nehirde abdest alıp ayaklarını hareket ettiren kimse hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Elleriyle ayaklarını yıkamadığı sürece bu kendisi için yeterli değildir. İbnü'l-Kasım da der ki: Ayaklarından birini diğeri ile yıkiyabilirse, bu da onun için yeterli olur. Derim ki: Sahih olan, ayağın diğer kısımlarında olduğu gibi, her iki ayağın (parmaklarının) arasını da yıkamadıkça bunun yeterli olmayacağıdır, Çünkü, nasıl ki el parmakları elden ise, bunlar da ayaktandırlar. El parmaklarının birbirlerinden rahat ayrılabilir olmalarıyla ayak parmaklarının birbirine bitişik olmalarına da itibar edilmez. Çünkü, kişi nasıl elinin tümünü yıkamakla emrolunmuş ise, ayağının da tümünü yıkamakla emr olunmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet olunduğuna göre, abdest aldığı vakit, serçe parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. Ebû Dâvûd, Tahâre 59; Tirmizî, Tahâre 30. Diğer taraftan, Hazret-i Peygamberin ayaklarını yıkadığına dair rivâyetler de sabit olmuştur. Bu rivâyetler ise umumu (parmak araları dahil olmak üzere tamamını) yıkamayı gerektirir. Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ömrünün sonlarında, ya serçe parmağıyla veya herhangi bir parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. Buna sebep ise, İbn Vehb'in kendisine, İbn Lehîa'dan, el-Leys b. Sa'd'ın da Yezid b. Amr el-Gıfarî'den, o, Abdurrahman el-Hubullîden, o, el-Müstevrid b. Şeddâd el-Kureyşî'den naklettiği şu hadisi şeriftir. el-Müstevrid dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı abdest alırken gördüm. Serçe parmağı ile ayak parmaklarının arasını hilallerdi. İbn Vehb dedi ki: Mâlik bana, bu gerçekten güzel bir şeydir ve ben bunu ancak şu anda işittim, dedi İbn Mâce, Tahâre 54; Müsned, IV, 229 İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'e bundan sonra abdest alırken parmak aralarını hilalleme hakkında soru sorulduğunu ve bunun yapılmasını emrettiğini duydum. Huzeyfe de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Parmak aralarını hilalleyin (yıkayın) ki, onların aralarına ateş girmesin." Dârakutnî, I, 95. Bu ise, hilallemeyi terki tehdit hususunda açık bir nasstır. Böylelikle bizim dediğimiz sabit olmaktadır. Başarıya ulaştıran Allah'tır. 16- Abdest Fiillerini Ardı Arkasına Yapmak (Muvalât): Âyetin lâfızları, abdest azaları arasında muvalâtı (birini diğerinin ardı arkasına yıkamayı) gerektirmektedir Muvalât; abdest alan kimsenin abdest bölümleri arasında herhangi bir süre sokmaksızın, fiilleri ardı arkasına yapması ve abdestten olmayan bir fiili de araya sokuşturmaması demektir. Bu Hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır İbn Ebi Seleme ile İbn Vehb der ki: Bu, hatırında olsun veya olmasın abdest farzlarından bir farzdır. Her kim, kasti olarak ya da unutarak abdest azalarını (yıkamakta) birbirinden ayırırsa, bu onun için yeterli olmaz. İbn Abdilhakem ise, ister unutsun isterse de kasti olarak terketsin (muvalâtsız olarak) aldığı abdest onun için yeterlidir. Mâlik ise, el-Müdevvene ve Kitab-ı Muhammed'de şöyle demektedir: Muvalât sakıttır. (Yani, muvalât mükellefiyeti yoktur). Şâfiî de böyle demiştir. Mâlik ve İbnü'l-Kasım der ki: Kasti olarak ayrı ayrı yıkarsa, bu abdesti olmaz. Unutarak yaparsa olur. Mâlik, İbn Habib yoluyla gelen rivâyette şöyle demiştir: Muvalâtı terketmek, yıkanan abdest azaları hakkında olur, fakat meshedilen aza için yeterli olmaz. Bu hususta böylece beş ayrı görüş ortaya çıkmaktadır ki, bunların iki asli dayanağı vardır. Birincisi: Şanı yüce Allah mutlak bir emir vermiş bulunmaktadır. O halde sen, bu emirleri istersen peş peşe yerine getir, istersen ayrı ayrı yerine getir. Çünkü asıl maksat, namaza kalkmak esnasında bütün azaların yıkanmış olmasıdır. İkincisi ise, bu organları yıkamak değişik rükünleri olan birtakım ibadetlerdir. Namazda olduğu gibi bunların da ardı arkasına yapılması icabeder. Bu ise daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine âyet-i kerimenin lâfızları tertibi de ihtiva etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. el-Ebherî der ki: Tertip (âyette zikredilen sıraya uygun abdest almak) bir sünnettir. Mezhebin zahir görüşü, unutan kimse için sıralamayı bozarak abdest almanın dahi yeterli olacağı şeklindedir Kasten bu sırayı bozan hakkında ise farklı görüşler vardır. Bu şekilde sırayı bozması onun için yeterli olmakla birlikte, gelecekte tertibe uygun olarak abdest alır, denilmiştir. Kadı Ebû Bekr ve başkaları İse, böyle bir şekildeki abdest yeterli olmaz, demektedir. Çünkü böyle bir kişi, abes bir iş yapmaktadır. Şâfiî ve diğer arkadaşları da bu kanaattedir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ubeyd el-Kasim b. Sellâm, İshâk ve Ebû Sevr de bu görüştedir, Mâlik'in arkadaşı Ebû Mus'ab da bu kanaattedir ve bunu Muhtasar'ında zikretmiştir. Bunu, Medine âlimlerinden nakletmektedir ki, Mâlik de, abdest alırken ellerini (dirseklerine kadar) yüzünden önce yıkayıp âyet-i kerimedeki tertibe riayet etmeden abdest alan kimsenin, o abdest ile kılmış olduğu namazlan iade etmekle yükümlü olduğu hususunda Medine âlimleri ile aynı görüştedir. Bununla beraber Mâlik, kendisinden nakledilen rivâyetlerin çoğunda ve en meşhurlarında şu kanaattedir: "Vav" atıf edatı, arka arkaya yapmayı gerektirmediği gibi, tertibi ve sıralamayı da ifade etmez. Ebû Hanîfe'nin, arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, Evzaî'nin, Leys b. Sa'd'ın, Müzenî'nin ve Dâvud b. Ali'nin görüşü de budur. el-Kiya et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" âyeti, Şâfiî'nin mezhebinde sahih kabul edilen görüşe göre, ister ayrı ayrı yıkasın, ister bir arada yıkasın, ister peş peşe yıkasın yeterli olmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda bu, ilim adamlarının çoğunluğunun da görüşüdür. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Ancak Mâlik, daha sonra kılacağı namazlar için, sıraya uygun şekilde yeniden abdest almasını müstehab kabul etmekle birlikte böyle bir şeyi yapmanın vacib olduğu görüşünde değildir. Onun mezhebinden anlaşılan budur. Ali b. Ziyad da Mâlikten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir kimse, önce kollarını yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, daha sonra da sırasını hatırlayacak olsa, kollarını tekrar yıkar. Eğer namaz kılıncaya kadar bu sırayı hatırlamayacak olursa, abdestini de namazını da iade eder. Ali (b. Ziyad) dedi ki: Bundan sonra ise şöyle dedi: Hayır namazı iade etmez, fakat daha sonra kılacağı namazlar için abdestini tekrar eder. Bu husustaki görüş ayrılığının sebebine gelince, yüce Allah'ın: "Yıkayın" âyetindeki "fa" harfinin takibi gerektirdiği hususudur. Bu harf, bir şartın cevabı olarak geldiğinden dolayı, şart koşulanı bu şarta bağlamış olur. Buna göre, hepsinde tertibi gerektirmektedir. Buna şu şekilde cevap verilmektedir: Bu "fa" yüzden başlamayı gerektirmektedir. Zira, şartın cevabı budur. Hepsinde tertibi gerektirmesi ise, şartın cevabının tek bir mana olması halinde sözkonusu olurdu. Hepsi ayrı cümleler halinde bir cevap teşkil ettiklerine göre, artık hangisini yıkamaya başlarsan aldırma. Zira istenen şey, bu şartın cevabının gerçekleştirilmesidir. Şöyle de denilmiştir: Tertibe riayet âyeti kerimedeki atıf için kullanılan "vav"dan ötürüdür. Ancak durum böyle değildir. Zira, bir kimse, Zeyd ve Amr dövüştü. Bekir ve Halid davalaştı diyecek olursa, buradaki "vav" harfinin umüfâale" kipi dolayısıyla kullanılması, "vav"ın tertip (sıralama) için kullanılmasına imkârî vermez. Doğru olan şöyle demektir: Abdest azaları ile ilgili tertib dört husustan anlaşılmaktadır: 1) Hazret-i Peygamberin hacc esnasında: "Allah'ın kendisinden başladığından biz de başlarız" Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 38, Tefsir 2. Sûre 14; Nesâî, Hacc 168, 172; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimî, Menasik, 34; Muvatta’', Hacc 126. dediği şekilde, Allah'ın başladığı ile başlamak, 2) Selefin icmaı. Çünkü onlar tertibe riayet ediyorlardı. 3) Abdesti namaza benzetmek, 4) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hususa devam etmesi. Bunun (yani tertibe riayet etmemenin) câiz olduğunu kabul edenler cünupluk dolayısıyla organların yıkanması için tertibin gerekmediği hususunda icmaın bulunduğunu delil gösterirler. İşte abdest azalarını yıkamakta da durum böyledir. Çünkü, abdestte nazarı itibara alınan husus yıkamaktır. Sıraya göre başlamak değildir. Hazret-i Ali'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, abdestimi tamam aldıktan sonra azalarımdan hangisiyle başladığıma aldırış etmem. Dârakutnî, I, 89 Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ellerinden önce ayaklarını yıkamaya başlamanda bir mahzur yoktur. Dârakutnî der ki: Bu, mürsel bir rivâyettir, sabit olmaz. Dârakutnî, I, 89. Yine aynı yerde kaydedildiğine göre; Abdullah b. Mes'ûd'a; abdest alıp sol azalarını sağ azalarından önce yıkayanın abdestinin hükmü sorulmuş, o da; "Bir sakıncası yoktur" diye cevap vermiştir. Dârakutnî, bu rivâyeti de "sahih" diye nitelendirilmiştir. Evla olan ise tertibin vücubudur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 18- Abdest Almak Halinde Namaz Vakti Çıkacaksa: Abdestle uğraşmak halinde, eğer namaz vakti çıkacaksa, ilim adamlarının çoğunluğuna göre teyemmüm etmez. Mâlik; böyle bir durumda teyemmüm etmeyi câiz kabul eder. Çünkü teyemmüm asıl itibariyle namaz vaktini muhafaza etmek için gelmiştir Eğer böyle bir durum söz konusu olmasaydi, namazın suyun bulunacağı zamana kadar tehir edilmesi icabederdi. Cumhûr ise, yüce Allah'ın: "Su bulamamıssanız o vakit... teyemmüm edin" âyetini delil göstermişlerdir. Böyle bir kimse ise gerçekte su bulmaktadır. Dolayısıyla o, teyemmümün sahih olabilmesi için gerekli şarttan mahrumdur, o bakımdan teyemmüm edemez. Kimi İlim adamı bu âyet-i kerimeyi necasetin izale edilmesinin vacib olmadığına delil göstermiştir. Çünkü yüce Allah: "Namaza kalkacağınız zaman" diye buyurmuş ve istincadan söz etmeksizin abdest almaktan söz etmiştir. Eğer necasetin izale edilmesi vacib olsaydı, öncelikle ondan söz edilmesi gerekirdi. Bu, Ebû Hanîfe'nin, mezhebine mensup ilim adamlarının görüşüdür. Ayrıca, 'Eşheb'in Mâlik'ten yaptığı bir rivâyet de böyledir. İbn Vehb ise, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir; İster hatırlasın, ister unutmuş olsun necasetin izale edilmesi vacibtir. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin de görüşüdür. İbnü'l-Kasım der ki: Hatırlaması halinde izale edilmesi vacibtir. Unuttuğu takdirde ise, sakıt olur. Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer Bağlı dirhem bununla miskal şeklindeki büyükçe dirhemi kastetmektedir- miktarından fazla olursa, necasetin izale edilmesi icabeder. Ebû Hanîfe bunu, af olunan ve necasetin alışılmış çıkış yerine kıyasen söylemiştir. Sahih olan ise, İbn Vehb'in yaptığı rivâyettir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kabirdeki iki kişi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bu iki kişiye azap edilmektedir. Bununla birlikte büyük bir şeyden ötürü onlara azap edilmiyor. Bunlardan birisi laf alıp götürürdü. Diğeri ise, sidiğinden gereği gibi korunmuyordu." Nesâî, Cenâiz 116; İbn. Mâce, Tahare 19; ayrıca: Buhârî, Vudû’ 55, 56, Cenâiz 82, 83, Edeb 46, 49; Müslim, Tahâre 111; Ebû Dâvûd, Tahâre 11; Tirmizî, Tahâre 53; Nesâî, Tahâre 27, Cenâiz 116; İbn Mâce, Tahâre 26; Dârimî, Vudû' 61; Müsned, I, 226. Azap ise, ancak vacib olan birşeyin terkedilmesi dolayısıyla sözkonusu olur. Kur'ân-ı Kerîmin (bu âyetinin) zahirinde ise buna dair (aleyhte) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şanı yüce Allah, abdest ile ilgili âyet-i kerimede özel olarak abdestin niteliklerini beyan buyurmuş ve ne necasetin izale edilmesini, ne de başka herhangi bir şeyi sözkonusu etmiştir. 20- Mestler Üzerine Mesh Etmek; Ayeti kerîme aynı şekilde -açıkladığımız gibi- mestler üzerine meshe de delalet etmektedir. Bu hususta îmam Mâlik'ten üç rivâyet vardır: 1) Haricilerin söylediği gibi mutlak olarak mestin üzerine meshetmeyi kabul etmemek. Böyle bir rivâyet münker bir rivâyettir ve sahih değildir. Bu konudaki açıklamalar da önceden geçmiştir. 2) Mukimken değil de yalnızca yolculuk halinde iken meshetmek. Çünkü mesh ile ilgili hadislerin büyük çoğunluğu, yolculuk halinde varid olmuştur. 3) Ancak, Hazret-i Peygamber'in çöplükte abdest bozduğuna dair Hadîs-i şerîf, mukimken de meshin câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisi Müslim Hazret-i Huzeyfe yoluyla rivâyet etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Ben ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte yürüyorduk. Hazret-i Peygamber bir duvarın arka tarafında bulunan bir feavmin çöplüğüne gitti. Sizden herhangi biriniz nasıl ayakta dikiliyorsa öylece durdu ve küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştım. Bana işaret edince geldim ve topuğunun yanında işini bitirinceye kadar ayakta durdum. Buhârî, Vudû’ 60, öl, Mezâlim 27; Müslim, Tahâre 74; Nesâîr Tahâre 24; İbn Mâce, Tahâre 13; Dârimî, Vudû’ 9; Müsned, V, 394 Bir rivâyette de şu fazlalık vardır: Sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. Müslim, Tahâre 73; Ebû Dâvûd, Tahâre 12; Tirmizî, Tahâre 9; Nesâî, Tahâre 17, 24; Müsned, V, 402. Bunun bir benzeri de Şureyh b. Hâni yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîftir. Şureyh dedi ki: Ben, Âişe'ye mestler üzerine meshe dair soru sormak üzere gittim, şöyle dedi: Sen, İbn Ebi Talib'in yanına git. Ona sor. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte o yolculuk yapardı. Ona sorunca şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yolcu için, geceli gündüzlü üç gün, mukim için de bir gün ve bir gece (mesh etme süresi) tayin eni Müslim, Tahâre 89; Nesâî, Tahare 99; İbn Mâce, Tahâre 86; Müsned, I, 96, 100, 113. Bu ise Mâlik'ten gelen üçüncü rivâyettir ve buna göre hem mukimken, hem de yolculukta meslı ederdi. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Mâlik'e göre yolcu, belli bir vakitle sınırlı olmasızın mestlerine mesh edebilir. Aynı zamanda bu, el-Leys b. Sa'd'ın da görüşüdür. İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Bizim bu şehrimiz ahalisine göre bu hususta belli bir süre sözkonusu değildir. Ebû Dâvûd da Ubey b. Umare'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, mestler üzerine mesh edeyim mi? Hazret-i Peygamber: “Evet” diye buyurdu. Bir gün mü, diye sordu, Hazret-i Peygamber; “Evet bir gün”, diye buyurdu. Yine: İki gün mü, diye sordu, Hazret-i Peygamber: “Evet, iki gün” diye buyurdu. Peki, üç gün mesh edebilir miyim diye sorunca, Hazret-i Peygamber: “Evet istediğin kadar süreyle meshedebilirsin” diye buyurdu. Bir rivâyette de: "Evet, mesh etmek istediğin sürece meshedebilirsin " diye buyurdu. Ebû Dâvûd der ki: Ancak bu hadisin senedinde ihtilaf vardır. Pek kuvvetli değildir. Ebû Dâvûd, Tahâre 61. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, en-Nu'man (b. Sabit, yani, Ebû Hanîfe) ve Taberî der ki: Mukim kimse bir gün bir gece, yolcu olan da geceli gündüzlü üç gün mesh eder. Bu görüşlerini Şureyh yoluyla, ve onun benzeri yollarla hadislere binaen belirtmişlerdir. Mâlik'ten de Harun'a veya halifelerden birisine gönderdiği mektubunda bu görüş rivâyet edilmekle birlikte, Mâlik'in mezhebine mensup ilim adamları bunu kabul etmemektedirler. 22- Mestin Abdestli îken Giyilmesi Gereği: Hepsine göre mesh etmek, mestlerini abdestli olarak giyen kimse için mümkündür. Çünkü, Muğire b. Şube yoluyla gelen hadiste Muğire şöyle demiştir: Bir yolculukta, bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idim... Bu hadiste şunlar da zikredilmektedir: Onun mestlerini çıkarmak için eğildim, şöyle buyurdu: "Onları bırak. Çünkü ben, mestlerimi temiz iken (abdestli iken) giydim" dedi ve mestleri üzerine mesh etti. Buhârî, Vudû 49; Müslim, Tahâre 79; Ebû Dâvûd, Tahâre 60. Esbağ ise, Hazret-i Peygamber'in burada sözünü ettiği temizliğin (taharetin) teyemmüm olduğu görüşündedir. Bu kanaatini de, teyemmümün hadesi kaldırdığına dair görüşüne binaen söylemiştir. Dâvud ise İstisna olarak şöyle demiştir: Burada taharetten kasıt, yalnızca necasetten taharettir. Kişinin ayakları necasetten yana temiz ise, mestleri ferine mesh etmesi de câiz olur, Bu görüş ayrılığının sebebi ise, "taharet" isminin müşterek bir isim oluşudur. 23- Belikti Mest Üzerine Meşk Etmek: Mâlik'e göre, basit bir yırtığı bulunsa dahi mestin üzerine mesh etmek caizdir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bunun anlamı, yırtığın ondan yararlanmaya ve onu giymeye engel olmamasıdır. Benzeri bir yırtığı bulunan mestle yürümenin de mümkün olmasıdır. Mâlik'in bu görüşünün bir benzerini Leys, Sevrît Şâfiî ve Tabert de ifade etmiştir. Yine Sevrî ve Taberî'den, tamamı ile yırtık mestin üzerine meshin câiz olduğu görüşü de rivâyet edilmiştir el-Evzaî der ki: (Yırtık olan) mest üzerine de mesh eder, ayağın görünen kısmı üzerine de mesh eder. Bu, Taberî'nin de görüşüdür. Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer, ayağın görünen bölümü üç parmaktan az ise mesh edebilir. Üç parmağı görünüyor ise mesh edemez. Ancak bu konu ile ilgili tevkife (yani delile) gerek kılan bir sınırlandırmadır. Bilindiği gibi, ashâb-ı kiramın (Allah onlardan razı olsun) mestleri de onların dışında tabiinin mestleri de az miktardaki yırtıklardan kurtulamıyordu. Bu kadarı ise, onların Cumhûruna göre arTedilmiştir. Şâfiî'den de rivâyet edildiğine göre, eğer yırtık ayağın ön tarafında bulunuyor ise, mestin üzerine mesh câiz olmaz. el-Hasen b. Hayy de der ki: Eğer mestin açılan kısmını çorap örtmekte ise, mestin üzerine mesh edebilir. Şayet ayağın herhangi bir bölümü açığa çıkıyor ise mesh edemez. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, kalın olmaları halinde çoraplar üzerinde meshe dair kanaatine binaendir. Aynı zamanda bu, Sevrî, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür ki, bu husus bir sonraki başlığın konusudur. 24- Çoraplar Üzerine Mesh Etmek: Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre, çoraplar üzerine mesh, ancak bunların deri ile kaplanmış olmaları halinde câiz olur. Mâlik'in iki görüşünden birisi de budur. Mâlik'in bir başka görüşüne göre ise, deri ile kaplanmış olsalar dahi çoraplar üzerine mesh câiz değildir. Ebû Dâvûd'un Kitabında ise, Muğire b. Şube'den gelen rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı ve çorapları ve nalinleri üzerine mesh etti. Ebû Dâvûd dedi ki: Abdurrahman b. Mehdi bu hadisi nakletmezdi. Çünkü, Muğire'den bilinen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mestler üzerine mesh ettiğidir Bu hadis, Ebû Mûsa el-Eşarîden, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye de rivâyet edilmekle birlikte, pek kuvvetli de değildir, muttasıl da değildir. Ebû Dâvûd der ki: Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Mes'ûd, el-Berâ b. Azib, Enes b. Mâlik, Ebû Umame, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys, çoraplar üzerine mesh etmişlerdir. Bu husus, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Ebû Dâvûd, Tahare 62; ayrıca bk.: Tirmizî, Tahâre 74; İbn Mâce, Tahâre 88; Müsned, IV, 252. Allah hepsinden razı olsun. Derim ki: Nalinlere (ayakkabılara) meshe gelince, Ebû Muhammed ed-Dârimî Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Yûnus Ebû İshâk'tan haber verdi. Ebû İshâk, Abdu Hayr'dan dedi ki; Ben, Ali'yi abdest alıp nalinlere mesh ettiğini ve bunu geniş tuttuğunu gördüm. Sonra dedi ki: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı benim şu yaptığım gibi yaparken görmemiş olsaydım, şüphesiz ayakların iç taraflarının üst taraflarından mesh edilmeye daha bir lâyık olduğu görüşüne varırdım. Ebû Muhammed ed-Dârimî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu hadis, yüce Allah'ın: "Başlarınıza meshedin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın)" âyeti ile nesh olmuştur. Dârimî, Vudû'43. Derim ki: Ali (radıyallahü anh)'ın: "Ayakların iç taraflarının üst taraflarına göre mesh edilmeye daha lâyık oldukları görüşüne varırdım" şeklindeki sözünün bir benzerini mestler üzerine mesh hakkında da söylemiştir. Bunu Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den gelen bir söz olarak şöylece kaydetmiştir: Şayet din, görüş ile tesbit edilen bir şey olsaydı, mestin iç taraflarım mesh etmek üst taraflarını mesh etmekten daha evla olması gerekirdi. Ve ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı mestlerinin üst tarafını mesh ederken gördüm. Ebû Dâvûd, Tahare 63. Mâlik ve Şâfiî, iç taraftarına mesh etmeyip, mestlerinin üst tarafımmeshedenkimse hakkında; bu kadarı onun için yeterlidir, demişlerdir. Ancak Mâlik şunu da söyler: Kim bu şekilde mesh edecek olursa, vakit çıkmadan (kıldığı namazım) iade eder. Her kim mestlerinin iç taraflarım mesh edip, üst taraflarını mesh etmeyecek olursa bu, yeterli olmaz. Vakit içinde de vakit çıktıktan sonra da (kıldığı namazı) iade etmesi gerekir. Mâlik'in bütün arkadaşları da böyle demiştir. Ancak, Eşheb'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Mestlerin iç tarafları ile dış tarafları arasında bir fark yoktur. Her kim dış taraflarına mesh etmeyip yalnızca iç taraflarını mesh edecek olur ise, yalnızca vakit içerisinde (kılmış olduğu namazı vakit çıkmadıkça) iade eder. Safirden de, dış taraflarım mesh etmeksizin yalnızca iç taraflarını mesh etmenin yeterli olduğunu ifade ettiği rivâyet edilmiştir Ancak, mezhebinden meşhur olan şudur: Her kim mestlerinin yalmzcalç taraflarını mesh eder ve bu kadarıyla yetinirse bu, onun için yeterli değildir ve o kimse mestine mesh etmiş olmaz. Ebû Hanîfe ve es-Sevrî derler ki: Mestlerinin yalnızca üst taraflarını mesheder, iç taraflarını meshetmez. Ahmed b. Hanbel, İshak ve bir topluluk da böyle demişlerdir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşlarınca tercih edilen görüş , mestlerin hem üst, hem alt taraflarım mesh etmektir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer ve İbn Şihab'ın da görüşüdür. Çünkü Ebû Dâvûd ile Dârakutnî, Muğire b. Şube'den şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: Tebûk gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest almasına yardımcı oldum. Mestinin üstünü ve altını mesh etti. Ebû Dâvûd dedi ki: Sevr'in bu hadisi, Recâ b. Hayve'den işitmediği de rivâyet edilmiştir. Ebû Davüd, Tahâre 63; Darâkutnî, I, 195. 25- Mestlerine Meşk Etmiş Olduğu Halde Mestlerini Çıkarmak: Mestlerine mesh etmiş iken, mestlerini çıkartan kimsenin durumu hakkında tükahanın üç farklı görüşü vardır: 1) Bunun yerine ayaklarını yıkar, eğer gecikecek olursa, yeniden abdest alır. Bunu, Mâlik ve Leys söylemiştir. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da böyle demektedir Ancak yeniden abdest almasına gerek yokıur." Yani yalnız ayaklarını yıkamakla yetinir. el-Evzaîden ve en-Nehaî’den de bu rivâyet gelmekle birlikte, "bunun yerine" diye birşeyden söz etmezler. 2) Yeniden abdest alır. Bunu, el-Hasen b. Hayy demiştir. el-Evzaî ve en-Nehaî'den de böyle dedikleri rivâyet edilmiştir. 3) Ona hiçbir şey gerekmez ve bu haliyle namaz kılar. Bunu da İbn Ebi Leyla ve Hasan-ı Basrî söylemiştir. Bu, aynı zamanda, İbrahim en-Nehaîden gelen bir rivâyettir -Allah onlardan razı olsun. 26- Cunup Olanın Temizlenmesi Gereği: Yüce Allah'ın: "Eğer cünup iseniz, yıkanıp temizleniniz" âyetinde geçen "cünub"un anlamına dair açıklamalar daha önce en-Nisâ sûresinde (4/43. ayet, 8 baslıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Yıkanıp temizleniniz" âyeti ise, su ile yıkanma emrini vermektedir. Bundan dolayı Hazret-i Ömer ile İbn Mes'ûd (radıyallahü anhüma) cünup olan bir kimsenin hiçbir şekilde teyemmüm etmeyeceği, aksine, suyu bulacağı vakte kadar namazım kılmayacağı görüşünde idiler. İnsanların Cumhûru ise şöyle demişlerdir: Hayır, buradaki bu ibare, su bulan kimse içindir. Su bulan kimseye dair hükümler açısından cünubun durumu ise, bundan sonra yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız" âyetinde zikredilmiştir. Burada geçen yaklaşmak (mülâmese) ise, cima demektir. Hazret-i Ömer ile İbn Mes'ûd'dan ise, genel olarak kabul gören görüşü benimsedikleri ve cünubun teyemmüm edeceğini de ifade ettikleri sahih olarak sabit olmuştur. İmrân b. Husayn hadisi ise bu hususta açık bir nasstır. O da şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) topluluk arasında kenarda duran ve namaz kılmayan bir kimse gördü ve: "Ey filan, toplulukla birlikte namaz kılmaktan seni alıkoyan nedir?" diye sorunca, adam: Ey Allah'ın Rasulü, ben cünup oldum ve su da bulamadım dedi, Hazret-i Peygamber: "(Böyle bir durumda) sen, temiz toprağa yönel. Çünkü o sana yeterlidir" diye buyurdu. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Teyemmüm 6,9; Nesâî, Tahare 202; Müsned, IV, 484. 27- Umum Lâfız, Çoğunlukla Görülen Âdet ile Tahsis Edilebilir mi? Yüce Allah'ın: "Şayet hasta veya yolculukta iseniz, yahut içinizden biri ayak yolundan gelirse..." âyetine dair açıklamalar, en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 20. başlık ve devamında) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Burada ise, orada sözkonusu etmediğimiz usul(-ı fıkha dair) bir meseleyi eklemek istiyoruz. O da umumun, galip görülen adet ile tahsis edilmesi meselesidir. Ayet-i kerimede geçen "el-Gâit (ayak yolu)" yine en- Nisa sûresinde açıkladığımız gibi, iki necaset çıkış yerinden çıkan hadeslerden kinayedir. Ve bu umumi bir ifadedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımızın çoğunluğu bunu, alışılmış şekilde ve çıkması alışılmış hadesler ile tahsis etmişlerdir. Küçük çakıl taşları ile kurt gibi alışılmadık şeyler çıksa, yahut da alışılmış olan şey kendisini tutamadığı için ve hastalık dolayısıyla çıkacak olursa, bunların herhangi birisi abdest bozucu olmaz. Bu hususta lafia yönelmelerinin sebebi de şudur: Lâfız, her ne kadar medlulü için sözkonusu ise de kullanımdaki çoğunluğu bir örf haline gelir ve örten çoğunlukla kullanılan anlam, bu lâfzın mutlak olarak kullanılması halinde o lâfzı duyan tarafından anlaşılır. Bunun dışında kalan (ve istisnai olarak anlaşılan) bununla birlikte lâfzın kendisi hakkında kullanıldığı anlamlar ise zihne gelmez, uzak kalır. Dolayısıyla bu lâfız, bu istisnai şeylere delalet etmez. Böyle bir lâfız, tıpkı "dâbbe" lâfzındakî durum gibi bir hal alır. Zira, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdirde, hatıra dört ayaklılar gelir. Bu lâfzı işitenin hatırına karınca hiçbir zaman gelmez- Dolayısıyla böyle bir lâfız kullanıldı mı, karınca zahiren bu lâfzın delâletine girmez ve kastedilmiş de olmaz Muhalif kanaate sahip olan (usulcüler) ise derler ki: Çoğunlukla kast edilenin öncelikle hatıra gelmesi, nadiren o lâfız ile kastedilenin kastedilmemiş olmasını gerektirmez. Çünkü, lâfzın kullanımı (vaz'ı) her ikisini de kapsamaktadır. Bu da bu lâfzı söyleyen kimsenin şuurunda, her ikisini de kast etmiş olduğuna delalettir, Ancak birinci görüş daha sahihtir. Konu ile ilgili tamamlayıcı diğer açıklamalar ise usul(-i fıkıh) kitaplarındadır. 28- Kadınlara Yaklaşmak, Yakut Dokunmak: Yüce Allah’ın: "Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız..." âyetinde geçen yaklaşma (lems)" ile ilgili olarak Ebû Ubeyde, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Öpmek, lemstendir. Çımadan daha aşağı bütün fiiller de birer lemsdir. İbn Ömer de böyle demiştir. Muhammed b. Yezid de bunu tercih ederek şöyle der: Çünkü âyet-i kerimenin baş tarafında cimada bulunan kimseye ne gerektiği yüce Allah'ın: "Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" âyeti ile ifade edilmiştir. Abdullah b. Abbas ise der ki: Lems ile mes ve gışyân, cima demektir. Fakat, yüce Allah kinayeli hitab eder. Yine Mücahid, yüce Allah'ın: "Boş söz ile karşılaştıklarında da şereflice geçerler" (el-Furkan, 25/72) âyeti hakkında şöyle demiştir: Yani, nikâhı sözkonusu ettiklerinde ondan kinayeli lâfızlarla söz ederler, en- Nisa sûresinde (4/43. ayet, 26. başlıkta.) geçmiş bu hususa dair yeterli açıklamalar bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. 29- Su ve Tbprak Bulamayanın Hükmü: Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" âyeti ile ilgili açıklamalar en-Nisâ sûresinde (4/43. ayet, 27. başlık ve devamında) geçtiği gibi; sağlıklı ve mukîm bir kimsenin hapse atılmak yahut bağlanarak tutuklamak suretiyle bu durumda olacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunmaktadır. İşte hakkında: Eğer su da toprak da bulamayacak olur, vaktin de çıkacağından korkarsa diye sözedilen kimsedir. Fukaha, böyle bir kimsenin hükmü hususunda dört farklı görüşe sahiptir: 1) İbn Huveyzimendâd der ki: Mâlik'in mezhebine göre sahih olan, böyle bir kimse namaz kılmaz ve onun üzerinde herhangi bir yükümlülük de yoktur. Yine İbn Huveyzimendâd der ki: Medineli âlimler, bunu Mâlik'ten rivâyet etmişlerdir. Mezhebin sahih olan görüşü de budur. 2) İbnü'l-Kasım der ki: Namaz kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin görüşüdür. 3) Eşheb der ki: Kılar, fakat iade etmez. 4) Esbağ der ki: Ne kılar, ne de kazasını yapar. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Hanefî mezhebinde kabul edilen görüş, böyle bir kimsenin niyetsiz, ve kıraatsız olarak icma ile namaz kılıcağı, su ya da toprak kullanma imkânını bulduğu takdirde de namazını iâde edeceği şeklindedir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Ben, İbn Huveyzîmendâd'ın Mâlikî mezhebinden sahih olanın, zikrettiği husus olduğunu nasıl kabul etmeye kalkıştığını bilemiyorum? Çünkü, selefin Cumhûru da, tükahanın geneli de Mâlikîler topluluğu da buna muhalif kanaattedir. Zannederim, Mâlik'in de rivâyet ettiği hadiste geçen: "...Ve su kenarında da değillerdi..." hadisindeki zahir İfadeden bu neticeye varmıştır. Bu hadiste namaz kıldıklarından söz edilmemektedir. Ancak, bu hadiste buna dair delil olamaz. Çünkü, Hişam b. Urve babasından, o, Hazret-i Âişe'den bu hadiste şunu da zikretmektedir; Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Buhârî, Teyemmüm 1, 2; Müslim, Hnyz 108-109; Muvatta’'; Tahâre 89. Şu kadar var ki, namazlarını iade ettiklerinden söz etmemiştir. Fukahadan bir kesim de bu görüştedir. Ebû Sevr der ki: Kıyas da bunu gerektirmektedir. Derim ki: el-Müzenî, el-Kiyâ et-Taberî'nin belirttiğine göre, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha)'ın gerdanlığının kaybolması olayında sözü geçen hususları delil göstermistir. Bu hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, gerdanlık aramak üzere gönderdiği ashâbı, teyemmümsüz ve abdestsiz olarak namaz kıldılar ve bunu Hazret-i Peygambere haber verdiler. Bundan sonra teyemmüm âyeti nâzil oldu, Hazret-i Peygamber onların bu şekilde abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılmalarına da karşı çıkmadı. Teyemmüm İse, henüz meşru kılınmamış olduğuna göre onlar, tamamiyle taharetsiz olarak namazlarını kılmış oldular. Buradan hareketle el-Müzenî der ki: Böyle bir kimse için namazını iade etmesi sözkonusu değildir. Bu da gerçekleştirilmesine imkân olmaması halinde mutlak olarak taharetin olmamasına rağmen namaz kılmanın câiz oluşu hususunda açık bir nasstır. Ebû Ömer der ki: Bunun, baygın hakkında da böylece kabul edilmesi gerekmez. Çünkü, baygın bir kimse, aklını kaybetmiştir. Ne su, ne de toprak kullanamayan kimse ise aklı başında bir kimsedir. İbnül-Kasım ve diğer ilim adamları ise derler ti; Aklı başında olduğu takdirde namaz kılmak onun için vacibtir. Bunları kullanmaya engel olan husus oltadan kalktığı takdirde abdest alır, yahut teyemmüm eder ve namazını kılar. Şâfiî'den de iki rivâyet gelmiştir. Ondan meşhur olan rivâyete göre, olduğu gibi namaz kılar. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir, el-Müzenî der ki: Şayet temiz toprak kullanmaya güç yetiremeyecek şekilde mahbus bulunuyor ise, namazını kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Ebû Yûsuf, Muhammed, es-Sevrî ve Taberî'nin de görüşüdür. Züfer b. el-Hüzeyl der ki: Mukimken hapsedilen kişi, temiz toprak bulacak olsa dahi namaz kılmaz. Bu ise onun kabul ettiği asıl kaideye göredir. Çünkü ona göre, -önceden de geçtiği üzere- mukim iken teyemmüm etmek sözkonusu değildir. Ebû Ömer der ki: Olduğu halde namaz kılar ve taharet almaya güç yetirdiği takdirde namazını iade eder diyen kimseler, abdestsiz olarak namaz kılmayı ihtiyaten kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber: "Allah, taharetsiz olarak hiçbir namazı kabul etmez" Buhârî, vudu' 2 (aynı manada); Müslim, Tahâre 1; Nesâî, Tahâre 104, Zekât 48; İbn Mâce, Tahâre 2; Dârimî, Vudû 21; Müsned, 11,5 buyururken, abdest ve taharet almaya güç yetiren kimseleri kastetmiştir. Buna güç yetiremeyen kimsenin durumu ise böyle değildir. Çünkü, vakit bir farzdır. Ve o, vakit içinde kılmaya güç yetirmektedir. Dolayısıyla vakit içinde güç yetirebildiği şekilde namazını kılar, sonra iade eder. Böylelikle hem vakit, hem de taharet hususunda bir arada ihtiyata uygun olanı yapmış olur. Namaz kılmaz diyenler ise, hadisin zahirinden hareketle bu görüşe sahip olmuşlardır. Bu da Mâlik, İbn Nafî' ve Esbağın görüşüdür. Onlar derler ki: Su ve temiz toprak bulamayan bir kimse, namazını da kılmaz, namaz vakti çıkacak olursa kazasını da yapmaz. Çünkü, namazın şartlan gerçekleşmediği için kabul edilmeyişi, şartlarını gerçekleştirme imkânım bulamadığı halde, namaz ile muhatap olmadığına delalet etmektedir. Dolayısıyla onun zimmetinde herhangi bir yükümlülük sözkonusu olmaz, bundan dolayı da kaza yapmaz. Bu açıklamayı Ebû Ömer'den başkaları yapmıştır. Bu görüşe göre taharet, namazın vücubunun şartlarından olur. Yüce Allah'ın: "Tertemiz toprakla teyemmüm edin" âyeti ile ilgili olarak, ilim adamlarının tertemiz toprak (es-sa'îd)e dair açıklamalar, daha önce en-Nisâ sûresinde (4/43. ayeti 41. başlıkta) geçmiş bulumaktadır. İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadis ise Mâlikin söylediğine delil olabilecek açık bir nasstır. Çünkü, eğer sa'îd (tertemiz toprak) toprak, olsaydı, Hazret-i Peygamber'in o adama: Sana toprağı tavsiye ederim, o senin için yeterlidir, demesi gerekirdi, Hazret-i Peygamber, "Sana sa'îdi tavsiye ederim" demekle onu, yeryüzüne havale etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır "Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün." âyetine dair açıklamalar da en-Nisâ sûresinde (4/43. ayetin, 43- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Orada konuyu takip edebilirsiniz. Âyete dair açıklamalarımız bu noktaya gelmişken, şunu bil ki, ilim adamları abdest ve taharetin faziletinden de söz etmişlerdir. Bu da bu bölümün sonucunu teşkil eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Abdest imanın yarısıdır." Bunu Müslim, Ebû Mâlik el-Eş'arî yoluyla rivâyet etmiştir. Müslim, Tahâre 1; Tirmizî, Deavat 85; Nesâî, Zekât 1; Dârimî, Vudû' 2; Müsned, V, M2-344. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İbnü'l-Arabî der ki: Abdest, dinde aslî bir İbadettir Müslümanların temizliğidir. Âlemler arasında bu ümmete özel olarak verilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest alıp şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "İşte bu, benim abdest şeklimdir. Benden önceki peygamberlerin de abdest şeklidir, atam İbrahim'in de abdest şeklidir." Ancak bu rivâyet, sahih değildir. Ondan (İbnü'l-Arabî'den) başkaları da şöyle demiştir: Bu, Hazret-i Peygamberin: "Sizin başkalarında bulunmayan bir alametiniz vardır" âyeti ile çatışma halinde değildir. Çünkü, öncekiler de abdest alırlardı. Bu ümmete has olan ise, abdest değil, gurre ve tahcil’dir. (Abdest azaları olan yüz, kol ve ayaklardaki aydınlık ve parlaklıktır). Bunlar ise yüce Allah'ın, bu ümmetin ve Peygamberinin şerefini artırmak için bu ümmete tahsis edip lütfettiği şeyler arasındadır. Diğer ümmetlere göre sahip olduğu sair üstünlükler gibi. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de Makam-ı Mahmud ve diğer şeyler ile sair peygamberlerden üstün kılınmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Ebû Ömer der ki: Peygamberlerin de abdest alıp bu yolla gurre ve tahciî'i kazanmış olmaları, Fakat onlara tabi olanların abdest almamış olmaları da mümkündür. Nitekim Hazret-i Mûsa'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "Rabbim, hepsi de peygamberleri andıran bir ümmet bulmaktayım. O ümmeti benim ümmetim kıl. Yüce Allah ona: "Hayır, o ümmet Muhammed'in ümmetidir" şeklindeki karşılıklı konuşma uzunca bir hadiste geçmektedir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, II, 180. Yine Salim b. Abdullah b. Ömer, Kâ'b el-Ahbar'dan şunu rivâyet etmektedir: Kâ'b el-Ahbar, şöylece rüyasını anlatan bir adamı dinlemiş: İnsanlar hesab için bir araya getirilip toplanmış, daha sonra peygamberler -her bir peygamber ile ümmeti de birlikte olmak üzere- davet edilmiş, her bir peygamberin aralarında yürüdüğü iki nuru olduğunu görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların ise, aydınlığında yürüdüğü tek bir nuru varmış. Nihayet Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çağrılmış. Başındaki saçın ve yüzünün bütünüyle nûr olduğunu, ona bakan herkesin bunu gördüğünü görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların da peygamberlerin nurları gibi ikişer nuru varmış, Kâ'b, bu anlatılanın rüya olduğunu bilmeksizin ona şöyle demiş: Sana bu hadisi kim nakletti ve bunu sana kim öğretti? Adam ona, bu anlattığının rüya olduğunu bildirmiş. Kâ'b ona, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah adına yemin verdirerek, gerçekten sen bu söylediklerini rüyanda mı gördün diye sormuş adam Allah'a yemin ederim ki evet; ben bunu rüyamda gördüm deyince, Kâ'b şöyle demiş: Nefsim elinde olan Allah'a -veya: Muhammed'i hak ile gönderene- yemin ederim ki işte bu; Allah'ın kitabında Ahmed’in ve onun ümmetinin niteliğidir peygamberlerin niteliği de böyledir. Senin bu söylediklerin sanki Tevrat'tandır İbn Abdi’l-Berr bunu, et-Temktd adlı kitabında senediyle kaydetmiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Yine sair ümmetlerin de abdest aldıkları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak ben bunu, sahih bir yolla bilmiyorum. İbn Abdil-Berr, el-İstizkâr, II, 180; Temhîd, XX, 258-259. Müslim, Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Müslüman -veya mü’min- abdest aldığı ve yüzünü yıkadığı vakit, iki gözü ile nazar ettiği her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile-birlikte çıkar gider. Ellerini yıkadığında, elleriyle yakalamış olduğu her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile- birlikte ellerinden çıkar gider. Ayaklarını yıkadığında, ayakları ile yürüyüp işlediği her bir günah, su ile -veya suyun son damlası ile- birlikte ayağından çıkıp gider. Ve nihayet bütün günahlardan arınmış olarak çıkar." Müslim, Tahâre 32; Muvatta’' Tahâre 31; Müsned, II, 303. Mâlik'in, Abdullah es-Sunabihî'den rivâyet ettiği hadis İse, bundan daha tamamdır. Doğrusu adının Abdullah değil, Ebû Abdullah (es-Sunâbihî) olduğudur Bu da Mâlik'in yanıldığı hususlardan birisidir. Asıl ismi ise, Abdurrahman b. Useyle'dir. Şamlı büyük bir tabiidir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğinin ilk dönemlerine yetişmiştir, Ebû Abdullah es-Sunâbihî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Yemen'den muhacir olarak geldim. el-Cuhfe denilen yere vardığımızda, bir bineklî ile karşılaştık, ona ne haber diye sorduk, o da; üç gün Önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı defnettik dedi... Muvatta’', Tahâre 3; Nesâî, Tahâre 85; İbn Mâce, Tahâre 6. îmân. İşte bu hadisler ile bu manadaki Amr b. Akabe yoluyla rivâyet edilen hadis ve diğerleri bize, bunlarla kast edilenin abdestin günahları uzaklaştırmak için meşru kılınmış bir ibadet olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, abdestin şer'i bir niyete de muhtaç olmasını gerektirmektedir. Çünkü abdest, günahları silmek ve Allah nezdinde dereceleri yükseltmek için meşru kılınmıştır. 32- Yüce Allah'ın Tekliften Kastı Ümmete Zorluk Değil, Ümmeti Arındırmak, Nimetini Tamamlamaktır: Yüce Allah'ın: -Allah size güçlük çıkarmak istemez âyeti dinde sizin için bir darlık meydana getirmek istemez demektir. Bunun bir delili de Yüce Allah'ın: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) âyetidir. Bu âyet-i kerimedeki, sıladır. Yani, size güçlük çıkarmak istemedi, demektir. "Ama sîzi, iyice temizlemeyi... diler." Ebû Hüreyre ile es-Sunâbihî yoluyla gelen hadislerde zikredildiği gibi, günahlarınızı temizlemek ister. Buradaki temizlemenin hades ve cünupluktan olduğu da söylenmiştir. Allah'a itaat edenlerin niteliği olan temizlenmişlikle vasfedilmeye hak kazanasınız diye... anlamında olduğu da söylenmiştir, Said b. el-Müseyyeb Sizi temizlemeyi..." âyetini, diye okumuştur. Mana birdir. "Ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." Hastalık ve yolculuk halinde size teyemmüm yapma ruhsatını vermek sûretiyle. Bu tamamlamanın, şeriat hükümlerini açıklamakla olacağı söylendiği gibi, günahların bağışlanmasıyla olacağı da söylenmiştir. "Nimetin tamamlanması, cennete girmek ve cehennemden kurtuluştur" denildiği de haber olarak nakledilmiştir. "Tâ. ki, şükredesiniz." Yani, nimetlerine şükredip O'na itaate yönelesiniz... 7Allah'ın size verdiği nimetini ve: "Dinledik ve itaat ettik" dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah, göğüslerde gizleneni çok iyi bilendir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın size verdiği nimetini ve: Dinledik ve itaat ettik dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın..." âyetinde sözü geçen "söz ve misak"ın, yüce Allah'ın: "Hani Rabbin, Âdem oğullarının sırtlarından... zürriyetlerini çıkarıp almış." (el-A'raf, 7/172) âyetinde geçen söz olduğu söylenmiştir ki, bunu Mücahid ve başkalan söylemiştir. Bizler böyle bir sözün alındığını her ne kadar hatırlamıyor isek dahi, doğru sözlü yüce Rabbimiz bize bunu haber vermektedir. Dolayısıyla bizden alınan böyle bir söze bağlı kalmakla emrolunmamız mümkündür. Bu âyetin Tevrat'ta kendilerinden alınan sözleri gereği gibi korumak üzere yahudilere bir hitab olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs, es-Süddî gibi müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise bu, (ashâb-ı kiram'ın) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları hoşlarına giden ve gitmeyen hususlarda onu dinleyip itaat edeceklerine dair verdikleri söz ve misaktir. Onlar, Hazret-i Peygambere dinledik ve itaat ettik; demişlerdi. Nitekim, Akabe gecesi ve ağacın altındaki bey'at de böyle cerayan etmişti. Yüce Allah da bunu, kendi zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur: "Ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar..." (el-Feth, 48/10) diye buyurmuştur. Ashâb-ı kiram, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Akabe yakınlarında, bizzat kendilerini, hanımlarım ve evlatlarını korudukları gibi onu da korumak, ashâbı ile birlikte kendilerine hicret etmek üzere bey'atleştiler. Ona ilk bey'at eden el-Berâ b. Ma'rûr olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) lehine işi sağlama bağlamak ve bu hususta anılan akdi oldukça sıkı tutmak hususunda oldukça övülmeye değer bir konumu olmuştu o gece. "Seni hak ile gönderen adına yemin olsun ki, kendi çoluk çocuğumuzu ne şekilde koruyor isek seni de o şekilde koruyacağız. Ey Allah'ın Rasulü, bize bey'at et! Bizler, Allah'a yemin olsun ki, Savaş erleriyiz, güzel silah kullanan kimseleriz. Biz bunu atalarımızdan miras aldık..." Buna dair haber oldukça meşhurdur ve İbn İshâk Sîretî'nde yer almaktadır. Rıdvan bey'atine dair açıklamalar da yeri gelince (el-Feth, 48/18. ayetin tefsiri) yapılacaktır. Bu âyet, (sûrenin baş tarafında yer alan) yüce Allah'ın: "Akidleri yerine getirin." (el-Mâide 5/1) âyeti ile ilişkili bulunmaktadır. Onlar, verdikleri sözlere bağlı kaldılar. Allah, peygamberlerine ve İslama yaptıkları hizmetlerin mükâfatlarını versin, onlardan razı olsun ve onları razı etsin. "Ve Allah'tan korkun" yani, O'na muhalefet etmek hususunda ondan korkun. Çünkü O, her şeyi bilendir. 8Ey Îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar..." âyetinin anlamı, daha önce Nisa sûresinde (4/135- ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Anlamı şudur: Ben, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladığıma göre, siz de Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun. "Allah için" âyetinden kasıt ise, Allah'tan alacağınız sevap için O'nun hakkını yerine getirin ve akrabalarınıza meyletmeksizin düşmanlarınıza da haksızlık etmeksizin, hakka uygun ve adaletli olarak şahidlik yapın. "Bir topluluğa olan kininiz" sizi adaleti terketmeye ve düşmanlık duygularıyla hareket etmeyi de hakka tercih etmeye itmesin. Bu âyette, düşman bir kimsenin Allah için düşmanlık yaptığı kimse aleyhindeki hükmünün ve yine onun aleyhindeki şahidliğinin geçerli olduğuna da delil vardır. Çünkü o kimseye buğz etmekle birlikte ona adaleti emretmektedir. Şayet ona buğz etmekle birlikte düşmanının aleyhindeki hükmü ve şahidliği câiz olmamış olsaydı, onun hakkında adaleti gözetme emrini vermenin izah edilir bir tarafı olmazdı. Yine âyet-i kerîme, kâfirin küfrünün kendisine adaletli davranmaya engel olmadığına ve yalnızca aralarından kendisiyle Savaşılmaya ve köle edinmeye lâyık olan kimselere karşı çıkmakla yetinmeye, onlara müsle yapmanın câiz olmadığına da delâlet etmektedir. İsterse onlar, kadınlarımızı ve çocuklarımızı öldürmüş ve davranışlarıyla da bizleri kedere boğmuş olsunlar. Bizim onları gam ve kedere boğmak için kastı olarak müsle yaparak (azalarını keserek, ya da işkence yaparak) onları öldürmek hakkına sahip değiliz. İşte o meşhur kıssada Abdullah b. Revâha, söyledikleriyle buna işaret etmiştir. İşte âyet-i kerimenin anlamı budur. "Bir topluluğa olan kininiz.." âyetinin anlamı; bu sûrenin baş tarafında (5/2. ayet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. " Sizi sürüklemesin" âyeti, şeklinde de okunmuştur. el-Kisâî der ki: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: İkinci okuyuşun anlamı, sizi suça, günaha sokmasın şeklindedir. Nitekim, beni günaha soktu, demek isterken, demek gibi. "Çünkü o, takvaya daha yakındır" âyeti sizin Allah'a karşı takvalı davranmanıza daha yakındır, demektir. Ateşten sakınmanız için daha uygundur, anlamında olduğu da söylenmiştir. 9Allah, îman edip de salih ameller işleyenlere "onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" diye va'delmiştir. "Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" âyetinin anlamına gelince: Yani Allah, mü’minler hakkında: "Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" diye buyurmuştur. Bu da bu mükâfatın mahiyetini, özünü, İnsanların kavrayışlarının bilmesine imkân yoktur demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiçbir kimse bitemez" (es-Secde, 32/17) Yüce Allah: "Çok büyük bir ecir çok şerefli bir ecir, büyük bir ecir" diye buyurduğu takdirde, bunun ölçüsünü kim takdir edebilir ki? Allah'ın va'di, onlara verilen bu söz "kavi: demek" kabilinden olduğu için " Onlar için mağfiret... vardır" âyetinin başına "lâm" harfinin getirilmesi uygun düşmüştür. Ve bu âyet nasb mahallindedir. Çünkü, va'dolunan şey mahallindedir ve onlara kendileri için mağfiret olduğunu vadetmiştir. Veya, onlara mağfiret va'detmiştir, anlamındadır. Ancak cümle, (i'rab bakımından) tek bir kelime gibidir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Salihler için şöyle bir mükâfat olduğunu gördük; Cennetler ve Selsebil pınarı. Görüldüğü gibi, burada da cümle nasb mahallindedir. işte bundan dolayı, bu-cümleye yapılan atıflar da mansub gelmiştir. Bu âyetin, va'dolunan şeyin mahzuf olmak üzere ref’ mahallinde olduğu da söylenmiştir. Takdiri de şöyledir: Onlara yaptığı vaadler içerisinde onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır Bu anlamdaki bir açıklama el-Hasen’den nakledilmiştir. 10Kâfir olup da âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da Cahîmin sakinleridir. "Kâfir olup da..." âyeti ise, Nadiroğulları hakkında nâzil olmuştur. Bütün kâfirler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. 11Ey îman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hani, bir topluluk size ellerini uzatmak İstemişlerdi de, onların ellerini sizden geri çekmişti. Allah'tan korkun. Mü’minler, ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Bani, bir topluluk size ellerini uzatmak istemişlerdi de..." âyeti ile ilgili olarak bir topluluk şöyle demiştir; Bu âyet-i kerîme, Zâtur-Rikaa’ gazvesinde bir bedevi arabın yaptığı sebebiyle nâzil olmuştur. Bu bedevi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kılıcını kınından çekmiş ve: Ey Muhammed, seni benden kim koruyabilir, demişti...en-Nisâ sûresinde (4/102. ayet, İL başlıkta) geçtiği gibi. Buhârî'de rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde bulunanları çağırdı, onlar da (bu bedevi Arap) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyor olduğu halde gelip toplandılar ve Hazret-i Peygamber onu cezalandırmadı. Buhârî, Meğazi 31; Müsned, III, 390. el-Vakidî ve İbn Ebi Hatim bu kişinin müslüman olduğunu zikrederler. Bir başka topluluk ise, bu bedevinin başını bir ağacın gövdesine ölünceye kadar vurup durduğundan söz etmektedirler. Buhârî'de Zâtu'r Rikaa' gazvesinde, Buhârî, Meğazi 31. bu kişinin adının Ğavres b. el-Haris olduğu zikredilmektedir. Bazıları adının, (ğayn harfi ötreli olarak) Ğuvres olduğunu söylemiş olsa da, birincisi daha sahihtir. Ebû Hatim Muhammed b. İdris er-Razi ile Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer el-Vakidî, bu kişinin adının Du'sûr b. el-Hâris olduğunu zikretmektedirler. Az önce geçtiği gibi, (el-Vâkidî) bunun İslama girdiğini de sözkonusu etmiştir. Muhammed b. İshâk ise, bu kişinin adının Amr b. Cihâş olduğunu zîkretmiştir ki bu Nadiroğullarındandır. Kimisi de bu Amr b. Cihaş olayının bundan başka bir olay olduğunu da zikretmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Katade, Mücâhid ve başkaları da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, yahudilerden bir topluluk hakkında nâzil olmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), (aradaki antlaşma gereği) bir diyetin ödenmesi için kendilerinden yardım istemek üzere yanlarına gitmişti. Onlar ise, Hazret-i Peygamberi Öldürmek istediler, Allah da Hazret-i Peygamberi onlara karşı korudu. el-Kuşeyrî der ki: Bir âyet-i kerîme, önce bir olay hakkında nâzil olur, sonra da bir defa daha o olaydan söz eden bir âyet -geçmişi hatırlatmak için-nâzil olabilirdi. "Size ellerini uzatmak istemişlerdi." Yani size kötülük etmek istemişlerdi "de onların ellerini sizden geri çekmişti." Yani size kötülük etmelerine engel olmuştu. 12Yemin olsun ki, Allah, İsrail oğullarından, söz almıştı. Biz, İçlerinden on iki de nakîb ayırmıştık. Allah buyurmuştu ki: "Ben şüphesiz sizinle beraberim. Yemin olsun ki, eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır ve onlara gereği gibi yardım eder, . Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra İçinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur." Bu âyetin; "Yemin olsun, Allah İsrail oğullarından söz almıştı. Biz, içlerinden oniki de nakîb ayırmıştık" bölümüne dair açıklamalarımızı üç baş lık halinde sunacağız: 1- Âyetin Önceki Âyetle Bağlantısı ve Nakîbliğin Mahiyeti: İbn Atiyye der ki: "İsrail oğullarının, yüce Allah'ın kendilerinden aldıkları sözleri bozduklarını ihtiva eden bu âyet-î kerimeler, bir önceki âyet-i kerimede söz konusu edilen, "ellerinin geri çekilmesi" ile ilgili âyetin Nadiroğulları hakkında olduğu tezini güçlendirmektedir. Te'vil ehli, nakîbin kavmin ileri geleni ve onların işlerini araştırıp maslahatlarını tetkik edip ortaya çıkartan kimse olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, bu nakîblerin hangi yolla ayrılıp gönderilmiş olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. (Aynı kelimeden gelen ve mübalağalı ism-i fail olan) en-Nakkâb: İnsanlar arasında bu şekilde hareket eden büyük kişi demektir. İşte bundan dolayı Hazret-i Ömer hakkında: "Şüphesiz ki o, bir nakkâb idi" denilmiştir. Nakîbler (nukabâ), teminat altına alan kimseler demektir. Bunun tekili nakîbdir. Nakîb İse, bir topluluğun şahidi ve onların teminatçısıdır. Onlar için nakîblik etti ve o, nakibesi güzel olan, yani hilkati güzel olan kimse de'denilir. Nakb ve nukb ise, dağdaki yol anlamındadır. Nakîb denilmesi İse, böyle bir kişinin kavminin işlerinin iç yüzlerini, onların menâkibini bilmesinden dolayıdır. Menkab ise, işlerini bilmenin yolludur. Bazıları da şöyle demiştir: nakîbler, kavimleri hakkında emin ve güvenilir olan kimselerdir. Bütün bunlar, birbirlerine yakın açıklamalardır, nakîb, mevki itibari ile ariften daha yüksektir. Atâ b. Yesar der ki; Kur'ân taşıyıcıları (hafızlan), cennetliklerin arifleridir. Bunu, Dârimî Müsned’inde zikretmiştir. Dârimî, Fedâilu'l- Kuran 33. Katade -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkaları da şöyle demiştir; Burada sözü geçen nakîbler, her bir koldan Sıbt'tan ileri gelen kimseler idiler. Bunların her birisi, kendi Sıbt’ının Allah'a îman edip, Allah'tan korkmaları hususunda garanti vermişti, İşte, Akabe gecesinde nakîb olanlar da buna benzer bir konumda idiler. O gece, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yetmiş erkek ve iki hanım bey'at etmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yetmiş kişi arasından on iki erkek seçmişti. Bunlara da Mûsa (sallallahü aleyhi ve sellem)a uyarak "nâkîbler" diye ad vermişti. er-Rabi', es-Süddî ve başkaları der ki: İsrailoğullarından nâkîbler, güvenilir kimseler olarak zorbaların bulunduğu şehirde zorbaları yakından görmek, onların güç ve savunma imkânlarını tesbit etmek üzere gönderilmişlerdi. Onlar da o şehirde bulunanların durumunu denemek üzere yola çıktılar Dönüp Hazret-i Mûsa'ya onlara karşı yapılacak Savaşın durumunu iyice düşünmek ve tetkik etmek için orada gördüklerini bildirmek üzere gitmişlerdi. Orada bulunan zorbaların -ileride de açıklanacağı üzere- büyük bir güce sahip olduklarını gördüler ve onlara karşı koyamayacaklarını sandılar. Kendi aralarında bunu İsrailoğullarından gizlemek ve durumu Hz Mûsa'ya bildirmek üzere sözleştiler. Ancak, İsrailoğullarına vardıklarında aralarından on kişi sözlerinde durmadı, yakınlarına ve sır saklamakta güvendikleri kimselere durumu bildirdiler. Bu haber ise, İsrailoğullarının durumunu bozacak noktaya gelecek şekilde yaygınlık kazandı ve bunun üzerine de onlar: "Git, sen ve Rabbin Savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz" (el-Mâide, 5/24) dediler. Âyet-i kerimede, kişinin ihtiyaç duyduğu hususlarda ve dinî ve dünyevî meseleleriyle ilgili bilgi sahibi olmaya gerek duyduğu konularda haber-î vâhidîn kabul edilebileceğine dair bir delil vardır. Bu haberi vahide binaen hükümler oluşturulup, ona bağlı olarak helal ve haram hükümleri belirlenir. Bunun benzeri hususlar İslamda da görülmüştür. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hevâzinlilere: "Sizin arifleriniz, işlerinizi bize getirip bildirinceye kadar geri dönünüz" diye buyurmuştur. Bunu da Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Itk 33, Hibe 24, Hums 15, Ahkam 26, Vekâlet 7, Megazi; Ebû Dâvûd, Cihâd 121; Müsned, IV, 327. Bu âyet-i kerimede, casus kullanmaya dair de delil vardır. Tecessüs: Araştırmak demektir Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, (Bedir gazvesinde) Besbes(e'y)i casus olarak göndermişti. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, İmâre 145 İleride Besbesle casusluk ile ilgili hükümler Mumtehine sûresinde (60/1. âyetin tefsirinde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. İsrailoğullarından gönderilen nakîblerin isimlerine gelince, Muhammed b. Habib, el- Muhabbar adlı eserinde isimlerini zikrederek şunları söylemektedir: Rubil sıbtından Şemû b. Rekûb, Şeni'un sıbtından Şokot b. Hori, Yehuza sıbtından Kâlib b. Yukanna, Sahir sıbtından Yoğol b. Yusuf, Efraim b. Yusuf sıbtından Yuşa b. Nûh, Bünyamin sıbtından Yeza b. Roko, Rebalun sıbtından Kerabil b. Soda, Menşa b. Yusuf sıbtından Kedi b. Susa, Dan sıbtından Amail b. Kesel, Şir sıbtından Setür b. Mihail, Neftal sıbtından Yuhanna b. Vakuşa, Kâz sıbtından Keval b. Muhi. Bk. Ahd-i Atik, Sayılar 13. Aralarından îman eden iki kişi de Yuşa ve Kâlîb'dirler. Mûsa (aleyhisselâm) da diğerlerine beddua etti, onlar da gazaba uğramışlar olarak helâk edildiler. Bu açıklamaları el-Maverdî yapmıştır. Akabe gecesi nakîblerine gelince, bunlarda İbn İshâk'ın Sireti'nde zikredilmişlerdir, isimlerini görmek isteyenler oraya bakabilirler. Yüce Allah'ın: "Allah buyurmuştu ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim. Yemin olsun ki, eğer namaz kılar..." âyeti ile ilgili olarak, er-Rabî b. Enes der ki: Bu sözler nakîblere söylenmişti. Başkası ise şöyle demektedir: Yüce Allah bunu bütün İsrail oğullarına demişti. " Ben şüphesiz" âyetindeki 'nin esreli olması, söz başlangıcı olduğundan dolayıdır, Sizinle beraberim, zarf olduğundan dolayı nasb mahallindedir. Yani, yardım ve desteğimle sizinle birlikteyim. Daha sonra yeni bir hitaba başlayarak: "Yemin olsun ki, eğer namaz kılar diye söze başladı ve "Elbette günahlarınızı örter." yani bunları yapacak olursanız "sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" diye buyurdu. "Yemin olsun ki, eğer" âyetinin başındaki "lâm" te'kid içindir ve yemin anlamındadır. Aynı şekilde "(.......) Elbette... nızı örter" âyeti ile "Sizi... sokarım" âyetindeki "lâm"lar da böyledir. Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Yemin olsun ki, namazı dosdoğru kılacak olursanız, yemin ederim ki, günahlarınızı örterim. Ayrıca, yüce Allah'ın: "Günahlarınızı Örterim" âyeti dolayısıyla bu, bir başka şart daha ihtiva etmektedir. Yani, siz böyle yapacak olursanız, Ben de günahlarınızı örterim, demektir. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki, eğer namaz kılar... sanız." âyetinin, yüce Allah'ın: "Ben şüphesiz sizinle beraberim" âyetinin cevabı olduğu da söylenmiştir. Aynı zamanda bu: "Günahlarınızı örterim" âyetinin da şartıdır. (Âyet-i kerimedeki) Ta'zir: (Mealde gereği gibi yardım etmek): Ta'zim ve gereği gibi saygı duymak demektir. Ebû Ubeyde şu beyiti nakletmektedir: "Onların nice keremli ve şerefli kişileri vardır Ve meclislerde ta'zim olunan nice aralatılan," Ta'zir, aynı zamanda hadden daha aşağı miktarda vurmak demektir, Geri çevirmek anlamına da gelir. Filanı ta'zir ettim denildiğinde, onu te'dip ettim ve çirkin isterden geri çevirdim demek istenir. Buna göre, yüce Allah'ın Onlara gereği gibi yardım eder...seniz" Düşmanlarını onlardan Savarsanız, geri çevirirseniz, demektir. "Allah'a güzel bir borç verirseniz" den kasıt ise, sadakalardır. Burada (güzel borç terkibindeki borç anlamına gelen "karz" mastarı) şeklinde gelmemiştir. Bu, mastarın gelmesi gereken şekilden farklı şekilde kullanıldığı yerlerden birisidir. Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir" (Nûh, 71/17); "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti..." (Âl-i İmrân, 3/37) Nitekim buna dair açıklamalar önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan: "(Borcun niteliği olarak) güzel" diye buyurulmasının, gönül hoşluğu ile verirseniz anlamında olduğu söylendiği gibi, bununla, Allah'ın rızasını anyarak veya helâlinden... anlamında olduğu da söylenmiştir. "Bir borç" kelimesinin, mastar değil de isim olduğu da söylenmiştir "Bundan" yani, bu söz alıştan "sonra, İçinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur." Yani, doğru yolu kaybetmiş ve şaşırmış olur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 13Böyle iken onlar sözlerini bozdukları için, Biz de onları lanetledik. Kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler. Onlar, kendilerine verilenlerden bir pay almayı da unuttular, içlerinden pek azı müstesna olmak üzere, sen onların daima hainliklerini göreceksin. Sen yine onları affet, aldırış etme. Şüphe yok ki Allah, îyiük edenleri serer. Yüce Allah'ın: "Böyle İken onlar, sözlerini bozdukları için." Âyeti, sözlerini bozmaları sebebiyle, demektir. Buradaki) edatı, Katade ve diğer ilim ehli kimselerden nakledildiğine göre, te'kid için fazladan gelmiştir. Çünkü bu edat, ifadenin güzelliği ve te'kid için İfadeyi artırması bakımından ruhta iyice yer etmesi anlamını verecek şekilde söze güç katmaktadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Başa geçip lider olan, herhangi bir şey dolayisı ile başa geçirilir-" Te'kid için öngörülmüş herhangi bir alâmet ile te'feid yapmak, tıpkı tekrarlamak suretiyle yapılan te'kid gibidir. "Biz de onları lanetledik" âyetini İbn Abbâs : Cizye ile azaplandırdık, diye açıklamıştır. el-Hasen ve Mukâtil ise: mesti etmek (yani, onları maymun ve domuzlara dönüştürmek.) suretiyle azaplandırdık. Atâ İse, onları uzaklaştırdık diye açıklamıştır. Lânetlemek ise, rahmetten kovup uzaklaştırmak anlamındadır. "Kalplerini katılaştırdık" yani, hiçbir hayrı anlayamayacak ve hiçbir hayır yapmayacak şekilde sertleştirdik: Katı ve inatçı aynı anlama gelir. el-Kisâî ve Hamza Kati kelimesini, elif siz olarak ve "ye" harfini şeddeli olarak, diye okumuşlardır, Aynı zamanda bu, İbn Mes'ûd, Nehaî ve Yahya b. Vessab'ın da kıraatidir, ise, yağmuru olmayan, zorlu, sıkıntılı yıl demektir. Bu kelimenin bozuk ve adi dirhemler anlamına gelen den türetildiği de söylenmiştir. O halde bu okuyuşa göre bu kelime, kalpleri halis ve samimi îmana sahip olmadı anlamına gelir. Yani kalplerinde bir miktar münafıklık vardır. en-Nehhâs der ki: Bu da güzel bir görüştür. Çünkü: Eğer dirhem, bakır veya bir başka şey ile karıştırılmış ise, denilir, ise, kalp dirhem demektir. Bunu, Ebû Ubeyd zikretmekle ve kazmaların taşlarda çıkardıkları sesleri vasfeden şu beyiti de örnek göstermektedir: "Onların sağır taşlarda çıkardıkları bir sesleri vardır Sarrafların elindeki kalp dirhemlerin çıkardıkları sesler gibi." Esmaî ve Ebû Ubeyd ise, tabiri "kaşî dirhem"den Arapçalaştırılmış gibidir, demektir, el-Kuşeyrî ise şöyle der: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’de Arapçada olmayan bir tabir yoktur. Aksine, tabiri de yine sertlik ve katılıktan gelmektedir. Çünkü, oyulma (işlenme) imkânı az olan bir şey, sert ve katı olur. el-A'meş de bu kelimeyi "ya" harfini şeddesiz olarak diye okumuştur. Bu okuyuşu ise, 'dan gelir, 'den değil. Diğerleri, bu kelimeyi, "kâsiye" şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği de budur, Bu İki okuyuş ise, gibi iki ayrı söyleyiştir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Bu hususta evlâ olan; şeklinde ve anlamında olmasıdır. Şu kadar var ki, veznindeki kip, (........) kipinden daha beliğdir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Bizler, onların kalplerini imandan uzak ve Bana itaate tevfîkten ırak, katı kıldık. Çünkü onlar, îman namına hiçbir sıfata sahip değildiler ki, kalpleri -başka madenlerle karıştırılmış kalp dirhemler gibi- bir miktar küfrün karıştığı îmana sahip olmakla vasfedilebilsin. Nitekim şair şöyle demiştir: "Artık ben, oldukça yaşlandım ve her tarafım kupkuru (kaskatı) kesildi- Nitekim yaşıtlarım da öylece kaskatı kesildiler." "Kelimeleri yerlerinden oynatarak tahfif ederler." yani, Allah'ın âyetlerini olmadık şekilde te'vil ederler ve bunu avama böylece telkin ederler. Kelimelerin harflerini değiştirdikleri anlamında olduğu da söylenmiştir, "Tahrif ederler" âyeti nasb mahallindedir. Yani Biz, onların kalplerini katı ve tahrif ediciler kıldık, demektir. es-Sülemi ve en-Nehaî "Kelimeleri" âyetini, şeklinde "elif ile (ve sözü anlamına gelecek şekilde) okumuştur. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini ve recm âyetini değiştirmişlerdi "Onlar, kendilerine verilenlerden bir pay almayı da unuttular." Yani, peygamberlerin kendilerinden Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e îman etmeye ve niteliklerini açıklamaya dair aldıkları Allah'ın ahdini unuttular. İçlerinden pek azı müstesna olmak üzere, sen onların daima hainliklerini göreceksin." Yani, Ey Muhammed, sen de şu anda onların hainliklerini gömmektesin. Âyet-i kerimedeki hainlik demektir, Katade der ki: Sözlükte böyle bir kullanım caizdir. Bu, Arapların kaylûle anlamında kaile kelimesini kullanmalarına benzer. Bunun, hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olduğu da söylenmiştir. İfadenin: Hainlik eden bir kesim (in varlığını göreceksin) takdirinde olduğu da söylenmiştir. Tek bir kişi için de kullanılır. Nitekim, Çok iyi neseb bilgini ve çok alim bir kimse denildiği gibi. Bu açıklamaya göre ise bu kelime, mübalağa ifade eder. Bir kimsenin hainliğinin ileri derecede olduğunu anlatarak nitelemek istersek, deriz. Şair der ki: "Sen, kendi kendine vefa göstermeyi telkin ettin ve hiç bir zaman olmadın. Ahdi bozmak için hainlik eden ve bir parmak kadar dahi ahdinde durmayan (sın)." İbn Abbâs der ki: "Hainlik burada masiyet anlamındadır. Bunun, yalan ve günahkârlık anlamına geldiği de söylenmiştir. Onların hainlikleri ise, kendileri ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki ahdi bozmaları ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı Savaşmak hususunda müşriklere yardımcı olmaları idi. Ahzab (Hendek) günü (müşriklere yardımcı olmaları) ile bunun dışında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmeye kalkışmaları ve ona dil uzatmaları gibi. "İçlerinden pek azı müstesna" onlar hainlik etmezler. Bu ise, "Onların hainliklerini" âyetindeki "onlar" zamirinden muttasıl bir istisnadır. "Sen yine onları affet, aldırış etme." Âyetinin anlamı ile ilgili olarak iki görüş belirtilmiştir: Seninle onlar arasında bir antlaşma bulunup zimmet ehli oldukları sürece onları affet, onlara aldırış etme. Diğer görüşe göre, bu âyet kılıç âyeti ile nesh edilmiştir. Bunun, yüce Allah'ın: "Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişe edersen..." (el-Enfal, 8/58) âyetiyle nesh olduğu da söylenmiştir. 14Bîz nasrânîyiz" diyenlerin de sağlam bir şekilde sözlerini almıştık. Onlar da kendilerine verilen öğütlerden bir pay almayı unuttular. Biz de, kıyâmet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik. Allah, yakında onlara yaptıklarını haber verecektir. Yüce Allah'ın: "Biz nasrânîyiz diyenlerin de sağlam bir şekilde sözlerini almıştık" âyeti, hıristiyanlardan da tevhid ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îmana dair söz almıştık, demektir. Çünkü bu husus İncil'de yazılı idi. "Onlar da... bir pay almayı unuttular." Âyetinde söz konusu bu pay ise, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmektir. Yani, emrolundukları gereğince amel etmediler, Kendi hevaları doğrultusunda yaptıklarını ve bu tahrifi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâra sebep kıldılar. "Sözlerini almıştık" âyeti ise, senin: Ben, Zeyd'den elbisesini ve dirhemini aldım sözüne benzer. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Âyetin baş tarafının, takdiri şöyle olmalıdır: Biz, hıristiyanız diyenlerden de sözlerini almıştık. İfadenin Kûfelilere göre takdiri ise şöyledir: Biz hıristiyanız diyen kimseler arasından sözlerini aldığımız kimseler vardır. Bu takdirlere sebep ise, nahivcilerin zamirin, zahirden (zamirin ait olduğu isimden) önce zikredilmesini kabul etmeyişleridir Hıristiyanların: "Biz nasrânîyiz" şeklindeki sözleri nakledilip, "biz nasranilerdeniz" denilmeyişi, onların nasraniliği bidat olarak ortaya attığına ve bu ismi böylece aldıklarına bir delil vardır. Bu anlamda bir açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. "Biz de... aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik." Yani, bunu körükledik. Bunu onlara yapışık kıldık, anlamına geldiği de söylenmiştir. O takdirde bu kelime, -tutkal anlamına gelen den alınmış olur. Bu ise zamk ve buna benzer, bir şeyi bir şeye yapıştıran demektir. ise, âdeta yapışırcasına bir şeye alışmak anlamındadır. er-Rummânî'nîn naklettiğine göre "iğrâ" birbirlerine musallat edilmeleri demektir. Bunun kışkırtma anlamına geldiği de söylenmiştir. Asıl anlamı ise, yapışmak demektir. Şair Küseyyir der ki: "Artık yavaş ol» dendi mi, gözler kesintisiz yaş boşaltır. Birbirine yapışık (sicim gibi) damlalar halinde ve sağnak yaşlar onu besler durur." Yapıştırmak için kullanılan tutkal (el-Ğirâ) da buradan gelmektedir. Bir şeye iğrâ, üzerine musallat kılmak cihetiyle onu o şeye yapıştırmak demektir. Köpeğin iğrâsı ise, avlanmaya alıştırılması demektir, "Aralarına ifadesi, düşmanlığın zarfıdır. (Yani, düşmanlık aralarına yerleştirilmiştir). Yüce Allah bununla, -daha önceden sözkonusu edildiklerinden ötürü- yahudi ve luristiyanlara işaret etmektedir. es-Süddî ve Katadeden; birbirlerine düşmandırlar diye açıklamada bulundukları nakledilmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyetle, özel olarak hıristiyanların fırkalara ayrılışına işaret edilmektedir. Bu açıklamayı da er-Rabî' b. Enes yapmıştır. Çünkü, bu âyette kendilerine en yakın işaret edilenler onlardır. Diğer taraftan, Hıristiyanlar, Yakubîler, Nasturîler ve Melkânîler olmak üzere ayrı fırkalara ayrılmışlardır. Yani bunların biri ötekini tekfir etmiştir. en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın: "Biz de...aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik" âyetinin anlamı ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzellerinden birisi de şudur: Yüce Allah, kâfirlere düşmanlık beslenilmesini ve onlara karşı kin duyulmasını emretmiştir. O bakımdan, her bir fırka, diğer fırkaya düşmanlık edip ona kin beslemekle -kâfir oldukları gerekçesiyle- enir olunmuştur. Yüce Allah'ın: "Allah, yakında onlara... haber verecektir" âyeti, onlara yönelik bir tehdittir. Yani, pek yakında, ahdi bozmalarının cezası ile karşılaşacaklardır. 15Ey kitab ehli, size, kitab(ınız) dan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp, birçoğunu da açıklamadan geçiveren Peygamberimiz gelmiştir. Size, muhakkak ki Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap da gelmiştir. "Ey kitab ehli" âyetinde kitap, "kitaplar" anlamında cins ismidir. O bakımdan, bütün kitap ehli buna muhataptırlar. "Size, kitab(ınız)dan” yani, kitaplarınızdan. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ve recm âyeti, maymunlara dönüştürülen, cumartesi yasağını çiğneyenlere ait kıssa gibi -çünkü onlar bütün bunları gizliyorlardı- "gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp, birçoğunu da açıklamadan geçiveren." Yani, açıklamaksızın bırakıveren, "Peygamberimiz" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) "gelmiştir." O, sadece peygamberliğine delil teşkil eden hususları, onun doğruluğuna delalet eden risaletine tanıklık ihtiva eden hususları açıklıyor ve açıklanmasına bu açıdan gerek olmayan şeyleri bırakıyordu. "Bir çoğunu da açıklamadan geçiveren" âyeti ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Yani, birçok şeyi affedip bağışlayarak size onu haber vermemektedir. Nakledildiğine göre, hahamlarından birisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gelerek şöyle sordu: Ey Filan, sen bizi affettin mi?. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüz çevirdi ve ona bir açıklamada bulunmadı. Yahudi ise, Hazret-i Peygamberin sözlerinin çelişkili olduğunu ortaya çıkarmak istemişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu konuda bir açıklamada bulunmayınca, Hazret-i Peygamberin huzurundan kalkıp gitti ve arkadaşlarına şöyle dedi: Onun bu söylediklerinde doğru olduğunu zannediyorum. Çünkü o, Kitabında Hazret-i Peygamberin kendisine sorduğu soruya cevap vermeyeceğine dair bir açıklama bulmuştu. "Size muhakkak ki Allah'tan bir nûr" yani aydınlık "gelmiştir." Bu nurun İslam olduğu söylendiği gibi, ez-Zeccâc'dan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. "Ve apaçık bir kitab da" Yani, Kur'ân-ı Kerîm "de gelmiştir." Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, ahkâmı açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (en-Nisâ, 4/174'de) geçmiş bulunmaktadır. 16Allah, onunla rızasına uyanları selâmet yollarına İletir. Onları, İzniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve kendilerini dosdoğru yola iletir. "Allah onunla rızasına uyanları" yani, Allah'ın razı olduğu şeyleri izleyenleri, "selamet yollarına" yani, her türlü âfetten münezzeh, korkulacak herşeyden güvenliğe kavuşturucu olan selâmet yurdu olan cennete götüren esenlik yollarına "İletir." el-Hasen ve es-Süddî der ki; "es-Selâm", aziz ve celil olan Allah'tır. Bunun anlamı ise, Allah'ın dinine, yani İslama iletir demektir. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" (Âl-i İmrân, 3/19) diye buyurmuştur. "Onları izniyle" yani, onları muvaffak kılmasıyla ve iradesiyle "karardıklardan aydınlığa çıkarır." Küfrün ve cehaletlerin karanlıklarından, İslâm'ın ve hidâyet yollarının aydınlığına çıkartır. 17Yemin olsun ki: "Allah, Meryem oğlu Mesihtir" diyenler kâfir oldular. De ki: "Şayet Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde bulunanların hepsini helâk etmek isterse Allah'a karşı kim birşey yapabilir? Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır O. Allah her şeye gücü yetendir. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki: Allah Meryem oğlu Mesihdir diyenler kâfir oldular" âyetine dair açıklamalar ve bu konu ile ilgili söylenecek sözler, en- Nisa sûresinin sonlarında (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin delâletine göre, hıristiyanların küfre sapmaları, bunu dinlerinin bir esası kabul etmek suretiyle: "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Meslhin kendisidir" demeleridir. Çünkü onlar, bu sözü kabul etmemek şanıyla sadece nakil etmek üzere söylemiş olsalardı, kâfir olmazlardı. "De ki;... Allah'a karşı kim birşey yapabilir." Kim Allah'ın emrine karşı durabilir? Yani, kim Allah'ın yapmak istediklerinden herhangi bir şeyi önleyebilir, ona karşı durabilir. Böylelikle yüce Allah şunu bildirmektedir. Şayet Mesih bir ilâh olsaydı, gerek kendisinin gerek başkasının başına gelecek şeyleri önleyebilecek miydi. Yüce Allah, onun annesinin canını aldığı halde O; annesinin ölümünün önüne geçememiştir. Yine onu öldürecek olsa, ondan ölümü kim geri çevirebilir yahut kim Önleyebilir? "Göklerin, yerin ve aralarındaki herşeyin mülkü Allah'ındır." Mesih ve onun annesi de göklerle yer arasında sınırlı ve İşgal ettikleri yer belli olan iki yaratıktır. Çevresini saran sınır belli olan ve sonucu olan bir varlık ise ilâh olamaz. Yüce Allah burada: "İkisi arasında" diye buyurmuş, "aralarında" diye buyurmamıştır. Çünkü O, iki tür ve iki sınıfı (yer ile gökleri) kastetmek istemiştir. Bir çobanın söylediği şu beyitte olduğu gibi: "işte kederlerimin ikisi de kapımı çalıp geldiler. Ben de ikisini ağırlıyorum. Genç devlerle ve yayı andıran hamile olan ve olmayan develerle." Şair burada "ikisi... çaldılar" dedikten sonra, "İşte benim kederlerim" diye çoğul İfade kullanmıştır. "Dilediğini yaratır O." Kullarına bir âyet (birliğine belge ve alâmet) olmak üzere Îsa'yı babasız, anneden yaratması gibi. 18Yahudi ve hıristiyanlar: "Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz" dediler. De ki: "Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandırıyor?" Hayır, siz O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediği kimseye mağfiret eder, dilediği kimseyi de azaplandırır. Göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Sonunda dönüş O'nadır. Yüce Allah'ın: "Yahudi ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz dediler." âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şunları söylemektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerden bir topluluğu, Allah'ın cezalandırması ile korkutunca şöyle dediler: Biz korkmayız. Çünkü biz, Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz. Bunun üzerine bu âyet-î kerîme indi. İbn İshâk der ki: Nu'man b. Edât Bahrî b. Amr ile Şas b. Adiy, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına geldiler. Aralarında karşılıklı konuşmalar oldu. Allah Rasulü kendilerini Allah'ın yoluna çağırdı ve Allah'ın azabından korkuttu. Bunun üzerine: Sen bizi ne diye korkutuyorsun Ey Muhammed? Biz, Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz -hıristiyanların dedikleri gibi- dediler. Bunun üzerine yüce Allah da onlar hakkında; "Yahudi ve hıristiyanlar: Biz, Allah'ın oğulları ve sevdikleriyim dediler. De ki: Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandıriyor?" âyeti sonuna kadar nâzil oldu. Bunun üzerine Muâz b. Cebel ile, Sa'd b. Ubade ve Ukbe b. Vehb onlara: Ey yahudiler topluluğu Allah'tan korkunuz dediler, Allah'a yemin olsun ki sizler, onun Allah'ın Rasulü olduğunu gerçekten biliyorsunuz. Gerçekten siz, peygamber olarak gönderilmeden önce ondan bize söz ediyordunuz ve bize onun niteliklerini anlatıyordunuz. Bunun üzerine Rafi’ b. Hureymele ile Vehb b. Yehuza şöyle dediler: Hayır, biz size böyle bir şey demedik. Allah da Mûsa'dan sonra herhangi bir kitap göndermemiştir ve Mûsa'dan sonra uyarıcı ve müjdeci olmak üzere bir peygamber de göndermiş değildir. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey kitab ehli, peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size açıklayıp duran Rasulümüz gelmiştir. Allah her şeye gücü yetendir." (el-Mâide, 5/19) âyetini indirdi. Her iki rivâyeti de es-Suyûti, ed-Dürru'l Mensur, III. 44-45. es-Süddî der ki: Yahudiler, yüce Allah'ın, İsrail (Yakub) aleyhisselama: Senin oğlun benim de ilk oğlumdur diye vahyettiğini iddia etmişlerdir. Süddîden başkaları da der ki: Hıristiyanlar da: Biz, Allah'ın oğullarıyız dediler. Çünkü İncil'de Hazret-i Îsa'dan: "İşte ben, benim de babam, sizin de babanız olana gidiyorum" dediği nakledilmektedir. Bu âyetin anlamının: Biz, Allah'ın elçilerinin oğullarıyız, şeklinde olduğu da söylenmiştir, O takdirde bir muzafin hazf edilmesi sözkonusudür. Özetle onlar, kendilerinin bir üstünlüğe sahip oldukları görüşünde idiler. Yüce Allah da onların bu iddialarını reddederek: "Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandiriyor?" diye sormaktadır. Dolayısı ile, onlar iki şıktan birisi ile karşı karşıya bulunuyorlardı. Ya, O bize azâb edecektir diyeceklerdi, o taktirde onlara: O halde siz, ne Allah'ın oğullarısınız, ne de sevdiklerisiniz. Çünkü seven, sevdiğine azâb etmez. Siz de O'nun sizi azaplandıracağım ikrar etmektesiniz. Bu da sizin yalan söylediğinizin delilidir denilirdi. Bu ise, cedelciler nezdinde "burhan-ı halef diye bilinen usuldür. Veya: O bize azâb etmeyecektir diyerek, kitaplarında bulunanı ve peygamberlerinin getirdiklerini yalanlayacaklar, aralarından isyan edenlerin azaba uğratılacaklarını itiraf ettikleri halde masiyet islemeyi mubah göreceklerdi. Kitaplarının-hükümlerine bağlı kalmalarının sebebi de işte budur. "Niçin sizi azaplandırıyor" âyetinin, niçin sizi azaplandırdı anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, mazi (geçmiş) anlamındadır. Yani, neden sizleri maymunlara ve domuzlara dönüştürdü. Ve niçin sizden önceki yahudi ve hıristiyanları -onlar da sizin gibi oldukları halde- çeşitli azaplarla azaplandırdı? Çünkü yüce Allah, henüz meydana gelmemiş herhangi bir şeyi onlara karşı delil olarak getirmez. Zira, onlar böyle bir soruya: Yarın bize azâb edilmeyecektir, diye cevap verebilirler, O bakımdan bildikleri şeylerle onlara karşı delil getirilmiştir. Daha sonra yüce Allah: "Hayır siz, O'nun yarattığı insanlardansınız" diye buyurmaktadır. Yani, sizler de O'nun diğer yaratıkları gibisiniz, itaat ve masiyetiniz dolayısı ile sîzi hesaba çeker ve herkese yaptığı amelin karşılığını verir. "O, dilediği kimseye mağfiret eder." Yani, yahudilerden tevbe eden kimselere mağfiret eder. "Dilediği kimseyi Yahudilik üzere ölenleri de azaplandırır." "Göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki her şeyin mülkü Allah'ındır." O'na karşı duracak, O'nun hiçbir ortağı yoktur "Sonunda dönüş O'nadır." Ahirette, kulların işleri yalnız O'na dönecektir. 19Ey kitab ehli, peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size (dini) açıklayıp duran Rasulümüz gelmiştir. "Bize bir müjdeleyici ve bir korkutucu gelmedi" demeyesiniz diye. İşte size gerçekten müjdeleyici ve korkutucu bir peygamber gelmiş bulunuyor. Allah herşeye gücü yetendir. Yüce Allah'ın: "Ey kitab ehli... size, Rasûlümüz gelmiştir" âyetinde kastedilen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’dır, "Size, (dini) açıklayıp duran" yarın bize bir peygamber gelmedi diyemesinler diye, onların ileri sürebilecekleri bir delillerinin kalmadığını açıklayan peygamberimiz "Peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda geldi." (Arasının kesildiği anlamı verilen) Fetret; Sükûn demektir. Bunun, iki peygamber arasındaki kesinti süresi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama Ebû Ali ile ilim ehlinden bir guruptan rivâyet edilmiştir. Bunu da er-Rummanî nakletmektedir. Der ki: Fetrette aslolan, o zamana kadar gayretle yapılan çalışmanın kesintiye uğramasıdır. Ve bu; " İşini kesti ve onu işinden alıkoydum" tabirlerinden alınmıştır. Suyun sıcaklığının sona erip soğumaya başlaması (ılıması)nı anlatmak üzere kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. Keskin bakışı kalmamış kadın hakkında kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. Bedenin füturu da suyun füturu (soğuması) gibidir. Fitr ise, şehadet parmağı ile baş parmağın açılışı halinde aradaki boşluğun adıdır. Âyet: Peygamberler, ondan bir süre önce gelip geçmiştir anlamındadır, Bu fetret süresinin ne kadar olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. Sad, "et-tabakat" adlı kitabında İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir; İmrân oğlu Mûsa ile Meryem oğlu Îsa (ikisine de selam olsun) arasında binyediyüz yıl geçmiştir. Her ikisi arasında fetret dönemi olmamıştır. İkisi arasında -diğer kavimlerden gönderilen peygamberler müstesna- yalnızca İsrail oğullarından bin peygamber gönderilmiştir. Hazret-i Îsa'nın doğumu ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında ise, beşyuz altmış dokuz yıl geçmiştir. Bu sürenin baş taraflarında üç peygamber gönderilmiştir ki, yüce Allah'ın şu âyetinde kendilerinden söz edilmektedir: "O zaman Biz onlara, iki elçi göndermiştik de, onlar da ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü birisi ile takviye etmiştik." (Yasin, 36/14) Takviye olarak gönderilen peygamber ise "Şem'ûn"dur, O da havarilerdendi, Allah'ın hiçbir peygamber göndermediği fetret dönemi İse, dörtyüzotuzdört yıldır. İbn Sa'd, Tabakaat, I, 53. ' el-Kelbînin naklettiğine göre ise, Hazret-i Îsa ile Hazret-i Muhammed arasında beşyüzaltmışdokuz yıl geçmiş ve ikisi arasında dört peygamber gönderilmiştir. Bunlardan birisi, Absoğullarından Halid b. Sinan adında Arap bir peygamberdir. el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir şey ise, ancak sadık bir haber ile bilinebilen türden şeylerdir. Katade de der ki: Hazret-i Îsa ile Hazret-i Muhammed arasında altoyuz yıl geçmiştir. Mukalil. ed-Dahhâk ve Vehb b. Münebbih de bu görüştedir. Şu kadar var ki, Vehb buna yirmi yıl daha ilave etmektedir. Yine ed-Dahhâk'tan dörtyüzotuz küsur yıl geçtiğini söylediği de nakledilmiştir. İbn Sa'd, İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Âdem ile Nûh arasında on kam (nesil) geçmiştir ki, bunların hepsi müslüman idiler. Yine İbn Sa'd der ki: Bize, Muhammed b. Amr b. Vakid el-Eslemî, birden çok kişiden şöyle dediklerini haber vermiştir: Âdem ile Nûh arasında on kam (asır) geçmiştir Bir karn ise yüzyıldır. Nûh ile İbrahim arasında on asır geçmiştir. Yine her bir asır yüz yıldır. İbrahim ile İmrân oğlu Mûsa arasında on asır geçmiştir. Her bir asır yüz yıldır. İbn Sa'd, aynı yer. İşte, Âdem ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasında geçen asırlar ve yıllar bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bize, bir müjdeleyici" müjde veren bir kimse "ve bir korkutucu" korkutup uyaran bir kimse "gelmedi demeyesiniz diye." Böyle demeniz istenmediğinden dolayı anlamındadır. O bakımdan bu, nasb mahallindedir. İbn Abbâs der ki: Muaz b. Cebel ile Sa'd b. Ubade ve Ukbe b. Vehb, yahudilere: Ey yahudiler Allah'tan korkunuz. Allah'a yemin ederiz ki, hiç şüphesiz sizler Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğunu biliyorsunuz. Ve gerçekten sizler, peygamber olarak gönderilmeden önce, ondan bize söz ediyor ve bu nitelikleriyle bize onu anlatıyordunuz, dediler. Bunun üzerine yahudiler: Allah, Mûsa'dan sonra ne bir kitab indirdi, ne de ondan sonra herhangi bir müjdeci ve uyarıcı kimse gönderdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. es- Süyutî, ed-Dürru'l-Mensur, III, 45. "Allah herşeye gücü yetendir." Yarattıklarından dilediğini peygamber olarak göndermeye güç yetirendir. Müjdelediği ve uyarıp korkuttuğu şeyleri gerçekleştirmeye gücü yetendir, diye de açıklanmıştır. 20Hani Mûsa kavmine demişti ki: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün ki, içinizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmış, âlemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti. Yüce Allah : "Hani Mûsa kavmine demişti ki: Ey Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün..." âyeti, yüce Allah tarafından onların (Hazret-i Peygamberin çağdaşı olan yahudilerin) geçmişlerinin Hazret-i Mûsa'ya karşı direndiklerini ve ona isyan ettiklerini beyan etmektedir. İşte bunlar da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı aynı tavırları sürdürmektedirler. Bu, Hazret-i Peygambere bir tesellidir. Yani, ey îman edenler, hem Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, hem de Mûsa'nın başından geçen olayı hatırlayın. Abdullah b. Kesir'den; "Ey kavmim... düşünün âyetini, "mim" harfini ötreli olarak şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Benzeri âyetler da böyledir, ifadenin takdiri ise: Ey hitab ettiğim kavim, topluluk... anlamındadır, "İçinizden peygamberler göndermiş" âyetindeki peygamberler anlamına gelen (........) kelimesi, munsarıf değildir. Çünkü sonunda müenneslik elifi bulunmaktadır. "Ve sizi hükümdarlar yapmış" yani, kendi işinizin sahibi ve Mâlikî kılmıştır. Daha önce Fir'avun'un mülkiyeti ve onun kahr-u galebesi altında bulunuyorken, şimdi size kimse galip gelememektedir. O, sizi firavundan, onu suda boğmak suretiyle kurtarmış oldu. Bu anlamda onlar, hükümdarlar idiler. es-Süddî, el-Hasen ve başkaları da buna yakın ifadelerle bu âyeti açıklamışlardır. es-Süddî der ki: Onların herbirisi kendisine, aile halkına ve malına mâlik idi. Katade de der ki: Yüce Allah, onlar hakkında: "Sizi hükümdarlar yapmış" diye buyurmuştur. Çünkü bizler, Âdemoğulları arasında kendilerine ilk hizmet edilen kimselerin onlar olduğundan söz ederdik. İbn Atiyye der ki: Ancak bu açıklama zayıftır. Çünkü kiptiler, İsrailoğullarını kendi hizmetlerinde kullanmakta idiler, Âdemoğullarının uygulamalarından açıkça anlaşılan şu ki, nesilleri artıp çoğaldıkları zamandan bu yana, onların kimisi kimisinin emri altında çalışırdı. Ümmetlerin arasındaki farklılık sadece bu mâlik oluşun anlamı bakımındandı. Âyetin bu bölümü şöyle de açıklanmıştır: O, sizi izin alınmaksızın yanınıza girilmeyecek şekilde ev ve mesken sahibi kimseler kıldı. Bu anlamdaki bir açıklama, ilim ehlinden bir topluluktan rivâyet olunmuştur. İbn Abbâs der ki; Eğer bir kimsenin evine, kendisinin izni olmaksızın girilmiyor ise, o bir melik (hükümdar) dır. Yine el-Hasen'den ve Zeyd b. Eslem'den nakledildiğine göre, her kimin bir evi, hanımı ve hizmetçisi varsa o kimse bir hükümdardır. Bu aynı zamanda Müslim'in Sahihi'nde nakledildiği üzere Abdullah b. Amr'ın da görüşüdür. " Müslim'in Sahihi'nde Ebû Abdurrahman el-Hubullîden şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Abdullah b. Amr b. el-Âs'ı -bir adamın kendisine soru sorması üzerine- şöyle derken dinledim: Bizler, muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz? Abdullah ona: Senin yanında yattığın bir hanımın var mı? O, evet dedi. Yine Abdullah; Peki mesken olarak kullandığın bir evin var mı diye sordu, adam evet dedi. Abdullah: O halde sen zenginlerdensin, dedi. Adam: Benim bir hizmetçim de var deyince, Abdullah b. Amr: O halde sen hükümdarlardansın, diye cevap verdi. Müslim, Zühd 37. İbnü’l-Arabî der ki: Bunun faydası şu ki, kişi üzerine bir keffaret vacib olursa o da eve ve hizmetçiye sahip ise keffaretini yerine getirmek için bunları satıp oruç tutması câiz olmaz. Çünkü, köle azad etmeye gücü yeten bir kimsedir Hükümdarlar ise, oruç tutarak keffarette bulunmazlar. Köle azad etmekten aciz olmakla da nitelendirilmezler. İbn Abbâs ve Mücahid der ki: Allah, onları men, selva (suyun kendisinden fışkırdığı) taş ve onları gölgelendiren bulut ile hükümdarlar yapmıştı. Yani onlar, tıpkı hükümdarlar gibi kendilerine hizmet edilen kimselerdi. Yine İbn Abbâs'tan, bununla hizmetçi ve evin kastedildiği nakledilmiştir. Mücahid, İkrimet el-Hakeni b. Uyeyne de böyle demiş ve bunlar ayrıca hanımı da ilave etmişlerdir. Zeyd b. Eslem de böyle demiştir. Şu kadar var ki, onun bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği de bilinmektedir: "Her kimin içinde barınacağı bir evi, hanımı ve kendisine hizmet edecek bir hizmetçisi varsa, o bir hükümdardır." Ebû Dâvûd, el- Merâsil, 181. Bunu en-Nehhâs nakletmistir. Şöyle de denilmektedir: Her kim, kendisinden başkasına muhtaç olmuyorsa o kimse bir hükümdardır. Bu da Hazret-i Peygamberin şu âyetini andırmaktadır "Her kim kafilesi (çoluk çocuğu arasında) güvenlik içerisinde, bedenî afiyette sabahı eder ve günlük yiyeceğine de sahip bulunuyor ise, ona âdeta dünya herşeyiyle verilmiş gibidir." Tirmizî, Zühd 34; İbn Mâce, Zühd 9. Yüce Allahın: "Âlemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti." âyetindeki hitap, müfessirlerin Cumhûruna göre, Hazret-i Mûsa tarafından kavmine yapılmıştır. İfadenin akışı da böyle olmasını gerektirir. Mücahid der ki: Burada verilenlerle kast edilen men, selva, (suyun kaynadığı) taş ve onları gölgeleyen buluttur. Verilenlerden kastın, aralarındaki çok peygamber ile kendilerine gelen âyetler olduğu da söylenmiştir. Kötülük ve aldatma niyetinden uzak, selim kalpler olduğu söylendiği gibi, ganimetlerin ve onlardan yararlanmanın helal kılınması olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Bu, red olunan bir görüştür. Çünkü ganimetler, sahih hadiste sabit olduğuna göre, bu ümmetten başka herhangi bir kimseye helal kılınmış değildir. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ileride gelecektir. Hazret-i Mûsa tarafından bu sözler izzet-i nefse sahip olmalarını ve zorbaların topraklarına kuvvet ile girme emrine uymalarını sağlamaya hazırlamak için söylenmiştir. Bu hususta Allah'ın aziz kıldığı ve şanını yücelttiği kimselerin davranışı gibi oraya girmelerine hazırlık olsun diyedır "Âlemlerden" âyeti, el-Hasen'den nakledildiğine göre, çağdaşınız olan âlemlerden anlamındadır. İbn Cübeyr ve Ebû Mâlik ise derler ki: Burada hitab Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti nedir. Bu ise, benzeri ifadelerin güzel kaçmadığı sözün zahirinden bir uzaklaşmadır. Dimaşk'ın, zorbaların oturdukları yer olduğuna dair birbirini destekleyen haberler varid olmuştur, 21"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı arz-ı mukaddese girin. Gerisin geriye dönmeyin. Yoksa kaybedenler olarak geri dönersiniz. "Arzı mukaddes" demek, tertemiz kılınmış arz demektir. Mücahid ise, mübarek kılınmış arz demektir der. Bereket ise, kıtlık, açlık ve benzeri şeylerden arındırılmak anlamındadır, Katade der ki: Burası Şam (Suriye) memleketidir. Mücahid ise. Tur ve çevresidir demektedir. İbn Abbâs, es-Süddî ve İbn Zeyd, burası Eriha'dır derler. ez-Zeccâc der ki: Arz-ı mukaddes, Dimaşk, Filistin ve Ürdün'ün bir bölümüdür. Katade'nin sözü ise bütün bunları kapsamaktadır. "Allah'ın size yazdığı" yani, içerisine girmeyi üzerinize farz kılıp, oraya girmeyi ve orayı size yerleşeceğiniz yurt kılmayı vadettiği arz demektir İsrail oğulları, Mısır'dan çıkınca, yüce Allah onlara, Filistin topraklarında bulunan Erihalılar ile cihad etmeyi emretti. Onlar, biz bu ülkeyi bilmiyoruz dediler. Bu sefer, (Hazret-i Mûsa) Allah'ın emri ile her bir koldan bir kişi olmak üzere aralarından oniki nakîb gönderdi. Bunlar, -daha önce geçtiği gibi- haber toplayıp tecessüs edeceklerdi. O beldenin sakinlerinin Amalikalılardan zorba kimseler olduklarını gördüler. Dehşet verecek iri yapıda olduklarını tesbit ettiler. Hatta şöyle denilmiştir: Bu kimselerden birisi, bu nakîbleri gördü, onları alıp bahçesinden toplamış olduğu meyveler arasına elbisesinin yenine koydu. Ve onları hükümdarın önüne getirip önüne saçtı ve dedi ki: Bunlar bizimle Savaşmak istiyorlar. Hükümdar kendilerine şöyle dedi: Haydi, adamınızın yanına geri dönün ve ona bizim durumumuzu -az önce geçtiği gibi- haber verin, dedi. Yine denildi ki: Geri döndüklerinde, o bölgenin üzümünden bir salkım aldılar. Denildiğine göre bu salkımı bir kişi taşıdı, yine bu salkımı oniki nakîb'in birlikle taşıdığı da söylenmiştir. Derim ki: Bu doğruya daha yakın görünmektedir. Çünkü, denildiğine göre nakibler, zorba topluluğun yanına varmışlar ve onlardan herhangi birisinin elbisenin yenine, kendilerinden iki ikisinin girecek kadar iri olduklarını, onlardan birisinin salkımını, nakîblerden ancak beş kişinin bir tahta üzerinde taşıyabildiğini, taneleri boşaltıldığı takdirde onlara ait bir nar kabuğunun yarısı içerisine beş ya da dört kişi girdiğini görmüşlerdir. Derim ki: Bununla birincisi arasında herhangi bir çelişki yoktur Çünkü, onları elbisenin yeni içerisine alan zorba kişi -ki, kucağına aldığı da söylenmiştir- Uc b. Anâk'dır. Uc ise, aralarında boyu en uzun, yaratılışı en iri kimse idi, -Yüce Allah'ın izniyle ileride anlatılacağı üzere-, diğerlerinin uzunluğu ise, Mukâtil ’in görüşüne göre, altıbuçuk zira idi. el-Kelbî der ki: Onlardan herbirisinin boyu sekiz zira idî. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yûşa İle Yukanna oğlu Kâlib dışında nakîbler bu haberi yayıp, İsrail oğulları cihada çıkmayı kabul etmeyince, bu isyankârlar ölüp de çocukları yetişinceye kadar kırk yıl süreyle Tih'de kalmakla cezalandırıldılar. Daha sonra bunların yetişen çocukları zorbalarla Savaştı ve onları yenik düşürdüler. "Gerisin geriye dönmeyin" Yani, bana itaat etmekten ve benim size emretmiş olduğum bu zorbalarla Savaşmaktan geri dönmeyin. Anlamının: Yüce Allah'a itaatten vazgeçip O'nun masîyetine dönmeyin şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de anlamı birdir. 22Dediler ki: "Ey Mûsa, orada zorba bir topluluk var. Doğrusu onlar oradan çıkmadıkça biz de oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o zaman gireriz." "Dediler ki; Ey Mûsa, orada zorba bir topluluk var." Yani, iri yan, uzun boylu kimseler var. Buna dair açıklamalar az önce geçti. Uzun boylu hurma anlamında denilir. Cebbar, ululanan, zillet ve fakirlikten uzak kalan kimse demektir. ez-Zeccâc der ki: İnsanlardan cebbar kişi zorba demektir. Bu da insanları istediği şeyi yapmaya cebreden (mecbur eden zorlayan) kimse demektir. Buna göre bu kelimenin aslı, zorlamak (ikrah) demek olan icbardan gelmektedir. Böyle bir kişi, başkalarını istediği şeyi yapmaya cebreder, zorlar. Bunun, kemiğin cebredilmesinden alındığı da söylenmiştir. Buna göre ise "cebbardın asıl anlamı, kendi işini ıslah eden, düzelten demektir. Daha sonra ise hak veya batıl olsun kendisine menfaat sağlayan her kimse hakkında kullanılır, olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Kemiğin cebredilmesi (kırık kemiğin kaynaması) da aynı şekilde zorlama anlamı ile alakalıdır el-Ferrâ' der ki: Ben, "fe'ârveznine vezninden sokulmuş yalnızca iki kelime biliyorum. Bunlardan birisi Cebbar, zorba kelimesi, elan, diğeri ise Yetişen kelimesi de den gelmiştir. Diğer taraftan şöyle de denilmektedir: Bu zorba kimseler, Âd kavminin kalıntıları idi. Yine denildiğine göre bunlar, İshâk oğlu İso'nun soyundandırlar. Bunlar Rumlardan idiler. Ûc b. el-Anek de beraberlerinde idi. Onun boyu ise, üçbin üçyüz otuzüç zira imiş. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Uc, elindeki bastonu ile bulutlan çeker bulutlardan su içer, denizin dibinden balıkları alır, güneşe doğru kaldırarak güneşin hareretinde balığı kızartır sonra da yermiş. Nûh (aleyhisselâm)'ın tufanı olduğu sırada, yükselen sular, dizkapaklarını aşmamıştı, O sırada ise, üçbin altıyüz yaşında idi. Hazret-i Mûsa'nın askerleri kadar bir kaya parçasını üzerlerine atmak için sökmüş, ancak yüce Allah bir kuş göndermiş bu kuş o kaya parçasını gagasına atmış ve bu kaya parçası Ucun boynuna düşerek onu yere yıkmış. On zira (arşın) uzunluğunda olan Hazret-i Mûsa da yine on zira uzunluğundaki sopası ile gelmiş, ayrıca yukarı doğru on zira daha yükseltildiği halde ancak onun yere yıkılmış haliyle topuğuna kadar yükseltilmiş ve onu öldürmüştü. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Mûsa onu, topuğunun altındaki sinirine vurmuş, böylece onu yere yıkarak Ûc ölmüştü. Ûc, Mısır'daki Nil nehrine düşmüş ve bir sene boyunca nehirde onlara köprü vazifesini görmüştü. Bu anlamdaki rivâyetleri, birtakım farklı lâfızlarla birlikte Muhammed b. İshâk, Taberî, Mekkîve başkaları zikretmiştir. el-Kelbî der ki: Ûc, Harut İle Marutun zina ettikleri ve bunun sonucunda hamile kalmış kadının çocuklarındandı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Doğrusu onlar, oradan çıkmadıkça" âyetinde kast edilenin İlya beldesi veya Eriha olduğu söylenmiştir; yani Savaşsız, olarak orayı onlar bize teslim etmedikçe "biz de oraya asla girmeyiz." Şöyle de denilmiştir: Onlar, bu sözleri zorbalardan korktukları için söylemişlerdi. Yoksa, isyan kastı ile söylememişlerdi. Çünkü onlar: "Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o zaman gireriz" demişlerdi. 23(Allah'tan) korkan kimselerden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi dedi ki: "Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdiniz mi, muhakkak siz galip gelirsiniz. Eğer Îman edenler iseniz, yalnız O'na güvenip dayanınız." "(Allah'tan) korkan kimselerden., iki kişi dedi ki: ..." İbn Abbâs ve başkaları şöyle demiştir: Bu iki kişi, Yûşa ile Yûkanna oğlu Kâlib'dir. Babasının adının Kâniyâ olduğu da söylenmektedir. Bunların ikisi de oniki nakîbden idiler. "Korkan" yani, zorbalardan korkan kimseler. Katade ise, Allah'tan korkan kimseler, diye açıklamıştır. ed-Dahhâk da der ki: Burada sözü geçen iki kişi, zorbalar şehrinde ve Mûsa'nın dinini kabul etmiş iki kişi idiler. Bu görüşe göre "korkan kimselerden" olanlar, Amalikalılardan idiler. Ve bunlar, tabiatları gereği imanlarından haberdar, edilip dinleri dolayısıyla işkenceye maruz kalmaktan korkmuşlar, fakat Allah'a güvenmişlerdi. Buradaki korkmaktan, kasıt, İsrail oğullarının zayıflık göstermesinden ve korkaklığa kapılmasından korkan kimseler diye de açıklanmıştır, Mücahid ve İbn Cübeyr:" Korkan kimseler" kelimesini "ve" harfi ötreli olarak Korkulan kimseler diye okumuşlardır ki, bu da bu iki kişinin Mûsa'nın kavminden olmadıkları görüşünü pekiştirmektedir, "Allah'ın kendilerine" İslam ile yahut kesin inanç (yakin) ve salah ile "nimet verdiği iki kişi dedi ki: Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdiniz mi, muhakkak siz galip gelirsiniz." Bunlar, İsrail oğullarına şöyle dedilen Bunların cüsselerinin büyüklüğü sizi korkutmasın. Kalpleri sizden korku ile dolup taşmış bulunuyor. Evet, cüsseleri iridir ama kalpleri güçsüzdür. Çünkü bunlar daha önceden sözü geçen kapıdan üzerlerine girdikleri takdirde, girenlerin galip geleceklerini biliyorlardı. Bu iki kişinin bu sözlerini, Allah'ın va'dine olan güvenleri dolayısıyla söylemiş olmaları da muhtemeldir. Daha sonra bu iki kişi sözlerine şöyle devam etti: "Eğer Îman edenler iseniz yalnız O'na güvenip dayanınız." Eğer O'nu tasdik eden kimseler iseniz, O'na güvenip dayanınız. Çünkü O, muhakkak size yardıma olacaktır. Diğer taraftan birinci görüşe göre şöyle de denilmiştir: Bu iki kişi bu sözlerini söyleyince, İsrailoğulları onları taşa tutmak istediler ve ikinizi doğrutayıp diğer on kişinin söylediklerini mi bırakacağız diye çıkışmışlardır. 24Onlar da dediler ki: "Ey Mûsa, onlar orada bulundukça biz asla oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbin Savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz." Daha sonra da Hazret-i Mûsa'ya: "Dediler ki; Ey Mûsa, onlar orada bulundukça biz asla oraya girmeyiz." Bu ise, bir inatlaşma ve Savaşma emrinden yan çizme, Allah'ın yardımından da ümit kesmenin ifadesidir. Daha sonra, Şanı Yüce ve Mübarek Rabbimizın sıfatını bilmezlikten gelerek: "Git, sen ve Rabbin Savaşın" diyerek, yüce Allah'ı -bundan yüce ve münezzeh olduğu halde- gitmek ve hareket etmek, intikal etmekle nitelendirdiler. Bu, da onların müsebbibe'den olduklarının delilidir. el-Hasen’in açıklamasının anlamı budur, Çünkü el-Hasen şöyle demiştir Bu onların Allah'a kâfir olmalarının ifadesidir. Bu sözlerden daha zahir olarak anlaşılan da budur. Şöyle de denilmiştir: Senin Rabbinin sana yardım edip zafer vermesi, bizim sana yardımcı olmamızdan daha uygundur. Eğer sen O'nun Rasulü isen, O'nun seninle beraber Savaşması, bizim Savaşmamızdan daha uygundur. Buna göre de yine onların bu sözleri kütür olur. Çünkü Hazret-i Mûsa'nın risaletinden yana şüphe etmiş oluyorlardı. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Haydi git sen Savaş ve Rabbin de sana yardım etsin. Burada: "Rab" kelimesi ile Harun'u kastettikleri de söylenmiştir. Çünkü Harun, Hazret-i Mûsa'dan daha büyüktü ve Hazret-i Mûsa ona itaat ederdi. Özetle onlar, bu sözleriyle fasıklık ettiler. (Doğru yoldan çıktılar). Çünkü yüce Allah: "Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma." Yani, üzülme diye buyurmuştur. Devamla: "Biz de buracıkta oturuyoruz" dediler. Yani, buradan ayrılmayız ve Savaşa da katılmayız. Oturuyoruat sözünün hal olarak Oturanlarız, olması da mümkündür. Çünkü bu âyetten önceki ifadeler tam bir anlam ifade etmektedir. 25(Mûsa): "Rabbim ben, kendim ve kardeşimden başkasına sahip değilim. Artık bizim aramızla o fâsıklar topluluğunun arasını ayır" dedi. Yüce Allah'ın: "Rabbim, ben kendimle kardeşimden başkasına sahip değilim... dedi" âyetine gelince, bu sözleri söylemesinin sebebi, Hz Harun'un, Hazret-i Mûsa'ya itaat eden bir kimse oluşudur Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbim ben, kendimden başkasına sahip olamıyorum. Daha sonra yeni bir cümle ile, "kardeşim de." Yani, kardeşim de aynı şekilde kendisinden başkasına sahip olamamaktadır, dedi. Birinci görüşe göre "kardeşim" anlamındaki kelime, "kendime" anlamındaki kelimeye atf edilmek suretiyle nasb mahallindedir. İkinci görüşe göre ise, ref mahallindedir. Bu kelime (nin ismi olan "ya" (ben)e de atfedilebilir. Yani, ben de kardeşim de herbirimiz ancak kendimize sahip olabiliyoruz. Arzu edildiği takdirde "sahip değilim" anlamındaki kelimede yer alan zamire de atf edilebilir. Yani, ben de kardeşim de ancak kendimize sahip olabiliyoruz, anlamında olur. "Artık bizim aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır." Hazret-i Mûsa, yüce Allah'tan kendisiyle bu fasıklar topluluğunun arasını hangi yolla ayırmak istemiştir, diye sorulacak bir soruya, birkaç türlü cevap verilebilir: 1) Onların haktan uzak kaldıklarına ve işledikleri bu masiyet dolayısı ile doğrudan alabildiğine uzklaştıklarına delalet edecek bir şeyle. Bu da, Tîh'de karşı karşıya kaldıkları zorluklarla gerçekleşmiştir. 2) Kendileri ile fasıklar topluluğunu birbirinden ayırd etmek suretiyle. Yani, bizi onların, genelinden ve onların cemaatinden ayırt et. Cezada bizi onlara katma. Anlamın; bizi, kendilerini mübtelâ ettiğin masiyetten korumak suretiyle bizimle onların arasında hükmünü ver, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "O gecede her hikmetli bir iş bizden bir emir ile ayırd edilir." (ed-Duhan, 44/4-5) Buradaki ayırd etmekten kasıt, hükmolunur şeklindedir. Yüce Allah da Tih'de onları öldürmek suretiyle bunu yerine getirmiştir. Buradaki ayırd etmenin âhirette olmasını kast ettiği de söylenmiştir. Yani, sen bizleri cennete koy ve cehennemde onlarla birlikte bizi bulundurma. Bütün durumlarda uzak kalmaya delâlet eden "ayırt etme" anlamına kullanıldığına dair şahit da şairin şu beyitindeki ifadeleridir: "Rabbîm, benimle onun arasını öyle bir ayır ki, îki kişinin arasına ayırıp ayırt ettiğin en ileri derecede (olsun). İbn Uyeyne de Amr b. Dinar'dan, o, Ubeyd b. Umeyr'den "ayır anlamındaki kelimeyi "radıyallahü anh" harfini esreli olarak şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. 26(Allah) buyurdu ki: "Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar, o yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Artık sen de o fâsıklar topluluğu için tasalanma. Yüce Allah'ın: "Buyû'rdu ki: Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar o yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır." âyetinde dile getiren ! Mûsa'nın duasını kabul buyurdu ve kırk yıl Tîh'de bırakmakla onları cezalandırdı. Tih, sözlükte asıl anlamı itibari ile şaşkınlık ve hayret demektir. Bu anlamda olmak üzere şaşıran kaybolan bir kimse hakkında) denilir şekillerinde "vav" ile de "ya" ile de kullanılır ise de "ya" ile kullanımı daha çoktur. Kendisinde şaşırılan ve doğru yolun bulunamadığı yer anlamındadır. de aynı manadadır. Şair (el-Accâc) bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir: "Sabredemeyen ve yol bulamayan kimseler için alabildiğine şaşırtıcı, hayrette bırakıcıdır" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Kupkuru ve yol bulunamaz bir yerde binekler ise âdeta Yumurtasından çıkmış yavruları bulunan, ele avuca gelmez keklikler gibiydi." İsrailoğulları, oldukça az miktarda fersahlar içerisinde yol alıp duruyorlardı. Bu miktarın altı fersah olduğu söylenmiştir. Gece gündüz bu alan içerisinde yol alıyorlar, akşamı ettikleri yerde sabah, sabahı ettikleri yerde de akşam oluyordu. Hiçbir şekilde dur durak bilmez, devamlı yol alıyorlardı. Beraberlerinde Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun'un bulunup bulunmadığı hususunda da görüş ayrılığı vardır. Beraberlerinde olmadıkları söylenmiştir. Çünkü Tih’te bulunmak bir ceza idi. Tîh'de kaldıkları yılların sayısı, buzağıya taptıkları günlerin sayısı kadardır. Buzağıya taptıkları her bir gün karşılığında bir yıl Tih'te kalmakla cezalandırıldılar. Hazret-i Mûsa da: "Artık bizim aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır" diye dua etmişti. (Duası kabul edilerek onlarla beraber bulundurulmamışlardı). Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun'un İsrailoğulları ile beraber oldukları, ancak tıpkı yüce Allah'ın, ateşi Hazret-i İbrahim için esenlikli ve serin kılışı gibi, bu Tîh'in İşini de onlara kolaylaştırdığı da söylenmiştir. "Haram edildi" âyeti ise, onların oraya girmeleri engellenmiştir, demektir. Nitekim Allah yüzünü ateşe haram etsin, denirken senin ateşe girişin haram kılınsın, (ateşe girmeyesin) denilmek istenir Buradaki haram kılış, engelleme anlamında bir haram kılıştır. Şer'î manada bir haram kılış değildir Nitekim şair de şöyle demiştir "Beni yere düşürmek için bir dolaştı, ben ona: Vazgeç bu işten, dedim. Çünkü ben, senin yıkman haram olan (imkânsız olan) birisiyim." Yani, ben iyi ata binen bir kimseyim. Sen beni kolay kolay yere yıkamazsın. Ebû Ali de der ki: Buradaki haram kılışın, teabbudî bir haram kılış olması da mümkündür. Şöyle sorulabilir: Aklı başında büyük bir topluluğun az miktardaki fersahlardan oluşan bir alan içerisinde yol alıp oradan çıkış yolunu bulamayışları nasıl mümkün olabilir? Cevap: Ebû Ali dedi ki: Bu, yüce Allah'ın, üzerinde bulundukları toprağı, uyudukları vakit değiştirip böylelikle onları başladıkları noktaya geri döndürmesi suretiyle mümkün olabilir. Bunun dışında, onları şüphe ve tereddüde düşürecek başka şekil ve oradan çıkışlarım engelleyecek çeşitli sebeplerle harikulade bir mucize olmak üzere gerçekleştirilmesi de mümkündür. Kırk kelimesi, el-Hasen ve Katade'nin görüşüne göre Tîh'in zaman zarfıdır. Derler ki: Onlardan hiçbir kimse o beldeye girmedi. Bu görüşe göre kelimesi üzerinde vakıf yapılır. er-Rabi' b. Enes ve başlan ise "Kırk sene" kelimesi, haram kılışın zarfıdır. Bu görüşe göre ise, vakıf üzerinde yapılır. Birinci görüşe göre, onların çocukları oraya girmişlerdir. Bu görüşü İbn Abbâs ifade etmiştir. Onlardan geriye ancak Yuşa ve Kâlib kalmıştır. Yûşa, onların soylarından gelen çocuklarla birlikte o şehre girdi ve o şehri fethetti. İkinci görüşe göre ise, kırk yıl sonrasında onlardan kalanlar o şehire de girmiş oldular. İbn Abbâstan rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun Tflı'de vefat etmişlerdir. Başkası ise şöyle demiştir; Allah Hazret-i Yûşaa peygamberlik verdi ve ona o zorbalarla Savaşmayı emretti. İşte şehre girinceye kadar güneşin batması bu esnada olmuştu. Ganimetten çaldığını tesbit ettiği kişileri yakması da. bu sırada olmuştur, Ganimet aldıkları vakit, semadan beyaz bir ateş iner ve ganimetleri yerdi. Bu da ganimetlerin kabul olunduğuna delildi. Eğer ganimetlerde bir hırsızlık yapılmışsa, bu ateş o ganimetleri yemezdi. Bunun yerine yırtıcı hayvanlarla yabani hayvanlar gelir, o ganimetleri yerdi. Bu sırada ateş inmekle birlikte aldıkları ganimeti yakmadı. Bunun üzerin peygamberleri, aranızda ganimetten çalan vardır. Şimdi, her bir kabile gelsin bana bey'at etsin. Her bir kabile gelip ona bey'at etti. Onlardan birisinin eli, peygamberin eline yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapan aranızdadır, dedi. Haydi, sizin aranızdaki her bir kimse gelsin bana bey'at etsin, dedi. Nihayet onlardan birisinin eti, onun etine yapıştı, bu sefer şöyle dedi: Ganimetten çalan sensin. da altından inek başını andıran bir şey çıkardı. Bu sefer ateş indi ve ganimetleri yaktı. Bk. Buhârî, Hums 8; Müslim, Cihâd 32; Müsned, II, 318. Naklettiklerine göre, bu ağaç sesini andıran bir sesi ve kuş kanadı gibi bir kanadı bulunan, gümüş gibi beyaz bir ateşti. Yine naklettiklerine göre bu peygamber, ganimetten bu altını çalan kişiyi ve onun beraberindeki eşyayı, bugün "Ğavr Âciz" denilen yerde yaktı. Bu kişi, ganimet hırsızı anlamına gelen: el-Ğâll diye tanındı. Asıl ismi Aciz idi Derim ki: Bu rivâyetten, bizden önce ganimetten hırsızlık yapanların cezasının ne olduğu anlaşılmaktadır. Dinimizde ise, ganimet hırsızının hükmüne dair açıklamalar daha önceden (Âl-i-İmrân, 3/161. âyet, 2 ve 3- başlıklar ile devamında) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde, Ebû Hüreyre'den gelen sahih hadiste sözü geçen ve ismi müphem bırakılan peygamber ile ganimetten hırsızlık yapanın kimlikleri de açıklanmıştır. Söz konusu hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerden bir peygamber gazaya çıktı..." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiş ve bu rivâyette şöyle denilmektedir: "Peygamber gazaya çıktı ve ikindi namazı vakti veya ona yakın bir vakitte kasabaya yaklaştı. Güneşe: Sen de emir altındasın ben de emir altındayım, dedi. Allahım, sen güneşi bir süre alıkoy. Güneş bunun üzerine, yüce Allah ona zafer verinceye kadar alıkonuldu... Nihayet aldıkları ganimeti topladılar. Ateş o ganimeti yakmak üzere geldi, fakat onu azıcık dahi olsa yakmaya yanaşmadı. Bu sefer peygamberleri; Aranızda ganimet hırsızlığı yapan vardır. Her kabileden bir kişi gelsin, bana bey'at etsin. Ona gelip bey'at ettiler. Eli, iki ya da üç kişinin eline yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapanlar sizlersiniz, dedi..." Bir önceki dipnotta belirtilen yerler. deyip az önce geçen açıklamalara benzer şeyler zikretti. İlim adamlarımız der ki: Erihalılar ile Savaşıp, onu, cuma akşamına doğru fethetmek üzere iken, güneşin hareketten alık onu İma sındaki ve onun da fetihten önce güneşin batışından korkma sındaki hikmet şudur: Eğer güneşin hareketi alıkonulmam iş olsaydı, cumartesi günü dolayısıyla Savaşması ona haram olacaktı. Böylelikle düşmanları da bu durumu bilip kılıçlarıyla onları doğrayıp kökten imha edecekti. Bu ise, denildiğine göre, Mûsa (aleyhisselâm)'ın haber vermesiyle onun peygamberliğinin sabit oluşundan sonra, ona özel olarak verilen bir mucize idi. Doğrusunu en iyî bilen Allahtır. Sözü geçen Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber ayrıca şöyle buyurmaktadır; Ganimetler, bizden önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Çünkü yüce Allah bizim zayıflığımızı ve acizliğimizi bildiğinden, ganimetleri bize helal kılmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Âlemlerden hlçkimseye vermediğini de size vermişti" (el-Mâide, 5/20) âyeti ile ilgili olarak; bu, ganimetlerin ve onlardan yararlanmanın helal kılınışıdır, şeklindeki açıklamayı reddetmektedir. Hazret-i Mûsa'nın Tih'te vefat ettiğini söyleyenlerden birisi de Amr b. Meymun el-Evdî'dir. Ayrıca o, Hazret-i Harun'un da Tih'de vefat ettiğini kaydeder. Her ikisi de Tih'de bir mağaraya çekilmiş, Hazret-i Harun vefat etmiş, Hazret-i Mûsa da onu defnedip İsrail oğullarına gitmişti. Harun ne yaptı diye sormaları üzerine, ve fat etti deyince, İsrail oğulları, yaîan söyledin, sen, bizim ona olan sevgimiz dolayısıyla onu öldürdün, dediler, Hazret-i Harun İsrail oğulları arasında sevilen bir kimse idi. Yüce Allah da Mûsa'ya; İsrail oğullarını al ve onları Harun'un kabrine götür. Ben onu, senin onu, öldürmediğini söyleyip eceliyle öldüğünü kendilerine haber vermesi için dirilteceğim, dedi. Hazret-i Mûsa, İsrail oğullarını alıp Hazret-i Harun'un kabrine gitti. Ey Harun, diye seslendi. Kabirden başım (topraklarını) silkeleyerek kalktı, Hazret-i Mûsa ona, seni ben mi öldürdüm diye sorunca, hayır ben öldüm, dedi. Bu sefer Hazret-i Mûsa, haydi yattığın yere geri dön, dedi ve yanından ayrılıp gitti. el-Hasen der ki: Mûsa Tih'de ölmedi. Ondan başkası ise: Mûsa, Eriha'yı fethetti, dedi, Yûşa da öncü kuvvetler arasında idi. Erihada bulunan zorbalarla Savaştı, sonradan da Hazret-i Mûsa İsrail oğulları ile birlikte Eriha'ya girdi ve Allah'ın dilediği kadar orada ikamet etti. Daha sonra da yüce Allah onun canını aldı. Kabrini, insanlardan hiçbir kimse bilmemektedir, es-Sa'lebî der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahihi budur. Derim ki: Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ölüm meleği, Mûsa (aleyhisselâm)'a gönderildi. Melek Hazret-i Mûsa'ya gelince, ona bir tokat vurdu, gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp: "Sen, ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin" dedi. Allah, meleğe gözünü gerisin geri iade etti ve şöyle buyurdu: "Ona dön ve elini bir öküzün sırtına koymasını söyle. Elinin kapattığı her bir kıl karşılığında onun için bir yıllık ömür verilecektir." (Melek dönüp ona durumu anlatınca) Hazret-i Mûsa dedi ki: "Rabbim, sonra ne olacak?" Yüce Allah: "Sonra ölüm" diye buyurunca, bu sefer Hazret-i Mûsa: "O halde şimdi (öleyim)" dedi. Yüce Allah'tan kendisini bir taş atımlık mesafe kadar Ârz-ı Mukaddese yaklaştırmasını diledi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer orada olsaydım, şüphesiz sizlere, kırmızı (kum) tepeciğinin alt tarafındaki yolun kenarında kabrini gösterirdim." Buhârî, Cenâiz 69; Müslim Fedâil 157, 158, Nesâî, Cenâiz 121; Müsned, II, 269, 315. İşte bizim Peygamberimiz, Hazret-i Mûsa'nın kabrinin nerede olduğunu bilmiş ve yerini onlara tavsif etmiştir. İsra ile ilgili hadiste de, onu orada kabrinde ayakta namaz kılarken görmüştüm, Müslim, Fedail 164; Nesâî, Kıyame 1; Leyl 15. Şu kadar var ki: Yüce Allah Hazret-i Mûsa'nın kabrini, Peygamberimiz dışında diğer insanlardan saklı tutmuş ve onun bilinmesini engellemiş olabilir. Bunun böyle olması da ona ibadet edilmesi ihtimali ile olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahür. Hadîs-i şerîfte, Hazret-i Peygamberin yoldan kastettiği, Beytül- Makdise giden yoldur. Bazı rivâyetlerde ise yol tabiri yerine Tur'un yan tarafı denilmektedir. İlim adamları, Hazret-i Mûsa'nın, ölüm meleğinin gözünü tokatlamasının tevili ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan birisi de şudur: Bu göz, hakiki anlamda bir göz değil, hayali bir gözdür. Ancak bu batıl bir görüştür. Çünkü bu; peygamberlerin gördükleri melek suretlerinin hakikati olmayan suretler olduğu sonucuna götürür. Bir diğer açıklamaya göre bu göz, manevi bir gözdü. O gözü yerinden çıkartılması delil ile olmuştu. Bu ise, hakikati olmıyan mecazi bir anlatımdır. Bir diğer açıklama da şudur: Hazret-i Mûsa, onu ölüm meleği olarak tanımamış, kendisinden izinsiz olarak evine giren ve ona kastetmek isteyen bir kimse olarak görmüş, o da kendisini savunmak isterken gözüne bir tokat indirip gözünü çıkarmıştır. Böyle bir durumda ise, mümkün olan herbir yolla savunmaya girmek gerekir. Bu da güzel bir açıklamadır. Çünkü hem göz, hem de göze tokat vurmak hususunda hakiki bir anlatımı İfade etmektedir. Bu açıklamayı, İmâm Ebû Bekr b. Huzeyme yapmıştır. Şu kadar var ki: hadisteki ifadelerle ona itiraz edilmiştir. O da şudur. Ölüm meleği, yüce Allah'a dönünce şöyle demiştir: "Rabbim, ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin." Eğer Hazret-i Mûsa onun kimliğini bilmemiş olsaydı, ölüm meleğinin bu sözü doğru olamazdı. Yine bir başka rivâyette: Melek, Hazret-i Mûsa'ya: "Rabbinin emrine icabet et" demiştir. Bu da meleğin kendisini tanıttığım göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Bir diğer açıklama da şöyledir. Hazret-i Mûsa çabuk öfkelenen birisi idi. Öfkelendiği vakit ise, başından duman gibi bir şey çıkar, vücudundaki (sertleşen) kılları, bedeni üzerindeki cübbesini kaldırırdı. Çabucak kızması ise, ölüm meleğine böylece tokat vurmasına sebep teşkil etmişti. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise, gördüğün gibi (kıymetsiz bir görüştür). Çünkü peygamberler ister hoşnut oldukları halde, ister kızgınlık halinde böyle bir işi yapmaktan masumdurlar. Bu konudaki açıklamalardan birisi de -ki bu, görüşler arasında sahih olanıdır- şöyledir: Hazret-i Mûsa, ölüm meleğini tanımıştı. O meleğin ruhunu kabzetmek üzere geldiğini de bilmişti. Fakat bu melek muhayyerlik sözkonusu olmaksızın Hazret-i Mûsa'nın ruhunu kabzetmekle erar olunduğunu ifade ederek, kati olarak ruhunu almakta kararlı bir eda ile gelmişti. Hazret-i Mûsa ise, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da açık bir şekilde ifade ettiği şekilde: "Şüphesiz Allah, muhayyer bırakmadıkça hiçbir peygamberin ruhunu almaz" Müsned, VI,274. hususunu da biliyordu. İşte bu melek, Hazret-i Mûsa'ya bildirilen bu şekilden başka bir üslupla varınca, güçlü ruhi yapısı ve şehametiyle onu te'dibe kalkıştı ve ona attığı bir tokat ile, ölüm meleği için de bir imtihan olmak üzere, gözünü çıkardı. Zira bu ölüm meleği, Hazret-i Mûsa'ya muhayyer olduğunu açıkça ifade etmemişti. Bu açıklamanın doğruluğuna delalet eden hususlardan birisi de şudur: Ölüm meleği tekrar Hazret-i Mûsa'ya geri dönünce, hayat ile ölüm arasında onu muhayyer bıraktı, Hazret-i Mûsa da ölümü tercih edip, bu emre teslimiyetini gösterdi. Allah, gaybını daha doğru ve daha iyi bilendir. Bu, Mûsa (aleyhisselâm)'ın vefatı ile ilgili olarak söylenenlerin en sahih olanıdır. Müfessirler bu hususta öyle bir takım kıssa ve haberler zikretmektedir ki, bunların sıhhat derecelerini Allah bilir. Sahih rivâyetler ise onlara ihtiyaç bırakmamaktadır. Hazret-i Mûsa yüzyirmi yıl yaşadı. Rivâyet olunduğuna göre Yûşa, vefalından sonra rüyasında onu görmüş ve ona: Ölümü nasıl buldun diye sormuş, o da: "Diri diri bir koyunun derisinin yüzülmesi gibi" diye buyurmuştur. Bu doğru bir ifadedir. Çünkü Hazret-i Peygamber, sahih hadiste "et-Tezkîre" adlı eserimizde açıkladığımız üzre: "Şüphesiz ölümün bir takım sekerâtı vardır" diye buyurmuştur. Buhârî, Rikaak 42. Yüce Allah'ın: "Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma" âyeti, üzülme demektir. Şair (İmruu'l Kays) da bu kelimeyi bu anlamda şöylece-kullanmıştır: "Derler ki: Üzüntü ve kederden helâk etme kendini, katlan..." 27Bir de onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını hak ile oku. Hani onlar, birer kurban sunmuşlardı da, İkisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı. O: "Seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öbürü: "Allah, ancak takvalılardan kabul eder demişti. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağcağız. "Bir de onlara Âdem'in İki oğlunun kıssasını hak ile oku..." anlamındaki bu âyet-i kerimenin, kendisinden önceki âyetlerle ilişki yönü, yüce Allah'ın, yahudilerin zulmünün, onların söz ve ahidlerini bozmalarının Hazret-i Âdem'in bir oğlunun kardeşine zulmünü andırdığına dikkat çekmektedir. Yani, Ey Muhammed, yahudiler sana suikast yapmak istemiş olsalar bile şunu bil ki, senden Önce pek çok peygamber öldürmüşlerdir. Kabil de Habili öldürmüştür. Kötülüğün geçmişi çok eskilere dayanır. Yani, sen onlara bu kıssayı hatırlat. Çünkü bu doğru bir kıssadır. Uydurma sözler gibi değildir Bununla İslam'a muhalefet edenler azarlandığı gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de bir teselli vardır. Âdem'in iki oğlu ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hasan-i Basrî, iki oğlunun Hazret-i Âdem'in sulbünden çocukları olmadığını, İsrail oğullarından iki kişi olduğunu ve Allah'ın bunları yahudilerin kıskançlığını açıklamak üzere misal verdiğini belirtmiştir. Bu iki kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Bunlar birer kurban sundular. Kurban sunmak ise ancak İsrail oğulları arasında görülen bir olaydır. İbn Atiyye ise der ki: Bu bir yanılmadır. İsrail oğullarından bir kişi nasıl olur da ölüyü gömme şeklini bilmeyip bu hususta kargaya uyabilir Sahih olan bu iki oğlun, Hazret-i Âdem'in sulbünden çocukları olduğudur. Müfessirl erden büyük çoğunluğun görüşü bü olduğu gibi, İbn Abbâs, İbn Ömer ve başkaları da bunu ifade etmiştir. Bu iki kişi, Kabil ve Habil idi. Kabil'in sunduğu kurban, bir demet başaktı. Çünkü Kabil, ekini olan bir kimse idi. Bu demet başağı ekinleri arasında en bayağılardan seçmişti. Hatta bunlar arasında iyi bir başak görünce, onu alıp ovalamış, tanelerini çıkartıp yemişti. Habil'in sunduğu kurban ise -koyun sahibi olduğundan dolayı- bir koç idi. O bunu, koyunlarının en iyileri arasından seçmişti. "İkisinden birininki kabul olunmuş." Cennete kaldırılıp yükseltilmişti. Bu koç, Hazret-i îsmail’e fidye olarak gönderilinceye kadar orada otlayıp durmuştu. Bunu, Saîd b. Cübeyr ve başkaları ifade etmiştir, Mü’min olduğu için Habil'in kurbanı kabul olunca, Kabil kendisine kıskançlıkla -çünkü o da kâfirdi- : Sen yeryüzünde yürüyeceksin ve insanlar da senin benden daha faziletli olduğunu görüp duracaklar ha! Bunun için: "Seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Bu kurbanın sunuluş sebebi, denildiğine göre şudur: Havva (Ona selam olsun) her batında biri erkek ve biri dişi olmak üzere ikiz doğururdu. Bundan tek istisna Hazret-i Şis (aleyhisselâm) idi. O, Şis'i tek başına, ileride geleceği üzere Habil'in yerine doğurmuştu. İsmi ise, Hibetullah (Allah'ın bağışı) idi. Çünkü Hazret-i Cebrâîl, onu doğurunca Hazret-i Havva'ya: Bu, Habil'in yerine Allah'ın sana bir bağışıdır (Hibetullah), demişti. Hazret-i Âdem de Hazret-i Şis'in doğduğu gün yüz otuz yaşında idi. Hazret-i Âdem, bir batında doğan erkeği, diğer batındaki kız ile evlendirirdi. Hiçbir erkeğe kendisi ile birlikte doğan ikizi helâl kılmıyordu. Hazret-i Havva, Kabil ile birlikte İklimiyâ adında güzel bir kız doğurmuş, Habil ile birlikte ise, Leyuza adında pek güzel olmayan bir kız daha doğurmuştu. Hazret-i Âdem bunları evlendirmek isteyince, Kabil: Benimle doğan ikiz kız kardeşimle evlenmeye ben daha lâyıkım deyince, Hazret-i Âdem ona böyle bir şey yapmamasını emrettiği halde o, bu emre uymadı. Onu azarlayarak vazgeçirmek istediyse de yine vazgeçmedi. Bunun üzerine kurban sunmak üzere ittifaka vardılar. Bu açıklamayı aralarında İbn Mes’ûd'un da bulunduğu müfessirlerden bir topluluk ifade etmiştir. Hazret-i Âdem'in de kurban sunuluşu esnasında hazır bulunduğu rivâyet edilmiştir Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine, bu hususta Cafer-i Sadıktan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Âdem, hiçbir zaman kendi kız çocuğunu kendi oğlu ile evlendirmezdi. Böyle bir şey yapmış olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu işten yüz çevirmezdi. Âdem'in dini hiçbir zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dininden farklı değildi. Yüce Allah, Âdem ile Havva'yı yeryüzüne indirip onların bir araya gelmesini sağlayınca, Hazret-i Havva bir kız çocuğu doğurdu. O da buna Anâk ismini verdi. Bu kız fahişelik yaptı. Yeryüzünde ilk fahişelik yapan odur. Allah da üzerine onu öldüren birisini musallat etti. Daha sonra Hazret-i Havva, Kabil'i doğurdu, sonra da Habil'i doğurdu. Kabil, olgunlaşınca Allah ona, cinlerin çocuklarından Cemale adında bir kadını İnsan suretinde gösterdi. Hazret-i Âdem'e de Bunu Kabil ile evlendir, diye vahyetti. O da onunla evlendirdi. Habil yetişip olgunlaşınca, yüce Allah, Hazret-i Âdeme yine insan suretinde bir huri indirdi. Bu huriye Rahîm yarattı. Bunun da ismi Bezle idi. Habil onu görünce onu sevdi. Allah, Hazret-i Âdeme, Bezle ile Habil'i evlendir diye vahyetti, o da bunu yaptı. Bu sefer Kabil dedi ki: Babacığım, ben kardeşimden yaşça daha büyük değil miyim? Hazret-i Âdem: Evet dedi. Bu sefer Kabil şöyle dedi: O halde ben, senin ona yaptığına ondan daha lâyık değil miydim? Hazret-i Âdem ona: Oğlum, bana bu şekilde davranmayı Allah emretti. Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Kabil: Allah'a yemin ederimki hayır böyle değil, onu sen bana tercih ettin deyince, Hazret-i Âdem şöyle dedi: Haydi birer kurban sununuz. Hanginizin kurbanı kabul olunursa, o fazilete daha lâyıktır, dedi. Derim ki: Hazret-i Cafer'den bu kıssanın sahih olarak nakledilmiş olacağını zannetmiyorum. Bu konudaki uygun görüş; bizim de naklettiğimiz, bir batında doğan erkeğin, diğer batında doğan kız çocuğuyla evlendirilmesi olmalıdır. Kitab-ı Kerîm'de bunun doğruluğuna delil yüce Allah'ın şu âyetidir: "Ey insanlar, sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden, de bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/1) bu ise bu hususta bir nass gibidir. Ancak daha sonra el-Bakara sûresinde de önceden açıklanmış olduğu gibi- nesh olunmuştur, Hazret-i Havva'dan doğan bütün çocuklar, erkek ve dişi olmak üzere yirmi batından kırk çocuktur. Bunların birincisi Kabil'dir. İkizi, İklîmiyâ'dır. Sonuncuları ise Abdulmuğîsdir. Daha sonra yüce Allah, Hazret-i Âdem'in neslini mübarek kıldı. İbn Abbâs der ki: Âdem, çocukları ve torunları kırk binini bulmadan önce vefat etmedi. Cafer es-Sadik'tan rivâyet olunan: Onun bir kız çocuğu oldu ve o fuhuş yaptı, şeklindeki sözüyle ilgili olarak: Peki, kiminle fuhuş yaptı? diye sorulur. Ona, İnsan gibi görünen bir cinni ile mi? Böyle bir şey ise, bu konuda ortada mazeret bırakmayacak bir şekilde sahih bir nakli gerektirmektedir. Böyle bir nakil ise bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Habil'in: "Allah ancak takvâlılardan kabul eder" şeklindeki sözünün makabli hazf edilmiştir. Çünkü Kabil kendisine: "Seni mutlaka öldüreceğim" dediğinde, Habil onaı Ben herhangi bir suç işlememiş olduğum halde ne diye beni öldüreceksin? Allah'ın benim kurbanımı kabul edişinde benim günahım yoktur. Ben, O'ndan korktum ve açık hak üzere oldum. Allah da ancak takva sahiplerinden kabul eder, demişti. İbn Atiyye der ki: Burada takvadan kasıt, ehli sünnetin icmaı ile şirkten sakınmaktır. Her kim muvahhid olarak şirkten sakınırsa, samimi niyyet ile yaptığı bütün amelleri makbuldür. Şirk ve masiyetlerden birlikte sakınantakvâhyagelince, o kişi, kabulün en yüksek derecesine sahip olur ve son nefesinde ilahî rahmete mazhar olur. Bu husus, şanı yüce Allah'ın haber vermesiyle bilinmiştir. Yoksa bu, Allah Üzerine aklen vacib olan bir şey değildir. Adiy b. Sabit ile başkaları der ki: Bu ümmetin takva sahibinin kurbanı (Allah'a yakınlaşması) namazdır. Derim ki: Bu ise ibadetlerden yalnız bir tür hakkında özel olarak ifade edilmiştir. Buhârî ise Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyurmuştur: Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona Savaş ilan etmiş olurum. Benim kulum, kendisine farz kıldığım şeyden daha çok sevdiğim herhangi bir şey ile bana yakınlaşmış olamaz. Kulum, nafileler ile bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Onu sevdim mi, kendisiyle işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle yakaladığı eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey İsteyecek olursa, yemin olsun ki ona veririm, Ve yine Bana sığınacak olursa, yemin olsun ben de onu himayeme alırım. Kendisi ölümden hoşlanmazken ona kötülük yapmayı hoşlanmadığım için mü’min bir kimsenin nefsini alırken tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmiş değilim," Buhârî, Rikaak 38. 28(Hâbil Kabil'e demişti ki): "Yemin ederim eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "Yemin ederim eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da..." âyetinin anlamı şudur: Sen, beni öldürmek İsteyecek olsan dahi, ben seni öldürmek istemem. Bu, onun bir teslimiyet gösterdiğini ifade eder. Haberde ise: "Fitne başgösterdiği takdirde Âdem'in iki oğlunun hayırlıları gibi olun" denildiği rivâyet edilmiştir. Ebû Dâvûd da Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Ey Allah'ın Rasulü dedim. (Beni öldürmek kastıyla) evime girse ve beni öldürmek için elini uzatsa (ben ne yapayım)? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Âdem'in iki oğlunun daha hayırlısı olan gibi ol." Sonra da şu: "Yemin ederim, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatsanda..." âyetini okudu, Ebû Dâvûd, Fiten 2; ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 29; Müsned, IT 185. Mücahid der ki: O dönemlerde onların üzerindeki farz hüküm, herhangi birisinin kılıç çekmemesi ve buna karşılık kendini öldürmek isteyene karşı da korunmaması ve kendisini savunmaması şeklinde idi. İlim adamlarımız der ki: Bu, Allah'ın kendisine bu şekilde ibadet edilmesi isteğine dair âyetin varid olmasının câiz olduğu hususlardandır. Şu kadar var ki, bizim şeriatimizde saldırganı defetmek icma ile cate kabul edilmiştir. Saldırgana karşı savunmaya geçmenin vücubu hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Daha sahih olan bunun vacib olduğudur Çünkü böyle birşey bile münkerden sakındırmaktır. Haşviyye arasında saldırıya uğrayan kimsenin savunmaya geçmesini câiz kabul etmeyen kimseler vardır. Bunlar ise, Ebû Zer'in hadisini delil diye gösterirler. Bk. Ebû Dâvûd, Fiten 2; İbn Mâce, Fiten 10; Müsned, V, 163 İlim adamları ise bunu, -et-Tezkıre adlı kitabımızda da açıkladığımız üzere- fitne zamanında çarpışmayı terk etmeye ve şüpheli hallerde kendisini başkasına el uzatmaktan alıkoymaya yorumlamışlardır. Abdullah b. Amr ile insanların büyük çoğunluğu şöyle demektedir: Habii, Kabil'den daha güçlü olmakla birlikte o, günaha girmekten kaçındı İbn Atiyye der ki: Daha sahih olan da budur. İşte buradan Kabilin kâfir değil de, sadece bir isyankâr olduğu kanaati güç kazanmaktadır Çünkü, eğer Kabil kâfir bir kimse olsaydı, böyle bir durumda onu öldürmekten çekinmenin açıklanır bir tarafı olmazdı. Bu gibi durumlarda çekinme, çekinen kimsenin muvahhid bir kimseyi öldürmekten kaçınması ve âhirette mükâfat görmek için de zulmedilmeye razı olması şeklinde açıklanabilir. İşte Osman (radıyallahü anh) da böyle davranmıştır. Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Ben, seni öldürme kastını güdemem. Sadece kendimi savunma kastıyla davranabilirim. Buna binaen şöyle denilmiştir: Habil uykuda iken, Kabil gelip -ileride açıklanacağı üzere- bir taş ile kafasını ezdi. İnsanın kendisini öldürmek isteyene karşı kendisini savunması, saldırganı öldürmek sonucunu verse dahi caizdir. Yine şöyle denilmiştir: Sen, beni öldürmek için işe başlayacak olsan dahi ben, öldürmeyi başlatan olmam. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, bu sözleriyle şunu kastetmek istemiştir: Sen, zulmen ve haksızca bana elini uzatacak olsan dahi, yemin olsun ben, zulmedecek değilim. Çünkü, şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. 29"Ben dilerim ki sen, kendi günahını da benim günahımı da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur." 2. Zulmü Başlatmanın Cezası: Yüce Allah'ın: "Ben dilerim ki sen, kendi günahını da benim günahımı da yüklenip..." âyetinin anlamı ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bunun anlamı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinde dile getirdiği anlamın kendisidir: "İki müslüman kılıçlarıyla karşılaşacak olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir". Ey Allah'ın Rasulü, katili anladık, maktul ne diye (cehennemde olsun)?. Şöyle buyurdu: "Çünkü o da karşısına çıkanı öldürmeye azmetmişti." Buhârî, Îman 22, Diyât 2; Müslim, Fiten 15; Nesâî Tahrimud-Dem 29; İbn Mâce Fiten 11. Âdeta Habil, bu sözleriyle şunu anlatmak istemiş gibidir: Ben seni öldürmek istemiyorum, Eğer seni öldürmeyi istiyen birisi olsaydım, bana gelecek olan günah da, beni öldürme günahı ile birlikte senin yüklenmeni istiyorum Manası: İşlediğim kusur ve hatalarım hususunda bana has olan günahımın da sana gelmesini İstiyorum. Yani benim günahlarım, senin bana zulmetmen sebebiyle alınıp sana verilmesini ve böylelikle beni öldürmen suretiyle günahımı da yüklenmeni istiyorum. Bu yorumlamayı Hazret-i Peygamberin şu Hadîs-i şerîfi desteklemektedir: "Kıyâmet gününde zalim ve mazlum getirilir. Zalimin iyiliklerinden alınarak, mazlumun iyiliklerine katılır. Tâ ki, ona hakkı verilinceye kadar. Eğer (zalimin) hasenatı yoksa, (yahut kalmazsa) mazlumun günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır." Bu hadisi Müslim bu anlamda rivâyet etmiştir. Müslim, Birr 59; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 2; Müsned, II, 303, 334, 372. Daha önce geçmiş bulunmaktadır. Bunu yüce Allah'ın şu âyeti de desteklemektedir: "Yemin olsun ki onlar, hem kendi (günah) yüklerini, hem de kendi yükleriyle birlikte de başka yükleri yükleneceklerdir." (el-Ankebut, 29/13) Bu husus ise gayet açıktır ve bunun açıklanamayacak bir tarafı yoktur. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı şudur Ben senin hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenmeni istemiyorum. Yüce Allah'ın şu âyetinde (mahzuf bir "enla" edatının varlığı kabul edildiği gibi); "O, sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sabit dağlar bıraktı." (en-Nahl, 16/15) Yani, sallamasın diye demektir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de böyledir: "Allah size, yanılırsınız diye açıklıyor..." (en-Nisa, 4/176) Yani, yanılmayasınız diye... Derim ki: Bu görüş zayıf bir görüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Haksız yere bir kişi Öldürüldü mü, mutlaka onun kanından (günahından) o kadar bir pay Âdem'in (kan döken) ilk oğluna da verilir. Çünkü öldürme çığırını ilk açan odur." Buhârî Cenâiz 33, Enbiya l; Diyât 2; Müslim, Kasâme 27' Tirmizî, İlim 14; Nesâî Tahrimu'd-Dem İbn Mâce, Diyar 1; Müsned, I, 383, 430, 433. Böylelikle '(Âdemin ilk oğlunun) öldürmesinin günahının tahakkuk ettiği sabit olmaktadır. Bundan dolayı ilim adamlarının çoğunluğu şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: Ben, beni Öldürme günahın ile beni öldürmeden önce işlemiş olduğun günahların ile dönmeni istiyorum. es-Sa'lebî der ki; Müfessirlerin çoğunluğunun belirttikleri görüş budur. Bunun, soru anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: Ben böyle bir şeyi ister miyim? diyerek bunu istemediğini ifade etmek istemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve bu nimeti sen başıma kakıyorsun" (eş-Şuara, 26/22) âyeti, sen bunu nimet diye başıma mı kakıyorsun? demektir Bunun böyle olması, Öldürmek istemenin bizzat masiyet olusundan dolayıdır. Bunu, el-Kuşeyrî nakletmektedir. -Ebû'l Hasen b. Keysân'a da: Mü’min, kardeşinin günah kazanmasını ve cehenneme girmesini nasıl isteyebilir? diye sorulunca: Şu cevabı vermiş: Böyle bir istek, onu öldürmek üzere kendisine elini uzatmasından sonra gerçekleşmiştir. Âyetin anlamı da şöyle olur: Sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan, yemin olsun ben, sevap kazanmak isteği ile böyle bir şeyden uzak duracağım. Bu sefer ona şöyle soruldu: Peki nasıl olur da: Sen kendi günahım da benim günahımı da diye söylemiş ? Öldürüldüğüne göre onun hangi günahı vardır? Dedi ki: Böyle bir soruya üç türlü cevap verilir: Bu cevapların biri şudur: Beni öldürmenin günahı ile kendisi sebebiyle kurbanının kabul olunmasını engelleyen günahın sebebiyle. Bu görüş, Mücahid'den de rivâyet edilmektedir. İkincisi: Beni öldürmenin günahı ile bana saldırma günahım yüklenmeni istiyorum. Çünkü, fiilen öldürmese dahi, saldırmak dolayısıyla da günah kazanabilir. Üçüncü cevap: Ona, öldürmek için elini uzatacak olsaydı günah kazanırdı. Böylelikle bu işten vazgeçtiği takdirde, bu kazanacağı günahın karşı tarafa döneceği görüşüne sahip oldu. Bu ise kişinin şu sözünü andırıyor: Mal, onun ile Zeyd arasında (ortaklaşadır) Yani; her ikimizin günahını senin kazanmanı İstiyorum, anlamındadır. Aslında eve dönmek demektir. Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir gazap ile geri döndüler" (el-Bakara, 2/61) âyetinde olduğu gibi Bakara sûresinde buna dair açıklamalar (işaret edilen âyetin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Şair de der ki: "(Kısas dolayısıyla) kana karşılık kana dönülmesin, diye birtakım hükümdarlar bize saldırmaktan vazgeçmez, mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar," Cehennemliklerden olasın... âyeti, o dönemlerde mükellef olduklarına ve mükâfaat ve ceza va'dlerine muhatap olduklarına delildir. Habil'in kardeşi Kabil'e: "Cehennemliklerden olasın" sözü, onun kâfir olduğuna delil gösterilmiştir. Çünkü, cehennemliklerden ifadesi, Kurân-ı Kerîm’de nerede geçmişse, kâfirler hakkında varid olmuştur. Ancak, bu görüş burada daha önce âyetin tevili ile ilgili olarak ilim ehlinden naklettiğimiz görüşlerle reddolunur. Buna göre, "cehennemliklerden olasın" âyetinin anlamı, sen orada olduğun sürece... şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 30Nihayet nefsi kendisine kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi. Onu öldürdü. O da hüsrana uğrayanlardan oluverdi. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Nefsin Kötü İsteklerine Uymanın Sonucu: Yüce Allah'ın: "Nihayet nefsi kendisine... kolay gösterdi" âyeti, nefsi kendisine işi kolay gösterdi, süsledi, buna teşvik etti, kardeşini öldürmesinin kolay ve rahat yapılabilir birşey olduğunu canlandırdı, demektir. el-Herevî der ki: ile "itaat etti" aynı anlamdadır. Birşeyi isteyerek yapmayı anlatmak üzere, denilir. Anlamının Kardeşini öldürmek hususunda nefsi kendisine itaat etti şeklinde olduğu ve harfi cer hazf edildiği için, "öldürme" anlamındaki kelimenin mansub geldiği de söylenmiştir. Rivâyet olunduğuna göre, Kabil kardeşini nasıl öldüreceğini bilmiyordu. O bakımdan îblis, bir kuş -veya bir başka hayvan- getirip, Kabil kendisine ha hususta uysun diye, başını iki taş arasında ezdi. O da böyle yaptı. Bu açıklamayı İbn Cüreyc, Mücahid ve başkaları yapmışlardır, İbn Abbâs ile İbn Mes'ûd da derler ki: Kardeşini uyurken buldu, bir taş ile kafasını ezdi. Bu olay ise, -Mekkede'ki bir dağ olan- Sevr'de olmuştu. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir. Bunun, Hıraya yakın olan Akabe yakınlarında olduğu da söylenmiştir. Bunu da Muhammed b. Cerir et-Taberî nakletmiştir. Cafer es-Sadık ise der ki: Bu öldürme olayı, Basra'da Mescid-i Azamın bulunduğu yerde cereyan etmiştir. Habilt Kabil tarafından öldürüldüğünde yirmi yaşında idî. Şöyle de denilmektedir: Kabil tabiatı gereği öldürmenin mahiyetini biliyordu. Çünkü insanoğlu öldürmeyi fülen görmemiş olsa dahi, tabiatı dolayısıyla insanın fani olduğunu ve canını telef etmenin mümkün olduğunu bilir. Bundan dolayı aldığı bir taş ile kardeşini Hindistan'da öldürdü. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kardeşini öldürdükten sonra pişman oldu. Oturup baş ucunda ağlamaya başladı. Bu sırada iki karga geldi, birbirleriyle kavgaya tutuştu. Kargaların biri diğerini öldürdü. Daha sonra ona bir çukur kazıp gömdü. Katil de kardeşine aynı şeyi yaptı. -Bir sonraki âyette geçecek ve "ceset" diye meali verilen kelimesi ile avret kastedilir Bu kelime ile maktulün leşinin kastedildiği de söylenmiştir. Daha sonra Kabil, Yemen'de Aden topraklarına kaçıp gitti. İblis yanına varıp ona dedi ki: Ateş. senin kardeşinin kurbanını alıp götürdü. Çünkü o, ateşe ibatlet eden bir kimse idi. Haydi sen de, hem senin, hem de soyundan geleceklerin mabudu olsun diye bir ateş yak. O da bunun üzerine ateş evi (ateş-gede) inşa etti. Denildiğine göre ateşe ilk lapan kişi odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Abbâstan şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Kabil kardeşini öldürünce, Âdem Mekke'de bulunuyordu. Bu öldürmenin akabinde, ağaçlarda diken oldu, yiyeceklerin tadı değişti. Meyveler ekşidi, sular tuzlu oldu. Yeryüzü toz-toprağa bulandı. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) şöyle dedi: Yeryüzünde önemli bir olay meydana gelmiş olmalı. Hindistan'a gitti, Kabil'in Habil'i öldürmüş olduğunu gördü. Yine şöyle denilmiştir: Âdem'in yanına giden Kabil'in kendisidir. Yanına varınca ona Habil nerede diye sordu, o da: Bilemiyorum dedi. Sanki beni onu korumakla mı görevlendirdin? Âdem ona dedi ki yoksa o kararlaştırdığını mı yapan? Allah'a yemin ederim onun kanı şöyle seslenir: Allah'ım, Habilin kanını içen bir arza lanet et. Rivâyet olunduğuna göre, o andan itibaren yer, kanı çekmez oldu. Daha sonra Âdem, yüzyıl boyunca gülmedi. Nihayet bir melek ona gelip: "Hayyakellahu Ya Âdem ve Beyyâk" dedi. Hazret-i Âdem: Beyyâk da ne demek oluyor, deyincet güldürsün demektir, dedi. Bu açıklamayı da Mücahid ile Salim b. Ebi’l-Ca'd yapmıştır. -Habil'in öldürülüşünden beş yıl sonra- Âdem yüzotuz yaşına basınca, Şi'â adındaki çocuğu dünyaya geldi. Bunun anlamı ise Hibetullah (Allah'ın bağışı) demektir. Yani, Habil'in yerine Allah'ın bağışladığı. Mukâtil der ki: Kabil'in Habil'i öldürüşünden önce yırtıcı hayvanlar ve kuşlar Hazret-i Âdemden ürküp kaçmıyordu. Fakat Kabil, Habil'i öldürünce, hayvanlar ondan kaçtı. Kuşlar havaya, yabani hayvanlar çöllere, yırtıcı hayvanlar da ormanlara çekildiler. Durumun değişmesi üzerine Hazret-i Âdem'in, es-Sa'lebi'nin de başkalarının da naklettiği ve şu beyitlerin de yer aldığı bir çok beyitten oluşan bir şiir söylediği rivâyet edilmektedir: "Değişti yerler ve üzerindekiler Yeryüzü değiştirildi çirkinleşti Tadı ve rengi olan herşey değişti O güzel güleç yüz çok azaldı." el-Kuşeyri ve başkaları der ki: İbn Abbâs dedi ki: Âdem şiir söylememiştir Muhammed ve diğer bütün peygamberler de şiir yasağı konusunda aynı hükümdedir Fakat, Habil öldürülünce babası Âdem, Süryanice konuştuğu için o dilde ona ağıt yaptı. O bakımdan bu, Süryanice bir ağıt olup, o bunu, oğlu Şişe vasiyet yoluyla vermiş ve şöyle demişti: Sen benim vasimsin. Nesilden nesile aktarılması için bu sözlerimi belle. Onun bu mersiyesi, Ya'rub b. Kah tan dönemine kadar bazı bölümleriyle ezberlenmiş oldu. Ya'rub bunları Arapçaya tercüme edip şiir haline soktu. 2. Günahı İlk Olarak İşleyenlerin Durumu: Enes yoluyla gelen bir hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salı günü hakkında soru sorulunca şöyle buyurmuş: "O gün kan günüdür. Havva o günde ay hali oldu ve o günde Âdem'in oğlu öbür kardeşini öldürdü." . Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında Abdullah (b. Mes'ûd)'ın şöyle dediği sabittir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Haksız yere bir kişi öldürüldü mü, mutlaka onun kanından (günahından) o kadar bir pay, Âdem'in (kan döken) ilk oğluna da yazılır. Çünkü öldürme çığırını ilk açan odur.". Bu ise, böyle bir günahın ona da yazılışının illetini nass ile açıkça ortaya koymaktadır Bu itibarla secde etmemek suretiyle Allah'a asi gelen herkesin masiyeti ve günahı kadar İblis'e de günah verilmesi sözkonusudur. Çünkü, secde etmemekle Allah'a ilk isyan eden odur. Aynı şekilde Allah'ın dininde câiz olmayan bir takım bid'at ve hevalan ihdas eden herkesin durumu da böyledir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur; "Her kim. lalamda güzel bir çığır açarsa, o kimseye hem onun ecri hem de Kıyâmet gününe kadar onunla amel edeceklerin ecri (kadar ecir) verilir. Kim de İslamda kötü bir çığır açacak olursa, o kişiye hem o kötü işinin günahı, hem de Kıyâmet gününe kadar onunla amel edeceklerin günahı (kadar) günah yazılır." Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekat 64; İbn Mâce, Mukaddime 14,15; Dârimî, Mukaddime 44; Muvatta’', Kur'ân 41, Müsned, II, 505, IV, 357, 359, 361, 362. Bu Hadîs-i şerîf de hayır ve şer hususlarında açık bir nasstır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetim için en çok korktuğum şey, saptırıcı önderlerdir." Ebû Dâvûd Fiten 1, Tirmizî, Fiten 51; Dârimî, Rikaak 39; Müsned, V, 278, 284. Bütün bunlar, âyet-i kerimenin anlamını dile getiren gayet açık ifadeler ve sahih naslardır. Bu husus iset böyle bir günahı işleyen kimsenin o masiyetten tevbe etmemesi halinde sözkonusudur, Çünkü Hazret-i Âdem, kendisine yasak kılınan şeyi yemek hususunda emre ilk muhalefet eden kişi oldu. Bununla birlikte ondan sonra gelenler arasında yasak kılınmış şeyleri yediği ve içtiğinden dolayı günah kazananların günahından Hazret-i Âdem'e yazılmayacağı icma ile kabul edilmiştir. Zira Âdem, bu işten dolayı Allah'a tevbe etmiş, Allah da tevbesini kabul etmişti. Böylelikle o, hiçbir suç işlememiş gibi oldu. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hazret-i Âdem, bu konudaki sahih görüşe binaen unutarak yasak kılınan şeyi yemişti. Nitekim biz bu hususu el-Bakara sûresinde (2/35. ayet 10. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Unutarak günah işleyen bir kimse ise, günahkâr da olmaz, sorgulanmaz da. Bu âyet-i kerîme, kıskanç kimsenin durumuna dair açıklamalar da ihtiva etmektedir. Öyle ki, kıskançlık kişiyi bazan kendisine en yakın akrabayı, kendisiyle akrabalık bağı en sıkı olan bir kimseyi, en çok şefkat göstermesi ve ona gelebilecek zaran herkesten çok önlemesi gereken, kendisine en yakın bir kimseyi öldürmek suretiyle telef etmeye kadar götürebilir. Yüce Allah'ın: "O da hüsrana uğrayanlardan oluverdi" sevaplarım kaybedenlerden oluverdi demektir. Mücahid der ki: Katilin ayağı, o günden itibaren kıyâmet gününe kadar bacağından baldırına asılı kalacaktır. Yüzü güneşin doğduğu tarafa döndürülecektir. Yazın üzerinde ateşten bir gölgelik, kışın da üzerinde kardan bir gölgelik vardır. İbn Atiyye der ki: Eğer bu sahih ise, işte yüce Allah'ın: "Hüsrana uğrayanlardan oluverdi" âyetinin ihtiva ettiği hüsranın bir kısmı budur. Aksi takdirde hüsran, esasen hem dünya hem de âhiretteki hüsranı kapsar. Derim ki: Belki de bu, o kâfir değil de isyankâr bir kimse idi, diyenlerin görüşlerine göre cezasıdır. O takdirde âyetin anlamı: "O da" dünyada "hüsrana uğrayanlardan oluverdi" demek olur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 31Sonra Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun banal Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi oldum" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Âdemoğlunun Gömmeyi Öğrenmesi: Yüce Allah'ın: "Sonra Allah ona... yeri eşeleyen bir karga gönderdi" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şöyle demiştir: Allah iki karga gönderdi. Bunlar birbirleriyle kavga ettiler. Sonunda biri diğerini öldürdü, sonra da yeri eşeleyerek bir çukur kazıp onu gömdü, Hazret-i Âdem'in bu oğlu ise ilk öldürülen kişi olmuştu. Yine şöyle denilmiştir; Karga yeri, yiyeceğini ihtiyaç duyacağı zamana kadar gizlemek üzere eşelemişti. Çünkü böyle yapmak kargaların adederindendir. Kabil de bunu görünce kardeşini nasıl saklayıp gömeceğini anlamış oldu. Rivâyet olunduğuna göre Kabil, Habil'i öldürdükten sonra onu bir çuvala koymuş ve omuzunda yüz yıl süreyle durmaksızın taşıyıp yol almıştır. Bunu Mücahid söylemiştir İbnül-Kasım ise Mâlikten bir sene taşıdığını rivâyet etmektedir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Onun, kardeşinin cesedini kokuncaya kadar taşıdığı da söylenmiştir. O, -önceden de geçtiği üzere- bu hususta kargaya uyuncaya kadar ona ne yapacağım bilemiyordu. Rivâyet edilen haberde Enes'in şöyle dediği nakledilmektedir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah, Âdemoğlu'na üç şeyden sonra üç şeyi lütfedip vermiştir. Nûh (un alınmasın) dan sonra kokmayı vermiştir. Eğer, Nûh'un alınışından sonra cesed kokmayacak olsaydı; hiçbir candan dost candan sevdiği kimseyi gömmezdi. Yine cesedde kurtlanmayı (lütfetmiştir). Eğer cesette kurtlanma olmasaydı, kırallar bu cesedleri hazine gibi saklardı. Kendileri için bunlar dinar ve dirhemlerden daha hayırlı olurdu. Yaşlılıktan sonra da ölümü (lütfetmiştir). Çünkü kişi yaşlanır ve öyle bir zaman gelir ki, kendisi kendisinden usanır, ailesi, çocukları ve yakınları dahi ondan usanır. O bakımdan ölüm onun için daha bir setredicidir.". Bazıları da şöyle demiştir: Kabil defnetmeyi bilirdi. Fakat kardeşini hafife almak için onu açıkta bırakmış gömmemişti. Bunun üzerine yüce Allah, Habil'in üzerine gömmek kastıyla toprak saçan bir karga gönderdi. Bunun üzerine kardeşi: "Yazıklar olsun bana. Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum, dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu". O, bu sözlerini yüce Allah'ın, Habil'e üstünü toprakla örtecek şekilde bir karga göndermek suretiyle lütufta bulunduğunu görünce söylemişti. Bu pişmanlığı, tevbeden kaynaklanan bir pişmanlık değildi. Yine denildiğine göre onun pişmanlığı, kardeşini öldürdüğü için değil, kaybettiği içindi. Böyle bir pişmanlık duymuş olsaydı bile gerekli şartlarını taşımaktan uzak olurdu. Veya pişmanlık duymakla birlikte bu pişmanlığı devam etmedi. İbn Abbâs der ki: Eğer onu öldürdüğü için pişmanlık duymuş olsaydı, onun bu pişmanlığı bir tevbe olurdu, Yine şöyle denilmektedir: Âdem ile Havva Habil'in kabrine gittiler ve günlerce onun kabri başında ağlayıp durdular. Daha sonra Kabil bir dağın tepesinde bulunuyorken, bir öküz gelip ona bir tos vurdu, o da aşağıya düştü ve paramparça oldu. Şöyle de denilmektedir: Hazret-i Âdem ona beddua etti, bunun üzerine yerin dibine geçti. Yine denildiğine göre, Kabil Habil'i öldürdükten sonra yabanîleşti ve çöllere çıktı. Ancak, yabani hayvanlardan yiyeceklerini sağlayabiliyordu. O bakımdan yabani bir hayvan ele geçirdi mi, onu ölünceye kadar şiddetle, darbelerle vurur, sonra da onu yerdi. İbn Abbâs der ki: O bakımdan Âdem'in oğlu Kabilden bu yana darbe ile öldürülmüş hayvanı yemek haram olagelmiştir. İnsanoğulları arasında cehenneme ilk sürülecek olan kişi de odur Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde ifade edilmektedir: "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster." (Fussilet, 41/29) İblis cinlerden kâfirlerin başı, Kabil de insanlar arasında günahın başıdır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Fussilet sûresinde (belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. Şöyle de denilmiştir: O dönemde pişmanlık tevbe sayılmıyordu. Bütün bunların gerçeğini ise yüce Allah en iyi ve en sağlam bilendir. Âyetin zahirine göre Habil, Âdemoğulları arasında ilk ölen kişidir. Bundan dolayı ölenlerin gömülmesine dair İşlemler bilinmemekte idi. Taberî de İbn İshâk'tan, o, geçmişlerin kitaplarında bulunanları bilen ilim ehli birisinden böylece nakletmiştir. Yüce Allah'ın:" Eşeleyen"in anlamı ise; gagasıyla toprağı açıp yerinden kaldıran demektir. Bundan dolayı da Berâe (et Tevbe) sûresine (aynı kökten gelen) el-Buhüs sûresi ismi verilmiştir. Çünkü bu sûre, münafıkları araştırıp açığa çıkarmıştır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "İnsanlar örtseler beni, ben de örtünerek saklanırım onlardan Şayet beni araştırıp açığa çıkaracak olurlarsa, onlar hakkında da araştırmalar sözkonusu olur." Meselde de: (İnce şeyleri araştırmaktan kinaye olarak) Bıçağı dahi araştıran kimse gibi olma" denilmektedir. Şair de der ki: "Toprak altında gömülü bir bıçağı, kalkıp ayağı ile toprağı eşeleyerek çıkartan kötü bir dişi keçi gibidir." 2- Allah'ın Kargayı Gönderişindeki Hikmet ve Ölüyü Gömmenin Hükmü: Yüce Allah, Âdemoğlu'na gömmenin keyfiyetini göstermek hikmetine binaen karga göndermişti. İşte şanı yüce Rabbimizin: "Sonra onu öldürüp kabre koy (dur)du" (Abese, 80/21) âyetinin anlamı budur. Böylelikle gömme hususunda karganın yaptığı iş, insanlar arasında kalıcı bir sünnet oldu. Bütün insanlar üzerine bu bir farz-ı kifayedir Onlardan bir bölümü bu işi yerine getirdiği takdirde, diğerlerinin üzerindeki Bil farziyet sakıt olur. İnsanlar arasında özellikle bu işi yapması gerekenler, ölene en yakın olan akrabalarıdır. Sonra komşuları gelir, sonra diğer müslümanlar. Kâfirleri gömmeye gelince, Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedik ki, senin yaşlı ve sapık amcan ölmüş bulunuyor. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve babanı toprağın altına göm. Daha sonra da yanıma gelinceye kadar başka hiçbir iş yapma." Gittim, onu gömdüm ve Hazret-i Peygamberin yanına geldiğimde bana yıkanmamı emretti ve bana dua etti. Ebû Dâvûd, Cenâiz 66, hadîs no: 3214; Nesâî Tahare 128, Cenâiz 84; Müsned, I, 97, 103, 130 131. Kabrin geniş olması ve güzel kazılması müstehabtır. Çünkü İbn Mâce, Hişam b. Âmir (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "(Kabri) kazınız, genişletiniz ve güzel yapınız." Tirmizî, Cihad 34; Nesâî, Cenaiz 86, 87, 90-91; İbn Mâce, Cenâiz 41; Müsned, IV, 19-20. el-Edra' es-Sülemî'den de şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı korumak üzere geldim. Yüksek sesle Kur'ân okuyan birisini işittim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkınca, Ey Allah'ın Rasulü dedim. Bu, riyakârlık yapan birisidir. O kişi, Medine'de vefat etti. Techizini bitirdiler, naaşını taşıdılar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın ona şefkatle davrandığı gibi siz de ona şefkatli olunuz. Çünkü bu kişi Allah ve Rasulünü seven bir kimse idi." Hazret-i Peygamber, mezarının kazılmasında hazır bulundu ve şöyle dedi: "Onun için (kabrini) geniş tutunuz." Ashâbından birisi, Ey Allah'ın Rasulü, onun için üzüldün mü deyince, Hazret-i Peygamber; “Evet,” diye buyurdu. “Çünkü o, Allah'ı ve Rasulünü seven bir kimse idi," Bu hadisi İbn Mâce, Ebû Bekr b. Ebi Şeybe'den, o, Zeyd b. el-Hubâb'dan, of Mûsa b. Ubeyden o, Said b. Ebi Said yolu ile... rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Cenâiz 41. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Edrâ's-Sülemî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den tek bir hadis rivâyet etmiştir. Ondan da Said b. Ebi Said el-Makburi hadis rivâyet etmiştir. Hişam b. Âmir b. Umeyye b. el-Hashâs b. Âmir b. Ganm b. Adiy b. en-Neccâr el-Ensarî ise, cahiliye döneminde Şihab diye bilinirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun ismini değiştirip ona Hişam ismini vermiştir. Babası Âmir, Uhud günü şehid düşmüştü. Hişam da Basra'da yerleşmiş ve orada ölmüştür. (İbn Abdi'l-Berr) bunu, "el-İsâbe fî-Temyizi's Sahabe" adlı kitabında zikretmiştir. Şöyle de denilmiştir: Lahd yapmak, yarmaktan daha faziletlidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için Allah'ın seçtiği odur. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde Medine'de iki kişi vardı. Bunlardan birisi lahd şeklinde kabir kazardı, öbürü de lahd yapmazdı, İlgililer; Bunlardan kim daha erken gelirse o kendi bildiği şekilde kabir kazsın, dediler, Lahd şeklinde kabir kazan kişi geldi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a lahd şeklinde kabir kazdı. Bunu Mâlik Muvatta’''ında, Hişam b. Urve'den, o babasından rivâyet ettiği gibi, Muvatta’', Cenâiz 28. İbn Mâce de Enes b. Mâlik ve Âişe (radıyallahü anhüma)'dan rivâyet etmiştir. İbn Mâce Cenâiz 40. Sözü geçen bu iki kişi ise, Ebû Talha ve Ebû Ubeyde idiler. Ebû Talha lahd şeklinde kabir kazar, Ebû Ubeyde ise yank şeklinde kabir açardı. Lahd; o toprak sert ise kabrin yan tarafında ölünün içine bırakılacağı bir çukur kazmak şeklinde olur. Sonra bunun üzerine taş dizilir, sonra da toprak dökülür. Sa'd b. Ebi Vakkas, vefatıyla neticelenen hastalığında şöyle demişti: Bana, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a yapıldığı şekilde uygun bir lahd yapınız, sonra üzerime taşlan dikiniz... Bunu da Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Cenâiz 90; Nesâî, Cenâiz 85; İbn Mâce, Cenâiz 39. Yine İbn Mâce ve başkaları İbn Abbâstan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Lahd bizim içindir, yarmak ise bizden başkaları içindir." İbn Mâce, Cenâiz 39. 5- Cenazeyi Kabre Koyarken Yapılacak Dualar: İbn Mâce, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğin rivâyet etmektedir: İbn Ömer ile birlikte bir cenazede hazır bulundum. Cenazeyi lahde koyunca şöyle dua etti: Allah'ın adıyla, Allah yolunda ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dini üzere." Lahd'in üzerinde tablan düzgün bir şekilde düzeltmeye koyulunca da şöyle dedi: Allahım, sen onu şeytandan ve kabir azabından muhafaza buyur. Allah'ım, her iki yanından da yeri ondan uzaklaştır kabrini genişlet. Ruhunu yücelere çıkar ve onu nezdinden bir rıza ile karşıla." Dedim ki, Ey İbn Ömer, sen bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mı işittin, yoksa kendi görüşüne göre mi bu sözleri söyledin. Dedi ki: Benim söz söylemeye gücüm yetebilir (mi)? Bu, aksine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan işitmiş olduğum bir sözdür. İbn Mâce Cenâiz 38. Ebû Hüreyre'den de rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir cenazenin namazını kıldıktan sonra ölenin kabrine gitti ve başı tarafından üzerine üç defa toprak attı. İbn Mâce, Cenâiz 44. İşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili bulunan hükümlerdir. Yazıklar olsun bana" kelimesinde aslolan şeklidir. Daha sonra "ya" harfi "elife değiştirilmiştir, el-Hasen ise, aslına uygun olarak "ya" ile okumuştur. Birincisi ise daha fasihtir Çünkü, nida halinde "ya" harfinin hazf edilmesi daha çok görülür. Bu iseT Arapların helâk oluş halinde söyledikleri bir sözdür. Bu açıklama Sîbeveyh'e aittir. el-Esmaî der ki: Uzaklık, demektir. el-Hasen: "Aciz mi oldum" anlamındaki kelimenin "cim" harfini -üstün yerine- esreli olarak; diye okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu, şaz bir söyleyiştir. Çünkü, kadının kalçaları büyük olduğu takdirde; denilir Ancak, birşeyden aciz olunması halinde ise; şeklinde "cim" harfi üstün olarak okunur. Mastarı da: şeklinde gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 32Bundan dolayı, İsrail oğullarına şunları yazdık: Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün İnsanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse, bütün İnsanları diriltmiş gibi olur. Yemin olsun, peygamberlerimiz onlara apaçık âyetlerle gelmişlerdi. Sonra yine de İçlerinden birçoğu bunların arkasından yeryüzünde taşkınlık etmektedirler. Yüce Allah'ın: "Bundan dolayı..." yani bu katilin ve onun işlediği cürmün bir sonucu olarak... ez-Zeccâc der ki: Onun işlediği cinayetinden dolayı demektir Nitekim cinayet işleyen bir kimse hakkında; Kişi, ahalisinin aleyhine bir cinayet işledi denilir. Bab ve mastarı itibariyle bu fiil; gibidir. Şair el-Hinnevt (veya Havvat b. Cübeyr) der ki: "Ve aralarında bulunduğum kıldan çadır ahalisi Hemen Savaşa tutuştular ve o cinayetin sebebi ben idim. Bunun anlamının, üzerlerine bu cinayeti çeken ben oldum şeklinde olduğu da söylenmiştir. Adiy b. Zeyd de der ki: "Evet, şüphesiz Allah sizi üstün kılmıştır. Bellerine sağlamca peştemal bağlayan herkesten." Bunun aslı "çekmek"dir. "Ecel" de buradan gelmektedir. Çünkü, her kişi önceden takdir edilmiş bir vakte doğru çekilmektedir. "Ayn" harfi ile "Âcil : çabuk, erken"in zıddı olarak; (hemze ile); "Âcil" de buradan gelmektedir. Bu ise, önceki bir hususun kendisine doğru çektiği şey anlamına gelir. Evet anlamına kullanılan "Ecel" de buradan gelmektedir. Çünkü bu da kendisine doğru çekilen şeye bir bağlılığı ifade etmektedir. Yaban öküzü sürüsü anlamına gelen "el-İcl" de buradan gelmektedir. Çünkü, bu öküzlerin biri ötekine doğru çekilir. Bu açıklamaları er-Rummânî yapmıştır. Yezid b. el-Ka'kâ Ebû Cafer de; Bundan dolaylı âyetini "nun" harfini esreli ve hemze'yi hazfederek, şeklinde okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Bu kıraate göre ifadenin asli; şeklinde olup, hemze'nin esresi "nun"a verilerek hemze hazf edilmiştir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın: "Bundan dolayı" âyetinin daha önce geçen "pişmanlık duyanlardan" anlamında âyetin taalluk etmesi de mümkündür. Bu durumda, üzerinde vakıf yapılır. Bunun, kendisinden sonra gelen; "yazdık" e taalluku da mümkündür. Buna göre; bir söz başlangıcı olur. Bundan önce gelen, ile ifade tamamlanmış olur. İnsanların çoğu bu görüştedir. Yani, bu musibet dolayısıyla biz bunu yazdık, anlamındadır. Kendilerinden önce öldürmenin haram kılındığı bir takım ümmetler geçmiş olmakla birlikte özel olarak İsrail oğullarının anılmasının sebebi insanların öldürülmesi dolayısıyla azap tehdidinin yazılı olarak üzerlerine indiği ilk ümmetin kendileri oluşudur. Bundan önce bu tehdit, mutlak olarak söz şeklinde varid olmuştu. İsrail oğullarına bu emir, tuğyanları ve kan dökmeleri sebebiyle yazılı emir verilmek suretiyle iş daha bir ağırlaştırılmış oldu. "Bir kimseye... karşılık olmaksızın" âyetinin anlamına gelince: Bir kimce, birisini öldürmek suretiyle öldürülmeyi hak etmeksizin demektir. Şanf yüce Allah, şu üç husus sebebiyle olması dışında bütün şeriatlerde öldürmeyi haram kılmıştır: Îmandan sonra küfür, muhsan oluştan sonra zina etmek ve zulmen ve haksızca saldırarak birisini öldürmek. "Veya yeryüzünde bozgunculuk olmaksızın." âyetinden kasıt, şirktir, Yolkesicilik olduğu da söylenmiştir. el-Hasen; Veya bozgunculuğa" âyetini, şeklinde nasb ile ifadenin baş tarafının delalet ettiği ve şu takdirde mahzuf bir fiil olduğunu var kabul ederek nasb ile okumuştur: Veya yeryüzünde bir fesat çıkartmaya karşılık... Buna delil ise, yüce Allah'ın: "Kim, bir kimseyi bir kimseye... karşılık olmaksızın" âyetidir. Zira bu, fesadın en büyüklerindendir. Ancak, genel olarak diğer kurra bu kelimeyi esreli olarak; şeklinde nefs kelimesine mana yoluyla matuf olarak, veyahut da; Bozgunculuğa karşılık olmaksızın, takdirinde okumuşlardır. "Bütün insanları öldürmüş gibi olur" âyetindeki bu benzetmenin sıralanışı hususunda müfessirlerin ifadeleri birbirine uygun değildir. Çünkü, bütün insanları topluca öldüren kimsenin alacağı ceza, tek bir kişiyi öldürenin alacağı cezadan daha fazladır. İbn Abbâstan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bunun anlamı şudur: Kim bir peygamberi yahut âdil bir yöneticiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de böyle birisini güçlendirmek ve ona yardımcı olmak suretiyle diri tutarsa, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Anlamı şudur: Her kim, tek bir kişiyi öldürür ve onun öldürülme yasağını çiğneyecek olursa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de Allah'tan korkarak bir canı öldürmeyi terkeder, onun öldürülme yasağını çiğnemez ve hayatta kalmasına sebep teşkil ederse, bütün insanlığı diriltmiş gibi olur. Yine ondan başka gelen rivâyete göre âyetin anlamı şöyledir: Öldürülmüş olana göre bütün insanları öldürmüş gibi olur, onu hayatta bırakan ve helâk olmaktan kurtaran kimse de o kurtarılan kimseye göre bütün insanları diriltmiş gibi olur. Mücahid de der ki: Yani, kasti olarak mü’min bir kimseyi öldüren kimseye Allah cehennemi ceza olarak belirlemiş, ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır. Buyû'ruyor ki: Şayet bütün insanları öldürmüş olsaydı, böyle bir azaptan daha fazla ona azap edilmeyecekti. Kim de öldürmeyip bundan uzak durursa, onun sebebiyle de insanlar hayatta kalmış olurlar. İbn Zeyd de der ki: Yani, her kim birisini öldürecek olursa ona, âdeta bütün insanları öldürmesi halinde gereken ceza gibi kısas cezası gerekir. Her kim de bir canı diriltirse, yani kendisi lehine başkasını öldürme hükmü sabit olduğu halde o kimseyi affederse demektir. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Yani bu, güç yetirdikten sonra affetmek demektir Şöyle de denilmiştir: Bu şu demektir: Kim birisini öldürürse, bütün mü’minler onun hasmıdırlar. Zira o, hepsini o mü’minden mahrum bırakmıştır. Kim de mü’min bir cam diriltirse, o da bütün insanları diriltmiş gibi olur. Yani, herkesin ona teşekkür etmesi gerekir. Şöyle de denilmiştir: Birtek katilin günahı, hepsini öldürenin günahı gibi değerlendirilmiştir. Yüce Allah ise dilediği hükmü koyabilir. Bir başka açıklama da şöyledir: Bu hüküm, aleyhlerine cezanın daha da ağırlaştırılması için İsrail oğullarına hastır. İbn Atiyye ise der ki: Özet olarak benzetme -söylenildiğine göre- bütünüyle vakidir. Bir kişi hakkında bu yasağı çiğneyen bir kimse, bizzat herkes hakkında aynı yasağı çiğnemiş gibi kabul edilir. Buna bir örnek verilecek olursa: İki kişi, meyvelerinden hiçbir şeyin tadına bakmamak üzere iki ağaç hakkında yemin edecek olsalar, onlardan birisi kendi yemin ettiği ağacın meyvesinden bir miktar yese, diğeri de ağacının meyvesinin tamamını yiyecek olsa, her ikisi de eşit olarak yeminlerini bozmuş olurlar. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Bic kişinin Öldürülmesini helal kabul eden, hepsinin öldürülmesini helal kabul etmiş demektir. Çünkü o, şeriatı inkâr etmiş olur. Yüce Allah'ın: "Kimde onu diriltirse..." âyetinde mecazî bir ifade vardır. Çünkü bu, ölümden kurtarmak ve öldürmeyi terk etmek anlamındadır. Aksi taktirde yaratmanın kendisi olan gerçek anlamda diriltmek yalnızca Allah'a aittir. Böyle bir diriltmek de, lanetli Nemrud'un söylediği: "Ben de diriltir ve öldürürüm" (el-Bakara, 2/258) sözleri türündendir. O, öldürmeyi terketmeye diriltmek ismini vermiştir. Daha sonra yüce Allah İsrail oğullarına, peygamberlerin apaçık delillerle geldiğini, onların çoğunun haddi aşan ve Allah'ın emrini terkeden kimseler olduklarını haber vermektedir. 33Allah'a ve Rasûlune karşı Savaşanlarla ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri yahut asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut yer (lerin) den sürülmeleridir. Bu onlara dünyada bir horluktur. Âhirette ise onlara pek büyük bir azap vardır. Âyetlere dair açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız: İnsanlar, bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptir. Cumhûrun kabul ettiği görüş ise, bu âyet-i kerimenin Uraniler hakkında nâzil olduğudur Lâfız Ebû Dâvûd'un olmak üzere, hadis İmâmlan Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ukl'den -veya Ureynelilerden de demiştir- bir topluluk, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldi. Medine'nin havası kendilerini rahatsız etti. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar için süt veren bir takım develeri tahsis etti. O develerin sidiklerinden ve sütlerinden içmelerini emretti. Bunun üzerine onlar da kalkıp gittiler. Sağlıklarına kavuştukları vakit, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in çobanını öldürdüler. Davarları önlerine katıp götürdüler. Sabah erken vakitte onların bu yaptıkları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşınca, o da arkalarına takipçi gönderdi. Gün yükseldiği sırada yakalanıp getirildiler. Hazret-i Peygamberin verdiği emir üzerine el ve ayakları kesildi, gözlerini çıkardi. Medine'nin kara taşlığına bırakıldılar. Su istiyorlar, onlara su verilmiyordu. Ebû Kılabe (Hadisi Enes b. Mâlikîten rivâyet edendir) dedi ki: İşte bunlar, hırsızlık yaptılar, adam öldürdüler, îman ettikten sonra kâfir oldular, Allah'a ve Rasûlune karşı Savaş açtılar. Ebû Dâvûd, Hudûd 3, Hadis no: 4364, Bir rivâyette de şöyle dinilmektedir: (Hazret-i Peygamber) emir vererek, çiviler kızdınlıp gözlerine mü çekildi. Ellerini ve ayaklarını kestirdi, buna karşılık (kestirdiği yerlerinden akan kanın kesilmesi için) onları dağlamadı. Ebû Dâvûd, Hudûd, 3, Hadis no: 4365. Yine bir rivâyette şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları takib edip yakalamak üzere iz takib etmeyi bilen bir takım kimseleri gönderdi ve onlar yakalanıp getirildiler İşte bunun üzerine yüce Allah da: "Allah'a ve Rasülüne karşı Savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak...." âyeti nâzil oldu. Ebû. Davud, Hudûd 3, Hadis no: 4366. Yine bir rivâyette Enes şöyle demiştir: Onlardan birisinin susuzluktan yeri ısırdığım gördüm. Nihayet öldüler. Ebû Dâvûd Hudûd 3, hadîs no: 4367. Buhârîde de şöyle denilmektedir: Cerir b. Abdullah rivâyet ettiği hadisinde şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni bir grup müslüman ile birlikte gönderdi. Nihayet onlara yetiştik. Kendi topraklarına varmak üzere idiler. Onları yakalayıp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna getirdik. Cerir der ki; Onlar su diyorlardı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise: "Âteş" diyordu. Tarih ve Siyer âlimlerin naklettiklerine göre bunlar, çobanın el ve ayaklarını kesmişler, gözüne de diken batırmışlardı. Nihayet çoban da ölmüştü. Medine'ye ölü olarak getirildi. İsmi Yesar idi. Aslen Nûbe'li (Sudanlı") idi. Mürtedlerin yaptıkları bu iş ise hicretin altıncı yılında olmuştu, Enes'ten gelen bazı rivyetlerde ise şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları öldürdükten sonra ateşte yakmıştı. Buhârî Cihad 152, Meğâzi 36, 37, Hudûd 15-18, Diyât 22; Müslim Kasame 9-14, Ebû Dâvûd, Diyat 3; Tirmizî, Tahâre 55;-Nesâî, Tahâre 190, Tahrimu'd-Dem 7-9, İbn Mâce, Hudûd 20; Müsned, III, 107s 163,170, 177,186,198, 205, 233, 287, 290. İbn Abbâs ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edildiğine göre, bu âyet-i kerîme, kitap ehlinden olan bir topluluk sebebiyle nâzil olmuştu. Bunlarla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir antlaşma vardı. Kitab ehlinden olanlar bu antlaşmayı bozdular, yol kestiler ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Allah'a ve Rasulüne karşı Savaşanların," "Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet sahibidir" âyetine kadar olan iki âyet-i kerîme, müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Onlardan kendilerine güç yetirilmezden Önce, (Ebû Dâvûd'da Tevbe etmeden önce) yakalanan kimselerin bu durumu kendisine işlemiş olduğu suçun haddinin uygulanmasına engel teşkil etmiyordu. Ebû Dâvûd, Hudûd 3, hadis no: 4372; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 9. Âyet-i kerîme müşrikler hakkında nâzil olmuştur diyenler arasında İkrime ve el-Hasen de vardır. Ancak bu, zayıf bir görüş olup, bunu yüce Allah'ın şu âyeti reddetmektedir: "Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse onlarat geçmiş (günahları) mağfiret olunur" (el-Enfal, 8/38) Hazret-i Peygamber'in: "İslâm, kendisinden önceki şeyleri yıkar" -Müslim rivâyet etmiştir. Müsned IV, 204, 205 hadisi de bunu reddetmektedir. Doğru olan ise, bu hususta sabit olan hadislerin açık ifadeleri (nassaları) dolayısıyla birincisidir. 34Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce, tevbe edenler müstesnadırlar. Bilin ki Allah, cok mağfiret edicidir, çok merhamet sahibidir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve rey sahipleri derler ki: Âyet-i kerîme, müslümanlardan olup yol kesmeye, yeryüzünde fesat çıkarmaya çıkan kimseler hakkında nâzil olmuştur. İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik'in görüşü sahihtir. Ebû Sevr de bu görüşün lehine delil getirmek üzere şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin kendisinde âyetin müşrik olmayanlar hakkında nâzil olduğuna delil vardır. Bu da yüce Allah'ın: "Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır" âyetidir. İcma ile, ilim adamları şunu kabul etmişlerdir ki, şirk ehli, ellerinize düşüp İslama girecek olurlarsa, artık kanları haram olur. İşte bu, ayeti kerimenin müslüman kimseler hakkında nâzil oluduğuna delildir, Taberî de kimi ilim ehlinden sunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Uranî'lere yaptığı uygulamayı neslfetmiş ve böylece bu konudaki uygulama bu (âyetlerin getirdiği) sınırda durmuş oldu. Muhammed b. Sîrin de şöyle demektedir: Bu husus, hadlerin nâzil oluşundan önce idi. Bununla Enes (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadisi kastetmektedir. Bunu, Ebû Oâvud zikretmektedir, Ebû Dâvûd, Hudûd, 3, hadis no: 4371. Aralarında el-Leys b. Sa'dın da bulunduğu bir topluluk şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Uraniler hakkında yaptığı uygulama, sonradan nesh olunmuştur. Zira, irtidat eden bir kimseye müsle yapmak câiz değildir. Ebû'z-Zinad der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), süt veren develeri çalan kimselerin el ve ayaklarını kesip ateşle gözlerini dağlayınca, bu hususta yüce Allah ona sitem etti ve bununla ilgili olarak da: "Allah'a ve Rasulüne karşı Savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları.... dır" âyetini indirdi. Bunu da Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Hudûd 3, hadis no 4370. Ebû'z-Zinad der ki: Hazret-i Peygambere öğüt verilip ona müsle yasak kılınınca, bir daha bu işi yapmadı. Bir topluluktan nakledildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamberin sözü geçen fiilini nesh etmiş değildir. Çünkü, onun bu uygulaması, mürted kimseler hakkında vaki olmuştu, özellikle de Müslim'in Sahihi ile Nesâî’de ve başkalarında şöyle denildiği sabittir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu kimselerin gözlerini dağlamasının sebebi, onların da çobanların gözlerini dağlamaları idi. Müslim, Kasame 14; Nesâî, Tahrhnu'd-Dem 9. O halde bu bir kısastı. Bu âyet-i kerîme ise, mü’min muharip (yol kesici) hakkındadır. Derim ki, bu güzel bir görüştür. Ayrıca Mâlik ve Şâfiî'nin kabul ettiği görüşün manası da budur. Bundan dolayı yüce Allah: "Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadırlar" diye buyurmaktadır. Bilindiği gibi kâfirlere güç yetirildikten sonra, tevbe ile cezalarının kalktığı gibi güç yetirilmeden önce de tevbe ile cezaları kalkar ve her her iki halde de hükümlerinde bir farklılık olmaz. Mürted ise -muharebe olmasa dahi- bizzat irtidat dolayısıyla öldürülmeyi hak eder. Fakat, sürgüne gönderilmez, eli kesilmez, ayağı kesilmez ve serbest bırakılmaz. Aksine, müslüman olmadığı takdirde öldürülür. Çarmıha da gerilmez. İşte bu, âyetin ihtiva ettiği cezalarla mürtedin kastedilmediğinin delilidir. Yüce Allah ise kâfirler hakkında: "Sen, o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş (günahları) mağfiret olunup,, " (el-Enfal, 8/38) diye buyurken, muharibler (yol kesiciler) hakkında: "Yalnız kendilerine... müstesnadırlar" âyetini indirmiştir. Bu da (aradaki fark") gayet açıkça ortadadır. Bölümün baş tarafında yaptığımız açıklamalara göre de İçinden çıkılmıyacak bir durum yoktur, bir kınama, bir sitem de sözkonusu değildir. Zira o, (Hazret-i Peygamberin yaptıkları) Kitab-ı Kerîm'in muktezasıdır. Yüce Allah da: "Onun için size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin." (el-Bakara, 2/194) diye buyurmuştur. Bunlar da (çobanlara) müsle yaptılar. O nedenle kendilerine de müsle yapıldı. Şu kadar var ki, eğer sitemde bulunulduğu rivâyeti sahih ise, bunun öldürme hususunda aşırıya kaçılmış olmasından dolayı olması muhtemeldir. Zira, kızdırılmış çivilerle gözlerine mil çekilip ölünceye kadar susuz olarak bırakıldılar ( bu onların yaptıklarına bir fazlalığı ifade eder). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Taberî de es-Süddîden şöyle dediğini nakletmektedir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uranîlerin gözlerine mil çekmedi. Ancak bunu yapmak istedi, bu âyet-i kerîme de bunu yasaklamak üzere nâzil oldu. Bu ise, oldukça zayıf bir görüştür. Çünkü, bu konudaki sabit haberler, göklerine mil çekildiği şeklinde varid olmuştur Buhârî'nin Sahihinde şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber emir verince, çiviler kızdırıldı ve gözlerine mil çekti. Buhârî, Cihad 152, Hudûd 17; Ebû Dâvûd, Hudûd 1, hadis no: 4365. Âyet-i kerîme her ne kadar mürtedler yahut yahudiler hakkında nâzil olmuş olsa dahi, bu ayetin ifade ettiği hükmün müslüman muharibler hakkında olduğu hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ın: "Allah'a ve Rasulüne karşı Savaşanların... cezası ancak..." âyetinde, bir istiare ve bir mecaz vardır. Zira, yüce Allah'a karşı Savaşılamaz ve kimse O'nu mağlup etmeye kalkışamaz. Çünkü O, kemal sıfatlarına sahiptir. Ve O, zıtlardan ve ortaklardan münezzehtir. But Allah'ın dostlarına karşı Savaşanlar... anlamındadır. Yüce Allah burada kendi Aziz zatını, gerçek dostlarını anlatmak üzere ifade buyurmuştur. Böylelikle onlara yapılacak eziyetin ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek istemiştir. Nitekim şu âyetinde kendi zatını zikrederek, fakir ve zayıf kimseleri kastettiği gibi: "Allah'a güzel bir şekilde ödünç verecek olan kimdir." (el-Bakara, 2/245) Bununla yüce Allah fakir ve zayıflara karşı duyguları harekete geçirmek ve teşvik etmek istemiştir. Sahih hadiste varid olan: "Ey Âdemoğlu, ben senden bana yemek yedirmeni istemiştim. Sen bana yedirmedin..." diye Müslim'in rivâyet ettiği Müslim, Birr 43. hadis de bunun gibidir. Bu da daha önce el-Bakara sûresinde (2/245. ayet, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İlim adamları, "muharib" adının kimlere verilmesinin uygun olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler Mâlik der ki: Bize göre muhârib, ister şehirde olsun, ister meskûn olmayan mahalde olsun, insanlara karşı silah taşıyan ve ortada bir karışıklık, bir intikam ve bir düşmanlık sözkonusu olmaksızın insanların mal ve canlarına karşı taarruzda bulunan kimsedir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu meselede Mâlik'ten gelen rivâyetler farklıdır. O, kimi zaman Mısırda (yani yerleşik bölgelerde) muharebenin sözkonusu olduğunu kabul ederken, kimi rivâyetlerde bunu kabul etmemektedir. Bir kesim de şöyle demiştir; Bunun hükmü, şehirde (mısırda, meskûn mahallerde) yahut evlerde, yollarda, çöllerde, göçebe olarak yaşanan yerlerde ve kasabalarda olmasının hükmü birdir ve bu durumlarda muhariblere uygulanacak had aynıdır. Bu, Şâfiî ve Ebû Sevr'in de görüşüdür. İbnü'l-Münzir der ki: Böyle de olması gerekir. Çünkü, bunların hepsi hakkında muhârib tabiri kullanılabilir. Kitab (ın ifadeleri) ise umumidir. Herhangi bir delil bulunmaksızın hiç bir kimse bir topluluğu ayetin genel kapsamı dışına çıkartamaz. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Mısır'da (yerleşik yerlerde) muharebe sözkonusu olmaz. Muharebe ancak Mısır'ın dışında olur. Bu da Süfyan es-Sevrî, İshâk ve Nu'man'ın (b. Sabit'in yani Ebû Hanîfe'nin) görüşüdür. Bir kimsenin malını almak kastıyla hileli bir yolla tuzak kurup suikast yapan kimse (muğtâl) da muhârib gibidir. Şayet silah çekmeyip, birisinin evine girip yahm bir yolculukta onunla arkadaşlık kurup zehir verip öldürecek olursa, kısas olmak üzere değil de had olarak Öldürülür. Fukahâ, muharibin hükmü hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim işlediği fiil kadarıyla ona had uygulanır, demektedir. Bir kimse yolda korku salar ve mal alırsa, çaprazlama olarak el ve ayağı kesilir. Eğer mal alıp adam öldürürse, önce el ve ayağı kesilir, sonra çarmıha gerilerek asılır. Şayet adam öldürmekle birlikte mal almamışsa öldürülür. Şayet bizzat kendisi mal da almamış, kimseyi de öldürmemişse, sürgüne gönderilir. Bunu İbn Abbâs söylemiştir. Ayrıca bu, Ebû Miclez, en-Nehaî, Atâ el-Horasanî ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. Ebû Yûsuf der ki: Eğer mal almış ve adam öldurmüşse, önce çarmıha gerilir ve çarmıha gerildiği ağaç üzerinde öldürülür. el-Leys der ki: Çarmıha gerili olduğu halde harbe ile öldürülür Ebû Hanîfe der ki: Adam öldurmüşse öldürülür. Mal almış fakat adam öldürmemişse çaprazlama olarak el ve ayağı kesilir. Mal alıp adam öldürmüş ise, ona yapacağı uygulama hususunda sultan (devlet yöneticisi, ya da bu cezaları uygulama yetkisine sahip makam, otorite) ona yapacağı uygulamada muhayyerdir: Dilerse el ve ayağım (çaprazlama) keser, dilerse el ve ayağını kesmeyip onu öldürür ve çarmıha gererek asar. Ebû Yûsuf der ki: Öldürmek, her şeyin (her türlü cezanın) üstüne gelebilir. İmâm Muhammed ise, öldürme ya da çarmıha germe cezası verilirse, el ve ayak kesme cezasının uygulanmayacağı görüşündedir. (Abdullah b. Mahmud b. Mevdûd, el-İhtiyar IV, 88) el-Evzaînin görüşü de buna yakındır. Şâfiî ise der ki: Mal almış ise, sağ eli kesilir ve dağlanır. Sonra da sol ayağı kesilir ve dağlanır, sonra da serbest bırakılır. Çünkü böyle bir cinayet, hirâbe (yol kesmek) suretiyle hırsızlıktan daha fazla bir cinayettir. Eğer öldürmüş ise öldürülür Şayet mal alıp öldürmüşse, Öldürülür ve çarmıha gerilerek asılır. Yine Şâfiî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Üçgün süre ile asılır. Eğer yol kesicilerle hazır bulunur, onların sayılarını artırır, giden gelenleri korkutur ve düşmana destek destek olmuş ise, bu sefer hapsedilir. Ahmed der ki: Adam öldurmüşse öldürülür, eğer mal almışsa el ve ayağı kesilir. -Şâfiî'nin dediği gibi. Bir topluluk da şöyle demektedir: Öldürülmeden önce çarmıha gerilmek suretiyle namaz kılması, yemek yemesi ve içmesi engellenmemelidir. Şâfiî'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müsle'yi yasaklamış olması dolayısıyla çarmıha gerilmiş halde öldürülmesini mekruh görmekteyim, Ebû Sevr der ki: Âyetin zahirine göre İmâm (devlet yöneticisi), muhayyerdir. Mâlik de böyle demiştir. Ayrıca bu görüş İbn Abbâstan da rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu Said, b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Mücahid, ed-Dahhâk ve en-Nehaî'nin de görüşüdür. Hepsi şöyle demiştir: İmâm, muharibler hakkında hüküm vermekte muhayyerdir. Ayetin zahirine göre, yol kesenler hakkında Allah'ın farz kılmış olduğu öldürmek, çarmıha germek yahut kesmek ya da sürgüne göndermek hükümlerden hangisini uygun görürse onunla hüküm verir. İbn Abbâs der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de "veya" tabiri ile belirtilen hükümlerden, ilgili kimse dilediğini seçmekte muhayyerdir. Bu görüş de âyetin zahirine daha uygun görünmektedir. Çünkü, "ev : veya'nın -farklı görüşlere sahip olsalar dahi- tertip sıralama ifade ettiğini söyleyen birinci görüşün sahiplerinin ileri sürdükleri görüşleriyle bu suçu işleyen kimseye bir arada iki haddi uyguladıklanru ve öldürülür ve çarmıha gerilir dediklerini, bir diğer bölümünün ise çarmıha gerilir ve öldürülür; başkalarının, el ve ayakları kesilir ve sürgüne gönderilir, dediklerini görmekteyiz. Oysa, ayet-i kerîme böyle değildir. Dilde "ev : veya"nın anlamı da böyle değildir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir. Birinci görüşün sahipleri ise, Taberî'nin Enes b. Mâlik'ten zikrettiği şu rivâyeti delil gösterirler, Enes dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Cebrâîl'e muharibe dair hüküm hakkında sordu, o da şöyle dedi: "Kim yolda korku salar ve mal alırsa, mal aldığı için elini kes, korku saldığı için de ayağını kes. Kim de öldürmüş ise, sen de onu öldür Hepsini yapanı ise çarmıha gererek as." İbn Atiyye der ki: Geriye yalnızca korkutan için ceza olarak sürgüne göndermek kalmaktadır. Korkutan kimse ise katıl hükmündedir. Bununla birlikte, Mâlik bu hususta, istihsan yolu ile cezaların ve azâbın daha hafif olanını kabul etmektedir. 4- Sürgüne Göndermenin Anlamı: "Yahut yer(lerin)den sürülmeleridir” âyetinin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî der ki: Yerden sürülmenin anlamı, yakalanıp da üzerine Allah'ın haddi uygulanıncaya kadar süvari ve piyade olarak takib edilmesi yahut kendisini takib edenlerden kaçarken Dar-ı İslam'ın dışına çıkmasıdır. Bu açıklama, İbn Abbâs, Enes b. Mâlik, Mâlik b. Enes, el-Hasen, es-Süddî, ed-Dahhâk, Katade, Saîd b. Cübeyr, er-Rabî b. Enes ve ez-Zührî'den nakledilmiştir. Bunu, er-Rummânî "Kitab"ında nakletmektedir. Şâfiî'den nakledildiğine göre, bunlar bir beldeden bir başka beldeye çıkartılıp gönderilir ve hadlerin üzerlerine uygulanması için de takib edilirler. Bunu, el-Leys b. Sa'd ve ez-Zührî de ifade etmiştir. Yine Mâlik der ki: Bu işi yaptığı beldeden bir başkasına sürülür ve orada -zina eden gibi- haps edilir. Yine Mâlik ve Kûfeliler şöyle demektedir: Sürgüne gönderilmelerinden kasıt, bunların haps edilmeleridir. Onlar böylelikle, dünyanın genişliğinden darlığına sürülmüş olurlar. Hapse konulmak suretiyle yerleştirildiği yer müstesna, yerden sürülmüş gibi olur. Onlar buna bu hususta mahpuslardan birisinin söylediği şu beyitleri delil göstermişlerdir: "Biz dünya ehlinden olduğumuz halde dünyadan çıktık Dünyada Ölüler arasında da degilife, diriler arasında da Bir gün hapishane gardiyanı bir ihtiyaç için yanımıza gelecek olursa Hayrete düşeriz ve: Bu adam dünyadan geldi, deriş." Mekhûl'un de naklettiğine göret Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) hapislerde tutuklama yapan kişidir. O, şöyle demiştir: Ben onun tevbe edip etmediğini bilinceye kadar onu haps ederim. Bir beldeden bir beldeye sürgüne göndererek onlara da eziyet vermesine fırsat vermem. İfadenin zahirinden anlaşılan o ki, âyet-i kerimede sözü geçen "yer"den kasıt, olayın meydana geldiği yerdir. İnsanlar, eskiden beri günah işledikleri yerden uzak durmuşlardır. "Göğsü ile kutsal arza doğru kendisini yönelten kişinin durumu ile ilgili hadis de bu muhtevayı ifade etmektedir. Bk. Müslim, Tevbe 46. Bu muharib kişinin eğer tekrar muharebeye (yol kesiciliğe) döneceğinden, yahut fesada kalkışacağından korkuluyor ise, yabancı olarak sürgüne gönderileceği yerde, İmâmın bu kimseyi haps etmesi gerekir. Şayet bu şekilde davranacağından korkulmuyor ve tekrar bir cinayete dönmeyeceği kanaati hasıl olursa, o takdirde de serbest bırakılır. İbn Atiyye der ki: Mâlikin mezhebinden açıkça anlaşılan şu ki: O, yabancı olacağı bir yere sürgüne gönderilir ve haps edilir. Bu ise, böyle birilerinin çoğunlukla tehlikeli olacağından korkulan kimseler oluşundan dolayı böyledir. Bunu, Taberî de tercih etmiştir, açıkça anlaşılan da budur. Zira, olayın gerçekleştiği yerden sürülmesi, ayetin lâfzı ile ifade edilmiştir. Bundan sonra haps edilmesi ise, onun tehlikeli olacağı korkusuna göre değişir. Şayet tevbe eder ve onun bu tevbesi halinden anlaşılırsa, serbest bırakılır. 5- Nefyin (Sürgünün) Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Yahut yerlerinden sürülmeleridir" âyetinde geçen sürmek anlamındaki nefy, aslında helâk etmektir. Olumluluk (isbat) un zıddı olan nefy de buradan gelmektedir. Bu durumda nefy, idam etmek suretiyle helâk etmek (öldürmek demektir). Kötü ve kalitesiz mala isim olarak verilen "en-nifaye" de buradan gelmektedir. Kovadan etrafa sıçrayan su damlacıklarına nery demek de buradan gelmektedir. Şair der ki: "Sırtı üzerindeki su damlacıkları sanki Kayaların üzerine düşmüş kuş pislikleri gibidir." 6- Hırsız ile Yolkesici Arasındaki Farklar: İbn Huveyzimendâd der ki: Muharibin aldığı malın, hırsızda göz önünde bulundurulduğu gibi nisab miktarına ulaşması gözönünde bulundurulmaz. Bu hususta, nisab olarak çeyrek dinarın göz önünde bulundurulacağı da söylenmiştir, İbnül-Arabi der ki: Şâfiî ve rey sahipleri şöyle demişlerdir: Hırsızın elinin kesilmesini gerektiren miktar kadar alanlar müstesna, yol kesicilerin elleri ve ayakları kesilmez. Mâlik der ki: Böyle birisi hakkında muharib hükmü verilir, sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı vasıtası ile hırsızlıkta çeyrek dinan elin kesilmesi için nisab olarak tesbit etmekle birlikte, hirâbede bunun için herhangi bir miktarı nisab olarak tesbit etmeyip, sadece muharibin cezasını zikretmekle yetinmiştir. Bu ise, bir habbe (buğday tanesi) dolayısıyla dahi olsa muharebelerine karşılık olarak cezanın eksiksiz verilmesini gerektirmektedir Diğer taraftan bu, bir aslın bir diğer asla kıyasıdır ki, bu hususta (böyle bir kıyasın yerinde olup olmadığı hususunda) görüş ayrılığı vardır. Daha üstün olanın, daha aşağıda olana, daha aşağıda olanın da altta olana kıyasına gelince, bu kıyasın aks edilmesidir. Peki, muharib bir kimse nasıl olur da sadece mal çalmak isteyip de fark edildiği zaman kaçan hırsıza kıyas edilebilir. Hatta hırsız, silahlı olarak mal almak kastıyla bir yere girecek olsa, almak istediği mal engellense, yahut bağınlıp imdat istense, kendisi de bunun için kavgaya tutuşacak olursa, böyle bir kimse artık muharib olur ve onun hakkında muharib hükmü verilir. Kadı İbnü’l-Arabî der ki: İnsanlar arasında (hakim olarak) hüküm verdiğim günlerde, bir kişi bana bir hırsız getirdi. Bu hırsız bir bıçak ile eve girmiş, bıçağı uyumakta olan ev sahibinin kalbine dayamış. Arkadaşları ise o adamın malını almışlardı. Ben de onlar hakkında muharibler hükmü ile hüküm verdim. Şunu kavrayın ki bu, dinin aslındandır. Ve böylelikle sizler de cahillerin bulunduğu aşağılık mertebelerden ilmin zirvelerine yükseliniz. 7- Muharibin Öldürülmesi için Öldürdüğü Adamın Kendisine Denk Olması Şartı Aranmaz; Hirâbede, öldüren kimsenin, -maktul kişi katile denk olmasa dahi- öldürüleceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şâfiî'nin bu hususta iki görüşü vardır. Birincisine göre, bu konuda denklik nazar-ı itibara alınır. Çünkü, muharib bir başkasını öldürmüştür, o bakımdan kısasta olduğu gibi bu hususta da denklik nazarı itibara alınır. Ancak bu zayıftır. Çünkü burada sözü geçen öldürme cezası, yalnızca başkasını öldürdüğü için değildir. Bu, etrafa korku salmak ve mal almak gibi genel fesada karşılık bir cezadır Yüce Allah ise: "Allah'a ve Rasulüne karşı Savaşanların ve yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleridir" diye buyurmaktadır. Yüce Allah böylelikle, muharebe yoluyla ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmak suretiyle, iki şeyi bir arada işlediği takdirde muharibe hadlerin uygulanmasını emretmiş ve bu hususta üstün olan ile olmayan, yüksek konumda olan ile sıradan konumda bulunan arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir. Muharibler, yol kesiciliğine çıkıp, kaille ile çarpışmaya koyulup, bir kısmı öldürülürken, bir kısmı öldürülmeyecek olursa, geri kalanların hepsi öldürülür. Şâfiî ise, ancak öldüren kimse öldürülür demektedir, bu da zayıf bir görüştür. Çünkü, aynı olayda hazır bulunan kimseler, hepsi fiilen öldürmeseler dahi elde edecekleri ganimette ortak olacaktı. Şâfiî, öncü kuvvetlerin öldürüleceğini bizim gibi kabul ettiğine göre, muharibin öldürülmesi evveliyetle sözkonusudur. 9- Muharibler ile Savaşmanın Hükümleriz Muharibler, yolda korku salacak, yol kesecek olurlarsa, İmâmın (tevbeye) çağırmak sızın onlarla çarpışması vacib olur. Müslümanların da onlara karşı Savaşmak ve müslümanlara eziyet vermelerini engellemek için yardımlaşmaları vacib olur. Şayet muharibler bozguna uğrayıp kaçacak olurlarsa, adam öldürmüş ve mal almış bir kimse olması dışında geri kaçanları takib edilmez. Eğer kaçan kişi adam öldürüp mal almış ise, yakalanması ve işlediği cinayet dolayısıyla ona uygulanması gereken cezanın verilmesi için takıb edilir. Öldürmüş olması hali dışında muhariblerden yaralı olanlarının işleri bitirilmez. Eğer yakalandıkları takdirde muayyen olarak herhangi bir kimseye ait bir mal ellerinde bulunacak olursa, o mal o kişiye ya da mirasçılarına geri verilir. Şayet o malın sahibi bulunmayacak olursa beytülmale konulur. Herhangi bir kimseye ait olup telef ettikleri malın tazminatını öderler. Tevbe etmelerinden önce ele geçirildikleri takdirde, öldürdükleri herhangi bir kimseye diyet vermeleri sözkonusu değildir. Tevbe ederek gelmeleri hali ile ilgili hükümler ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. 10- Mukaribler Tevbe Edecek Olurlarsa: Tevbe eden muharibler aleyhine İmâmın herhangi bir yolu yoktur. Artık, üzerlerinde bulunan Allah'a ait hadler sakıt olur ve yalnızca insanlara ait haklardan dolayı muaheze olunurlar. O bakımdan İmâm, adam öldürmüş yahut yaralanırlarsa onlara kısas uygular. Telef ettikleri herhangi bir mal veya kanın tazminatını hak sahiplerine ödemekle yükümlü olurlar. Hak sahiplerinin muharib olmayan diğer cinayet işlemiş kimseler gibi bunları da affetmeleri, yahud 'da haklarını bağışlamaları mümkündür Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve rey sahiplerinin görüşü budur. Ellerinde bulunan malların onlardan alınıp, telef ettiklerinin de kıymetinin tazminatını ödemelerinin sebebi ise, yaptıkları bu işin bir gasb olmasından ve bu malları mülkiyetlerine atmalarının câiz olmayışından dolayıdır. Böyle bir mal ise, ya sahiplerine harcanır yahut da İmâm, sahibi belli oluncaya kadar onu yanında alıkoy ar. Ashâb ve tabiinden bir gurup şöyle derler; Muharibten yanında bulunandan başka bir mal istenmez. Telef edip tükettiğinden dolayı da sorumlu tutulmaz. Taberî bunu, el-Velid b. Müslim'in Mâlik'ten yaptığı bir rivâyet olarak kaydetmektedir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın Harise b. Bedr el-Gudanî'ye yaptığı uygulamadan zahir olarak anlaşılan da budur. Harise, önce muharib bir kimse iken, ele geçirilemeden önce tevbe etmişti. Hazret-i Ali de ona, bu halinde yazıh bir belge olarak, üzerindeki mal ve kan sorumluluklarının sakıt olduğunu bildirdi. İbn Huveyzimendâd der ki: Kendisine had uygulanıp kendisine ait herhangi bir mal bulunmayan muharib hakkında İmâm Mâlikten farklı rivâyetler gelmiştir. Acaba böyle bir kimse aldıklarına karşılık borçlu mu olur, yoksa hırsızdan bu yükümlülük kaldırıldığı gibi ondan da kaldırılır mı? Bu hususta ; müslüman ile zımmi arasında bir fark yoktur. 11- Mukariblere Ceza Uygulama Yükümlülüğü İslam Devlet Başkanının Vazifesidir: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: İslam devlet başkanı muharebe yapanların velisi (sorumluları) dır. Muharib bir kişi, herhangi bir kimsenin kardeşini, ya da babasını muharebe halinde öldürecek olursa, onların kanını talep etmek durumunda olan (maktullerin mirasçısı), muharibin cezası hususunda herhangi bir yetkiye sahip değillerdir. Kanım taleb etmek hakkına sahip olan velilerinin, muharibi affetmeleri câiz olamaz. Bu hükmü uygulamakla yükümlü olan İmâmdır. İlim adamları bunu, yüce Allah'ın hakkı olan hadlerden bir had ayarında kabul etmişlerdir Derim ki: İşte, şimdiye kadar anlattıklarımız, önemli olanlarını bir araya getirip, inci misali hükümlerini dizdiğimiz özet hükümlerdir. Muharebenin açıklaması (yorumu, tefsiri) hakkında ileri sürülen en garib iddialardan birisini de bir sonraki başlıkta ele alalım: 12- Mücahidin Muharebeyi Açıklaması: Muharebe'ye dair en garip açıklama, Mücahidin yaptığı açıklamadır. Mücahid der ki: Bu ayet-i kerimedeki muharebeden kasıt, zina ve hırsızlıktır. Ancak bu doğru bir açıklama değildir Çünkü yüce Allah Kitab-ı keriminde ve Peygamberi'nin vasıtası ile hırsızın elinin kesileceğini, zina edenin de eğer evlenmemiş ise celde vurulup sürgüne gönderileceğini, eğer muhsan ise recm edileceğini beyan etmiştir. Bu âyet-i kerîmede muharibe dair hükümler bunlardan farklıdır Şu kadar var ki, eğer namusa tasallut etmek kastı ile üstünlük sağlamak amacıyla silah çekmek suretiyle yolda korku uyandırmak istemesi bundan müstesnadır. Çünkü böyle bir iş, muharebenin en çirkin ve kötü olan şeklidir. Mal almaktan daha da kötüdür. Bu İse, şanı yüce Allah'ın: "Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların.," âyetinin kapsamına girmektedir. 13- Yol Kesiciye ve Hırsıza Karşı Malını Savunma: İlim adamlarımız derler ki: Hırsıza, Allah adına (bu işten vazgeçmesi için) seslenilir. Vazgeçerse ona ilişilmez. Vazgeçmeyecek olursa onunla çarpışmaya girilir. Böyle birisini malını savunan kişi öldürecek olursa, o kişiler en kötü bir maktuldür ve kanı da hederdir. Nesâînin Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi; Ey Allah'ın Rasulü, eğer benim malıma saldırılacak olursa ne yapayım? Hazret-i Peygamber: "Allah adına! ona vazgeçmesi için seslen." Eğer kabul etmeyecek olurlarsa? diye sorunca Hazret-i Peygamber: "Allah adına seslen" diye buyurdu. Adam yine: Şayet yine vazgeçmezlerse diye sorunca; Hazret-i Peygamber yine: "Allah adına seslen" dedi. Adam: Yine vazgeçmeyecek olurlarsa deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Onunla çarpış. Sen Öldürülürsen cennetliksin. Eğer onu öldürürsen o da cehennemdedir." Nesâî, Tahrimu'd-Dem 21; Müsned, II, 339,360. Bunu, Buhârî ve Müslim de Ebû Hüreyre'den rivâyet etmekte, orada Allah adına vazgeçmesini söylemekten söz edilmemektedir. Ebû Hüreyre derdi ki: Bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, bir adam gelip benim malımı almak isterse ne yapmamı emredersin? Hazret-i Peygamber: "Malını ona verme" diye buyurdu. Adam: Ya benimle çarpışmaya kalkışacak olursa ne emredersin? Hazret-i Peygamber: "Sen de onunla çarpış" diye buyurdu. Adam: O beni öldürürse durumum nedir diye sordu, Hazret-i Peygamber: "Sen şehid olursun" diye buyurdu. Yine adam: Peki, ya ben onu öldürürsem ne olur? Hazret-i Peygamber: "O da cehennemdedir" diye buyurdu. Müslim, Îman 225. İbnü'l-Münzir der ki: Biz, ilim ehlinden bir topluluktan, hırsızlar ile çarpışıp da onlara karşı kişinin canını ve malım savunması görüşünde olduklarını rivâyet etmiş bulunuyoruz. İbn Ömer'in, Hasan-ı Basrî'nin, İbrahim en-Nehaî'nin, Katade'nin, Mâlik'in, Şâfiî'nin, Ahmed'in, İshâk'ın ve en-Nu'man'ın (Ebû Hanîfe'nin) da görüşü budur. Genel olarak ilim adamları bu görüştedir. Çünkü kişi, kendi canını, ailesini ve malım bunlara saldırıda bulunulmak istendiği takdirde çarpışmak suretiyle korumak hakkına sahiptir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen haberler, bu hususta herhangi bir zamanı tahsis etmedikleri gibi herhangi bir hali de tahsis etmemişlerdir. Bundan tek istisna, sultan (devlet yöneticisi.) dir Çünkü, hadis ehli âdeta icma ile şunu kabul etmiş gibidirler: Bir kimse canını ve malını ancak sultana karşı hurûc ile (karşı çıkmak ve ayaklanmak ile) ve ona karşı Savaşma, ile koruyabiliyor ise, o takdirde sultana karşı Savaşmak ona karşı hurûc etmez. Çünkü, yöneticilerin yaptıkları haksızlık ve zulme karşı sabrı emredip namazı kıldıkları sürece onlarla çarpışmayı ve onlara karşı ayaklanmayı terk etmeye delalet eden Resûlüllah'tan gelen haberler bunu ifade etmektedir. Derim ki: Bizim mezhebimizde (Mâliki mezhebinde) şu hususta farklı görüşler vardır: Elbise ve yiyecek gibi basit bir şey istenecek olursa, haksızca istekte bulunanlara bunlar verilir mi, yoksa onlarla çarpışılır mı? Bu, konu ile ilgili kabul edilen asıl kaideye mebni bir görüş ayrılığına sebeptir. O da şudur: Onlarla Savaşmak emri bir münkeri değiştirmek olduğundan dolayı mı verilmiştir, yoksa zararı önlemek kabilinden mi verilmiştir? Yine bu görüş ayrılığı da, onlarla (muhariblerle) çarpışmadan önce, onları (bu işten vazgeçmeye) çağırmak hususundaki görüş ayrılığına mebnidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14. Muharibler için Öngörüleri Cezanın Hikmeti: "Bu, onlara dünyada bir horluktur." Bu cezaları, muharebenin kötülüğü ve zararının büyüklüğü dolayısıyladır. Muharebenin zararının büyük oluşu, insanlar aleyhine kazanç yollarım kapatmasından ötürüdür. Zira, kazanç yollarının büyük çoğunluğu ve büyük ticaretler ile bu yolların temeli ve ana direği, yüce Allah'ın şu âyetinde ifade edildiği gibi, yeryüzünde dolaşmak, seyahat etmektir: "Diğer bir kısmı da Allah'ın lütfundan arayarak, yeryüzünde yol tepecekler..." (el-Müzzemmil, 73/20) Yolda korku ve dehşet saçılırsa, bu sefer insanlar yolculuk yapmaz olurlar. Evlerinden dışarı çıkmazlar. Böylelikle aleyhlerine olmak üzere ticaret kapılan kapanır, kazanç yolları kesilir. Bu sebepten dolayı yüce Allah, yol kesiciler hakkında ağır hadler teşri buyurmuştur. Dünyadaki bu horluk, onların yaptıkları kötü işlerden vazgeçmelerini sağlamak, Allah'ın dileyen kulları için mubah kıldığı ticaret kapısını açmaktır, Ayrıca bu suça karşılık âhirette de büyük azap tehdidinde bulunmuştur. Böyle bir masiyet, diğer masiyetlerin dışındadır ve Ubade b. es-Samit yoluyla geten Hazret-i Peygamberin "Her kim bu günahlardan herhangi birisini işler de dünyada onun karşılığında cezalandırılacak olursa, bu ceza onun için bir keffaret olur" Buhârî, Îman 11, Ahkâm 49, Hudûd 8, Tefsir 60 sûre 3, Menâkıbu'l- Ensâr 43; Müslim, Hudûd 41; Tirmizi, Hudûd 12; İbn Mâce, Hudûd 33; Nesâî, Bey'at 9.17; Dârimî, Siyer 17; Müsned. 314, 320. hadisinde zikredilen hükümden müstesnadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bununla birlikte korluğun dünyada cezalandırılan kimse için, âhiret azabının ise dünyada cezadan yakasını kurtaran için sözkonusu olması ve bu günahın (bu bakımdan) diğer günahlar gibi olması da muhtemeldir. Daha önceden de geçtiği üzere, hiçbir mü’min için cehennemde ebediyyen kalmak sözkonusu değildir. Fakat, günahın büyüklüğü dolayısıyla onun cezası da büyük olur. Bundan sonra ise, ya şefaat ile veya (ilgili âyetlerde) belirtildiği gibi ilâhi af ile cehennemden çıkar. Diğer taraftan bu tehdit, yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi, ilâhî meşietin bu doğrultuda tecelli etmesi şartına bağlıdır: "Şüphesiz Allah kendi sine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48 ve 116) Bununla birlikte böyle kimseler hakkında, yapılan tehdit ile işledikleri masiyetin büyüklüğü dolayısıyla (cehennemde azap edilmeleri) korkusu daha baskındır. 15- Kendilerine Güç Yetirilmeden Önce Tevbe Edenler: Yüce Allah'ın: "Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadırlar" âyetinde, kendilerine güç yetirilmeden önce tevbe edenleri istisna etmekte ve: "Bilin ki Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet sahibidir" âyetinde de onlar üzerindeki hakkını kaldırdığını haber vermektedir. Kısas ve insanların sair hakları ise, sakıt olmaz. Güç yetirildikten sonra (ele geçirilmesinden sonra) tevbe eden kimselere gelince, âyetin zahirine göre tevbenin faydası yoktur. -Önceden geçtiği gibi- böylesine hadler uygulanır, Şâfiî'nin bu konuda tevbe ile hertürlü haddin kalkacağına dair bir görüşü vardır. Ancak, mezhebinde sahih olan görüş, ister kısas olsun, ister başkası olsun insanlara ait herhangi bir hakkın, güç yetirilmeden önce tevbe ile sakıt olmayacağı şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Bu istisna ile yüce Allah, güç yetirilmeden önce tevbe edip îman eden müşrikin istisna edilmesini dilemiştir. Böylesinden hadler sakıt olur. Ancak bu görüş zayıftır. Zira, güç yetirildikten sonra îman edecek olursa, yine böyle bir kimse icma ile öldürülmez. Yine şöyle denilmiştir: Kendilerine güç yetirilmesinden sonra muharîblerden had sakıt olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Çünkü İmâmın eline geçtikleri takdirde, bunların tevbe hususunda yalan söylemeleri ve bunu gösteriş için yapmaları zanni altında bulunurlar. Veya artık İmâm onlara güç yetirdikten sonra cezalandırılmak durumunda olurlar. O bakımdan tevbeleri kabul olunmaz. Bizden önceki ümmetlere vadedilen İlahi azâbın gelişinden sonra tevbeye kalkışmaları, yahut da can çekişip de canı boğazına geldiği sırada tevbe edenin durumuna benzerler. Şayet kendilerine güç yetîrilmeden önce tevbe edecek olurlarsa, zan altında olmaları sözkonusu değildir ve ileride Yûnus sûresinde (Yûnus, 10/98. ayette) açıklanacağı üzere tevbenin faydası vardır. İçkîciler, zinakârlar ve hırsızlar ise, tevbe edip hallerini düzeltip bu durumları da çevrelerinde bulunanlar tarafından bilinir bundan sonra İmâma (suçları karşılığında cezalandırılmak için) götürülecek olurlarsa, İmâmın onlara had vurması gerekmez. Şayet İmâma götürülüp de onlar Tevbe ettik, diyecek olurlarsa, bırakılmazlar. Onlar, bu halleri ile yenik düşürülüp ele geçirilen muhariblerin durumundadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 35Ey îman edenler, Allah'tan korkun. Ona (yaklaşmaya) yol arayın. Ve yolunda cihad edin ki kurtulasınız. Âyetin tefsiri için bak:36 36Şüphesiz, yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha kâfirlerin olsa da, Kıyâmet gönünün azabından kurtulmak için onu feda etseler, yine onlardan kabul olunmaz. Onlar için çok acıklı bir azâb da vardır. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, Allah'tan korkun. Ona (yaklaşmaya) yol (vesile) arayın" âyetinde geçen vesile, Ebû Vail, el-Hasen, Mücahid, Katade, Atâ, es-Süddî, İbn Zeyd ve Abdullah b. Kesirden gelen nakillere göre yakınlaşmak demektir. Bu kelime, bir şeye yakınlaşmak anlamını ihtiva eder. "Tevessülden "faile" vezninde bir kelimedir. Mtere der ki: "Şüphe yok ki yiğitlerin, sana vesileleri (yakınlaşmak istekleri) vardır Seni alacak olurlarsa, sen sürmelenirsin ve ellerine kına yakılır. Çoğulu ise, "vesail" şeklindedir. Şair der ki: "Jurnalciler gaflete daldılar mı, biz yine eskisi gibi yakın ilişkilerimize döneriz, Aramızdaki safa da, yakınlıklar da döner." Denildiğine göre, İstedim, isterim kelimeleri de buradan gelmektedir. (........) ise, biri diğerinden istekte bulunur demektir. O halde kelimenin asıl anlamı, talep etmek, istekte bulunmaktır. Vesile, kendisi vasıtası ile istenmesi gereken yakınlık demektir. Vesile aynı zamanda cennette bir derecedir. Hazret-i Peygamberin zikrettiği: "Her kim benim için vesileyi isterse, benim şefaatim de onun için hak olur" Müslim Salât 11; Ebû Dâvûd, Salât 36; Tirmizî, Menâkıb 1; Nesâî, Ezan 37; Müsned, II, 168. diye sahih hadiste geçen "vesile" de budur. 37Ateşten çıkmak isterler. Ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azap vardır. Yezid el-Fakir der ki: Cabir b. Abdullah'a şöyle denildi: Ey Muhammed'in ashâbı, sizler bir takım kimselerin ateşten çıkacaklarını söylüyorsunuz Yüce Allah ise: "Ama oradan çıkacak değillerdir" diye buyurmaktadır. Cabir dedi ki: Sizler, umumi olan âyeti hususi, hususi olanı da umumi gibi de gerindiriyorsunuz. Bu âyet, özel olarak kâfirler hakkındadır. Bunun üzerine âyetin tamamını başından sonuna kadar okudu, gerçekten onun özel olarak kâfirler hakkında olduğunu gördüm. "Sürekli" âyetinin anlamı, daimi, değişmez, sonu gelmez ve değiştirilmez demektir. Şair der ki: "Şi'b gününe karşılık olarak benden sizin, için Daimi ve kalıcı bir azap vardır." 38Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadını, o kazandıklarına bir karşılık ve Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah Azizdir, Hakimdir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız: 1- Hırsızın Elinin Kesilmesi ve Şartları: Yüce Allah'ın: "Hırsızlık eden erkekle hırsızlık eden kadını ellerini kesin" âyetine gelince; yüce Allah, yeryüzünde fesat çıkarmak istemek yoluyla malların alınmasını söz konusu ettikten sonra, ileride açıklaması geleceği üzere çarpışma sözkonusu olmaksızın hırsızlık yapanın hükmünü zikretmektedir. Yüce Allah, yine bu husustaki açıklamalarımızın son bölümlerinde belirteceğimiz üzere zinanın aksine, hırsızlık yapan kadından öncet hırsızlık yapan erkeği zikretmekle başlamıştır. Hırsızlık dolayısıyla cahillye döneminde de el kesme cezası uygulanmıştır. Cahiliye döneminde bu cezayı ilk hükme bağlayan kişi, el-Velid b. el-Muğire'dir. Yüce Allah da İslamda hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın İslam döneminde, elini kestiği ilk erkek hırsız, el-Hıyar b. Adiy b. Nevfel b. Abdimenaf’tır. Kadınlardan ise, Mahzumoğullarından Süfyan b. Abdi'l- Esed kızı Mürre'dir. Hazret-i Ebû Bekir de, gerdanlık çalan Yemenli adamın elini kestiği gibi, Hazret-i Ömer, Abdurrahman b. Semura'nın kardeşi olan İbn Semura'nın elini kesmiştir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Ayetin zahirinden hırsızlık yapan herkes hakkında umumi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha yukarısı dolayısıyla kesilir" Müslim, Hudûd 2-4; İbn Mâce, Hudûd 22; Nesâî, Kat'u's-Sârık 10; Müsned VI, 249,252. diye buyurmuştur. Böylelikle Hazret-i Peygamber, yüce Allah'ın: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadın" âyetinde bir takım niteliklere sahip hırsızları kastetmiş olduğunu beyan etmektedir. Dolayısı ile ancak çeyrek dinarlık bir mal yahut da kıymeti çeyrek dinara ulaşan bir malın çalınması halinde hırsızın eli kesilir. Ömer b. el-Hattâb (Osman b. Affan ve Ali "radıyallahü anhüm")'ın görüşleri de budur. Ömer b. Abdülaziz, el-Leys, Şâfiî ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Mâlik der ki: Ya bir dinarın çeyreği veya üç dirhem karşılığında el kesilir. Eğer fiyatların düşüklüğü dolayısıyla çeyrek dinara tekabül eden iki dirhem çalacak olursa, bu iki dirhem sebebiyle hırsızın eli kesilmez. Çeşitli malların çalınması dolayısı ile para fiyatları az yada çok olsun üç dirheme ulaşmadıkça el kesilmez. Mâlik, altın ve gümüşün herbirisini başlı başına asli bir kıymet kabul etmiş ve malların kıymetlendiril meşinde dirhemleri ölçü kabul etmiştir. Ondan gelen meşhur görüş böyledir. Ahmed ve İshâk der ki: Eğer altın çalacak olursa, miktar çeyrek dinardır. Altın ve gümüş dışında bir şey çalacak olur da, bunların değeri çeyrek dinar yahut üç gümüş dirheme ulaşacak otursa (el kesilir). Bu da son görüşünde Mâlik'in kabul ettiği görüşe yakındır. Birinci görüşün delili, İbn Ömer yoluyla rivâyet edilen hadistir. Buna göre adamın birisi, bir kalkan çalmıştı. Bu adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna getirildi, Hazret-i Peygamber'in emri üzere bu kalkanın kıymetinin üç dirhem olduğu tesbit edildi. Buhârî Hudûd 13; Müslim, Hudûd 5,6; Aynen bk. Nesâî, Kat'u's- Sârık 10. Şâfiî ise Âişe (radıyallahü anha)'ın, çeyrek dinar hakkındaki hadisini asıl olarak kabul edip, altın ve gümüş dışındaki paraların değerlendirilmesinde onu esas kabul etmiş ve altının fiyatı ister yüksek, ister düşük olsun, üç dirhemi ölçü kabul etmiyerek, İbn Ömer'in hadisini delil almamıştır. Buna sebep ise -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- ashâb-ı kiramın, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın çalınması sebebiyle el kesme cezasını uyguladığı kalkan hakkındaki farklı rivâyetleridir. Çünkü İbn Ömer üç dirhem derken, İbn Abbâs on dirhem, Enes b. Mâlik beş dirhem demektedir. Bu husustaki bu ve benzeri farklı rivâyetleri birarada görmek için Nesâî, Kat'u's-Sârık 8, 9, vd. bakabilir. Hazret-i Âişe'nin çeyrek dinar ile ilgili olarak rivâyet ettiği hadisi ise sahih ve sabit bir hadistir. Hazret-i Âişe'den yapılan bu rivâyette herhangi bir İhtilâf sözkonusu değildir. Ancak, kimi raviter onu mevkuf rivâyet etmiştir. Diğer taraftan hıfz ve adaleti dolayısıyla, sözü gereğince amel etmek gereken kimseler de onu merfu' olarak da rivâyet etmişlerdir. Bu açıklamayı Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) ve başkaları yapmıştır. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el- İstizkâr, XXIV, 154 vd. Buna göre, çalınan mala kıymet biçildiği takdirde çeyrek dinara ulaşırsa o malı çalanın eli kesilir. Bu, aynı zamanda İshâk'ın da görüşüdür. O bakımdan bu iki asıl delile iyice vakıf olmak gerekir. Çünkü bu iki hadis de bu konuda temel dayanaklardandır. Ve bunlar, bu hususta söylenenlerin en sahihidir. Ebû Hanîfe, onun iki arkadaşı ve es-Sevrî ise derler ki: Hırsızın eli, ölçek ile ölçülen mallardan ise on dirheme ulaşmadıkça, aynî ya da vezni olarak da bir dinarı bulmadıkça hırsızın eli kesilmez. Ayrıca hırsız, malı sahibinin mülkiyetinden alıp çıkarmadıkça da kesilmez. Bu konudaki delilleri İbn Abbâs'ın rivâyet ettiği hadistir. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çalınması sebebiyle hırsızın elini kestiği kalkana on dirhem kıymet biçildi. Bunu, ayrıca Amr b. Şuayb babasından, o, dedesinden rivâyet etmiştir. Amr b. Şuayb'ın dedesi, (Muhammed b. Abdullah) dedi ki: O sırada kalkanın değeri on dirhem idi. Bu iki hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir. İbn Abbâs’ın rivâyeti: Dârakutnî, II, 191-192; Amr b. Şuayb'ın rivâyeti; Dârakutnî, III, 190. Bu meselede dördüncü bir görüş daha vardır, o da Dârakutnî'nin kaydettiği Hazret-i Ömer'den gelen şu rivâyettir: "Beş (parmaklı el) ancak beş (dirhem) den dolayı kesilir". Nesâî, Kat'u's-Sârık 10'da biri Süleyman b. Yesâr'en sözü, diğeri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e merfu bir hadis olmak üzere iki rivâyet: Dârakutnî, III 186'da biri. Süleyman b. Yesâr, diğeri Saîd b. el- Müseyyeb, Ömer (radıyallahü anh)'den olmak üzere iki rivâyet ayrıca 111, 19-4'de. Süleyman b. Yesar, İbn Ebi Leyla ve İbn Şubrume de bu görüştedir. Enes b. Mâlik de der ki: Ebû Bekr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- beş dirhem kıymetinde bir kalkan dolayısıyla (hırsızın elini) kesmiştir. Dârakutnî, III, 186 Beşinci bir görüş de şudur: Dört dirhem ve daha yukarısı dolayısıyla el kesme cezası uygulanır. Bu görüş Ebû Hüreyre ve Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet edilmiştir. Altıncı bir görüş: Bir dirhem ve daha fazlası dolayısıyla el kesilir. Bu görüş, Osman el-Bettî'nîn görüşüdür Taberî'nin naklettiğine göre, Abdullah b. ez-Zübeyr de bir dirhem çalmaktan dolayı, çalanın elini kesmiştir. Yedinci görüş: Âyetin zahirine göre bir değer taşıyan her mal dolayısıyla el kesilir Bu, Haricilerin görüşüdür. Hasan-ı Basrî'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. Ondan, bu hususta gelen üç rivâyetten biri budur. Ondan gelen ikinci rivâyet, Hazret-i Ömer'den gelen rivâyet gibidir. Üçüncüsünü ise Katade ondan şu şekilde nakletmiştir: Ziyad'ın valiliği döneminde ne kadarlık bir mal çalma dolayısıyla elin kesileceği hususunda münakaşa ettik ve iki dirhemden dolayı kesileceği hususu üzerinde ittifak ettik. İşte bunlar, birbirine denk görüşlerdir. Bunlardan sahih olan ise, daha önce sana takdim etmiş olduğumuz görüşlerdir. Buhârî, Müslim ve başkaları Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen hırsıza, yine bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin." Buhârî, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7; Nesâî, Kat'u's-Sârık l. İbn Mâce, Hudûd 22; Müsned, II, 253. Bu da az yada çok mal karşılığında el kesme cezasının uygulanacağını belirten ayetin zahirine uygundur denilecek olursa, cevap verilir. Bu ifadeler, az bir şey zikredilerek çoktan sakındırmak kabilindendir Nitekim, Hazret-i Peygamber şu âyetinde azı zikrederek çok şeyler yapmaya teşvik etmektedir: "Kim bir kekliğin yumurtlayacağı yer kadar dahi olsa Allah için bir mescid inşa edecek olursa, Allah da o kimse için cennette bir ev yapar." İbn Mâce. Mesacid 1; Müsned, I, 241. Şöyle de denilmiştir: Bu, bir başka açıdan da mecazi bir ifadedir. Şöyle ki, az bîrşeyi çalmaya alıştı mı, bu sefer çok şeyleri çalar ve sonunda eli kesilir. Bundan daha güzel açıklama, el-A'meş'in yaptığı ve Buhârînin hadisi sonunda bir açıklama gibi naklettiği şu sözleridir; Onlar, burada sözü geçen yumurtadan, demir yumurta (miğfer) olduğu, ipten de birkaç dirheme eşit kıymette olan ip oluduğu görüşünde idiler. Buhârî, Hudûd 7. Derim ki: Gemilerin halatları ve buna benzerleri buna örnektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Çalman Malın Korunmuş Olduğu Yerden Çıkartılması Şartı: İnsanların Cumhûru, el kesmeyi gerektiren miktar "hirz" diye bilinen korunma yerinden çıkartılmadıkça el kesmenin sözkonusu olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir, el-Hasen b. Ebi'l-Hasen der ki: Evde elbiseleri bir araya toplayacak olursa eli kesilir. Yine el-Hasen b. Ebi'l-Hasen, bir başka görüşünde diğer ilim adamları gibi görüş belirtmiştir Böylelikle bu, sahih bir ittifak olmaktadır. Allah'a hamd olsun. 3- Koruma (Hirz) Yerinin Mahiyeti: Hirz denilen şey adet olarak, insanların mallarını korumak için yapılan şeydir. Bu da herbir şeyde -ileride açıklanacağı üzere- durumuna göre farklılık göstermektedir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta ilim ehlinin hakkında ileri geri konuşmadıkları sabit bir haber bulunmamaktadır. Ancak bu husus, ilim ehli tarafından icma ile kabul edilen bir şey gibidir. el-Hasen ile zahir âlimlerinden nakledildiğine göre, onlar hırsızlıkta hin altında bulunmayı şart görmezlermiş. Mâlik'in Muvatta’''ında, Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi'l-Hüseyn b. el-Mekkî'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ağacında asılı duran meyvede, dağda korunan (yani henüz ağılına ulaşmamış) hayvanda (çalmaktan dolayı) el kesme yoktur. Eğer onu (davarı) ağıl yahut (natot sulu) harman yerine getirilecek olursa, o takdirde kıymeti kalkanın kiymetine ulaşan şeyler dolayısıyla el kesilir." Muvatta’', Hudûd 22 (de mürsel bir rivâyet olarak); Nesâî, Kat'u's-Sârîk 11 ve 12 (de mmtasıl olarak), Ayrıca bk. Dârakutnî, III, 194-195 Ebû Ömer (İbn Abdİ'l-Berr) der ki: Bu hadis, manası itibari ile Abdullah b. Amr b. el-As ve başkaları yoluyla muttasıl olarak rivâyet edilen bir hadistir. İbn Abdi’l-Berr, el-istikar, XXIV, 154. Bu Abdullah (b. Abdurrahman b. Ebi'l-Hüseyn b. el-Mekkî) ise, herkesçe sika bir ravi olarak kabul edilmiştir. Ahmed (b. Hanbel) ondan övgüyle söz ederdi. Abdullah b. Amr'dan nakledildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ağacında asılı (toplanmamış) mevye hakkında soru sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: "İhtiyaç sahibi olup da ondan birşeyler almakla beraber, cebine ya da kabına doldurmayan kimse için birşey gerekmez. Ancak, ondan birşey alıp çıkartana ise, el kesme cezası vardır. Kim bundan daha aşağı miktarda da alacak olursa, onun iki mislini tazminat olarak öder ve ona ceza verilir." Ebû Dâvûd, Lukata 10. hadis, Hudûd 13; Tirmizî Buyû'" 54; Nesâî "Katu's-Sârîk 12; İbn Mâce Ticârât 67; Müsned, II, 180, 224. Bir başka rivâyette ise "ceza verilir" in yerine "ona ibretli bir ceza olmak üzere bir kaç celde vurulur" denilmektedir. Nesâî Kat'u's-Sârik 12. İlim adamları der ki: Daha sonra bu celd (sopa cezası) nesh olundu ve onun yerine el kesme cezası tesbit edildi. Ebû Ömer der ki: Hadiste geçen: "İki mislini tazminat ödemesi" nesh olmuştur. Fukahadan bu görüşü ifade eden bir kimse olduğunu bilmiyorum. Ancak, Hazret-i Ömer'den Hatıb b. Ebi Beltea'nin unu Burada Arapça yaymda bir okuma halası olarak, "köleler" manasına gelen "Rakik" kelimesi "un" manasına gelen "dakik" olarak okunmuştur. ile ilgili ve Mâlik'in rivâyet ettiği Muvatta’', Akdiye 38'e göre olayın mahiyeti şudur: Hâtib'in köleleri Müzeyneli kişinin devesini çalmışlar. Muzeynelinin şikayeti üzerine Hazret-i Ömer önce ellerinin kesilmesine hüküm vermiştir. Daha sonra Hâtıb'a "Galiba sen onları aç bırakıyorsun?" diyerek Hâtıb'ı Müzeyneliye devesinin kıymetinin iki katını ödemekle cezalandırdı. olay ile Ahmed b. Hanbel'den gelen bir rivâyet müstesnadır. İnsanların tazminat hususunda kabul ettikleri görüş ise, tazminatın misliyle yapılacağı şeklindedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onun için size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin." (el-Bakara, 2/194) Ebû Dâvûd da Safvan b. Umeyye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mescidde otuz dirhem kıymetinde nakışlı bir yün elbisem üzerinde yatmış uyuyordum. Adamın birisi gelip onu benden gizlice çaldı. Adam yakalandı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna götürüldü. Elinin kesilmesini emr etti. Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanına varıp; Otuz dirhem için elini mi keseceksin, dedim. Bu elbiseyi ben ona satayım ve yahut da onun değeri onun bana borcu olsun. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Onu yanıma getirmeden önce neden bu işi yapmadın?" Ebû Dâvûd. Hudûd 15; Nesâî, Kat'u's-Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd 28. Aklî bakımdan düşünecek olursak: Mallar bütün insanlar için onlardan yararlanılsın diye hazır olarak yaratılmışlardır. Diğer taraftan ezelî hikmet, şer'an mülk olan hususlarda o malların sahiplerine has olmasını hükme bağlamış ve insanlar bu mallara tama" edegelmişlerdir. Ona dair umutlar bağlanmıştır. O bakımdan, insanların az bir bölümü arasında mürüvvet ve dindarlık bunlara karşı saldırıda bulunmayı engellemekte, onların çoğu hakkında ise, korumak ve hirz, bu malları başkalarına karşı koruyabilmektedir. Bir mala malik olan kimse, onu hirzi ile koruyacak olursa, insan için mümkün olan en ileri derecedeki koruma ve himaye bir arada gerçekleşmiş olur. Bu koruma ve himaye (hirz) çiğnenerek olursa, işlenen suç da ağır ve çirkin olur, o bakımdan cezası da ağırlaşır. Bu iki korumadan birisi olan mülkiyet çiğnenecek olduğu takdirde ise, yalnızca tazminat ve te'dip (cezası) gerekir. Bir topluluk ortaklaşa hareket ederek nisab miktarı bir malı, ona ait hirzinden (korumasından) dışarı çıkartmaları halinde ya onlardan birisi bu malı tek başına çıkartabilir yahut da ancak birbirleriyle dayanaşarak çıkartabilirler. Birinci hal sözkonusu olduğu takdirde ilim adamlarımız, (Mâliki âlimleri) farklı iki görüş ortaya koymuşlardır: Birincisine göre, bu durumda elleri kesilir. İkinci görüşe göre ise elleri kesilmez, Ebû Hanîfe ve Şâfiî de böyle demişlerdir: Ortaklasa hırsızlık yapmak halinde bu işe katılanların ellerinin kesilmesi ancak onlardan herbirisi için nisab miktan bir pay düşmesi halinde sözkonusu olur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha yukarısında kesilir" diye buyurmuştur. Bu hırsızların herbirisi bu nisabı bulacak bir miktarda birşey çalmadığına göre elleri kesilmez. İki rivâyetten birisi olan ellerin kesilmesini öngören görüş şöylece açıklanır: Bir suçta ortak hareket etmek, öldürmekte ortak hareket etmek halinde olduğu gibi onun cezasını kaldırmaz. İbnü'l-Arabî der ki: Bu İki suç birbirine ne kadar da yakındır. Çünkü bizler, haksızca dökülen kanı önlemek kastı ile bir kişiye karşılık topluluğu öldürdüğümüze göre, -ta ki düşmanlar o haksızca kanı dökmemek için birbirleriyle yardimlaşmasınlar- mallarda da bu durum aynı şekilde söakonusudur Özellikte de Şâfiî, bir topluluk bir kişinin elinin kesilmesi için ortaklaşa hareket edecek olurlarsa hepsinin elleri kesilir diyerek; bu konuda bize destek vermiştir. Ve bu ikisi arasında bir fark yoktur. Şayet ikinci durum sözkonusu olursa -ki, bu da ancak yardımlaşarak dışarı çıkartılması mümkün olan şeylerdir- ilim adamlarının ittifakıyla hepsinin elleri kesilir. Bunu da İbnü'l-Arabî zikretmiştir. 5- Hırsızlıkta Ayrı İşler Yapmak Suretiyle Ortaklaşa Çalışmanın Hükmü; Birisi, hirzi oymak suretiyle, diğeri de malı dışarı çıkartmak suretiyle hırsızlıkta iki kişi ortaklaşa hareket etseler, eğer bunlar birbirleriyle karşılıklı olarak dayanışmış iseler, ikisinin de elleri kesilir. Aralarında bir ittifak olmaksızın herkes tek başına kendi içini yapmış ise ve bu, birisinin gelip malı dışarı çıkartması şeklinde olursa, onlardan herhangi birisinin eli kesilmez. Eğer, oymakta birbirleriyle yardımlaşıp, fakat onlardan birisi malı dışarı çıkartırsa, yalnızca malı çıkartanın eli kesilir. Şâfiî ise el kesme cezası yoktur der. Çünkü, birisi oymuş çalmamış, diğeri ise, hürmeti çiğnenmiş bir hirzden hırsızlık yapmıştır. Ebû Hanîfe der ki: Eğer, oymakta ortak hareket eder ve girip de mal çalarsa, eli kesilir. Oymakta ortak hareket etmek için aynı aleti kullanmak şart değildir. Oyarken birinin ötekinden sonra darbe vurması ile ortaklık da gerçekleşir. 6- Malın Bir Yerden Bir Yere Getirilmesi Suretiyle Ortaklaşa Hırsızlık: İki kişiden birisi içeri girip malı, malın koyulduğu (hirzin) kapısına getirip çıkarsa, diğeri de elini uzatıp onu alsa elinin kesilmesi gerekir. Birincisi ise, cezalandırılır. Eşheb her ikisinin de eli kesilir demiştir. Birisi malı, hirzin dışına bırakacak olursa, o malı hirzin dışına bırakanın eli kesilir, alana el kesme cezası yoktur Şayet oyulan yerin ortasına koyar. diğeri de onu alırken oyuktan elleri birbirlerine kavuşursa, her ikisinin de elleri kesilir. 7. Kabirden ve Mescidlerden Hırsızlık Yapmanın Hükmü: Kabir de Mescid de hirzdir. O bakımdan çoğunluğun görüşüne göre, nebbâşın (kefen soyucusunun) eli kesilir. Ebû Hanîfe; nebbâşın eli kesilmez der. Çünkü o, sahibi bulunmayan ve telef olmaya maruz bir malı hirz olmayan bir yerden çalmıştır. Çünkü ölü mülkiyet sahibi olamaz. Kimisi de kabirde sakin olan bir kimse olmadığından dolayı bunun hırsızlık olmadığını söyler. Çünkü hırsızlık, görünmekten sakınılacak bir şekilde olur ve hırsızlık yapılırken insanların görmesine karşı korunulur. Mavereaünnehir âlimleri, bunun hırsızlık olmayacağı görüşünü esas kabul etmişlerdi, Cumhûr ise şöyle demiştir: Böyle bir kişi hırsızdır. Zira o, geceyi elbise olarak giyinmiş ve insanların gözünden kendisini korumuştur. Kimsenin görmediği ve yanından gidip gelmediği bir vakitte bu işi yapmayı kast etmiştir, O bakımdan, böyle bir kimse, insanların bayrama çıkıp, şehirde hiçbir kimsenin kalmadığı bir zamanda hırsızlık yapmış gibi olur. Kefen soymanın hırsızlık olmayacağını kabul edenlerin kabir, bir hirz değildir şeklindeki sözleri ise batıldır. Çünkü, her bir şeyin hirzi kendisi için mümkün olan haline uygun olur. Onun için, ölü hakkında mülkiyet sahibi olmak sözkonusu değildir, şeklindeki görüşleri de yine batıldır. Çünkü, ölünün çıplak bırakılması câiz değildir. Dolayısı ile buna duyulan ihtiyaç, kabrin bir hirz olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da buna şu âyeti ile dikkat çekmektedir: "Biz yeri, dirilere de ölülere de bir toplanma yeri kılmadık mı?" (el-Murselat, 77/25-26) Yani, orada İnsan hayatta iken yaşasın, ölürken de oraya defnedilsin diye kılmadık mı? Kefenin telef olmaya maruz olduğu şeklindeki sözlerine gelince, hayatta olan bir kimsenin de aynı şekilde giydiği her şey, giymesi sonucu telef olmaya ve yıpranmaya mahkumdur. Şu kadar var ki, bunlardan birisi diğerinden daha çabuk gerçekleşmektedir. Ebû Dâvûd Ebû Zerr'in şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırıp şöyle buyurdu: "İnsanların ölüm musibetiyle karşı karşıya kalıp da, o sırada bir evin (kabrin) bir hizmetçiye mukabil satın alınacağı vakit halin nice olur." Ben: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dedim. Hazret-i Peygamber: "Sana sabrı tavsiye ederim" diye buyurdu. Ebû Dâvûd, Hudûd 20; Fiten 2; İbn Mâce, Fiten 10. Hammâd b. Ebi Süleyman dedi ki: İşte hırsızın eli (kefen çalmaktan dolayı) kesilir, diyenler buna dayanarak demişlerdir. Çünkü bu kişi, ölünün evine girmiş olur Ebû Dâvûd, Hudûd 20. Mescide gelince, mescidin hasırlarını çalan kimsenin eli kesilir. Bunu Îsa, İbnü'l-Kasım'dan rivâyet etmiştir. Velev ki mescidin kapısı bulunmasın. Onun görüşüne göre bu hasırlar hirz altındadırlar. Eğer mescidin kapılarını çalacak olursa yine eli kesilir. Yine İbnü'l-Kasım'dan rivâyet olunduğuna göre, eğer hasırları gündüzün çalmışsa eli kesilmez. Şayet geceleyin duvarı aşarak onları çalmışsa, eli kesilir. Sahnûn'dan nakledildiğine göre, eğer mescidin hasırları birbirlerine dikelerek bağlanmış ise eli kesilir, aksi takdirde kesilmez. Esbağ der ki: Mescidin hasırlarım, kandillerini ve yer döşemelerini çalan kimsenin eli kesilir. Tıpkı, gizlice kapısını yahut çatısından kerestelerini, yada çatısından direklerini çalan gibi. Eşheb, "Kitabu MuhammedMe der ki: Mescidin hasırlan, kandilleri ve yer döşemelerinin çalınması dolayısıyla el kesme cezası yoktur. 8- El Kesme Cezası İle Birlikte Tazminat Ödettirilir mi? El kesme cezası ile birlikte tazminatın ödettirilip ödettirilmeyeceği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebû Hanîfe der ki: Hiçbir şekilde el kesme cezası ile tazminat bir arada olmaz. Çünkü şanı yüce Allah: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının, o kazandıklarına bir karşılık ve Allah tarafından İbret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin" diye buyurmakta ve herhangi bir tazminattan söz etmemektedir, Şâfiî ise der ki: îster kolaylıkla ödeyebilecek durumda olsun, ister ödemede zorlansın, çaldığı malın kıymetini tazminat olarak öder. Eğer ödeme zorluğu çekiyor ise, ödeyebileceği bir zamana kadar onun borcu olur. Bu, Ahmed ve İshâk'ın da görüşüdür. Bizim ilim adamlarımız, Mâlik ve arkadaşları ise şöyle derler: Eğer mal aynî ile mevcut ise onu geri verir. Eğer telef olmuşsa, ödeyebiliyorsa tazminatını öder. Eğer ödeyemiyor ise, borç olarak ödemesi istenmez ve herhangi birşey ödemekle yükümlü olmaz. Mâlik bunun benzeri bir görüşü ez-Zührfden rivâyet etmiştir. Şeyh Ebû İshâk der ki: İster ödeyebilsin, ister ödeyemesin el kesme cezası ile birlikte çaldığı malın bedelinin borç olarak ondan isteneceği de söylenmiştir. Devamla der ki: Bu, aynı zamanda Medine'li ilim adamlarımızdan bir çok kişinin görüşüdür. Bu görüşün sıhhatine ise her ikisinin (el kesme ve tazminatın) iki ayrı hak sahibine ait birer hak olduğu delil gösterilmiştir. Onlardan birisi, diğeri dolayısıyla sakıt olmaz. Diyet ve keffaret gibi. Daha sonra ben de bu görüşteyim, demektedir Kadı Ebû'l-Hasen meşhur görüşün lehine, Hazret-i Peygamberin: "Hırsızlık yapana had uygulandığı takdirde artık onun için tazminat yükümlülüğü yoktur" hadisini delil göstermiş ve Kitab'ında bunun senedini de kaydetmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: Tazminatını ödemeyi borç kabul etmek bir cezadır El kesmek de bir cezadır. İki ceza ise bir arada verilmez. Kadı Abdülvahhab da (kendi görüşüne) bunu esas kabul etmiştir. Doğru olan ise, Şâfiî'nin ve ona uygun görüş belirtenlerin kanaatidir. Şâfiî der ki: Hırsız ister ödeyebilecek durumda olsun, ister ödeyemesin, çaldığı malın tazminatını öder Eli kesilsin yahut kesilmesin farketmez. Yol kesmesi halinde de bu böyledir. (Yine Şâfiî) der ki: Kullara ait olup telef ettiği şeyler, Allah'a ait olan haddi düşürmez. İlim adamlarımızın delil olarak gösterdikleri: "Ödeme zorluğu çekiyor ise..." hadisine gelince, Kûfeli âlimler bu hadisi görüşlerine delil göstermişlerdir. Taberî’nin görüşü de budur. Fakat bu hadiste onların lehine delil olacak bir şey yoktur. Bu hadisi Nesâî ve Dârakutnî, Abdurrahman b. Avf dan rivâyet etmişlerdir. Nesâî, Kat'u's-Sarık, 18: Dârakutnî, III, 182, 183 teki rivâyetlerdeki kayıt, ödeme zorluğu çekmiyor ise..." şeklinde değil "ona had uygulanmış ise" şeklindedir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) de şöyle demiştir: Bu hadis pek kuvvetli bir hadis değildir ve delil olmaya elverişli değildir, İbnü’l-Arabî ise der ki: Bu batıl bir hadistir. Taberî ise der ki: Kıyas tükettiği (çaldığı) malın tazminatını ödemesini gerektirir. Fakat bizler, bu husustaki rivâyete uyarak kıyası terkettik. Ebû Ömer der ki: Zayıf bir rivâyet dolayısıyla kıyası terketmek câiz değildir. Çünkü zayıf bir rivâyet hüküm gerektirmez. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XXIV, 211-213. Hırsızlık yaparak bir mal çalmış olandan, çalanın elinin kesilmesi hususunda görüş ayrılığı vardır. Bizim (mezhebimizin) ilim adamları eli kesilir, derler. Şâfiî kesilmez demektedir. Çünkü o, hem malik olmayan bir kimsede, hem de hirz sayılmayan bir yerden çalmıştır. Yine ilim adamlarımız der ki: O malın malikinin hürmeti (saygınlığı, ona haksızca ilişmenin yasaklığı) yine bakidir, ondan ayrılmış değildir. Hırsızın eli altında bulunması ise, yok hükmündedir. Tıpkı, gasıp bir kimseden gasp etmiş olduğu malın çalınması halinde çalanın elinin kesildiği gibi. Eğer: Bunun korumasını korumasızmış gibi kabul edin denilecek olursa, biz de şöyle deriz: Hirz de mevcuttur, mülkiyet de mevcuttur. O mal üzerinde mülkiyet henüz sona ermemiştir. O takdirde bize, hirzi iptal ediniz derler. (Bunu da iptale gerek yoktur). 10- Elinin Kesilmesinden Sonra Aynı Malı Bir Daha Çalacak Olursa: Aynı mal dolayısıyla eli kesildikten sonra bir daha o malı tekrar çalacak olursa, kesme cezası hususunda farklı görüşler vardır. Çoğunluk, yine kesilir derken, Ebû Hanîfe kesme cezası yoktur, der. Kur'ân'daki umumi ifade ise, ona kesme cezasının uygulanmasını gerektirmektedir. Bu da Ebû Hanîfe’nin görüşünü red eder. Yine Ebû Hanîfe, kesme cezasından Önce, çalınan malın satın almak veya hibe yoluyla mülkiyetine geçiren bir kişi hakkında elinin kesilmeyeceğini söylemiştir. Yüce Allah ise: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının... ellerini kesin" diye buyurmaktadır. El kesme cezası, yüce Allah'a ait bir hak olarak vacib olduğu takdirde bunu hiçbir şey kaldırmaz. 11- "es-Sârik" Kelimesinin Kıraati ve Bu Kıraatlerin Açıklaması: Cumhûr, "Hırsız" kelimesini, ref ile okumuştur. Sîbeveyh der ki; Âyetin anlamı şudur: Size farz kılınan şeyler arasında, hırsız erkek ve hırsız kadının... şeklindedir. Her iki kelimenin de (es-Sâriku ve's-Sârikatu kelimelerinin) merfu' olarak okunmaları, mübtedâ oldukları içindir. Haber ise: Ellerini kesin" âyetidir. Maksat, muayyen bir kimse değildir. Çünkü muayyen bir kimse (hırsızlık yapan muayyen kişi) kastedilmiş olsaydı, bu kelimenin mansub okunması icabederdi. Nitekim "Zeyd'i vur" demek gibi. Ancak, bu âyet burada: "Hırsızlık yapanın elini kes" demek kabilindendir ez-Zeccâc der ki: Bu, tercih edilen görüştür. Bu kelime; şeklinde mansub olarak da okunmuştur. Bunun takdiri ise: Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesiniz şeklindedir. Sîbeveyhin tercihi de budur. Çünkü burada, fiilin emrin kipi daha uygundur. Sîbeveyh -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Arap dilinde uygun olanı bunun mansub okunuşudur. Nitekim Zeyd'i vur, demek de böyledir. Şu kadar var ki, genel olarak bunun merfu’ okunması kabul edilmiştir. Yani, kıraat âlimlerinin büyük çoğunluğu ve hepsi demek istemektedir. Sîbeveyh kabul ettiği görüşüyle, hırsız türünü muayyen kişi gibi değerlendirmiştir. İbn Mes'ûd ise: "Hırsızlık yapan erkeklerle, hırsızlık yapan kadınların sağ ellerini kesiniz" diye okumuştur ki, bu da çoğunluğun kıraatini güçlendirmektedir. (........) şeklinde "râ" harfi esreli olarak, çalınanın adıdır. Fiilinin mastarı ise "re" harfi üstün olarak; şeklindedir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. Bu lâfzın aslı, gözlerden saklı olarak bir şeyi almak anlamını ifade eder. Hırsızlama bir şeyler dinlemek demek olan deyimi ile Çaktırmadan baktı, deyimleri de buradan gelmektedir. İbn Arefe der ki: Araplara göre sârik, bir hirze gizli ve saklı bir şekilde gelip oradan kendisine ait olmayan bir şeyi alan kimsedir. Eğer açıktan alacak olursa, bu kişi; Yankesici, zorla alan, talan eden ve dağda koruma altında bulunan davar ve benzeri şeyleri çalan kimse, olur. Eğer elindeki şeyle (silahla) kendisini koruyacak olursa, o da gasıp olur. Derim ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyette şöyle buyurulduğu nakledilmektedir: "Hırsızlığın en kötüsü namazından çalanınkidir." Dediler ki: kişi namazından nasıl hırsızlık yapar? Hazret-i Peygamber: "Namazının rükû ve sücudunu tamam yapmamak suretiyle" buyurdu. Bu hadisi Muvatta’' ve başkaları rivâyet etmiştir. Muvatta’', K.- Salât 72; Dârimî, Salât 78; Müsned, 56, V, 310. Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber, bu şekilde namaz kılan bir kimseyi,- kelimenin türeyişi açısından hırsız olmadığı halde -hırsız diye adlandırmaktadır. Çünkü, böyle bir namaz kılmakta çoğunlukla gözlerden uzak bir şey yapmak sözkonusu olmaz. 12- El Kesme Cezası Hangi Şartlar Altında Uygulanır; Yüce Allah'ın: "Ellerini kesin" âyetinde geçen "kesmek'in anlamı, ayırmak ve izale etmektir. Kesmek ise ancak hırsızda, çalınan şeyde çalmanın gerçekleştiği yerde ve çalmanın niteliğinde birtakım sıfatların bir arada bulunması halinde icabeder. Hırsızda aranan nitelikler beş tanedir. Bunlar buluğ, akıl, kendisinden hırsızlık yaptığı kimsenin mülkiyeti altında (kölesi, cariyesi) olmamak, o kimsenin lehinde veya aleyhinde velayet yetkisinin bulunmamasıdır. Buna göre köle, efendisinin malından hırsızlık yapacak olursa eli kesilmez. Aynı şekilde efendi, kölesinin malını alacak olursa, yine el kesme cezası uygulanmaz. Çünkü köle, malı ile birlikte efendisine aittir. Hiçbir kimsenin eli kölesine ait malı aldı diye kesilmez. Çünkü o, kendisine ait olan bir malı almıştır, Ashâbı Kiramın icrnaı ve halifenin (Ömer b. el-Hattâb'ın): Sizin köleniz, size ait olan bir malı çalmıştır Muvatta’', Hudûd 33. ifadesinin de gösterdiği gibi, icma ile kölenin elinin kesilme cezası düşmüştür. Dârakutnî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kaçmış köle için hırsızlık yaptığı takdirde el kesme cezası yoktur, Zımmi için de yoktur." Der ki: Bu hadisi Fehd b. Süleyman'dan başkası merfu’ olarak rivâyet etmemiştir Doğrusu bu hadisin mevkut' olduğudur. Dârakutnî, IH, 86. İbn Mâce de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Köle, hırsızlık yaptığı takdirde onu, cüz'i bir şey mukabilinde olsa dahi satınız." Bu hadisi Ebû Bekr b. Ebi Şeybe yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Bekr dedi ki: Bize, Ebû Usame, Ebû Avâne'den anlattı. Ebû Avâne, Ömer b. Ebi Seleme'den, o, babasından, o da Ebû Hüreyre'den... İbn Mâce, Hudûd 25; Nesâî Kat'u’s-Sarık 16. Yine İbn Mâce der ki: Bize, Cubare b. el-Muğallis anlattı: Bize, Haccâc b. Temim anlattı. Haccâc, Meymun b. Mehran'dan, o, İbn Abbâs'tan nakletti ki, humsa (ganimetlerin beşte biri) ait bir köle, yine humsdan bir şeyler çaldı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna getirildi, Hazret-i Peygamber elini kesmeyip: "Allah'ın malının bir bölümü onun bir kısmını çaldı" İbn Mâce, Hudûd 25. diye buyurdu Cubâre b. el-Muğallis, Ebû Zur'a er-Razi’nin dediğine göre, metruk bir ravidir. Bk. İbn Hacer, Tehzibul Tekzib, II, 50-51. Çocuğun da, delinin de eli kesilmez. Ancak, zınıminin ve İslam yurduna eman ile girmeleri halinde muâhid ile harbinin elleri kesilir. Çalınan malda aranan niteliklere gelince, bunlar da dört tanedir: Bunlardan biri nisabdır, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Diğeri ise, mal olarak edinilen, mülkiyet altına alınabilen ve satışı helal olan bir şey olmasıdır. Eğer mal olarak edinilemeyen şarap ve domuz gibi satışı helal olmayan bir şey olursa, ittifakla bundan dolayı el kesilmez. Bundan tek istisna, Mâlik ve İbnü'l-Kasıma göre (çalınan) küçük hür çocuktur. Bundan dolayı el kesme sözkonusu olmadığı da söylenmiştir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe de bu görüştedir Çünkü hür küçük çocuk mal değildir. Bizim ilim adamlarımız ise şöyle demektedir: Aksine o, en büyük bir maldır. Hırsızın muayyen bir mal dolayısıyla eli kesilmez. Elinin kesiliş sebebi, insanoğlunun o şeye meyi etmesidir. İnsan nefsinin hür bir kimseye meyletmesi ise, köleye meyletmesinden daha fazladır. Şayet çalınan şey, beslenilmesine izin verilmiş köpek ve kurbanlık etleri gibi mülk edinilmesi câiz olmakla birlikte satışı câiz olmayan şeylerden olursa, bu hususta İbnül-Kasım ve Eşheb arasında farklı görüşler vardır. Ibnü’l-Kasım der ki: Köpek çalanın eli kesilmez. Eşheb ise el kesmeme, barındırılması yasak kılınmış köpek için sözkonusudur. Edinilmesine izin verilmiş olan köpeği çalanın ise eli kesilir. Yine Eşheb der ki: Her kim, kurbanlık etini yahut derisini çalacak olursa, onun bu çaldığının kıymeti yüz dirhemi bulduğu takdirde eli kesilir. İbn Habib de der ki: Esbağ dedi ki: Eğer kurbanlık hayvanı kesimden önce çalacak olursa eli kesilir. Kesildikten sonra çalındığı takdirde ise eli kesilmez. Eğer çalınan şey aslı itibari ile edinilmesi ve satışı câiz olan şeylerden olup, ondan kullanılması câiz olmayan bir şey yapılırsa, -tambur, zurna, ud ve buna benzer eğlence aletleri gibi- duruma bakılır. Şayet bunların şekilleri bozulup onlardan gözetilen maksat elde edilemeyecek hale getirilmelerinden sonra çeyrek dinarlık ve daha fazla kıymet taşıyan bir şey kalıyorsa, el kesilir. Kullanımı cate olmayıp kırılması emr olunan altın ve gümüş kaplarda da hüküm böyledir. Bunlar arasında bulunan alan ve gümüşe işçilik eklenmeksizin kıymet biçilir. Altın ya da gümüşten yapılmış haç da böyledir. Necis olmuş zeytinyağın, şayet necis olmakla birlikte kıymeti nîsab miktarını buluyorsa, bundan dolayı el kesilir. (Çalınan malda aranan üçüncü nitelik),-başkasına rehin bıraktığı veya ücretle verdiği malını çalan kimse gibi- hırsızın çaldığı şeyde mülkiyetinin ve mülkiyet şüphesinin sözkonusu olmaması gerekir. Bu hususta mülkiyet şüphesinin nazar-ı itibara alınması açısından bizim mezheb ilim adamları ile diğerleri arasında görüş ayrılığı vardır. Mesela, bir kimse, ganimetten veya beytülrnalden hırsızlık yapacak olur ise, mülkiyet şüphesi bulunan bir şeyden çalmış olur. Çünkü, o kimse için o malda bir pay vardır. Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet olunduğuna göre, ona Hums'dan (devletin ganimetteki beşte bir payından) bir miğfer çalmış bir kişi getirilidi. Hazret-i Ali, elinin kesilmeyeceği görüşünü izhar ederek: Bunun da onda bir payı vardır, demiştir. Beytülmal hususunda da cemaatin (fukahanın büyük çoğunluğunun) görüşü bu şekildedir. Böyle bir kimseye hırsızlık ile ilgili âyetin lâfzındaki umum İleri sürülerek el kesme cezasının uygulanacağı da söylenmiştir. (Çalınan malda aranan dördüncü nitelik ise), küçük köle ile Arap olmayan büyük köle gibi çalınması sahih olan şeylerden olmasıdır. Çünkü, Arapça konuşabilen köle gibi çalınması sahih olmayan şeyler dolayısıyla el kesme cezası uygulanmaz. Malın çalındığı yerde aranan nitelik ise, sadece bir tanedir. O da o çalınan şeyin benzeri için o yerin hirzi (malı koruyabilecek mekanı) Özelliğinde olmasıdır. Bu hususta söylenecek şeylerin özeti şudur: Her bir şey için bilinen belli bir yer vardır, İşte onun o yeri, o şeyin hirzi kabul edilir. Beraberinde koruyucu (muhafaza) bulunan her bir şeyin de koruyucusu onun hirzidir. Evler, konaklar, dükkânlar İçlerinde bulunan şeyler için birer hirzdir Sahipleri ister bulunsunlar, ister bulunmasınlar. Aynı şekilde beytülmal de müslümanların hirzidir. Hırsız kimse ise onda herhangi bir hak sahibi değildir İsterse hırsızlık yapmazdan önce, İmâmın kendisine beytülmalden birşeyler vermesi mümkün olan bir kimse olsun. Çünkü, her müslümanın beytülmaldeki hakkı ona Fiilen verilen atiyye ile teayyün eder. Nitekim İmâmı, beytülmalın tamamını müslümanların menfeatine olan herhangi bir alanda harcayıp insanlar arasında onu dağıtmayabilir. Veya bir beldede onu dağıtırken, bir başka yerde dağıtmayabilir bir topluluğa verirken, bir başka topluluğa vermeyebilir. Böyle bir varsayıma göre bu hırsizlik yapan kişi beytülmalde hakkı olmayan kimselerdendir. Ganimetler de böyledir. Ya paylaştırmakla teayün ederler, -bu ise beytülmal hakkında yaptığımız açıklamalar gibidir- ya da Savaşta fiilen hazır bulunan kimselerin o malı ellerine almak suretiyle sahibi teayün eder. Böyle bir durumda (teayünden önce) çalan kişinin çaldığı miktar göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer hakettiğinden fazlasını çalmışsa eli kesilir, aksi takdirde eli kesilmez. 14- Ev ve Dükkânların Dışında Bulundurulan Malların Hirz Altında Olmaları: Bineklerin sırtı, taşıdıkları şeylerin hirzidir. Dükkânların önü, satış yerinde konulan şeyler için bir biredir. İsterse ortada fiilen dükkan bulunmasın. O malla birlikte sahipleri olsun ya da olmasın ve bu mal ister gece ister gündüz çalınmış olsun farketmez. Aynı şekilde pazarda koyunların durdukları yer de, koyunlar ister bağlı bulunsun ister bulunmasın hirz alandadırlar Binekler de bağlandıkları yerlerde hirz altındadırlar. Beraberlerinde sahipleri olsun ya da olmasın farketmez. Eğer binek, mescidin kapısında veya pazarda ise, beraberinde koruyucu bulunması hali dışında hirz altında kabul edilmezler. Kendi avlusuna bineğini bağlayan, ya da binekleri için bir yeri ağıl olarak kullanan bir kimse, bu bağlaması ve o yeri ağıl olarak kullanması binekleri için bir hirzdir. Gemi de içinde bulunulan şeyler için bir hirzdir. Bağlı olup olmaması arasında bir fark yoktur. Bizzat geminin kendisi çalınacak olursa, o da binek gibi değerlendirilir. Eğer bağlı değilse, hirz altında değit demektir. Şayet sahibi gemiyi bir yere bağlamış yahut o yerde demirlemiş ise, gemiyi bağlaması bir hirzdir. Gemi ile birlikte herhangi bir kimse bulunuyor ise, nerede, ne şekilde bulunursa bulunsun, aynı şekilde gemi hirz altında demektir. Tıpkı mescidin kapısında beraberinde koruyucusu bulunan binek gibidir. Ancak yolculuk esnasında gemileriyle bir yerde konaklayıp gemilerini bağlayacak olurlarsa bu da o gemi için bir hirz kabul edilir. Gemi sahibinin gemi ile birlikte olması ile olmaması arasında bir fark yoktur. 15- Otel ve Benzeri Umumun Kaldığı Yerlerden Hırsızlık: Herkesin kendi bağımsız odasında kaldığı otel gibi tek bir yerde sakin olan kimselerden herhangi birisi arkadaşının odasından bir şey çalıp o çaldığı şeyler ile otelin açık salonuna (avlusuna) çıkacak olursa, bu çaldığı malı kendi odasına sokmasa ve onu alıp otelin dışına çıkmamış olsa dahi, böyle birisinin elinin kesileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yine burada kalanlardan herhangi bir kimse, otelin umuma açık salonunda bir şey çalacak olursa, velev ki o çaldığı şeyi kendi odasına sokmuş, yahut otelin dışına çıkartmış olsa bile elinin kesilmeyeceği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü, umuma açık salon, herkes için alışverişin yapılabildiği bir yerdir. Şu kadar var ki, bineğin bağlandığı yerinden veya onun benzeri bir eşyanın korunma altındaki yerinden alınmış olması hali müstesnadır. 16- Yakın Akrabaların Birbirlerinden Çalmaları: Çocuklarının malını çaldıklarından dolayı anne-babanın elleri kesilmez. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sen de malın da babana aitsiniz" diye buyurmuştur. Ebû Dâvûd, Buyû' 77, İbn Mâce, Ticârât, 64. Ancak, anne-babasından çalan çocuğun eli kesilir. Zira, o malın kendisine ait olması hususunda herhangi bir şüphenin varlığı sözkonusu değildir. Elinin kesilmeyeceği de söylenmiştir. Bu da İbn Vehb ve Eşheb'in görüşüdür. Çünkü oğul, adeten babasının malını alabildiğine ve rahat bir şekilde kullanabilir. Nitekim köle efendisinin malını çaldığından dolayı eli kesilmez. Dolayısıyla oğlun babasının malını çalmaktan dolayı elinin kesilmemesi öncelikle söz konusudur, Dedenin (torunundan) çalması hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik ve İbnü’l-Kasım eli kesilmez derken, Eşheb kesilir, demektedir. Mâlik'in görüşü daha sahihtir. Çünkü dede de bir nevi babadır. Mâlik der ki: Baba ve anne tarafından dedelere nafaka vermek icab etmiyorsa dahi ellerinin kesilmemesi daha hoşuma gider. İbnü'l-Kasım ve Eşheb der ki: Bu ikisi dışında (dede ve baba dışında) kalan akrabaların (çalmaları halinde) elleri kesilir, İbnü'l-Kasım der ki: Kendisine isabet eden açlıktan dolayı çalan kimsenin eli kesilmez. Ebû Hanîfe ise der ki: Hala, teyze, kızkardeş ve onların dışında kalan mahremlerden herhangi bir kimse hakkında el kesme cezası uygulanmaz. Buf es-Sevrî'nin de görüşüdür. Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve İshâk der ki: Bunlardan çalan kim olursa olsun eli kesilir. Ebû Sevr de der ki: Kim olursa olsun, el kesmeyi gerektiren bir miktar çalacak olursa, eli kesilir. Ancak, fukaha herhangi bir husus üzerinde icma etmiş isef o icma dolayısıyla o takdirde el kesme cezasından kurtulur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 17- Mushaf Çalanın ve Yankesicinin Hükmü: Mushaf çalanın hükmü hususunda fukahâ farklı görüşlere sahiptir Şâfiî, Ebû Yûsuf ve Ebû Sevr, eğer mushafın kıymeti el kesmeyi gerektiren miktarı buluyorsa el kesilir, derler. İbnü’l-Kasım da bu görüştedir. en-Nu'man (Ebû Hanîfe) ise mushaf çalan kimsenin eli kesilmez, demektedir. İbnü'l-Münzir ise mushaf çalanın eli kesilir, der. Kişinin yeninden (cebinden) nafakasını çalan (tarrar) yankesici hakkında da fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim şöyle demektedir İster yenin içinden ister dışından çalsın, yankesicinin eli kesilir. Bu, Mâlik, Evzaî, Ebû Sevr ve Yakub (Ebû Yûsuf)'un görüşüdür. Ebû Hanîfe, Muhammed b. el-Hasen ve İshâk ise şöyle demektedir: Eğer çalınan dirhemler, yeninin dış tarafında bağlı bulunup, yan kesici de bunları gizlice alıp gitmişse eli kesilmez. Şayet yeninin iç tarafında bağlı olup o da elini içeriye sokup paralan çalmışsa eli kesilir. el-Hasen de eli kesilir demektedir. İbnü'l-Münzir der ki: Hangi şekilde yankesicilik yaparsa yapsın eli kesilir. 18- Seferde Elin Kesilmesi ve Darı Harpte Hadlerin Uygulanması: Fukahâ, seferde elin kesilip, dar-ı harpte hadlerin uygulanması hususlarında farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve el-Leys b. Sa'd der ki: Harb divan topraklarında hadler uygulanır. Dâr-ı harp ile dâr-ı islam arasında bir fark yoktur. el-Evzaî der ki: Bir ordu kumandanı olarak Savaşa çıkan bir kimse -herhangi bir bölgenin (eyaletin) emirî olmasa dahi- el kesme cezası dışında askerleri arasında hadleri uygular. Ebû Hanîfe de der ki: Asker, harp diyarı topraklarında gazada bulunsa ve başlarında emir varsa bu emir askerleri arasında hadleri uygulamaz. Ancak, Mısır, Şam, Irak veya buna benzer bir bölgenin de valisi ise, askerleri arasında hadleri uygular. Evzaî ve onun gibi görüş beyan edenler, Cünâde b. Ebi Ümeyye hadisini delil göstermişlerdir. Cünâde dedi ki: Bizler, Busr b. Ertae ile denizde (gazada) bulunuyorduk. Buhü diye bilinen uzun boylu bir dişi deve çalmış Misdar adındaki bir hırsızı ona getirdiler. O da şöyle dedi: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şöyle buyururken dinledim; "Gaza esnasında el kesme cezası uygulanmaz." Eğer bu durum olmasaydı, şüphesiz onun elini keserdim. Ebû Dâvûd- Hudûd 19; Tirmizî, Hudûd 20; Nesâî, Kat'u's-Sârik 16; Dârimî, Sîyer 51; IV 181. Burada sözü geçen Busr, denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde dünyaya gelmiş ve Hazret-i Alî ile onun taraftarları arasında kötü haberleri bulunan bir kimse idi. Abdullah b. Abbas'ın iki küçük çocuğunu kesen odur. Bundan dolayı çocukların anneleri tamarmyle aklını kaybetmiş, ne yaptığını bilmez hale gelmişti. Ali (radıyallahü anh) ona, Allah'ın ömrünü uzatması ve aklını da başından alması için beddua etmişti. Öyle de olmuştu. Yahya b. Maîn der ki: Busr b. Ertae kötü bir adamdı. Bu durumda el kesme cezasının uygulanacağını söyleyen kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'in lâfzının umumiliğini delil göstermişlerdir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Harp diyarında hadlerin ve el kesme cezasının uygulanmayacağını söyleyenlerin ileri sürebilecekleri en uygun delil, ceza uygulanan kimsenin müşriklere katılabileceği korkusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 19- El ve Ayak Nereden Kesilir: El ya da ayak kesilecek olursa, nereye kadar kesilebilir? Genelde herkes elin bilekten, ayağın da eklem yerinden kesileceğini söylemiştir Ayak, kesildiği takdirde dağlanır. Bazıları da elin dirsekten kesileceğini söylemiştir. Omuzdan kesileceği de söylenmiştir. Çünkü (Arapçada) el (yed) bunu kapsar. Ali (radıyallahü anh) der ki: Ayak, ayağın ortasından kesilir ve topuk kısmı bırakılır. Ahmed ve Ebû Sevr de bu görüştedir. İbnü'l-Münzir der ki: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir adamın elinin kesilmesini emr ettikten sonra: "Onu dağlayınız" dediğini rivâyet ediyoruz. Ancak senedi hakkında söylenecek sözler vardır. Aralarında Şâfiî, Ebû Sevr ve başkalarının da bulunduğu bir topluluk bunu müstehab görmüşlerdir. Bu daha güzeldir, iyileşme ihtimali daha yüksektir, kişiyi telef olmaktan daha bir koruyucudur. Öncelikle kesilecek olanın sağ el olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İkinci bir defa çalması halinde ise fukahânın farklı görüşleri vardır. Mâlik, Medine âlimleri, Şâfiî, Ebû Sevr ve diğerleri der ki: Sol ayağı kesilir. Üçüncü defa çalarsa, sol eli kesilir. Dördüncü defa çalacak olursa, sağ ayağı kesilir. Eğer beşinci defa çalacak olursa, ta'zir edilir ve hapse konukır. Bizim (mezhebimiz) âlimlerimizden Ebû Mûsab der ki: Dördüncü defa çaldıktan sonra öldürülür. Bunu söylerken, Nesâî'nin el-Haris b. Hatıb'dan rivâyet ettiği bir hadisi delil göstermektedir, el-Haris’in dediğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna bir hırsız getirildi, Hazret-i Peygamber: "Onu öldürünüz" dedi. Yanındakiler: Ey Allah'ın Rasulü, sadece hırsızlık yaptı deyince, Hazret-i Peygamber: "Onu öldürünüz" dedi. Yine : Ey Allah'ın Rasulü sadece hırsızlık yaptı dediler. Yine Hazret-i Peygamber: "Onun elini kesiniz" diye buyurdu. Daha sonra bir daha hırsızlık yaptı, ayağı kesildi, sonra Ebû Bekr (radıyallahü anh) döneminde yine hırsızlık yaptı, el ve ayakları tamamen kesildi. Sonra beşinci bir defa daha hırsızlık yaptı, bu sefer Ebû Bekr (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onu öldürünüz" diye buyururken bunları daha iyi biliyordu. Daha sonra Ebû Bekr o adamı, öldürsünler diye Kureyş'in gençlerine teslim etti. Abdullah b. ez-Zübeyr de onlardan birisi idi. Abdullah başkan olmayı seven birisiydi. O bakımdan: Beni başınıza emir tayin ediniz, dedi. Onlar da onu başlarına emir tayin ettiler. Abdullah bir darbe vurdu mu, diğer gençler de o hırsıza bir darbe indiriyorlardı. Nihayet onu öldürdüler Nesâî Kat'u's-Sârik. Beşinci defa çalması halinde hırsızın öldürüleceğini kabul edenler, ayrıca Hz Cabir'in rivâyet ettiği hadisi de delil gösterirler Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beşinci defa hırsızlık yapan bir kimse hakkında: "Onu öldürünüz" diye emir vermiştir. Hazret-i Cabir der ki: Biz de onu alıp götürdük ve sonra öldürdük. Sonra da onu sürükleyip bir kuyuya attık, üzerine de taş attık. Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Hudûd 21, Nesâî, Kat'u's-Sarik 15. Nesâî de bunu rivâyet eder ve şöyle der: Bu, münker bir hadistir, ravilerinden birisi olan Mus'ab b. Sabit pek kuvvetli bir ravi değildir. Ben, bu konuda sahih bir hadis bilmiyorum. Nesâî, Kat'u's- Sârik 15. İbnü’l-Münzir der ki: Ebû Bekir ve Ömer (r. anhuma)'in bir elden sonra öbür eli ve bir ayaktan sonra da öbür ayağı kestikleri sabittir. Şöyle de denilmiştir: İkinci defa hırsızlık yaptığı takdirde sol ayağı kesilir, bundan başka hırsızlık yaptığı takdirde ise kesme cezası yoktur. Tekrar hırsızlık yapacak olursa ta'z edilir ve haps edilir. Bu görüş Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilmiştir. ez-Zührî, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. ez-Zührî der ki: Sünnette, bize bir el ve bir ayak dışında kesme cezası uygulanacağına dair bir haber ulaşmış değildir. Atâ da der ki: Sadece sağ eli kesilir, bundan sonra da ona kesme cezası uygulanmaz. Atâ'nın bu sözünü İbnü'l-Arabî zikreder ve der ki: Atâ'nın bu görüşüne gelince, sahabe-i kiram ondan önce buna muhalif kanaatlerini belirtmişlerdir. 21- Sağ Eli Kesilmesi Gerekirken, Yanlışlıkla Sol Eli Kesmenin Hükmü: Hakim hırsızın sağ elinin kesilmesini emretmekle birlikte, sol elinin kesilmesi halinde durumun ne olacağı hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Katade der ki: Buna had uygulanmış oldu. Ona Fazla birşey yapılmaz. Mâlik de, el kesen yanılıp (sağ yerine) solunu kesecek olursa aynı görüştedir. Rey ashâbı da istihsanen bu görüşü kabul etmişlerdir, Ebû Sevr der ki: El kesme cezası uygulayana diyet ödemek düşer. Çünkü o, yanlışlık yapmıştır. Diğer taraftan hırsızın da sağ eli kesilir. Ancak bu konuda kesilmeyeceğine dair icmaun tesbit edilmesi hali müstesnadır. İbnül-Münzir ise der ki: Hırsızın sol elinin kesilmesi iki şekilden birisiyle olur. Ya elini kesen bunu kasten yapmıştır O takdirde ona kısas uygulanır. Yahut da bunu hata yoluyla yapmıştır. O taktirde kesenin âkilesine onun diyetini ödemek icabeder. Diğer taraftan hırsızın sağ elinin kesilmesi de vacibtir. Yüce Allah'ın farz kıldığı bir şeyin, herhangi bir kimsenin haksızca tasarrufu veya hata edenin hatası dolayısıyla ortadan kaldırılması câiz olamaz, es-Sevrî de sağ eline kısas uygulanması gerekirken, sol elini uzatıp kesilen kimse hakkında sağ eli de kesilir demiştir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu doğrudur. Bir kesim de şöyle demektedir: iyileştiği takdirde sağ eli kesilir. Çünkü, bizzat kendisi sol elini telef ettirmiştir. Rey ashâbının görüşüne göre, kesene birşey düşmez, Şâfiî'nin görüşüne kıyasen sol eli iyileştiği takdirde sağ eli de kesilir. Katade ve Şa'bî der ki: Bu durumda kesene birşey düşmez ve eli kesilenin sol eli ile yetinilir. 22- Hırsızın Elinin Boynuna Asılması: Hırsızın eli boynuna asılır. Abdullah b. Muhayrîz der ki: Ben, Fedale'ye, hırsızın elinin boynuna asılması sünnetten midir? diye sordum, şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) 'a bir hırsız getirildi, eli kesildi. Daha sonra emir yererek eli boynuna asıldı. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup, hadis, hasen ve gariptir, demiştir. Bunu Ebû Dâvûd ve Nesâî de rivâyet etmişlerdir. Tirmizî Hudûd 17ı Ebû Dâvûd, Hudûd 22; Nesâî, Kat'u's-Sârik, 18; İbn Mâce, Hudûd 23. 23- Hırsıza El Kesme Cezası Uygulanmadan Önce Birisini Öldürürse: Hırsızlık cezasının uygulanması gereken bir halde hırsız birisini öldürecek olursa, Mâlik der ki: Sadece öldürülür, el kesme cezası da onun kapsamına girer. Şâfiî ise der ki: Önce eli kesilir sonra da öldürülür. Çünkü bunlar, iki hak sahibine ait iki haktır Dolayısıyla onlardan herbirisinin hakkını alması icabeder. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. İbnü'l-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. Yüce Allah'ın; "İkisinin ellerini..." diye buyurup bunun yerine İkisinin (birerden) iki elini, diye buyurmaması dolayısıyla, bu hususta dil bilginleri bazı açıklamalarda bulunmuşlardır, İbnül-Arabî der ki; Fukahâ da bu dil bilginleri hakkında hüsnü zan besledikleri için onların yaptıkları açıklamalarda izlerini takip etmişlerdir. Halil b. Ahmed ve el-Ferrâ' der ki: İnsanın hilkatinde bulunan o şey iki kişiye izafe edilecek olursa çoğul yapılır. Buna göre;" Onların başlarını yardım, karınlarını doyurdum; denilir." Nitekim yüce Allah da: "Eğer herikiniz Allah'a tevbe ederseniz (ne âlâ). Çünkü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor" (et-Tahrim, 66/4) diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı burada da yüce Allah ikisinin (birerden) iki elini kesiniz diye buyurmayıp; "(İkisinin) ellerini kesiniz" diye buyurmuştur. Maksat ise bunun (erkeğin de) sağ elini, berikinin (hırsızlık yapan kadının) da sağ elini kesinizdir. Dilde bu kullanılabilir. Ancak; İkisinin (birerden) iki elini kesiniz, söyleyişi asıl olandır. Şair ise, bu iki türlü söyleyişi bir arada şu beyitinde zikretmektedir: "Oldukça uzak, suyu da bulunmayan korku verici iki kurak yerin ikisinin de tümsek yerleri iki kalkanın sırt tarafı (tümsekçe olan ve rakibe karşı görünen bir bölümü.) gibidir. Bu hususta bir yanlış anlama sözkonusu olmayacağından dolayı bir bir ifade kullanıldığı da söylenilmiştir. Sîbeveyh de der ki: Eğer bu organ tek bir Eane İse, sen onunla tesntye kastedecek olursan, cetni'de yapılabilir. Araplar'da: Her ikisi de yüklerini indirdiler, ifadesini kullandıkları nakledilmiştir. Bununla, her biri kendi bineğinin sırtındaki yükü indirdiği kastedilmektedir. İbnü'l-Arabî der ki: İşte bu, tek başına sağ elin kesileceği görüşüne binaen doğrudur. Ancak durum böyle değildir. Aksine eller ve ayaklar kesilebilir. Bu durumda yüce Allah'ın "ellerini" âyeti, dörde raci olur. Dört ise her iki kişide bulunan ellerin toplamıdır. Burada da eller teşriiye olarak zikredilmiştir. O bakımdan ifade fasih olarak varid olmuştur. Eğer: Onların ellerini kesiniz demiş olsaydı, yine de bu sahih bir ifade olurdu. Çünkü hırsız erkek ile hırsız kadın ifadelerinden özel olarak sadece iki şahıs kast edilmemiştir. Aksine bunlar, sayılamayacak kadar çok kişiyi kapsayan bir cins ismidir. 25- Allah, Hükmüne Karşı Konulamayandır: Yüce Allah'ın:" Kazandıklarına bir karşılık... olmak üzere" âyeti mef'ûlün leh'dir. Bu, mastar (mef'ûlü mutlak) olarak da kabul edilebilir. "Allah tarafından İbret verici bir ceza olmak üzere" âyeti de böyledir. Bir kimseye, yaptığı bir işten vazgeçip yüz çevirmesini gerektirecek bir iş yapmayı ifade etmek üzere; "Onu ten kilittim" denilir. "Allah Azîzdir." Yani, yenik düşürülemeyen, mağlub edilemeyendir. "Hakimdir" Yaptıkları hikmetli ve sapasağlam olandır. Bu güzel isimlere dair açıklamalar daha Önceden de geçmiş bulunmaktadır. 39Fakat, kim zulmettikten sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesi Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayandır, merhamet edendir. 26- Hırsızın Tevbe Edip Halini Düzeltmesi: Yüce Allah'ın: "Fakat kim zulmettikten sonra tevbe eder ve (kendisini) düzeltirse" âyeti şarttır. Cevabı da: "Şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder" âyetidir. "Zulmettikten sonra" âyeti hırsızlıktan sonra demektir. Allah, tevbe ettiği takdirde onu affeder Fakat tevbe ile el kesme cezası kalkmaz. Âta ve bir topluluk şöyle demiştir: Hırsızın ele geçirilmesinden önce el kesme cezası, tevbe ile kalkar. Bunu bazı Şâfiîler ileri sürmüş ve Şâfiî'nin bir görüşü olarak ifade etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır" (el-Mâide, 5/34) âyetine yapışmışlardır. İşte bu, uygulanması icabeden cezadan bir istisnadır. Dolayısıyla bütün hadlerin buna göre ele alınması gerekmektedir. Bizim ilim adamlarımız da şöyle derler: Bizzat aynı âyet bizim de delilimizdir. Çünkü şanı yüce Allah, yol kesicinin cezasını zikrettikten sonra: "Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadırlar diye buyurmakta, daha sonra hırsıza uygulanacak cezayı buna atfettikten sonra hırsız hakkında da: "Fakat kim zulmettikten sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder" diye buyurmaktadır. Eğer, hüküm itibariyle hırsız da yol kesici gibi olsaydı, haklarında farklı hükümleri zikretmezdi. İbnü'l-Arabî der ki: Ey Şâfiîler topluluğu, nerede meselelerin kapalı taraflarından istinbat ettiğiniz şer'î hikmetler ve fikhî incelikler? Şuna dikkat etmez misiniz? Yol kesen (muharib), bizzat kendisi istibdada yönelmekte, silahı ile saldırılarda bulunmaktadır. İmâm (islâm devlet başkanı) ona karşı koymak için atları ve bineklileri üzerlerine sürmek ihtiyacını hisseder. Yüce Allah, burada tevbe dolayısıyla böyle bir durumdan vazgeçsin diye cezasını kaldırmıştır. Nitekim onu İslâm'a ısındırmak kastıyla, kâfirin geçmişte bütün yaptıklarının mağfirete mazhar olacağını da ifade ettiği gibi. Hırsız ve zina edene gelince, bunların ikisi de müslümanların avucu içinde, İmâmın hükmü altındadırlar. Onlara uygulanması icabeden hükmü üzerlerinden kaldıran ne olabilir ki? Yahut, bunlar da muharibe kıyas edilir, demek nasıl mümkün olabilir? Oysa hikmet de durumları da bunların birbirlerinden ayrı olduklarını ortaya koymaktadır. Böyle bir yaklaşım, -ey muhakkikler topluluğu- sizin gibilere yakışmaz. Haddin tevbe ile sakıt olmayacağı sabit olduğuna göre, tevbe Allah tarafından makbuldür, el kesme cezası da o kimsenin günahı için bir keffaret olur. "Ve düzeltirse" yani, nasıl hırsızlıktan tevbe ettiyse, her günahtan da öylece tevbe ederse demektir. "Ve düzeltirse"nin, yani o masiyeti tamamiyle terkederse anlamında olduğu da söylenmiştir. Zinaya yöneldiği için hırsızlığı terkeden, hiristiyanlığa girdiği için yahudilıği terkedene gelince, böyle birisinin bu yaptığı tevbe değildir. Allah'ın, kulunun tevbesini kabul etmesi ise, kulunu gerçekten tevbe etmeye muvaffak kılmasıdır. Ondan tevbesinin kabul edilmesi demektir, diye de açıklanmıştır. Şöyle denilmektedir: Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede hırsız kadından önce hırsız erkekten sözetmektedir. Zina ile ilgili âyette de zina eden kadını zina eden erkekten önce zikretmiştir. Bundaki hikmet nedir? Buna şöyle cevap verilir: Mal sevgisi erkeklerde deha baskın, cinsel şehvet ise kadınlarda daha baskın olduğundan dolayı her yerde onlardan uygun olanı zikrederek başlanmıştır. Bu ise, ileride en-Nûr sûresinde (24/2. âyet, 5. başlıkta) zina eden kadının zina eden erkekten önce zikredilmesinin hikmetine dair gelecek açıklamalarda da -inşaallah- görüleceği gibi, kadının öncelikle anılması ile ilgili açıklamalardan bir tanesidir. Diğer taraftan yüce Allah, hırsızlığın cezasını malı alan el olduğu için el kesmek olarak tesbit etmiştir. Zinanın cezasını ise, fuhşu işleyen uzuv oluduğu halde, o uzvun kesilmesi olarak tesbit etmemiştir. Bunun üç sebebi vardır: Hırsızın kesilen eli gibi bir başka eli daha vardır. Eğer eli kesildiği için vazgeçecek olursa, onun yerine kalan ikinci elini kulanabilir. Zina edenin ise, eğer organı kesilecek olursa ve kesilmesi dolayısıyla da bu işten vazgeçecek olursa, onun yerine geçecek başka bir organı yoktur. İkinci husus; had, kendisine had uygulanana da başkasına da bir azardır ve bu işten vazgeçirmek içindir Hırsızlıkta elin kesilmesi açıkça ortada görülür. Zinada organın kesilmesi ise görülmez. (Dolayısıyla ibret hasıl olmaz). Üçüncü husus; erkeklik organının kesilmesi sonucunda nesil kesilir. Elin kesilmesinde ise neslin kesilmesi sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 40Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? O, dilediğini azaplandırır, dilediğine mağfiret eder. Allah, her şeye güç yetirendir. Yüce Allah'ın: "Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..." âyetindeki hitab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve başkalarınadır. Yani, herhangi bir kimsenin: Biz, Allah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz demelerini gerektirecek ve buna bağlı olarak iltimas geçmesini sağlayacak şekilde yüce Allah ile hiç bir yakınlık, bir akrabağı yoktur. Hadler de haddi gerektiren bir işi işleyen herkese uygulanır. Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: O, dilediği hükmü vermek hakkına sahiptir. İşte bundan dolayı yol kesici ile yolkesîci olmayıp hırsızlık yapan kimse arasında (had bakımından) fark gözetmiştir. Bu âyet-i kerimenin benzeri âyetler de, bunlara dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Başarıya ulaştıran Allah'tır, İşte hırsızlık âyeti ile ilgili olarak hırsızlığa dair bir takım hükümler bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 41Ey Peygamber! Kalpleriyle Îman etmedikleri halde ağızlarıyla: İnandık deyip de küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlendirmesin. Yahudilerden durmadan yalana kulak veren, huzuruna gelmeyen diğer bir kavim lehine dinleyen (casusluk eden)ler vardır. Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler ve: "Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının" derler. Allah'ın fitneye düşürmek istediği kimse için sen, Allah'a karşı birşey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet vardır, Âhirette de onlara pek büyük bir azap vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyeti Kerîmenin Nüzul Sebebi İle İlgili Görüşler: "Ey Peygamber seni kederlendirmesin" âyetinin nüzul sebebiyle İlgili olarak üç görüş vardır. Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kurayla ve Nadiroğulları hakkında inmiştir. Kurayzalı birisi, Nadiroğullarından birisini öldürdü. Nadiroğulları, Kurayzal il ardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygulamalarına fırsat vermezlerdi. -İleride açıklanacağı üzere- onlara (Kurayzalılara) sadece diyet vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakemliğine başvurdular. Hazret-i Peygamber, Kurayzalı ile Nadiroğullarına mensub iki kişi arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü verdi. Bu ise, Nadiroğullarının hoşuna gitmedi ve kabul etmediler. Nesâî, Kasâme 8; Dârakutni, 111, 198; Müsned, I, 246. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ebû Lubâbe'yi Kurayzaoğullarına gönderip kendilerine uygulanacak cezanın boğazlarının kesilmesi olduğuna işaret etmesi dolayısıyla Ebû Lubâbe hakkında inmiştir. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, III, 78. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme, yahudi erkek ve kadının zinası ile recim olayı hakkında nâzil olmuştur. Bu da konu ile ilgili görüşlerin en sahih olanıdır. Bunu, hadis İmâmları, Mâlik, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvûd, Cabir b. Abdullah'tan rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara (yahudilere): "Aranızdan en bilgili iki kişiyi yanıma getiriniz" demiş, bunun üzerine onlar da Suriya adındaki birisinin iki oğlunu getirmişlerdi. Hazret-i Peygamber onlara yüce Allah adına yemin verdirerek: "Bu iki kişinin durumunu Tevrat'ta nasıl bulmaktasınız" diye sordu? İkisi de: Bizim Tevrat'ta bulduğumuz şudur: Dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi görecek olurlarsa ikisi de recm olunurlar. Hazret-i Peygamber sordu: "Peki, sizi bunları recmetmekten alıkoyan nedir"? İkisi de: Otoritemiz elden gitti, o bakımdan biz de öldürmekten hoşlanmadık. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şahitleri çağırdı. Şahidler gelip, erkeğin organının kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şahidlik ettiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); ikisinin de recm edilmesi emrini verdi. Ebû Dâvûd, Hudûd 25 Buhârî ile Müslim'in dışındaki eserlerde de en-Nehaî'den, Cabir b. Abdullah'tan nakledilerek Cabir'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Fedeklilerden bir erkek zina etti. Bunun üzerine Fedekliler, Medine'de bulunan yahudi bazı kimselere: Muhammed'e bu hususa dair soru sorunuz. Eğer size celde vurmayı emrederse, onu kabul ediniz. Şayet size recmedilmeleri emrini verirse onu kabul etmeyiniz. Durumu Hazret-i Peygamber'e sordular, o da İbn Suriyayı çağırdı. Aralarında en bilgin kişi oydu. Bir gözü de görmüyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle sordu: "Sana Allah adına yemin verdiriyorum. Kitabınızda zina edenin cezasını ne şekilde buluyorsunuz ?" İbn Suriya ona şöyle dedi: Allah adına bana yemin verdirdiğine göre, şunu söyleyeyim. Biz Tevrat'ta, bakmanın bir zina, kucaklaşmanın bir zina, öpmenin bir zina olduğunu görüyoruz. Eğer dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şahidlik edecek olurlarsa, o takdirde (erkeği) recmetmek icabeder. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İşte bu böyledir" buyurdu. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, 111, 78. Müslim'in Sahihinde de el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına yüzü kömürle karartılmış bir yahudi getirildi. Hazret-i Peygamber yahudileri çağırıp şöyle dedi: "Sizler Kitabınızda zina edenin cezasının böyle olduğunu mu görüyorsunuz?" Onlar, evet deyince, Hazret-i Peygamber ilim adamlarından birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: "Tevrat’ı Mûsa'ya indiren Allah adına bana söyle. Kitabınızda zina edenin haddini böyle mi buluyorsunuz?" Kişi Hayır dedi. Eğer bu şekilde bana yemin verdirmeseydin sana bildirmeyecektim. Biz, cezanın recm olduğunu görüyoruz. Fakat zina, soylularımız arasında çoğaldı O bakımdan soylu bir kimseyi yakaladık mı, onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle dedik: Gelin ortaklaşa bir ceza tesbit edelim ve bunu, soyluya da böyle olmayana da uygulayalım. Sonunda recm yerine yüzü kömürle karartmayı ve sopa vurmaya tesbit ettik. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ını kendilerinin öldürdükleri bir zamanda senin emrini ihya eden ilk kişi ben oluyorum" dedi ve recm edilmesini emretti. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey Peygamber! Küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlendirmesin" âyetini: "Eğer size şu verilirse onu alın" âyetine kadar indirdi. Yani, diyorlar ki: Muhammed'e gidiniz. Eğer o sizlere yüze kömür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul ediniz. Şayet size recm cezası uygulanması fetvasını verirse, ondan sakınınız. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir" (el-Mâide, 5/44); "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir" (el-Mâide, 5/45); "Kim Allah'ın, indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların tâ kendileridir" (el-Mâide, 5/47) âyetlerini indirdi. Bunların hepsi de kâfirler hakkındadır. Müslim, Hudûd 28; Ebû Dâvûd, Hudûd 25. İbn Mâce, Hudûd 10. Bu rivâyette bu şekilde: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanından...geçirildi" lâfzı ile zikredilmiştir. İbn Ömer tarafından rivâyet edilen hadiste de şöyle denilmektedir: Zina etmiş yahudi bir erkek ve bir kadın getirildi- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerin yanına varıncaya kadar yola koyuldu. Dedi ki: "Tevrat'ta zina edene uygulanmak üzere bulduğunuz ceza nedir?" Müslim Hudud 26. Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: Yahudiler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanına zina etmiş bir erkek ve bir kadın getirdiler. Ebû Dâvûd, Hudûd 25. Ebû Dâvûd'un Kitabında (Süneninde) İbn Ömer tarafından rivâyet edilen hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Yahudilerden bir topluluk gelip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı el-Kuf denilen vadiye çağırdılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onların yanına Beytu'l- Midras (diye bilinen Tevrat okuyup öğrendikleri) yere gitti. Şöyle dediler: Ey Ebe'l-Kasım, bizden bir erkek bir kadın ile zina etti. Sen aramızda hüküm ver... Ebû Dâvûd, Hudûd 25. Bütün bunlarda herhangi bir hususta tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Bunların hepsi de aynı olayı nakletmektedir. Ebû Dâvûd bu olayı, Ebû Hüreyre yoluyla güzel bir şekilde nakletmiş bulunuyor. Ebû Hüreyre der ki: Yahudilerden bir adam bir kadın ile zina etti. Aralarında birbirlerine şöyle dediler: Haydi şu peygambere gidelim. Çünkü bu, hükümleri hafifletmek özelliği ile gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer, recmden daha aşağı bir fetva verecek olursa, onu kabul ederiz, Allah huzurunda da onu delil gösteririz. Ve deriz ki: Bu, senin peygamberlerinden bir peygamberin fetvasıdır. Bunun üzerine, mescidde ashâbı arasında oturmakta iken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gelip şöyle dediler: Ey Ebe'l-Kasım, kendilerinden zina etmiş bir erkek ve bir kadın hakkındaki görüşün nedir? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara ait Beytül- Midraslarına varıncaya kadar onlarla konuşmadı. Kapıda durup şöyle dedi: "Mûsa üzerine Tevrat’ı indiren Allah adına size yemin verdiriyorum. Tevratta muhsan olduğu takdirde zina eden kimseye uygulanmasını gerekli bulduğunuz ceza nedir?" Şu cevabı verdiler: Yüzü kömür ile karartılır, zina eden İki kişi bir merkebe sırtları birbirine dönük olarak bindirilip gezdirilir ve onlara sopa vurulur. Aralarından genç birisi ise susuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun susmakta olduğunu görünce, ona da ısrarla aynı şekilde yemin verdirip soru sordu, o genç şu cevabı verdi: Madem bize yemin verdirdin, bizim Tevrat'ta bulduğumuz ceza bil ki, recmdir... Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikretti ve nihayet şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "O halde ben de Tevratta bulunan hüküm gereğince hüküm veriyorum." Sonra da emir vererek ikisi de recm edildiler. Ebû Dâvûd, Hudûd 25. 2- Zimmet Ehlinin Müslümanların Hakemliğine Baş Vurmaları: Bu rivâyetlerden çıkan sunuç şudur: Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hükmüne başvurmuş, o da Tevrat'ta bulunan hüküm gereğince haklarında hüküm vermiştir. Bu hususta da Suriya denilen birisinin iki oğlunun söylediklerine dayanmıştır. Yahudilerin şahitliklerini dinlemiş ve gereğince uygulama yapmıştır. Ayrıca muhsan sayılmak için İslam da şart değildir. İşte bunlar, (bu rivâyetlerden özetle anlaşılan) dört meseledir. Zimmet ehli, İslam devlet başkanının huzurunda davalaşacak olurlarsa, onların getirdikleri bu dava, öldürmek, saldırı ve gasb gibi haksızlığı ilgilendiren bir dava ise, aralarında hüküm verir ve bu haksızlıktan onları alıkoyar. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Eğer dava konusu bu türden değilse, -İmâm -Mâlik ve Şâfiî'ye göre- aralarında hüküm vermek hususunda muhayyerdir, Şu kadar var ki Mâlik, hükmetmeyip yüzçevirmeyi daha uygun görür. Şayet hüküm verecek olursa, aralarında İslam hükmü ile hüküm verir. Şâfiî ise şöyle demektedir: Hadler ile ilgili hususlarda aralarında hüküm vermez. Ebû Hanîfe de şöyle demektedir: Durum ne olursa olsun, aralarında hüküm verir. Bu, aynı zamanda ez-Zührî, Ömer b. Abdulaziz ve el-Hakem'in de görüşüdür. İbn Abbâs'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir, Şâfiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden birisi de budur. Çünkü ileride açıklanacağı üzere yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Mâide, 5/49) âyeti bunu gerektirmektedir. Mâlik de yüce Allah'ın: "Eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan yüz çevir" (el-Mâide, 5/42) âyetini delil göstermiştir. Bu da hükmetmekte muhayyerlik hususunda açık bir nasstır. İbnü'l-Kasım der ki: Piskoposlarla zina eden iki kişi birlikte gelecek olursa, hakim muhayyerdir. Çünkü o hükmü yürürlüğe koymak piskoposların bir hakkıdır. Muhalif görüşü savunanlar da derler ki: Piskoposların gelmesine itibar etmez. İbnül-Arabî der ki: Bu, daha sahih olan görüştür. Çünkü müslümanlar, aralarında bir kimsenin hakemliğini kabul edecek olurlarsa hakemin hükmü geçerli olur. Ve bu hususta hakimin rızasına itibar olunmaz. Kitab ehli hakkında bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur. Îsa ise İbnü'l-Kasım'dan naklen şöyle demektedir: O vakit, bu konuda hüküm vermesi için gelenler zimmet ehli değildiler. Harb ehliydiler. İbnü’l-Arabı der ki: İsanın İbnü'l-Kasım'dan naklettiği bu görüş, Taberî ve diğerlerinin rivâyet ettiği: Zina eden kişi Hayber ya da Fedeklilerden idiler. Ve o sırada onlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile (antlaşması bulunmayan) harbi kimseler idiler, ifadesinden çıkarılmıştır. Zina eden o kadının ismi Busra idi. Bunlar, Medine'de bulunan yahudilere haber gönderip şöyle demişlerdi: Muhammede buna tiair soru sorunuz. Eğer size recinden başka birşey ile fetva verirse onu alıp kabul ediniz. Şayet recinle fetva verirse, onu kabul etmekten sakınınız... İbnü'l-Arabî derki: İşte bu eğer sahih ise, zina edenleri beraberlerinde getirip soru sormaları, bir ahki ve bir eman olarak değerlendirilir. Eğer bu bir ahid bir zimmet, ve bir dâr (da yaşamak demek) değil ise, o takdirde haklarında hüküm vermemek ve verdiği takdirde de haklarında adaletli hüküm vermek hakkına sahip olurdu. O bakımdan bu hususta Îsa'nın kaydettiği rivâyetinin delil olacak bir tarafı yoktur. İşte yüce Allah, onlar hakkında şöylece haber vermiştir: "Yahudiler durmadan yalana kulak veren, huzuruna gelmeyen bir kavm lehine dinleyenlerdir." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakemliğine baş vurunca, onların verdiği hüküm haklarında yürürlüğe girdi ve onların geri dönme hakları kalmadı. Buna göre çeşitli meselelerde başkalarının hakemliğine başvurmak hususu; bir sonraki başlığın konusudur. Aradaki anlaşmazlıklarda bir başkasının hükmüne başvurmanın asıl delili bu âyet-l kerimedir. Mâlik der ki; Bir kişi, bir başkasını hakem tayin edecek olursa, onun hükmü geçerlidir. Bu hüküm hakime götürülecek olursa, hakim de onu yürürlüğe koyar. Apaçık bir zulüm olması hali müstesnaleyhisselâmuhnün der ki: O hükmü doğru verecek olursa, onu yürürlüğe koyar. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise mali konularda ve hakkını taleb eden kişiyi ilgilendiren haklar ile ilgilidir. Hadler ile ilgili ise, ancak sultanın (hüküm vermeye yetkili makamın) hüküm vermek yetkisi vardır İlke şudur; İki davacıya has olan her bir hak ile ilgili hususlarda, başkasının hakem tayin edilmesi caizdir, hakem tayin edilenin o hususta verdiği hüküm de geçerlidir. Bunun tahkikine gelince: İnsanlar arasında hakem tayini, onlara ait bir haktır. Hakimin hakkı değildir Şu kadar var ki, tahkim meselesini alabildiğine geniş çerçevelerde kullanmak, velayet ilkesini delmektir, Ve bu, eşeklerin gelişi güzel davranmaları gibi, insanların da gelişi güzel hareket etmeleri sonucunu verir. O bakımdan, meseleyi nihai olarak kestirip atacak bir otoritenin varlığı da kaçınılmazdır. Bundan dolayı şeriat, karmaşıklığın temelini kökten yıkmak için, veliyülemr tayin edilmesini emr etmiş, bununla birlikte onun yükünü hafifletmek için ve diğer taraftan anlaşmazlık halinde olanlar üzerinden de davalarını hakime götürmek sıkıntısını kaldırmak ve böylelikle her iki maslahatı gerçekleştirip faydayı temin etmek için de tahkime müsaade etmiştir. Şâfiî ve başkaları der ki: Tahkim caizdir ve bunun sonucunda verilen hüküm, ancak bir fetva hükmündedir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yahudiler hakkında recm hükmünü vermesi, onların kitaplarındaki bir hükmü uygulamaktı, Onların tahrif ettikleri, gizledikleri ve uygulamayı terkettikleri bir hükmü uygulamaktı. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ım, onların öldürdükleri bir zamanda, ben Senin emrini ilk dirilten kişiyim" dediğine dikkat etmek gerekir. Bu ise onun Medine'ye geldiği sırada olmuştu. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber, Suriya adındaki kişinin iki oğlundan Tevrat'taki hükmü sağlam bir şekilde öğrenmek yoluna gitmiş ve bu hususta onlara yemin verdirmişti. Aslında kâfirlerin hadler ile ilgili sözleriyle bu husustaki şahitlikleri îcma ile makbul değildir Fakat, Hazret-i Peygamberin bunu yapması, onların bağlı kalacaklarını belirttikleri ve gereğince amel ettikleri bir hususu kabul ettirmek üzere yapmıştı. Diğer taraftan bu konudaki bilginin Hazret-i Peygamber için vahiy yoluyla husule gelmiş olması, yahut da yüce Allah'ın Hazret-i Peygamberin kalbine Suriya'nın iki oğlunun bu hususla söylediklerinin doğru olduğuna dair bir ilham ilka etmesi yoluyla -sadece onlar söyledi diye değil- bilgi sahibi olmuş olması da ihtimal dahilindedir. Hazret-i Peygambere vahiy ya da illiâm yoluyla gelen bu bilgi, ona hükmü gereği gibi açıklamış ve recmin meşruiyetini haber vermiş olur. Bunun başlangıcı tâ o vakit gerçekleşmiş olur. Böylelikle Hazret-i Peygamber, yaptığı ile Tevrat'ın hükmünü uygulamış ve aynı zamanda bunun şeriatinin hükmü olduğunu da beyan etmiş olur. Zaten Tevrat da yüce Allah'ın hükmüdür. Çünkü, şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik ki, onda bir hidayet ve bir nûr vardır. Teslim olmuş olan peygamberler... onunla yakudilere hükmederlerdi." (el-Mâide, 5/44) Bu şekilde hüküm verenler de peygamberlerdendi. Ebû Dâvûd, Hudûd 25. Ebû Hüreyre de Hazret-i Peygamber'den: "İşte ben de Tevrat'ta bulunan hüküm gereğince hüküm veriyorum" dediğini rivâyet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Cumhûr, zimmînin şahidliğinin reddedileceği görüşündedir. Çünkü o, şahidlik etmek ehliyetine sahip değildir. O bakımdan zımminin, müslüman hakkında olsun, kâfir hakkında olsun şahidliği kabul olunmaz. Tabiînden ve onların dışından bir topluluk ise, sûrenin son taraflarında açıklanacağı üzere, müslüman bir kimse bulunmadığı takdirde zimmilerin şahitliğini kabul etmiştir. Denilse ki: Hazret-i Peygamber zimmilerin şahidliği gereğince hüküm vermiş ve zina edenleri recmetmiştir. Şu cevap verilir: Hazret-i Peygamber Tevrat'ın hükmü olarak bildiği şeyi onlara uygulamış ve Tevrat gereğince uygulamaya onları mecbur etmiştir. İsrail oğullarının bağlayıcı delil gereğince uygulamaya onları mecbur etmçk ve tahrif ve değiştirmelerde bulunduklarını ortaya koymak suretiyle olmuştu. O bakımdan Hazret-i Peygamber hakim değil de hükmü uygulayıcı bir kimse idi. Bu ise, birinci şekildeki yoruma göredir. Naklettiğimiz ihtimale göre ise, o takdirde bu, o vakaya has bir durum olur. Zira, ilk asırda selef arasında böyle bir durumda şahidliklerini kabul eden kimsenin bulunduğu işitilmemiştir. 5- Bir Kıraat Farkı ve Kederlenme"nin Mahiyeti: Yüce Allah'ın: "Seni kederlendirmesin" âyetini, Nail' "yâ" harfini ötreli, "ze" harfini de esreli olarak okumuştur. Diğerleri ise, "ya" harfini üstün, "ze" harfini de esreli olarak okumuşlardır. Hüzün, sevincin zıddıdır. el-Yezidî der ki: Onu kederlendirdi, söyleyişi Kureyş şivesi, söyleyişi ise Temimlilerin söyleyişidir. Bu iki söyleyişe göre de kıraat vardır. Âyet-i kerimenin anlamı ise: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a bir tesellidir. Yani, onların küfür içerisinde koşuşup durmaları seni kederlendirmesin. Çünkü, şüphesiz ki Allah, onlara karşı sana zaferi va'detmiştir. Yüce Allah'ın: "Kalpleriyle Îman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de..." âyetinde kastedilenler münafıklardır. Bunlar, dillerinin açıkça ifade ettiği gibi imanı kalplerinde bulundurmayan kimselerdir. "Yahudilerden" yani, Medine'deki yahu dilerden. Burada söz (cümle) tamam olmaktadır. (Buna göre) âyetin anlamı şöyle olur: "Kalpleriyle... şuşup duranlar ve yahudilerden olan bazı kimseler On yaptıkları) seni kederlendirmesin." Daha sonra yüce Allah yeni bir cümleye başlayarak şöyle buyurmaktadır: "Durmadan yalana kulak veren" yani, onlar durmadan yalana kulak verenlerdir. Yüce Allah'ın: "Yanınıza gidip gelenlerdir" (en-Nûr, 24/58) âyeti de fiil kipi itibarıyla bunu andırmaktadır. Yeni cümle başının, yüce Allah'ın: "Yahudilerden ..." olduğu da söylenmiştir. (Meal buna göre yapılmıştır.) Yani, yahudiler arasından çokça yalan dinleyen bir topluluk vardır Yani bunlar, ele başlarının Tevrat'ı tahrif etmek suretiyle söyledikleri yalanlarını kabul etmektedirler. Şöyle de denilmiştir: Ey Muhammed, bunlar sana yalan iftira etmek için, senin söylediklerini dinlerler. Çünkü, aralarında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bulunup sonra da yalrudiler arasında avama karşı Hazret-i Peygambere iftira eden ve onu gözlerinde çirkin gösteren kimseler vardır. İşte yüce Allah'ın: "Huzuruna gelmeyen diğer bir kavim lehine dinleyenler vardır" âyetinin anlamı da budur. Münafıklar arasında da bu işi yapanlar vardı. el-Ferrâ' der ki: Burada (yani, en-Nûr, 24/58. ayet ile bu âyet-î kerimede geçen) Kulak verenler, gidip gelenler olarak şeklinde okunması da caizdir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Onlar, lanete uğramışlardır. Nerede ele geçirilirlerse..." (el-Ahzab, 33/61) Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve nimetler içindedirler." (et-Tûr, 52/17) Daha sonra: "Neşeliler olarak" (et-Tur, 52/18) ile; "Atanlar olarak" (ez-Zariyât, 51/16) diye buyurmuştur. Süfyan b. Uyeyne der ki: Şanı yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm’de: "Huzuruna gelmeyen bir kavim lehine dinleyenler vardır" âyetinde casuslardan söz etmîş, fakat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onları bilmekle birlikte onlara (üstü kapalı dahi olsa) işaret etmemiştir. Zira o sırada henüz ilgili hükümler gelmemiş ve İslam da tam manasıyla güç ve iktidarı eline geçirmemişti. Yüce Allah'ın izniyle, casusa dair hükümler el-Mümtahine sûresinde âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler" âyetin anlamı şudur: Onlar, sözleri senden anlayıp kavradıktan , yüce Allah'ın murad ettiği yerlerini bilip apaçık hükümlerini de öğrendikten sonra, onu olmadık şekilde te'vil ederler ve şöyle derler: Onun da getirdiği şeriat, recmi terketmek şeklindedir Muhsan olanı recmetmek yerine, yüce Allah'ın hükmünü değiştirerek kırk celde vurmak da onların bu değiştirmelerindendir. "Değiştirirler" ifadesi, yüce Allah'ın: "Dinleyenler" âyetinin sıfatı mahallindedir Ve bu "Sana gel (mey) en" deki zamirden hal değildir. Çünkü onlar, sana gelmeyecek olurlarsa, ne söylediğini de işitemezler. Tahrif ise, ancak bir şeye şahit olup onu işiten kimse tarafından yapılır ve böyle bir kimse tahrif yapabilir. Yahudiler arasından tahrif ve değişiklik yapanlar onların bir kısmıdır. Hepsi değildir. Bundan dolayı "yahudilerden" bir topluluk dinleyenler vardır, şeklinde anlamın anlaşılması daha uygundur. “Derler" ise, "Değiştirirler” deki zamirden hal mahallindedir. "Eğer size şu verilirse onu alın" âyeti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) size sopa cezasını bildirirse onu kabul edin, aksi takdirde kabul etmeyin» demektir. 8- Allah'ın Kalplerini Temizlemek İstemediği Kimseler ve Cezaları: "Allah'ın fitneye düşürmek İstediği kimse" dünyada saptırmak,ahirettede cezalandırmak istediği kimse "için sen, Allah'a karşı birşey yapamazsın" asla ona fayda veremezsin. "Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek İstemediği kimselerdir" âyetiyle yüce Allah, aleyhlerine kâfir kalmak hükmünü verdiğini açıklamaktadır. Âyet-i kerîme saptırmanın yüce Allah'ın meşieti ile olduğuna delalet etmektedir. Bununla daha önce geçtiği üzere buna muhalif kanaat belirtenlerin görümleri de reddedilmektedir. Yani, yüce Allah mü’minlerin kalplerini onları mükâfatlandırmak üzere temizlediği gibi, bu kâfirlerin kalplerini üzerine bastığı mühürlerden temizlemek, arındırmak istemez. "Dünyada onlara zillet vardır." Bu zilletin, recm'i inkâr etmelerinden sonra Tevrat'ın getirtilip orada recm cezasının bulunduğunun ortaya çıkması suretiyle iç yüzlerinin açığa çıkması ve rezil olmaları olduğu, söylendiği gibi, dünyadaki zilletlerinin, kendilerinden cizye alınıp alçaltılmalan olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 42Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çevir. Şayet onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, adaletli olanları serer. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Yüce Allah: "Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler..." âyetini, tehdit ve daha bir vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar önceden (41, âyet-i kerimede) geçti. Yüce Allah'ın: "Çokça haram yiyenlerdir" âyeti, çokluk ifade eder: Haram kelimesi, sözlükte aslında helâk olmak ve sıkıntı anlamındadır. Yüce Allah da (aynı kökten olmak üzere) "sizi azâb ile helâk eder" (Tâ-Hâ, 20/ 61) diye buyurmaktadır. el-Ferezdak da şöyle demiştir: "Ey Mervan oğlu, zamanın darlık ve sıkıntıları bırakmadı Geriye maldan hiçbir şey, ufak tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında." Beyit bu şekilde diye merfu' olarak manaya atfedilmek suretiyle rivâyet edilmiştir. Kökten tıraş eden hakkında da: Kökten kazıdı, denilir. Haram mala (bu kökten gelmek üzere): Suht denilmesi ise, itaatleri silip süpürmesi yani onları giderip kökten imha etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ' der ki: Bunun anlamı, açlıktan dolayı yemeğe saldırmaktır. deyimi, çok yemek yiyen kimse hakkında kullanılır. Rüşvet ve haram yiyen bir kimse, kendisine verilen şeylere karşı duyduğu aç gözlülük, aşırı istinasından dolayı midesine çokça yemek dolduran kimseye benzetilmiş gibidir. Harama "suht" deniliş sebebinin, insanın insanlığını kökten alıp götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle birlikte insanlık da gider. Dini olmayanın insanlığı da yoktur. İbn Mes'ûd ve başkaları suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) der ki: Hakimin aldığı rüşvet suht kabil indendir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle dediği nakledilmektedir: "Suht yemekten dolayı insan vücudunda artan her bir et parçasına ateş daha bir layiktır." Ey Allah'ın Rasulü, suht nedir diye sordular, Hazret-i Peygamber: "Hüküm vermek için -alınan rüşvettir" diye cevap verdi. Tirmizî, Cumua 79; Dârimî, Rikaak 60; Müsned, IH, 321, 399. Yine İbn Mes'ûd'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin kardeşinin bir İhtiyacını görmesi, diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı görenin de bu hediyeyi kabul etmesidir, İbn Huveyzimendâd da der ki: Kişinin makam ve mevkisî dolayısıyla birşeyler yemesi, "suht" kapsamı içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nezdinde böyle bir yerinin olması dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını karşılamasını istemesi üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın görmemesi suretiyle olur. Bir hakkı iptal etmek yahut da câiz olmayan bir şey karşılığında rüşvet almanın suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş ayrılığı yoktur. Ebû Hanîfe der ki: Hakim rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden tarafından azledilmese dahi derhal azlolur ve o andan itibaren vermiş, olduğu bütün hükümler bâtıl olur. Derim ki: Bu hususta iıigaallah görüş ayrılığı câiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet alması bir fasıklıktır. Fasikın hüküm vermesi ise câiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Allah rüşvet vereni de, rüşvet alanı da lanetlemiştir." Ebû Dâvûd, Akdiye 4; Tirmizî Ahkâm 9; İbn Mâce Ahkam 2; Müsned II, 164,190,194, 212, 388 V, 279. Ali (radıyallahü anh)’dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kâhinin aldığı ücret ve bir mesele hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere) acelecilik göstermektir. Vehb b. Münebbih'den de rivâyet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde mi haramdır? diye sorulmuş, o: Hayır demiştir Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağlamak, yahut yerine getirmen gereken hakkı üzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebû’l-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir zaran önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud'un Habeşistanda iken İki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil, bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivâyeti andırmaktadır. el-Mehdevî der ki: Hacamat yapanın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen (benzeri helal kazançları) suht diye adlandıranların bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi kazançların bu işi yapanların insaf ve insanlık duygularını atıp götürmesidir. Derim ki: Sahih olan, hacamat yapanın kazancının helal olduğudur. Helal olan bir şeyi alan bir kimsenin ise mürüvveti (insanlığı) sakıt olmaz ve mertebesi de düşmez. Mâlik, Humeyd et-Tavîl den, o, Enes'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaptırdı, Ebû Taybe adındaki birisi ona hacamat yaptı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bir sa' hurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını hafifletmelerini de emretti. Buhârî Buyû' 59, 95, îcâre 17, 19; Müslim, Mûsakaat 64; Ebû Dâvûd Buyû', 38; Muvatta’a, İstizan 26; Müsned, I, 365, IH, 282. İbn Abdi’l-Berr der ki: İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal olduğuna delildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) batıl herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükâfat, ne de bir karşılık tesbit eder. Enes (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği bu hadis, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın daha önceki hadislerinde haram kılmış olduğu kanın bedeli ile ilgili hadisi neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücreti hoş görmediğini ifade eden hadisi de nesh etmektedir Buhârî ve Ebû Dâvûd da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat yaptırdı ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram (sulu) olsaydı, bunu ona vermezdi. Buhârî, Buyû' 39, İcare 1; Müslim Mûsakaat 66; Ebû Dâvûd, Buyû' 30, İbn Mâce Ticarât 10; Müsned , I 250, 258, 292, 365 vs... Bu kelime suht ve suhut şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuştur. Ebû Amr, İbn Kesîr ve el-Kisâî "suhut" şeklinde, diğerleri ise, "suht" diye okumuşlardır. el-Abbas b. Ebi Fadl da Hârice b. Mus'ab'dan, o da Nafiden bu kelimeyi "sent" şeklinde "sin" harfini üstün "ha"yı da sakin olarak okumuştur. ez-Zeccâc, bunun azar azar gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir. Müslüman Olmayanlar Arasında Hüküm Vermek: "Eger sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" anlamındaki bu âyet, yüce Allah tarafından bir muhayyerlik olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu el-Kuşeyrî söylemiştir. Daha önceden bunun manasının burada sözü edilenlerin zimmi kimseler değil de antlasmalı (olarak İslam yurduna girmiş) kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı. Zimmet ehli olmadıkları takdirde kâfirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir. Aksine dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir. Zimmet ehline gelince, davalarını biâm hakimimize getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermek bizim için vacip midir? Bu hususta Şâfiî'nin iki görüşü vardır: Eğer dava, bir müslüman ile alakalı ise hüküm vermek vaciptir. el-Mehdevî der ki: ilim adamları, hakimin müslürnan ile zimmi arasında hüküm vermesi gerektiğini icma ile ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasındaki davalarda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları, âyet-i kerimenin muhkem olduğunu, hakimin de hüküm verip vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş, Nehaî, Şa'bî ve diğerlerinden rivâyet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Mâlik, Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür. Zina halinde, kitap ehline had uygulamayı terk etmeye dair Mâlik'ten gelen rivâyet bunun dışındadır. Çünkü (ona göre), müslüman bir erkek, kitap ehli bir kadınla zina edecek olursa, erkeğe had uygulanır, fakat kadına had uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi iseler, ikisine de had yoktur. Aynı zamanda bu, Ebû Hanîfe, Muhammed b. el-Hasan ve başkalarının da görüşüdür. Yine Ebû Hanîfe'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Zimmilere celde uygulanır, fakat recm cezası uygulanmaz. Şâfiî, Ebû Yûsuf, Ebû Sevr ve başkaları ise şöyle demiştir: Eğer bizim hükmümüze rıza göstererek mahkememize gelecek olurlarsa, her ikisine de had uygulanır, İbn Huveyzimendâd der ki: Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna benzer kendileri sebebiyle fesadın yayginlaşabildiği haksızlıklar ile alakalı olması hali dışında İmâm, onlardan birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber gönderir, ne de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, boşamak ve sair muamelat ile ilgili davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez. Hüküm vermemek hususunda o, muhayyerdir Hüküm vermeyecek olursa, onları kendi hakimlerine geri gönderir Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü ile hükmeder. Fesadın yaygınlaşmasına sebep teşkil edecek meselelerde, onları müslümanların hükmünü kabul etmeye cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat üzere ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister onlar taralından ister başkaları tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onların malları ve kanları muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu gibi şeyler mubah görülebilir, o takdirde bundan ötürü aramızda fesat yaygınlık kazanır. İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şarap satmalarına, açıktan zina etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yapmalarına mani olduk. Tâ ki, müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fesat bulmasın. Boşama, zina ve buna benzer dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hakkında hüküm vermeye gelince, bu gibi konularda onların bizim dinimizi uygulamak zorunlulukları yoktur. Bizim dinimize göre aralarında hüküm vermek ise, onların hakimlerine bir zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlanmalarla muamelât ise böyle değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit mezalim (umuma taalluk eden haksızlıklar ve fesadın yayılması) sözkonusudur. Zimmiler Arasında Hüküm Vermede Muhayyerlik Nesh Olmuş mudur? Âyet-Î kerîme ile ilgili olarak ikinci bir görüş daha vardır. Bu da Ömer b. Abdülaziz ve yine en-Nehaî'den rivâyet edilmiştir. Buna göre âyet-i kerimede sözü geçen muhayyer bırakma, yüce Allah'ın: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Mâide, 5/48) âyeti ile nesh olmuş olup, hakim aralarında hüküm vermekle mükelleftir. Bu, aynı zamanda Atâ el-Horasanî'nin, Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının ve başkalarının da görüşüdür. İkrime'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" âyetini bir başka ayet neshetmiştir. O da; "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetidir, el- Mücahid de şöyle demektedir; Mâide'den yalnızca iki âyet nesh olmuştur. Bunlar da, yüce Allah'ın: "Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" âyetini: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayeti neshetmiştir "Allah'ın şeairine... saygısızlık etmeyin" (el-Mâide, 5/2) âyetini ise: "Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir. ez-Zührî der ki: Sünnet (uygulama) şu şekilde görülegelmiştir: Kitab ehli, aralarındaki karşılıklı haklarda ve miras konularında kendi dinlerine mensub hakimlere geri döndürülür. Ancak, Allah'ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde aralarında Allah'ın Kitabı gereğince hükmeder. es-Semerkandî der ki: Bu görüş, Ebû Hanîfe'nin, onlar bizim hükmümüze rıza göstermedikleri sürece aralarında hüküm vermez, seklindeki görüşüne uygun düşmektedir. en-Nehhâs, "en-Nasih vel-Mensuh" adlı eserinde şöyle demektedir: Yüce Allah'ın; "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzcevir" âyeti nesh olmuştur. Çünkü bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye ilk geldiği sıralarda nâzil olmuştur. O sırada yahudiler Medine'de sayıca çoktular. Onların İslama ısındırılmalan için daha uygun ve daha yerinde olan davranış, kendi hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanınca, yüce Allah: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetini indirdi. İbn Abbâs, Mücahid, İkrime, ez-Zührî, Ömer b. Abdülaziz ve es-Süddî de bu görüştedir. Şâfiî den gelen sahih görüş de budur. Şâfiî "Kitabu'l-Cizye"de şöyle demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde hakimin muhayyerliği sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah: "Küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu ise, konu ile ilgili delil gösterme şekilleri arasında en sahih olanlardandır. Zira, "küçülmüşler olarak" âyetinin anlamı, İslam hükümlerinin kendilerine uygulanması demek olduğuna göre, kendi hükümlerine geri çevirilmemeleri icabeder. Bu ise (aralarında hüküm vermek) vacip olduğuna göre, o halde bu âyet-i kerîme de mensuhrur. Bu aynı zamanda, Kûfelilerden Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür, Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvurdukları takdirde, İmâmın onlardan yüzçevîrmek hakkına sahip olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, Ebû Hanîfe şöyle demektedir: Karı-koca gelecek olurlarsa, aralarında adaletle hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı değilse, aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir. Böylelikle ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre, âyet-i kerimenin mensuh olduğu sabit olmaktadır, Bununla birlikte, (bu ayet hakkında) İbn Abbâs'ın (mensuh olduğuna dair az önce geçen) rivâyeti de sabit olmuştur. Eğer İbn Abbâs'tan bu konuda rivâyet gelmemiş olsaydı bile mantıken bu ayetin mensuh olması gerekirdi. Çünkü ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir Kitab ehli, İmâmın hükmüne başvuracak olurlarsa o, aralarındaki davaya bakmak hakkına sahiptir. Aralarındaki davaya bakacak olursa, hepsine göre isabet etmiş olur. Onlardan yüz çevirmemelidir. Yüz çevirecek olursa, bazı ilim adamlarına göre bir farzı terketmiş ve kendisi için helal olmayan ve yapmaması gereken bir işi yapmış olur. en-Nehhâs (devamla) der ki: Kûfelilerden bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenlerin bir diğer görüşü daha vardır. Onlardan kimisi şöyle demektedir: îmam, kitap ehlinin, yüce Allah'ın hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek olursa, o haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar İmâmın hükmüne başvurmamış olsunlar. Bu görüşün sahibi, yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetini delil göstermekte ve bu âyetin iki anlama gelme ihtimali vardır demektedir: Birincisi, senin hükmüne baş vurdukları takdirde sen aralarında hükmet anlamıdır. Diğeri ise: Senin hükmüne başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında -böyle bir hüküm vermeni gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz yüce Allah'ın Kitabında da, Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze başvurmayacak olsalar dahi, üzerlerine hakkı uygulamayı gerektiren âyetler bulmaktayız. Yüce Allah'ın Kitabındaki âyet şu: "Ey îman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun." (en-Nisa, 4/135) Sünneti seniyyedeki âyet da; el-Berâ b. Azib yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. O, şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda celde vurulmuş ve yüzü kömür ile karartılmış bir yahudi getirildi, şöyle buyurdu: "Size göre zina edenin haddi böyle midir?" Onlar: Evet deyince, Hazret-i Peygamber ilim adamlarından birisini çağırarak şöyle dedi: "Allah adına senden soruyorum, aranızda zina edenin haddi böyle midir?" Adam: Hayır dedi.- ve hadisin geri kalan kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. en-Nehhâs (devamla) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hadiste görüldüğü gibi kendisinin hükmüne başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş olduğunu delil göstermektedirler. Birisi kalkıp: Mâlik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den rivâyet ettiği hadise göre, yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a geldiler. Az önce işaret edilen yerde geçti. diyecek olursa, ona şöyle denilir: Yine Mâlik'in naklettiği hadiste zina eden o iki kişinin Peygamberin kendilerini recmetme hükmüne razı olduklarına dair bir ifade yoktur. Ebû Ömer b. Abdill-Berr ise der ki; el-Berâ'nın hadisini delil diye gösterenler, aynı hadis üzerinde düşünecek olurlarsa, onu hiç de delil göstermezler. Çünkü hadisin muhtevasında yüce Allah'ın: "Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının" (el-Mâide, 5/41) âyetinin açıklanması vardır. Söylemek istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yüzü kömürle karartmak şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme fetvasını verecek olursa ondan sakının. İşte bu, yahudilerin Hazret-i Peygamberi hakem tayin ettiklerine, hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da gerek İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisten, gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde görülmektedir. Birisi kalkıp: İbn Ömer'in hadisinde zina eden iki kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne başvurmadıktan gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Zina edenin haddi; hakimin uygulamakla yükümlü olduğu, yüce Allah'ın haklarından bir haktır. Bilindiği gibi, yahudilerin aralarında hüküm veren ve üzerlerine hadleri ikâme eden bir hakimleri vardı. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hükmüne başvuran da odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah’ın: "Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" âyetine gelince, Nesâî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kurayzaogulları ile, Nadiroğulları diye iki yahudi kabilesi vardı. Nadiroğulları Kurayzaoğullarından daha üstün kabul edilirdi. Bundan dolayı Kurayzaoğulla andan bir kişi, Nadiroğullarından birisini öldürecek olursa, ona karşılık Kurayzalı öldürülürdü. Şayet Nadiroğullarından birisi Kurayzaoğullaundan birisini öldürecek olsaydı, buna karşılık yüz vesk (altmış sa’ eder) hurma diyet öderdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten sonra (Medine'ye hicretten sonra) Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birisini öldürdü. Bunun üzerine (Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize teslim ediniz, dediler. Bu sefer (Nadiroğulları): Bizimle sizin aranızda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemlik etsin deyince, şu: "Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet" yani, cana karşılık can hükmünü ver ayeti ile: "Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar?" (el-Mâide, 5/50) ayeti nâzil oldu. 43İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar? Yine de bundan sonra yüz çevirirler, Onlar İnanmış kimseler değillerdir. Yüce Allah'ın: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında İken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar?" âyetinde, Tevrat’ın hükmünden kasıt, el-Hasen'in dediğine göre recm'dir. Katade ise kısastır demektedir. Yüce Allah'ın: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan" âyeti recm'in nesh olmadığına delalet midir diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Ebû Alî der ki: Evet, çünkü nesh olmuş olsaydı nesilden sonra o Allah'ın hükmüdür, denilmezdi Nitekim, şarabın helal olması, yahut cumartesi günü (çalışmanın) haram kılınmasının Allah'ın hükmü olduğu söylenemez. Yüce Allah'ın: "Onlar inanmış kimseler değillerdir" yani senin verdiğin hükmün Allah'tan gelen hüküm olduğunu kabul etmiyor, ona inanmıyorlar. Ebû Ali de der ki: Ona razı olmamak suretiyle Allah'ın hükmünden başka bir hükmü istiyen kişi kâfir olur. Yahudilerin durumu da budur. 44Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. Teslim olmuş olan peygamberler, rabbaniler ve bilginler de Allah'ın Kitabını korumaları istendiğinden onunla yahudilere hükmederlerdi. Hepsi de onun üzerine şahiddiler. O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. "Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır" yani, onda açıklama, bir ziya (aydınlık) ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak olduğuna dair bilgi vardır. "Hidayet", mübteda olarak ref mahallindedir. "Ve nûr" da ona atfedilmiştir. "Teslim olmuş olan peygamber... onunla yahudilere hükmederlerdi." âyetin "peygamberler"den kastın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu ve ondan çoğul lâfzı ile söz edildiği söylendiği gibi, Hazret-i Mûsa'dan sonra Tevrat'ı uygulamak üzere gönderilen bütün peygamberler olduğu da söylenmiştir. Yahudiler, peygamberler yahudi idiler dedikleri gibi, hıristiyanlar da: hıristiyan idiler dediler. Burada yüce Allah her iki kesimin de yalan söylediklerini beyan etmektedir. "Teslim olmuş olan...lar" âyetinin anlamı ise, Mûsa (aleyhisselâm)’dan, Îsa (aleyhisselâm)’ın dönemine kadar Tevrat'ı tasdik etmiş olanlar demektir. Aralarında, bin peygamber gelip geçmiştir. Dörtbin peygamber olduğu da söylenmiştir Bundan daha fazla geldiği de bildirilmiştir. Bunların hepsi de Tevrat'ta bulunan hükümlerle hükmediyorlardı. "Teslim olmuş olan...lar" âyetinin, kendileriyle gönderilen hususlarda Allah'ın emirlerine boyun eğerek itaat edenler demek olduğu da söylenmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzere bulunan peygamberler Tevrat ile hükmederlerdi anlamına geldiği de söylenmiştir ki, her İkisinin de anlamı birdir. "Yahudilere" âyeti ise, yahudiler hakkında, yahudiler arasında demektir Teslim olmuş olan peygamberler, gerek yahudilerin lehine, gerekse onların aleyhine bulunan bütün hususlarda onunla hüküm verirlerdi, anlamında, olduğu da söylenmiş ve burada "aleyhlerine "anlamına gelen kelimesi hazf edilmiştir de denilmiştir. "Teslim olmuş olanlar" İfadesi burada "Bismillahirrahmanirrahim" İfadesinde olduğu gibi övgü anlamında bir sıfattır. (........) ise, (mealde yahudiler) küfürden tevbe edip dönenler, demektir. Bu âyette takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, Tevrat'ı içinde hidayet ve nûr olduğu halde yahudilere indirdik. Peygamberler, rabbaniler ve bilginler onunla hüküm verirlerdi, Yani, ilim ile insanları idare eden ve onları büyük meselelerden önce ilmin küçük meselleleri ile terbiye edip eğiten rabbaniler onunla hüküm verirlerdi. "Rabbânîler" anlamına dair bu şekildeki açıklama, İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önce Âl-i İmrân sûresinde (3/79- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Rezin der ki: Rabbânîlerden kasıt, bilge ilim adamları ve hahamlarıdır, İbn Abbâs bunlardan kasıt fakihleridir, demiştir, Hibr ve habr kelimesi, bilgin kişi demektir. Bu, güzelleştirmek anlamına gelen "et-Talıbu"den alınmıştır. Onlar, ilmî tahbîr ettikleri, yani onu açıklayıp güzel ve süslü bir şekilde sundukları için ve bu ilim kalplerinde muhabber (güzelleştirilmiş) olduğu için bu ismi almışlardır. Mücahid der ki; Rabbânîler ulamadan üstündürler. Kelimenin başına gelmiş olan elif-lâm ise mübalağa içindir. el-Cevherî der ki: Hibr ve habr kelimesi, yahudilerin Ahbarının birisine (tekil) verilen isimdir. Esreli olarak (hibr şeklinde) okunuşu daha fasihtir. Çünkü, bu kelimenin çoğulu efâl (ahbâr) vezninde gelir, (habr kelimesinin çoğulunun gelmesi gereken şekil olan) fuûi şeklinde gelmemektedir. el-Ferrâ' da der ki: Bu kelimenin tekili hibr şeklinde olup bu, ilim adamına verilen bir isimdir. es-Sevrî der ki: Ben, el-Ferrâ'ya hibre neden bu ismin verildiğini sordum, şöyle dedi: İlim adamı kimseye hibr ve habr denilir. Bunun anlamı ise, "midâdu hibr: yazı mürekkebi" demektir. Daha sonra "kasaba halkı" anlamında: "Sen o kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) âyetinde olduğu gibi bir kelimesi hazf edilmiştir. Yine es-Sevrî der ki: el-Esmarye de sordum, o, bu açıklamanın değeri yoktur dedi. Ona habr denilmesi etkisi dolayısıyladır, "Dişleri üzerinde habr vardır" denildiği zaman dişleri sararmış veya kararmış demektir. Ebû’l-Abbas da der ki: Yazıda kullanılan mürekkebe hibr denilmesinin sebebi, onunla yazı gerçekleştirildiğinden dolayıdır, Ebû Ubeyd de der ki: Benim bildiğime göre ahbâr kelimesinin tekili "habr" diye gelmelidir. Bu ise, sözü ve bilgiyi nasıl tahbir edip güzelleştireceğini iyi bilen kimse demektir. Devamla der ki: Bütün muhaddisler bu kelimeyi fethalı olarak (habr şeklinde) rivâyet etmektedirler. Hokkada bulundurulan ve kendisi ile yazı yazılan şey ise (mürekkeb) esreli olarak "hibr" diye söylenir. Hibr, aynı şekilde iz ve etki anlamına da gelir. Çoğulu ise hubûrdur. Bu açıklamalar Yakub'dan nakledilmiştir "Allah'ın kitabını korumaları istendiğinden" yani, Allah'ın Kitabına dair kendilerine verilmiş bulunan emanet, bırakılan bilgiden dolayı... demektir. (..........) deki "be" harfi "Rabbaniler ve Ahbâr : bilginlerde taalluk etmektedir. Şöyle denilmiş gibidir: Ve bilginler de... korumaları istendiğinden... Yahut da bu harf, "Hükmederlerdi âyeti ile alakalı muallak olabilir. Yani, korumaları istendiğinden hükmederlerdi, demek olur. "Hepsi de onun üzerine şahittiler" yani Kitabın Allah'tan geldiğine şahidlik ederlerdi. İbn Abbâs der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın verdiği hükmün Tevrat'ta bulunduğuna dair şahidlik ederlerdi, demektir. "O halde insanlardan korkmayın" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliğini ve recmi açıkça ifade etmekten çekinmeyin. "Benden korkun." Bunları gizlemek halinde Benden korkunuz. Burada hitab, buna göre yahudi ilim adamlarınadır. Mana itibari ile de bu âyetin üzerine açığa çıkarması vacib olan bir hakkı gizleyen herkes de bu âyetin kapsamına girer. "Âyetlerimi az bir pahaya satmayın" âyetinin anlamı da daha önceden (el-Bakara, 2/41. âyetin tefsirinde) yeterince açıklanmış bulunmaktadır. Allah'ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler; "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." Diğer âyetlerde de "zâlimlerin, fasıkların ta kendileridir" diye buyurulmaktadır. Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nâzil olmuştur. Bu da Müslim'in Sahih'inde el-Berâ yoluyla gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Çoğunluk da bu görüştedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi kâfir olmaz. Âyet-i kerimede hazf edilmiş ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani, kim Kur'ânı reddetmek suretiyle Hazret-i Rasulün de sözünü inkâr yoluyla Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu, İbn Abbâs ve Mücahid söylemiştir. Bu açıklamaya göre âyet umumidir. İbn Mes'ûd ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme ister müslüman, ister yahudi, ister katır olsun Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkes hakkında umumidir. Yani, bunun doğruluğuna inanarak ve bu şekilde aykırı hüküm vermenin helal olduğuna kanaat getirerek... Ancak, kendisinin haram işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, müslümanların fasıkları arasında yer alır. İşi de Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse de ona mağfiret eder. İbn Abbâs da kendisinden nakledilen bir rivâyete göre söyle demektedir: Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin işine benzeyen bir iş yapmıştır. Şöyle de denilmiştir: Yani, kim Allah'ın bütün indirdikleriyle hükmetmezse, o kimse kâfirdir Ancak, tevhid ile hükmetmekle birlikte, serî bazı hükümler gereğince hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez. Doğru olan birinci görüştür. Şu kadar var ki Şa'bî: Bu âyet-i kerîme yahudiler hakkında has (özel) dir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir Bunun böyle olduğuna da üç husus delâlet etmektedir. Bunlardan birisi, yahudiler bu âyetten önce: "Onunla yahudilere hükmederlerdi" âyeti zikredilmişlerdir Dolayısıyla zamir onlara aittir. Diğer bir husus, ifadelerin akışı (siyakı) da buna delalet etmektedir. Nitekim bundan sonra: "Biz, onda onlara şunu yazdık..." denilmektedir. Buradaki zamir de icma ile yahudilere aittir. Yine yahudiler, recmi ve kısası inkâr edenlerdir. Birisi kalkıp: Kim" edatı şart edatı olarak zikredilecek olursa, onun tahsis edildiğine dair bir delilin vâki olması hali dışında umumidir, diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Burada bu edat, zikretmiş bulunduğumuz diğer delillerle birlikte O kimse ki, anlamındadır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen o yahudiler, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Rivâyet olunduğuna göre, Huzeyfe'ye sorulmuş: Bu âyet-i kerimeler İsrail oğulları hakkında mıdır? o da şöyle demiş: Evet, onlar hakkındadır. Fakat, yemin olsun ki, onların yollarını iki ayakkabı tekinin birbirine benzediği ve aynı hizada olduğu gibi izleyeceksiniz. "Kâfirlerin tâ kendileridir" ifadesinin müslümanlar, "zâlimlerin tâ kendileridir" ifadesinin yahudiler, "fasikların tâ kendileridir" ifadesinin ise hıristiyanlar hakkında olduğu da söylenmiştir. Ebû Bekr b. el-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. Devamla der ki: Çünkü âyetlerin zahirinden anlaşılan budur. Ayrıca İbn Abbâs'ın, Cabir b. Zeyd'in, İbn Ebi Zâide'nin ve İbn Şubrurne ile Şa'bî'nin de tercih ettiği görüş budur. Tavus ve başkalan da der ki: Bu, kişiyi dinden çıkartan bir küfür değildir. Fakat, küfrün altında kalan bir kütür çeşididir. Ancak, bunda farklı durumlar sözkonusudur. Eğer yanındaki hükmü verirken, o hüküm Allah'ın yanından gelmiştir diye verecek olursa bu, küfrü gerektiren, Allah'ın hükmünü bir değiştirmedir. Şayet hevası gereği ve masiyet yoluyla başka hükümle hükmedecek olursa, elü-i sünnetin günahkârlar için mağfiret ile ilgili kabul ettikleri asıl delillerine binaen mağfiret sözkonusu olabilecek bir günahtır, el-Kuseyrî der ki: Haricilerin görüşüne göre, bir kimse rüşvet alıp Allah'ın hükmünden başka bir hükümle hüküm verecek olursa o kâfirdir. Bu görüş, ayrıca el-Hasen ve es-Süddİ'ye de izafe edilmiştir. Yine el-Hasen der ki: Yüce Allah, hakimlerden hevalarına uymamayı, insanlardan korkmayıp kendisinden korkmaları ve Allah'ın âyetlerini az bir bedele satmamaları şeklinde üç ahid almıştır. 45Biz onda, onlara şunu yazdık: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da birbirine kısastır." Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık lı al inde sunacağız: 1- Aynı Din Mensubu Olmayanlar Arasında Kısas: Yüce Allah: "Biz onda, onlara şunu yazdık; Cana can" âyeti ile, Tevrat'ta canlar arasında eşitlik gözetmiş olduğunu, fakat onların buna muhalefet ederek sapıtmış olduklarını beyan etmektedir. Nadiroğullarına mensub kimsenin diyeti daha fazla idi. Üstelik, Nadiroğullarına mensub bir kişi, Kurayza oğullarından birisine karşılık olarak Öldürülmüyor, ama Nadiroğullarından öldürülen bir kimse karşılığında Kurayzaoğu İla rina mensub katil öldürülüyor idî. İslam gelince, Kurayzaoğu İlan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu hususta baş vurdular. O da aralarında eşitlikle hüküm verdi. Nadiroğulları; sen bizim hakettiğimiz bir şeyi aşağıya çektin dediler. Bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sûrenin 41. ayeti 1. başlıkta geçen bu rivâyetin kaynakları orada gösterilmiştir. "Yazdık", farz kıldık anlamındadır. Önceden de açıklandığı gibi. Onların şeriatı, kısas veya affetmek şeklindeydi. Aralarında diyet yoktu. Nitekim el -Bakara sûresinde daha önceden (2/17S. âyet, 1. başlıkta) açıklanmış bulunmaktadır. Ebû Hanîfe ve başkaları, bu âyet-i kerimeyi delil diye ileri sürerek şöyle demişlerdir: Zimmi karşılığında müslüman öldürülür. Çünkü, bu da cana can demektir. Yine buna dair açıklamalar daha Önceden el-Bakara sûresinde (2/178. âyet, 5- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî, Ali (radıyallahü anh)'a şöyle sorulduğunu rivâyet etmektedirler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sana özel olarak bir şey tahsis etti mi? Hazret-i Ali :Hayır, şu sahifede bulunan müstesna, dedi ve kılıcının kınında bulunan bir yazılı belge çıkardı. Onda şunlar yazılıydı: "Mü’minlerin kanları birbirine denktir. Onlar kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldir, Hiçbir müslüman bir kâfire karşılık Öldürülmez ve ahid sahibi de ahid (eman) altında iken (öldürülmez)." Ebû Dâvûd, Diyât 11; Nesâî, Kasame 9,13; Müsned, I, 119, 122; ayrıca bk. Buhârî İlm 39, Diyât 24, 31; Ebû Dâvûd, Cihad 147; Tirmizî, Diyat 16; Naat, Kasâme 13; Müsned, 1, 151. Aynı şekilde âyeti kerîme, yahudilerin kabileler arasındaki üstünlük uygulamalarını ve bir kabileden bir kişiye karşılık bir kişiyi kısas olarak kabul ederken bir diğerinden bir kişi karşılığında iki kişiye kısas uygulamalarını reddetmektedir. Şâfiîler der ki: Bu, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir. Bizden öncekilerin şeriati ise bizim için şeriat değildir. Bu konuda onların görüşlerini reddetmek hususundaki yeterli açıklamalar, el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, orada bu hususa müracaat edilebilir Dördüncü bir açıklama da şöyledir: Yüce Allah: "Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can ..." Bu, Tevrat'a îman edenler üzerine farz olarak yazılmıştı. Bunlar aynı dinin sahibidirler. Müslümanların zimmet ehli oldukları gibi, onların zimmet ehli yoktu. Çünkü cizye, yüce Allah'ın mü’minlere vermiş olduğu bir fey ve bir ganimettir. Fey ve ganimet; bu ümmetten önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Geçmişte gönderilmiş bütün peygamberler ancak kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdi. O bakımdan bu âyet-i kerîme, İsrail oğullarına bu hükmü uygulamayı farz kılmaktadır. Çünkü onların kanları birbirine denk idi. Bu da, bizden bir kimsenin, müslüman olmayan kimseler ile ilgili cinayetlerde cana can demesi gibidir. Zira bununla muayyen bir topluluğa işaret etmektedir. Diğer taraftan: Bu kimseler hakkındaki hüküm, onlardan bir canın, yine onlardan bir can karşılığında olduğu şeklindedir. Bu âyetin hükmü gereğince, Kur'ân ehli (Kur âna îman eden) ümmete vacib olana hüküm şöylece ifade edilir: Onların aralarındaki hüküm, cana can karşılığında dır, şeklindedir. Esasen yüce Allah'ın Kitabında, dinlerin farklılığına rağmen, canın cana karşılık öldürüleceğine delâlet eden bir husus yoktur. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları İle Ebû Hanîfe der ki: Önce yaralasa, yahut kulağını veya elini kesse, sonra da öldürse aynı şey ona da uygulanır. Zira, yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun..." böylelikle onun başkasından aldığı aza, ondan da alınır ve o başkasına ne yaptıysa, onun gibisi ona da yapılır. Bizim (Mâliki mezhebine mensub) âlimlerimiz de derler ki: Bunu yaparken, müsle kastıyla yapmışsa ona da aynısı yapılır. Eğer böyle bir durum çarpışması ve kendisini savunması esnasında yapılmış ise (ve ondan sonra öldürmüşse) kılıçla öldürülür. Böyle bir şeyin müsle kastıyla yapılması halinde, kısasın icabettiğini söylemelerine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın daha önce bu sûrede (5/33-34 âyet; 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere Uranîlerin gözlerine ateşte kızdırılmış çiviler ile mil çekmiştir. Yüce Allah'ın; "Göze göz" diye başlayan âyeti, Nâfî', Âsım, A'meş ve Hamza, hepsinde (nefs:cana) atfen hep nasb ile okumuşlardır. Ancak, edatı şeddesiz okunarak hepsinin mübteda ve atf ile merfu' okunması da mümkündür İbn Kesîr, İbn Âmir, Ebû Amr ve Ebû Cafer ise, "Yaralar" kelimesi dışındaki kelimelerin hepsini nasb ile okumuşlardır. el-Kisâî ve Ebû Ubeyd ise, bu âyeti: Göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar..." şeklinde, hep merfu' okurlardı. Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccâc, Harun'dan nakletti, Harun Abbâd b. Kesir'den, o, Akîl'den, o, ez-Zührî’den, o, Enes'ten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da bir birine kısastır" diye okuduğunu rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvûd, (3976 ve 3977 no'hı hadisler); Tirmizî, Kıraat 1. Bu âyetlerin merfu' okunmaları üç bakımdan mümkündür. Evvela mübteda ve haber olmaları, diğeri ise, Can kelimesinin, mahallen manasının merfu olması dolayısıyla. Çünkü bunun anlamı şöyledir: Biz onlara dedik ki: Can, can karşılığıdır Üçüncü şekil ise, ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır, bu da "can : nefs"deki zamire atıf ile olur. Çünkü, ondaki zamir ref mahallindedir. Zira ifadenin takdiri şöyledir: Her bir nefs, öbür (öldürdüğü) can karşılığında alınır." Buna göre bütün isimler zamirine atfedil mi ştîr. İbnü'l-Münzir der ki: Bu kelimeleri merfu’ olarak okuyanlar, mübteda kabul ederek, müslümanlar hakkında bir hükmün açıklaması olarak okurlar. Bu da bu husustaki iki görüşün daha sahih olanıdır Çünkü bu,: Göze göz... şeklindeki okuyuş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın okuyuşudur. Ondan sonrakiler de bu şekildedir. Hitab, müslümanlaradır, onlar bununla emrolunmuşlardır. Özel olarak Yaralar" kelimesini merfu olarak okuyan kimseler ise, kendisinden önceki âyetlerden kat' ve yeni bir cümle başlangıcı olarak bu şekilde okurlar. Âdeta müslümanlar özel olarak bununla emrolunmuş ve bundan önceki âyetler ile karşı karşıya bırakılmamışlar gibi bir mana ifade eder. Bu âyet-i kerîme sözü geçen organlarda kısasın cereyan ettiğine delâlet etmektedir. İbn Şubrume, yüce Allah'ın: "Göze göz" âyetini ileri sürerek, sağ gözün sol göz karşılığında çıkartılabileceğini, bunun aksinin de mümkün olacağını söylemiştir. Aynı şeyi, sağ el ve sol el hakkında da söyler ve şöyle der: Öğütücü dişe karşılık, ön kesici diş, ön kesici dişe karşılık öğütücü diş alınabilir. Çünkü yüce Allah'ın; "Dişe diş" âyetinin umumi oluşu bunu gerektirmektedir. Buna muhalefet edenler ise - ki bunlar ümmetin bütün ilim adamlarıdır- şöyle demektedirler: Eğer varsa, sağ göze karşılık sağ göz alınır ve rıza ile –olmadıkça Nesâî, Kasame 46, 47,Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, III, 209, 210. Ebû Dâvûd, el- Merasil, sh, 212. sağ göz bırakılıp, sol göze kısas uygulanarak alınmaz. Bu ise, bize yüce Allah'ın: "Göze göz" âyeti ile kast edilenin cinayeti isteyenden cinayetinin misli organının alınacağını açıklamaktadır. Buna göre hiçbir durumda ayağa kısas uygulanması gerekirken, ele kısas uygulanması sözkonusu olmadığı gibi, bir organ bırakılıp diğerine kısas uygulamak câiz değildir ve bu hususta hiç bir şüphe yoktur. 5- Hata Yoluyla Gözün Çıkartılması: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer gözler hata yoluyla isabet alıp çıkartılacak olur ise, buna karşılık tam bir diyet gerekir. Tek gözde ise yarım diyet verilmelidir. Bir gözü olmayanın diğer gözü çıkartılacak olur ise, onda da tam diyet ödemek gerekir. Su husus, Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir Abdülmelik b. Mervan, ez-Zührî, Katade, Mâlik, Leys b. Sa'd, Ahmed ve İshâk da bu görüştedir. Yarım diyet ödeneceği de söylenilmiştir. Bu ise Abdullah b. el-Muğaffel, Mes'ruk ve Nehaîden de rivâyet edilmiş; es-Sevrî, Şâfiî ile en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) bu şekilde görüş belirtmişlerdir. İbnü’l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, Hadîs-i şerîfte: "Gözlerde tam bir diyet vardır" diye buyurulmuştur. Bu böyle olduğuna göre, gözlerden birisinde yarım diyetin sözkonusu olması ise, akla uygun olandır. İbnü'l Arabî der ki: Zahir (olan) kıyas da bunu gerektirmektedir. Ancak, bizim (Mâliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Tek gözü olmayanın bir gözü ile görme menfaati, sağlıklı (iki gözü olan) kimsenin gözlerinden sağladığı menfaat gibi veya ona yakındır. İşte bundan dolayı tek gözü olan birisinin gözünü hataen çıkartan kimsenin ona tam diyet ödemesi icabeder. 6- Tek Gözü Gören Bir Kimse, Sağlıklı Birisinin Gözünü Çıkartırsa: Tek gözü gören bir kimsenin sağlıklı birisinin gözünü çıkarması hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) dan böyle bir kimseye kısas uygulanmayıp tam diyet ödeyeceği kabul edilmiştir. Atâ, Said b. el-Müseyyeb ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Mâlik der ki: Dilediği takdirde kısas uygular-ve onu kör bırakabilir. Dilediği takdirde de iki gözü de gören bir kimsenin diyeti olarak tam bir diyet alabilir, en-Nehaî der ki: Dilerse kısas yapar, dilerse yarım diyet alır. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî derler ki: Ona (yani tek gözü görmeyen caniye ) kısas uygulanır. Bu husus, aynı zamanda Hazret-i Aliden de rivâyet edilmiştir. Bu, Mes'rûk, İbn Sîrin ve İbn Mâkil'in de görüşü olduğu gibi, İbnü’l-Munzir ile İbnü'l-Arabî'nin de tercih ettiği görüş budur. Çünkü şanı yüce Allah: "Göze göz" diye buyurmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da iki göz karşılığında diyet ödeneceğini tesbit etmiştir. Tek gözde ise yarım diyet sozkonusudur. Gözleri sağlam olan bir kimse ile tek gözü gören bir kimse arasında kısasta, diğer insanlar arasındaki gibidir, Ahmed b. Hanbel'in dayanağı şudur; Tek gözü gören bir kimseye kısas uygulanacak olursa, görmenin bir bölümü (iki görenin çıkan tek gözü) karşılığında görmenin tamamını almaktır. Bu ise eşitlik olmaz. Yine bu hususta Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'den gelen rivâyete de dayanır. Mâlik'in dayandığı delil ise şudur: Deliller birbirleriyle çatışacak olurlarsa, cinayetten mağdur olan kimse muhayyer bırakılır. İbnü'l-Arabî ise der ki: Ancak, Kur'ân'ın umumi âyetlerinin gereğini kabul etmek daha uygundur. Çünkü böylesi yüce Allah nezdinde daha çok selâmete çıkartıcıdır. 7- Tek Gözü Olup O Gözü ile Görmeyenin Durumu: Tek gözü bulunmakla birlikte onunla da görmeyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Zeyd b. Sabit'ten rivâyet olunduğuna göre böyle bir kimsenin gözüne karşılık yüz dinar ödenir. Ömer b. el-Hattâb'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir göze karşılık o gözün diyetinin üçtebirİ verilir. İshâk da bu görüştedir. Mücahid ise, o gözün diyetinin yarısının verileceğini söylemiştir. Mesrûk, ez-Zührî, Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve en-Nu'man (Ebû Hanîfe) ise, bu hususta bilir kişinin kararına başvurulur demişlerdir. İbnü'l-Münzir de der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü bu konudaki görüşler arasında en asgariyi İfade eden budur. 8- Gözbebeği Kalmakla Birlikte İki Gözün de Görmesinin Ortadan Kaldırılması: Gözbebekleri kalmakla birlikte iki gözün de görmesinin giderilmesi halinde tam diyet sözkonusudur. Bu konuda görmesi zayıf (A'meş) ile gündüzün görmeyip geceleyin gören (Âhfeş) arasında bir fark yoktur. Yine gözbebeği kalmakla birlikte iki gözden birisinin görmesinin giderilmesinde de yarım diyet sözkonusudur İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta ileri sürülen görüşlerin en güzeli, Ali b. Ebî Tâlibin şu şekildeki uygulamasıdır: Sağlam olan gözünün örtülmesini emr etti . Sonra da bir başkasına bir yumurta verip onu uzaklaştırmasını söyledi. Gözünü kapatan kişi de o yumurtaya görebileceği son noktaya kadar bakmaya devam eder. Görebileceği son noktaya geldiğinde oraya bir çizgi çizdirdi. Daha sonra diğer gözünün örtülmesini emredip sağlıklı gözünü açtırdı. Yine bir adama bir yumurta verip, o da o yumurtayı alıp uzaklaştırdı. Mağdur kişi de o yumurtaya bakmaya devam etti. Görebileceği son naktaya varınca orada da bir çizgi çizdirdi- Daha sonra bir başka yerde aynı işlemin yapılmasını emretti: Çizgilerin aynı olduğunu tesbit edince, görme imkânından azalan miktar kadarını ötekinin malından ödetti. Bu, Şâfiî mezhebine göre de böyledir. Bizim (Mâliki mezhebinin) âlimlerimizin görüşü de budur. 9- Görmenin Kısmen Giderilmesi, Göze Kısasın Nasıl Uygulanacağı ve Göz Kapağı: Görmenin kısmen giderilmesi dolayısıyla kısas uygulanmayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, böyle bir miktarda eşit olarak'kısası gerçekleştirmek imkânsızdır Göze kısas uygulama keyfiyeti de şöyle olur: Bir ayna kızdırılır, diğer göze bir pamuk konulur. Daha sonra ayna gözbebeği akıncaya kadar onun gözüne yakınlaştırılır. el-Mehdevî ve İbnü'l-Arabî, bunun Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğini zikretmişlerdir. Göz kapağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Zeyd b. Sabit, gözkapağında diyetin dörttebir olduğunu söylemiştir ki bu, en-Nehaî, el-Hasen, Katade, Ebû Haşim, es-Sevrî, Şâfiî ve rey sahiblerinin görüşüdür. Yine eş Şa'bî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gözün üst kapağında diyetin üçtebiri, alt kapağında ise diyetin üçteikisi vardır. Mâlik de bu görüştedir. Yüce Allah'ın: "Buruna burun" âyeti ile ilgili olarak Hadîs-i şerîfte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Burun kökten kesilecek olursa, karşılığında tam bir diyet ödenir" Nesâî, Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, III, 209, 210; Ebû Dâvûd. İbnü'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile bunu ifade etmiştir Buruna kısas uygulanması, yüce Allah'ın Kitabına uygun olarak sair organlarda olduğu gibi, cinayetin kastî olarak işlenmesi halinde uygulanır. İlim adamları, burnun kırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, burnun kasten kırılması halinde kısas, hata ile kırılması halinde ise Icü'had (bilirkişi takdiri) olacağı görüşünde idi. İbn Nâfi'in rivâyetine göre burun, kökten koparılmadığı sürece diyeti yoktur. Ebû İshâk et-Tunisî ise, bu görüş şazdır. Bilinen birinci görüştür, demektedir. Bilinen birinci görüşü esas alarak fert bir takım hususları sözkonusu edecek olursak: Burnun yumuşak tarafının bir kısmı kesilecek olursa, genel bölümüne oranla tam diyetten bir miktar verilir. İbnü'l-Münzir der ki: Burundan kesilen karşılığında, oranına göre hesab edilerek diyetten verilir. Bu, Ömer b. Abdulaziz ve eş-Şa'bf den rivâyet edilmiş olup, Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Burnun yumuşak bölümü kesilir de burun kökten kopartılmamış ise, fıkıh âlimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bunların arkadaşları bu durumda tam bir diyet ödeneceğini kabul etmişlerdir. Bundan sonra onun bir bölümü kesilecek olursa, o takdirde bilirkişinin takdirine başvurulur. Mâlik ise der ki; Burunda diyet ödenmesini gerektiren cinayet, yumuşağın kesilmesidir. Bu da kemiğin alt bölümünde kalan kısımdır. İbnü'l-Kasım der ki: Yumuşağın kemik tarafından kesilmesi ile burnun gözlerin alt tarafından kemikten kökten koparılması arasında bir fark yoktur, bunun için diyet ödenir. Nitekim, haşefenin kesilmesi halinde de diyet gerektiği gibi, erkeklik organının kökten kopartılması halinde de diyet ödemek gerekir. 11- Burundaki Küçük Yaralamalar; İbnü’l-Kasım der ki: Burundan bir parça kesilir yahut kırılır da iyileşmekle birlikte eskisi gibi düzgün bir halde yerine oturmamışsa, bilirkişi takdiri sözkonusudur. Bu durumda bilinen bir diyet yoktur. Şayet eskisi gibi iyileşmiş ise herhangi bir şey ödemek gerekmez. Yine İbrtü'l-Kasım der ki; Bunun yarılıp da eskisi gibi düzgün bir şekilde iyileşmesi, başta kemiğe kadar varan yaranın açılıp eskisi gibi iyileşmesi ve bunun karşılığında diyetinin ödenmesine benzemez. Çünkü, baştaki bu tür yaralama (mudiha) ile ilgili hüküm, sünnette rivâyet varid olmuştur. Burnun yaralanması hususunda ise herhangi bir rivâyet bulunmamaktadır. Ayrıca burun, tek başına bir kemiktir. Onun hakkında mudiha (sadece derisinin yaralanması) diye birşey sözkonusu değildir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları, burunda câife (göğüs, karın ve benzeri organlarda vücudun iç tarafına kadar ulaşan yara) söz konusu değildir. Yine bunlara göre câife, ancak karm bölgesinde sözkonusudur. el-Mârin; burnun yumuşak tarafına verilen addır. el-Halil ve başkaları da böyle demiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Zannederim ki, burun için revse tabiri onun yumuşak tarafı, (el-mârin) emebe tabiri ise onun yan tarafına verilen addır. Ernebe, revse ve arteroenin burnun yan tarafı olduğu da söylenmiştir. Mâlik, Şâfiî ve Kûfelilerle onlara tabi olan fukahanın kabul ettikleri görüşe göre, eğer koklama eksilir veya tamamen giderse, bunda bilirkişi takdirine gidilir. Yüce Allah'ın: "Kulağa kulak" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), bir adamın iki kulağını kesen kimse hakkında, bilirkişi takdirine gidileceğini söylemişlerdir. Tam diyet ödenmesi ise, işitmenin gitmesi halinde sözkonusudur İşitmenin eksilmesi halinde ise, tıpkı görmede yapılan mukayese gibi burada da yapılır. İşitmenin iki kulaktan birisinde iptal edilmesi halinde yarım diyet ödenir. İsterse daha önceden yalnızca o kulakla işiten olsun. Bu ise, daha önceden de geçtiği üzere çıkartılması halinde tam diyet gerektiren ve gören tek göz ile ilgili hükümden farklıdır. Eşheb de der ki: Eğer işitme ile ilgili olarak iki kulaktan birisi, ikisinin de işittiği kadar işitiyor ise, bana göre gören tek göz gibidir. Şayet bu hususta şüpheye düşülürse, değişik yerlerden ona seslenilmek suretiyle denenir ve bu husus tesbit edilir. Eğer değişik yerlerden seslenmeleri işitmesi, eşit veya birbirine yakın ise, işitmesinden giden miktar kadar ona diyetten hesab edilip verilir ve bu hususta ona yemin de verdirilir. Yine Eşheb der ki: Bu hesaplama onun ayarındaki adamların ortalama işitmesine göre hesap edilir. Eğer denenmekle birlikte yaptığı açıklamalar farklı olursa, o zaman ona bir şey verilmez. Îsa b. Dinar ise der ki: Eğer bu konuda söyledikleri birbirini tutmazsa, yemini ile birlikte ona (işitmesinden giden miktarına tekabül eden) diyetin asgarisi verilir. Yüce Allah'ın: "Dişe diş" âyeti ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diş dolayısıyla kısas uyguladığı ve: "Allah'ın farz yazdığı şey kısastır" Buhârî, Tefsir 2. sûre 24, 5. sûre 6, Sulh 8; Ebû Dâvûd, Diyât 28; Nesâî, Kasâme 17; İbn Mâce, Diyât 16. dediği sabittir. Yine Hadîs-i şerîfte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Dişte de beş deve vardır." Ebû Dâvûd Diyât 18; Nesâî, Kasâme 43; İbn Mâce, Diyât 17. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu hadisin zahirini kabul ediyoruz. Buna göre, ön kesici dişlerin, köpek dişleri, öğütücü dişler ve diğer yan kesici dişler üzerine herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi de hadisin zahirine girmektedir. İlim ehlinin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Hadisin zahiri gereği görüş belirtip, dişler arasında herhangi bir ayrım gözetmeyenler arasında Urve b. ez-Zübeyr, Tavus, ez-Zührî, Katade, Mâlik, es-Sevrî, Şâfiî, Ahmed, İshâk, en-Nu'man ve İbnü'l-Hasan da vardır. Bu görüş aynı şekilde Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve Muaviye'den de rivâyet edilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, biz bunu Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet etmekteyiz. Ömer b. el-Hattâb, ağzın ön tarafındaki dişleri için beşer "fariza" tesbit etmiştir ki bu, toplam olarak her bir "fariza" on dinar kıymetinde olduğundan dolayı elli dinar eder. Öğütücü dişlerin her birisi için de bir deve verilmesini hükmetmiştir. Atâ şöyle derdi: Ön kesici dişlerden köpek dişlerinin yanında olan dişlerin her birisi ile köpek dişlerinin her birisi için beşer deve, geri kalanların her birisi için de ikişer deve vardır. Üst çenedeki dişler ile alt çenedeki dişler arasında bir fark yoktur. Öğütücü dişler de aynıdır. Ebû Ömer der ki: Mâlik'in Muvatta’''ında Yahya b. Said'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den naklettiği, Hazret-i Ömer'in öğütücü dişlerde birer deve diyet hükmettiğine dair naklettiği rivâyete gelince, Muvatta’', Ukûl 7. bunun anlamı şudur: Öğütücü dişler yirmi tanedir. Geri kalan dişler ise on iki tanedir. Bunlardan dört tanesi en ortadaki kesici dişler, diğer dördü ise onların yan tarafında ve köpek dişlerinin yanında bulunan diğer dişler ile, dört tanesi de köpek dişidir. Hazret-i Ömer'in görüşüne göre, böylelikle diyet, seksen deveyi bulmaktadır. Öğütücü dişlerin herbirisinde birer deve, diğerlerinde ise beşer deve. Muaviye'nin görüşüne göre ise, öğütücü dişler ile diğer dişlerin her birisi için beşer deve diyet vardır. Muvatta’', Ukûl 7. Bu durumda da diyet yüzaltmış deve olur. Said b. el-Müseyyeb'in görüşüne göre ise, öğütücü dişlerde ikişer deve verilir. Öğütücü dişler ise yirmi tanedir. Hepsi için kırk deve verilmesi gerekir. Diğer dişlerin herbiri için beşer deve verilmelidir. Bunlar da altmış deve ed-T er. Böylelikle yüz deve olur. İşte bu da deve türünden tam bir diyet eder. Aralarındaki görüş ayrılıkları ise, öğütücü dişlerdedir. Diğer dişlerde değil. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Sahabe ve tabiinin ilim adamlarının dişlere dair diyetteki görüş ayrılıkları ve bunlardan birini diğerinden üstün tutmaları oldukça çoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve es-Sevrî gibi fukahanın kabul ettiği görüşün delili ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her bir dişte beş deve vardır" âyetidir. Âyetin zahiri onların lehine delil teşkil etmektedir. Öğütücü diş de dişlerden bir diştir. İbn Abbâs da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Parmaklar birbirine eşittir. Dişler de birbirine eşittir. Kesici diş ile öğütücü diş birbirine eşittir, bu da buna eşittir". Bu ise açık bir nasstır ve bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Diyât 18; İbn Mâce Diyât 17, Yine Ebû Dâvûd İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ellerin ve ayakların parmaklarını eşit olarak değerlendirmiştir. Ebû Dâvûd Diyât 18; Tirmizî Diyât 4; İbn Mâce Diyât 18. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fukaha topluluğu ile ilim ehlinin büyük çoğunluğu bu eserlerin ifade ettiği görüşe bağlı kalarak bütün parmakların diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, dişlerin de diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, ön dişler ile öğütücü dişlerle köpek dişleri arasında fark olmadığını, bunlardan birinin ötekine üstün tutulmayacağını belirtmişlerdir. Amr b. Hazm'ın Kitabı'nda kaydettiğine göre bu böyledir. es-Sevrî de Ezher b. Muhâribden şöyle dediğini nakletmektedir: Kadı Şureyh'e iki kişi gelip davalaştı. Onlardan birisi diğerinin ön kesici dişine bir darbe indirmiş, diğeri de onun öğütücü dişine isabet ettirmişti. Şureyh dedi ki: Ön kesici diş ve güzelliği, diğer tarafta ise öğütücü diş ve bunun faydası. Her bir diş diğer dişe karşılıktır. Ebû Ömer der ki: Bugüne kadar her tarafta uygulama buna göredir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14- Vurduğu Darbe ile Dişi Karartırsa: Dişine bir darbe vurup karartırsa, Mâlik ve Leys b. Sa’d’ın görüşüne göre tam bir diş diyeti Öder. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Bu görüş Zeyd b. Sabitten de rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, ez-Zührî, el-Hasen, İbn Sîrin ve Şureyh'in de görüşü budur. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan bu durumda dişin diyetinin üçtebiri verileceğini söylediği rivâyet edilmiştir. Ahmed ve İshâk da bu görüştedir. Şâfiî ve Ebû Sevr der ki; Böyle bir durumda bilirkişi takdirine gidilir. İbnü'l-Arabî der ki: Bana göre bu, bir noktada uzlaşması mümkün olabilen bir görüş ayrılığıdır. Çünkü, eğer dişin kararması dişin sağladığı faydayı ortadan kaldırıp geriye sadece çolak el ve kör göz gibi yalnızca şekli kalmış ise, diyetin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan eğer dişin sağladığı menfaatin bir bölümü veya tamarry geriye kalmış ise, ancak menfaatin eksilen miktarı kadar ve bilir kişi takdiri ile tesbit edilecek bir dişin diyetinin bir bölümünün verilmesi gerekir. Ömer (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilen diyetin üçte birinin verileceğine dair rivâyet ise, ne senet bakımından, ne de fıkhî açıdan ondan sahih olarak gelmiş değildir. Dökülmeden önce, küçüğün süt dişlerinin hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Mâlik, Şâfiî ve rey ashâbı şöyle derler: Küçüğün süt dişi sökülür daha sonra onun yerine dişi gelirse o dişi şokene birşey düşmez, Şu kadar var ki, Mâlik ile Şâfiî şöyle demişlerdir: Eğer o dişin yanındaki diğer dişten daha kısa çıkacak olur iset eksikliği miktarınca onun için diyet alınır. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda bilirkişi takdirine gidilir. Bu görüş en-Nehaîden de rivâyet edildiği gibi, en-Nu'man (Ebû Hanîfe) da bu görüştedir. İbnü’l-Münzir der ki: Bu konuda bilgi sahibi olan kimselerin artık bu diş bir daha gelmeyecektir diyecekleri vakte kadar beklenir. Durum böyle olursa, o takdirde hadisin zahirine binaen o dişin tam diyeti ödenir. Daha sonra o diş bitecek olursa, alınmış olan diyet geri ödenir. İlim ehlinden kendilerinden görüş bellenilen kimselerin çoğunluğu ise şöyle der; Bunun için bir sene beklenilir. Bu görüş, Ali, Zeyd, Ömer b. Abdulaziz, Şureyh, en-Nehaî, Katade, Mâlik ve rey sahiplerinden rivâyet edilmiştir. Şâfiî ise bu hususta belli bir süre tesbit etmiş değildir. 16- Büyüğün Sökülen Dişi Yerine Diş Gelirse: Büyüğün dişi sökülüp diyetini aldıktan sonra o dişinin yerine diş gelecek olursa, Mâlik aldığını geri vermez demektedir. Küfe âlimleri İse, yerine başka bir diş gelecek olursa aldığını geri öder, derler. Şâfiî'nin ise, geri öder ve ödemez şeklinde iki görüşü vardır, Çünkü bu adeten görülen bir şey değildir Nadiren görülen şeyler için ise hüküm tesbit edilemez. Bu, bizim ilim adamlarımızın da görüşüdür. Kûfeliler ise şunu delil gösterirler: Sökülen dişin yerini tutacak bir başka diş gelmiştir, o bakımdan aldığı diyeti geri ödemelidir. Bu konudaki görüşlerinin asıl dayanağı ise, küçüğün dişi ile ilgili meseledir. Şafiî der ki: O diş, sağlıklı bir şekilde eskisinin yerine çıktıktan sonra, bir kişi ona karşı bir cinayet İşleyecek olursa, o dişe mukabil tam bir diş diyeti ödenir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu, iki görüşün daha sahih olanıdır. Çünkü, mütecavizlerin her birisi başlı başına bir diş sokmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da her bir diş için beş deve diyet tesbit etmiştir. 17- Sökülen Dişini Yerine Koymak: Bir kişi bir diğerinin dişini sökse, dişi sökülen de hemen onu yerine koyup diş yerine kaynayacak olsa, bize göre herhangi bir şey ödemek gerekmez. Şâfiî ise der ki; Necis olduğundan dolayı, sökülen dişini geriye iade edemez. İbnül-Müseyyeb ve Atâ da böyle demiştir Şayet dişini yerine iade edecek olursa, o dişi meyte hükmünde olduğundan dolayı bu şekilde kıldığı her bir namazı İade etmelidir. Aynı şekilde kulağı da kesilecek ve henüz kanı sıcakken yerine koyup, kulağı yerine yapışacak olursa, yine aynı hüküm sözkonusudur. Atâ der ki: Bu durumda sultan (devlet yöneticisi veya yetkili otorite) onu yerinden sökmeye mecbur eder. Çünkü o, yerine yapıştırdığı bir meytedir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü bu görüşü ileri süren kişi, bunu geri çevirmenin ve o organın eski haline gelmesinin, (necaset) hükmünün de geri dönmesini gerektirdiğini farkedememiş, bilememiştir. Zira bu organda necaset, yerinden ayrıldığından dolayı sözkonusudur. Fakat bilahare eski yerine bitişmiştir. Şeriatin hükümleri ise, aynî şeylerin nitelikleri değildir. Şeriatin hükümleri, o hususta yüce Allah'ın söylediklerine ve bu konuda verdiği haberlere göre ortaya çıkar. Derim ki: İbnü'l-Arabînin Atâ'dan naklettiği ile, İbnü’l-Münzir'in ondan naklettiği arasında farklılık vardır. İbnü’l-Münzir der ki: Kısas olmak üzere sökülen bir diş, daha sonra eski yerine döndürülüp bu diş yerine kaynayacak olursa, hükmün ne olacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Atâ el-Horasanî ile Atâ b. Ebi Rabah bunda bir mahzur yoktur derken, es-Sevrî, Ahmed ve İshâk bu diş bir daha sökülür, demişlerdir. Çünkü kısas, bu hususta kişiyi te'dip içindir. Şâfiî de der ki: Necis olduğundan dolayı onu eski haline geri çevîremez. Çevirecek olursa, sultan onu yerinden sökmeye mecbur eder. Fazla digi olan birisinin o dişi sökülecek olursa, bunun diyetini bilirkişi takdir eder. İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fükahâlan da bu görüştedir. Zeyd b. Sabit ise, bir dişin üçtebir diyeti verilir, demektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Bu konuda diyet miktarım tesbit etmek için herhangi bir delil yoktur. O bakımdan bilirkişi takdirine gitmek daha adaletlidir. İbnü’l-Münzir de der ki: Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyet sahih değildir. Ali (radıyallahü anh)'dan ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kısmı kırılan diş için, kıran kimse dişi kırılana o dişten eksilen miktara göre diyet verir. Bur Mâlik, Şâfiî ve diğerlerinin de görüşüdür. Derim ki: Yüce Allah'ın, âyet-i kerimenin nassı ile zikretmiş olduğu organlar burada sona. ermektedir. Ayet-i kerimede dudaklar ve dil zikredilmemiştir ki bunlar da sonraki başlıkların konusudur. 19- Dudakların ve Dilin Diyeti: Cumhûr der ki: Duduklarda tam bir diyet vardır. Her bir dudak için , yarım diyet verilir. Üst dudağın alt dudağa üstünlüğü yoktur. Zeyd b. Sabit, Said b. el-Müseyyeb ve ez-Zührî'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Üst dudak karşılığında üçtebir diyet, alt dudak karşılığında ise, üçteiki diyet verilir. İbnü'l-Münzir der ki: Ben de birinci görüşteyim. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen merfu' hadiste O: "İki dudakta da bir diyet vardır" Nesâî, Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyat 125. diye buyurmuştur. Diğer taraftan iki elde de -sağladıkları faydalar farklı olsa dahi- bir diyet vardır. İki dudaktan kesilen miktar ise, bütüne oranına göre hesap edilir. Dil ile ilgili olarak da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Dilde de diyet vardır" Dârimî, Diyat 12; Ebû Dâvûd, el-Merasıt, s. 214. hadisi varid olmuştur. Medineli ve Kûfeli ilim ehli ile hadis ashâbı ve rey ashâbı da icma ile bu görüştedirler. Bunu da İbnü'l-Münzir ifade etmiştir. 20- Dilin Bir Bölümü Kesilecek Olursa: Bir kimse, bir başkasının dilinin bir parçasını kesecek ve konuşma yeteneğinin bir bölümü gidecek olursa, hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demiştir: (Arapçadaki) yirmisekiz harften kaçını konuşamadığına bakılır. Onun konuşma imkânının gittiği miktarda diyet verir. Şayet tamamiyle konuşamayacak hale gelirse, tam bir diyet öder. Bu; Mâlik, Şâfiî, Ahmed, ..... ve rey ashâbının da görüşüdür. Mâlik der ki: Tam bir kısas mümkün olamadığından dolayı dilde kısas yoktur. Eğer kısas mümkün ise, kısas uygulamak asıl olandır. 21- Lâl Kimsenin Dilini Kesmek: Konuşamayan lâl kimsenin dilinin kesilmesi hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şa'bî, Mâlik, Medineli âlimler, Sevrî, Iraklılar, Şâfiî, Ebû Sevr, Nu'man (Ebû Hanîfe) ve iki arkadaşı bu durumda bilirkişi takdirine gidilir, derler. İbnü'l-Münzir der ki: Bu hususta şaz iki görüş de vardır. Birisi Nehaînin görüşüdür bu durumda tam bir diyet ödenir derken, diğeri Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre ise diyetin üçtebiri verilir. İbnü'l-Münzir der ki: Birinci görüş daha sahihtir, çünkü bu konuda söylenenlerin asgarisi odur. İbnü'l-Arabî der ki: Şanı yüce Allah, temel azaları nass ile zekrettikten sonra, diğerlerini de bunlara kıyas yapılsın diye zikretmemiştif: Buna göre, kısasın sözkonusu olduğu herbir organda eğer kısas uygulama imkânı var ve burîdan dolayı da kişinin öleceğinden korkulmuyor ise, kısas uygulanır. Sağladığı menfaat tamamiyle ortadan kalkıp geriye sadece şekli kalan her bir organda ise, kısas yoktur. Bunda kısasa imkân bulunmadığından dolayı diyet ödenir. Yüce Allah'ın: "Yaralar da birbirine kısastır." yani, birbiriyle takas edilir demektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Daha ileri boyutlara varmasından korkulan yaralar ile kısası uygulayacak olanın hata etmeksizin yahut daha fazlasına götürmeksizin ya da eksik yapmaksızın uygulaması mümkün olmayacak şeylerde de kısas sözkonusu olmaz. Kısas uygulamanın mümkün olduğu kasti yaralamalarda ise kısas yapılır. Bütün bunlar, yaralamaların kasti olması halinde böyledir. Hata ile olması halinde ise diyet sözkonusudur. Hata ile öldürmede diyet sözkonusu olduğu gibi, yaralamalarda da diyet sözkonusudur. Müslim'in Sahih'inde, Enes'den rivâyete göre, er-Rubeyy"ın kız kardeşi -Um Harise- birisini yaralamıştı. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda davalaştılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kısas, kısas" diye buyurdu. Um er-Rubeyy: Ey Allah'ın Rasulü dedi, filana kısas mı uygulanacak? Allah'a yemin ederim ki, ona kısas uygulanmayacaktır. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah, Allah. Ey Um er-Rubeyy kısas Allah'ın Kitabı (farz kıldığı hüküm) dır." Um er-Rubeyy hayır, Allah'a yemin ederim ebediyyen ona kısas uygulanmayacaktır, dedi. Hak sahipleri diyeti kabul edinceye kadar o da böylece ısrar edip durdu. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, mutlaka Allah da onun yeminini gerçekleştirir." Müslim, Kasâme 24; Nesâî Kasâme 17; Müsned, III, 284. Derim ki: Bu hadiste sözü edilen, yaralanan kişi bir cariye idi. Yarası ise ön dişinin kırılması şeklinde idi. Bunu, Nesâî yine Enes'ten şöylece rivâyet etmiştir: Enes'in anası bir cariyenin dişini kırmıştı. Allah'ın Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) kısas yapılacağı hükmünü verdi. Kardeşi Enes b. en-Nadr ise: Filanın ön dişini mi kıracaksın? Hayır, seni hak ile gönderene yemin ederim onun dişi kırılmayacaktır, dedi. Bundan önce ise, yakınlarından af edip diyet almalarını istemişlerdi. Kardeşi olan Enes'in amcası, -ki bu, Uhud günü şehid düşmüştü- yemin edince, onlar da affetmeye razı oldular. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir. " Nesâî, Kasâme 18. Bunu Ebû Dâvûd da rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd devamla der ki: "Ben, Ahmed b. Hanbel'e diş dolayısıyla nasıl kısas uygulanır diye sorulurken, Onun da: "Törpülenmesi suretiyle diye cevap verdiğini dinledim." Ebû Dâvûd Diyât 28. Aynı olayla başka yerlerde de kaydedilen diğer rivâyetleri için bk. Buhârî, Tefsir 2. sûre 24, 3. sûre 6, Sulh 8; Nesâî, Kasâme 17,18; İbn Mâce, Diyât 16; Müsned, III, 284. Derim ki: Her iki hadis arasında her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü, onların her birisinin ayrı ayrı yemin etmiş olmaları, Allah'ın da bu yeminlerini gerçekleştirmiş olması muhtemeldir. Bu olayda, ileride yüce Allah'ın izniyle, Hızır (aleyhisselâm) kıssasında açıklanacağı üzere (el-Kehf, 18/66. âyet ve devamının tefsirinde) evliyanın kerametine de delalet vardır. Yüce Allah'tan onların kerametlerine îman etmek üzere bize sebat vermesini ve herhangi bir mihnet ve fitneye maruz bırakmaksızın, bizleri de onların arasına katmasını dileriz. İlim adamları, yüce Allah'ın: "Dişe diş" âyetinde sözü geçen kısasın kasti hallerde sözkonusu olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Bir kişi, bir diğerinin dişini kasti olarak kıracak olursa, Enesin hadisine göre ona kısas uygulanır. Fakat, ilim adamları, vücuddaki diğer kemiklerin kasti olarak kırılması ha-İinde farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Uyluk kemiği, omurga, me'raume, münakkıle ve hâşime (tanımlan biraz sonra gelecektir) gibi daha ileri derecelere ulaşacağından korkulanlar dışında, bedendeki bütün kemiklerde kısas uygulanır. Ancak tehlikeli olan bu gibi hallerde diyet sözkonusudur. Küfe âlimleri ise derler ki: Diş dışında kırılan hiçbir kemikte kısas sözkonusu olmaz. Çünkü yüce Allah: "Dişe diş" diye buyurmuştur. Bu aynı zamanda el-Leys ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Şâfiî der ki: Hiçbir zaman bir kırık bir diğer kırık gibi olamaz. O halde kemiklerde kısas yasaktır. Tahavî der ki: Baş kemiğinin kırılmasında kısas olmayacağı hususunu fakihler ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer kemiklerde de durum böyledir. Mâlik'in lehine delil ise, Enes yoluyla rivâyet edilen dişte kısasa dair Hadîs-i şerîftir. Diş de bir kemiktir. O halde, ölüm ile neticelenir korkusuyla kısas uygulanması mümkün olmayacağı icma ile kabul edilmiş bir kemik olması dışında sair bütün kemikler de böyledir. İbnü'l-Münzir der ki: Hiçbir kemikte kısas uygulanmaz diyen kimse, Hadîs-i şerîfe muhalefet etmektedir. Haberin varlığına rağmen, onu bırakıp kıyasa başvurmak ise câiz değildir. Derim ki: Yine yüce Allah'ın: "Artık size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin" (el-Bakara, 2/124); "Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan saldırının benzeri ile karşılık verin" (en-Nahl, 16/126) âyeti da buna delalet etmektedir. Fukahanın icma ile kısas uygulanamayacağını söyledikleri bu âyetin kapsamına girmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve başarı da Allah'tandır. 24- Başta ve Vücudun Diğer Bölgelerindeki Yaralamalar; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın mûdiha ile, onun dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalar (şicâç)’e dair hadisi hakkında Ebû Ubeyd şöyle demektedir: el-Esmaî ve başkaları der ki: (Dilcilerin) bu husustaki açıklamaları birbirine karışmıştır. Şicâc (baş ve yündeki) yaralamaların birincisi, hârisa diye bilinir. Bu ise, deride az miktarda açılan yaraya denilir. İşte elbiseyi ağartan kimse, kumaşı yardığı zaman denmesi buradan gelmektedir. Bu tür yaralamaya el-Harsa da denilir. "Bundan sonra badia gelir. Bu da deriyi yardıktan sonra eti de yaralayan yaranın adıdır Arkasından, mütelâhime gelir. Bu da deriyi yaralamakla birlikte, et ile kemik arasındaki simhak diye bilinen ince zara kadar ulaşmayan yaradır, el-Vakidî der ki: Bu yaralamaya biz miltâ demekteyiz. Başkası ise bu, miltât diye bilinen yaralamadır, demektedir. İşte Hadîs-i şerîfte hakkında: "Miltâtda ise kanına göre hüküm verilir kan akıtıldığı andaki haline göre takdire gidilir" İbnu'l Ashâb, en-Nihâye, IV, 357. denilen yaralamada da bu kastedilmektedir Bundan sonra Mûdiha gelmektedir. Bu ise, kemiğin beyazlığı görününceye kadar kemik üzerindeki ince zan sıyıran veya yaran yaralama şeklîdir. İşte buna Mûdiha denilir, Ebû Ubeyd der ki: Baş ve yüzdeki yaralamalar arasında özel olarak mûdiha dışında hiçbirisinde kısas sözkonusu değildir, Çünkü, bunun dışında ulaşılabilecek, sınırı belli bir yaralama sözkonusu değildir. Bu mûdiha dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda diyetleri neyse o verilir. Bundan sonra kâşime gelir. Bu ise, kemiğin kırılmasına yol açanyaralamadır. Bundan sonra, münakkıle gelir. El-Cevherî bunu "kaf harfinin esrelisi ile nakletmiştir. Bu da kemiği yerinden çıkartmaya neden olan yaralamadır. Bundan sonra, âmme gelir. Buna, me'mume de denilmektedir. Bu ise, beyine kadar ulaşan yaralamadır. Ebû Ubeyd der ki: "Miltât'da da kanına göre verilir" hadisi hakkında şöyle denilmektedir: Kişi böyle bir yara açacak olursa, o yara açanın aleyhine, yaralanan kimsenin lehine yaraladığı anda, derhal o yaranın diyetini ödemesi hükmü verilir ve bu hususta erteleme yapılmaz. Yine (Ebû Ubeyd) der ki: Bize göre, baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda işin nereye varılacağı görülünceye kadar beklenir. İşin varacağı yer ortaya çıktıktan sonra, o vakit o yara hakkında hüküm verilir. Ebû Ubeyd der ki: Bize göre yüz ve baştaki bütün yaralamalar ile bedendeki sair yaralamalarda da beklenir: Bize Huşeym, Husayn'dan naklederek dedi ki: Ömer b. Abdulaziz dedi ki: (Kemiğe kadar ulaşan yaralama olan) Mûdiha'dan aşağısında ki yaralamalar bir takım çiziklerden ibarettir, bunlar karşılığında sulh sözkonusudur Hasan-ı Basrî der ki: Mûdiha'dan aşağısındaki yaralamalarda kısas sözkonusu olmaz. Mâlik de der ki: Zan ortaya çıkartan mûdiha ile dâmiye, bâdia ve buna benzer yaralamaların aşağısındakilerde kısas uygulanır. Kûfeliler de böyle demişler ve bunlar buna ayrıca simhâk (kemik üstündeki zara kadar ulaşan yaralama) da eklemişlerdir. Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Dâmiye kan akmaksızın kanatan yaralamadır. Dâmia ise, böyle bir yaradan kanın akması halinde verilen isimdir. Mûdiha'dan aşağisındaki yaralamalarda kısas yoktur. el-Cevherî ise der ki: Dâmiye, kanatan fakat kam akmayan baş ve yüzdeki yaralamadır. Bizim (Mâliki mezhebi) âlimlerimiz der ki: Dâmiye, kanın aktığı yaradır. Mûdiha'dan derin yaralamalarda da kısas sözkonusu değildir. Kemiği kıran (hâşime) ile munakkile (kemiği yerinden ayıran) -özel olarak bundaki görül ayrılığı ile birlikte- ve beyine kadar ulaşan yara olan âmme ile beyin zarını da yararak beyine kadar ulaşan dâmiğada kısas sözkonusu değildir. Bedendeki hâşimelerde ise kısas vardır. Ancak baldır ve buna benzer daha tehlikeli sonuçlara ulaşacağından korkulan kemik kırmalar müstesnadır. Baştaki haşime ile ilgili olarak İbnü’l-Kasım der ki: Bunda kısas sözkonusu olmaz. Çünkü bunun, hâşimeden çıkıp munâkkıle'ye kadar ulaşması kaçınılmaz bir şeydir, Eşheb ise der ki: Hâşimede kısas uygulanır. Ancak bu hâşime munakkile derecesine ulaşacak olursa onda kısas uygulanmaz. Azalara gelince, ölüm tehlikesinden korkulanlar dışında bütün eklemlerde kısas uygulanır. Burnun yumuşak bölümü, kulaklar, erkeklik organı, gözkapakları ve dudaklar da eklem hükmündedir. Çünkü bunlar, belli bir şekilde ölçülüp takdir edilebilirler. Dil hususunda ise iki rivâyet vardır Kemiklerin kırılmasında kısas sözkonusudur Ancak, göğüs, boyun, omurga, uyluk ve buna benzer insanı ölüme kadar götürebilecek olanları müstesnadır. Pazu kemiğinin kırılmasında da kısas vardır. Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, bir başkasının uyluğunu kıran kimseye7 yine uyluğunun kınlması hükmünü vermiş; Abdulaziz b. Abdullah b. Halid b. Esid de Mekke'de bunu uygulamıştır. Ömer b. Abdulaziz'den de böyle bir uygulama yaptığı rivâyet edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz gibi Mâlik'in görüşü budur ve şöyle demiştir: Bu, onlar tarafından tema ile kabul edilmiştir; bizim beldemizde bir kişiye bir darbe vurunca, diğeri eliyle kendisini ondan korumak isterken, elini kırarsa, ona kısas uygulanması şeklindedir. 25- Baş, Yüz ve Vücudun Sair Bölgelerindeki Yaralamaların Diyetleri: İlim adamları der ki: Şicâc, baştaki yaralamalar hakkında, cirâh da vücudun sair bölgelerindeki yaralamalar hakkında kullanılan tabirlerdir. İbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre, ilim adamları mûdihadan aşağıdaki baş yaralamalarında erş (yaralama diyeti") olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu diyetin miktan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mûdihadan aşağıdaki yaralamalar ise beş tane olup, bunlar; dârniye, dâmia, bâdia, mütelahime ve simhâk diye bilinir. (Mütelâhime, badiadan daha çok derine varan fakat kemiğe de yaklaşmayan yaralamanın adıdır.) Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk ve rey sahipleri, dâmiye, bâdia ve müteîahime hakkında da bilirkişi takdiri sözkonusudur derler. Abdurrezzak ise Zeyd b. Sabit'ten şöyle dediğini nakletmektedir; Damiye'de bir deve, bâdiada iki deve, mütelahimede de üç deve verilir. Simhâkta; dört deve, mûdihada beş deve, hâşimede on deve, münakkılede onheş deve vardır. Me'mûmede tam diyetin üçtebiri verilir. Bir kimseye aklım kaybedecek kadar vuran kişi, tam bir diyet ödeyeceği gibi, bir kimseye vurduğu darbe ile sesinin burnundan çıkmasına ve sözünün anlaşılmamasına sebep teşkil eden de tam bir diyet öder. Ya da sesi kısılıp, söylediği söz anlaşılmayacak hale gelirse, yine tam diyet ödemesi sözkonusudur. Göz kapağında diyetin dörttebiri vardır Memenin ucunda da tam diyetin dörttebiri vardır, İbnül-Münzir der ki: Ali (radıyallahü anh)'dan, simhak hakkında Zeyd'in dediği gibi bir görüş nakledilmiştir. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman'dan da şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Simhâkda mûdiha diyetinin yarısı verilir, Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdulaziz ve Nehaî ise, simhak'da bilirkişi takdirine gidilir, derler. Mâlik, Şâfiî ve Ahmed de böyle demiştir. İlim adamları mûdihada Amr b. Hazm'ın rivâyet ettiği hadiste belirtildiği üzere beş deve verileceği hususunda ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü o hadiste Mûdihada da beş deve vardır, denilmektedir. Amr b. Hazm'ın sözü edilen bu rivâyetinin çeşitli bölümlerine de önceden atıflarda bulunulmuştur. Bu rivâyet Nesâî Kasâme 46, 47; Dârimî, Diyât 12; Dârakutnî, II, 209-210; Ebû Dâvûd, el-Merasil, s. 212"de yer almaktadır. Yine ilim ehli icma ile mûdiha’nın başta da yüzde de olabileceğini kabul etmişlerdir Ancak, yüzdeki mûdihanın baştaki mûdihadan daha üstün olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Bekr ve Ömer'den ikisinin de eşit olduğuna dair görüş rivâyet edilmiştir. Tabiinden bir topluluk da onların görüşlerini kabul ettiği gibi, Şâfiî ve İshak da bu görüştedir. Said b. el-Müseyyeb'den ise yüzdeki mûdihanın diyetini, baştaki mûdihanın iki katı kabul ettiğine dair rivâyet gelmiştir. Ahmed de der ki: Yüzdeki mûdihanın diyetinin artırılması daha uygundur. Mâlik der ki: Me'mûme, mûnakkıle ve mûdiha ancak baş ve yüzde olur. Me'mûme ise, yara beyine ulaşacak olursa, yalnızca başta sözkonusu olur. Yine Mâlik der ki: Mûdiha, kafa tasında olur. Ondan aşağısındaki yaralar ise boyun bölgesinde olur ve bunlarda mûdiha yarası sözkonusu değildir. Yine Mâlik der ki: Burun baştan sayılmaz. Burunda da mûdiha sözkonusu değildir. Alt çenede de aynı şekilde mûdiha olmaz. İlim adamları, bag ve yüzün dışında mûdiha hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ve İbnül-Kasım der ki: Bedendeki mûdiha, munakkıle ve me'mûme'de, içtihad ile diyet takdirinden başka bir yol yoktur. Bu yaralar hakkında bilinen bir diyet (erş) sözkonusu değildir. İbnü'l-Munzir der ki: Mâlik, Sevrî, Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın görüşü budur. Biz de böyle diyoruz. Atâ el-Horasânî'den rivâyet edildiğine göre mûdiha insanın bedeninde olursa, yirmibeş dinar cezası vardır. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları, bir kişiye iki me'mûme yahut iki mûdiha veya üç me'mûme, yada üç mûdiha yahut bundan da fazla miktarda yarayı tek bir darbede açacak olursa, bütün bunlarda -isterse bunlar genişleyip tek bir yara haline gelsinler- tam bir diyet vardır. Hâşime için, bize göre diyet sözkonusu değildir, bilirkişi takdirine gidilir. İbnü’l-Münzir der ki: Ben, Medinelilerin kitaplarında hâşimeden söz edildiğini tesbît edemedim. Bunun yerine Mâlik, bir kişinin burnunu kıran bir kimse hakkında, eğer bu hata yoluyla olmuşsa içtihad ile takdire gidileceğini söylemiştir. Hasan-ı Basrî ise, hâşime hususunda herhangi bir miktar takdir etmezdi. Ebû Sevr de der ki: Eğer bu hususta ihtilâfa düşülecek olursa, hâşimenin cezası bilirkişi tarafından takdir edilir. İbnü'l-Münzir der ki: Kıyas da buna delalet etmektedir. Zira bu hususta ne sünnet vardır, ne de icma. Kadı Ebû'l-Velid el-Bâcî der ki: Hatimenin cezası, mûdihanın cezası gibidir Eğer hâşime, münakkıleye dönüşecek olursa onbeş deve, şayet me'mûme olursa bu sefer tam bir diyetin üçtebiri verilir. İbnü'l-Münzir der ki: İlim ehlinden karşılaştıklarımızın ve kendisinden bize bilgi ulaşanların çoğunun hâşimede on deve takdir ettiklerini tesbit ettik. Biz bu görüşü, Zeyd b. Sabit'ten de rivâyet ettik. Katade, Ubeydullah b. el-Hasen ve Şâfiî de bu görüştedir. Sevrî ve rey sahipleri ise; Hâşimede bin dirhem vardır demektedirler. Bundan kasıtları ise tam bir diyetin ondabiridir. Münakkıleye gelince, İbnü'l-Münzir der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Munakkılede onbeş deve vardır. Nesâî, Kssâme 46, 47,; Dârimî, Diyât 12; Dûrakutnî, III, 210; Müsned, II; Ebû Dâvûd. El Merasil, s. 212. İlim ehli de bunu icma ile kabul etmiştir. İbnül-Münzir der ki: İlim ehli arasından kendisinden ilim bellenen herkes, munattkılenin, kemiği yerinden oynatan yara olduğunu ifade etmişlerdir. Mâlik, Şafîîi, Ahmed ve rey ashâbı -bu, aynı zamanda Katade ve İbn Şubrume'nin de görüşüdür- munakkılede kısas yoktur, demişlerdir ez-Zübeyr'den ise -ki ondan sabit olmamıştır- munakkılede kısas uyguladığını rivâyet etmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Münzir der ki: Fakat birinci görüş daha uygundur. Zira ben, bu hususta muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyorum. Me'mûmeye gelince, İbnü’l-Münzir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan: "Me'mumede diyetin üçtebiri vardır" Nesâî, Dârimî, el-Merasil, aynı yerler, Dârakutnî, III, 209-210. dediği varid olmuştur. İlim ehli de genel olarak bu görüşü kabul etmiştir. Bu hususta Mekhul dışında muhalefet eden bir kimse olduğunu da bilmiyoruz. Mekhul der ki: Me'mûme kasti olarak yapılırsa cezası tam diyetin üçteikisidir. Eğer hata yoluyla yapılırsa, tam diyetin üçtebiridir. Bu ise şaz bir görüştür, ben birinci görüşü kabul ediyorum. Me'mûme dolayısıyla kısas hususunda farklı görüşler vardır, İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir: Bunda kısas sözkonusu olmaz. İbn ez-Zübeyr'den ise, me'mûme dolayısıyla kısas uyguladığı rivâyet edilmiş ise de insanlar bunu tepki ile karşılamışlardır. Atâ der ki: İbn ez-Zübeyr'den önce biz, me'mûme dolayısıyla kısas uygulayan kimse olduğunu bilmiyoruz. Câife'ye Câife; Göğüs, karın, sırt, iki böğür, ya da boğazdan içeriye doğru açılan her bir yaradır. gelince; Amr b. Hazm yoluyla gelen hadise binaen câifede tam diyetin üçteikisi vardır. Eğer hata yoluyla yapılmışsa, diyetin üçtebiri vardır. Câife ise, bir iğne girecek kadar dahi olsa vücudun karın bölgesine delerek ulaşan hertürlü yaradır. Şayet iki taraftan oraya ulaşacak olursa, fukahaya göre bu iki tane câife olur ve herbirisinde tam diyetin üçteikisi verilir. Eşheb der ki: Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh) vücudun öbür yan tarafından çıkan bir câife hakkında İki câîfe kadar diyet Ödenmesi hükmünü vermiştir. Atâ, Mâlik, Şâfiî ve rey ashâbının hepsi, câifede kısas yoktur demektedirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz. 26. Tokat ve Benzeri Cinayetlerde Kısas: Tokat ve benzeri cinayetlerde kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Buhârî, Ebû Bekir, Ali, İbnüz'-Zübeyr ve Süveyd b. Mukarrin (radıyallahü anhüm)'dan tokat ve benzerlerinden dolayı kısas uyguladıklarını zikretmektedir. Buhârî, Diyât 21. Osman ile Halid b. el-Velid (r. anhuma)'dan da buna benzer rivâyetlerde bulunulmuştur. Bu, aynı zamanda Şa'bî ve ilim ehlinden bir topluluğun da görüşüdür el-Leys der ki: Şayet tokat göze vurulmuş ise bunda kısas yoktur. Çünkü, kısas uygulanacak olan kimsenin gözüne bir tehlike gelmesinden korkulur. Bunun yerine sultan onu cezalandırır. Eğer tokat yanağa vurulmuşsa bunda kısas uygulanır. Bir kesim de tokatta kısas yoktur, demektedir. Bu görüş, el-Hasen ve Katade'den rivâyet edildiği gibi, Mâlikin, Kûfelilerin ve Şâfiî'nin de görüşüdür. Mâlik bu hususta şu sözleriyle delil getirmektedir: Zayıf ve hasta bir kimsenin vuracağı tokat, güçlü bir kimsenin tokatı gibi değildir. Belli bir konum ve mevkii bulunan bir kimsenin tokatı ile siyah kölenin tokatı da bir değildir. İşte bizim tokatın miktarı hususundaki bilgisizliğimiz dolayısıyla bütün bu gibi durumlarda içtihada gidilir. 27- Kamçı Darbesi Dolayısıyla Kısas: Kamçı darbesi dolayısıyla kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. el-Leys ve el-Hasen kamçı ile vurana kısas uygulanır ve ayrıca yaptığı saldırganlığı dolayısıyla ona fazlası da vurulur derler. İbnü'l-Kasım ise ona sadece kısas uygulanır, demektedir. Kûfeliler ile Şâfiîlere göre ise, yaralaması hali dışında ona kısas uygulanmaz. Şâfiî der ki: Eğer kamçı yaralayacak olursa, bunda bilirkişi takdirine gidilir. İbnü'l-Münzir der ki: Kamçı, sopa veya taş ile isabet alıp ölümden daha aşağı yaralamalar sözkonusu olursa, bu kasti bir yaralamadır ve bunda kısas sözkonusudur. Hadis ehlinin çoğunluğu bu görüştedir. Buhârî'de iser Hazret-i Ömer'in eldeki asa dolayısıyla vurulan darbeden kısas uyguladığı, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'in da üç kamçıdan dolayı kısas uyguladığı kaydedilmektedir. Kadı Şureyh'fn de bir kamçı ve bir kaç tırmalama İzi dolayısıyla kısas uyguladığı belirtilmiştir. Buhârî, Diyât 21. İbn Battal der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisine ilaç içiren bütün hane halkına aynı şekilde ilaç İçirilmesini emrettiğine dair hadisi, Buhârî, Megâzİ, 83, Tıb 21; Müslim, Selâm 85; Tirmizî, Tıb 32; Müsned VI, 53, 118, 438. hertürlü acıdan dolayı -yaralama sözkonusu olmasa dahi- kısas uygulanacağını kabul eden kimseler lehine bir delildir. 28- Kadınların Yaralanmalarının Diyeti: Kadınların yaralanmalarına karşılık alınacak diyet hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Muvatta’''da Mâlik'ten, onun, Yahya b. Said'den, onun, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre Said şöyle dermiş: Erkeğin diyetinin üçtebirine kadar, kadın erkekten diyet alır. Kadının parmağı, erkeğin parmağı, dişi erkeğin dişi gibidir. Kadının mûdihası erkeğin mâdihası gibi, munakkılesi de erkeğin munakkılesi gibidir. Muvatta’', Ukûl 4. İbn Bukeyr der ki: Mâlik dedi ki: Eğer kadının alması gereken diyet, erkeğin diyetinin üçtebirine ulaşacak olursa, o takdirde erkeğin hakettiği diyetin yarasını alabilir. İbnü'l-Münzir de der ki: Biz bu görüşü, Ömer ile Zeyd b. Sabitten rivâyet ettiğimiz gibi, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr, ez-Zührî, Katade, İbn Hurmuz, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Abdulrnelik b. el-Macişûn da bu şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Az olsun, çok olsun her hususta kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısıdır. Biz bunu, Ali b. Ebî Tâlib'den rivâyet ettik. es-Sevrf, Şâfiî, Ebû Sevr, en-Nu'man (b. Sabit, Ebû Hanîfe) ve iki arkadaşı da bu görüştedir. Delil olarak da şunu göstermişlerdir: Çok olan tam diyet hususunda (kadının diyetinin erkeğinkinin yarısı olacağı üzerinde icm'a ettiklerine göre, ondan az olan) miktarın da böyle olması gerekmektedir. Biz de bu görüşteyiz. 29- Önemli Bir Faydası Olmayıp, însan Vücudunda Güzellik Arzeden Organlar: Kadı Abdulvehhab der ki: Hiçbir şekilde menfaati bulunmayıp güzelliği bulunan her şeyde hükümet (bilirkişi takdiri) vardır. Kaşlar, sakal, saçın gitmesi, erkeğin memesi ve kalçaları gibi. Bilirkişinin takdiri ise şöyle yapılır: Kendisine karşı suç işlenen kişi eğer kusursuz bir köle olsaydı ne ederdi, diye ona kıymet biçilir. Ondan sonra cinayet sonucu meydana gelen eksik durumu ile ona kıymet biçilir. Kıymetinden eksilen miktar onun diyetine oranlanır, miktar ne olursa olsun o oran ödenir. İbnül-Münzir bunu, kendisinden ilim bellenen ilim ehli herkesten nakletmiştir. Ve şöyle demiştir: Bu hususta ise, işi bilen güvenilir iki kişinin sözleri kabul edilir. Hatta adaletli tek bir kişinin sözü kabul edilir de denilmiştir. Şanı yüce Allah en iyi bilendir. İşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamının ihtiva ettiği vücud ve azalardaki yaralamalara dair hükümlerin bir özetidir. Bu kadarı ile yetinen kimseler için bu açıklamalar yeterlidir. Lütuf ve keremiyle hidâyete ileten Allah'tır. 30- Kısas Hakkını Bağışlamak Bir Sadakadır: Yüce Allah'ın: "Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur" âyeti, şart ve cevaptır. Yani, kim kısas hakkıru tasadduk edip affederse buf bu hakkını tasadduk eden kimse için bir keffaret olur. Bunun yaralayan kimse için keffaret olacağı ve âhirette işlediği bu cinayeti sebebiyle sorumlu tutulmayacağı anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü böyle bir af, yaralayan kimseden hakkın alınmasının yerini tutmaktadır. Ona bu hakkı bağışlayan da ecir alır, İbn Abbâs, bu iki görücü de zikretmekle birlikte, ashâbın ve onlardan sonra gelenlerin çoğunluğu birinci görüşü kabul etmişlerdir. İkinci görüş ise, İbn Abbâs ve Mücahid'den rivâyet edilmiştir. İbrahim en-Nehaî ve en-Nehaî'den de bu görüşle birlikte farklı rivâyet de gelmiştir. Ancak birincisi daha güçlüdür, Çünkü, birinci görüşe göre zamir zikredilmiş bir isme racidir ki, o da; "Kim" lâfzıdır. Ebû'd-Derdadan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Herhangi bir müslümana vücudunda bir musibet gelip çatar, o da bunu (kendisine o zararı verene) bağışhyacak olursa, mutlaka Allah bundan dolayı onu bir dereceye yükseltir ve yine bunun karşılığında onun bir günahını kaldırır." Tirmizî, Diyat; İbn Mâce, Diyât 35. İbnü'l-Arabî der ki: Yaralanan kişi yaralayanı affettiği takdirde, Allah da onu (yaralayanı) affeder diyen kimsenin bu sözünü destekleyecek bir delil yoktur. O bakımdan bu görüşün bir anlamı da olmaz. 46Ardlarından da izletince, kendinden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsa'yı gönderdik. Biz ona, içinde hidayet ve nûr bulunan İncil'i de -kendinden önce inen Tevrat'ı doğrulayıcı, takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olmak üzere-verdik. Âyetin tefsiri için bak: 47 47 İncil sahipleri de Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, fasıkların tâ kendileridir. "Ardlarından da İzletince, kendinden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsa'yı gönderdik." Yani Biz, Îsa'yı onların izletince gönderdik. Bunlardan kasıt ise, Allah'a teslim olmuş olan peygamberlerdir. Hazret-i Îsa, kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat'ı tasdik etmişti. Yani, Tevrat'ı hak bir kitap olarak kabul etmişti. Onu neshedici bir hüküm gelinceye kadar Tevrat gereğince amel etmenin vacib olduğunu kabul etmişti. "Doğrulayıcı olarak" kelimesi, Hazret-i Îsa'dan hal olmak üzere mansub'dur. "İçinde hidayet... bulunan" kelimesi ise mübteda olmak üzere merfu'dur. "Ve nûr" kelimesi ise ona atfedilmiştir. "Doğrulayıcı olmak üzere" ise, iki şekilde anlaşılabilir. Bunun Hazret-i Îsa'ya ait kabul edilerek, ilk geçen "doğrulayıcı olarak" kelimesine atfedilmesi mümkün olduğu gibi, İncil için hal olarak kabul edilmesi de mümkündür. O takdirde ifade şöyle anlaşılmalıdır: Biz ona, içinde hidâyet ve nûr bulunan ve doğrulayıcı olmak üzere İncil'i verdik. "Bir hidayet ve öğüt olmak üzere" kelimeleri, daha önce geçen "doğrulayıcı" kelimesine atfedilmiştir. Yani, hidâyete ileten ve öğüt olan (bir kitap.) olarak. "Takva sahipleri için" âyetinde özellikle zikredilmeleri öğüt ve hidâyetten yararlananların onlar olacağından dolayıdır, "Hidayet ve öğüt" kelimelerinin daha önce geçen: "İçinde hidayet ve nûr bulunan" âyetine atfedilmiş olmaları da mümkündür. Yüce Allah'ın: "İncil sahipleri de Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin" âyetindeki fiili, el-A'meş ve Hamza, baştaki "lâm" harfini,"lâm-ı key" olmak üzere mansub, diğerleri ise emir lâm'ı olmak üzere fiili cezm ile okumuşlardır. Birinci okuyuşa göre buradaki "lâm", yüce Allah'ın; "ona... verdik" âyetine taalluk eder ve bu durumda durak câiz olmaz. Yani, Biz ona İncili, kendisine îman edenler, Allah'ın o İncil'de indirdikleri gereğince hükmetsinler diye indirdik, demek olur. Baştaki bu "lâm" harfini emir "lâm"i olarak okuyanların kıraatine göre ise, bu da yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Mâide, 5/49) âyetini andırmaktadır. O bakımdan bu, yeni bir cümle (istinaf) gibi olup, bir yükümlülük ifade eder, Yani, İncii sahipleri, onunla hükmetsinler. Bu da, o dönemde sözkonusu idi. Ama şimdi (yani Kur'ânın nüzulünden sonra) o, nesh olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Bu, hıristiyanlara şu andan itibaren, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmeleri için verilmiş bir emirdir. Çünkü İncil'de ona îman etmeyi vacip kılan hükümler vardır. Nesh ise, Usulü'd-Din’de (itikadı hükümlerde ), de fer’i hususlarda düşünülebilir. Mekkî der ki: Tercih edilen okuyuş, tîilin cezm ile okunmasıdır. (Yani, baştaki "lâm'ın emir "lâm"ı olmasıdır). Çünkü cemaat (çoğunluk) bu görüştedir Diğer taraftan ondan sonraki tehdit ifadeleri de, yüce Allah'ın tncil sahipleri için bağlayıcı bir emir verdiğine delalet etmektedir, en-Nehhâs der ki: Kanaatimce doğru olan her ikisinin de güzel birer kıraat olduklarıdır. Çünkü şanı yüce Allah, ne kadar kitap indirmiş ise, mutlaka gereğinci amel olunsun diye indirmiş ve o kitabın içindeki hükümler gereğince amel edilmesini emretmiştir. Dolayısıyla,'aynı anda her iki kıraat de sahihtir. 48Biz sana Kitabı hak ile -kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahid olmak üzere- İndirdik. O-halde, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uymaleyhisselâmizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi. Öyleyse, hayırlı işlere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Ve O, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Yüce Allah'ın: "Biz sana" âyetinde hitab, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. “Kitabı" Kur'ân-ı Kerîmi, "hak ile" hak emir ile "Kendinden önce İndirilen kitapları" Maksat, kitapların cinsi (türü) dir. "Doğrulayıcı" âyeti, haldir. "Ve onlara karşı bir şahid" onların üstünde ve onlardan yukarda "olmak üzere indirdik." İşte bu, sevabın çokluğu bakımından Kur'ân-ı Kerîmin faziletinin üstünlüğüne delalet ettiğini kabul edenlerin görüşüne delil teşkil etmektedir. Nitekim daha önce el-Fâtiha sûresinde (faziletlerine dair bölümde) buna işaret edilmişti Bu, aynı zamanda İbnül-Hassar'ın "Şerkü's-Sünne adlı eserindeki tercihidir. Yine onun bu naklettiklerini biz de "Şerhü'l-Esmai't-Hüsnâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamd olsun. Katade der ki: el-Müheymin kelimesinin anlamı, şahidlîk edendir. Koruyucu demek olduğu da söylenmiştir. el-Hasen, doğrulayıcı demektir, der. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Şüphesiz ki, Kitab Peygamberimize bir muheymin'dir (şahid ve doğrulayıcıdır) Hakkı ise, özlü. akıl sahipleri bilir İbn Abbâs der ki: Burada "müheymin" kendisine güvenilen demektir. Saîd b. Cübeyr der ki: Kur'ân-ı kerim, kendisinden önceki kitaplar hususunda güven duyulan bir kitaptır. İbn Abbâs ve yine el-Hasen şöyle demektedir: Müheymin, güvenilir (emin) demektir. el-Müberred der ki: Bu kelimenin aslı olup bunun hemzesi, "he"ye değiştirilmiştir. Nitekim, Suyu döktüm derken, hemze yerine "he" kullanılarak, denilir. ez-Zeccâc da böyle demiştir, Ebû Ali de böyle demiştir. Bu kelimenin (ibdalden sonra) çekimi şu şekilde yapılır: Îsm-i faili de şeklinde güvenilir, güven duyulan anlamında olur. el-Cevherî der ki: Bu kelime, başkasına korkudan yana emniyet ve güvenlik veren kimse demektir. Bunun aslı ise, iki hemzeli olarak; şeklindedir İkinci hemze, iki hemze yanyana gelmesi hog olmadığından dolayı "ye" harfine dönüştürülünce; şeklinde olmuştur. Daha sonra da birinci hemze "he"ye inkilab etmiştir. Nitekim, Suyu döktü, denilin (Ve hemze ile "he" harfleri biri diğerinin yerine kullanılır) Bir şeye koruyuculuk yaptığı takdirde; denilir, ism-i faili de; şeklinde gelir. Bu açıklamalar Ebû Ubeyd'den nakledilmiştir. Mücahid ile İbn Muhaysın, bu kelimeyi "müheymen" şeklinde, "mim" harfini üstün olarak okumuşlardır. Mücahid der ki; Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân hususunda güven duyulur. O, bu hususta güvenilir kimse demektir. Yüce Allah'ın: "O halde aralarında Allah'ın İndirdiği ile hükmet" âyeti, kitaptaki hükümler gereğince hükmetmeyi farz kılmakladır. Bunun, yüce Allah'ın: "Aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" (el-Mâide, 5/42) âyetindeki muhayyerliği nesh edici olduğu da söylenmiştir. Bu âyetteki bu âyetin vucub ifade etmediği de söylenmiştir. Âyetin anlamı: Dilersen aralarında hükmet, şeklindedir. Zira, kâfirler zimmet ehlinden olmadıkları takdirde aralarında hükmetmek bizim için farz değildir. Zimmet ehli hakkında ise, farklı görüşler vardır ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet ile insanlar arasında hükmetmenin kastedildiği de söylenmiştir. İşte, insanlar arasında hükmetmek, onun üzerine bir farzdır. Yüce Allah'ın: "Onların heveslerine uyma" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız. Yüce Allah'ın: "Onların heveslerine uyma" âyeti şu demektir: Sana gelen hakkı bırakıp, onların hevâ ve hevesleri gereğince, onların istekleri doğrultusunda iş görme. Yani, yüce Allah'ın Kur'ân-ı kerim'de hakka ve ahkâma dair beyanlar gereğince hüküm vermeyi terk etme. Ehvâ kelimesi, hevânın çoğuludur. Hevâ kelimesi, ehviye şeklinde çoğul yapılmaz. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah Peygamberine, kendisini çekmek istedikleri noktalarda onlara tabi olmayı yasaklamaktadır. Bu da şu görüşte olanların sözlerinin batıl olduğuna delalet etmektedir: Zimmilere ait şarabı telef eden bir kimsenin o şarabın kıymetini onlara ödemesi gerekir. Bu sözün batıl olması ise, şarabın onlar için mal olmamasından dolayıdır. Mal olmadığı İçindir ki, şarabı telef eden kimse onun tazminatını ödemez. Zira, telef edenin onun tazminatını ödemekle yükümlü tutulması, yahudilerin hevaları gereğince hüküm vermek demektir. Oysa biz, onların hevalarına uymamakla emrolunmuşuzdur. Yüce Allah'ın: "Sana gelen hakkı bırakıp..." sana gelen hakka rağmen... demektir. 2- Her Bir Ümmefin Şerâtini ve Yolunu Belirleyen Yüce Allah'tır; "Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" âyeti İse, öncekilerin şeriatlerine bağlanmamak gerektiğine delâlet etmektedir, şirat ve şeriat, kendisi vasıtasıyla kurtuluşa erişilen apaçık yol demektir. Sözlükte şeriat: Kendisiyle suya ulaşılan yol demektir. Şeriat, Allah'ın kulları için din diye indirdiği hükümlerdir. Onlara şeriat yaptı, yapar demek, Sünnet, yasa yaptı, anlamındadır. Sâri' ise en büyük yol demektir. Yine, şirat, yay kirişi demektir. Çoğulu da şeklinde gelir ise, çoğulun da çoğuludur. Bu açıklamalar Ebû Ubeyd'den nakledilmiştir, O halde bu kelime, müşterek bir lâfızdır. Minhac ise, devam eden yol demektir. Nehc ve menhec de aynı şeydir. Bunun anlamı da açık ve seçik olmak demektir. Şair recez vezninde şöyle demiştir: "Kimin bir şüpheai var ki, işte bu Felç (adındaki nehirdir) Oldukça tatlı bir su ve devam edip giden bir yol." Ebû'l-Abbas ile Muhammed b. Yezid der ki: Şeriat yolun başı, rainhâc ise devam edip giden yol demektir. İbn Abbâs, el-Hasen ve diğerlerinden ise: "Bir şeriat ve bir yol" âyetini, bir sünnet ve bir yol diye açıkladıkları rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerimenin anlamına gelince: O, Tevrat'ı tevrat sahipleri, İncili incil sahipleri, Kur'ânı da Kur'ân sahipleri için bir şeriat ve bir yol tayin etmiştir. Bunlar ise şeriat ve ibadetlerde böyledir. Aslı teşkil eden tevhidde ise hiçbir ayrılık sözkonusu değildir. Bu anlamda Katade'den de açıklamalar rivâyet edilmiştir. Mücahid ise der ki: Şir'at ve minhac, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dinidir. O, bu din ile onun dışındaki bütün dinleri nesh etmiştir. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah dileseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapardı" âyeti, sizin şeriatinizi tek bir şeriat yapar, siz de hak üzere olurdunuz demektir. Böylelikle yüce Allah, bu ayrılık ile bir topluluğun îman etmesini, bir diğer topluluğun da küfre sapmasını irade buyurduğunu açıklamaktadır. Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi" ifadesinde, fiilin başındaki "key lâm"ına taalluk eden hazf edilmiş ifade vardır. Yani, fakat O, sizi denemek için sizin şeriatlerinizi çeşitli çeşitli kıldı, demektir. İmtihan etmek (ibtilâ) ise, denemek demektir. Yüce Allah'ın: "Öyle ise hayırlı işlere koşuşun": İtaatleri işlemekte çabuk olun, demektir. Bu, farz olan ibadetleri erken yapmanın onları ertelemekten daha faziletli olduğuna delildir. Farz ibadetlerin, vaktin ilk demlerinde eda edilmesi gerektiği hususunda, namaz müstesna bütün ibadetlerde bu bakımdan hiçbir görüş ayrılığı yoktur Ebû Hanîfe, namazın tehir edilmesinin daha uygun olduğu görüşündedir, Ancak, âyet-i kerimenin umum ifadesi ona karşı bir delildir. Bu açıklamayı el-Kiyâ et-Taberî yapmıştır. Yine bu âyette, yolculukta oruç tutmanın oruç açmaktan daha uygun olduğuna dair de delil vardır. Bütün bu hususlara dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/183-184. ayetler, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Hepinizin dönüşü Allah'adır ve O, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir." Yani, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecek ve böylelikle bütün şüpheler zail olacaktır. 49Onların hevâ ve heveslerine uymayarak aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirirler diye sakın onlardan. Şayet yüzçevirirlerse bil ki, bazı günahlarından dolayı Allah onları cezalandırmak ister. Gerçekten insanların çoğu fasıktırlar. Yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetine ve bunun, Hazret-i Peygamberi (hükmedip etmemek hususunda) muhayyer bırakan âyeti neshedici olduğuna dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır, İbnü'l-Arabî der ki: Bu, büyük bir iddiadır. Çünkü, nesh'in şartlan dört tanedir. Bunlardan birisi de hangisinin önce, hangisinin de sonra indiğini tesbit ederek nüzul tarihini bilmektir. Bu iki âyet hakkında bilinmemektedir. O halde bunlardan birisinin ötekini nesh ettiğini iddia etmeye imkân kalmamış ve böylelikle bu emir olduğu halde kalmış bulunmaktadır. Derim ki: Ebû Cafer en-Nehhâs'dan bu âyet-i kerimenin nüzulünün daha sonra olduğuna dair açıklamayı zikretmiş bulunuyoruz. Buna göre bu âyet-i kerîme nâsihtir. Şu kadar var ki, ifadede: Dilediğin takdirde "aralarında Allah'ın İndirdiği ile hükmet" diye bir takdire gitme hali müstesnadır. Çünkü, bundan önce Hazret-i Peygamber'in bu hususta muhayyer olduğuna dair açıklamalar geçmişti. Burada muhayyerlik ifade eden ibare, önceki âyetin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiş bulunmaktadır. Bu hazfın sebebi ise bu âyetin öncekine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre muhayyerliğin hükmü, tıpkı üzerine atfedilmiş olanın hükmü gibidir. Her ikisi de bu hususta muhayyerlikte ortaktır. Sonraki âyet, öncekinden kopuk değildir. Kopuk olursa bunun bir anlamı da olmaz, sahih de olmaz. O halde, buna göre yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın İndirdiği ile hükmet" âyetinin, daha önce geçen: "Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" (el-Mâide, 5/42) âyeti ile: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" (el-Mâide, 5/42) âyetlerine atfedilmiş olması kaçınılmazdır. Buna göre, buradaki: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetinin anlamı şudur: Sen, hükmedecek olursan ve hükmetmeyi tercih edecek olursan, bu şekilde (yani adaletle) hükmet. O halde bütün bu âyetler muhkem olur, mensuh değildir. Zira nâsih hiçbir zaman mensuba atfedilmek suretiyle mensûhla irtibatlı olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın buna göre bu hususta muhayyer bırakılması mensûh değil, muhkemdir. Bu açıklamayı Mekkî rahimehullah yapmıştır “Hükmet" âyeti, nasb mahallinde ve: "Sana da Kitabı... indirdik" âyetindeki Kitaba atfedilmiştir. Yani, ve Biz sana, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet diye hüküm indirdik. Bunun da anlamı şudur: Yani, Allah'ın Kitabında sana indirdiği gereğince aralarında hükmet demektir. "Ve.., seni vazgeçirirler diye sakın onlardan" âyetindeki; "Sakın onlardan" âyetinde yer alan ve "onlar" anlamına gelen "he ile mim" zamirinden bedeldir. Bu, ya bedel-i istimaldir, veya mef'ûlün leh'dir. Yani, seni sakındırmak istiyecekleri için... demektir. İbn İshâk'dan nakledildiğine göre o, şöyle demiştir: İbn Abbâs dedi ki: Aralarında İbn Suriya, Kâ'b b. Esed, İbn Salûbâ , Şâs b. Adyy'in de bulunduğu yahudi ilim adamlarından bir topluluk bir araya gelerek şöyle dediler: Gelin Muhammed'e gidelim Belki onu dininden uzaklaştırabiliriz. Çünkü, o da bir insandır. Onun yanına gidip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen de bilirsin ki biz, yahudilerin bilginleriyiz. Sana uyacak olursak, yahudilerden hiçbir kimse bize muhalefet etmez. Ancak bizimle bir topluluk arasında bir anlaşmazlık vardır. Biz, onları da getirir senin hükmüne başvururuz. Sen de sana îman etmemiz için bizim lehimize ve onların aleyhine hükmet. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu kabul etmeyince, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. el- Vahidî, Esbâbu Nüzüli'l-Kur'ân, S,200; Süyûtî, ed-Dürru'l Mensur, III, 96-97. (Burada, "vazgeçirmek" anlamı verilen) "fitnenin asıl anlamı, önceden de geçtiği gibi denemek, sınamak demektir. Diğer taraftan bunun farklı manalanda vardır. Burada yüce Allah'ın: "Seni vazgeçirirler" âyetinin anlamı, seni alıkoyarlar, geri döndürürler şeklindedir. Fitne, şirk anlamına da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Fitne, katilden de büyüktür" (el-Bakara, 2/217) âyeti ile: "Hiçbir fitne katmayıncaya kadar onlarla Savaşınız" (el-Enfal, 8/39) âyetinde olduğu gibi. Yine fitne, ibret anlamına da gelebilir Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Rabbimiz, bizi kâfirlere fitne (konusu) yapma" (el-Mümtehine, 60/5); "Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğuna fitne (konusu) yapma." Fitne, bu âyette de görüldüğü gibi, doğru yoldan alıkoymak şeklinde de olabilir. Yüce Allah’ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" âyetinin tekrarlanması ise, ya tekid içindir veya yüce Allah'ın, herbirisinde ayrı ayrı Allah'ın indirdiği gereğince hükmetmesini emretmiş olduğu farklı birtakım durumlar ve hükümler ile ilgilidir. Âyet-i kerimede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in unutmasının mümkün olduğuna dair delil de vardır. Çünkü yüce Allah: "Seni vazgeçirirler diye" diye buyurmaktadır. Bu ise, onun ancak unutması halinde sözkonusu olabilir, kasten mümkün olamaz. Burada hitab ona olmakla birlikte maksat ondan bankasıdır, da denilmiştir. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle ileride el-En'âm sûresinde gelecektir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından..." âyetinin anlamı ise, Allah'ın sana indirdiğinin tümünden., demektir. Çünkü bazan, bazı (bir "kısım") kelimesi, bütün anlamında da kullanılabilir. Şairin şu mısraında oluduğu gibi: Veya kimi canları ölüm vakitsiz gelip alır." Burada Vakitsiz ahrf yerine : Ona ulanır, şeklinde de rivâyet edilmiştir. Şair "burada kimi canlar" İle bütün canları kastetmiştir. Yüce Allah'ın: "Ben size, ihtilaf ettiğiniz şeylerin bazısını açıklayayım diye geldim" (ez-Zuhruf, 43/63) âyetini da bu şekilde açıklamışlardır. İbnü’l-Arabi der ki: Doğrusu, "bazı" kelimesinin bu âyet-i kerimede asıl anlamında kullanıldığı ve bununla maksat ise ;recm veya onların istedikleri şekilde hüküm vermesi olduğudur!, Çünkü onlar, Hazret-i Peygamberi kendisine indirilenlerin tümünden vazgeçirmek maksadında değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Şayet yüz çevirirlerse" âyeti: Eğer senin hükmünü kabul etmeyip hükmünden yüz çevirecek olurlarsa, "bil ki, bazı günahlarından dolayı Allah onları cezalandırmak ister" yani, sürgüne göndermek, cizye ve öldürmek suretiyle onları azaplandırmak ister, demektir. Nitekim böyle de olmuştur Yüce Allah'ın: "Bazı" diye buyurması ise, bazı günahları karşılığında cezalandırılmalarının, onların mülklerinin başlarına yıkılıp geçirilmesi için yeterli oluşundan dolayı idi. "Gerçekten insanların çoğu fâsıktırlar" âyeti ile de yahudileri kastetmektedir. 50Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar? Yakın sahibi (hakka kesin inanan) bir toplum için, kimin hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel olabilir? Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Güçlü İle Zayıf Arasında Ayırım Cahiliye Hükmüdür: Yüce Allah'ın: "Onlar hâlâ cahiliye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar" âyetinde "Hükmünü mü" kelimesi, "Arıyorlar" Fiili ile mansubtur. Âyetin anlamı da şöyledir: Cahiliye döneminde soylu olanın hükmü ile aşağı tabakalarda olanların hükmü farklı farklı idi. Nitekim, daha önce birkaç yerde bu açıklamalar geçmişti. Yahudiler de zayıf ve fakirlere hadleri uyguluyor, ancak güçlü ve zenginlere uygulamıyordu. İşte bu davranışta onlar da cahiliyeye benzemiş oluyorlardı. 2- Çocuklar Arasında Ayırım Gözetmek de Cahili Bir Uygulamadır: Süfyân b. Uyeyne, İbn Ebî Necih'den, o, Tâvus'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Tivus'a, çocuklarından birisini diğerinden üstün tutan kişinin durumu hakkında soru sorduklarında, şu: "Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar?" âyetini okurdu. Tavus şöyle derdi: Kimse bir çocuğunu diğerinden üstün tutamaz. Böyle bir şey yapacak olursa, onun bu uygulaması geçerli değildir ve fesh olunur Zahirîlerde bu görüştedir. Ahmed b. Hanbel'den de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. es-Sevrî, İbnü'l-Mübârek ve İshâk ise bunu mekruh görmüşlerdir. Buna göre bir kimse böyle bir şeyi yapacak olursa, geçerli olur ve (mahkeme kararıyla) reddolunmaz. Mâlik, es-Sevrî, Leys, Şâfiî ve rey sahipleri de bunu câiz kabul etmişler ve Hazret-i Ebû Bekir'in diğer çocukları arasından Hazret-i Âişe'ye bağışta bulunması şeklindeki uygulamasını, bir de Hazret-i Peygamberin: "Onu geri çevir" hadisi ile: "Sen buna benden başkasını şahid tut" sözünü delil göstermişlerdir. Bunu kabul etmeyen birinci görüşün sahipleri ise, Hazret-i Peygamberin şu hadisini delil gösterirler: Hazret-i Peygamber, Beşir b. Sa'd'a: "Senin bundan başka çocuğun var mı?" deyince, Beşir: Evet, var demişti. Bu sefer Hazret-i Peygamber: "Peki onların hepsine bunun gibi bir bağışta bulundun mu?" diye sormuş, o da; Hayır, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştu: "O halde sen beni şahid tutma, Çünkü ben haksızlığa şahidlik etmem." Bir başka rivâyette de: "Ben ancak hak olan bir şeye şahidlik ederim" diye buyurduğu rivâyet edilmektedir. Buhârî, Hibe 12, 13; Müslim, Hibet 9-13; Ebû Dâvûd, Buyû’ 83; Nesâî, Nihal 1; Müsned, IV, 268, 269. Bu görüşün sahipleri derler ki, zulüm olup hak olmayan bir şey ise batıldır, câiz olmaz- Hazret-i Peygamberin: "Buna benden başkasını şahid tut" demiş olması, şahidlikte bir izin değildir. Bu, ancak böyle bir şeye şahidlik etmek için bir azardır. Zira, Hazret-i Peygamber buna zulüm ismini vermiş ve böyle bir şeye şahidliği kabul etmemiştir O halde, müslümanlardan herhangi bir kimsenin herhangi bir şekilde böyle bir şeye şahidlik etmesine imkân yoktur. Hazret-i Ebû Bekir'in uygulamasına gelince, onun uygulaması Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetine karşı delil diye ileri sürülemez. Bir de onun, diğer çocuklarına Hazret-i Âişe'ye yaptığına denk bir takım bağışlarda bulunmuş olması da muhtemeldir. Denilse ki: Aslolan insanın malında mutlak tasarruf sahibi olmasıdır. Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Genel asıl ile bu asla muhalif olan muayyen vakıa arasında umum ve husus naslarda olduğu gibi, tearuz (çatışma) sözkonusu değildir- Usulde şu kaide vardır: Sahih olan, umumu hususi olana bina etmektir. Diğer taraftan böyle bir uygulama sonucunda anne-babaya karşı itaatsizlik ortaya çıkar ki, bu da büyük günahların büyüğüdür, bu haramdır. Harama götüren birşey de yasaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin." en-Nu'man b. Beşir der ki: Bunun üzerine babam geri döndü ve o sadakayı (bağışı) geri çevirdi. Baba çocuğuna verdiği sadakayı çocuğu eğer harcamış ise, babası onu geri istemez, Hazret-i Peygamberin: "Onu geri çevir" âyeti, onu reddet anlamındadır. Red ise, fesh hakkında zahir bir lâfızdır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bizim bu işimize uygun düşmeyen bir iş yaparsa o, merduttur." Yani, fesh olunur. Bütün bunlar, gayet zahir ve güçlü delillerdir. Böyle bir uygulamanın yasaklığı hususunda açık bir tercihi ortaya koymaktadır. 3- Hükmü Allah'tan Daha Güzel Kimse Olamaz; İbn Vessâb en-Nehaî Hükmünü mü? âyetini, ref ile öyle bir hükmü mü arıyorlar anlamında okumuştur. Burada "he" zamiri Ebû'n-Necm'in şu beyitinde olduğu gibi hazf etmiştir: "Um el-Hıyar iddia eder oldu Aleyhime "bütünüyle işlemediğim bir günahı" Bu ise, buradaki (........): Bütünüyle kelimesini merru' olarak rivâyet edenlere göre, İbn Vessâb ile en-Nehaî'nin kıraatine delil olabilir. Burda ifadenin takdirinin, Cahiliyenin hükmümüdür aradıkları o hüküm? şeklinde olması mümkündür ve burada mevsuf olan ikinci "hüküm" kelimesi hazfedilmiş de olabilir el-Hasen, Katade, el-A'rec ve el-A'meş ise, Hakiminin, şeklinde "hâ, kâf ve mim" harflerinin üstün okunuşu şeklinde de okumuştur. Bu İse, çoğunluğun okuyuşunun anlamına racîdir Zira, burada maksat bizzat hüküm veren hakim değildir. Maksat, hükmün kendisidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Yoksa onlar, cahiliye hakeminin hükmünü mü arıyorlar? Sözlükte hakem ve hakim aynı anlamda olabilir. Onlar, bununla kâhinin ve buna benzer cahiliye döneminde hüküm veren kimselerin hakimliğini aramak istiyorlar gibi bir anlam vardır. Bu durumda, hakimden kasıt yaygınlık ve cins isimdir. Zira, bununla muayyen bir hakim kastedilmiş olamaz. Burada muzâfın cins isim olması; "Mısır irdebbini (bir ölçek) artık vermiyor" ifadesinde ve benzerlerinde olduğu gibi caizdir. İbn Âmir (........) : Arıyorsunuz şeklinde "te" harfi ile okurken, diğerleri ise, (arıyorlar anlamını vermek üzere) "ya" harfi ile okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Yakîn sahibi bir toplum için kimin hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel olabilir?" âyetindeki soru, inkâr içindir. Yani, hükmü ondan daha güzel hiçbir kimse yoktur. Ve bu, mübteda ve haberdir. Hükmü" kelimesi ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Zira, yüce Allah'ın: "Yakın sahibi bir toplum için" âyeti, yakîn sahibi bir toplum nezdinde, anlamındadır. 51Ey îman edenler, Yahudileri de hıristiyanları da veliler edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerinin Velileridirler: "Yahudileri ve hıristiyanları veliler ..." âyeti, "Edin(me)yin" fiiline ait iki mef'ûldür, Bu, Şer'ân onlarla velayet (dostluk, bağlılık) ilişkisini kesmenin gerektiğine delildir. Âl-i İmrân sûresinde (3/118. Âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır Bu âyette veli edinilmeleri yasaklananların münafıklar olduğu söylenmiştir. Yani, ey zahiren îman edenler... Bunlar, müşrikleri veli edinmekte ve müslümanların sırlarını onlara bildirmektedirler. Âyetin Ebû Lubâbe hakkında nâzil olduğu da İkrime'den bir görüş olarak nakledilmiştir. es-Süddî der ki: Âyet-i kerîme, müslümanların Uhud günü korkuya kapılarak sonunda aralarından bazılarının yahudi ve hıristiyanları veli edinmeyi içinden kararlaştırmaları şeklinde meydana gelen olay hakkında nâzil olmuştur. Yine bu âyet-i kerimenin Ubâde b. es-Samit ile Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Ubâde (radıyallahü anh), bunun üzerine yahudileri veli edinmekten vazgeçmiş, buna karşılık İbn Ubeyd de onları dost edinmeye devam ederek: Ben, zamanla birtakım musibetlerin ortaya çıkmasından korkuyorum, demişti. "Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar" âyeti de mübtedâ ve haberdir. Bu ise, şeriatın yahudi ile hıristiyanların kendi aralarındaki velayet ilişkilerini kabul ettiğine; o kadar ki, yahudi ile hıristiyanların birbirlerine mirasçı olacaklarına delâlet etmektedir. 2- Onları Veli Edinen Mü’minlerin Durumu; Yüce Allah'ın: "İçinizden kim onları veli edinirse" âyeti, kim onlara müslümanlar aleyhine destek verirse, "muhakkak o da onlardandır "demektir. Şanı yüce Allah bu âyetle, böylesinin hükmünün onların hükmü gibi olacağını beyan etmektedir. Bu da müslümanın mürtedden miras almasına engel olması anlamına gelir. Hazret-i Peygamber döneminde onları veli edinen kişi, İbn Ubeyy idi. Diğer taraftan bu hüküm, onlarla müvâlât ilişkisini koparmak hususunda Kıyâmet gününe kadar bakidir. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur." (Hûd, 11/113) Yüce Allah Âl-i İmrân sûresinde de şöyle buyurmaktadır: "Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmesin." (Âl-i İmrân, 3/28) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler, kendinizden başkalarım sırdaş edinmeyin..." (Âl-i İmrân, 3/118) Buna dair açıklamalar (ismi geçen ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın: "Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar" âyeti ile yardımlaşmak hususu kast edilmektedir. "İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır" âyeti de şart ve cevabıdır. Yani, bunun böyle olmasına sebep, onları veli edinen kimsenin bizzat yahudi ve hıristiyanların muhalefetleri gibi, Allah'a ve Rasulüne muhalefet etmiş olmasıdır. Onlara düşmanlık beslemek vacib olduğu gibi, artık ona da düşmanlık beslemek vacib olmuştur. Onlar için cehennem nasıl vacib olduysa, böylesi için de cehennem vacib olmuştur. Bunun sonucunda o da onlardan, yani onların arkadaşlarından olmuştur. 52Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin: "Devrin aleyhimize dönmesinden korkuyoruz" diye aralarında koşuştuklarını görürsün. Olur ki Allah, fetih nasib eder veya kendi katından bir emir verir de onlar da içlerinde gizlediklerine pişman olacaklardır. "Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin" buyruğundakî hastalıktan kasıt, şüphe ve münafıklıktır. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise, İbn Ubeyy ve arkadaşlarıdır. "... Devrin aleyhimize dönmesinden" yani, ya kıtlık suretiyle zamanın aleyhimize dönerek onlar da bize erzak vermeyip bize ihsanda bulunmamak suretiyle, ya obryahudilerin müslümanlara karşı zafer kazanıp Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lehine olan bu durumun devam etmeyeceğinden "korkuyoruz diye aralarında" yani, yahudilerî veli ve dost edinerek onlarla dayanışmak hususunda "koşuştuklarını görürsün." "Devrin aleyhimize dönmesi" ifadesinin bu şekilde açıklanması, manaya daha uygun düşmektedir. Çünkü, buradaki (..........): Devrin aleyhimize dönmesinden tabiri, "Döndü, döner"den alınmış gibidir. Yani, işin dönüvermesinden korkarız, demektir. Bu anlamın doğruluğuna, yüce Allah'ın: "Olur ki, Allah fetih nasibeder" âyeti delalet etmektedir. Şair de şöyle demiştir: "Senden takdir edilmiş, mukadder kaderi çevirir Ve zamanın, musibetlerinin dönüp dolaşmasını." Burada, zamanın musibetlerinin bir toplumdan bir diğer topluma geçmesi, değişip durması kastedilmektedir. "Feth"in anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Feth'in, hükmedip, haklı ile haksızı ayırd etmek ve hüküm vermek anlamına geldiği söylenmiştir. Katade ve başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. İbn Abbâs da der ki: Allah, fethi nasib etti ve Kurayzaoğullarının Savaşçıları öldürülüp, kadın ve çocukları ashâb edildi, Nadiroğulları da sürgün edildi. Ebû Ali de der ki: Burada fetihden kasıt, müşriklerin topraklarının müslümanlara fetih ile açılmasıdır. es-Süddî de der ki: Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethidir. "Veya kendi katından bir emir verir." es-Süddî der ki: Bundan kasıt da cizyedir, el-Hasen de şöyle demiştir: Münafıkların gerçek durumlarının açığa çıkartılması, isimlerinin bildirilmesi ve öldürülmelerinin emredilmesidir. Bundan maksadın, bol mahsul gelmesiyle müslümanların geniş maddi İmkânlara kavuşması olduğu da söylenmiştir. "Onlar da içlerinde gizlediklerine pişman olacaklardır." Yani, Allah'ın mü’minlere yardımını görüp, ölüm esnasında da âhiretteki yerlerini görerek azaplarının müjdesi kendilerine verileceği vakit, kâfirleri veli edinmelerinden ötürü pişman olacaklardır. Yüce Allah'ın: " Îman edenler de derler ki" âyetini, Medineliler ve Şamlılar, başta "vav" harfi olmaksızın, Derler ki..." diye okumuşlardır. Ebû Amr ve İbn Ebi İshâk ise, baş tarafta "vav" harfi ile ve nahivcilerin çoğunluğunun görüşüne uygun olarak "Nasib eder" âyetine atf ederek okumuşlardır, ifadenin takdiri ise şöyle olur: Olur ki Allah fetih nasib eder ve îman edenlerde derler ki... Bunun, manaya atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü; âyetinin anlamı; "Olur ki Allah fetih nasip eder şeklindedir. Zira; Umulur ki, Zeyd'in gelmesi ve Âmr'ın kalkması demek uygun değildir. Çünkü; umulur ki Zeyd, Amr kalkar; demek uygun değildir. Ama; Zeyd'in kalması ve Amr'ın gelmesi umulur; denilmesi halinde ifade güzel olur. Buna göre,"Nasib eder" âyetinin; Olur ki.." yanında takdim edildiğini kabul etmemiz, güzel olur. Çünkü, o takdirde ifade; Gelmesi umulur, kakması umulur; takdirinde olur, ve bu haliyle şairin şu beytini andırır. "Kocanı Savaşta gördüm Bir kılıç kuşanmış ve mızrak (tutunmuş) olarak." Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu okuyuşa göre âyeti yani 53 âyetin başındaki vav harfi ile "feul"e atfetmektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Şüphesiz bir aba giyinmek ve gözümün aydın olması..." Bununla birlikte Nasib eder" ifadesinin, şanı yüce Allah'ın ismi celalinden bedel olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Umulur ki, Allah (in) yardımı gelir ve îman edenler şöyle der... Kûfeliler ise, birinci âyet-i kerimeyle ilişkisi olmamak üzere merfu' olarak "... derler" ki diye okumuşlardır, 53Îman edenler de derler ki: "Olanca güçleriyle sizinle beraber olacaklarına dair Allah adına yemin edenler bunlar mı?" Bütün amelleri boşuna gitti ve bundan ötürü en büyük zarara uğrayanlar oldular. "Olanca güçleriyle sizinle beraber olacaklarına dair Allah adına yemin edenler" ve yeminlerini alabildiğine pekiştirirler, "bunlar mı?" âyeti ile münafıklara işaret edilmektedir. Yani mü’minler, yahudilere onları azarlamak yoluyla şöyle dediler: Bütün güçleriyle Muhammet'e karşı size yardımcı olacaklarına dair yemin edenler bunlar mıdır? Bunun, mü’minlerin birbirlerine söyledikleri söz olması da muhtemeldir. Yani, kendilerinin mü’min olduklarına dair yemin edenler bunlar mıydı? İşte yüce Allah, bugün onların gizlediklerini açığa çıkarmış bulunmaktadır "Bütün amelleri boş gitti." Münafıklıkları sebebiyle batıl oldu. "Bundan ötürü ea büyük zarara uğrayanlar oldular." Yani, sevap kazanma imkânını kaybettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Yahudileri veli edinmekle zarara uğradılar. Artık, yahudilerin öldürülüp sürgüne gönderilmelerinden sonra onlar, bunun herhangi bir faydasını elde edemediler. 54Ey Îman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın lütfudur ki, onu dilediği kimseye verir. Allah, lütfü bol olandır, her şeyi en iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "İçinizden kim dininden dönerse" âyeti, bir şarttır. Bunun cevabı ise " : ... çektir" âyetidir. Medinelilerle Şamlılar " Kim irtidat ederse" âyetini, iki "dal" harfi ile diye okumuşlardır. Diğerleri ise, şeddeli "dal" harfi ile okumuşlardır. Bu âyet, Kur'ân-ı Kerîmin i'cazi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın da mucizesidir. Zira, henüz onun döneminde böyle bir şey olmamışken İrtidat edeceklerini haber vermiştir. Ve bu durum, o zaman bir gaybtı. Bir süre sonra haber verdiği şekilde ortaya çıktı. İrtidat edenler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın vefatından sonra irtidat ettiler İbn İshâk der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra, üç mescid sahipleri müstesna, Araplar hep irtidat ettiler. Bunlar, Medine mescidi, Mekke mescidi ve Cuvasa mescididir. Araplardan irtidat edenler de iki türlüdür: Bir bölümü şeriatı bütünüyle bir kenara attı ve şeriatın dışma çıktı. Bir bölümü ise zekâtın vücubunu kabul etmemekle birlikte, onun dışındaki yükümlülüklerin vücubunu ikrar etti ve dediler ki: Biz, oruç tutar namaz kılarız fakat zekât vermeyiz. Ebû Bekr es-Sıddık ise onların hepsiyle Savaştı. Halid b. el-Velid'i üzerlerine ordularla gönderdi ve bu hususta bilinen haberlerde de belirtildiği gibi, onlarla Savaştı ve onları ashâb aldı. 2- Allah'ı Sevenler ve Allah'ın Sevdikleri: Yüce Allah'ın: "Allah... kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir" âyeti sıfat durumundadır. el-Hasen, Katade ve başkaları derler ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Bekir es-Sıddik ve arkadaşları hakkında inmiştir. es-Süddî der ki: Ensar hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var olmayan bir topluluk hakkında işaret olduğu da söylenmiştir. Ebû Bekir de mürtedlerle âyetin nüzulü sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla Savaşmıştır. Bunlar ise, Yemen'li Kinde'li, Becile'li ve Eşcalı bir takım kabilelere mensub kimselerdi. Âyet-i kerimenin Eş'ariler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Çünkü, haberde varid olduğuna göre, bu âyet-i kerîme nâzil olduktan kısa bir süre sonra deniz yoluyla Eş'arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla geldiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in döneminde İslama bağlılık noktasında güzel sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (radıyallahü anh) döneminde ve Yemen'li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Hakim Ebû Abdullah da "el-müstedrek"6tz isnİsmi ile şu rivâyet-i kaydetmektedir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîme nâzil oluncat Ebû Mûsa el-Eşfarî'ye işaret ederek: "İşte bunlar bunun kavmidirler" diye buyurmuştur. el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 313. el-Kuşeyrî der ki: Ebû Mûsa'ya tabi olanlar da onun kavmindendirler Çünkü, bir kavmin, bir peygambere izafe edildiği her yerde maksat, ona tabı olanlardır. Yüce Allah'ın: "Mü’minlere karşı alçak gönüllü" buyrugundaki, "alçak gönüllü" anlamına gelen ifadesi "topluluk"in sıfatıdır. Aynı şekilde "onurlu ve şiddetli" de böyledir. Yani bunlar, mü’minlere karşı şefkatli, merhametli ve yumuşak davranırlar. Bu kelime Arapların yularından kolaylıkla çekilebilen binek hakkında kullandıkları tabirinden alınmıştır. Zilletle herhangi bir ilgisi yoktur. İşte bu şekilde olan mü’minler, kâfirlere karşı sert davranırlar, onlara düşmanlık beslerler. İbn Abbâs der ki: Bunlar, mü’minlere karşı, babanın çocuğuna, efendinin kölesine davrandığı gibi davranırlar. Kâfirlere karşı sertlikleri ise, bir aslanın avına karşı durumu gibidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirlerekarşı sert, kendi aralarında merhametlidirler." (el-Feth, 48/29) Bu kelimenin hal olarak nasb edilmek suretiyle şeklinde okunması da mümkündür. Yani, bu halde Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Yüce Allah'ın kullarını sevmesi ile, kullarının O'nu sevmesinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. Âl-i İmrân, 3/31 âyetin tefsiri) 4- Allah Yolunda Cihad Edenler ve Allah'tan Başkasından Korkmayanlar: Yüce Allah'ın: "Allah yolunda cihad ederler" âyeti de aynı şekilde sıfat mahallindedir. "Ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar." Zamanın musibetlerinden korkan münafıklardan farklıdırlar. İşte bu, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Allah hepsinden razı olsun )nin İmâmetlerinin sübutuna delalet etmektedir. Çünkü hepsi de yüce Allah yolunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatta olduğu dönemlerde cihad ettikleri gibi, ondan sonra da mürtedlerle de Savaşmışlardır. Bilindiği gibi bu sıfatlara sahip olan, yüce Allah'ın gerçek velîsi, dostudur. Âyet-i kerimenin kıyâmet gününe kadar kâfirlerle cihad eden herkes hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "Bu, Allah'ın lütfudur ki, onu dilediği kimseye verir." Müpteda ve haberdir. "Allah vasi'dir" yani, lütfü bol olandır, "alimdir", kullarının maslahatını, menfaatini çok iyi bilendir. 55Sizin asıl veliniz ancak Allah'tır. O'nun peygamberidir ve namazını kılan ve rükû halinde İken zekâtını veren mü’minlerdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı İki başlık halinde sunacağız: 1. Nüzul Sebebi ve Âyetin Kapsamı: Yüce Allah'ın: "Sizin asıl veliniz ancak Allah'tır, O'nun peygamberidir" âyeti hakkında Cabir b. Abdullah dedi ki; Abdullah b. Selam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dedi; Kurayza ve Nadirlilerden olan bizim kavmimiz (müslüman olduk diye) bizden darıldılar. Bizimle oturmamak üzere yemin ettiler. Evlerin uzaklığı sebebiyle de ashâbın ile birlikte oturup kalkamıyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. O da şöyle dedi: Biz, veli olarak Allah'tan, Rasulünden ve mü’minlerden razıyız. ( ......... )ler, bütün mü’minler hakkında umumidir. Ebû Cafer, Muhammed b. Ali b. el-Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anhüm)'a: "Sizin asıl veliniz ancak Allahtır, Onun peygamberidir ve... mü’minderdir" âyetinin anlamı hakkında burada kastedilen Ali b. Ebî Tâlib midir diye sorulmuş, O da: Ali'de mü’minlerdendir diyerek bu âyetin bütün mü’minler için sözkonusu olduğu kanaatinde olduğunu ortaya koymuştur. en-Nehhâs der ki: Bu görüş gayet açıktır. Çünkü (.......):... ler, bir topluluk hakkında kullanılır. İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerîme, Ebû Bekr (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Bir başka rivâyette de şöyle demiştir: Su âyet-i kerîme Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Mücahid ve es-Süddî de böyle demiştir. Onları bu şekilde görüş beyan etmeye iten yüce Allah'ın: "Namazını kılan ve rükû halinde iken zekâlını veren mü’minlerdir" âyetidir. Bunu da bir sonraki başlıkta ele alalım. 2- Rükû Halinde İken Zekât Vermekten Kasıt: Dilencinin biri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mescidinde birşeyler dilendiği halde kimse ona birşey vermemişti. O sırada Hazret-i Ali namazda ve rükû halinde bulunuyordu. Sağ elinde de bir yüzük vardı. Dilenciye eliyle işaret etti ve nihayet dilenci de o yüzüğü aldı. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VII, 17. el-Kiya et-Taberî der ki: İşte bu, az amelin namazı iptal etmediğine delalet etmektedir. Çünkü, rükû halinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermek, namazda yapılan bir iş olup, bundan dolayı namazını iptal etmedi. Yüce Allah'ın: "Ve rükû halinde İken zekâtını veren mü’minler" âyeti ise, nafile sadakaya da zekât adının verileceğine delalet etmektedir. Çünkü, Hazret-i Ali rükû halinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermişti. Bu da yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Fakat, kendisi ile Allah’ın rızasını istemek kastıyla verdiğiniz zekât ise, işte onlar kat kat artırılanlardır." (er-Rûm, 30/39) İşte burada farz ve nafile de zekâtın kapsamına girmektedir. Buna göre zekat ismi, hem farzı hem de nafile sadakayı kapsayan bir isim olmaktadır. Tıpkı, sadaka ve salat isimlerinin her ikisini de (farz olanı da nafile olanı da) kapsaması gibi. Derim ki: Buna göre, burada zekattan kasıt, yüzüğünü sadaka olarak vermektir. Zekat lâfzının, yüzüğü sadaka olarak vermek şeklinde yorumlanması ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekât, ancak kendisi için has olan lâfzı ile kullanılır. Bu da, daha önce Bakara sûresinin baş taraflarında (2/3- ayet, 25- başlıkta) geçtiği gibi, farz olan zekattır Aynı şekilde bundan önce geçen: "Namazını kılan" ifadesinin anlamı da böyledir. Namazın ikâme edilmesinin anlamı ise, namazı vakitlerinde ve bütün hukukuna riayet ederek kılmaktır, Bundan kasıt da farz olan namazdır. Daha sonra yüce Allah: "Ve rükû halinde iken" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise nafile namazdır. Şöyle de denilmiştir: Rükû'un tek başına zikredilmesi, onun şerefline dikkat çekmek İçindir. Yine denildiğine göre mü’minler, bu âyetin nüzulü esnasında kimileri namazım tamamlamış, kimileri ise rükû halinde bulunuyordu. İbn Huveyzimendâd der ki: Yüce Allah'ın: "Ve rükû halinde İken zekâtını veren mü’minler" buyruğut namaz esnasında ameli yesir diye bilinen az miktardaki amelîn câiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü, burada bu ifade övgü sadedindedir. Övgü ile ilgili asgari hüküm ise, övülen şeyin mubah oluşudur. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın dilenciye kendisi namazda iken bîrşeyler verdiği rivâyet edilmektedir. Bunun, nafile namazda iken yapılmış olması da mümkündür. Zira, farz namazda böyle bir şey yapmak mekruh görülmüştür. Övgünün, her iki halin bir arada olmasına yönelik olma ihtimali de vardır. Âdeta namaz ve zekâtın vücubuna inanan kimseyi nitelendirerek, namazdan rükû diye sözetmis, bunların farz oluşuna inanmayı da bunların fiilen yapılması diye ifade etmiştir. Nitekim müslümanlâr namaz kılanlardır derken, onların bu halde iken namaz kılan kimseler olduklarını kastetmediğin gibi yalnızca namaz halinde iken onları övülmüş olmuyor. Bu ifade ile, bu davranışı yapıp, onun farziyetine inanan kimseler kastedilmektedir. 56Kim Allah'ı, Rasulünü ve mü’minleri veli edinirse, şüphe yokki hizbullah, galip olacakların ta kendileridir. Yüce Allah'ın: "Kim Allahı, Rasülünü ve mü’minleri veli edinirse." Yani, kim işini Allah'a havale eder, Rasulünün emrine uyar, müslümanları da veli edinirse, işte o kimse hizbullahtandır. Şöyle de denilmiştir: Yani kim Allah'a itaati, Rasulüne ve mü’minlere yardımı kendisine görev olarak bellerse, işte o, hizbullahtandır demektir. "şüphe yok ki hizbullah, galip olacakların tâ kendileridir." el-Hasen der ki: hizbullah demek, cundullah (Allah'ın askerleri) demektir. Başkası ise, Allah'ın (dininin) yardımcılarıdır demektedir. Şair de şöyle demiştir: "Ben nasıl olur da zaynaüşürüîebuirim, Bilal benim Biin îken." O Bana yardım ediyorken demektir. Mü’minler hizbullahtır. Şüphesiz onlar yahudileri, kadın ve çocukları ashâb ederek, Savaşçılarını öldürerek, onları sürgün ederek ve onları cizyeye mahkum ederek yenik düşürmüşlerdir. Hizb, insanlardan bir sınıf demektir. Bu kelime, asıl itibariyle Arapların kullandıkları deyim olan şu musibet başına geldi anlamında musibet kelimesi ile alakalıdır. Âdeta hizibleşenler, bir musibete uğrayan kimselerin o musibet dolayısıyla bir araya toplanmış kimselere benzetilmiş gibidir. Nesâî, Mevakît 46). Bir kişinin hizbi onun arkadaşlaradır. Hizb, aynı zamanda, vird (yapmayı İtiyat haline getirdiği ibadet") demektir. "Her kim geceleyin hizbini geçirecek olursa..." "Herkim hizbini -kısmen yada tamamen- bitirmeden uyursa... " anlamında olmak üzere Müslim, Salâtü'l-Müsafirîn 142; Ebû Dâvûd, Tatavvu 19; Tirmizî Cumua 56; Nesâî Kıyâmu’l-Leyl 56; İbni Mace, İkametü's-Salat 177; Dârimî, Salât 167; Muvatta’', Kuran 3. hadisindeki hizb kelimesi bu manadadır. Kur'ânı hizblere ayırdım derken de bu kökten gelen lâfız kullanılmaktadır. Hizb, bölüm ve kesim demektir. Hizibleştiler derken, toplandılar demektir. Ahzab ise Peygamberlerle Savaşmak üzere bir araya gelen kesimler demektir. İse, bu iş gelip ona çattı demektir. 57Ey îman edenler, sizden evvel kendilerine kitab verilenlerden dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin. Şayet îman edenlerseniz Allah'tan korkun. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Nüzul Sebebi ve Dine Karşı Olanların Veli Edinilemeyeceği: İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre, yahudiler ve müşriklerden bir topluluk, secde ettikleri sırada müslümanların bu hallerinden dolayı gülmeye başladılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey îman edenler... dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin" diye başlayan âyetleri indirdi. "Alay edinmenin" anlamına dair açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/67. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. " Sizden evvel kendilerine kitab verilenlerden.- ve kâfirleri" âyetini, Ebû Amr ve el-Kisâî Kâfirler kelimesini esreli olarak okumuşlardır. el-Kisâî der ki: Ubey (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'in Mushaf'ında bu, şeklindedir. Burada " ...den" edatı cinsin beyanı içindir. Ancak bu kelimenin nasb ile okunması daha açıktır, Şöyle de denilmiştir: Bu âyet, kendisinden önce gelen iki amilden daha yakın olanına atfedilmiştir ki, o da yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden" âyetidir. Yüce Allah bununla onlara, yahudi ve müşrikleri veli edinmeyi yasakladığı gibi, her iki kesimin de mü’minlerin dinlerini eğlenceye aldıklarını, onu oyuncak edindiklerini bildirmektedir. "Kâfirler" anlamındaki kelimeyi mansub olarak okuyanlar ise bunu, "Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenenleri ve kafirleri veli edinmeyin" âyetinde yer alan; ... lere atf etmiştir. Yani, bunları da ötekilerini de veli edinmeyiniz. Bu kıraate göre, dini eğlence ve oyuncak edinmekle nitelendirilenler yalnızca yahudilerdir, başkaları değildir. Veli edinilmeleri yasak kılananlar ise, yahudiler ve müşriklerdir. Fakat, "kâfirler" anlamındaki kelimenin esreli okunuşuna göre ise, her iki kesim de dini eğlenceye alıp oyuncak etmekle nitelendirilmektedirler. Mekkî der ki: Eğer çoğunluk nasb ile kıraat üzerine ittifak etmemiş olsaydı, i'rabı, anlamı, tefsirdeki gücü ve matufun aleyhe yakınlığı dolayısıyla esreli okuyuşu tercih edecektim. Şöyle de denilmiştir: Anlamı, müşriklerle münafıktan veliler edinmeyin şeklindedir. Buna delil ise: "Biz ancak alay edenleriz" (el-Bakara, 2/14) demeleridir. Müşriklerin tümü ise kâfirdir. Fakat kâfir lâfzı, çoğunlukla müşrikler hakkında da kullanılır. İşte bundan dolayı, kitap ehli kâfirlerden ayrı olarak zikredilmiştir. 2- Kâfir ve Müşriklerden Yardım Almanın Hükmü: İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyeti kerîme yüce Allah'ın: "Yahudileri de hıristiyanları da veliler edinmeyiniz- Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" (el-Mâide, 5/51) âyeti ile; "Ey îman edenler, kendinizden başkalarım sırdaş edinmeyin" (Âl-i İmrân, 3/118) âyeti gibidir. Bu da o âyetler gibi, müşriklerin desteklerini almayı, onlardan yardım almayı ve benzeri hususlan yasaklamayı ihtiva etmektedir. Cabir (radıyallahü anh)'ın rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud'a çıkmak istediğinde, yahudilerden bir topluluk gelip: Biz de seninle beraber sefere gelmek istiyoruz dedikleri halde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bizler, işimizde müşriklerin yardımını almayız" diye buyurdu. Şâfiî mezhebinde sahih olan görüş de budur Ebû Hanîfe ise, müslümanlar lehine ve müşriklere karşı onların (kitap ehli kâfirlerinin) yardımlarını almayı câiz kabul etmiştir. Yüce Allah'ın Kitabı ise, bu hususta sünneti senivyede varid olanlarla beraber onların söylediklerinin aksine delalet etmektedir. 58Namaza çağırdığın ada onu alaya ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akılları ermeyen bir topluluk olmalarındandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağız: el-Kelbî der ki: Müezzin ezan okuyup da müslümanlar namaz kılmak için kalktıklarında yahudiler, : Kalktılar, kalkmaz olasıcalar derler ve müslümanlar rükû ve secde yaptıklarında gülüp, ezan hakkında da şöyle derlerdi: Yemin olsun sen, geçmiş ümmetler arasında benzerini işitmediğimiz bir şeyi uydurdun. Bu şekilde kervancıların bağırıp çağırması gibi bağırıp çağırmayı nerden çıkardın.? Bu ne kadar çirkin bir ses ve ne kadar kötü bir iştir. el-Vahidî, Esbâbu Nüzüli'l-Kur'ân, s. 202-203; Süyûtî. ed-Dürru'l Mensur, III, 107. Yine denildiğine göre yahudiler, müezzin namaz için ezan okuduğunda aralarında gülüşür, hafif ve çirkin görmek maksadıyla birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı. Bununla da namaz kılanları cahil gördüklerini ifade etmek istiyor, diğer insanları namazdan, namaza çağırandan uzaklaştırmak maksadını güdüyorlardı. Yine denildiğine göre yahudiler, namaz için ezan okuyan kimseyi, bu iş ile alay eden, oynayan bir kimse da görüyorlardı. Çünkü onlar, namazın yerini bilmeyen cahillerdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerimeyle, şanı yüce Allah'ın: "Allah'a davet eden ve salik amel işleyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir"(Fussilet, 41/33) âyeti nâzil oldu. Nida (çağırmak), yüksek sesle davet etmek demektir, Bu, "nuda" şeklinde de okunabilir. Yüksek sesle birisini çağırmayı anlatmak için; kullanılır. Biri diğerine nida eden kimseler hakkında da kipi kullanılır. Yine bu şekliyle, nâdîde (mecliste) birbirleriyle oturdular anlamına da gelir, da, nâdîde (mecliste) onunla birlikte oturdu demek, olur. Şanı yüce Allah'ın Kitabında, bu âyet-i kerîme dışında ezan sözkonusu edilmemektedir. Cumua süresinde ise özellikle Cuma namazı ezanı söz konusu edilmektedir. İlim adamları derler ki; Hicretten önce Mekke'de ezan yoktu. Namaz için: "Topluca namaza" diye seslenirlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edip, kıble Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye doğru çevrilince, ezan emri de verildi. Bu sefer (........): Topluca namaza nidası, arız olan herhangi bir iş hakkında kullanılmaya başlandı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ezan hususu oldukça düşündürmüştü. Nihayet ezan, Abdullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattâb ve Ebû Bekr es-Sıddık (radıyallahü anhüm)'a rüyada gösterildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da İsra gecesi semada ezanı işitmişti. Hazredi ve Ensar'a mensub Abdullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattâb (r. anhuma)'ın rüyaları meşhurdur. Abdullah b. Zeyd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a geceleyin gidip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a rüyasında ezanı gördüğünü haber vermişti. Ömer (radıyallahü anh) ise şöyle demişti: Sabah olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a haber verdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Bilal'e emrederek, o da bugün insanların okudukları ezan şeklinde namaz için ezan okudu. Ezan'ın başlangıç keyfiyetini dile getiren rivâyetler: Buhârî Ezan 1; Müslim Salât 1, 6, 12- Ebû Dâvûd, Salât 27, 28; Tirmizî, Salat 25; Nesâî, Ezan 1; İbn Mâce, Ezan 1/2; Dârimî, Salât 3; Muvatta’' Salat 1; Müsned, IV, 42,43. Daha sonra Bilal (radıyallahü anh) sabah namazında "es-salatû hayrun minen-nevm namaz uykudan hayırlıdır" ibaresini ekledi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu takrir etti (itiraz etmeyip kabul etti). Yoksa bu ibare, Abdullah b. Zeyd el-Ensarî'ye gösterilen rüyada yoktu. Bunu, İbn Sa'd, İbn Ömer'den nakletmiştir. Dârakutnî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'nın de zikrettiğine göre, Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'a da ezan rüyasında gösterilmiş ve o da bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber vermiş, Abdullah b. Zeyd el-Ensarî, Hazret-i Peygambere bunu haber vermeden önce Peygamber Bilal'e ezan okumasını emretmişti. Dârakutnî bunu, "el-Mudebbec" adlı eserinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bekir es-Sıddîk'ten hadis nakletmesiyle Ebû Bekir'in ondan hadis nakletmesi bölümünde zikretmiştir. 3- Ezan ve Kamet Getirmenin Hükmü: İlim adamları, ezan okumak ve kamet getirmenin vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik ve arkadaşlarına göre ezan, cemaat namazları için insanların toplandıkları mescidlerde vacibtir. Mâlik bunu Muvatta’''ında açıkça ifade etmektedir. Muvatta’', Salât 7. Mâliki mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarının ise farklı iki görüşü yardır. Birincisine göre, Mısr (şehir) ve onun hükmünde kasabalarda ezan, müekked bir sünnet ve kifaî bir vacibtir. Bazılan da şöyle demiştir. Ezan farz-i kifayedir. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları da bu şekilde farklı görüşlere sahiptir. Taberî, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Bir belde halkı, kastî olarak ezanı terkedecek olurlarsa namazı iade ederler. Ebû Ömer de der ki: Bir şehir halkının genel olarak ezan okumalarının vacib olduğu hususunda görüş ayrılığı bilmiyorum. Çünkü ezan, Darı islam ile dar-ı küfrün arasını ayırt eden ve buna delâlet eden bir alamettir İbn Abdi’l-Berr, el-ihtizkâr, ,IV, 17-18. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bir seriyye gönderdiğinde onlara şöyle derdi: "Ezan okunduğunu işitecek olursanız, onlara baskın yapmayınız ve ellerinizi onlardan çekiniz! Şayet ezan okunduğunu işitmeyecek olursanız, o takdirde onlara baskın yapınız." Bir diğer rivâyette de: "Onlara baskın düzenleyiniz" diye buyurdu. Bu manadaki hadisler için bk. Buhârî, Ezan 6, Cihâd 102 megazi 38; Müslim, Salât 6; Ebû Dâvûd, Clhâd 91; Tirmizî, Siyer 48; Dârimî, Siyer 9; Muvatta’'r Cihâd 48 Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan yeri ağardığında baskın yapardı. Eğer ezan sesi işitecek olursa baskınını durdurur, değilse baskınım devam ettirirdi... Müslim, Salâh 9; ayrıca, Buhârî, Ezan 6, Cihâd 102; Ebû Dâvûd, Cihâd 91; Tirmizî, Siyer 48; Dârimî, Siyer Muvatta’' Cihad 48. Atâ, Mücahid, el-Evzaî ve Dâvud ezan farzdır, demişler ve kifaye kaydını zikretmemiçlerdir, Taberî der ki: Ezan bir sünnettir. Vacib (farz) değildir. Ayaca Eşheb'den, o, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Yolcu, kastî olarak ezanı terkedecek olursa, namazı iade etmesi gerekir. Kûfeliler ise yolcunun ezansız ve kametsiz namaz kılmasını mekruh kabul eder ve şöyle derler: Şehirde bulunan kimsenin ise, ezan okuyup kamet getirmesi, müstehabtır. Şayet başkalarının okuduğu ezan ve kamet ile yetinecek olursa, bu kadarı da onun için yeterli olur. es-Sevrî der ki: Yolculuk halinde kamet getirmesi, ezan getirmesine ihtiyaç bırakmaz. Eğer, arzu ederse ezan da okuyabilir, kamet de getirebilir. Ahmed b. Hanbel de der ki: Yolcu kimse, Mâlik. el-Huveyris hadisine binaen ezan okur. Dâvud da der ki; Ezan, bütün yolcular için de özel olarak kendisi hakkında vacib olduğu gibi kamet de böyledir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mâlik br el-Huveyris ve arkadaşına şöyle demiştir: "Bir yolculukta bulunursanız ezan okuyun, kamet getirin ve içinizden yaşça büyük olanınız size İmâm olsun" Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Ezan 17,18,35,49, Cihâd 42, Edeb 27; Müslim, Mesâcid 292, 293; Ebû Dâvûd; Tirmizî, Salât 37; Nesâî Ezân 7,8,29, İmame 4; İbn Mâce, İkameti’s-Salât 46; Dârimî Salât 42; Müsned, III, 436, V, 53. Bu, zahirilerin de görüşüdür. İbnü’l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Mâlik b. el-Huveyris ile onun bir amcası oğluna şöyle dediği sabittir: "Yolculuğa çıktığınızda ezan okuyun ve kamet getirin. Yaşça büyük olanınız da size İmâm olsun" İbnü’l-Münzir der ki: Gerek ikamet halinde olsun, gerek yolculuk halinde olsun, ezan okuyup kamet getirmek, her cemaat için vacibtir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ezan okunmasını emretmiştir. Onun emri ise vücub ifade eder. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr.) der ki: Şâfiî, Ebû Hanîfe ve ikisinin arkadaşları, Sevrî, Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve Taberî, yolcu eğer kasti olarak ya da unutarak ezan okumayı terkedecek olursa, kıldığı namazın yeterli olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Onlara göre kameti terketmesi halinde de hüküm böyledir. Bununla birlikte onlar, kameti terketmesini daha ağır bir k-râhat olarak görmektedirler. Şâfiî, ezanın namazın farzlarından bir farz olmadığına ve vacib de olmadığına, Arefe ve Müzdelifede namazları cem eden tek kişi üzerinden ezanın sakıt olacağını delil göstermişlerdir. Yolculukta ezan hususunda Mâlikin mezhebine uygun olarak varılacak sonuç, tıpkı Şâfiî'nin bu konudaki görüşü gibidir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkar, IV, 81-82. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları, ezanın lâfızlarının ikişer ikişer, kametin lâfızlarının birer defa söylenileceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak, Şâfiî ilk tekbiri dört defa tekrarlamaktadır. Bu ise, Ebû Mahzüre hadisi ile Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste sika (güvenilir) kimselerin rivâyetlerinde tesbit edilmiş bir husustur. Müslim Salat 6; Ebû Dâvûd, Sîilâi 28; Tirmizî Salât 26; Nesâî Ezan 3, 4-6; İbn Mâce Ezan 2; Dârimî Ezan 7; Müsned, III, 40S, 409, VI, 401. Şâfiî der ki: Bu ise kabul edilmesi gereken bir fazlalıktır Yine Şâfiî'nin iddiasına göre, Mekkelilerin müezzinleri hâlâ Ebû Mahzûre soyundan gelenlerdir. Kendi çağına ve dönemine kadar bu böylece devam ede gelmiştir. Şâfiî mezhebine mensub âlimler ise şöyle demişlerdir: Şu anda da yine Mekke müezzinleri onun soyundan gelenlerdir. Mâlik'in kabul ettiği görüş de aynı şekilde Ebû Mahzure ezanı ile Abdullah b. Zeyd ezam ile ilgili sahih hadis rivâyetlerinde mevcuttur, Medine'de onlara göre uygulama, kendi dönemlerine kadar Sa'd el-Kurazî soyundan gelenler arasında bu şekildeydi. Mâlik ve Şâfiî ezanda terci’ yapılacağını ittifakla kabul ederler. Terci' ise, müezzinin: îki defa "eşhed'ü enlailâhe illallah" dedikten sonra, yine iki defa: "eşhedü enne Muhammede'r-Resûlüllah" deyip, tekrar (terci' yaparak) bütün gücü ile sesini yükselterek söylenmesidir. İkamet hususunda da Mâlik ile Şâfiî arasında "kad kametissalah" ifadesi dışında görüş, ayrılığı yoktur. Mâlik, bunu bir defa söylerken, Şâfiî bunu îki defa tekrarlamaktadır. İlim adamlarının çoğunluğu ise, Şâfiî'nin dediğini kabul etmektedir. Rivâyetler de bu doğrultuda gelmiştir. Ebû Hanîfe, arkadaşlan, es-Sevrî ve el-Hasen b. Hayy derler ki: Ezan da kamet de ikişerlidir. Onlara göre, gerek ezanın başında gerekse kametin başında "Allahu ekber" dört defa tekrarlanır. Ezanda onlara göre terci' yoktur. Bu husustaki delilleri ise: Abdurrahman b. Ebi Leyla yoluyla rivâyet edilen şu hadistir. Abdurrahman dedi ki: Bize, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının anlattığına göre, Abdullah b. Zeyd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben rüyamda, bir duvar üzerinde durmuş, üzerinde yeşil renkli iki elbise bulunan bir adamın ayağa kalkarak ikişerli ezan okuduğunu, yine ikişerli kamet getirdiğini, ikisi arasında da bir süre oturduğunu gördüm. Bilal, bunu işitince kalktı, ikişerli ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu ve kalkıp yine ikişerli kamet getirdi. el- Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 274-275. Bunu, el-A'meş ve başkalan, Amr b. Murre'den, o, İbn Ebi Leyla yoluyla rivâyet etmiştir. Aynı zamanda bu, Irak'taki tabiin ve fukaha topluluğunun da görüşüdür. Ebû İshâk es-Sebi'î der ki: Ali ile Abdullah'ın (b. Mes'ûd'un) arkadaşları, ezan ve ikameti ikişer defa tekrarlardı. İşte, nasıl ki Hicazlılar ezan ve kametlerini geçmişlerinden miras olarak devr aldılarsa, Kûfeliler de bu şekildeki ezan okuyuşlarını ve buna göre uygulamayı, aynı şekilde nesilden nesile miras olarak devr almışlardır, onların ezanı da Mekkelilerinki gibi, tekbiri dört defa tekrarlamak şeklindedir. Bundan sonra bir defe eşhedü enlâilahe illallah" yine bir defa, "ve eşhedü enne Muhammede'r Resûlüllah" denilir, Sonra, bir defa "hayyealesselah", yine bir defa "hayyaal el felâh" denilir. Bundan sonra müezzin, döner (terci' yapar), sesini yükselterek "eşhedü enlaîlahe İllallah der" ve ezanın tamamını ikişer defa olmak üzere sonuna kadar okur. Ebû- Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Rahaveyh, Dâvud b. Ali, Muhammed b. Cerir et-Taberî de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilen bütün rivâyetler doğrultusunda görüş belirtmenin câiz olduğunu ifade etmişler ve bu farklı rivâyetleri, mübahlık ve muhayyerlik şeklinde anlayarak şöyle derler: Bütün bunlar caizdir Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan bütün bunlar sabit olmuştur, ashâbı da bunlarla amel etmiştir. İsteyen ezanın başında iki defa, Allahu ekber der, isteyen bunu dört defa tekrarlar. İsteyen ezan okurken terci' yapar, isteyen terci' yapmaz. İsteyen kamet getirirken de bunları ikişerli getirir, isteyen teker teker söyler. Ancak bundan: "kâdkame-tissalah" müstesnadır. Çünkü bu söz, herhalûkârda İki defa tekrar edilir. 5- Tesvîb (es-Sâlatu Hayrun Mine'n-nevm Demek): İlim adamları Tesvîb'in hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Tesvîb, ise, müezzinin "es-salatu hayrun minen-nevm" demesidîr. Mâlik, Sevrî ve el-Leys derler ki: Müezzin, sabah namazında iki defa Hayye ala'l-felâh dedikten sonra, iki defa; es-Salatu hayrun mine'n-nevm der. Bu, Şafîî’nin de Irak'taki görüşüdür. Mısır'da ise: Böyle demez, demiştir. Ebû Hanîfe ve arkadaşlan derler ki: Dilediği takdirde ezanı bitirdikten sonra bunu söyleyebilir. Onlardan bunu, ezanın içinde söyleyeceğine dair rivâyet de gelmiştir. Sabah namazında insanların uygulayageldikleri budur Ebû Ömer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, Ebû Mahzure hadisinde Hazret-i Peygamberin Ebû Mahzûre'ye sabah ezanında: "es-Salâtu hayrun mine'n-nevm" demesini emrettiği rivâyet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamberden bunu, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste söylediği de rivâyet edilmiştir. Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Sabah ezanında: "es-salâtu hayrun mine'n-nevm" denilmesi sünnettendir. İbn Ömer'den de bunu söylediğ rivâyet edilmiştir, Malîk'in Muvatta’'mda söylediği şu ifadesine gelince; bana ulaştığına göre müezzin, sabah namazını haber vermek üzere Ömer b. el-Hattâb’ın yanına varmış. Uyuduğunu görünce, es-Savalâtu hayrun mine'n-nevm demiş. Ömer de sabah ezanında bunu söylemesini emretmiş. Mutavva, Salât 8 (Ebû Ömer) der ki: Ben bunun, Ömer'den delil gösterilebilecek şekilde ve sıhhati bilinen bir yolla rivâyet edilmiş olduğunu bilmiyorum, Bu hususta, Hişam b. Urve'nin, İsmail diye anılan ve tanımış olduğum İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IV, 74. bir kişiden bir rivâyet vardır, İbn Ebi Şeybe şunu nakletmektedir: Bize, Abde b. Süleyman, Hişam b. Urve'den, o, İsmail diye anılan bir adamdan şöyle dediğini nakletmiştir: Müezzin gelip Ömer'e sabah namazını haber vermek istedi ve "es-sala tu hayrun mine'n-nevm" dedi, Ömer bunu beğendi ve müezzine: "Sen bunu, ezanında söyle" dedi. Ebû Ömer (b-Abdi’l-Berr) der ki: Kanaatimce Ömer'in ona söylediği sözün anlamı şudur: Bu sözün söyleneceği yer sabah ezanıdır Burası değildir. Sanki Ömer, daha sonra emirlerin ihdas ettikleri gibi emirin kapısı yanında bir başka nidanın (namaz için seslenişin) yapılmasını hoş görmemiş gibidir. Yine Ebû Ömer der ki: Haberin zahiri her ne kadar bunun hilafına ise beni böyle bir açıklamaya iten - de- sebep şudur: Sabah namazında tesvib, Hazret-i Ömer'in bu konuda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetini ve bunu Medine'deki Bilal ve Mekke'de de Ebû Mahzûre diye bilinen müezzinlerine emretmiş olduğunu bilmediğinin sanılması sözkonusu olmayacak kadar durum İlim adamlarınca ve avam nezdinde de yaygınlık kazanmıştır. Çünkü bu, gerek Bilal'ın ezan okuyuşunda bilinen ve tesbit edilmiş bir husustur, gerekse de Ebû Mahzûre'nîn sabah namazında Peygambere ezan okuyuşunda bilinen bir husustur. İlim adamları nezdinde de meşhurdur. Veki', Süfyan'dan, o, İmrân b. Müslim'den, o Suveyd b. Gafele'den rivÂyetine göre o, (Hazret-i Peygamber) müezzinine: "Havyealelfelah"'a geldiğinde: "es-Salatu hayrun mine'n-nevm de" diye haber gönderdi. İşte bu, Bilal'ın ezandır. Bilindiği gibi Bilal, Hazret-i Ömer'e hiçbir vakit ezan okumamıştır, Hazret-i Ömer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sonra da yalnızca bir defa Şam'a girdiği vakit Bilalin ezanını işitmiştir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkar, IV, 75-76. İlim adamları icma ile şunu kabul emişlerdir: Sabah namazı dışında kalan namazlar için sünnet olan, namaz vakti girmeden ezan okumamaktır Yalnız sabah namazı için, Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk ve Ebû Sevr'in görüşüne göre, tan yerinin ağarmasından önce ezan okunabilir. Bu konudaki delilleri ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şu âyetidir: "Şüphesiz Bilâl, henüz gece iken ezan okur. O bakımdan İbn Um Mektum ezan okuyuncaya kadar yemenize içmenize devam ediniz" Buhârî, Ezan 11-13, Savm 17, Şehâdât 11, Ahbaru'l-Âhâd 1; Müslim, Siyam 36-38; Tirmizî, Salât 35; Nesâî, Ezan 9,10; Dârimî, Salât 4; Muvatta’', Nida 14, 15; Müsned, U, 9, 57, 62, 64, 73, 79, 107, 123. Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Muhammed b. el-Hasen ise derler ki: Vakti girmedikçe sabah namazı için ezan okunmaz. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mâlik b. el-Huveyris ve arkadaşına şöyle demiştir: "Namaz vakti girdi mi, ezan okuyunuz. Sonra kamet getiriniz, sonra da yaşça büyük olanınız size İmâm olsun.". Ayrıca diğer namazlara sabah namazını kıyas etmek de bunu gerektirir. Hadis ehlinden bir kesim ise şöyle demiştir: Eğer mescidin iki tane müezzini varsa, onlardan birisi tan yeri ağarmadan önce ezan okur, diğeri ise, tan yeri ağardıktan sonra ezan okur. 7- Ezan Okuyan ile Kamet Getirenin Ayrı Kimseler Olmaları; Ezan okuyan müezzinden başkasının kamet getirmesi hususunda fukaha farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Ebû Hanîfe ve arkadaşları bunda bir mahzur olmadığı görüşündedirler. Çünkü, Muhammed b. Abdullah b. Zeyd'in, babası (Abdullah)'dan rivÂyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında gördüğü ezanı Bilâl'e öğretmesini emretmiş, bunun üzerine Bilâl de ezan okumuştu. Daha sonra da Hazret-i Peygamberin, Abdullah b. Zeyd'e emretmesi üzerine Abdullah da kamet getirdi. Ebû Dâvûd Salat 30. es-Sevrî, el-Leys ve Şâfiî ise, kim ezan okursa, o kamet getirir demişlerdir. Çünkü, Abdurrahman b. Ziyad b. En'um, Ziyad b. Nuaymdan, onun, Ziyad b. el-Haris es-Sudâî'den naklettiği hadiste, Ziyad şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gittim. Sabahın ilk vakti girince, bana emir verdi ben de ezan okudum. Sonra namaza kalktı. Kamet getirmek üzere Bilal geldi, fakat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sudalıların kardeşi (yani Sudalı olan) ezan okudu. Kim ezan okursa o kamet getirir." Ebû Dâvûd Salat 30; Tirmizî Salat 32; İbn Mâce Ezan 3; Müsned, IV, 169. Ebû Ömer der ki: Abdurrahman b. Ziyad, el-İfrıkî diye anılır. Hadis âlimlerinin çoğu onu zayıf kabul ederler. Bu hadisi de ondan başkası rivâyet etmemektedir. Önceki hadis ise, inşaallah sened bakımından daha iyidir. Eğer, el-İfnkînin hadisi sahih ise, -şunu da belirtelim ki, ilim ehli arasından onun sika olduğunu kabul eden ve ondan övgüyle söz edenler de vardır- o takdirde o hadis gereğince görüş belirtmek daha uygundur. Çünkü bu hadis, görüş ayrılığı konusunda açık bir nastır. Ayrıca bu hadis, Abdullah b. Zeyd'in Bilal ile başından geçen olaydan daha sonradır. Sonraki bir olaydır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sonra verdiği emrine uymak daha uygundur. Bununla birlikçe ben, müezzinin muayyen tek kişi olması halinde kameti de onun getirmesini müstehab görmekteyim. Bir başkası kamet getirecek olursa, yine icma ile namaz geçerlidir. Allah'a hamd olsun. Ezan okuyan kimse ezanını ağır ağır okuması ve bugün birçok cahil kimsenin yaptığı gibi, ezanı kelimeleri uzatarak ve nağmeli bir şekilde okumamasıdır. Hatta, sıradan ve avamdan pek çok kimse, ezanı nağme sınırından da çıkartmış bulunuyorlar. Ezan okurken tekrarlar yapmakta ve neye kalkıştığı bilinmeyecek şekilde ezan okurken, çokça kesintilere uğratmaktadır. Dârakutnî'nin ibn Cüreyc'den, onun, Atâ'dan, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nağmeli ezan okuyan bir müezzini vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdu: "Ezan kolay ve rahattır Eğer senin de ezanın kolay ve rahat olursa (ezan okumaya devam edebilirsin) aksi takdirde ezan okuma." Dârakutnî, I, 239, II, 86. Müezzin ezan okurken, ilim adamlarından bir topluluğa göre kıbleye yönelir, "Hayyealessalâh" ve "hayyealelfelâh" dediği takdirde de yine ilim adamlarının çoğunluğuna göre, başını sağa ve sok döndürür. Ahmed der ki: İnsanlara ezanı duyurmak kastı ile minarede olması hali dışında dönmez. İshâk da bu görüştedir. Tahâret üzere (abdestli) olması, efdal olandır. Ezanı duyan bir kimsenin, iki teşehhüdün sonuna kadar müezzinin söylediğini tekrarlaması, müstehabür Tamamlayacak olsa da caizdir Çünkü, Ebû Said yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir. Buhârî, Ezan 7; Müslim, Salât 10; Ebû Dâvûd, Salât 36; Tirmizî, Salât 40; Nesâî, Ezan 33; İbn Mâce, Ezan 4. Müslim'in Sahih'inde de Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Müezzin, Allahuekber, Allahuekber dediğinde, sizden herhangi bir kimse de Allahuekber, Allahuekber dese, sonra müeezzin: Eşhedü enlâilâhe illallah dese, sizden herhangi bir kimse de eşhedü ellailahe illallah dese, müezzin daha sonra: Eşhedü enne Muhammede'r-Resûlüllah dese, sizden herhangi bir kimse de eşhedü enne Muhammede'r-Resûlüllah dese, sonra müezzin hayyealesselâh dese, sizden herhangi bir kimse lâ havle velâ kuvvete illâ billâh dese, müezzin daha sonra: Hayyealel-felâh dese, sizden herhangi bir kimse de: Lâ havle velâ kuvvete illa billâh dese, sonra müezzin Allahuekber, Allahuekber dese, yine sizden herhangi bir kimse Allahuekber, Allahuekber dese, sonra müezzin lâ ilahe illallah dese, sizden herhangi bir kimse de kalbinden lâ ilâhe illâlah dese cennete girer." Müslim, Salat 12; Ebû Dâvûd Salat 36. Yine Müslim'de, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan naklettiği şu âyeti de yer almaktadır: "Her kim, müezzinin ezanını işittiğinde: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağı bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahidlik ederim, Rabb olarak Allah'tan, Rasul olarak Muhammed'den, Din olarak da İslamdan razı oldum" diyecek olsa, geçmiş (küçük.) günahları ona bağışlanır." Müslim, Salat 13; Ebû Dâvûd Sakıt 36; Tirmizî, Salât 42; Nesâî, Ezan 38; İbn Mâce, Ezan 4. 10- Ezanın ve Müezzinin Fazileti: Ezan ve müezzinin Faziletine gelince, bu hususta da sahih bir takım rivâyetler gelmiş bulunmaktadır: Bunlardan birisini Müslim; Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir, Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için ezan okunduğunda, Şeytan, ezan sesini işitmeyeceği yere varıncaya kadar sesli yellenerek arkasını döner kaçar." Buhârî, Ezan 4, el-Amel fî's-Salah 18, Sehv 6; Müslim, Mesacîd 83; Ebû Dâvûd, Salat 31; Nesâî, Ezan 30; Dârimî, Salât II, 174; Muvatta’', Nida 6; Müsned, II, 313,398,411... Önceden de geçtiği üzere ezanın İslamın şiarı ve imanın alâmeti olması faziletini anlamak için yeterlidir. Müezzinin faziletine gelince, Müslim, Muaviye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Müezzinler, kıyâmet gününde boyları en uzun olacak kimselerdir." Müslim, Salah 14; İbn Mâce Ezan 5: Müsned, III, 169 ,264, IV, 95, 98. İşte bu, o günün dehşetlerinden güvenlik altında olmaya bir işarettir, Çünkü Araplar, boyun(un) uzunluğunu, kavmin şereflileri ve efendileri hakkında kinaye yoluyla kullanmışlardır. Nitekim, şairlerinden birisi şöyle demiştir: "Onlar, öyle kimselerdir ki, boyunları da uzundur, kulak yumuşaklarına varan saçları da." Muvatta’''da da Ebû Said el-Hudrî'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı şöyle buyururken dinlediği kaydedilmektedir: "Müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar olan bölgede, cin olsun, insan olsun, başka herhangi bir şey olsun onun sesini işiten her şey, mutlaka Kıyâmet gününde onun lehine şahitlik edecektir." Buhârî, Ezan 5 Bedü'l-Halk 12, Tevhid 52; Nesâî, Ezan 14; Muvatta’', Nida; İbn Mâce Ezan 5; Müsned, III, 35, 43. İbn Mâce'nin Sünen'inde de İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim yedi yıl süreyle ecrini Allah'tan umarak ezan okursa, ona cehennemden kurtuluş beratı yazılır." Tirmizî salat 33; İbn Mâce Ezan 5. Yine İbn Mâce'de İbn Ömer'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kim oniki yıl süreyle ezan okuyacak olursa, cennet ona vacib olur. Ve her gün okuduğu ezanlara mukabil, ona altmış hasene ve her bir kamet karşılığında da otuz hasene yazılır." İbn Mâce, Ezan 5. Ebû Hatim der ki: Bu hadisin senedi münkerdîr ama hadisin kendisi sahihtir. Osman b. Ebi'l-Âs'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bana son ahdi, ezanına karşılık ücret alacak bir müezzin edinmemem şeklinde idi. Bu hadis de sabit bir hadistir. Bu lâfızlarla: Tirmizî, Salat 41; aynı manada yakın lâfızlarla Nesâî, Ezan 32, İbn Mâce, Ezan 3; Müsned, IV, 21, 217. 11- Ezan Karşılığında Ücret Almak: Ezan karşılığında ücret almanın hükmü hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. el-Kasım b. Abdurrahman ve rey sahipleri, bunu mekruh gördükleri halde, Mâlik buna müsaade etmiş ve bunda mahzur yoktur, demiştir. el-Evzaî de der ki: Bu, mekruhtur. Ancak, buna karşılık beytülmalden mÂişetine yetecek kadarını almakta da bir mahzur yoktur. Şâfiî de der ki: Müezzine, ancak; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ganimetteki payı olan beştebirin beştebirinden verilir. İbnüff-Münzir der ki: EzaffVkarşılığında ücret almak câiz değildir. İlim adamlarınız, Ebû Mahzûre'nin hadisin delil göstererek ücret almanın lehine delil göstermişlerse de bu delillendirme su götürür. Bu hadisi, Nesâî, İbn Mâce ve başkaları rivâyet etmiştir. Ebû Mahzûre der ki: Bir gurupla birlikte yola çıkmıştık. Yolun bir bölümünde iken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müezzini, Resûlüllah'ın yakınında namaz için ezan okudu. Biz de ondan uzaklarda yüzçevirmiş olduğumuz halde müezzinin sesini işittik. Onunla alay etmek üzere yüksele sesle onu taklid etmeye başladık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu işitti. Bize , bazı kimseleri elçi gönderdi. Onlar bizi götürüp Peygamberin önüne oturttular. Şöyle buyurdu: "Sesinin yükseldiğini işittiğim kişi hanginizdi?" Beraberimdekilerin hepsi beni işaret ettiler. Doğru da söylediler. Bunun üzerine o da hepsini salıverdi, beni alıkoydu ve bana: "Kalk ve ezan oku" dedi. Ben de kalktım. Fakat o sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bana verdiği emirden ve onun bana emrettiği şeyden daha fazla hiçbir şeyden tiksinmiyordum, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde, ayakta durdum. Resûlüllah bizzat ezanı bana telkin ederek şöyle dedi: "De ki: Allahûekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedü enne Muhammederrasulullah, Eşhedü enne Muhammedenresulullah. Sonra bana dedi ki: "Sesini yükselt ve uzat: Eşhedü enlailahe illallah, eşhedü ell-lailahe illallah. Eşhedü enne Muhammederresulullah, eşhedü enne Muhammederresulullah. Hayyaalesselah, hayyealesselah. Hayyealelfelah, hayyealelfelah. Allahuekber, Allahuekber. La İlahe illallah." Sonra ezan okumayı bitirince beni çağırdı. Bana içinde bir miktar gümüş bulunan ağzı bağlı bir kese verdi. Sonra elini Ebû Mahzûre'nin alnı ürerine koydu. Daha sonra elini yüzünün üzerinde gezdirdi, sonra göğüslerinde gezdirdi. Sonra da karaciğerinin bulunduğu yerin üzerinde bıraktı. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın eli, Ebû Mahzûre'nin göbeğine kadar vardı, sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah sana bereketler ihsan etsin, üzerine bereket yağdırsın" diye buyurdu Ben, Ey Allah'ın Rasûlü, Mekke'de ezan okumak için bana emret dedim, o da: "Sana böyle yapmanı emir veriyorum" diye buyurdu. İçimde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri üzerine onunla birlikte namaz için ezan okudum. Hadisin bu rivâyeti İbn Mâce'nin lâfzıdır. İbn Mâce, Ezan 2; Nesâî, Ezan 5 (bu lâfızlarla) Ebû Mahzüre hadisinin yer aldığı kaynakların bir kısmı daha önceden 4. başlıkta gösterilmiştir. 12. Namazla Alay, Akıllıların Yapacağı Bir îş Değildir: Yüce Allah'ın: "Bu onların akılları ermeyen bir topluluk olmalarındandır" âyetinin anlamı şudur; Yani onlar, kendilerini çirkin işlerden alıkoyacak aklı bulunmayan kimseler ayarındadırlar. Rivâyet olunduğuna göre, hıristiyanlardan bir kişi, Medine'de müezzinin: "Şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Rasulüdür" dediğini işittiğinde, yalan söyleyen ateşte yansın dermiş. Kendisi uykuda iken bir kıvılcım evine düşmüş, evini yakmış ve evi ile birlikte o kâfiri de yakmıştı. Böylelikle bu, diğer insanlara ibret olmuştu. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 107-108. "Bela, kişinin taşıdığı mantığı ile alakalıdır" denilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte, hakkı anlayacakları vakte kadar kendilerine mühlet verilirdi. Fakat bundan sonra ise ertelenmezlerdi. Bunu İbnü'l-Arabî zikretmiştir. 59De ki: "Ey kitab ehli, sizin bizi ayıplamanız (veya: Bizden hoşlanmamanız) Allah'a, bize indirilene, daha önce indirilenlere îman etmemizden ve şüphesiz çoğunuzun fasıklar olmanızdan başka bir sebebi var mı?" Yüce Allah'ın: "De ki: Ey kitab ehli, sizin bizi ayıplamanız..." âyeti nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir; Aralarında Ebû Yasir b. Alıtab ile, Rafı' b. Ebî Rafi'nin de bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek, ona, peygamberlerden kime îman ettiğine dair soru sordular. O da şöyle buyurdu: "Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e ismail'e... indirilenlere" âyetinden itibaren, "biz ona testim olmuşlarız" (el-Bakara, 2/136) âyetini okudu. Fakat Îsa (aleyhisselâm) anılınca, onun peygamberliğini inkâr ederek şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, biz dünyada da âhirette de nasibi sizden daha az din mensubu kimseler olduğunu bilmiyoruz. Dininizden daha kötü bir din de bilmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerimeyle bir sonraki âyet-i kerîme nâzil oldu. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, III, 108. Bu ise, onların daha önce geçen âyet-i kerimede ezanı inkâr etmelerini ifade eden âyetlerle da ilişkilidir. Çünkü ezan, bir taraftan Allah'ın tevhidine dair şahidliği, diğer taraftan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine şahidliği ihtiva etmektedir. Çelişki içerisinde olan ise, Allah'ın peygamberleri arasında ayırım gözetenlerin dinleridir. Yoksa, bütün-peygamberlere îman edenlerin dini değildir. (.......) mı? edatındaki "lâm" harfinin Ayıplamanız, hoşlanmamanız kelimesinin başındaki "te" harfi (mahreç) ile yakınlıkları dolayısıyla idğam edilmeleri caizdir. Bunun anlamı, bize karşı öfke duymanız, gazaplanmanız demektir. Hoşlanmamanız anlamına geldiği söylendiği gibi, tepki göstermeniz anlamına geldiği de söylenmiştir, anlamlar biribirlerine yakındır. Bu fiilin mazi ve muzari şekilleri; sekilerinde kullanılmakla birlikte, birinci şekil (yani, aynu'l fiilin mazide üstün, muzaride esreli gelmesi) daha çok kullanılır. Abdullah b. Kays er-Rukayya der ki: "Ümeyye oğullarından hoşlanmayışlarının tek sebebi Onların, öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir." Kur'ân-ı Kerîm’de de: "Onlar... onlardan... intikam almadılar" (el-Burûc, 85/8) âyetinde bu şekilde kullanılmıştır. Kişiye sitemde bulunulduğunda: şeklinde "kaf" harfi esreli olarak kullanılır. îse, onun ism-i failidir. el-Kisâî der ki "Kaf harfinin esreli kullanılışı bir ağızdır. Aynı şekilde birşeyden hoşlanmamayı ifade etmek üzere mazi için: diyerek "kaf harfi üstün kullanıldığı gibi, esreli olarak da kullanılır. İntikam da buradan gelmekte olup, cezalandırmak anlamındadır. İsmi Nikmet şekünde gelir. Çoğulu da: şeklindedir. İstendiği takdirde, "kaf harfi sakin kılınıp harekesi "nün" harfine nakledilebilir. O takdirde nikmet, tekil için, nikam da çoğul için kullanılır. Allah'a... îman etmemizden başka bir sebebi" ise. "ayıplamanız" ile nasb mahallindedir. Yani siz, bizim ancak Allah'a îman edişimizi ayıplıyorsunuz. Halbuki bizim hak Üzere olduğumuzu da bilmektesiniz "Ve şüphesiz çoğunuzun fâsıklar olmanızdan" yani, İmâm terketmek suretiyle doğru yoldan çıkmanızdan, Allah'ın emrine uyma çerçevesinin dışına çıkmanızdan,. başka bir sebebi mi var? Denildiğine göre bu, birisinin diğerine söylediği şu söz kabilindendir: Sen, beni ancak, ben afif bir kimse, sen ise tacir bir kimse olduğun için ayıplıyorsun. Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, çoğunuz fâsık olduğunuzdan dolayı, bizim bu durumumuzu ayıplamaktasınız. 60De ki: "Allah nezdinde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu size haber vereyim mi? Allah'ın kendilerine lanet ettiği, üzerlerine gazab ettiği ve onlardan bir kısmını maymun ve domuz suretine soktuğu kişiler ve tâğûta tapanlardır. İşte bunlar, yerleri daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış olan kimselerdir." Yüce Allah'ın: "De ki: Allah nezdinde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu haber vereyim mi?" âyeti ise Sizin, bizi ayıplamanızdan daha kötüsünü size bildireyim mi demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için istediğiniz hoş olmayan şeylerden daha kötüsünü bildireyim mi? Bu ise onların: Sizin dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz, şeklindeki sözlerine bir cevaptır "Ceza'nın (ceza bakımından) ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Bu kelime, asıl itibariyle veznindedir. "Vav" harfinin harekesi (peltek) "se harfine verilince, "vav" harfi sakin kaldı. Ondan sonraki "vav" da sakin olduğundan dolayı, bu "vav"lardan birisi hazfedildi. Mastar anlamı ile; kelimeleri de bu kabildendir. Şairin şu beyitlnde olduğu gibi: "Ve ben, komşum beni zor ve korkulacak bir şeye çağırdığı vakit Elbiselerimi etekler uyluğumun ortasına varıncaya kadar toplardım. Bu kelimenin vezninde ve kelimeleri ile aynı kalıpta olduğu da söylenmiştir. “Allah'ın kendilerine lanet ettiği" âyetinde, Kendileri" ref mahallindedir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde: "Bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? (O) ateştir" (el-Hac, 22/72) diye buyurmuştur. Burada ifadenin takdiri de şöyledir: İşte o, Allah'ın lanetlediği kimsenin uğradığı lanettir" Bununla birlikte şu anlamda, nasb mahallinde olması da mümkündür: De ki: Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah'ın kendilerine lanet ettiği... "Kötü"den bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür ve ifadenin takdiri şöyle olur: Ben size Allah'ın kime lanet ettiğini haber verevim mi? Burada kastedilenler de yahudilerdir. Tâğûta dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/256. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yani, ve Allah'ın aralarından tâğûta ibadet eden kimseler kıldığı kimselerdir.. el-Ferrâ''ya göre burada, "kimseler" anlamı verilen İsm-i mevsulü hazf edilmiştir. Basraklar ise İsm-i mevsulün hazf edilmesi câiz değildir, o bakımdan anlam şöyle olur, demektedirler: 'Allah'ın kendilerine lanet ettiği, kişiler ve tâğûta tapanlardır." İbn Vessâb ve en-Nehaî; Size haber vereyim" âyetini "nun" harfini sakin olarak, diye okumuşlardır. "Tâğûta tapanlar" âyetini ise Hamza, "be" harfini ötreli olarak "tâğût" kelimesinin sonundaki "te" harfini de esreli olarak okuvupv (ibadet kelimesini) "feul" vezninde mübalağa ve çokluk ifade eden bir kip halinde okumuştur. Çokça uyanık davrandı, çok iyi anladı, çok iyi sakındı kelimelerinde olduğu gibi. Bu kip ise, asıl itibari ile sıfattır. Nabiğa'nın şu beyiti de bu kabildendir: "Vecra denilen yerin siyah beyaz ayaklı ve oldukça keskin eşsiz kılıcı andıran kılıç gibi zayıf vahşi hayvanlarını. Görüldüğü gibi şair, bu beyitin son kelimesinin "re" harfini de ötreli kullanmıştır. "Çokça ibadet edenler" anlamına gelen kelime; soktuğu anlamındaki kelimeyle nasb olmuştur. Yani, Onlardan tağuta çokça ibadet eden kimseler kılmıştır; anlamındadır. Diğer taraftan, kelimesini kelimesine izafe etmek suretiyle tağut kelimesini esreli okumuştur. (.......) ise yarattı, varetti anlamındadır. Âyetin anlamı şöyle olur: Ve O, aralarından tâğûta ibadette aşırıya kaçan kimseler yaratmıştır. Diğerleri ise, bu iki kelimenin birinci kelimedeki "be" harfini Üstün, ikinci kelimenin sonundaki "te" harfini de üstün olarak okumuşlar ve tapma anlamına gelen kelimeyi mazi bir fiil olarak daha önce geçmiş mazi diğer fiillere (gazab etti ve lanet etti fillerine) atfetmiştir. Bu şekilde okuyanlara göre de âyetin anlamı şöyle olur: Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimseler ile, tâğûta ibadet eden kimselerdir. Ya da bu âyet ile mansub olabilir. Yani: Aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta ibadet edenler yaratmıştır Tapan kelimesindeki zamiri ise; Kişi, kimse kelimesinin lâfzına -manasına değil- hamlederek tekit gelmiştir. Ubeyy ve İbn Mes’ûd ise manaya hamlederek; Tâğûta tapan kimseler diye okumuşlardır. İbn Abbâs Tâğûta tapanlar, diye okumuştur. Bu Abd (kul) kelimesinin çoğulu olabilir. Rehin, rehineler ile Tavan, tavanlar kelimesi gibi. Yine bu kelimesinin çoğulu da olabilir. Nitekim Örnek, örnekler denildiği gibi. Bunun; kelimesinin çoğulu olması da mümkündür, Bir ekmek, ekmekler gibi. in çoğulu da olabilir. Sekiz yada dokuz yadında azı dişi çıkan deve, develer. Anlamı ise tâğûtun hizmetkârları demektir. Yine İbn Abbâs'dan; şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Bu durumda bu kelimeyi "ibadet eden" anlamına gelen "âbid"in çoğulu kabul etmiştir. Hazır bulunan, Hazır bulunanlar, gaib ve gaibler denildiği gibi. Ebû Vâkid'den denildiğine göre Tâğûta İbadet edenler kipi, mübalağa içindir ve yine bu da "abid"in çoğuludur. işçiler, vuran vuranlar kelimelerinde olduğu gibi. Mahbub'un naklettiğine göre Basralılar, yine "âbid" kelimesinin çoğulu olmak üzere Tâğûta tapanlar diye okumuşlardır. Ayrıca bunun kul anlamına gelen "abd" kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. Ebû Cafer er-Rüâsî ise, meçhul kip şeklinde diye okumuştur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Ve aralarında tâğûta ibadet olunanlar... Amr el-Ukaylî ile İbn Bureyde ise tekil olarak şeklinde tâğûta tapan, diye okumuştur ki, bu çoğul anlamını da vermektedir. Yine İbn Mes'ûd bunu, diye okuduğu rivâyet edildiği gibi, hem ondan, hem de Ubeyy'den şeklinde çoğul ve müennes olarak da okumuştur. Yüce Allah'ın: "Bedevi Araplar dedilerki..." (el-Hucurat, 49/14) âyetinde olduğu gibi. Ubeyy b. Umeyr ise, şeklinde okumuştur. Bu da Köpek ve köpekler şeklini hatırlatmaktadır. Böylelikle bu iki kelime oniki ayrı şekilde okunmuş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "İşte bunlar, yerleri daha fena... olan kimselerdir" âyetine gelince; çünkü onların yeri cehennemdir. Mü’minlerin ise kalacakları yerlerde bir kötülük yoktur. ez-Zeccâc der ki: İşte onlar, sizin söylediğinize göre bile yerleri en kötü olanlardır, demektir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de şudur: İşte Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, âhiretteki yerleri itibariyle sizin dünyadaki yerinizden -yakanıza yapışan kötülükler dolayısıyla- daha kötüdür. Şöyle de açıklanmıştır: Allah'ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, yer itibariyle sizi ayıplayanlardan daha kötüdürler. Yine şöyle açıklanmıştır; İşte sizi ayıplayan o kimselerin yerleri, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerin yerlerinden daha da kötüdür. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, müslümanlar onlara: Ey maymun ve domuzların kardeşleri diye hitab ettiler, onlar da içyüzleri ortaya çıkıp rezil olduklarından dolayı başlarını önlerine eğdiler. Şair de onlar hakkında şöyle demektedir: Allah'ın laneti yahudiler üzerinedir Çünkü yahudiler maymunların kardeşleridir." 61Size geldikleri zaman "îman ettik" derler. Halbuki onlar, küfürle girdiler yine küfürle çıkmışlardır. Allah gizlediklerini çok iyi bilendir. Âyetin tefsiri için bak:63 62Onlardan pek çok kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yapmakta ve haram yemekte birbirleriyle yatıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar da kötüdürî Âyetin tefsiri için bak:63 63Onları günah sol söylemekten ve haram yemekten rabbaniler ve hahamlar alıkoysalar ya... Yaptıkları şey ne kadar kötü bir İştir! Yüce Allah'ın: "Size geldikleri zaman Îman ettik derler." Âyetinde belirtilen bu husus, münafıkların bir niteliğidir. Yani onlar, işittikleri hiçbir şeyden yararlanamazlar. Aksine, kâfir girdiler, kâfir olarak çıkıp gittiler. "Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir.” Onların gizledikleri nifaklarını kastetmektedir. Şöyle de denilmiştir: Burada kastedilenler, "Medine'ye girdiğiniz vakit, günün erken saatlerinde îman edenlere indirilen şeylere îman ediniz. Evlerinize döndüğünüz günün son vakitlerinde de onu inkâr ediniz, diyen, yahudîlerdir. Bunlarla kastedilenlerin yahudiler olduklarına delâlet eden ise, daha önce onların sözkonusu edilmeleri ve ileride de onlardan söz edileceğidir. Yüce Allah'ın: "Onlardan pek çok kimsenin" âyetinde kastedilenler, yahudilerdir. "Günah İşlemekte, düşmanlık yapmakta yani, musiyet ve zulümde "ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar da kötü." Yüce Allah'ın: "Onları, rabbaniler ve hahamlar alıkoysalar ya" âyeti, alıkoymak değiller miydi? demektir. Neden alıkoymadılar? demektir. "Onları alıkoymalarından kasıt ise, bu işten onları vazgeçirmeleridir "Rabbaniler"den kasıt, hıristiyan âlimleri, "hahamlar (el- Ahbar)”dan kasıt ise yahudi âlimleridir. Hepsi ile de yahudi âlimleri kastedilmektedir, diyenler de vardır. Çünkü bu âyetler yahudiler hakkındadır. Daha sonra yüce Allah, bu âlimleri onlara bu işleri yasaklamayı terk etmeleri dolayısıyla azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır; "Yaptıkları şey ne kadar kötü bir iştir!" Nitekim, "yaptıkları şey ne kadar da kötü" âyeti ile günah işlemekte yarışanları da azarlamıştır. Âyet-i kerîme münkeri yasaklamayı terk eden kimsenin, tıpkı münkeri işleyen kimse gibi olduğuna delalet etmektedir. O halde âyeti kerîme iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı terketmek hususunda ilim adamlarına bir azar ihtiva etmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara sûresi (2/44. âyetin tefsiri.) ile Âl-i İmrân sûresi (3/21-22. âyetin tefsirleri)'nde geçmiş bulunmaktadır. Süfyan b. Uyeyne rivâyetle der ki: Bana Süfyan b. Said, Mis'ar'dan anlattı, dedi ki: Bana ulaştığına göre, bir meleğe bir kasabayı ele geçirmesi emredilmiş, o da şöyle demiş: Rabbim, o kasabada filan âbid kişi vardır. Yüce Allah da ona: "Sen, ondan başla. Çünkü (gördüğü münkerden dolayı) Benim rızam için yüzünde bir an olsun herhangi bir değişiklik olmamış bir kimsedir." Tirmizî'nin Sahihinde de şöyle bir hadis vardır: "İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden çekmeyecek olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeksizin Yüce Allah kendi katından onların hepsini bir ceza ile cezalandırır." Tirmizî, Fîten 8, Tefsir 5. sûre 17; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, I, 2, 5, 7, 9. İleride gelecektir, (63 âyetin) sonundaki: "Yaptıkları" fiilinde geçen "sun" (62. âyetin) sonunda geçen "yaptıkları" kelimesinin mastarı olan "amel" ile aynı anlamdadır. Şü kadar var ki, "sun' iyi bir şekilde yapılmayı gerektirir. Bir kılıç çok güzel ve kaliteli bir şekilde imal edilecek olursa, onun hakkında; tabiri kullanılır. 64Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse öyle infak eder. Yemin olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun küfür ve tuğyanlarını artıracaktır. Bununla beraber aralarında kıyâmet gününe kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık. Onlar ne zaman bir Savaş ateşi yakmak isteseler, Allah onu söndürür. Yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise fesatçıları sevmez. Yüce Allah'ın: "Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler" âyeti ile ilgili olarak İkrime şöyle der: Bu sözü Fînhâs b. Âzûrâ -Allah'ın laneti üzeri ne olsun- ve arkadaşları söylemişti. Bunlar, varlıklı kimselerdi. Muhammet (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr edince, malları azaldı ve şöyle dediler: Şüphesiz Allah cimridir Ve Allah'ın eli bize birşeyler vermek noktasında kapalıdır (cimridir). Buna göre âyet-i kerîme yahudilerin bir kısmı hakkında hususidir. Şöyle de denilmiştir: Bir topluluk bu sözü söyleyince, diğerleri de buna karşı çıkmayınca, hep birlikte bu sözü söylemiş gibi oldular. el-Hasen der ki: Âyetin anlamı şudur: Allah azâb için bize etini uzatmaz. Yine şöyle denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fakir ve malı az olduğunu diğer taraftan yüce Allah'ın: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir" (el-Bakara, 2/245) âyetini da işitip, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da diyetler hususunda kendilerinden yardım istediğini görünce: Muhakkak Muhammed'in ilahı fakirdir, dediler. Cimridir, dedikleri de olmuştur. İşte onların: "Allah'ın eli bağlıdır" şeklindeki sözlerinin anlamı budur. Bu ifade; "Elini boynuna bağlanmış kılma." (el-İsra, 17/29) âyetinde olduğu gibi temsili bir ifadedir. Cimri olan kimseye temsilî ifade kabilinden olmak üzere: Parmak uçları içe doğru çekik, avucu yumuk, kapalı, parmakları yumuk, eli bağlı" gibi tabirler kullanılır. Şair de der ki: "Yezid orada olduğu sırada Horasan öyle bir yerdi ki Onun her türlü hayır kapıları sonuna kadar açıktı. Ondan sonra oraya onun yerine parmakları içe dûğru yumuk birisi geçti Sanki yüzüne sirke serpilmiş gibi" Arap dilinde el anlamına gelen "yed", yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi bilinen organ hakkında kullanılır: "Eline bir demet ot al" (Sa'ad, 38/41) Ancak, bu anlamın Allah için düşünülmesi imkânsızdır. Aynı kelime, nimet anlamında da kullanılır, Araplar: Filanın nezdinde benim nice elim vardır" derler. Benim kendisine bol bol ihsan ettiğim nice nimet vardır, demektir. Yine el, kuvvet anlamında da kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kuvvet sahibi kulumuz Davud'u yâdet." (Sâ'd, 38/17) Görüldüğü gibi burada elt kuvvet anlamındadır Mâlik olmak ve kudret manasına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir." (Âl-i İmrân, 3/73) Yine bu kelime, sıla (zâid zamir) anlamında da kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:" Bizim, onlar için kendi ellerimizle... yaptıklarımızdan." (yasın, 36/71) Yani, bizzat bizim yaptıklarımızdan anlamındadır. Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun." (el-Bakara, 2/237) Yani, nikâh akdini yapmak hakkı kendisinin olan demektir. Bu kelime, desteklemek ve yardım etmek manasına da kullanılır. Hazret-i Peygamberin: "Hakim hükmünü verinceye, Kasim (paylaştırıcı) da paylaştırmasını bitirinceye kadar Allah'ın eli onlarla birliktedir" hadisi de bu kabildendir. el-Heyseme, Mecmau'z-Zevâıd IV, 193 Bu kelimenin kendisinden haber verilen zatın şerefine işaret etmek, onun şanını yükseltmek için fiilin o kimseye izafe edilmesi için kullanıldığı da olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îblis, kendi ellerimle yarattığım şeye secdeden seni ne alıkoydu?" (Sa'd, 38/75) O halde, burada elin organa hamledilmesi mümkün değildir Çünkü, şanı yüce Allah bir ve tektir. O'nun için bölümleme mümkün değildir. Yine buradaki anlamın güç, mülkiyet, nimet ve sıla olarak anlaşılması da düşünülemez. Zira, o takdirde Allah'ın dostu Âdem ile O'nun düşmanı İblis arasında bu nitelikler ortaklaşa sözkonusu olur ve sözü edilen şekilde onun İblise üstün kılındığı da -Ona bahşedilen özel hususun batıl oluşu sebebiyle- bu da batıl olur. O halde, geriye İblisin yaratılışı ile değil de, yalnızca Âdem'in şereflendirilmesi için yaratılması ile alakalı iki sıfata hamledilmesi ihtimalinden başka bir şey kalmıyor. Bu iki sıfatın Hazret-i Âdem'in yaratılışı ile ilgisi ise kudretin makdüra (kudret sonucu var edilene) taalluk etmesi kabilindendir. Direkt bir taalluk ile doğrudan doğruya temas bakımından taalluk kabilinden değildir. İşte, O şanı yüce ve Mübarek Rabbimizin "O, Tevrati kendi eliyle yazdı, keramet yurdunu cennetlikler için bizzat kendi eliyle dikti" şeklinde gelen rivâyetler ile, benzer diğer âyetler da bu şekildedir, her bir sıfatın kendi muktezâsına taalluku kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı" âyetinde "yâ" harfı üzerinde görülmesi gereken ötre, "ya" üzerinde ağır geldiğinden hazf edilmiştir. Anlamı, ahrette bağlanacaktır, şeklindedir. Bunun kendilerine beddua olması da mümkündür. Aynı şekilde "söylediklerinden ötürü... onlara lanet edildi" âyeti de böyledir. Maksat, bize su âyetinde olduğu gibi bunu öğretmektir: "Yemin olsun, inşaallah elbette Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (el-Feth, 48/27) Yüce Allah burada, görüldüğü gibi istisna yapmayı, (yani, gelecekte yapılacak şeyleri inşaallah kaydına bağlamayı) öğretmektedir. Nitekim "Ebû Leheb'in iki eli kurusun." (el-Mesed, 111/1) âyetinde de bize, Ebû Lehebe beddua etmemizi öğretmiştir: Şöyle de denilmiştir: Maksat, onların insanların en cimrileri olduklarını anlatmaktır. Adi ve hakir olmayan hiçbir yahudi göremezsiniz. Bu görüşe göre "vav" harfi hazf edilmiştir. Yani onlar: "Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Halbuki asıl onların elleri bağlanmıştır." "Lanet etmek" ise uzaklaştırmak demektir, buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştı. Yüce Allah'ın: "Hayır Allah'ın iki eli de açıktır" âyeti mübteda ve haberdir Hayır, O'nun nimeti yaygın ve açıktır, demektir. Burada "el" nimet anlamındadır. Kimisi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Hayır, Allah'ın İki eli de açıktır" âyeti dolayısıyla bu yanlıştır. Zira yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Nasıl olur da O'nun yalnızca yaygın iki nimetinden söz edilebilir. Buna şöyle cevap verilmiştir Bunun, cins için tesniye olup muayyen iki şeyi ifade eden tesniye olmaması da mümkündür. Bu da Hazret-i Peygamber'im "Münafık, iki sürü koyun arasında şaşkın kalmış kararsız koyun gibidir." Müslim, Ş. Münâfikîn 17; Nesâî, Îman 31; Dârimî, Mukaddime 31; Müsned, II, 32, 47, 82, 88, 102 âyetine benzer. Bu iki nimetin birisinin cinsi dünya nimeti, diğerinînki ise ahiret nimetidir. Bu iki nimetin de biri dünyanın zahir, diğerininki de; batın olmak üzere dünyanın nimetleri olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve açık ve gizli nimetlerini üzerinize tamamladı." (Lukman, 31/20) İbn Abbâs da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bü hususta şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Zahir nimet, senin güzel hilkatindir. Batın nimet ise, senin içinsetredîpgizlediği kötü amelindir." Buhârî, Tefsir 11. sûre 2, Nafakat 1; Müslim Zekât 36, 37; İbn Mâce, Keffarât, 15; Müsned, II, 242, 314, 464. Şöyle de denilmiştir: Allah'ın iki nimeti, bütün nimetlerin kendileri vasıtasıyla ve kendilerinden meydana geldiği yağmur ve bitki nimetleridir. Burada sözü geçen nimet (el), mübalağa içindir, Nitekim Araplar,:Buyû'r seni dinliyorum derken, (kullandıkları bu tesniye lâfızlarıyla) yalnızca, bunu iki defa yapmayı kast etmiyorlar. Bazân kişi, bu iş benim elimden gelmez diyerek, gücüm buna yetmez de demek istemektedir. es-Süddî der ki: Yüce Allah'ın: "İki eli" âyetinin anlamı, sevap ve ceza vermeye dair güçleridir. Ve yahudilerin: O'nun eli kendilerine azap etmekten yana çekilmiştir kendilerine azap etmeyecektir. Şeklindeki sözlerinin tam zıddı nadir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Yüce Allah buyurdu ki: İnfak et, Ben de sana infak edeyim." Buhârî, Tefsir 11. SÛRE 2, Tevhid 22; Müslim, Zekat 37; Tirmizî, Tefsir 5. SÛRE 3; İbni Mâce, Mukaddime 13; Müsned, II, 313, 500. Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sağı dopdoludur. Hiçbir şey onu eksiltmez. Gece gündüz O, bol bol ihsan eder." Gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren infak ettiğini bir düşünün. Bütün bunlar, O'nun sağında bulunanları eksiltmemiştir. (Yine Hazret-i Peygamber) buyurdu ki: Arşı su üstündedir. Diğer elinde ise, kabz (ölüm) vardır. O, yükseltir ve alçaltır." Buhârî, Tefsir 11; Tevhid 22; Müslim, Zekât 37; Tirmizî Tefsir 5; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, II, 313, 500. Bu hadisin bir benzeri de şanı yüce Allah'ın: "Allah kabzeder (daraltır) ve genişletir" (el-Bakara, 2/245) âyetidir. Bu (tefsirini yaptığımız) âyete gelince, İbn Mes'üd'un kıraatinde; şeklindedir ki, bunu el-Ahfeş nakletmiştir. el-Ahfeş der ki: tabiri kullanılır. Yani, Onun eli açık ve serbesttir demektir. "O, nasıl dilerse öyle İnfak eder." Dilediği gibi rızık verir. Bu âyet-i kerimede "eKîn kudret anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, O'nun kudreti kapsamlıdır. Dilerse genişletir, dilerse kısar. "Yemin olsun ki, Rabbinden sana indirilen" yani, Rabbinden sana indirilene yemin olsun ki bu, "onların çoğunun küfür ve tuğyanlarını arttıracaktır." Yani, Kur'ân-ı Kerîm’den bir bölüm nâzil oldu mu, onlar da bunu inkâr ederek küfürleri daha bir artar. "Bununla beraber aralarında... kin ve düşmanlık bıraktık." Mücahid der ki: Yani, yahudilerle hıristiyanların arasında. Zira, bundan önce şöyle buyurulmuştu: "Yahudileri ve hıristiyanları veli edinmeyiniz." (Mâide, 5/54) Şöyle de denilmiştir: Biz, yahudi taifeleri arasında kin ve düşmanlığı bıraktık, demektir. Nitekim, yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sen onları bir arada sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır." (el-Haşr, 59/14) O bakımdan onlar, ittifak halinde değil, birbirine buğzeden kimselerdir. Diğer taraftan, Allah'ın bütün yarattıkları arasında insanların en çok buğz ettikleri kimseler onlardır. "Onlar" yahudileri kastetmektedir, "ne zaman bir Savaş ateşi yakmak isteseler” yani, ne zaman bu iş için güçlerini bir araya getirip hazırlıklarını yapsalar, Allah onların topluluklarını darmadağınık etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yahudiler, fesat çıkartıp, Allah'ın Kitabı olan Tevrata muhalefet edince, Allah da üzerlerine Buht Nassar'ı gönderdi. Sonra bir daha. fesat çıkardılar. Bu sefer üzerlerine Romalı Petrus'u gönderdi. Bir daha fesat çıkartmaları üzerine, üzerlerine ateşperestleri gönderdi. Sonra yine fesat çıkartınca, Allah da üzerlerine müslümanları gönderdi. Böylelikle ne zaman işleri yoluna koyulacak olduysa, Allah da onları darmadağın etti. Buna göre ne zaman bir ateş yaksalar ne zaman bir kötülüğü körüklemek isteseler ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı Savaşmak üzere karar verseler, demektir. "Allah onu söndürür." Onları kahreder ve bu kararlarını zayıflatıp güçsüzleştirir. Burada "ateş" istiare yoluyla kullanılmıştır. Katade der ki; Her seferinde Allah onları zelil etmiştir. Yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönderdiğinde, onlar mecusilerin elleri altında idiler. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde fesada koşarlar" İslamı iptal etmeye çalışırlar. Bu ise, fesadın en büyüğüdür. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Şöyle de açıklanmıştır: Burada ateşten kasıt, kızgınlık ateşidir. Yani onlar, kendi nefislerinde ne zaman kızgınlık ateşini yakıp körükleseler, bedenleriyle ve içten verdikleri kararlarıyla da bu kızgınlık ateşini daha bir alevlendirmek için bir araya gelip toplanmışlarsa, zayıf ve güçsüz düşecekleri vakte kadar, Allah bu ateşi söndürmüştür. Bunu da -yüce Allah Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in önünde kendisine gönderdiği yardım olmak üzere kalplerine saldığı, yerleştirdiği korku ile gerçekleştirmiştir. 65Eğer Kitab ehli îman edip de sakınsalardı, elbette Biz de onların günahlarını bağışlar ve onları Naîm cennetlerine koyardık. Âyetin tefsiri için bak:66 66Ve eğer onlar, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri katından kendilerine İndirileni gereği gibi uygulasalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından (rızıklarını) yerlerdi İçlerinden orta yolu tutan bir zümre varsa da, bir çoğunun yapmakta oldukları be pek kötüdür. Şanı yüce Allah'ın: "Eğer Kitap ehli..." âyetinde yer alan edatı ref mahallindedir. Aynı şekilde -bir sonraki âyette gelecek olan: "Ve eğer onlar Tevrat’ı... uygulasalardı" âyetinde de böyledir. "îman edip" tasdik edip, "sakınsalardı" yani, şirk ve günahlardan uzak dursalardı "Elbette Bîz de onların...bağışlardık" âyetinin baş tarafındaki "lâm" harfi eğer'in cevabıdır, "(........): Bağışlardık" örterdik anlamındadır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Tevrat'ın ve İncil'in gereği gibi ayakta tutulmasından kasıt ise, onların muktezası gereğince amel etmek ve onları tahrif etmemektir. Bu anlamdaki açıklamalar, el-Bakara Sûresi'nde (2/63-64. âyetlerin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. "Rableri katından kendilerine indirileni." Yani, Kur'ân-ı Kerîm'i. Kastedilenin peygamberlere verilen kitaplar olduğu da söylenmiştir "Şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından yerlerdi" İbn Abbâs ve başkaları der ki: Bununla yağmur ve bitkiler kast edilmektedir. Bu da onların kıtlık ve kuraklık içerisinde bulunduklarına delalet etmektedir. Şöyle de açıklanmıştır: Anlamı şudur: O takdirde Biz, onların rızıklarını genişletir ve ardı arkasına rızıklarını yerlerdi. "Alt ve üstün" anılmasından kasıt ise, dünyada onlara ihsan edilecek nimetlerin çokluğunu ifade etmek için mübalağalı bir ifade kullanmaktır. Şu âyetler da bu âyeti andırmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa, ona bir kurtuluş yeri ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir" (et-Talâk 65/2-3); "Ve eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette Biz de onlara bol bol su içirirdik" (el-Cin, 72/16); "Eğer o ülkeler halkı îman edip de sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (el-A'raf, 7/96) Böylelikle yüce Allah -bu âyetlerde de görüldüğü gibi- takva sahibi olmayı, rızık sebeplerinden birisi olarak değerlendirmiş ve şükreden kimseye de üzerindeki nimetini daha da artıracağını vadederek: "Yemin olsun ki şükrederseniz, elbette size artırırım" (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur. Daha sonra yüce Allah, onların aralarından orta yolu seçen kimseler olduklarını haber vermektedir. Bunlar ise, Necaşî, Selman ve Abdullah b. Selam gibi aralarından Îman eden mü’minlerdir. Bu gibi kimselert orta yolu seçerek, Îsa ve Muhammed (ikisine de selam olsun) hakkında ancak onlara yakışan şeyleri söylediler. Orta yolu seçenlerin îman etmedikleri halde (Peygamber ve mü’minlere) eziyet etmeyen, onlarla alay etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir. Orta yolu seçmek (iktisad), amelde mu'tedil olmaktır. Ve bu kelime, kasd'dan gelmektedir ki, kasd da bir şeyi yapmak istemektir. Bu kelime, aynı anlamda olmak üzere harf-i cersiz mef'ûle geçiş yaptığı gibi, "lâm" ve "ila" harf-i cerleriyle de geçişi yapılır ve mana değişmez. "Yapmakta oldukları ise pek kötüdür!" Onlar, ne kötü iş yaptılar! Peygamberleri yalanladılar ilahi kitapları tahrif ettiler ve haram yediler. 67Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O'nun risâletinİ tebliğ etmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Rasulün Görevi Tebliğ Etmektir: Yüce Allah'ın: "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et" âyetinin tebliği açıkça yap demek olduğu söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber, İslam'ın ilk dönemlerinde müşriklerin korkusu ile tebliğini gizliyordu. Daha sonra bu âyet-i kerimede tebliğini açıkça yapması emrolundu. Allah da onu insanlardan koruyacağını bildirdi. Ömer (radıyallahü anh), müslüman olduğunu ilk olarak açığa vuran ve: "Gizlice Allah'a İbadet etmeyiz" diyen kimsedir. İşte yüce Allah'ın: "Ey peygamber! Sana da, mü’minlerden sana uyanlara da Allah yeter" (el-Enfal, 8/64) âyeti de bu hususta nâzil olmuştur. Böylelikle âyet-i kerîme: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) din ile ilgili herhangi bir hususu takiye olmak üzere gizlemiştir, diyenlerin görüşlerinin reddolunduğuna, bu görüşlerin batıl olduğuna delalet etmektedir. Böyle diyenler, Râfizîlerdir. Yine âyet-i kerîme, Hz Peygamber'in herhangi bir kimseye din ile ilgili herhangi bir hususu gizlice bildirmemiş olduğuna da delalat etmektedir. Çünkü, âyet sana indirilenlerin tamamını açıktan açığa tebliğ et demektir. Eğer böyle olmasaydı yüce Allah'ın: "Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş olursun" âyetinin herhangi bir anlam ifade etmesi sözkonusu olmazdı. Şu açıklama da yapılmıştır: Esedoğullarından Cahş kızı Zeynep ile ilgili, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. Ancak, doğru olan, âyetin umum ifade ettiği görüşüdür. İbn Abbâs der ki: Âyetin anlamı şudur: Rabbinden sana indirilenlerin tümünü tebliğ et. Eğer ondan herhangi bir şey gizleyecek olursan, O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun. Bu, hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, hem de onun ümmeti arasında ilim taşıyıcılarına Peygamberin şeriati ile İlgili hiçbir şeyi gizlememelerine dair bir direktiftir. Yüce Allah, Peygamberinin kendisine bildirmiş olduğu vahiyden hiçbir şey gizlemeyeceğini bilmiştir. Müslim'in Sahihinde de Mesrûk yoluyla Hazret-i Âişe'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Her kim sana Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vahiyden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, şunu bil ki o kimse yalan söylemiştir Yüce Allah ise: "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun" diye buyurmaktadır. Buhârî, Tefsir 5. Sûre 1, 53. süre 1, Tevhid 46; Müslim. Îman 287; Tirmizî Tefsir 6. Sûre 5, 53- Sûre 3; Müsned, VI, 50 Allah; Muhammed Allah'ın kendisine vahyettiği şeyler arasından insanların muhtaç oldukları birşeyi gizlemiştir, diyen Rafitlerin müstehakkını versin. 2- Hazret-i Peygamber’in Allah Tarafından Korunması: Yüce Allah'ın: "Allah seni insanlardan koruyacaktır" âyeti, Onun peygamberliğine bir delildir Çünkü Yüce Allah, Orrun masum olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah tarafından masumiyeti teminat altına alınan -kimsenin Allah'ın kendisine emretmiş olduklarından herhangi bir şeyi terketmiş olması mümkün değildir. Bu âyetin nüzul sebebine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ağaç altında konaklamış iken, bedevi bir Arap gelip Hazret-i Peygamberin kılıcını çekti ve Peygambere: Seni benden kim kurtarabilir? diye sordu. Hazret-i Peygamber Allah cevabını verince, bedevi arabın korkudan eli titredi ve kılıç elinden düştü. Başını beyni dağılıncaya kadar ağaca vurdu. Bunu, el-Mehdevî nakletmektedir. Kâdı Iyâd da bunu "eş-Şifa adlı kitabında zikrederek şöyle der: Bu olay, Sahih'te de rivâyet edilmiş Buhârî, Meğazî 31; Müsned, III, 390 ve sözü geçen kimsenin Gavres b. Haris olduğu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisini affetmesi üzerine kavmine dönüp: Ben size insanların en hayırlılarının yanından geliyorum, dediği de zikredilmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar da yine bu sûrede yüce Allah'ın: "Hani bir topluluk size ellerini uzatmak istemişlerdi" (el-Mâide, 5/11) âyeti ile, yine en-Nisa sûresinde korku namazı (en-Nisa, 4/102. âyet, 11. başlıkta) sözkonusu edilirken yeterince açıklanmış bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'inde de Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmektedir.: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Necid taraflarına doğru bir gaza yaptık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oldukça dikenli ve büyük bir ağaç türü olup, el-Idah diye bilinen ağaçlardan pekçok ağacın bulunduğu bir vadide bize yetişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ağacın altına indi ve o ağacın dallarından birisine kılıcını astı. İnsanlar da ağaçların gölgeleri altına sığınmak üzere vadinin değişik yerlerine dağıldılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben uyuyorken bir adam yanıma geldi, kılıcımı aldı. O; tepemde duruyorken uyandım. Bir de baktım ki kılıcım elinde kınından sıyrılmış olarak duruyor. Bana: Seni benden kim koruyabilir? dedi. Ben de Allah, dedim. İkinci bir defa seni benden kim koruyabilir? dedi, ben yine: Allah dedim. Bu sefer, kılıcı tutup kınına soktu. İşte o adam şu oturan kişidir, dedi." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona herhangi bir şey demedi. Müslim Fedm 13. İbn Abbâs da şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah bana risaletini gönderince, ben bunu yerine getirememekten korktum. İnsanlar arasında beni yalanlayacakların da bulunacağını bildim. Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi." el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 204. Ebû Talib, her gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte onu korumak üzere Haşim oğullarından bazı kimseler gönderirdi. Nihayet: "Allah seni insanlardan koruyacaktır" âyeti nâzil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Amcacığım, Allah beni cinlerden de insanlardan da korumuş bulunuyor. O bakımdan, beni koruyacak kimselere ihtiyacım yok." el-Vâhıdî, a.g.e. s. 205; el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevaid, VII, 17. Derim ki: Bu rivâyetler bütün bunların Mekke'de cereyan etmiş olmasını, âyet-i kerimenin de Mekke'de inmiş olmasını gerektirmektedir. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu sûrenin icma ile Medine'de indiğine dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğine delâlet eden hususlardan birisi de Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Aise'den rivâyet ettiği şu sözleridir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelişinden sonra bir gece uyuyamadı ve şöyle buyurdu; "Keşke ashâbımdan salih bir adam bu gece gelip beni korusa." Hazret-i Âişe der ki: Biz bu durumda iken, birbirine değen silahların seslerini işittik. Hazret-i Peygamber: "Kim o?" deyince, O, Sa'd b. Ebi Vakkas dedi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ne diye geldin" deyince, şöyle dedi: İçime Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) adına bir korku düştü. Onu korumaya geldim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ona dua etti, sonra da uyudu. Buhârî, Cihad 70; Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 39, 40 Müslim'in Sahih'inden başkalarında da şöyle denmektedir: Âişe dedi ki: Biz bu durumda iken silah sesi duydum. Hazret-i Peygamber: "Kim o" deyince, gelenler: Biz Saad ve Huzeyfe'yiz seni korumaya geldik, dediler. Bunun üzerine Peygamber uykuya daldı öyle ki, onun derin uykudan mütevellîd ses çıkardığını dahi duydum. Ve sonra bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) başını deriden yapılmış çadırından dışarı çıkartıp; "Ey insanlar, haydi gidiniz. Artık Allah beni korumasına aldı" diye buyurdu. Tirmizî Tefsir 5- sûre 4 (yakın lâfızlarla) Medineliler; "Risaletlerini" diye çoğul olarak okumuşlardır. Ebû Amr ile Kûfeliler ise, "Risaletinî" şeklinde tekil olarak okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Her iki kıraat de güzeldir. Fakat çoğul daha açıktır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy önce kısım kısım iniyor, sonra onu beyan ediyordu. Tekil gelmesi de çokluğa delâlet eder. Çünkü bu burada mastar kipidir. Mastar ise, çoğunlukla lâfzı ile türüne delaleti dolayısıyla çoğul ve ikil olarak zikredilmez. Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, siz onları sayamazsınız"(İbrahim, 14/34) âyetinde olduğu gibi. "Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez" yani, onları doğruya iletmez. Hidâyete dair açıklamalar Önceden geçmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Sen tebliğ et, hidâyete elince o Bize aittir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Rasule düşen ancak tebliğdir" (el-Mâide, 5/99) âyetidir, Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 68De ki: "Ey kitap ehil, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi uygulamadıkça bir şeye sahip olamazsınız." Yemin olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır. O halde artık o kâfirler topluluğuna üzülme. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç bağlık halinde sunacağız: İbn Abbâs der ki: Yahudilerden bir topluluk Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip şöyle dediler: Sen, Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak bir kitap olduğunu kabul etmiyor musun? Hazret-i Peygamber ediyorum, deyince şöyle dediler: Biz de ona îman ediyoruz. Fakat onun dışında kalan kitaplara îman etmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yani sizler, her iki kitapta (Tevrat ve İncil'de) yer alan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman edip, her iki kitabın belirttiği bu hüküm gereğince de amel etmedikçe, din namına bir şeye sahip olamazsınız. Ebû Alî el-Farisî der ki: Bunun, her iki kitabın nesh edilmeden önceki halleri hakkında sözkonusu olması mümkündür. 2- Allah'tan Gelen Hak, Kitap Ektinin Ancak înkârlarını Arttırmıştır: Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki, Rabbinden sana İndirilen, onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır." Yani, sana indirilene kâfir olacaklar ve böylelikle küfürlerine küfür katmış olacaklardır. Tuğyan; zulümde haddi aşmak ve bu konuda ilerice gitmek demektir. Çünkü, zulmün kimisi büyük, kimisi küçüktür. Her kim, küçük zulmün sınırını aşacak olursa, artık tuğyan etmiş olur. Yüce Allah'ın şu âyeti de buradan gelmektedir: "Sakın... çünkü insan gerçekten tuğyan eder." (el-Alak, 96/6) Yani, hakkın dışına çıkmak hususunda sının aşar. Yüce Allah'ın: "O halde artık o kâfirler topluluğuna üzülme" âyeti onlar için kederlenme demektir. fiili, üzülmeyi ifade etmek için kullanılır Şair der ki: "Ve aşırı kederinden gözlerinden yaş süzüldü." Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Üzülmesini yasaklamak için değildir. Zira o, bunun önüne geçemezdi. Ancak, bir teselli ve kendisini üzüntüye maruz bırakmayı yasaklamaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nin son taraflarında (3/176) yeterince geçmiş bulunmaktadır. 69Îman edenlerle yahudiler, sabiîler ve hıristiyanlar(dan), kim Allah'a ve âhiret gününe îman edip de iyi amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "Yahudiler" daha önce geçen "îman edenler"e atf olduğu gibi, "sabiîler" de-el-Kisâî ve el-Ahteşin görüşlerine göre- daha önce geçen "yahudiler" kelimesindeki zamire atf edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben, ez-Zeccâc'ı kendisine el-Ahfeş. ve el-Kisaî'nin görüşlerinin zikredildiği sırada şöyle derken dinledim: Bu, iki bakımdan bir yanlışlıktır. Birincisi, te'kid edilmedikçe, merfu' zamire atıf çirkin bir şeydir. İkincisi ise, atıf edilen kendisine atıf edilenle ortaktır. Buna göre mana itibariyle : Sabiîler de yahudiliğin kapsamına girmiş olur. Ancak bu imkânsız bir şeydir. el-Ferrâ' ise şöyle demiştir: "Sâbiîler" kelimesinin merfu’ gelmesinin câiz oluşunun sebebi: (öl") edatı amel bakımından Zayıftır Bu nedenle ancak isme etki eder, amele etki etmezler, kimseler kelimesinde ise i'rab açıkça gözükmemektedir. O nedenle irab bu iki husustan birisi üzerinde cereyan etmiştir. Bu nedenle sözün aslına dönülerek "Sabiîler" kelimesinin merfû gelmesi câiz olmuştur. ez-Zeccâc der ki: Üzerinde i'rabın etkisinin görüldüğü ile i'rabın görülmediği kelimenin durumu aslında aynıdır. el-Halil ve Sîbeveyh ise şöyle demişlerdir: Burada "sâblîler" kelimesinin merfu olması takdim ve tehire hamledilir, İfadenin takdiri şöyledir: "Îman edenlerle yahudiler (den) kim Allah'a ve âhiret gününe îman edip de iyi amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Sabiîler ve hıristiyanların durumu da böyledir." Sîbeveyh de buna benzer (takdim ve tehir'in bulunduğu) şöyle bir beyiti nakletmektedir: "Aksi takdirde şunu biliniz ki, muhakkak ki bizler ve sizler. Ayrılık içerisinde kaldığımız sürece bâğî (yani fesatçılık yapan,) kimseleriz.' Dabi' el-Burcumi der ki: "Kim yükü ve bineği ile birlikte Medine'de gecelemişse Şüphesiz ki ben ve Kayyâr (atının veya devesinin adıdır)da orada yabancıyızdır." Âyet-i kerimedeki Muhakkak" edatı "evet" anlamına gelen anlamında kullanılmıştır. Buna göre, "sabitler" anlamındaki kelime mübteda olarak merfu'dur. Haberi ise, ikincisinin ona delâleti dolayısıyla hazıf edilmiştir. Buna göre, "sâbiîler" kelimesinin atf edilmesi, sözün tamam oluşundan ve isim ile haberin de sona erişinden sonra tahakkuk etmiştir. Şair Kays er-Rukayyat da der ki: "Kınayıcı kadınlar sabahleyin Erkenden başladılar beni kınamaya. Ben de kınarım onlara Derler ki: Senin başın ağardı Ve yaşlandın. Ben de:Evet öyledir, dedim." el-Ahfeş der ki: Burada ; evet anlamındadır. Sonundaki "he" harfi ise, sekt (yani susarak durak yapmak) için gelmiştir. 70Yemin olsun Biz, İsralloğullarından sapasağlam bir söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Onlara, hoşlarına gitmeyen şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini yalanladılar, kimisini de öldürdüler. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun Biz, İsralloğullarından sapasağlam bir söz atmış ve onlara peygamberler göndermiştik" âyetinde sözü geçen söz almanın mahiyetine dair açıklamalar daha önce, el-Bakara Sûresi'nde (2/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu söz Allah'tan başkasına ibadet etmemek ve diğer hususlan kapsar. Bu âyet-i kerimedeki anlam da şudur: Sen, kâfirler topluluğuna üzülme! Çünkü Biz, onların ileri sürebilecekleri bir mazeret bırakmadık. Onlara peygamberler gönderdiğimiz halde sözlerini bozdular. Bütün bunlar ise, sûrenin başlangıcını teşkil eden: "Akidleri yerine getirin" (el-Mâide, 5/1) âyeti ile alakalıdır. "Onlara" yani, yahudilere "hoşlarına gitmeyen" hevâlarına uygun düşmeyen "şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini yalanladılar, kimisini de öldürdüler." Yani, kimi peygamberleri yalanlayıp kimi peygamberleri öldürdüler. Îsa ve onun gibf diğer peygamberleri yalanladıkları gibi, Zekeriyya, Yahya ve bunlar dışında birtakım peygamberleri de öldürdüler. Burada fiil şeklinde: Öldürürler, öldürüyorlar" diye kullanılması, âyetin başına riâyet içindir Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, kimi peygamberleri yalanladılar. Kimilerini de öldürdüler Kimi peygamberleri yalanlarlar, kimi peygamberleri öldürürler. Yani buf onların alışkanlıkları ve adetleridir. Böylelikle ifade daha özlü bir şekilde kullanılmış olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Kimi peygamberleri yalanladılar öldürmediler, kimi peygamberleri hem öldürdüler, hem yalanladılar. Buna göre; Öldürdüler kelimesi, Kimi" kelimesinin sıfatıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 71Bir belâ gelmeyecek sandılar da (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah onların tevbelerini kabul etti. Sonra onlardan bir çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Allah, yaptıklarını görendir. Yüce Allah'ın: "Bir belâ gelmeyecek sandılar" âyetinin anlamı şudur: Kendilerinden söz alınmış olan bu kimseler, aziz ve celil olan Allah tarafından çeşitli zorluk ve sıkıntılar ile denenmeyeceklerîni ve belalarla karşılaşmayacaklarım zannettiler. Onlar bir taraftan: Biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz sözlerine üİcbmdiklan için, diğer taraftan uzun süre kendilerine verilen mühlete kandıkları için böyle düşündüler, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisâî; Olmayacak (mealde: gelmeyecek) kelimesini merfu' olarak okudukları halde, diğerleri bunu mansub okumuşlardır. Merfu' okuyuş ise, Sandı kelimesinin; Bildi, kesin olarak bildi, anlamlarına göredir. İse, şeddeli (ve muhakkak anlamım ifade eden.) den tahfif edilmiştir. olumsuzluk edatının gelmesi ise, bunun şeddesiz oluşu dolayısıyla yerini tutmak için (ivaz) gelmiştir Zamirin hazf edilmesi de nahivcilerin, hemen akabinde fiilin gelmesini hoş görmeyişlerinden ve bu edatın hemen fiilin başına gelme özelliğini taşımayışından dolayıdır. O bakımdan, bu edat ile fiilin arasına gelmiştir. Sözü geçen fiili, mansub olarak okuyanlar ise, fiili nasb eden edatlardan kabul etmişlerdir. Buna göre; "Sandı" fiilini de asıl anlamı olan şüphe ve diğer manaları üzere kabul etmişlerdir. Sîbeveyh der ki: denilirse, "ben onun bunu söylediğini zannettim" anlamına gelir. Dilersen bunu (yani muzari fiili) nasb da edebilirsin. en-Nehhâs ise der ki:"Sandı" ve benzerlerinde, nahivcilere göre daha güzeldir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Şuan bilin ki, Besbâae (adlı kadın) iddia etti ki, bugün gerçekten ben Yaşlandım ve benim gibileri eğlencelerde hazır bulunmazlar." Burada da olduğu gibi ref edilmesinin daha güzel oluşu ve benzeri olan diğer fiillerin, kesin bilmek ayarında bir anlam ifade edişleri dolayısıyladır. Çünkü bu, fiilen sabit olan bir şeydir. Yüce Allah'ın: "Görmez ve işitmez oldular." Yani, hidâyeti görmez, hakkı da işitmez hale geldiler. Zira onlar, ne gördüklerinden, ne de işittiklerinden yararlandılar. ' "Sonra Allah, onların tövbelerini kabul etti" âyetinde hazfedilmiş kelimeler vardır. Yani, Ben başlarına bela getirdim. Bunun üzerine tevbe ettiler, Allah da kıtlığı sona erdirmek, yahut da îman ettikleri takdirde Allah'ın tevbelerini kabul edeceğine dair kendilerine haber verecek olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı göndermek suretiyle tevbelerini kabul etti. İşte "Allah onların tevbelerini kabul etti" âyetinin açıklaması budur. Yani, îman edip tasdik ettikleri takdirde Allah tevbelerini kabul eder Yoksa onlar gerçekten tevbe etmişler, anlamında değildir. "Sonra onlardan birçoğu yine görmez ve işitmez oldular." Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, hakkın kendilerine besbelli oluşundan sonra, "onların pekçoğu görmez oldular, işitmez oldular." "Bir çok" kelimesinin merfu' olması, "vav"dan (görmez ve işitmez oldular anlamındaki kelimelerdeki çoğul zamirden) bedel oluşundandır. el-Ahfeş Said der ki: (Bu) bir kimsenin, Kavmini, onların üçteikisini gördüm, demek gibidir. Arzu edilecek olursa, Bir mübtedâ takdiri dolayısıyla da merfu' olduğu kabul edilebilir. Yani: ya da Körler ve sağırlar aralarında pek çoktur, takdirinde de olabilir. Dördüncü bir cevap da bunu Beni pireler yediler, şeklinde söyleyenlerin söyleyişine göre olabilir. Nitekim şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Ama onun annesi de babası da Diyarıdırlar Havran'da onun akrabaları zeytin yağı sıkarlar." Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: " Zulmedenler, aralarında gizlice danıştılar..." (el-Enbiyâ, 21/3) Kur'ân'dan başka yerlerde, Bir çok kelimesinin (benzer cümle kuruluşlarında) hazf edilmiş bir mastarın sıfatı olmak üzere mansûb gelmesi de mümkündür. 72Yemin olsun ki: "Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir oldular. Halbuki Mesih: "Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin" demîşti. Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenneti ona haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki: 'Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah'ın kendisidir' diyenler kâfir oldular" âyetinde sözü geçen, bu sözü söyleyen fırka Yakubîlerdir. Yüce Allah onların da kabul ettikleri kafi bir delille bu iddialarını reddederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Mesih: Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a İbadet edin" demişti. Yani Mesih'in kendisi: Rabbim, Ey Allah'ım diyen bir kimse olduğuna göre, nasıl olur da kendi kendisine dua edebilir ve kendisinden isteklerde bulunabilir? Bu imkânsız bir şeydir. "Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa..." Bir görüşe göre bu âyetler da Hazret-i Îsa'nın sözleri arasında yer alır. Bir diğer görüşe göre, yüce Allah Hazret-i Îsa'nın sözünü naklettikten sonra kendisi söze devam buyurmuştur. Şirk koşmak ise, O'nunla birlikte bir var edicinin varlığına inanmak demektir. "Mesih" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın anlamı yoktur. "Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur. 73"Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler" de yemin olsun kâfir oldular. Halbuki, bir tek ilâhtan başka hiçbir İlâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara yemin olsun ki, pek acıklı bir azap dokunacaktır. Yüce Allah'ın: "Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler de yemin olsun kâfir oldular." Üç ilahın biridir, anlamındadır. Burada üçüncü kelimesinin tenvinli okunması, ez-Zeccâc ve başkalarından nakledildiğine göre câiz değildir. Ancak, bu hususta Arapların bir başka kullanımları da vardır. Onlar: Üçün dördüncüsü derler Buna göre, cer ve nasb da caizdir. Zira, bunun anlamı, onlardan birisi olmak suretiyle üçü dört yapan kişi demektir. Aynı şekilde; İkinin üçüncüsü denilmesi halinde de tenvinli gelmesi caizdir. Bu görüş, hıristiyan fırkalarından olan Melkânî, Nasturî ve Yakubîlerin görüşüdür Çünkü bu fırkalar, Baba, Oğul ve Ruhul- kudüs bir tek ilahtır, derler Bunlar, ayrı ayrı üç ilahtır demezler, Mezheblerinden anlaşılan budur. Ancak bunu kabul etmek ve itiraf etmek onlar için kaçınılmaz olduğu halde, bunu sözlü olarak ifade etmekten kaçınırlar. Bu durumda olan kimselerin ise, söylemeleri gereken ifadeyi de dile getirmeleri gerekir. Zira onlar, oğul bir ilâh, baba bir ilâh ve Ruhu'ul kudüs bir ilahtır, derler. Bu husustaki açıklamalar, daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır Allah bu sözü söyledikleri için onların kâfir olduklarını ifade ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Halbuki bir tek ilahtan başka hiçbir İlâh yoktur." Yani, az önce geçtiği gibi, onların iddîalarına göre -bunu sözlü olarak açıkça ifade etmeseler dahi- üç ilâhı kabul ettiklerini söylemek zorunda olmakla birlikte, ilâh birden çok değildir. el-Bakara Sûresinde "vâhid : bir, tek" kelimesinin anlamına dair açıklamalar, (2/163- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Buradaki; (........) edatı zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur). Kur'ân-ı Kerîm dışında benzer ibarelerde istisna olmak üzere Bir tek ilâh denilmesi mümkündür. el-Kisâî, bedel olmak üzere; esreli okuyuşa da uygun kabul etmiştir. "Eğer vazgeçmezlerse" yani, teslîsi söylemekten geri durmayacak olurlarsa, yemin olsun ki dünyada da ahirette de onlara pek acıklı bir azap dokunacaktır. 74Hâlâ Allah'a tevbe etmeyecek ve O'ndan mağfiret dilemeyecekler mi? Halbuki Allah, günahları bağışlayandır, mağfiret edendir. "Hâlâ... tevbe etmeyecekler mi"? Bu, hem onların durumunu anlatmakta, hem de onlara bir azardır. Yani, artık Ona tevbe etsinler ve Ondan günahlarım bağışlayıp örtmesini dilesinler. Maksat, aralarından kâfir olanlar, küfürde İsrar edenlerdir. Özellikle kâfirlerin sözkonusu edilmesi ise, bu sözleri söyleyenlerin (aralarından îman edenlerin değil de) kâfirler oluşundan dolayıdır. 75Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bizim, âyetleri onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da onların nasıl döndürüldüklerine bir bak! Yüce Allah'ın: "Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan,önce de rasûller gelip geçmiştir" âyeti, mübtedâ ve haberdir. Yani Mesih, her ne kadar mucizeler göstermiş bir kimse ise de bütün peygamberler mucize göstermişlerdir. Eğer o bir ilâh olsaydı, o halde bütün peygamberlerin de ilâh kabul edilmesi gerekirdi. İşte bununla, hem onların sözleri reddedilmekte, hem de onlara karşı bir delil gösterilmektedir. Daha sonra, delil getirmekte işi ileriye götürerek şöyle buyurmaktadır: "Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı." Bu da mübtedâ ve haberdir. "İkisi de yemek yerlerdi." Yani o, hem bir anadan doğmuştur, hem de onun Rabbi, sahibi vardır. Analar tarafından doğurulup yemek yiyen bir kimse ise, diğer yaratıklar gibi sonradan varedilmiş, sonradan yaratılmış demektir. Onlardan hiçbir kimse bunu reddedememektedir. Peki, kendisi Rabbe kul olan bir kimse, nasıl Rabb olabilir? Hıristiyanların iddia ettikleri: O, Nasûtu (insan kimliği (ile) yemek yerdi, lahûtu (ilâh kimliği ile) değil şeklindeki sözlerine gelince bu, onların işi katışıklığa götürmeleridir. Hiçbir şekilde ilâh olan ilâh olmayana karışmaz. Eğer kadimin muhdese (ezelî olanın sonradan yaratılmışa) karışması mümkün olsaydı, kadimin de muhdes olması mümkün olurdu. Îsa hakkında bu düşünülebilirse, başkası hakkında da düşünülebilmelidir. Öyle ki: Lahût, her muhdese karışmıştır denilebilmelidir. Bazı müfessirler de yüce Allah'ın: "İkisi de yemek yerlerdi" âyetinin büyük ve küçük abdest yaptıklarından kinaye olduğunu söylemişlerdir. İşte bunda da her ikisinin de birer beşer olduğuna delalet vardır, Meryem, kadın bir peygamber değildi diyenler de, yüce Allah'ın: "Anası ise sıddîka bir kadındı" âyetini delil göstermişlerdir. Derim ki: Ancak bunun delil olması tartışılabilir. Çünkü, İdris (aleyhisselâm) gibi; peygamber bir kadın olmakla birlikte sıddîka olması da mümkündür. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) buna delâlet eden açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ona "sıddîka" denilişinin sebebine gelince, Rabbinin âyetlerini çokça tasdik etmesi ve oğlunun kendisine haber verdiği hususları da aynı şekilde doğrulaması idi. Bu açıklamalar el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. "Bizim, âyetleri (kesin deliller) onlara nasıl açıkladığımıza bir bak!. Sonrada onların nasıl döndürüldüklerine bir bak!" Yani, bu açıklamalardan sonra haktan nasıl çevirildiklerini bir gör. Döndürme fiilini ifade eden kelime Onu döndürdü, döndürür, şeklinde kullanılır. Bu âyetler, Kaderiyye ve Mu'tezile'nin kanaatlerini reddetmektedir. 76De ki: "Allah'ı bırakıp da sizi hiçbir fayda ve hiçbir zarar vermeye gücü yetmeyen şeye ibadet mi ediyorsunuz? Halbuki Allah, işitendir, hakkıyla bilendir." Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve hiçbir zarar vermeye gücü yetmeyen şeye mi ibadet ediyorsunuz?" âyeti, açıklamaları ve onlara karşı delil ortaya koymayı daha da ileriye götürmektedir. Yani sizler, Îsa'nın bir zamanlar annesinin karnında bir cenin olduğunu, hiçbir kimseye bir fayda ve bir zarar veremediğini kabul etmektesiniz. Îsa'nın geçirdiği hallerden bir halde, işitmez, görmez, birşey bilmez, fayda sağlamaz, zarar vermez bir durumda olduğunu kabul ettiğinize göre, siz onu nasıl ilâh edindiniz? "Halbuki Allah, işitendir, hakkıyla bilendir.” Yani O, ezelden beri işitendir, bilendir. Fayda ve zarar verebilendir. İşte ancak bu niteliğe sahip olan gerçek anlamda ilâh olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 77De ki: "Ey kitab ehli, dinînizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz bir yoldan sapagelmiş bir kavmin hevalarına uymayın!" Yüce Allah'ın: "De ki: Ey kitab ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın" yani, yahudi ve hıristiyanların Îsa hakkında aşırıya gittikleri gibi siz de aşın gitmeyin. Yahudilerin aşırıya gitmeleri, Hazret-i Îsa hakkında onun nikâhlı evlilik sonucu dünyaya gelmiş bir çocuk olmadığını söylemeleridir. Hıristiyanların aşırıya gitmeleri ise, O'nun ilâh olduğunu iddia etmeleridir. Aşırıya gitmek (ğuluv), haddi aşmak, sınırı çiğneyip geçmek demektir. Buna dair açıklamalar, en-Nisa Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "... Bir kavmin hevâlarına uymayın" âyetindeki hevâlar (ehvâ), hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar el- Bakara suresinde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hevâ'ya bu adın veriliş sebebi, sahibini ateşe kadar götürmesinden (aynı kökten gelen ve uçurumdan yuvarlamak anlamını veren yehvî fiili ile İzah etmektedir) dolayıdır. "Bundan önce sapıklığa düşmüş" âyetiyle yahudiler kastedilmektedir. "Bir çok kimseyi saptırmış" yani insanların çoğunu da sapıklığa götürmüş, "ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevalarına uymayın.' Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın doğru ve mutedil yolundan sapagelmiş bir kavmin hevalarına uymayın. "Sapıklığa düşmüş" anlamının tekrarlanması şu demektir: Bunlar, önceden sapıtmış oldukları gibi sonradan da sapıtmışlardır. Maksat ise, sapıklığı ilk olarak ortaya koyan ve sapıklığın gereğini yapan, böylelikle de sapıklık yolunu açan yahudi ve hıristi yani arın geçmişteki ileri gelenleri, önderleridir. 78İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu Îsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi. Yüce Allah'ın; "İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu Îsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir" âyeti ile ilgili açıklanacak tek bir husus vardır. O da; peygamberlerin soyundan gelenler olsalar dahi, kâfirlere lanet okumanın câiz olduğu nesebin kazandırdığı şerefin, bu gibi kâfirler hakkında mutlak olarak lânetlemeye engel olmadığıdır. "Davud'un ve Meryem oğlu Îsa'nın diliyle" âyetinin anlamı ise: Zebur’da da İncil'de de bunlara lanet edilmiştir demektir. Çünkü Zebur Hazret-i Davud'un dili, İncil de Hazret-i Îsa'nın dili demektir. Yani Allah onlara her ikikitapdada lanet etmiştir. Bu kelimelerin (Zebur ve İncil'in) türeyişleri daha önceden açıklanmıştır. Mücahid, Katade ve başkaları der ki: Onlara lanet edilmesi, maymunlara ve domuzlara dönüştürülmeleri demektir. Ebû Mâlik de der ki: Hazret-i Davud'un diliyle lanete uğrayanlar maymunlara dönüştürüldüler. Hazret-i Îsa'nın diliyle lanete uğrayanlar ise domuzlara dönüştürüldüler. İbn Abbâs da der ki: Dâvud diliyle lanet edilenler Ashâbu's-Sebt yani, cumartesi yasağını çiğneyenlerdir. Hazret-i Îsa'nın diliyle lanet edilenler ise, Hazret-i Îsa'ya sofranın (Mâidenin) indirilişinden sonra o mucizeyi inkâr edenlerdir. Buna benzer bir rivâyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de nakledilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr eden önct.-kiler de sonrakiler de Dâvud ve Îsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Çünkü, bunların hepsine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah tarafından gönderilecek bir peygamber olduğu bildirilmişti. O bakımdan bu iki peygamber de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kâfir olanları la netle mislerdir. Yüce Allah'ın: "Bu onların isyan etmeleri...nden dolayı idi" âyetine gelince, buradaki Bu, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Yani, onlara yapılan bu lanet, isyan etmelerinden ötürüdür. Bir mübtedâ takdiri de mümkündür. Yani, durumun böyle olması, onların isyan etmelerinden dolayıdır. Nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani: İsyanları ve haddi aşmalarından dolayı Biz onlara bunu yaptık, demektir. 79Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi! Yüce Allah'ın: "Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Münkerden Sakındırmanın Gereği: Yüce Allah'ın: "Onlar... birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." Yani, biri ötekini kötülükten vazgeçirmeye gayret etmezdi. "Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi" âyeti de kötülükten sakındırmayı terkettiklerinden dolayı bir yergidir. Onlardan sonra gelenler de onlar gibi davranacak olurlarsa, aynı şekilde yerilirler. Ebû Dâvûd Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsrailoğullarının ilk eksikliği şöyle başlamıştı. Onlardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde ona: Ey filan, Allah'tan kork ve yapmakta olduğun şu işi terket. Çünkü bu işi yapmak senin için helal değildir der, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onunla birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı." Daha sonra Hazret-i Peygamber: "İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğul Îsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi." (el-Mâide, 5/78) âyetinden itibaren: "Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" (el-Mâide, 5/81) âyetine kadar olan bölümleri okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki hayır (böyle olmaz), ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, zalimin elini tutarak onun hakkın dışına çıkmasına fırsat vermez, yalnızca hak işlemeye mecbur edersiniz, yahut da Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar ve onları lanetlediği gibi sizi de lanetler." Bu hadisi Tirmizî de rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Tefsir 5. sûre 6, 1; İbn Mâce, Fiten 20. 2- Münkerden Alıkoymanın Hükmü: İbn Atiyye der ki: Gücü yeten, kendisine ve müslümanlara zarar gelmeyeceğinden emin olan kimse için kötülüğü sakındırmanın (nehy anil münker yapmanın) farz olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir. Şayet bir kötülük gelmesinden korkacak olursa, kalbiyle ona karşı çıkar ve o münker işleyen kimseden uzak kalır, onunla birlikte oturup kalkmaz. İleri derecedeki ilim sahibi kimseler de şöyle demiştir: Kötülükten alıkoyan kimsenin hiçbir masiyet işlemeyen bir kimse olması şartı yoktur. Aksine, isyankâr kimseler de birbirlerini kötülükten alıkoymaya çalışmalıdırlar. Kimi usul âlimleri de : Birbirleriyle kadeh tokuşturanların da bu işten vazgeçirmeye çalışmaları bir farzdır, der bu âyet-i kerimeyi delil göstererek şunu söylerler: Çünkü yüce Allah'ın: "Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı" âyeti, bu işi işlemekte ortak olmalarını ve birbirlerini bu kötülükten vazgeçirmeyi terkleri dolayısıyla yerilmiş olmalarını gerektirmektedir. Yine âyet-i kerimede, günahkârlarla oturup kalkmanın yasaklığına ve onları terk edip onlardan uzaklaşmanın emredildiğine delil vardır. Yüce Allah bunu, yahudilerin yaptıklarını reddeden bir üslup ile indirdiği şu âyetinde deha da pekiştirmektedir: "Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün." "Oldukları şey" âyetindeki "O Şey" lâfzının nasb mahallinde ondan sonraki ifadelerinde ona sıfat olması mümkündür. İfade: "Onların yaptıkları o şey, gerçekten de kötü idi" takdirin de olur. Ya da ret' mahallinde ve; anlamında olması da mümkündür. 80Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı şey ne kötü şeydir! Çünkü Allah onlara gazap etmiştir. Azapta da ebedi kalıcıdırlar. Yüce Allah'ın: "Onlardan yani, yahudilerden "birçok kimsenin" Kâ'b b. el-Eşref ve arkadaşları diye açıklandığı gibi, Mücahid, münafıkların kastedildiğini ifade etmiştir. "Kâfirleri" yani, dinleri üzerinde olmadıkları halde müdrikleri, "veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı şey" yani, güzel ve süslü gösterdiği şey "ne çirkin şeydir!" Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kendileri için ve öldükten sonraki hayatları için dünyadan gönderdikleri şey ne kadar kötüdür. Yüce Allah'ın: "Çünkü Allah onlara gazab etmiştir" âyetindeki edatı şu sözde olduğu gibi bir mübteda takdirine binaen ref mahallindedir: "Zeyd ne kötü bir adamdır." Şöyle de denilmiştir: Bu, yüce Allah'ın; "Ne kötü" (den) sonra gelen O) dan bedeldir. Ancak, bu edatın nekire kabul edilmesi gerekir ve yine o takdirde ref mahallinde olur. Bunun "Çünkü Allah onlara gazab etmiştir" anlamında nasb mahallinde olması da mümkündür. (Meal buna göre yapılmıştır). "Azapta da ebedi kalıcıdırlar" âyeti de mübtedâ ve haberdir. 81Eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene îman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir." Yüce Allah'ın: "Eğer Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene îman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi" âyeti; bir kâfiri veli edinen bir kimsenin onun inandığı gibi inanması ve yaptığı işlerden razı olması, halinde; kâfir olduğuna delâlet etmektedir. "Fakat onların birçoğu fasık kimselerdir." Yani, getirdiği âyeti tahrif ettikleri için kendi peygamberlerine îman etmenin dışına çıkmış, yahut da münafıklıkları dolayısıyla, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a imanın dışına çıkmış kimselerdir. 82Yemin olsun, insanlar arasında îman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacaksın. Îman edenlere sevgi (beslemeleri) bakımından en yakınlarını da: "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulacaksın. Bu, aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük taslamamalarındandır. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun, İnsanlar arasında îman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler... olduğunu bulacaksın" âyetinde geçen "lâm" harfi, kasem (yemin) lamı'dır. el-Halil ve Sibevyeh'in görüşüne göre, fiilin sonunda gelen "nun" ise, hal ile müstakbel (gelecek) arasındaki farkı göstermek için gelmiştir. "Düşmanlık (bakımından)" âyeti ise temyiz olarak mansub gelmiştir. Aynı şekilde: "Îman edenlere sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hıristiyanlarız, diyenleri bulacaksın" âyeti de böyledir. İbn İshâk'ın Sîyret'i ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i kerîme, müşriklerden ve onların işkencelerinden korkarak müslümanların birinci Habeşistan Hicreti diye bilinen hicretleri esnasında Necaşî'nin ve arkadaşlarının yanına gitmeleri üzerine; onlar hakkında nâzil olmuştur. Sayıca az değillerdi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret etti, fakat kendileri Hazret-i Peygamber'e ulaşamadılar. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kendileri arasına (yani yanına gitmelerine) ortadaki Savaş hali engel olmuştu. Bedir vakasında Allah'ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri şöyle dediler. Sız, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz. Necaşî'ye bir takım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi gönderiniz. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedirde siz den öldürülenlere karşılık onları öldürebilirsiniz. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebi Rebia'yı bir takım hediyelerle gönderdiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu işitince, Amr b. Umeyye ed-Damriyi (Habeşistan'a) gönderdi ve onunla bidikte Necaşîye verilmek üzere bir mektup verdi. Amr b. Umeyye, Necaşî'nin yanına vardı. Ona Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın mektubunu okudu. Daha sonra da Cafer b. Ebi Talib ile Muhacirleri çağırdı. Ayrıca, rahiplere ve keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arkasından Cafer'e bunlara Kur:ân-ı Kerîm okumasını emretti. O da Meryem Sûresi'ni okudu. Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah: Îman edenlere sevgi beslemeleri bakım nidan en yakınlarını da: Biz hristîyanlarız diyenleri bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu: "Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz" (el-Mâide 5, 83) âyetini okudu. Bu hadisi Ebû Dâvûd şöylece senedini zikrederek rivâyet etmiştir: Bize, Muhammed b. Seleme el-Muradî anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bana Yûnus, İbn Şihab'dan haber verdi, İbn Şihab, Ebû Bekr b. Abdurrahman b. el-Haris b. Hişam ile Said b. el-Müseyyeb ve Urve b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre ilk hicret, müslü mani arın Habeşistan'a yaptıkları hicrettir.., dedikten sonra hadisi uzun uzadıya nakletti. Burada anlatılanlar ile meselâ, Müsned, I. 201 vd., 461, V, 290'da ki rivâyetlerle karşılaştırınız. Beyhakî de İbn İshâk'tan naklederek der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de bulunduğu sırada Habeşistanda durumunun duyulması üzerine yirmi veya ona yakın sayıda hıristiyan, huzurana gelmişlerdi. Onu Mescidde buldular. Onunla konuştular, sorular sordular. Kureyş'ten bazı kimseler de Kâ'benin etrafındaki sohbet meclislerinde oturuyorlardı. Bu hıristiyanlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sormak istedikleri sorulan bitirince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları çağırdı, onlara Kur'ân-ı Kerîm okudu. Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyince, gözleri yaşla doldu. Sonra Hazret-i Peygamberin davetini kabul edip ona îman ettiler, onu tasdik ettiler. Kitaplarında durumuna ait niteliklerin onda bulunduğunu gördüler. Hazret-i Peygamberin yanından kalkıp gittiklerinde Ebû Cehil, Kureyşli bir gurup ile birlikte karşılarına çıkıp onlara şöyle dediler: Allah sizin gibi kafileyi iflah ettirmesin. Geride bıraktığınız sizin dindaşlarınız sizi kendileri adına bu adama dair haberleri kendilerine götürmek üzere gönderdiler. Fakat siz, onun-h oturur oturmaz hemen dininizi bıraktınız ve size söyledikleri şeylerde onu doğruladınız. Sizden daha ahmak bir kafile bilmiyoruz dediler; -ya da buna benzer şeyler söylediler. Bunun üzerine şu cevabı verdiler: Selam sizlere. Biz, sizinle cahillik yarışına girmeyeceğiz. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Biz, kendi adımıza iyilik yapmaktan geri durmayız. Denildiğine göre, bu gelen kafile Necranlı hıristiyanlardan idi. İşte: "Önceden kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... Size selam olsun. Biz cahilleri aramayız" (el-Kasas, 28/52-55) âyetlerinin, bu kimseler hakkında nâzil olduğu da söylenmektedir. Yine denildiğine göre, Cafer ve arkadaşları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna üzerlerinde yün elbiseler bulunduğu halde yetmiş kişi ile birlikte geldiler. Aralarında altmış ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şamlı idiler. Şamlı olanlar ise, Rahib Bahira, İdris, Eşref, Ebrehe, Sümame, Rusem, Dureyd ve Eymen adındaki kimseler idiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlara Yâsîn Sûresi'ni sonuna kadar okudu. Onlar da Kur'ân-ı Kerîmi dinleyince ağladılar ve îman edip şöyle dediler: Bu, Îsa'ya inenlere ne kadar da benziyor. Bunun üzerine haklarında: "Yemin olsun insanlar arasında îman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacaksın. îman edenlere sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hıristiyanlarız diyenleri bulacaksın" âyeti nâzil oldu. Yani, Necaşî'nin gönderdiği heyet hakkında bu âyet nâzil olmuştur. Bunlar ise manastırlarda yaşayan kimselerdi. Saîd b. Cübeyr de der ki: Yine yüce Allah bunlar hakkında; "Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar... işte bunlara iki kere ecirleri verilir..." (el-Kasas, 28/52-54.) âyetlerini indirdi. Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bunlar, Necran'lı Haris b. Ki'boğullarından, kırk, Habeşistanlılardan otuz iki, Şam halkından da altmış sekiz kişi idiler. Katade ise der ki: Bu âyet-i kerîme kitab ehlinden olup, Îsa'nın getirmiş olduğu hak şeriat üzere bulunan bir takım kimseler hakkında inmiştir.. Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gonderince ona îman ettiler, Yüce Allah da onlardan övgü ile sözetti. Yüce Allah'ın Bu, aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasından..." âyetinde geçen; Kesifler lâfzının tekili; 'dır. Kutrub bu açıklamayı yapmıştır. Keşiş (Kıssis), bilgin demektir. Bu kelimenin aslı, bir şeyi izleyip onu ele geçirmek İstemek demek olan; den gelmektedir. Şair recez vezninde şöyle demiştir: "O kadınlar eziyet verici (laf alıp götürme)lerden, bunların arkasına takılmaktan habersizdirler." (........) İse, geceleyin seslerine ne söylediklerini anlamak için kulak verdim demektir. Nemime (laf alıp götürmek) demektir. Yine kiss, din ve ilim bakımından hıristiyanlıkta bir makamın adıdır Çoğulu şeklinde gelir. da böyledir. Buna göre, Âl-im ve âbidlere tabi olanlar, onların arkalarından gidenler demektir. kelimesinin çoğulu kırık şeklinde de kullanılır. Burada çoğulda gelmesi gereken iki "sin"den birisi "vav"a değiştirilmiştir. Bunun aslı ise, şeklindedir İki "sineden birisini "sin"lerin çokluğu dolayısıyla "vav"a dönüştürmüşlerdir. (.......) lâfzı ya Arapçadır veya rumca olup, Araplar bunu dillerine katmışlar; böylelikle bu kelime de onların dillerinden bir kelime haline gelmiştir. Zira Kitab-ı Kerîm’de (mukkaddime bölümünde) geçtiği üzere Arapça olmayan bir kelime yoktur. Ebû Bekr el-Enbârî der ki; Bize babam anlattı: Bize, Nasr b. Dâvud anlattı: Bize Ebû Ubeyde anlattı dedi, Tel: Muaviye b. Hişam'dan bana nakledildiğine göre, Muaviye, Nusayr et-Tai'den, o, es-Salt'dan, o, Hamiye b. Rebat'tan naklen dedi ki; Ben, Selman'a: "Bu aralarında keşişlerin ve rahiplerin olmasından....dır" âyetini okudum dedi ki: Şu keşişleri manastırlarda ve mihrablarda bırak da onu bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): Bu, aralarında sıddîklerin ve rahiplerin olmasından..,dır" diye okuttu," Urve b. ez-Zübeyr de der ki: Hıristiyanlar İncil'i kaybettiler. Ve ona İncil'den olmayan şeyleri sokuşturdular. İncil'i değiştirenler dört kişi idiler. Bunlar ise, Lükas, Markos, Yuhannas ve Mekbus'dur, (Minyos diye bilinen Matta olmalıdır), geriye ise bir tek keşiş hak ve istikâmet üzere kaldı. İşte kim onun dini ve yolu üzere kalmaya devam ettiyse, ona da keşiş (kıssîs) denilir. Yüce Allah'ın: "Rahiblerin" âyetine gelince, Rahibler (er-Ruhbân)t râhib kelimesinin çoğuludur. Şair Nâbiğa söyle demiştir: "Eğer o (kadın) yaşım başım almış ve kadınlardan kendisini uzak Tutarak ilâha ibadete yönelmiş bir rahibe görünecek olursa, Uzun uzun ona bakıp durur ve tatlı sözünü (dinlemeye koyulur) ve o, Bununla doğru yol üzre olmasa dahi, bu yaptığının doğru olduğunu zannederdi." Bu isimden fiil şeklinde yapılır. Allah'tan korktu, demektir. Mastarları da şeklinde gelir. Ruhbanlık (radıyallahü anhbbaniyet) ve ruhbanlık etmek (terahhub) ise, bir manastırda ibadete çekilmek anlamındadır. Ebû Ubeyd der ki: Bazan "ruhban" kelimesi hem tekil, hem de çoğul için de kullanılır, el-Ferrâ' ise der ki; Eğer ruhban kelimesi tekil için kullanılırsa çoğulu -kurban ve karabin kelimesinde olduğu gibi- Rehabine ve Rehâbîn şeklinde gelir. Cerir de bu kelimenin çoğulunu şöylece kullanmaktadır: "Seni görseler eğer Medyen'in rahipleri de inerler Ayaklarının bir bölümü beyaz olan dağların zirvelerindeki yaşlanmış dağ keçileri de inerler." Bir diğeri de ruhbanı tekil kullanarak şöyle demektedir: "Şayet dağlardaki manastırda bulunan rahibi görecek olsa, O rahib dağdan dua ede ede yürüyerek aşağı inerdi." Rahâbet ise, karnın üst tarafında, şekli dili andıran göğüsteki bir kemiğin adıdır. Bu âyet, aynı zamanda aralarından küfürleri üzere ısrar edenler için değil de yalnızca Muhammed'e îman edenler için bir övgüdür, İşte bundan dolayı: "Ve onların büyüklük taslamamalarındandır" yani, hakka bağlanmakta büyüklük taslamamalarındandır, diye buyurmuştur. 83Peygambere indirileni işittiklerinde hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, Îman ettik. Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz." Şanı yüce Allah'ın: "Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden, gözlerinin yaşla dolup taktığını görürsün" âyetindeki: "Yaşla" ifadesi hal konumundadır. "Derler ki" âyeti de böyledir. Şair İmruu’l-Kays der ki: "Özlem duyarak gözyaşlarını taştı da Bağrıma düştü, hatta gözyaşlarını kılıcımın kınını dahi ıslattı." Yine aynı kökten gelen "müstefl(d) haber" de çokluktan dolayı suyun taşması gibi çoğalan ve yayılan haber demektir. İşte ilim adamlarının hali budur. Onlar ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah'tan dilerler. Fakat, feryad ve figan etmezler. Üzüntülü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler. Nitekim yüce Allah: "Allah sözün en güzelini:, müteşabih, tekrar tekrar edilen bir kitap halinde indirmiştir. Ondan ötürü Rabblerinden korkanların derileri titrer. Sonra Allah'ın zikrine derileri ve kalpleri yumuşar" (ez-Zümer, 39/23) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer..." (el-Enfal, 8/2) diye buyurmuştur. Yüce Allah'ın izniyle ileride en-Enfal Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerimelerde, kâfirler arasında müslümanlara karşı en katı, inatçı ve ileri derecede düşman olan kimselerin yahudiler olduklarını, müşriklerin de bunlara benzediklerini açıkladığı gibi, sevgi bakımından onlara daha yakın olanlarının ise hıristiyanlar olduklarını açıklamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz" âyetine gelince, bizi de hakk ile şahidlik yapan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti ile birlikte yaz demektir. Bununla kendilerini yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız" (el-Bakara, 2/143) âyetinde geçen şahidler arasına katmasını istemektedirler. Bu açıklama İbn Abbâs ve İbn Güreyc'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: Îman ile şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir, Ebû Ali de der ki: Peygamberim ve Kitabım doğrulayarak şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir, "Bizi... yaz kıl" demektir. O bakımdan bu, yazılıp tedvin edilen şey gibi bir anlam ifade eder. 84Rabbimizin bizi de salihler topluluğu ile birlikte (cennete) sokmasını ümid edip dururken, ne diye Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim? Şanı yüce Allah'ın: "... ne diye Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim" âyeti, onların din hususundaki basiretlerini açıklamaktadır. Yani, biz ne diye îman etmeyelim? Yani, ne diye İmâm terkedelim; derler. Buna göre "(.......): Îman ederiz" kelimesi, burada hal olarak nasb mahallindedir "Rabbimizin bizi de salihler topluluğu ile birlikte (cennete) sokmasını ümid edip dururken." Yani, Muhammed ümmeti ile birlikle ... demektir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Muhakkak arza Benim salih kullarım mirasçı olacaktır" (el-Enbiya, 21/105) âyetinde Muhammed ümmetini kastetmiş elmasıdır. Bu ifadelerde hazf edilmiş kelimeler vardır. Yani biz, Rabbimizin bizi cennete sokmasını ümid edip dururken.... demektir. Buradaki "Birlikte" lâfzının, "Arasında" anlamında olduğun söylenmiştir. Emiri karşılayanlarla birlikte idim, anlamamda kullanılması gibi, ümid etmek anlamındaki tama'ın masum şekillerinde gelebilir. 85Allah da onları söylediklerinden dolayı, altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî kalmak üzere onlara mükâfat olarak ihsan etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur. Yüce Allah'ın; "Allah da onları söylediklerinden dolayı... cennetleri... onlara mükâfat olarak İhsan etti" âyeti, onların imanlarının îhlasına ve sözlerinin doğruluğuna bir delildir. Yüce Allah, onların dileklerini kabul etti, umduklarını gerçekleştirdi. İşte ihlaslı bir şekilde îman edip, doğru samimi bir yakîne sahip olan herkesin mükâfatı cennet olur. 86Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar. "Kâfir olup" yahudi, hıristiyan ve müşrikler arasından küfürde kalıp, "âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar." Çılgın ateş (el-Cahîm) oldukça şiddetli yanan ateş demektir. Ateşi şiddetle yakmayı ifade etmek üzere Filan kişi ateşi kızıştırdı, denilir. Aynı şekilde aşın derecede parıldadığından dolayı arslanın gözüne de; denilir. Aynı tabir, Savaş hakkında da kullanılır. Şair der ki: "Savaş öyle bir şey ki, onun alevli ateşi içerisinde kalanın Ne hayal kurması olur, ne de sevinip coşması, Ancak tehlikeli hallerde çok dirençli yiğitler ile Tırnağı sağlam at kalır. 87Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Yüce Allah'ın; "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın" âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar ulaşan bir sened ile naklettiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur: Ey Allah'ın Rasulü, ben et yedim mi, cinsi isteğim harekete geçer ve şehvetim bana galip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, aralarında Ebû Bekir, Ali, İbn Mes'ûd, Abdullah b. Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin azadh kölesi Salim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Mâ'kil b. Mukarrin (Allah hepsinden razı olsun)in de bulunduğu, Resûlüllah ashâbından bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz'un'un evinde bir araya geldiler ve gündüzün oruç tutup, geceleyin namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Her ne kadar nüzul sebebinden söz edilmiyorsa da bu anlamdaki rivâyetler pek çoktur. Bu rivâyetler de bir sonraki başlığımızın konusudur. 2- Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair Ashâbı Kiram'ın Eğilimi ve Hazret-i Peygamberin Bunu Reddi: Müslim, Enes'den rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından bir gurup, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından onun gizlice işlediği amellere dair soru sordular. Daha sonra onlardan birisi: Ben kadınlarla evlenmeyeceğim dedi. Bir diğerleri: Ben de et yemeyeceğim, dedi. Bir başkası ise: Döşek üzerinde uyumayacağım dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: "Şöyle şöyle diyen bir topluluğa ne oluyor ki, işte ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da. Oruç da tutuyorum, orucumu açtığım da oluyor. Kadınlarla da evleniyorum- Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir." Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4. Bu hadisi Buhârî de yine Enes'den rivâyet etmiştir. Lâfzı da şöyledir: Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının odalarına üç kişi gelerek Peygamber efendimizin ibadetine dair soru sordular. Onlara (bu hususta istekleri) haber verilince, bunu (kendileri için) azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nerede.? Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamış bulunuyor. Onlardan birisi şöyle dedi: Ben ebediyyen gece namazı kılacağım. Diğeri ise: Ben de sene boyunca oruç tutacağım ve asla oruç açmayacağım dedi, öteki de: Ben de kadınlardan uzak duracağım, ebediyyen evlenmeyeceğim dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şöyle buyurdu: "Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?. Bana gelince, Allah'a yemin ederim aranızda Allah'tan en çok korkanınız, O’na karşı en takvalı olanınız benim. Ama ben, oruç da tutarım, oruç açarım da. Namaz da kılarım, uyurum da. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa o, benden değildir." Buhârî, Nikâh 1; Müsned, III, 241. Buhârî ve Müslim'de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Osman b. Maz'un, kadınlardan temelli olarak uzaklaşmayı ve evlenmemeyi istedi de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona böyle yapmasını yasakladı. Şayet bu işi için ona cevaz vermiş olsaydı, biz de kendimizi buracaktik. Buhârî, Nikâh 8; Müslim Nikâh 7; Nesâî, Nikâh 4; Müsned, i, 175 İmâm Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) da Müsned'inde şunu rivâyet etmektedir: Bize Ebû'l-Muğîre anlattı dedi ki: Bize, Muan b. Riraa anlattı, dedi ki: Bana, Ali b. Yezid, el-Kasım'dan anlattı. O, Ebû Umame el-Bahilî (radıyallahü anh)dan şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile sedyelerinden birisinde beraber çıktık. Adamlardan birisi, içinde bir miktar su bulunan bir mağaranın yanından geçti. Bu mağarada kalarak oradaki sudan İçip, etrafında bulunan bakliyattan yemeyi ve böylelikle dünyadan el etek çekmeyi içinden geçirdi. Sonra dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a gidip ona bundan söz etsem (iyi olur). Bana izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in yanına varıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi ben, beni yaşatacak kadar suyu ve bakliyatı bulunan bir mağaranın yanından geçtim. İçimden bu mağarada kalıp dünyadan el etek çekmek geçti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdu: "Ben, ne yahudilik ile gönderildim, ne de Hıristiyanlıkla. Aksine ben, müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed'in nefsi elinde bulunana yemin olsun ki, Allah yolunda sabahleyin bir yola çıkış, yahut da akşamleyin bir yola kovuluş, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır. Sizden herhangi birinizin (Savaş için, ya da cemaatle namaz için) safta durması, altmış yıl (kendi başına nafile) namazından hayırlıdır." Müsned, V, 266; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 17. 3. Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle Uğraşanlar: İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Bu âyet-i kerîme ile, ona benzeyen diğer âyetler ve bu anlamda varid olmuş Hadîs-i şerîfler, aşın giden zühd taslayıcıları ile mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflar arasından işi tembelliğe vuranların yaklaşımları reddedilmektedir. Zira bunların her birisi kendi yolundan uzaklaşmış ve maksadını gerçekleştirmekten uzak düşmüştür. Taberî der ki: Bir müslüman bunları kullanmaktan dolayı bir dereceye kadar zorluk ve sıkıntılar ile karşılaşacağından korksa bile Allah'ın mü’min kulları için helal kılmış olduğu şeylerden herhangi bir hoş ve temiz yiyeceği, giyeceği veya evlenmeyi haram kılması hiçbir müslüman için câiz değildir. İşte bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Osman b. Maz'un'un kadınlardan uzak durmak isteğini reddetmiştir. İşte, bununla da Allah'ın kulları için helal kılmış olduğu herhangi bir şeyi terk etmekte fazilet olmadığı sabit olmaktadır. Fazilet ve iyilik, Allah'ın kullarını teşvik ettiği şeyleri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yapıp, ümmeti için sünnet kıldığı ve raşit İmâmların (halifelerin) izinden giderek tabi oldukları şeyleri yapmaktır. Zira yolun en hayırlısı Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yoludur. Durum böyle olduğuna göre, helalinden pamuk ve ketenden yapılmış elbise giymeye gücü yettiği halde kıldan ve yünden yapılmış elbiseleri tercih edenlerin, aynı şekilde kadınlara ihtiyacının arız olmasından çekindiği için ve benzeri yiyecekleri terk edip bayağı şeyleri yemeyi tercih edenlerin yanlışlığı böylelikle ortaya çıkmaktadır, Yine Taberî der ki: Kaba şeyleri giyip, yemenin, nefse ağır gelmesi ve ikisinden artan değeri ihtiyaç sahiplerine harcamak dolayısıyla hayrın söylediğimizden başka yolda olduğunu kim zannederse, hiç şüphesiz yanılmış olur. Çünkü, insana öncelikle gerekli olan, kendi nefsinin salâhı ve Rabbine itaat hususunda nefsine yardımcı olmasıdır, Bayağı şeyler yemekten daha çok vücuda zararlı hiçbir şey yoktur. Çünkü, bu bayağı şeyler kişinin aklını bozar, Allah'ın kendisine itaate sebep kıldığı organlarını zayıf düşürür. Bir adam Hasan-ı Basrî'nin yanına gelerek şöyle demiş: Benim bir komşum var, bir türlü pekmez peltesi yemiyor. Hasan-ı Basrî: Neden diye sorunca adam, o, bunun şükrünü eda edemeyeceğini söylüyor. Hasan der ki: Peki o kişi soğuk su içiyor mu? Soruyu soran: Evet deyince, şu cevabı verdi: Senin komşun cahilmiş. Çünkü, yüce Allah'ın soğuk su nimeti onun üzerinde pekmez peltesi nimetinden daha fazladır. İbnü'l-Arabî de der ki: İlim adamlarımız şöyle demiştir; Bu, dinin dos doğru uygulanması ve malın haram olmaması halinde böyledir. Şayet insanların dini fesada uğrar, haram yaygınlık kazanırsa, bu sefer evlenmekten uzak durmak daha efdal, lezzetleri terketmek daha uygundur. Helalinden bulacak olursa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haline uygun hareket daha faziletli ve daha üstündür. el-Mühelleb der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evlilikten uzak durmayı ve ruhbanlığı yasaklaması, kıyâmet gününde diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğuyla övünmesi, dünyada da onları yanına alarak kâfir taifeleriyle çarpışmasıdır. Kıyâmet gününde de onun ümmeti Deccal ile çarpışacaktır, İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı ümmetin neslinin çoğalmasını istemiştir. Yüce Allah'ın: "Ve haddi aşmayın" âyetinin anlamı şöyle açıklanmıştır: Haddi aşarak Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmayınız. Buna göre, buradaki iki nehiy her iki yolu kapsamaktadır. Yani, işi sıkı tutarak helâl bir şeyi haram kılmayınız. Ruhsata kadar götürerek haram olanı da helal kılmayınız. Bu açıklamayı Hasan-ı Basrî yapmıştır. Bunun anlamının: "Haram kılmayın" âyetini te'kid etmektir. Bu açıklamayı da es-Süddî, İkrime ve başkaları yapmıştır. Yani, Allah'ın helâl kıldığı, meşru kıldığı bir şeyi haram kılmayınız. Ancak birinci anlam daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü: Kim kendisine yiyecek, içecek veya kendisine ait bir cariyeyi, ya da Allah'ın kendisi için helâl kılmış olduğu herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, Ma-Ük'e göre ona bir şey düşmez ve bunların herhangi birisi dolayısıyla ona keffaret de düşmez. Şu kadar var ki, o, cariyeyi kendisine haram kılmakla onu azad etmeyi niyet etmişse, o carîye hür olur ve onu azad ettikten sonra yeni bir nikâh ile nikâhlamadıkça onunla ilişki kurması haram olur. Aynı şekilde hanımına: Sen bana haramsın diyecek, olursa, o istemese de üç talâk ile boşanmış olur. Çünkü, yüce Allah açık ve kinaye lâfızlar ile boşamak suretiyle hanımını kendisine haram kılmasını mubah kılmıştır. "Haram" lâfzı ise, boşamadaki kinaye lâfızları arasındadır. Yüce Allah'ın izniyle, et-Tahrîm sûresinde (66/1. âyet, 4. baslıkta) ilim adamlarının bu husustaki görüşleri açıklanacaktır. Ebû Hanîfe der ki: Kim bir şeyi kendisine haram kılarsa, o şey kendisine haram olur. O şeyi alıp kullanacak olursa, keffâret vermesi gerekir Bu ise uzak bir İhtimaldir, âyet de onun görüşünü reddetmektedir. Said b. Cubeyr ise der ki: Yemindeki lağıv (lağv yemini) haramı helal kılmaktır (yani, boş anlamsız bir davranıştır). Şâfiî'nin ileride geleceği üzere konu ile ilgili görüşünün de anlamı budur. 88Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve tertemiz olarak yiyin. Ve siz, îman ettiğiniz Allah'tan korkunuz. Yüce Allah'ın: "Allah'ın size verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin" âyeti ile ilgili olarak tek bir hususu açıklayacağız: Bu âyet-i kerimede "yemek"; yemek, içmek, giyinmek, binmek ve buna benzer yollarla faydalanmaktan ibarettir. Özellikle "yemek"in sözkonusu edilmesi ise, insan için en önemli maksat ve en özel yararlanma yollarından biri oluşu dolayısıyladır. İleride el-A'raf sûresinde (7/31- âyetin tefsirinde) yemenin, içmenin ve giyinmenin hükmüne dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Lezzet veren şeylere karşı arzu duyup, canın çektiği çeşitli şeyleri elde etmek hususunda nefse karşı direnmeye gelince, bu hususta nefse imkân tanımak konusunda insanların farklı yaklaşımları vardır, Onlardan kimisi, nefsi bu işlerden alıkoyup arzuladığı şeylerin arkasından gitmekten alıkoymanın, nefsinin dizginlerini ele geçirebilmesi ve inadını hafifletmesi açısından daha uygun olduğu görüşündedir. Çünkü, eğer nefsinin isteğini gerçekleştirecek olursa, nefsinin arzularının esiri olur ve nefsi onu istediği yere götürür Nakledildiğine göre Ebû Hâzim, meyvenin yanından geçer, canı onu yemek İster, fakat: Senin bunlarla buluşma yerin cennettir, dermiş. Başkaları da şöyle demektedir: Zevk aldığı şeyleri ele geçirmesi için nefse imkân tanımak, nefsi rahatlatacağından, istediği şeyi elde etmekle daha bir canlanacağından böylesi daha uygundur. Başka bir kesim de şöyle demektedir: Bu hususta orta yolu tutmak daha uygundur. Çünkü nefsine istediği şeyleri kimi zaman verip kimi zaman vermemek, her iki yolu da telif etmektir. Bu ise, kusursuz bir orta yoldur. Haddi aşmak (i'tidâ) ve rızkın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (Haddi aşmak: 2/62. âyetin tefsirinde, rızık ise 2/3. âyetin tefsiri, 23- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamd olsun. 89Allah sizi yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sorumlu tutar. Bunun keffâretî, ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek, ya da bir köle azad etmektir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keöareti budur. Yeminlerinizi koruyun, şükredersiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar. Bu âyete dair açıklamalarımızı kırkyedi başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Allah sizi, yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz" âyetinde geçen "lağ"vin anlamı, el-Bakara Sûresi'nde (2/225. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "(........). yeminlerinizde" âyeti İse, yeminlerinizden dolayı demektir. "Eyman: yeminler" yemin kelimesinin çoğuludur. Yemin kelimesinin hayır ve bereket anlamına gelen "yumrTden fail vezninde isim olduğu söylenmiştir. Yüce Allah yemine bu ismi, kakları koruduğundan dolayı vermiştir. Yemin kelimesi hem müzekker, hem müennes olup, cem'i "eymân ve eymun" şeklinde gelir. Şair Züheyr der ki; "Bizden de, sizden de yeminler toplanıp bir araya gelir." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbâs der ki: Âyetin nüzul sebebi, helâl ve temiz olan yiyecek, giyecek ve hanımları kendilerine haram kılan kimselerdir- Onlar, bu hususa (bu helâlleri kendilerine haram kılmaya) yemin ettiler. Fakat: "Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın" (el-Mâide, 5/87) âyet-i nâzil olunca, peki yeminlerimizi ne yapacağız dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu görüşe göre âyetin anlamı şöyle olur: Sizler, önce yemin eder, sonra da o yemininizi lağv ederseniz. Yani, keffarette bulunmak suretiyle hükmünü kaldırır ve keffârette bulunacak olursanız, bundan dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz. O, yeminlerinizi devam ettirip, yeminlerinizi lağv etmemeniz, yani keffaretini yerine getirmemeniz sebebiyle sizi sorumlu tutar. Bununla, yeminin herhangi bir şeyi haram kılmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin de yemin ile haramı helal kılmanın bir ilgisinin bulunmadığı ve helal olan bir şeyi haram kılmanın lağv (boş bir iş) olduğu görüşüne delildir. Tıpkı, haram olan bir şeyi helal kılmanın lağv olması gibi. Mesela bir kimse: Ben, şarap içmeyi helal kıldım, diyecek olursa, bu görüşe göre âyet-i kerîme sunu gerektirmektedir: Yüce Allah, helal olan bir şeyi haram kılmaya dair sözür o helal bir şey haram kılanamayacağından dolayı lağv kabul etmiştir. O bakımdan: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz" yani, helâli haram kılmak suretiyle boş yeminden dolayı sorumlu tutmaz, demektir. Rivâyet olunduğuna göre, Abdullah b. Revâha'nın yetimleri vardı. Ona misafir gelmişti. Gece bir miktar ilerledikten sonra işinden döndü ve misafirime yemek yedirdiniz mi dedi. Onlar: Seni bekledik dediler. Bu sefer: Allah'a yemin olsun bu gece onu yemiyeceğim, dedi. Misafiri de: Ben de yiyecek değilim, dedi. Yetimleri de: Biz de yemeyiz, dediler. Durumun böyle olduğunu görünce, o da yedi, diğerleri de yediler. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp durumu ona haber verince, Hazret-i Peygamber ona; "Sen, rahmana itaat ettin, şeytana da asi oldun" dedi ve bunun üzerine de bu âyet-i kerîme indi. Süyûtî, Lubabu'n-Nükûl (Mısır tarihsiz, Celaleyn kenarında) I, 152'de belirtiğine göre. İbn Ebi Hatim, bu rivâyeti Zeyd b. Estem'den nakletmektedir. Şeriatte yeminler dört kısımdır: İki kısmında keffâret vardır, iki kısmında da keffâret yoktur. Dârakutnî, Sünen'inde şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize, Abdullah b. Muhammed b. Abdülaziz anlattı. Bize, Halef b. Hişam anlattı. Bize, Abser, Leys'den anlattı, o, Hammâd 'dan, of İbrahim'den, o, Alkame'den, o da Abdullah b. Mes'dan şöyle dediğini nakletti: Yeminler dört türlüdür. İki yemin için keffaret vardır, iki yemin için de keffaret yoktur. Keffareti gerektiren iki yemin şunlardır: Bir kimse Allah adına yemin olsun şunu şunu yapmayacağım diye yemin edip o işi yaparsa keffarette bulunur. Yine bir adam, Allah'a yemin ederim, mutlaka şu şu işi yapacağım dediği halde yapmazsa, bunun için de keffaret gerekir. Keffareti gerektirmeyen iki yemine gelince; Bir kimse Allah'a yemin ederim ben, şunu şunu yapmadım dediği halde, eğer o işi yapmışsa (keffaret) gerekmez. Yine bir adam yemin eder ve yemin olsun ben şu şu işi yaptım, dediği halde yapmamış ise, (yine keffaret) gerekmez. Dârakutnî. IV, 162. İbn Abdi’l-Berr dedi ki: Hem "Camİ'"nde hem Mervezi’nin de kendisinden naklettiğine göre Süfyan es-Sevrî şöyle demiş: Yeminler dörttür. İki yemin için keffaret vardır. O da bir kimsenin, Allah'a yemin ederim yapmam deyip yapması veya Allah'a yemin ederim mutlaka yapacağım deyip sonra da yapmaması şeklindeki yeminlerdir. İki yeminin de keffareti yoktur. Bu da bir kimsenin Allah'a yemin ederim ben yapmadım dediği halde, yapmış olması, ya da Allah'a yemin ederim ben bunu gerçekten yaptım dediği halde yapmamış olması halidir. el-Mervezî der ki: İlk iki yemin hususunda, ilim adamları arasında Süfyan'ın dediğinden farklı bir görüş beyan eden olmamıştır. Ancak, son iki yemin ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şayet, yemin eden kişi eğer şu şu işi yapmadığına dair yemin etmiş, yahut şu şu işi yaptığına dair yemin etmiş ve kendi kanaatine göre o, doğru söylediğini düşünüyor doğrunun da yemin ettiği gibi olduğu görüşünde ise, bundan dolayı onun için günah da yoktur, keffaret de yoktur. Mâlik, Süryan-ı Sevrî ve rey sahiplerinin görüşüne göre bu böyledir. Ahmed ve Ebû Ubeyd de böyle demiştir. Şâfiî ise onun için günah yoksa da keffarette bulunması gerekir, demektedir el-Mervezî der ki: Şâfiî'nin bu görüşü pek kuvvetli değildir. (el-Mervezî) devamla der ki: Şayet şu şu işi yapmadığına dair yemin eden kişi eğer o işi yapmış olmakla birlikte kasten yalan söylemiş ise, günahkârdır ve onun için yine keffaret gerekmez. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Mâlik, Süfyan-ı Sevrî, Rey sahipleri, Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd bu görüştedirler. Şâfiî ise, keffaret gerekir, demektedir. (Yine el-Mervezî) der ki: Bazı tabiinden Şâfiî'nin görüşüne benzer rivâyetler kaydedilmiştir. el-Mervezî der ki: Ben, Mâlik ve Ahmed'in görüşüne meyletmekteyim. Genel olarak ilim adamlarının ittifakla lağv olduğunu kabul ettikleri lağv yeminine gelince, o da bir kimsenin, yemin akdetmek (yeminine bağlı kalmak) kastı olmaksızın ve böyle bir istekte de bulunmaksızın, konuşması esnasında: Hayır vallahi, evet vallahi demesidir. Şâfiî der ki: Bunun böyle olması tartışma, kızgınlık ve acele halinde sözkonusudur. 4- Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün'akide: Yüce Allah'ın: "Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar" âyetinde "kâr harfi deo gelmek üzere şeddesizdir. Akd ise, ipi düğümlemek gibi maddi ve satış akdi gibi hükmî (akid) olmak üzere iki türlüdür. Şair der ki: Bunlar, öyle bir topluluktur ki, himaye ettikleri kimse lehine bir akidle bağlanacak olurlarsa alttan da düğüm atıp bağlarlar. üstten de düğüm, atıp bağlarlar." Mün'akide yemindeki "münâkide" kelimesi, akdden münfaile veznindedir. Bu ise, kalbin gelecekte herhangi bir işi yapmamak üzere karar verip, sonradan o işi yapması yahut bir işi mutlaka yapmak üzere karar vermekle birlikte yapmamasıdır. Az önce geçtiği gibi. İşte ileride de geleceği üzere istisna "(inşaallah" demek) ve keffaretin çözdüğü yemin budur. Bu kelime, "ayırfdan sonra "elif getirilerek laale vezni üzere; şeklinde okunmuştur. Bu ise, çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak (müşâreke) halinde yapılır. Bu durumda ikinci kişi, kendisiyle yapılan konuşma esnasında kendisi sebebiyle yemin olunan kişi de olabilir, mana: Üzerinde yemin akidlerîni yaptığınız şeylerden sizi sorumlu tutar, şeklinde de olabilir. Çünkü akdetti; ahitleşti, anlamına yakındır. Bundan" dolayı harf-i cer ile teaddi etmiş (geçiş yapmışldir. Zira bu kelime anlamım da ihtiva etmektedir. Bu ise, ikincileri harf-i cer ile olmak üzere iki mef'ûle teaddi eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim de Allah ile ahd ettiği şeye bağlı kalırsa..." (el-Feth, 48/10) Bu da; "Namaza çağırdığınızda" (el-Mâide, 5/58) âyetinin edatı ile teaddi etmesi gibidir. Oysa bu, Zeyd'e seslendim, demek gibi (harf-i cersiz olarak) teaddi etmelidir. Nitekim: "ona Tûr'un sağ tarafından seslendik" (Meryem, 19/52) âyetinde de böyledir. Şu kadar var ki, burada seslenmek, davet etmek anlamına kullanıldığından dolayı; harfi ile teaddi etmiştir. Nitekim yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Alllah'a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet, 41/33) Daha sonra yüce Allah'ın; "Fakat üzerine bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden..," şeklindeki âyetinden harf-i cer hazf edilerek fiil hemen mef'ûle geçiş yapmakta ve; Hakkında akid yaptığınız, bağlandığınız.... haline gelmiş, arkasından yüce Allah'ın: "Emrolunduğunu açıkça bildir" (el-Hicr, 15/94) âyetinden hazf edildiği gibi bundan da "he" zamiri hazf edilmiştir Ya da burada; "vezni, O anlamında da olabilir. Yüce Allah'ın: "Allah onları kahretsin" âyetinde olduğu gibi. Nitekim Arapçada müşâreke (işteşlik) için kullanılan bu vezin, kimi zaman müşâreke vezni anlamı olmaksızın tek kişi tarafından yapılan iş hakkında da kullanılır Yolculuk yaptım, yardımcı oldum, demek gibi. "Bağlanmış olduğunuz" anlamına gelen kelime, "kaf harfi şeddeli olarak; diye de okunmuştur. Mücahid der ki: Bu okuyuşun anlamı, kastî olarak bilerek yaptığınız yeminler demektir. İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre şeddeli kıraat tekrarı gerektirir. O bakımdan böyle bir kimse yeminini tekrarlamadıkça (ve tekrar bir daha bozmadıkça) keffârette bulunması gerekmez. Ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğine dair gelen rivâyet bunu reddetmektedir: "Şüphesiz ki ben Allah adına bir hususa dair yemin edersem de ondan bir başkasının o işten daha hayırlı olduğunu görürsem, -inşallah- mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine getiririm." Buhârî, Eyman 1; Müslim, Eyman 7; Ebû Dâvûd, Eyman 14; Nesâî, Eyman 15; İbn Mâce, Keffarât 7; Müsned, IV, 398. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber tekrar yapılmayan yeminde keffaretin vacip olduğundan sözetmektedir. Ebû Ubeyd der ki; Bu kıraate göre "karın şeddeli okunuşu defalarca ardı arkasına tekrarlanmasını gerektirir. Ben, bu şekilde okuyan kimsenin tek bir yeminini birkaç defa tekrarlamadığı sürece ona keffaretin gerekmeyeceği hususundan emin değilim. Ancakt bu icmaa aykın bir görüştür. Nâfi'nin rivâyetine göre İbn Ömer, yeminini pekiştirmeksizin bozacak olursa, on yoksul yedirirdi. Yeminini pekiştirdikten sonra bozacak olursa da bir köle azad ederdi. Nafi'a :Yeminini pekiştirmesinin (te'kid etmesinin) anlamı nedir, diye sorulunca, şu cevabı verdi: Bir şeye defalarca yemin etmesi demektir. Ğamûs yemini diye bilinen t kasten yalan yere) yeminin, münâkide yemini olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Cumhûrun kabul ettiği görüşe göre ğamûs yemini bir hile, bir aldatma ve bir yalan yemindir. O bakımdan böyle bir yemin münâkid olmaz ve bunda keft'âret de yoktur. Şâfiî der ki: Bu, münâkide bir yemindir. Çünkü, kalp vasıtasıyla kast edilmiştir. Ve bir habere bağlı olarak; yüce Allah'ın ismiyle birlikte yapılmıştır, O bakımdan onda keffaret gerekmektedir. Ancak sahih olan birinci görüştür. İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik b. Enes ve Medinelilerden ona tabi olanların görüşü de budur. Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlılar da böyle demişlerdir. es-Sevrî ve Iraklıların görüşü de budur. Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd ile Küfe halkından hadis ashâbı ile rey ashâbı da böyle demiştir. Ebû Bekr der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kim bir yemin eder de başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görürse, daha hayırlı olanı yapsın ve yeminine keffarette bulunsun" ile: "Yemininin keffaretini yerine getirsin ve hayırlı olan şey ne ise onu yapsın" Müslim, Eyman 11-13; Tirmizî, Nüzûr 6; Nesâî, Eyman 15,16; İbn Mâce, Keffarat 7: Dârimî, Nüzûr 11, Müsned, II. 38, IV, 256, 378, 428. âyeti, keffaretin gelecekte bir işi yapmak üzere yemin ettiği halde yapmayan, yahut yine gelecekte bir işi yapmamak üzere yemin edip de onu yapan hakkında gerekli olduğuna delâlet etmektedir. Bu meselede ikinci bir görüş daha vardır ki; o da kastî olarak Allah adına yalan yere yemin edip günah İşlemekle birlikte keftarette bulunması gerektiğidir. Bu da Şâfiî'nin görüşüdür. Ebû Bekir devamla der ki: Ancak biz, buna delil olabilecek bir haber bilmiyoruz. Kitap ve sünnet birinci görüşün lehine delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın." (el-Bakara, 2/224") İbn Abbâs der ki: Kişi akrabalarını gözetmemek üzere yemin eder, ancak Allah da ona kelfarette bulunmak suretiyle bir çıkış yolu göstermektedir. Allah ismini gerekçe göstermemesini ve yemininin keffaretini yerine getirmesini emretmektedir Konu ile ilgili haberler, kendisine haram olan bir malı (bu yolla) kesip almasını sağlayacak bir yeminin keffaret olan şeylerle keffaret olunmayacak kadar büyük olduğunu göstermektedir. İbnü'l-Arabî der ki: Âyet-i kerîme iki kısım yeminden sözetmektedir: Lağv yemini ve münâkide yemini. Çoğunlukla insanların yeminlerinde görülenler de bunlardır. Bunların dışında kalan yeminler isterse yüz kısım olsun, bunların herhangi birisine keffaret taalluk etmez. Derim ki: Buhârî, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bedevi bir Arap gelip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Allah'ın Rasûlu, büyük günahlar (kebâir.) hangileridir, diye sormuş, Hazret-i Peygamber: "Allah'a ortak koşmak" diye buyurmuş. Bedevi: Daha sonra hangisidir diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Anne babaya karşı gelmektir" diye buyurmuş. Yine bedevi: Sonra hangisidir diye sorunca, Hazret-i Peygamber; "Ğamûs yeminidir" diye buyurmuş. Ben: Ğamûs yemini nedir, diye sordum, şöyle buyurdu: "Yaptığı yeminde yalan söylemekle birlikte müslüman bir kimseye ait olan bir malı o yemin vasıtasıyla kesip almaktır." Buhârî, Eymân 16; Tirmizî Tefsir 4 Süre 7; Nesâî, Tahrimu’d-Dem 3, Kasâme 48; Dârimî Diyat 9. Müslim'de Ebû Umâme'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim yaptığı yemini ile müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah o kimseye cehennem ateşini vacip kılar, cenneti de ona haram kılar." Adam: Ey Allah'ın Rasulü, ya bu aldığı şey önemsiz bir şeyse de mi? diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erak (misvak.) ağacından bir çubuk olsun." Buhârî, Eyman 17, Müslim Eymân 218; Nesâî, Adabu'l-K. 30; İbn Mâce, Ahkam 8, Dârimî Buyû'' 62; Muvatta’' Akdiye 11; Müsned, V, 260. Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyet ettiği hadise göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan yere ve kasfî olarak yemin edip de o yemin vasıtasıyla müslüman bir kimsenin malını haksızca alacak olursa, yüce Allah'a, kendisine gazap etmiş olduğu halde kavuşur." Bunun üzerine: "Şüphesiz Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." (Ali İmrân, 3/77) âyeti sonuna kadar nâzil oldu. Müslim, Îman 220; Buhârî Tefsir 3. süre 3, Eyman 17, Ahkam 30; Tirmizî Tefsir 3. sûre 4;Müsned V, 211. Görüldüğü gibi burada keffaretten söz edilmemektedir. Eğer biz, böylesine keffarette bulunmayı gerekli görecek olursak, onun işlediği cürüm ortadan kalkar. Allah'ın huzuruna da kendisinden razı olmuş olarak çıkar. Böylelikle tehdit olunduğu azâbı da hak etmez. Hem bu niye böyle olmasın ki ? Çünkü, bu şekilde yemin eden bir kimse hem yalan söylemiş, hem başkasının malını bu yolla kendisine helal kabul etmiştir. Yüce Allah adına yemin etmeyi de hafife almıştır. Onu küçümsemiştir. Buna karşılık dünyayı da ta'zim edip büyütmüştür. Allah da onun tazim ettiği şeyi tahkir etmiş, onun küçük gördüğü şeyi de ta'zim etmiştir. İşte bu kadarı yeterlidir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir; Ğamûs yeminine bu adın veriliş sebebi, sahibini cehenneme ğams etmesi (yani bandırması)'nden ötürüdür. 6- Bir İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden Bir işi yapmamak üzere yemin eden bir kimse, o işi yapmadığı sürece yeminine bağlı demektir. Eğer o işi yapacak olursa, yeminini bozmuş ve keffârette bulunması gerekir. Çünkü yemine muhalefet etmiştir. Şayet "yapacak olursam" demiş olsa da durum aynıdır. Eğer mutlaka yapmak üzere yemin ederse, anında yeminini bozmuş demektir. Çünkü, muhalefet sözkonusudur. Eğer dediğini yaparsa, yeminini yerine getirmiş olur. Şayet "yapmazsam" diyecek olursa yine aynı durum sözkonusdur. 7- Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı: Yemin eden bir kimsenin; "mutlaka yapacağım ve eğer yapmazsam..." şeklindeki sözleri emir gibi, "yapmayacağım ve eğer yaparsam,.." şeklindeki sözleri de nehîy (yasak) gibi değerlendirilir. Birinci durumda, hakkında, yemin ettiği şeyin tamamını yapmadığı sürece yeminini yerine getirmiş olmaz. Meselâ, şu ekmeği yiyeceğim diye yemin edip onun bir bölümünü yerse tamamını yemediği sürece, yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü o ekmeğin herbir parçası hakkında yemin edilmiştir. Şayet -mutlak olarak- Allah'a yemin ederim ki muhakkak yiyeceğim diyecek olursa, yeme isminin hakkında kullanılabileceği asgari miktarını yerine getirmekle yeminini gerçekleştirmiş olur Çünkü, yeme mahiyeti fiilen ortaya konulmuştur. Nehiy (olumsuz yemin) durumunda ise, o ismin hakkında kullanılabileceği asgari şeyi yapmakla yeminini bozmuş olur. Çünkü, nehyin muktezası gereğince nehyedilen şeylerin birimlerinden herhangi birisinin ortaya çıkmaması gerekir. Eğer bir eve girmemek üzere yemin etse de iki ayağından birisini o eve soksa yeminini bozmuş olur Buna delil de şudur: Biz, yüce Allah'ın şu âyetinde ismin, işin başlangıcı hakkında kullanılabilmesiyle haram hükmünü ağırlaştırdığını görüyoruz: "Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayınız." (en-Nisa, 4/22) Buna göre, bir kimse bir kadınla nikâh akdi yapacak olsa, onunla gerdeğe girmeyecek olsa dahi o kadın hem babasına, hem oğluna haram olur. Fakat (üç talâk dolayısıyla ilk kocasına haram olmuş, bir kadının) tahli (hülle, ikinci bir koca ile evlenmesin)den sonra ilk kocasına helal olabilmesi için ismin ilk kullanılabildiği durum ile yetinmeyerek: "Hayır, sen onun balcağızından tatmadıkça, (olmaz)" diye buyurmuştur. Buhârî Talâk 7, 37, Libâs 6V 23, Müslim, Nikâh 111-115; Ebû Dâvûd Talâk 49; Nesâî, Talâk 9; İbn Mâce Nikâh 32; Muvatta’, Nikâh 17-18; Müsned II, 62, 85, III, 284, VI, 42, 62, 96, 193. Adına yemin edilen (el-mahlüfu bili ) şanı yüce Allah ve O'nun, Rahmân, Rahîm, Semi, Alîm, Halîm gibi güzel isimleri ile buna benzer diğer isim ve yüce sıfatlarıdır İzzeti, Kudreti, timi, İradesi, Kibriyâsı, Azameti, Ahdi, Misakı ve zatının diğer sıfatları gibi. Çünkü bütün bunlara yapılan yemin mahlûk olmayan Rahîm olan yüce Zat'a yemindir. Bunları zikrederek yemin eden kimse, yüce Allah'ın zatına yemin etmiş gibi olur. Tirmizî, Nesâî ve başkalarının rivâyetine göre, Cebrâîl (aleyhisselâm) cennete bakıp yüce Allah'ın huzuruna geri dönünce şöyle demiş: İzzetine yemin olsun ki, bunun varlığını(ve bu halini) işiten herkes mutlaka buraya girer. Cehennem hakkında da şöyle demiştir: İzzetin hakkı için onu(n bu halini) işitip de oraya giren kimse bulunmaz. Ebû Dâvûd, Sünne 22, Tirmizî Sifatu'l-Cenne 21; Nesâî, Eyman 3; Müsned, II, 333f 354, 373 Yine Tirmizî ve Nesâî ile başkaları da İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kalpleri evirip çeviren hakkı için hayır" diye; bir diğer rivâyete göre de: "Kalpleri evirip çeviren hakkı için hayır" diye yemin ederdi. Buhârî, Eyman 3, Kader 14, Tevhid 11; Tirmizî, Nüzûr 13, Nesâî, Eymân 1, 2, İbn Mâce Keffarât 1; Dârimî, Nüzûr 13; Muvatta’' Nüzûr 15; Müsned II, 26, 67, 68, 127, III, 112, 257. İlim adamları icma ile vallahi, yahut billahi, ya da tallahi diye yemin edip yeminini bozan kimsenin keffâretle yükümlü olduğunu kabul etmişlerdir. İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik, Şâfiî, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr, İshâk ve Rey sahipleri şöyle derlerdi: Her kim Allah'ın isimlerinden bir ismi zikrederek yemin eder de sonra yeminini bozarsa, ona keffaret düşer. Biz de bu görüşteyiz. Bu hususta bir görüş ayrılığı olduğunu da bilmiyorum. Derim ki: Bununla birlikte "Kur'âna yemin etme" başlığında da şöyle demektedir: Yakub (b. İbrahim, Ebû Yûsuf) der ki: Kim Rahmân adına yemin eder de yeminini bozarsa, onun için keffaret gerekmez. Derim ki: Rahmân da yüce Allah'ın isimlerindendir, bu hususta icma vardır ve bunda görüş ayrılığı yoktur. 9- Allah'ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine... Yeminin Hükmü: Allah'ın hakkı için, azameti için, kudreti için, ilmi için, Allah'ın hayat sıfatı için Oe amrullahi"), Allah adına yemin ederim ( eymullahi ) lâfızları ile yemin hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Bunların hepsi yemindir ve bunlar dolayısıyla keffaret gerekir. Şâfiî der ki: Allah'ın hakkı, celali, azameti ve kudreti de, eğer bunlarla yemini niyet ederse birer yemindir. Eğer yemin kastı gütmezse bunlar yemin değildir. Çünkü bu ibarenin; Allah'ın hakkı vaciptir, kudreti yerini bulur anlamına gelme ihtimali de vardır, Allah'ın emaneti hakkında da Şâfiî şöyle demiştir: Bu yemin değildir. Le amnılllahi ve eymullahi lâfızlarına gelince, eğer bunlarla yemin kastedilmezse yemin değildir. Rey sahipleri de derler ki: Kişi, Allah'ın azameti, izzeti, celali, kibriyası ve emâneti hakkı için deyip de yeminini yerine getirmeyecek olursa, keffarette bulunması gerekir. el-Hasen der ki: Allah hakkı için (ve hakkullahi) yemin değildir, bunda keffaret de gerekmez. Ebû Hanîfe'nin de görüşü budur. Bu görüşü ondan er-Razi (el-Cessâs) nakletmiştir. Aynı şekilde Allah'ın ahdi, misakı, emaneti de yemin değildir. Mezhebine mensub bazı ilim adamı, bu bir yemindir, demektedir Tahavî der ki: Yemin değildir. Aynı şekilde Allah'ın ilmi hakkı için diyecek olsa bile bu da, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre yemin değildir. Fakat arkadaşı Ebû Yûsuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle demektedir: Bu bir yemin olur İbnü'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe'yi bu hususta yanıltan "ilim"in bazan "malûm" hakkında da kullanılmasıdır. Malûm ise muhdes (sonradan yaratılmış şey) dir. O bakımdan böyle bir tabir de yemin olmaz. Fakat kudretin de makdur (kudret ile var edilen) şey hakkında kullanıldığını hatırlanmamıştır. Onun makdur hakkında söyleyeceği her söz, bizim de malum hakkındaki delilimizdir. İbnü'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle dediği sabit olmuştur: "Allah'a yemin olsun (ye eymullah) o, gerçekten emirliğe lâyıktır." Buhârî, Eymân 2, Fedailu Ashâbin Nebiyy 17, Meğâzî 42, 87; Müslim, Fedâlu's-Sahabe 63, 64; Tirmizî, Menâkib 39; Müsned, II, 20. şeklindeki sözünü Zeyd ve oğlu Üsame ile ilgili olay münasebetiyle söylemiştir. İbn Abbâs da: Ve eymullah diye yemin eder, İbn Ömer de böyle dermiş. İshâk der ki: Eğer kişi eymullah lâfzı ile yemin etmeyi murad ederse bu, iradesi dolayısıyla ve kalbinin bu konudaki kastı dolayısıyla o da bir yemin olur. Kur'ân'a yemin hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Mes'ûd der ki: Her bir âyeti dolayısıyla bir yemin etmiş gibidir. Hasan-ı Basrî ve İbn el-mübarek de böyle demişlerdir. Ahmed de der ki: Ben bu kanaati reddedecek herhangi birşey bilmiyorum. Ebû Ubeyd der ki: Tek bir yemin olur. Ebû Hanîfe ise, bunda keffâret yoktur, der Katade de mushafa yemin edermiş. Ahmed ve İshak da biz bunu (mushafa yemin etmeyi) mekruh görmüyoruz demişlerdir. 11- Allah'tan Başkası Adına Yemin: Yüce Allah'tan, Onun isim ve sıfatlarından başkası ile yemin, yemin olmaz. Ahmed b. Hanbel der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adına yemin edecek olursa, yemini olur. Zira, kendisine îman olmaksızın imanın tamam olmayacağı bir şeye yemin etmiştir. Tıpkı Allah adına yemin etmiş gibi (yeminini bozacak olursa), keffarette bulunması gerekir. Ancak bu görüşü, Buhârî, Müslim ve diğerlerinde sabit olan şu rivâyet reddetmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kafile ile birlikte bulunan Ömer b. el-Hattâb'a yetişti. O sırada Ömer babası adına yemin ediyordu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle seslendi: "Şunu bilin ki, muhakkak Allah sizlere babalarınız adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Kim yemin edecek olursa, ya Allah adına etsin, yahut sussun." Buhârî, Edeb 74, Eyman 4, Tevhid 11, Şehadat 26; Müslim, Eyman 1, Ebû Dâvûd, Eymân Tirmizî, Eymân 8; Nesâî, Eyman 11, İbn Mâce Keffârat 2, Dârimî; Müsned, 7. 11, 34, 69,142. Bu İse, az önce zikrettiğimiz gibi, yeminin yalnızca Allah adına, isimlerine ve sıfatlarına yemin edilebileceğini göstermekte, O'ndan başka hiçbir şeye yemin etmemeyi gerektirmektedir. Bunu tahkik eden hususlardan birisi de, Ebû Dâvûd, Nesâî ve başkalarının Ebû Hüreyre'den şöyle dediğine dair kaydettikleri şu rivâyettir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Babalarınız adına da, anneleriniz adına da, ortaklar adına da yemin etmeyiniz. Ancak Allah adına yemin ediniz. Allah adına da ancak siz doğru söylediğiniz halde yemin edebilirsiniz." Müslim, Eymân 3; Ebû Dâvûd, Eymân 4; Nesâî, Eyman 6. Diğer taraftan: Âdem, İbrahim adına yemin edenlere de -kendilerine îman edilmeksizin imanın tamam olmayacağı kişiler adına yemin etmiş olduğu halde- keffâret yoktur, diyenlerin görüşlerini de Ahmed b. Hanbel'in (Hazret-i Peygamber hakkındaki bu özel görüşü) ile çelişmektedir. Lâfız "Müslim"in olmak üzere, hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden her kim yemin eder, yemininde de: Lat hakkı için diyecek olursa, Lâ ilahe illallah desin. Her kim de arkadaşına; Gel seninle kumar oynayalım, diyecek olursa, sadaka versin." Buhârî, Tefsir 53- Sûre 2, Edeb 74, İstizan 52, Eyman 5; Müslim Eymân 5; Ebû Dûvud, Eymân 3; Tirmizî Nüzûr 18; Nesâî, Eymân II, Müsned, II, 309 Nesâî de Mus'ab b. Sa'd'dan, onun da babasından rivâyetine göre Sa'd şöyle demiş: Bir husustan söz ediyorduk. O sırada ben, cahiliyyeyi henüz yemi bırakmıştım. Lat ve Uzza adına yemin ettim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbından birisi bana: Ne kötü bir söz söyledin! dedi. Bir diğer rivâyette de: Sen terkedilmesi gereken bir sözü kullandın, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına vardım ve bunu ona nakledince şöyle buyurdu: De ki: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd da O'nundur. O, herşeye gücü yetendir. Sonra da sol tarafına üç defa tükürür gibi yap ve şeytandan Allah'a sığın, bundan sonra da bir daha avnı şeyi yapma." Nesâî, Eyman 12; Müsned I, 183, 186 İlim adamları derler ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir söz söyleyene bu sözü söyledikten sonra lâilahe illallah demesini emretmesi o söze keffâret, gafletten uyandırıp hatırlatmak ve nimeti tamamlamak İçindir. Özel olarak Lat'dan söz edilmesi ise, çoğunlukla dillerinde dolaşan put adının o olmasından ötürüdür. Diğer ilahlarının isimleri de aynı durumdadır. Zira, Lat ile diğer putlar arasında hiçbir fark yoktur. Arkadaşına: Gel seninle kumar oynayalım diyene tasadduk etme emrini vermesine gelince, bu hususta yapılacak açıklamalar da Lat hakkında yapılan açıklamalar gibidir. Çünkü onlar, kumar oynamayı itiyat haline getirmişlerdi. Ayrıca kumar, malın batıl yollarla yenilmesine sebep teşkil eden yollardan birisidir. 13- Allah'ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler Söylemenin Hükmü: Yahudi olayım, hıristiyan olayım, yahut İslamdan, Peygamberden, Kur'ân'dan uzak olayım, yahut Allah'a şirk koşmuş, Allah'ı inkâr etmiş olayım gibi sözler söyleyen bir kişi hakkında Ebû Hanîfe der ki: Bu sözler birer yemindir ve bunlardan dolayı da keffâret gerekir. Fakat, yahudilik, hıristiyanlık hakkı için, Peygamber ve Kâ'be hakkı için deyip, bunlar yemin kipinde kullanırsa keffâret gerekmez. Bu hususta dayanağı, Dârakutnî tarafından Ebû Rân" yoluyla gelen şu rivâyettir: Ebû Rafı'in sahibi olan kadın, hanımı ile kendisini ayırmak istemiş ve; "eğer onları birbirinden ayırmayacak olursa, birgün yahudi, birgün hıristiyan olsun, bütün köleleri hür olsun. Ne kadar malı varsa, Allah yolunda olsun" diye yemin etmiş ve durumu Âişe, Hafsa, İbn Ömer, İbn Abbâs ve Ummu Seleme'ye sormuş, hepsi de ona: Senf Harut ile Marut gibi mi olmak istiyorsun (bunun için mi onu hanımından ayırmak istiyorsun) demişler, yeminine keffârette bulunup onları serbest bırakmasını emretmişler. Dârakutnî, VI, 163-164 Yine Dârakutnî, Ebû Rafi'den şöyle dediğini nakletmektedir: Efendim olan hanım, mutlaka seni hanımından ayıracağım demiş. Sahip olduğu bütün malları Kâ'be kapısında (sebil) olsun ve bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım eğer seni ve hanımını birbirinden ayırmıyacak olursam. (Ebû Rafı) der ki: Ben de mü’minlerin annesi Ummu Seleme'nin yanına gittim ve dedim ki: Benim efendim olan kadın beni hanımımdan ayırmak istiyor. Ummu Seleme bana şöyle dedi: Efendin olan kadına git ve ona şöyle de: Böyle bir şey yapmak senin için helal değildir. Ben de ona gittim. Sonra İbn Ömer'in yanına vardım. Ona durumu haber verdim. O da kapıya kadar geldi ve şöyle dedi: Harut ile Marut burada mıdırlar? Elendim olan kadın dedi ki: Ben, (eğer onları birbirinden ayırmayacak otursam) bana ait olan bütün malı Kâ'be'nin kapısına sebil olarak göndereceğimi söyledim. İbn Ömer, peki neden yiyeceksin diye sorunca, efendim tekrar: Ayrıca bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım diye de yemin ettim. Bu sefer İbn Ömer şöyle dedi: Eğer yahudi olursan öldürülürsün. Hıristiyan olursan öldürülürsün, mecusî olursan yine öldürülürsün. Bu sefer: Peki, bana ne yapmamı emredersin deyince, İbn Ömer şöyle dedi: Yeminine keffârette bulunursun ve kölen olan bu adamı ve cariyeyi yine bir araya getirirsin. Dârakutnî, Vl, 164. İlim adamları, yemin eden bir kimse, eğer "Uksîmubillah; Allah adına kasem ederim" diyecek olursa, bunun yemin olacağını icma ile kabul etmekle birlikte "billah" demeksizin, "uksimu ya da eşhedu: kasem ederim,şahidlikederim ki", şöyle şöyle mutlaka olmalıdır diyecek olursa, farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik'e göre böyle demek, eğer Allah adına demeyi murad etmişse yemin olur. Eğer Allah adına demeyi kastetmemişse, bunlar keffâreti gerektiren yemin olmazlar. Ebû Hanîfe, el-Evzaî, el-Hasen ve en-Nehaî ise, her iki durumda da bunlar birer yemindir, demişlerdir Şâfiî de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın ismini anmadıkça bunlar yemin olmazlar. Bu, Müzenî'nin ondan yaptığı rivâyettir. er-Rabih ise, Mâlikin görüşü gibi ondan bir rivâyet nakletmektedir. Bir kimse: Sana yemin veriyorum mutlaka şunu yapmalısın, diyecek olursa, eğer ondan bir şey istemek kastıyla bunu demişse, bu hususta bir keffâret yoktur ve bu yemin değildir. Eğer, yemin etmeyi kastetmişse, az önce sözünü ettiğimiz hususlar sözkonusu olur. 15- Alak'a İzafe Edilen Şeylere Yemin: Biz kimsenin "Allah'ın yaratması rızık vermesi ve Beyti hakkı için" gibi Allah'a izafe eden sözlerle yemin etmesi halinde ona keffâret gerekmez, Çünkü bunlar câiz olmayan yeminlerdir ve Allah'tan başkası adına yemin etmektir. 16- Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması): Yemin akd oldu mu, onu keffâret veya îstisnâ-inşaallah çözer. İbnü’l-Mâcisûn der ki: İstisna keffâretten bedeldir. Yoksa, yemini çözmek değildir. İbnü'l-Kasım da der ki: Yemini çözmektir. İbnü’l-Arabî der ki: İslam aleminin değişik bölgelerdeki fukahasının görüşü budurs sahih olan da budur. İstisnanın şartı İse, onun (yemine) muttasıl olması ve lâfzan söylenmiş olmasıdır. Çünkü Nesâî ve Ebû Dâvûd, İbn Ömer'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Her kim yemin eder de istisnada bulunursa, dilerse buna devam eder, dilerse de (yeminine bağlılığı) yeminini bozması sözkonusu olmaksızın terk eder," Ebû. Dâvud, Eymân 9; Tirmizî Nüzûr 7:Nesâî, Eyman 18; İbn Mâce Keffarat 6. Şayet diliyle söylemeksizîn istisnayı niyet ederse veya özürsüz olarak istisnayı yemininden ayrı söyleyecek olur(sallallahü aleyhi ve sellem)bunun kendisine bir faydası olmaz. Muhammed b. el-Mevvâz da der ki: İstisna, yemin ile itikaden (kalbinde) birlikte bulunmalıdır. Velevki yemininin son harfi ile birlikte olsun. Eğer yeminini tamamladıktan sonra istisna yapacak olursa, bunun kendisine bir faydası olmaz. Çünkü yemin, istisnadan ayrı olarak bitirilmiş olur. îstisnânın yeminden sonra varid olması ise, tıpkı arada zaman fasılası geçmiş gibi bir etki yapmaz. Ancak bu görüşü: Kim yemin eder de akabinde istisnada bulunursa" hadisi ıed etmektedir. Çünkü bu ifadedeki "fe" harfi takib içindir. (Yani, yemininin tamamlanmasından sonra istisna etmesi gerekir.) İlim adamlarının Cumhûru (çoğunluğu) da bu görüştedir. Aynı şekilde böyle bir kanaat, baştan yapılmış bir yeminin hiçbir şekilde çözülmemesi gibi bir sonuç verir ki, böyle bir şey batıldır İbn Huveyzimendâd der ki: Mezhebimiz âlimleri içinden ne zaman istisna yaparsa bunun, yemin ettiği şeyi tahsis edeceği hususlarında farklı görüşlere sahiptirler. Kimi mezheb âlimlerimiz şöyle demiştir İstisnası sahihtir, bununla da lehine yemin ettiği kimseye haksızlık etmiş olur. Kimisi de şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kişi bunu işitmedikçe istisnası sahih olmaz. Bazıları da şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kimse işitmeyecek olsa dahi, İstisna yaparken dilini ve dudaklarım kıpırdatması sahih olur. İbn Huveyzimendâd der ki: Bizim, kendi içinde yaptığı istisna sahihtir, dememizin sebebi, yeminlerin niyetler İîe muteber oluşundan dolayıdır. İstisna yaparken dilini ve dudaklarını kıptrdatmadıkça sahih olmaz, deyişimiz ise şundan Ötürüdür: Bu istisnayı söyleyip dilini ve dudaklarını kıpırdatmayan kimse söz söylemiş olmaz. İstisna da bir sözdür ve ancak söz ile vaki olur. Hiçbir şekilde istisna sahih olmaz, derken ise, bunun, lehine yemin edilen kişinin hakkı oluşundan ve hakimin yemini lehine istediği duruma göre bu yemin vaki oluşundan dolayıdır. Yemin, yemin edenin tercihi ile olmayacağına göre, aksine bu, ondan istenen birşey olduğuna göre, onun bu hususta herhangi bir hükmünün olmaması icabetmektedir. İbn Abbâs ise der ki: Bir sene sonra bile yeminden istisna yapmak mümkündür. Bu hususta Ebû'l-Âl-iyye ve el-Hasen de ona tabi olmuşlardır. Bu görüşünü, yüce Allah’ın şu âyeti ile demlendirmektedir: "Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler,.." (el-Furkan, 25/68) âyetinin inişinden bir sene sonra; "Ancak tevbe edenler... müstesnadır" (el-Furkan, 25/70) âyeti inmiştir. Mücahid der ki: Her kim iki sene sonra dahi inşaallah diyecek olsa, bu bile onun için yeterlidir. Saîd b. Cübeyr de der ki; Dört ay sonra istisna yapacak olsa, onun için yeter. Tavus da der ki: Meclisinde bulunduğu sürece istisna yapma hakkı vardır. Katade der ki: Şayet yerinden kalkmadan veya konuşmadan önce istisna yapacak olursa, onun lehine bu istisnası geçerlidir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk da derler ki; O mesele ve sadedde devam ettiği sürece istisna yapabilir. Atâ da der ki: Bol süt veren bir devenin sağımlığı kadarlık bir süre zarfında İstisna yapma hakkı vardır. 17- İbn Abbâs'ın İstisna ile Görüşünün Değerlendirilmesi: İbnül-Arabî der ki: Âyet-i kerimede İbn Abbâs'in görüşüne delil diye ileri sürdüğü hususta onun lehine delil olabilecek bir taraf yoktur: Çünkü her iki âyet-i kerîme, yüce Allah'ın indinde ve Levh-i Mahfuz'unda bir aradadır. Allah'ın bu hususta bildiği bir hikmeti dolayısıyla nüzulü ertelenmiştir. Bununla birlikte nüzuldeki bu fasıladan güzel bir feri hüküm ortaya çıkmaktadır. O da şudur: Yemin eden bir kimse Allah'a yemin olsun eve girmeyeceğim ve eğer sen eve girecek olursan boğsun; diyecek olsa ve birinci yemininde kalbinde inşaallah diye istisna yapsa, ikinci yeminde de yine kalbinde belli bir süre veya bir sebep, yahut herhangi bir kimsenin dilemesi gibi yemini kaldırıp istisnaya elverişli olan bir şeyi geçirecek olursa ve bu istisnayı kendisi için yemin olunanı korkutmak kastıyla herhangi bir şekilde açık-İamayacak olursa, böyle bir tutumun ona faydası olur ve onun aleyhine her iki yemin de münâkid olmaz. Talâkta kendisine karşı beyyine getirilmediği sürece bunun bir faydası vardır. Eğer ona karşı delil getirilecek olursa, istisna iddiası ondan kabul olunmaz. Fetva sormak üzere geldiği takdirde böyle bir istisna niyetinin ona faydası olur. Derim ki: istisnanın ona fayda vereceği şöyle açıklanır: Şanı yüce Allah, birinci âyeti açıklamış, diğerini ise, (bir yıl süre ile) saklı tutmuştur. Yemin eden de aynı şekilde korkutmak kastıyla yemin eder ve istisnayı gizlerse, aynı durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. İbnü'l-Arabî der ki: Ebul-Fadl el-Merağî, Medinetü's-Selâm (Bağdat'ta ders okuyordu. Şehrinden kendisine gelen mektupları bir sandığa koyar ve kendisini rahatsız edecek ve ilim talebini kesmesine sebep teşkil edecek bir haber alırım, korkusuyla hiçbir mektubu okumazdı. Aradan beş yıl geçip de ilim talebi maksadını bir dereceye kadar gerçekleştirdikten ve geri dönmeyi kararlaştırdıktan sonra, yüklerini bağladı, kitaplarını ortaya koyup o mektupları çıkardı. Mektuplarında okudukları arasından yalnızca bir tanesini dahi eğer kendisine ulaştıktan sonra okumuş olsaydı, artık ardından bir harf dahi ilim tahsil edemezdi. Bundan dolayı Allah'a hamd etti ve ev eşyasını bir bineğe yükleyerek, Horasan yolunun başladığı Babü'l-Halbe'ye çıktı. Bineğini ücretle tuttuğu delili önden gitti. Kendisi ise, yol azığını satın almak üzere fırıncının kapısına dikildi. O, azığını almak için uğraşırken, ekmekçinin bir başkasıyla konuşurken şöyle dediğini işitti: Sen ilim adamının -vaizi kastediyor-: İbn Abbâs bir sene sonra dahi istisna yapmayı câiz kabul etmektedir, dediğini duymadın mı? Bu sözü ondan işittiğimden beri hatırımdan çıkmadı. Üzerinde düşünmeye devam edip durdum. Fakat bu görüş doğru olsaydı, Yüce Allah da Hazret-i Eyyub'a: "Eline bir demet (ot) al ve onunla vur ve yemininde de durmamazlık etme" (Sa'd, 38/44) diye buyurmazdı. Niye Allah ona: "İnşaallah de" demedi. el-Merağî, fırıncının bu şekilde konuştuğunu duyunca, kendi kendisine şöyle dedi: Fırıncılarının bile bu derece ilimden pay sahibi olduğu bu seviyede bulunduğu bir şehri bırakıp Merağa'ya mı gideyim? Ebediyen böyle bir şey yapamam. Daha sonra, ücretle tuttuğu binek sahibinin arkasından gitti ve ona verdiği ücreti de helâl edip, ölünceye kadar Bağdat'ta ikâmet etti. İstisna, Allah adına yapılan yemini kaldırır. Zira bu, yüce Allah'tan verilmiş bir ruhsattır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur Ancak Allah'tan başkası adına yapılan yeminde istisnanın durumu hakkında görüş ayrılığı vardır. Şâfiî ve Ebû Hanîfe der ki: İstisna, her yeminde sözkonusudur Talâk, köle azad etmek ve bundan başka diğer yeminlerde tıpkı yüce Allah'ın yeminini kaldırdığı gibi (bunları da kaldırır). Ebû Ömer der ki: İcma ile kabul ettikleri haktır. Çünkü, yalnızca Allah adına yapılan yeminlerde istisna ile ilgili rivâyet varid olmuştur. Bunun dışındaki hususlarda vârid olmuş bir rivâyet yoktur. 19- Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir: Yüce Allah'ın: "Bunun keffâretİ..." âyeti ile ilgili olarak ilim adamları keffârette bulunmadan önce yemini bozmanın mubah ve güzel bir şey olduğunu, hatta bunun daha uygun olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, yemini bozmadan önce keffârette bulunmanın yeterli olup olmayacağı hususunda üç farklı görüşleri vardır: 1- Mutlak olarak (yani yemini bozmadan önce ya da sonra) keffârette bulunmak yeterlidir Buf ashâb-ı kiramdan ondört kişinin, fukahânın Cumhûrunun kabul ettiği bir görüştür. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş de budur 2- Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise, keffâret yeminden sonra olmadıkça") hiçbir şekilde yeterli olmaz derler. Bu, aynı zamanda Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetidir. Câiz oluşu şöyle açıklanır: Ebû Mûsa el-Eşârî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphe yok ki ben Allah'a yemin ederim -inşaallah- herhangi bir hususta yemin edip de ondan başkasının o husustan daha hayırlı olduğunu görecek olursam, mutlaka yeminimin keffâretinî yerine getirir ve daha hayırlı olanı yaparım." Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Anlam bakımından da şöyle açıklanır: Yemin, keffârete sebeptir. Çünkü yüce Allah: "İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti budur" buyurmakta ve keffâreti yemine izafe etmektedir. Anlam ile ilgili manevi hususlar ise, onlara sebep teşkil eden şeylere izafe edilirler. Aynı şekilde keffâret yeminin gereğini yerine getirmemenin bedelidir. Dolayısıyla yeminin bozulmasından önce yapılması da câiz olur. Daha önce keffâret vermeyi kabul etmeyenlerin görüşü de şöylece açıklanır: Müslim, Adiy b. Hatimeden şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir hususa dair yemin eder, sonra ondan başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı yapsın." Nesâî: "Ve yemininin kefaretini yapsın" diye ilave etmiştir. Mana cihetinden bakılacak olursa; keffaret günahı kaldırmak içindir. Kişi yeminine muhalefet etmediği sürece ortadan kaldırılması gereken birşey yok demektir. O halde keffâreti yerine getirmenin bir anlamı olmaz. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "İşte yemin ettiğiniz takdirde" âyetinin anlamı da; yemin edip de yemininizi bozduğunuz takdirde, demektir. Diğer taraitan vücubundan önce yapılan her bir ibadet, -namaz ve sair ibadetler nazarı itibara alındığı takdirde,- sahih değildir. 3- Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek, köle azad etmek ve elbise giydirmek halinde, (daha Önce keffârette bulunulursa) yerini bulur. Ancak oruçla kerrarette bulunulursa yerini bulmaz. Çünkü, bedeni bir amel vaktinden öncesine alınmaz. Fakat bunun dışındaki hallerde keffâretin daha önce yapılması yeterli olur, bu da üçüncü görüştür. Şanı yüce Allah, yemin keffâretinde önce üç hususu zikrettikten sonra, bunlardan birisini yapmakta muhayyer bıraktı, akabinde de bunların mümkün olmaması halinde de oruç tutmayı emretti. Önce yemek yedirmekle başladı. Çünkü Hicaz topraklarında yemeğe olan ileri derecedeki ihtiyaç ve karınlarını doyuramamaları dolayısıyla bu daha faziletli idi. Bununla birlikte yemin keffâreti hususunda muhayyerlik bulunduğunda görüş ayrılığı yoktur. İbnü'l-Arabî der ki: Benim kanaatime göre keffâret duruma göre olur. Eğer muhtaç birisi bulunduğunu biliyorsan, yemek yedirmen daha faziletlidir. Çünkü sen, köle azad ettiğin takdirde yemeğe muhtaçların ihtiyacını gidermiş olmazsın. Bunlara (yemek yedireceğin on kişiye) bir onbirinci kişiyi daha eklemiş olursun. Giydirmek de aynı şekilde bundan sonra gelir. Şanı yüce Allah, neye muhtaç olunduğunu bildiğinden dolayı öncelikli ve önemli olanı daha önce zikretmiştir. 21- Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek: Yüce Allah'ın: "Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri dovurmak onlara yemek yedirmek" âyeti ile ilgili olarak, bize ve Şâfiî'ye göre, yoksullara çıkardığı yiyeceği temlik etmesi ve bunu mülk edinip onda tasarruf edecek şekilde onlara teslim etmesi kaçınılmazdır. Çünkü, yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "O, yediriyor, kendisi ise yedirilmiyor." (el-En'âm, 6/14) Hadîste de şöyle buyurulmuştur "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedeye altıdabir yedirdi" Tirmizi, Ferâiz 11; Dârimî, Ferâiz 18 Çünkü bu, keffaretin iki çeşidinden birisidir. Bunda da temlikten başka türlüsü cafo olmaz. Ve bunun aslı (bu hükme varmaya esas teşkil eden hükmü) elbise giydirmek yoluyla keffârettir Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Sabahlı akşamlı yoksulları doyuracak olursa bü da caizdir. Bizim (Mâliki mezhebi) âlimlerimizinden İbnül-Mâcişûn'un tercihi de budur. İbnü'l-Mâcişûn der ki: Yemek yemeğe imkân tanımak yemek yedirmektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar yemeği ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yedirirler." (el-İnsan, 76/8) Buna göre, hangi yolla yoksula yemek yedirirse, âyetin kapsamına girmiş olur. 22. Yemek Yedirmenin Niteliği: Yüce Allah'ın: "Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan" âyeti ile ilgili olarak el-Bakara suresinde (2/143 âyet-i kerimenin tefsirinde) "vasat (ortalamadın en üstün ve iyi anlamına geldiğine dair açıklamalar geçmişti. Burada ise "vasat" iki konumun arasındaki orta yer ve iki uç arasındaki orta nokta demektir. "İşlerin en hayırlıları orta yollu (evsâtuhâ) olanlarıdır" hadisi de buradan gelmektedir.. İbn Mâce şöyle bir hadis nakletmektedir: Bize Muhammed b. Yahya anlattı: Bize Abdurrahman b. Mehdi anlattı; Bize Süfyan b. Uyeyne, Süleyman b. Ebil-Muğire'den anlattı: Süleyman, Saîd b. Cübeyr'den, o, İbn Abbâstan şöyle dediğini nakletti: Kimisi aile halkının yiyecek ihtiyacını bol bol karşılarken, kimisi de ailesinin yiyecek ihtiyacını kısarak karşılıyordu. Bunun üzerine: "Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan" âyeti nâzil oldu. ibn Mâce, Keffarât 10. İşte bu, (burada) "vasat"ın belirttiğimiz gibi ve iki şey arasında ortada bulunan olduğunu göstermektedir. 23- ifedirilecek Yemeğin Miktarı: Mâlik'e göre, yedirilecek miktar, eğer keffârette bulunacak kişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'sinde bulunuyor ise, on yoksuldan her birisine bir mud'dur, Şâfiî ve Medineliler de bu görüştedir. Süleyman b. Yesâr der ki: Ben, insanları yemin keffâreti için yiyecek verirken, küçük mud ile bir mud buğday verdiklerini ve bunun kendileri için yeterli olacağı görüşünde olduklarını gördüm. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Abbâs ve Zeyd b. Sabit'in de görüşüdür. Atâ b. Ebî Rebâh da böyle demiştir. Ancak, Peygamber Medinesi'nden başka bir yerde ise, durum farklıdır. İbnu'l-Kasım der ki: Her yerde bir mud, keffârette bulunana yeterli gelir. İbnü'l-Mevvâz da şöyle der: İbn Vehb, Mısırda bunun bir buçuk mud, Eşheb ise bir mud ve bir muddun üçtebiri kadar verir demiştir, (Eşheb) der ki: Bir tam mud ile üçtebir mud, sabah akşam yemeğinde çeşitli bölgelerdeki geçimin ortala maşıdır. Ebû Hanîfe de şöyle demektedir: Buğday verecekse yarım sa', hurma ve arpa verecekse bir sa.' verir. Bunu da Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr'ın babasından yaptığı rivâyete dayanarak söylemiştir. Abdullah'ın babası Salebe b. Suayr der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve fıtır sadakası olarak kişi başına bir sa' hurma, yahut iki kişi adına bir sa' arpa, yada bir sa' buğdayı vermeyi emr etti. Ebû Dâvûd, Zekat 21; Müsned, V, 432. Süfyan ve İbnü’l-Mübarek de bunu delil almış, bu görüşü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu görüş, Ali, Ömer, İbn Ömer ve Âişe (radıyallahü anhüm)’dan da rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedir. Irak fukahâsının genel olarak görüşü budur. Çünkü İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sa’ hurma ile keffârette bulunmuş ve insanlara böylece keffârette bulunmayı emretmiştir. Bunu bulamayan ise, aile halkınıza yedirdiğinizin orta yollusundan yarım sa' buğday versin. Bunu, İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, Keffarat 9. 24- Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Câiz Olmayanlar: Yemin keffâretinde bulunan bir kimsenin zengin bir kimse ile nafakasını vermek zorunda olduğu yakın akrabasına yemek yedirmesi câiz değildir. Eğer nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerden olursa, Mâlik der ki: Böyle birisine yemek yedirmesi hoşuma gitmez. Fakat, yapacak olursa ve bu akrabası da fakir ise yerini bulur. Şayet zengin olduğunu bilmediği halde zengin birisine yemek yedirecek olursa; el-Müdevvene ile başka bir kitapta bunun yeterli olmayacağı belirtilmekle birlikte, el-Esediyye de bunun yeterli olacağı kaydedilmektedir. 25- Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir: Kişi yediğinden keffâret verir İbnü'l-Arabî der ki: Bu noktada bir gurup ilim adamı yanılarak şöyle demiştir; Eğer kendisi arpa yerken insanlar buğday yiyorsa, sair insanların yediğinden keffâretini versin. Ancak, bu apaçık bir yanılgıdır. Çünkü, ketîârette bulunacak kişi, eğer bizzat arpadan başkasını yiyemiyor ise, başkasına bundan başkasını vermesi ile mükellef tutulamaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "'Bir sa' buğday ve bir sa’ arpa..." diye buyurmuştur. Bunları ayrı ayrı zikretmiş ki? herkes yediğinden üzerine düşeni versin diye. Bu hususta ise anlaşılmayacak kapalı bir taraf yoktur. 26- Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır: Mâlik der ki: Şayet on yoksulu sabahlı akşamlı yedirecek olursa, bu (keffâret olarak) o kimse için yeterli olur. Şâfiî ise der ki: Hepsine bir arada yemek yedirmesi câiz değildir. Çünkü, yemekte birbirleri arasında fark vardır. Bunun yerine her bir yoksula bir mud verir. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: On yoksula yalnızca bir öğün yedirmek yeterli olmaz. Yani, akşam yedirmeksizin yalnızca sabah, yahut sabah yedirmeksizin yalnızca akşam yemeği vermek yeterli olmaz. Mutlaka sabahlı akşamlı yedirmelidir. Ebû Ömer der ki: Değişik bölgelerde fetva önderlerinin görüşü de budur. 27- Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez: İbn Habib der ki: Katıksız yalnız başına ekmek yeterli olmaz. Ekmekle birlikte katık olarak zeytin yağı, keşk veya kameh Kâmeh: İştah açıcı sirkeli yiyecek:. Keşk: Gerek duyulacağında pişirilmek üzere un ve sütten yapılıp kurutulan bir yiyecektir, (el-Mu'cemu 'l-Vasît) veya mümkün olan herhangi bir şey verilmelidir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu, görüşüme göre vacib olmayan bir fazlalıktır. Ekmekle birlikte çeker vermesi, et vermesinin müstehap olmasına gelince, bu doğrudur. Fakat, yemek için belli bir katığı tayin etmenin ise herhangi bir yolu yoktur Zira, "yiyecek" lâfzı bunu ihtiva etmez. Derim ki: Âyetin ortalama yeme hakkında nâzil oluşu, ekmekle beraber zeytinyağı veya sirke vermeyi ya da buna benzer peynir, yahut İbn Habib'in dediği gibi keşk vermeyi gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sirke ne güzel katıktır!" Müslim, Eşribe 164 vd.; Ebû Dâvûd, Et'ime 39; Tirmizî, Et'ime 35; Nesâî, Eyman 21; İbn Mâce, Et'ime 33; Dârimî, Et’ime 18. Hasan-ı Basrî de der ki: Eğer yoksullara ekmek ve et, yahut ekmek ve zeytin yağı günde bir defa doyuncaya kadar yedirecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bu, İbn Şîrîn, Cabir b. Zeyd ve Mekhûl'ün görücüdür Bu görüş Enes b. Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. 28- Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi: Bize göre keffâretin tek bir yoksula verilmesi câiz değildir. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe'nin arkadaşları da keffâretin tümünün bir kimiye tek bir defada verilmesini kabul etmemekle birlikte, keffâretin tümünü bir günde fakat değişik miktarlarda ve ödemelerde vermesi halinde farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi bunu câiz görür ve eğer fiil bir kaç defa tekerrür etmişse, ikinci fiil ile ilgili olarak kendisine ilk olarak ketfâretten bir pay verilene bir daha verilmesine mani yoktur. Çünkü, miskîn (yoksul) ismi hâlâ onun için kullanılabilmektedir, demek yerinde olur. Başkaları ise şöyle demektedir: Keffâreti (aynı günde değil de) birden çok günlerde aynı kişiye ödemek caizdir. Çünkü günlerin birden çok olması, yoksulların sayılarının yerini tutmaktadır. Ebû Hanîfeye göre bu şekilde bir ödeme onun için yeterli olur. Çünkü âyeti kerimeden maksat, yedirilecek miktarı bildirmektir. O, bu miktarı tek bir kişiye verecek olsa dahi onun için yeterli olur. Bizim delilimiz; yüce Allah'ın, on kişiyi Kitabının nassında zikretmiş olmasıdır. Bundan vazgeçmek câiz değildir. Aynı şekilde böyle bir uygulama ile müslümanlardan bir topluluk canlandırılır ve bir gün dahi onların yetecek kadar ihtiyaçları karşılanır. Böylelikle onlar, bu zaman zarfında kendilerini yüce Allah'a ibadete ve duaya verebilirler. Bu sebepten ötürü de keffârette bulunana mağfiret olunur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüce Allah'ın: "Bunun keffaretl" âyetindeki zamir, nahvî tekniklere göre ya racidir. Bu durumda bu edatın; anlamına gelme ihtimali olduğu gibi masdariye olması ihtimali de vardır. Ya da zamir de her ne kadar açıktan açığa ondan söz edilmiyorsa bile, yemini bozma günahına raci olur Çünkü anlam, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Yüce Allah'ın: âyeti, in kınk olmayan (salim) çoğuludur. Cafer b. Muhammed es-Sadık ise bu kelimeyi, diye okumuştur. Bu ise mükesser (kınk) bir çoğuldur. Ebul-Feth şöyle demiştir: gibi olup, kelimelerinin de çoğullarıdırlar. Araplar, şeklinde, (müzekker ve müennes olarak) kullanırlar. Şair der ki: "Ve sevgiye ehil nice kimse vardır ki, ben de onları sevmeye kalktım. Ve bu hususta onlara bütün gücümle övgülerde, iltifatlarda bulundum." 31- Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları Giydirmek: Yüce Allah'ın: " Yahut onları giydirmek" âyetinde, "kef" harfi hem esreli, hem de ötreli olarak okunmuştur Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Örnek" kelimesi gibi. Saîd b. Cübeyr ile Muhammed b. es-Semeyka el-Yemanî bunu: "Onlar gibi, onlara benzer şekilde" diye okumuştur ki, aile halkın gibi onları da giydir, anlamındadır. Erkekter için giyim, bütün vücudu örten tek bir elbisedir. Kadınlar için giyim ise, namazda onlar için yeterli gelen asgari miktardır. Bu da vücudunu boydan boya örten elbise ( manto ve benzeri) ile başörtüsüdür. Küçüklerin hükmü de böyledir. İbnü'l-Kasım el-Utabiyye" de şöyle demektedir: Küçük kız, büyük kadın gibi geydirilir, küçük çocuk da büyük gibi gevdirilir. Bu da yedirmeye kıyasen böyledir. Şâfiî, Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve el-Evzat de şöyle derler: Bu ismin, hakkında kullanılabileceği asgari miktar olmalıdır. Bu da tek bir örtüdür. Ebû'l-Ferec'in Mâlik'ten rivâyetinde -ki, ibrahim en-Nehaî ve Muğire de böyle demiştir- şöyle denilmektedir; Bedenin tamamını örten miktar verilir. Namazın bundan daha aşağısı bir elbise ile câiz olamayacağına binaen böyle denilmiştir. Selmân (radıyallahü anh) dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İç elbise elbise olarak ne iyidir! Taberî bunu, kesintisiz bir senetle rivâyet etmiştir. el-Hakem b. Uyeyne de şöyle demektedir: Başını saracak bir sarık yeterlidir. Aynı zamanda bu, es-Sevri’nin de görüşüdür. İbnü'l-Arabî der ki: Ben şöyle denilmiş olmasını çok arzu ederdim: Kişiyi sıcak ve soğuğun rahatsız edici durumundan kurtaracak kadar örtecek elbiseden başkası yeterli olmaz, Nitekim, yemek hususunda kişiyi açlıktan kurtarıp doyuracak kadar vermekle yükümlü oluşu gibi. (Böyle denilmiş olsaydı) ben de böyle diyecektim. Sadece belden aşağısını örten bir izar verileceği görüşüne gelince, ben bunun nereden geldiğini bilmiyorum. Allah, yardımı ile bana da size de bilmenin yollarını açsın. Derim ki: Elbise miktarı belirlenirken, bazıları alışılagelmiş ve örf haline gelmiş elbise ve giyimi gözönünde bulundurmuş, bazdan da şöyle demiştir: Tek bir elbise, ancak vücudun tamamını örten>-bir örtü olmadıkça yeterli olmaz. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da derler ki: Yemin keffâretinde giydirmek, her yoksul için bir sevb ve izar (yani vücudun belden aşağısını ve yukarısını örten iki örtü) yahut bir rida (aba veya cübbe gibi üstten giyilen elbise gibi), yahut kamîs (iç gömlek ve elbise), yahut kaba' (kaftan) veya bir kisâ (tam elbise) şeklindedir Ebû Mûsa el-Eşârf den de kendisi adına ikişer elbise verilmesini emrettiği rivâyet edilmiştir. el-Hasen ve İbn SÎrîn de bu görüştedir. İbnü'l-Arabî'nin tercih ettiği görüşün anlamı da budur- Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 32- Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin Kıymetini Vermesi: Yiyecek ve giyeceğin kıymetini vermek yeterli olmaz. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise yeterli olur, demiştir Çünkü o, zekâtta bile kıymet geçerlidir, keffarette nasıl geçerli olmaz demiştir. İbnÜl-Arabî ise der ki: Onun dayanağı, maksat ihtiyacın giderilmesidir, ihtiyacın ortadan kaldırılmasıdır. Kıymet bu hususta yeterli iş görmektedir, der. Biz ise şöyle deriz: Eğer sizler, ihtiyacın giderilmesini göz önünde bulunduracak olursanız, ibadet nerede kalır? Kur'ân-ı Kerîmin muayyen üç şeyi nass ile tesbit etmesi nerede kalır. Kur'ân'ın beyanının bir türden öbür türe geçişinin anlamı ne olur? 33- Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek: Keffarette bulunan kişi elbiseyi, bir zimmi ya da bir köleye verecek olursa bu onun için yeterli olmaz. Ebû Hanîfe ise yeterli olur, demiştir. Çünkü o da bir miskîn (yoksul) dur. Miskîn lâfzı onu da kapsamaktadır. Âyetin umumu onu da kapsamına almaktadır. Deriz ki: Bunun, şu ifade ile tahsis edildiğini açıklayabiliriz: Bu, yoksullar için çıkartılıp verilmesi gereken bir bölüm maldır. Bunun kâfire verilmesi câiz değildir, bu görüşün asıl dayanağı ise zekâttır. Diğer taraftan biz, (Ebû Hanîfe ile) böyle bir malın mürtede ödenmesinin câiz olmadığını ittifakla kabul etmekteyiz. Mürteddi tahsis ettiğini kabul ettiği her bir delil, zimmî hususunda bizim de del ilimizdir. Köle ise, yoksul olamaz. Çünkü köle, efendisinin kendisine sağladığı nafaka ile ihtiyaçtan kurtulmuştur. Zengin gibi, ona da keffâret verilmez. Yüce Allah'ın: "Yahut bir köle azad etmektir" buyuruğunda, "âzâd etmek (tahrîr)" kölelikten çıkarmak demektir. Esirlik, zorluk ve sıkıntı, dünyanın yoruculukları ve benzerlerinden kurtarmak hakkında da kullanılır. Hazret-i Meryem'in annesinin: "Rabbim, karnımdakini azadlı bir kul olarak yalnız sana adadım" (Âl-i İmrân, 3/35) âyetindeki "muharraran kelimesi de buradan gelmektedir. Yani, dünyanın kötülüklerinden ve benzer şeylerinden kurtulmuş âzâde olarak demektir. el-Ferazdak b. Ğalib'in şu beyiti de bu kabildendir: "Ey Ğudâneoğulları, şüphesiz ki, ben sizi hürriyete kavuşturdum da, sizleri Atiyye b. Ci'âl'e bağışladım." Ben, sizi hicv edilmekten yana kurtarıp özgürlüğünüze kavuşturdum demektir. Âyet-i kerimede hürriyete kavuşturmaktan söz edilirken, özellikle insanın boynunun söz konusu edilmesi ise, genelde tasmanın insan boynuna takıldığı organ oluşundan dolayıdır. Ayağa bukağı vurmak ise çoğunlukla hayvanlarda görülen bir olaydır. O halde boyun, mülk edinilen kölenin mülkiyetinin görüldüğü yer olduğundan dolayı, özgürlüğe kavuşturmak da boyuna izafe edilmiştir. 35- Âzâd Edilecek Kölenin Niteliği: Bize göre, ancak başkasının ortaklığı sözkonusu olmaksızın, tam ve mü’min bir köle azad etmekten başkası câiz değildir. Kölenin bir bölümünü azad etmek de belli bir süreye kadar azad etmek, kitabet, tedbîr (özgürlüğü sahibinin ölüm şartına bağlamak) da câiz olmadığı gibi, azad edilecek kölenin um veled (efendisinden çocuğu olduğu için efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşacak olan cariye) de olmaması gerekir, mülkiyetine geçirdiği takdirde, istemese de azad edilmesi gereken bir kimse olmaması gerekir. Yine azad edilecek kölenin, geçimini kazanmasını engelleyecek şekilde kocamış, yaşlı ve kötürüm olmaması, kusursuz ve sağlam olması gerekmektedir. Dâvud (ez-Zâhirî) ise bu hususta muhalefet ederek kusurlu kölenin azad edilmesini câiz kabul etmektedir. Ebû Hanîfe de der ki: Kâfir köle azad etmek caizdir Çünkü (burada) lâfzın mutlak olması bunu gerektirmektedir. Ancak, bizim delilimiz şudur: Bu, Allah Teâlâya yakınlaştırıcı farz bir iştir. Dolayısıyla zekât gibi, kâfirin bu işe konu olması sözkonusu değildir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm’de bu kabilden mutlak olan bütün lâfızlar, hataen öldürmekte sözkonusu edilen ve kayıtlı olarak zikredilen köle azad etmeye racîdir, "Kölede başkasının ortak olmaması gerekir" deyişimizin sebebi, yüce Allah'ın: "Ya da bir köle azad etmektir" diye buyurmuş olmasıdır. Çünkü, kölenin bir parçası, kölenin tamamı demek olamaz. Yine, azad edilecek kölede azad otrtia akdinin sözkonusu olmaması gerektiğini söyledik. Çünkü, hürriyete kavuşturmak, daha önce sözkonusu edilmiş bir azatlığın gerçekleştirmesini mevzubahis olmaksızın başlı başına bir azadı gerektirmektedir. Azad edilecek kölenin kusursuz ve sağlıklı olmasını, yine yüce Allah'ın: "Ya da bir köle azad etmektir" âyetinden dolayı söyledik. Çünkü, ifadenin mutlak olması, tam bir köle azadı gerektirir, (Meselâ, kör bir köle eksiktir.) Sahih-i Buhârî'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in da şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Bir müslüman, bir başka müslümanı kölelikten azad edecek olursa, mutlaka azad ettiği onun cehennemden kurtuluşuna sebep olur. Azad edilenin her bir uzvu, azad edenin o uzvunun karşılığında -hatta ferci ferci karşılığında- (ateşten) kurtulur." Buhârî, Keffarât 6; Müslim, İtk 22, 23. Yakın lâfızlarla: Ebû Dâvûd, İtk, 13,14; Tirmizî, Nüzûr 20; İbn Mâce, İtk 4; Müsned, IV, 113, 147, 235, 344, 386, V, 29 Bu ise, gayet açık bir nasstır. Tek gözü kör olan ile ilgili olarak da mezhebte (Mâliki mezhebinde) iki görüş rivâyet edilmiştir. Sağır ve hayaları burulmuş köle hakkında da aynı şey sözkonusudur. 36- Keffâret için Ayırdığı Malı Telef Olursa: Bir kimse, bir keffâret dolayısıyla bir köle azad etmek üzere bir miktar malı bir kenara ayırmışsa, o malı telef olursa, keffârette bulunma yükümlülüğü üzerinde devam eder Halbuki, fakirlere ödemek, yahut da onunla bir köle satın almak üzere zekât olan bir malı bir kenara ayırdıktan sonra malı telef olanın durumu böyle değildir. Zekâtta böyle bir durum sözkonusu olduğu takdirde, zekât verenin emre uyması dolayısıyla başka bir malı aynı şekilde ödeme yükümlülüğü kalmaz. 37- Yemin Eden Kefaretini Yerine Getirmeden Önce Ölürse: Fıkıh âlimleri, yemin eden keffâretten önce ölecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Şâfıî ve Ebû Sevr der ki: Yemin keffâretleri ölenin sermayesinden çıkartılır. Ebû Hanîfe de der ki: Yemin keffâretleri onun bıraktığı mirasın üçtebirinden ödenir. Mâlik de; -bunu vasiyyet etmiş olması şartıyla -böyle demiştir. 38- Kişinin Keffârette Bulunacağı Sıradaki Hali Gözönünde Bulundurulur: Zenginken yemin edip, fakir oluncaya kadar yemininin keffâretini yerine getirmezse, yahut fakirken yeminini bozmakla birlikte, zengin olacağı vakte kadar keffârette bulunmazsa, ya da kendisi köle iken yeminini bozup azad edilinceye kadar keffârette bulunmazsa, bütün bu hallerde, yeminini bozduğu vakit değil de, keffâretini yerine getireceği vakit gözönünde bulundurulur. 39- Yemine Bağlı Kalmanın Zararı Varsa: Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim, kişinin aile halkına zarar verecek şekilde etmiş olduğu yemininde sebat göstermesi, onun için Allah nezdinde, Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu keffâretini ödemesinden daha bir günahtır." Buhârî, Eymân 1; Müslim, Eyman 26; Müsned, II, 317. Burada yeminde sebat göstermekten kasıt, zorluk ve sıkıntıya sebep olsa; ve ister dünyevi, ister uhrevi herhangi bir menfaat bulunan işi terk etmeyi gerektirse dahi; yeminin gereğini yerine getirmeye devam etmektir. Eğer yemin dolayısıyla bu türden herhangi bir şey sözkonusu olacak olursa, uygun olanı, kişinin yeminini bozması ve keffâreti yerine getirmesidir. Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize ... bir engel yapmayın" (el-Bakara, 2/224) âyetinde açıkladığımız gibi, bu durumuna da yemini gerekçe göstermemelidir. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kim herhangi bir hususa yemin eder de, başka bir şeyin ondan hayırlı olduğunu görürse, yemininin keffâretini yerine getirsin ve hayırlı olanı yapsın.". Daha çok hayırlı olanı yapsın, demektir. 40- Yemin, Yemin Ettirenin Niyetine Göredir: Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir," Müslim, Eymân 21; İbn Mâce, Keffarat 4. İlim adamları der ki: Bunun anlamı şudur: Herhangi bir hak ile ilgili olarak bir kimsenin yemin etmesi icabeder, o da bundan dolayı yemin ederse, bu sırada da kendisine yemin verdirenin niyetinden başka birşeyi niyet ederse, onun bu niyetinin kendisine bir faydası olmaz. Bu niyetiyle o yeminin kendisine kazandırdığı günahtan da kurtulamaz. Hazret-i Peygamberin bir başka hadisindeki mana da aynıdır: "Senin yeminin, arkadaşının seni hakkında doğrulayacağı şeye göredir" Bu: 'Onunla arkadaşının seni doğrulayacağı şekle göredir" diye de rivâyet edilmiştir. Bunu da aynı şekilde Müslim rivâyet etmektedir. Müslim, Eyman 20; İbn Mâce, Ahkâm 14. Mâlik der ki: Her kim, kendisinden herhangi bir hakkı dolayısıyla alacaklı olanın isteği üzerine yemin ederse, ettiği bu yeminde de istisnada bulunsa, yahut dilini ya da dudaklarını kıpırdatsa veya bunu lafzen söyleyecek olsa, bu istisnasının o kimseye hiçbir faydası olmaz. Çünkü, bu gibi durumlarda muteber olan niyyet, isteği üzerine kendisine yemin edilenin niyetidir. Çünkü yemin, o kimsenin bir hakkıdır. Ve yemin, hakimin o kimse için yemini istiyeceği şekle göre vaki olur. Yemin edenin tercih edeceği şekle göre değil. Çünkü bu yemin, o kimseden istenmektedir. Mâlik'in konu ile ilgili görüşlerinden ve sözlerinden varılan netice budur. 41- Keffâret için Bu Üçünden Birisini Yerine Getirmek İmkânı Olmayan: Yüce Allah'ın: "Fakat kim bulamazsa" âyetinin anlamı şudur: Eğer kişi, yemek yedirmek, elbise giydirmek veya köle azad etmek diye belirtilen bu üç husustan herhangi birisine malik olmadığını tesbit ederse.-Âyetin bu anlama geldiği icmâ ile kabul edilmiştir Kişi, bu üç hususu bulamayacak olursa, o takdirde oruç tutar. Bunları bulamamak ise iki türlü ölür. Ya malı eli altında değildir, veya malı fiilen yoktur. Birinci durum kendi asıl beldesinde olmaması halinde sözkonusu olur Eğer bu durumda da kendisine ödünç verecek birilerini bulabilirse, oruç tutması câiz olmaz. Şayet ödünç verecek kimse bulamayacak olursa, bu hususta farklı görüşler vardır. Beldesine dönünceye kadar bekler, denilmiştir. İbnü’l-Arabî der ki: Hayır, bunu beklemek zorunda değildir Aksine, oruç tutarak keffârette bulunabilir. Çünkü, vücub (keffârette bulunma gereği) zimmetinde tahakkuk etmiştir. Bunu yerine getirememe şartı da tahakkuk etmiştir. O halde emri yerine getirmeyi ertelemenin açıklanır bir tarafı yoktur Bundan dolayı bu üç türden birisi ile keffârette bulunmaktan acze düştüğü için, olduğu yerde keffâretini öder. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bulamazsa" diye buyurmaktadır. Bir diğer görüşte de şöyle denilmektedir: Geçimini kendisiyle sağladığı sermayesinden fazla bir malı bulunmayan bir kimse, asıl bulamayan kişidir. Yine şöyle denilmiştir: Bulamayan kişi, ancak bir gün ve bir gecelik yiyeceği bulunup, başkasına yedirecek fazla yiyeceği bulunmayan bir kimsedir. Şâfiî de bu görüştedir, Taberî de bunu tercih etmiştir. Mâlik ve arkadaşlarının görüşü de budur, İbnü'l-Kasım dan ise rivâyet olunduğuna göre, günlük nafakasından birşeyler artıran kimse, oruç tutamaz. Yine İbnü'l-Kasım, Kitabu İbn Müzeyyen' de şöyle demektedir: Eğer yeminini bozan kimsenin bir günlük yiyeceğinden fazla yiyeceği varsa, yemek yedirerek keffârette bulunur. Açlıktan korkması, yahut bu hususta kendisine yardım eli uzatılmayacak bir beldede olması hali müstesnadır. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Eğer onun yolunda (zekât) nisabı yoksa, o kimse bulamayan bir kimse demektir. Ahmed ve İshâk der ki: Eğer bir gün ve bir gecelik yiyeceği bulunuyor İse, bundan arta kalanı yedirir. Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Şayet yanında kendisinin ve ailesinin bir gün bir gecelik yiyeceği ve onlara yetecek kadar giyeceği varsa, bunlardan ayrı olarak da keftarette bulunacağı kadar bir miktara sahip bulunuyorsa bize göre o, bulan bir kimsedir. İbnü'l-Münzir der ki: Ebû Ubeyd'in bu görüşü güzel bir görüştür. Yüce Allah'ın: "Üç gün oruç tutsun" âyetini, İbn Mes'ûd; "Peşpeşe" fazlası ile okumuştur. Bu kıraat ile mutlak olan bu üç gün, kayıtlanmış olur. Ebû Hanîfe ve es-Sevrî de bu görüştedir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. el-Müzenî de zihâr keffâretinde oruca kıyasen ve Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatini gözönünde bulundurarak bu görüşü tercih etmiştir. Mâlik ile diğer görüşünde Şâfiî de şöyle demektedirler: Bunları ayrı ayrı tutması da yeterlidir. Çünkü, peşpeşe oruç tutmak, ancak bir nassa ya da nass ile bağlanmış bir hükme kıyas ile vacib olabilen bir sıfattır, burada ikisi de yoktur. 43- Keffâret Orucunda Unutarak Oruç Bozarsa: Oruç tuttuğu günlerden herhangi bir günde unutarak orucunu yiyen bir kişi hakkında Mâlik: Kaza yapmakla yükümlüdür derken, Şâfiî kaza yapması gerekmez, demektedir. Nitekim buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/187. âyetin tefsirinde, 12. başlıkta) oruç ile ilgili açıklamalarda bulunulurken geçmişti. 44- Hür Olmayan Müslüman Keffârette Bulunur mu? Yüce Allah'ın nass ile tesbit ettiği bu keffâret ittifakla, hür ve müslüman kimse için gereklidir Yeminini bozduğu takdirde köleye bunlardan hangisi vacib olduğu hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır. Süfyan-ı Sevrî, Şâfiî ve Rey ashâbı derlerdi ki: Köle için oruç tutmaktan başka bir keffâret şekli yoktur Başka bir şekilde keffârete kalkışması da onun için geçerli değildir. Ancak, bu hususta Mâlik'in görüşü farklı gelmiştir. İbn Nâfi’ köle, köle azad etmekle keffârette bulunmaz. Çünkü, bu durumda azad ettiği kölenin velâsı ona ait olmaz. Fakat bunun yerine efendisi ona izin verecek olursa, sadaka ile keffârette bulunur. Bununla birlikte en uygunu oruç tutmasıdir, dediğini nakletmektedir. İbnü'l-Kasım da Mâlik'ten şöyle dediğini nakleder: Köle, efendisinin izniyle dahi olsa, yemek yedirecek yahut elbise giydirecek olsa, bu çok açıkça söylenebilecek bir husus değildir. Bundan yana kalbimde (bu konuda tereddüde götüren) birşeyler vardır. Yüce Allah'ın; "İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur" âyeti, yeminleriniz böyle örtülür, demektir. Bir şeyi örtmek ve gizlemek halinde "keffâret" tabiri kullanılır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Bunun, yüce Allah adına yemindeki keffâret hakkında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Tabiinden kimisi ise, yemin keffaretinin terk etmeye yemin ettiği hayrı işlemek olduğu görüşündedir. İbn Mâce de Sünen'inde: "O yeminin keffâreti onu terketmektir" diye bir başlık açtıktan sonra şöyle demektedir: Bize, Ali b. Muhammed anlattı. Bize Abdullah b. Numeyr, Harise b. Ebir'r-RicâTden anlattı, o, Amra'dan, o, Âişe'den şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:" Her kim, akrabalık bağını kesmek yahut da uygun olmayan bir şey hakkında yemin edecek olursa, o yeminine bağlı olması bu yemin ettiği şeye devam etmemesidir." İbn Mâcet Keffârât 8. Yine İbn Mâce, Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o, dedesi senediyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini kaydetmektedir: "Her kim bir şeye dair yemin ederse, bir başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse, onu bıraksın. Çünkü onu bırakması, o yeminin keffâretidir." İbn Mâce, Keffârât 8. Bu, Ebû Bekr es-Sıddik (radıyallahü anh)’ın başından geçen olayla da desteklenmektedir. Hazret-i Ebû Bekir, yemeği yememek üzere yemin edince, hanımı da kendisi yemedikçe o yemekten yememek üzere yemin etti. Misafir -veya misafirler- de kendisi yemedikçe yememek üzere yemin'etti (veya ettiler). Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir: Bu şeytandandır diyerek yemeğin getirilmesini istedi, kendisi de yedi, diğerleri de yediler. Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Mevakitus-Salât 41, Menakıb 25, Edeb 87, 88; Müslim Eşribe 176; Müsned, I, 198. Müslim şunu da eklemektedir: Sabah olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittim ve Ey Allah'ın Rasülû, onlar yeminlerinde durdular ben ise yeminimi bozdum deyip durumu ona anlatınca, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis sen, onların arasında sözüne en bağlı olan ve en hayırlılarısın" dedi. (Hadisi rivâyet eden) dedi ki: Bu hususta bana keffâret ile ilgili birşey ulaşmadı. Müslim, Eşribe 177. 46- Allah'tan Başkası Adına Yapılan Yemin Keffâreti: Yüce Allah adından başkası adına yapılan yeminin keffâreti hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki; Kim malının sadakasına dair yemin ederse, malının üçtebirini çıkartıp verir. Şâfiî ise, bir yemin keffâretinde bulunması gerekir demektedir. İshâk ve Ebû Sevr de bu görüştedir. Aynı zamanda Hazret-i Ömer ve Hazret-i Âişe'den de bu görüş rivâyet edilmiştir. eş-Şahbî, Atâ ve Tavus ise, ona bir şey gerekmez, demişlerdir. Bir kimse Mekke'ye yürüyeceğine dair yemin ederse, Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye göre bu yeminini yerine getirmesi gerekir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Sevr'e göre ise, bir yemin keffâretinde bulunması onun için yeterlidir. İbn Müseyyeb ve el-Kasım b. Muhammed ise şöyle demiştir: Ona bir şey gerekmez. İbn Abdi’l-Berr ise der ki: Medine'de ve ondan başka şehirlerdeki ilim adamlarının çoğunluğu, Mekke'ye yürümeye dair yeminde yüce Allah adına yeminde olduğu gibi, bir keffâreti vacip görürler. Bu, aynı zamanda ashâb ve tabiinden bir topluluğun görüşü olduğu gibi, müslümanların fukahâsının çoğunluğunun da görüşüdür. İbnü'l-Kasım, oğlu Abdussamed'e bu şekilde fetva vermiştir. Ayrıca, ona bunun el-Leys b. Sa'd'ın görüşü olduğunu da zikretmiştir. Ancak, İbnüİ-Kasım'dan meşhur olan, Mekke'ye yürüyerek gitmeye dair yeminde, oraya yürüyerek gitmeye gücü yeten müstesna keffâret olmadığıdır. Mâlik’in görüşü de budur. Köle azad etmek için yemin eden kimsenin; Mâlik, Şâfiî ve diğerlerin görüşüne göre, azad edeceğine dair yemin ettiği köleyi azad etmesi gerekir. İbn Ömer, İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den; bu kişi yemin keffâretînde bulunur; bizzat o köleyi azad etmesi gerekli değildir, dedikleri rivâyet olunmuştur. Atâ; herhangi birşeyi tasadduk eder demiştir. el-Mehdevî der ki: İlim adamlarından sözüne güvenilir kimseler, talâka yemin eden kimse için yeminini bozması halinde, talâkının sözkonusu olacağı hususunda icmâ etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizi koruyun" âyeti, yeminlerinizi bozduğunuz takdirde, yerine getirmeniz gereken keffâreti ifa etmekte çabuk hareket etmek suretiyle koruyun, demektir, Bu yemini terk etmek suretiyle koruyun. Çünkü sizler, yemin etmeyecek olursanız (keffâretin) bu yükümlülükleri de hakkınızda sözkonusu olmaz, diye de açıklanmıştır. "Şükredesiniz diye." âyetinde geçen şükre dair açıklamalar, (el-Bakara, 2/52. ayet, 3-başlıkta) ve Diye edalına dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. 90Ey îman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Bu âyete dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız: 1- Âyeti Kerîmelerde Yasaklanan Hususlar: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler" âyeti, bütün mü’minlere bu hususları terketmeye dair bir hitaptır. Zira bunlar, cahiliye döneminden beri yapageldikleri ve nefislere hakim olan birtakım arzu ve kötü adetlerden ibaretti. Mü’minlerden pek çok kimsenin nefislerinde henüz bunlardan bir takım kalıntılar devam ediyordu. İbn Atiyye der ki: Kuşları uçurtma ve böylelikle bundan geleceğe dair hükümler çıkarma hevesleri, kitaplardan fal bakma ve buna benzer günümüz insanlarının yaptıkları şeyler de bu kabildendir. İçki (el-Hamr) henüz haram kılınmamıştı- İçkinin haram kılınışı ise, Uhud vak'asından sonra, hicretin üçüncü yılında olmuştu. Uhud vak'ası ise hicretin üçüncü yılı Şevval ayında cereyan etmişti. Hamr kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar, daha önceden (el-Bakara 2/219- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine kumar (el-Meysir)'in türediği köke dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimede geçen "el-Ensab"ın pudar olduğu söylendiği gibi, zar ve satranç olduğu da söylenmiştir. Bu ikisine dair açıklamalar ise. Yûnus Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Artık haktan sonra dalâletten başka geriye ne kalır" (Yûnus, 10/32. ayetin tefsirinde, 5- başlıkta) âyeti açıklanırken gelecektir. el-Ezlam ise, fal oklarıdır. Yine buna dair açıklamalar, bu sûrenin baş tarafında (3- âyetin tefsirinde 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Denildiğine göre, bunlar, Beytullah'da beyt'in bakıcıları ve putların hizmetkârları yanında bulunuyorlardı. Kişi, herhangi bir ihtiyacını karşılamak istediğinde, gelir ve bu oklardan birisini çekerdi. Şayet üzerinde: "Rabbîm bana emretti" yazısı bulunan ok çıkarsa, hoşuna gitsin veya gitmesin o ihtiyacı olan şeyi karşılamaya giderdi. 2- İçkinin Tedricî Olarak Haram Kılınışı ve Nüzul sebebi: İçkinin haram kılınışı, tedricî bir şekilde ve birçok olay münasebetiyle gerçekleşmişti. Çünkü İslamdan önce, Araplar içki içmeye çok düşkün idiler. İçki hakkında ilk nâzil olan âyet: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) âyetidir. Yani, içki ticaretinde bazı faydalar vardır, demektir. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca kimi insanlar, içki içmeyi terk ettiler ve: Buyû'k günahı bulunan bir şeye ihtiyacımız yoktur, dediler. Kimileri de içki içmeyi terk etmeyip: Biz, bu içkinin menfaatini alalım, günahını terk edelim, dediler. Bu sefer: "Sarhoşken... namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) âyeti nâzil oldu. Yine bazı kimseler içki içmeyi terketti ve bizi namazdan alıkoyan birşeye ihtiyacımız yoktur, dediler. Diğer bazıları ise: "Ey Îman edenler!, İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir" (mealindeki) bu âyet-i kerîme nâzil oluncaya kadar içmeye devam ettiler. Bu âyet-i kerimenin nüzulü ile birlikte içki içmek onlar için kesin olarak haram oldu. O kadar ki, kimileri: Allah, şaraptan daha kesin ve ağır bir ifadeyle herhangi bir şeyi haram kılmış değildir, dediler. Ebû Meysere der ki: Bu âyet-i kerimenin inişine sebep, Ömer b. el-Hattâb'dır. Çünkü o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a içkinin kusurlarını zikretmiş ve içki içmekten dolayı insanların başına gelenleri anlatmıştı. Haram kılınması için de yüce Allah'a dua etmiş ve; Allah'ım, içki hususunda bize rahatlatıcı açıklamalarda bulun, diye dua etmişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş, Hazret-i Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik demişti. Bu husus, el- Bakara Sûresi (2/219- ayetin tefsirinde) en-Nisa Sûresi'nde (4/43 âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: "Ey îman edenler! Sarhoşken... namaza yaklaşmayınız" (en-Nisâ, 4/43) ile: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlariçin bazı faydalar vardır" (el-Bakara, 2/219) âyetlerini el-Mâide Sûresi'nde bulunan:'"İçkif kumar, putlar ve fal oktan.,." âyeti nesh etmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd. Eşribe 1. Müslim'in Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler benim hakkımda nâzil olmuştur... Bu arada şunu da zikretti. Ensar'dan bir topluluğun yanına gittim. Bana: Gel sana yemek yedirelim ve şarap içirelimt dediler. Bu ise, şarabın haram kılınışından önce idi. Onlarla beraber bir bostana gittik. Yanlarında kızartılmış bir deve başı ile bir tulum şarap vardı. Onlarla birlikte yedim, içtim. Yanlarında ensar ve muhacirlerden söz edildi, Muhacirler ensardan hayırlıdır, dedim. Adamın birisi, devenin çene kemiğini alarak onunla bana vurdu ve burnumu yaraladı. -Bir rivâyette- de burnumu çatlattı denilmektedir. Sa'd'ın burnu çatlak kalmıştı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittim, durumu bildirdim. Bu sebeple de yüce Allah benim hakkımda -yani, kendisi hakkında şarapla ilgili olarak-: "İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis İşlerindendir. Artık bunlardan kaçının..." âyetini indirdi. Müslim, Fednilu's Sahabe 43. 3- İçkiyi Haram Kılan Âyetlerin İnişinden Önceki Durum Bu hadisler, içki içmenin o dönemlerde mübâlı, uygulamada ve onlar tarafından reddolunmayacak ve değiştirilmesine gerek görülmeyecek şekilde bir maruf (uygun görülen bir iş) olduğunu göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de bunu ikrar ettiği (ses çıkarmadığına) delalet etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Zaten az önce de geçtiği üzere, en-Nisâ süresindeki; "Sarhoşken namaza yaklaşmayınız" ayeti de buna delâlet etmektedir. Acaba, sarhoş edecek miktarı içmek onlar için mubah mıydı? Hazret-i Hamza ile ilgili hadis, bu hususta gayet açıktır: Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali'ye ait iki dişi devenin böğürlerini delmiş, hörgüçlerini kesmişti, Hazret-i Ali de durumu Paygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber verince, Hazret-i Hamza'nın yanına geldi. Hazret-i Hamza, Peygamber'e karşı gösterilmesi gereken saygı ve ihtİmâma uymayan ağır bir takım sözler sarfetti. Bu ise Hazret-i Hamza'nın sarhoşluk veren içki dolayısıyla aklının başından gittiğine delâlet etmektedir. Bundan dolayı, hadisi rivâyet eden şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hamza'nın sarhoş olduğunu anladı. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hamza'nın bu yaptığına karşı çıkmadığı gibi, bundan dolayı azarlamadı. Ne sarhoşken, ne de daha sonra böyle bir şey yaptı. Hatta Hazret-i Hamza: Siz babamın kölelerinden başka bir şey misiniz ki deyince, gerisin geri dönüp yanından çıkıp gitmişti. Buhârî Musakat 13, Humus 1, Meğâzi 12, Talâk 11; Müslim, Eşribe 1, 2; Ebû Dâvûd Harac 20; Müsned I, 142. Bu ise, usulcülerin söyledikleriyle naklettiklerine uygun düşmemektedir. Çünkü onlar şöyle derler: Sarhoşluk bütün şeriatlerde haram idi. Çünkü şeriatler kolların maslahatları içindir. Onları fesada götürmek için değildir. Bütün maslahatların aslı ise akıldır. Nitekim bütün fesatların asıl kaynağı aklın gidişidir, o halde aklı gideren, yahut aklı karıştıran herşeyin yasaklanması gerekir. Ancak, Hazret-i Hamza ile İlgin bu hadis, Hazret-i Hamza'nın içki içmekle sarhoş olmayı kastetmediği, fakat bu hususta içki çabuk etki göstererek aklını örttüğü de ihtimal dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yüce Allah'ın: "Rics: Pis" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs; bu âyet-i kerimedeki "rics"in gazab olduğunu söylemiştir. Kokuşmuş, necaset ve pisliklere de "rics" denilebilir. "Ze" harfi ile "ricz'r ise, yalnızca azâb anlamındadır, "lüks" sadece necaset hakkında kullanılır. Rics ise her ikisi hakkında da kullanılır. "Şeytanın pis işlerindendir" âyetinin anlamı ise, şeytan bu işe itmek ve o işi süslü göstermek suretiyle bunu yapar, demektir. Şöyle de denilmiştir: Bu hususta kendisine uyuluncaya kadar bütün bu işleri baştan beri ilk yapan şeytanın kendisidir. 5- Bu Pis Şeylerden Uzak Durma Gereği: Yüce Allah: "Artık bunlardan kaçının" diye buyurmakla, bunları uzaklaştırın, bir kenara bırakın, demek istemektedir. Böylelikle yüce Allah, bu işlerden uzak durmayı emretmektedir Hadislerdeki nasslar ve ümmetin icmai ile birlikte bu emir sigası sonucunda, "uzak durmak" haram kılmak manasında olmuştur. İşte içki bununla haram kılınmış oldu. Müslüman ilim adamları arasında Mâide Sûresi'nin içkiyi haram kılan âyeti ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yine bu sûrenin, Medine'de son İnen sûrelerden olduğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte leşin, kanın ve domuz etinin haram kılındığı âyetler ise, yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum" (el-En'âm, 6/145.) âyeti ile diğer âyetlerde haber kipi şeklinde varid olmakla birlikte içki hakkında bu haram kılma nehiy ve bir yasak şeklinde varid olmuştur kîr bu da haram kılmanın en kuvvetli ve en pekiştirilmiş ifade şeklidir. İbn Abbâs şöyle demektedir; İçkinin haram kılındığına dair âyet nâzil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkadaşları, biri diğerinin yanına giderek şarap haram kılındı ve şirke denk kılındı, dediler. Yani, yüce Allah şarabın haram kılınışını, putlar için hayvan kesmek ile birlikte zikretmiştir ki, bu bir şirktir. Daha sonra yüce Allah: "Ta ki, kurtuluşa efesiniz" âyeti ile de kurtuluşa ermeyi bu emirlere bağlı kalarak zikretmiştir. Bu da vucubun (yani, bu emirlere bağlı kalışın) te'kidine delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İçkinin (hamrın) haram kılınıp, şeriatın onu pis görmesi, hakkında "rics " tabirini kullanıp ondan uzak durmayı emretmiş olmasından Cumhûr, onun necis olma hükmünü de anlamıştır. Ancak bu hususta Rabia, el-Leys b. Sa'd, Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî, müteahhir Bağdat'lı bazı ilim adamları bu hususta onlara muhalefet edip, içkinin tahir olduğu görüşünü kabul etmişler; haram kılınanın, yalnızca onu içmek olduğunu söylemişlerdir. Said b. el-Haddâd el-Kuravî de şarabın temizliğine, Medine yollarında dökülüşünü delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer necis olsaydı, ashâb (Allah hepsinden razı olsun) bu işi yapmaz ve Peygamber yollarda defi hacette bulunmayı yasakladığı gibi bunu da yasaklardı. Buna şöyle cevap verilir: Ashâb-ı kiramın bu isi yapmasının sebebi, şarabı İçine dökecekleri giderlerinin ve kuyularının olmayışından dolayıdır. Zira, onların çoğunlukla görülen durumları, evlerinde helalarının bulunmayışı şeklindeydi. Nitekim Âişe (radıyallahü anha) da evlerde hela edinmekten tiksiniyor olduklarını İfade etmiştir. Bk. Buhârî, Meğâzî 34, Tefsir 24. Sûre 6; Müslim, Tevbe 56; Müsned, VI, 195. Dökülmek kastıyla şarabın Medine dışına taşınması ise, bir külfet ve bir zorluktur, Diğer taraftan böyle bir işe kalkışmak, derhal yapılması vacib olan bir işi de ertelerdi. Ayrıca, bunun pisliğinden sakınmak da mümkündü. Çünkü Medine'nin yolları genişti. Şarap da öyle yolun her tarafını kaplayacak nehir gibi akacak şekilde fazla değildi. Aksine, sakınmanın mümkün olduğu bazı yerlerde şarap akmıştı. Diğer taraftan bunun, Medine yollarında açıktan açığa dökülmesi gibi bir faydası vardı. Haram kılınması muktezasınca onun telef edilmesi ve ondan yararlanmamak şeklindeki uygulamanın yaygınlık kazanması gibi. Nitekim, insanlar da bunu peş peşe yapmış ve bu husus da aynı davranışı göstermişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Denilse ki: Necis olmak şer'i bir hükümdür. Bu hususta ise bir nass yoktur. Bir şeyin haram kılınması ise necis olmasını gerektirmez. Şeriatta haram olup da necis olmayan nice şey vardır. Deriz ki: Yüce Allah'ın: "Rics" âyeti, içkinin necis olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü rics, dilde necaset demektir. Diğer taraftan eğer biz hakkında nass bulmadığımız sürece bir hüküm vermemek gibi bir kaideye riayet edecek olursak, şeriat işlemez hale gelir. Çünkü, şeriatteki nasslar azdır. Sidiğin, kazuratın, kanın, meytenin ve bundan başka birtakım şeylerin necis olduklarına dair hangi nass vardır? Bunlar, ancak ifadelerin zahirlerinden, umumlarından ve kıyaslardan anlaşılır. el-Hac Sûresi'nde (22/30-31- âyet, 3- başlık ve devamında) bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın İzniyle- gelecektir. Yüce Allah'ın: "Artık bunlardan kaçının" âyeti, hiçbir şekilde ve herhangi bir şey ile yararlanmamak üzere, mutlak olarak kaçınıp uzak durmayı gerektirmektedir. Ne içmek suretiyle, ne satmak, ne sirkeye dönüştürmek, ne tedavi ve ne de başka herhangi bir yokla. Bu konuda varid olmuş hadisler de buna delâlet etmektedir. Müslim'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bir adam, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e şarap dolu bir kırbayı hediye etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: "Allah'ın bunu haram kıldığını biliyor musun?" Adam: Hayır deyince, (İbn Abbâs) dedi ki: Bir adama gizlice bir şey söyledi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ona ne fısıldadın?" diye sordu. Adam: Ben ona bu şarabı satmasını söyledim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Onu içmeyi haram kılan, onu satmayı da haram kılmıştır." Bunun üzerine adam kırbayı açtı ve içinde ne varsa boşalıncaya kadar öylece tuttu. Müslim, Musakat 68, Nesâî, Buyû’ 90; Dârimî Buyû’ 35, Eşribe 9, Muvatta’, Eşribe 18, Müsned, IV, 227 İşte bu, söylediğimize delâlet eden bir Hadîs-i şerîftir. Zira, onda câiz olan herhangi bir fayda ve menfaat bulunsaydı, Resûlüllah ölü koyun ile ilgili olarak: "Niçin postunu alıp tabaklamadınız da ondan yararlanmadınız." Müslim., Hayz 100; Ebû Dâvûd, Libas 37, Tirmizî Libâs 7; Nesâî Feca 5 dediği gibi mutlaka açıklardı. 8- İçki ve Diğer Necis Şeyleri Satmanın Hükmü: Müslümanlar, içki ve kan satımının haram olduğunu icma ile kabul etmislerdir. Bunda ise, pisliklerin, sair necasetlerin ve yenilmesi helâl olmayan şeylerin satışının da haram olduğuna bir delil vardır. İşte bundan dote^ -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- Mâlik, hayvan pisliklerinin satışını mekruhta görmüştür. İbnü'l-Kasım İse, faydalı oluşu dolayısıyla buna ruhsat vermiştir. Ancak kıyas, Mâlik'in görüşü doğrultusundadır. Şâfiî'nin görüşü de böyledir. Ayrıca bu hadis de bunun doğruluğuna delâlet etmektedir. 9- Şarabı Sirkeye Donüştürmenin Hükmü: Fukahâ'nın Cumhûru, şarabı sirkeye dönüştürmesinin kimseye câiz olmadiğini kabul etmişlerdir. Şayet, şarabı sirkeye dönüştürmek câiz olsaydu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) adamın kırbasının ağzını açıp şarabı dökmesine imkânmezdi. Çünkü sirke bir maldır. Malın boşa harcanması, zayi edilmesi ise yasaklanmıştır. Hiçbir kimse de müslümana ait bir şarabı döken kişinin, müslümana ait bir malı telef ettiğini söylememektedir. Osman b. Ebi'l-Âs'da bir yetime ait bir şarabı dökmüştür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şarabı sirkeye dönüştürmek hususunda izin istenmiş, fakat kendisi: " Hayır" diyerek bunu yasaklamıştır. Müslim, Eşribe 11: Ebû Dâvûd, Eşribe 3; Tirmizî, Buyû’ 59; Dârimî, Eşribe 17; Müsned, III, 119, 180, 260. Hadis ehli ile Rey ehlinden ilim adamlarından bir kesim bu kanaattedir. Suhnûn b. Said de buna meyletmiştir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir; Şarabın sirkeye dönüştürülmesinde bir mahzur olmadığı gibi, bir insanın müdahelesiyle veya başka bir yolla sirkeye dönüşmüş şaraptan yemenin de mahzuru yoktur, Bu, es-Sevrî, el-Evzaî, el-Leys b. Sa'd ve Kûfelilerin görüşüdür. Ebû Hanîfe der ki: Şayet şaraba misk ve tuz atar, bu da bir çeşit marmelata dönüşür ve şarap halinden başka bir hale geçerse caizdir. Fakat, marmelat hususunda Muhammed b. Hasan ona muhalefet ederek şöyle demektedir; Şaraba ancak sirkeye dönüştürmek için müdahale yapılır. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Iraklılar, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda Ebû'd-Derdâ'yı delil gösterirler. Bu rivâyet, Ebû İdris el-Havlânîden, o, Ebû'd-Derdâ’dan pek kuvvetli olmayan bir yolla rivâyet edildiğine göre, Ebû'd-Derdâ, şaraptan dönüşmüş marmelatı yer ve: Güneş ile tuz bunu tabakladı, dermiş. Ancak, Ömer b. el-Hattâb ve Osman b. el-As, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda ona muhalefet ettiği gibi, sünnetin varid olduğu yerde herhangi bir kimsenin görüşü delil teşkil edemez. Başarı Allah'tandır. Şarabın sirkeye dönüştürülmesinin yasaklanışının, şarabın haram kılındığı ilk sıralarda, İslâm'ın (bu yasağın) ilk yıllarında olma ihtimali de vardır. Böylelikle, şarap içmenin yasaklanışı üzerinden fazla bir zaman henüz geçmediği için, şarap alıkoymaya kimse devam etmesin. Bu ise, bu konudaki alışkanlığa son vermek istemekten dolayı idi. Eğer durum böyle idiyse, o takdirde buradaki yasak, şarabın sirkeye dönüştürülmesiyle ilgili olmadığı gibi, şarabın dökülmesi emrinin verilmesi, sirkeye dönüştürülmesinden sonra yenilmesine de engel teşkil etmez. Eşheb de Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hıristiyan bir kimse, bir şarabı sirkeye dönüştürecek olursa, onu yemenin bir mahzuru yoktur. Aynı şekilde müslüman bir kimse de onu sirkeye dönüştürüp Allah'tan mağfiret taleb ederse yine hüküm böyledir. Bu rivâyeti ise, İbn Abdi’l-Hakem Kitab'ında zikretmektedir. Fakat, sahih olan Mâlik'in, İbnü'l-Kasım ve İbn Vehb'in rivâyetine göre söylediği; Müslümanın, sirkeye dönüştürmek kastıyla şaraba müdahale etmesi de helal değildir, onu satması da helâl değildir; ama, o şarabı tutup döksün, şeklindeki sözüdür. 10- Şarap Kendiliğinden Sirkeye Dönüşürse: Mâlik'in ve arkadaşlarının: Eğer şarap kendiliğinden sirkeye dönüşecek olursa, o sirkeyi yemenin helâl olduğu hususunda farklı görüşleri yoktur. Bu, Ömer b. el-Hattâb, Kabîsa, İbn Şihab ve Rabiâ'nın görüşü olduğu gibi; Şâfiî'nin İki görüşünden birisi de böyledir. Ayrıca Şâfiî mezhebine mensub ilim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre Şâfiî'nin mezhebinden çıkartılan sonuç da budur. 11- Şarabın Mülkiyet Altına Alınabileceği Görüşü Zayıftır: İbn Huveyzimendad, şarabın mülk edinilebileceğini zikretmektedir. O, bu görüşe, şarap vasıtasıyla boğaza tıkanan lokmaların giderilebileceğini ve yangının söndürülebileceğini söyleyerek varmıştır. Ancak bu, Mâlik'e ait olduğu bilinmeyen bir nakildir. Bilakis bu, şarabın tahir olduğu görüşünü kabul edenlerin kanaatine göre verilebilecek bir hükümdür. Eğer şarabı mülk edinmek câiz olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun dökülmesini emretmezdi. Aynı şekilde, mülkiyet bir tür menfaat sağlamaktır. Onu dökmek suretiyle de bu menfaat iptal edilmiştir, Hamd, Allah'a mahsustur. 12- Zar ve Satranç Oyunları da Haramdır: Bu âyet-i kerîme, kumar olsun olmasın, zar ve satranç oyunlarının haram olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü yüce Allah, şarabı haram kıldığı âyetinde bunun haram kılınışına sebep teşkil eden hususu da şöylece açıklamaktadır: "Ey îman edenler! İçki, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Bu ayeti kerimeden sonra da: "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... isler" diye buyurmaktadır. Her bir oyunun azı, çoğunu da arkasından getirir ve bu oyuna dalanlar arasında kin ve düşmanlığı salar. Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyar. O halde bu oyunlar da şarap gibidir. Böyle olmaları tıpkı içki gibi haram olmalarını gerektirmektedir. İçki içmek sarhoşluk verir. Sarhoşken ise namaz kılınamaz. Ancak, zar ve satranç oyunlarında bu özellik yoktur; denilse; Buna şöyle cevap verilir; Şanı yüce Allah, içki ve kumarı haramlık hükmünde bir arada zikretmiş, her ikisini de insanlar arasında düşmanlık ve kin salmakla nitelendirmiş, Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyduklarını ifade buyurmuştur. Bilindiği gibi şarap sarhoşluk vermekle birlikte, kumar sarhoşluk vermez. Ancak, bu hususta içki ve kumarın birbirlerinden ayrı olmaları,-taşıdıkları ortak özellikler dolayısıyla- Allah nezdinde haram kılınmaları bakımından aynı seviyede olmalarına engel değildir. Yine şarabın azı sarhoşluk vermez. Tıpkı zar ve satranç oynamanın sarhoşluk vermediği gibi. Ama, şarabın azı da çoğu gibi haramdır. O halde, sarhoşluk vermese dahi zar ve satrançla oynamanın şarap gibi haram olmasına karşı çıkılamaz. Diğer taraftan oyuna başlamakla birlikte gaflet insanı sarar, Kalbi istila eden bu gaflet ise sarhoşluğun yerini tutar. Şayet şarap sarhoşluk verip bu sarhoşluk sonucunda namazdan alıkoyduğu için haram kabul ediliyorsa, o halde insanı gaflete düşürüp, bunun sonucunda da namazdan alıkoyduğundan dolayı zar ve satrançla oynamak da haram kabul edilmelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 13- Nesih Hükmünün Mükellef Açısından Sübâtu için Nâsik Hükmün Varlığı Yeterli midir? Hazret-i Peygambere bir şarap tulumu hediye eden kişi ile ilgili hadis, (içkinin helal olduğunu ifade eden âyeti) nesh edici âyetin, o kişiye varmamış olduğuna; onun o da önceki mübahlığı esas alarak hareket ettiğine delalet etmektedir. İşte bu şuna delildir: Bazı usul âlimlerinin söylediği gibi hüküm, nesh edid âyetin varlığı ile kalkmaz. Bu hadisin de delâlet ettiği gibi, nesh edici âyetin mükellefe varmasıyla kalkar. Sahih olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kişiyi azarlamamış, bunun yerine ona hükmü açıklamıştır. Zira o, ilk âyet gereğince amel etmekle muhataptır. Muhatap olduğu o âyeti terkedecek olsaydı, isyankâr olunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Her ne kadar neshedici âyet fiilen varid olmuşsa da bu böyledir. Nitekim Küba mescidinde namaz kılanlar için de böyle olmuştur, Onlar, haberci gelip kendilerine, (Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı) nesh eden âyetin indiğini bildirinceye kadar, Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılıyorlardı. Haber kendilerine gelince, Kâ'be'ye doğru yöneldiler. Nitekim bu husus, el-Bakara sûresinde (2/142. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. Yine o sûrede, hamr'dan, onun türeyişinden ve meysir'den (kumardan) da söz edilmişti. (2/219- ayet, 1 ve 2. başlıklar) Bu sûrenin baş taraflarında da dikili taşlar ile fal oklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. C5/3- ayet, 17 ve 18. başlıklar) Cenab-ı Allah'a hamd olsun. 91Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? 14- İçki ve Kumarın Zararları ve 91. Ayetin Nüzul Sebebi: Yüce Allah: "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister" âyeti ile kullarına, şeytanın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı. Rivâyete göre, ensardan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına birşey yoktu. Onlardan birisi: Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana yapmazdı, dedi. Böylelikle aralarında kin başgösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Muhakkak şeytan İçki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... İster" âyetini indirdi. el-Beyhakî, es- Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 496. 15- Şeytan, Allah'ı Anmaktan ve Namaz Kılmaktan da Alıkoymak ister: Yüce Allah: "Ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" âyeti ile bize şöyle diyor: Sarhoş olduğunuz vakit Allah'ı zikredemez, namaz kılamazsınız. Namaz kılacak olsanız dahi, Ali'nin başına geldiği gibi siz de karıştırırsınız. Bu hususun Abdurrahman (b. Avf)'ın başından geçtiği en-Nisâ sûresinde daha önce anlatıldığı gibi (4/43. ayet, 1. başlık) de rivâyet edilmiştir. Ubeydullah b. Ömer de der ki: el-Kasım b. Muhammed'e, satranç hakkında, o bir kumar mıdır? Zar hakkında, da o bir kumar mıdır? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyan herşey bir kumardır. Ebû Ubeyd der ki: O, bu açıklamasını yüce Allah'ın: "Sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak İster" âyetinden hareketle yapmıştır. 16- Şarap, Kumar ve Benzerlerinden Vazgeçiş: "Artık vazgeçtiniz değil mi?" Ömer (radıyallahü anh) bunun "vazgeçiniz" lâfzının ifade ettiği manadan ayrı olarak ağır bir tehdit olduğunu da görünce; Vazgeçtik, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da münâdisine, Medine yollarında: Şunu bilin ki, şarap'artık haram kılındı diye seslenmesini emretti. Bunun üzerine küpler kırıldı ve şarap Medine yollarında akacak kadar yollara döküldü. 92Allah'a İtaat edin, Rasûle de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir. 17- Allah'a ve Rasûle İtaatin Gereği: Yüce Allah'ın: "Allah'a itaat edin, Rasûle de itaat edin ve sakının" buyruğur bu haram kılmayı daha bir te'kid etmekte, tehdidi ağırlaştırmakta, emre uyma gereğini, yasak kılınan şeyden vazgeçmeyi pekiştirmektedir. "Ve Allah'a itaat edin" âyetinin atf ile gelmesi de güzeldir. Çünkü, bundan önceki İfadelerde de "vazgeçin" anlamı yer almıştır. Allah Rasulu hakkında "İtaat edin" âyetinin tekrarlanması ise te'kid içindir. Daha sonra emre muhalefet etmekten de sakındırmakta ve yüz çevirip geri dönmeye karşılık da âhiret azâbı ile tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz çevirirseniz" yani, muhalefet edecek olursanız, "bilin ki Haram olduğunu bildirmekle emrolunduğunu haram kılmak hususunda peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir." Kendisine İsyan olunması veya itaat olunmasına göre cezalandırmak, yahut mükâfat vermek ise, Peygamber gönderene aittir. 93Îman edip salih amel İşleyenlere, sakınır, îman eder ve salih amel İşledikleri, sonra da sakınıp îman ettikleri, sonra yine sakınıp İhsanda bulundukları takdirde, yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Allah, ihsan edenleri sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki: İçkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, ashâbtan bazıları: İçki içip kumar parasını yediği halde aramuzdan ölenlerin durumu nasıl olacak ? gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Tirmizî, Tefsîr 5. sûre 10-12 Buhârî, Enes b. Mâliki'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Talha’nın evinde içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair âyet nâzil oldu. Peygamber de, bir münadiye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha şöyle dedi: Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak. Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: Bu, "haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı" diye ilan eden bir münadidir. Bu sefer Ebû Talha şöyle dedi: Git ve o şarabı dök. O şarap, el-Fadîh (diye bilinen, yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şaraptı) den yapılmıştı. (Enes devamla.) der ki: Şarap, Medine sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: Karınlarında (şarap) bulunduğu halde bir topluluk öldürüldü. Bunun üzerine yüce Allah: "Îman edip salih amel İşleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Buhârî, Tefsir 5. sûre 11. Mezâlim 21; Müslim., Eşribe 3; Dârimî, Eşribe 2, Müsned III, 227. 2- Hazret-i Peygamber Hayatında Hükmün İnişinden Önce Ölenlerin Durumu: Bu âyet-i kerîme ile bu Hadîs-i şerîf, ashâb-ı kiramın ilk kıbleye doğru namaz kılarken ölen kimseler hakkındaki sorularını andırmaktadır. Bu soruyu sormaları üzerine; "Allah, imanınızı boşa çıkarmaz" (el-Bakara, 2/143) âyeti nâzil olmuştur. Buna göre bir kimse, ölünceye kadar mubah olan bir işi yapacak olursa, bundan dolayı ne lehine, ne de aleyhine bir şey olur. Günah kazanması da, sorumlu tutulması da, yerilmesi de, ecir alması da, Övülmesi de sözkonusu değildir. Çünkü mubah, şeriat açısından her iki yönü de birbirine eşit olan iştir. Buna göre, içki mubah iken içkinin kalıntıları karnında bulunduğu halde ölen kimselerin durumu ile ilgili olarak korkuya kapılmamak ve soru sormamak gerekirdi. Ancak, bu soruyu soran kişi, mübahlığın delilinin farkına varmayarak, mübahlık hatırına gelmediğinden dolayı sormuş olabilir yahut da yüce Allah'tan korkusunun ileri derecede oluşundan, mü’min kardeşlerine şefkatinden dolayı, daha önce içki içmesi sebebiyle sorgulanmalarından, cezalandırılmalarından vehme kapılmış uluduğundan dolayı böyle bir soruyu sormuş olabilir, İşte, yüce Allah da: "îman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" âyeti ile böyle bir vehmi ortadan kaldırdı. 3- Neblz Diye Bilinen İçki Sarhoşluk Verirse Şarap Demektir: Âyetin nüzulüne dair bu Hadîs-i şerîfte, sarhoşluk vermesi halinde hurmadan yapılan nebîzin, hamr (şarap) olduğuna açık bir delil vardır. Bu, kendisine U'raz olunması câiz olmayan açık bir nastır. Çünkü ashâb-ı kiram (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) dili bilen insanlardı. Onlar, bu içtikleri nebizin bir hamr olduğunu akletmişlerdi. Zira, o dönemde Medine'de bundan başka bir içkileri yoktu. Şair el-Hakemî de şöyle demiştir: "Bizim bir şarabımız var. Fakat, asma şarabı değildir o. Bunun yerine o, yüksek hurma ağaçlarının meyvesinden yapılır. Bunlar semaya doğru yükselen asmalardır. Meyvelerini toplamak isteyenlerin elleri ona ulaşamamıştır." Buna açık delillerden birisi de Nesâî'nin kaydettiği şu rivâyettir. Bize el-Kasım b. Zekeriyya haber verdi: Bize, Ubeydullah, Şeyban'dan haber verdi. O, el-A'meş'den, o, Muharib b. Disar'dan, o, Cabir'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletti; "Kuru üzüm ve hurma (dan yapılan içki) şarabın tâ kendisidir," Nesâî, Eşribe 3. Yine sahih nakille sabit olduğuna göre, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) -ki, dili ve şeriatı bilen bir kişi olarak o yeter- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın minberi üzerinde hutbe irad ederken şöyle demiştir: Ey insanlar, şunu bilin ki, şarabın haram kılınışı nâzil olduğu günde şarap beş şeyden yapılırdı: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan. Şarap (Hamr), aklı örten her şeydir. Bukârî, Tefsir 5- Sûre 10, Eşribe 2, 5; Müslim, Tefsir 32, 33; Ebû Dâvûd, Eşribe 1; saf, Esribe 2. Bu ise, hamrın anlamı ile. ilgili en sarih açıklamadır. Ömer b. el-Hattâb, Medine'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi üzerinde sahabe topluluğunun huzurunda hutbe irad edip bu sözleri söyledi. Onlar bu dili bilen ehil insanlardı. Ve garaptan (hamrdan), bizim sözünü ettiğimiz şeyden başkasını da anlamamışlardı. Bu husus, böylece sabit olduğuna göre, "hamr ancak üzümden yapılır. Üzümden başkasından yapılana ise hamr denilmez ve hamr ismi onu kapsamaz. O içkilere ancak nebîz denilir" diyen Ebû Hanîfe ve Kûfelilerin görüşü de çürütülmüş olur. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Ben 'nebîai nebîz ehline terkettim. Ve ben, onu ayıplayanla antlaşmalı dost oldum O öyle bir içkidir ki, gencin şerefini kirletir Ve kötülüğün kapılarını açar." İmâm Ebû Abdullah el-Mâzerî der ki: Seleften olsun, diğerlerinden olsun, ilim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre türü itibari ile sarhoşluk veren herşeyin içilmesi de haramdır. Az ya da çok olsun, çiğ ya da pişmiş olsun, üzümden veya başka şeyden yapılmış olsun fark etmez. Bunlardan herhangi birisinden kim birşey içerse, ona had vurulur. Sarhoşluk veren üzümden yapılan çiğ şaraba gelince, işte bir damlası dahi olsa, azının da çoğunun da haram olduğu icma ile kabul edilen budur Bunun dışında kalan içkilerin ise, Cumhûrun görüşüne göre haram olduğu kabul edilmiştir. Ancak, Kûfeliler sözü geçenlerin dışında kalan içkilerden az olanda muhalefet etmişlerdir. Az miktardan kasıt sarhoşluk verecek dereceye ulaşmayan miktardır, Üzümden çıkartıldığı halde pişirilmiş olması halinde de farklı görüştedirler. Basralılardan bir gurubun görüşüne göre, haramlık hükmü sadece üzümden sıkılan ve kuru üzümün ıslatılıp pişirilmemiş olan içeceği içindir. Üzüm ve kuru üzümün suyunun pişirilmiş olması ile bunların dışında kalanların pişirilmiş ve çiğ (pişirilmemiş) suları ise, sarhoşluk vermediği sürece helaldir Ebû Hanîfe, haramlık hükmünün farklı hükümler taşımakla birlikte, yalnızca hurma ve üzüm meyvelerinden sıkılana münhasır olduğu görüşündedir. Onun görüşüne göre saf üzüm suyundan yapılmış şarabın azı da çoğu da haramdır. Ancak, üçte ikisi gidinceye kadar pişirilmesi hali müstesnadır. Islatılan kuru üzüm ve hurma İçeceğine gelince, bunlar herhangi bir miktar nazarı itibara alınmaksızın az dahi olsa ateş üzerinde bırakılmış olsa bile, bunların pişirilmiş olanları helaldir; çiğleri ise haramdır. Fakat o bunu haram kabul etmekle birlikte bunları içmekten dolayı haddi gerekli görmemektedir. Bütün bunlar ise, sarhoşluk sözkonusu olmadığı sürece sözkonusudur. Eğer, sarhoşluk verecek olurlarsa, hepsi birbirine eşit olurlar. Hocamız fakih İmâm Ebû'l-Abbas Ahmed (radıyallahü anh) der ki; Bu meselede muhalif kanaatte olanlara hayret edilir. Çünkü bunlar derler ki: Üzümden sıkılarak elde edilen şarabın az miktarı çoğu gibi haramdır. Bu hususta icma da vardır. Bunlara; Şarabın az miktarı aklı gidermediğî halde ne diye haramdır denilecek olursa, mutlaka şöyle denilir: Çünkü onun az miktarını içmek daha çok içmeye götürür veya teabbüd için böyledir. Bu durumda onlara şöyle denilir: Şarabın azı hakkında kabul ettiğiniz herşey, aynen nebîzin azı hakkında da mevcuttur. O halde o da haram olmalıdır. Zira, -eğer bu kabul edilecek olursa- bunlar arasında yalnızca isim Farkı vardır. Böyle bir kıyas ise kıyas türlerinin en yükseğidir. Çünkü burada, fer' bütün nitelikleriyle asla eşittir. Bu ise, onun (Ebû Hanîfe'nin): "Kölelerimi azad ettim" diyen bir kimsenînf azad etme hükmünün hem erkek köleler, hem de cariyeler hakkında geçerli olmasını kıyasa dayanarak söylediğinin aynısıdır Diğer taraftan Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- gerçekten hayret edilir. Çünkü onlar, kıyasta o kadar ileri giderler ve kıyası ahad haberlere tercih dahi ederler. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet ile ümmetin ilk dönemindeki ilim adamlarının icma ile desteklenmiş bu celî kıyası bir kenara İterek, muhaddislerin kitaplarında illetlerini beyan ettikleri şekilde hiçbirisi sahih olmayan ve hiçbirisi sahih kitaplarda yer almayan hadislere itimad etmişlerdir. Yüce Allah'ın İzniyle bu meselenin geri katan kısmı en-Nahl sûresinde (16/67. ayet, 2. başlıkta) gelecektir. Şanı yüce Allah'ın: "Tattıklarından" âyetinde "tatmak; (taam)" aslında yemek hakkında kullanılır. Mesela: "Yemeğin tadına baktı, yedi ve içeceği içti," denilir. Ancak bu hususta, mecazî olarak da: "Ne ekmeğin, ne suyun, ne uykunun tadına baktım," denir. Şair de der ki: "Vecra (denilen yer) de, yanakları meyilli deve kuşları vardır; Uykunun tadına bakmazlar Ancak ayakta oldukları halde" Daha önce el-Bakara sûresinde: "Fakat kim onu tatmazsa...(el-Bakara, 2/249. âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca bk. 2/61. âyetin tefsiri) 6- Mubah ve Canın Çektiği Lezzetli Şeylerden Yararlanmanın Sınırı: İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerîme, mubah ve arzu edilen şeyleri alıp kullanmanın, yiyecek, içecek, evlenmek gibi zevk alınan herşeyden yararlanmanın -bu hususta aşınya gidilse ve bedeli ileri derecede olsa dahi- mübahlığını ihtiva etmektedir. Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın şu âyetlerini andırmaktadır: "Allah'ın size helal kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın" (el-Mâide, 5/82); "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve hoş ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" (el-A'raf, 7/32) 7- Âyet-i Kerîmedeki Tekrarların Anlamı: Yüce Allah'ın: "Sakınır, îman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp îman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsan ettikleri taktirde, tattıklarından dolayı bir vebal yoktur. Allah İhsan edenleri sever" âyeti ile ilgili dört görüş vardır: 1- Takvanın (sakınmanın) anılmasında tekrar sözkonusu değildir. Anlamı şudur: İçki içmekten sakınır, haram olduğuna İnanırlarsa ikincisinin anlamı ise, sakınmaları (takvaları) ve îmanları devam ederse, üçüncüsünün anlamı ise, sakınıp ihsanda bulundukları takdirde .... şeklindedir. 2- içkinin haram kılınışından önce diğer haramlardan sakınır, haram kılınışından sonra da onu içmekten sakınırlar, sonra da geri kalan diğer amellerinde sakınmalarını devam ettirir ve davranışlarını güzel yapar, ihsanda bulunurlarsa, demektir. 3- Şirkten sakınır, Allah'a ve Rasulüne îman ederlerse; ikincisinin anlamı ise, sonra da büyük günahlardan sakınarak imanlarını attırırlarsa; üçüncüsünün anlamı ise: Sonra da küçük günahlardan sakınıp ihsanda bulunurlarsa, yani nafile ameller işlerlerse.... demektir. 4- Muhammed b. Cerir der ki: Birinci sakınma yüce Allah'ın emirlerini kabul ile karşılamak suretiyle sakınmak ve O'nu tasdik ederek O'na itaat edip gereğince amel etmektir. İkinci sakınmak ise tasdik üzere sebatı devam ettirmek suretiyle sakınmaktır. Üçüncü sakınmak ise, ihsan ile ve nafileler yaparak Allah'a yaklaşmak suretiyle sakınmaktır. Yüce Allah'ın: "Sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde... Allah ihsan edenleri sever" âyeti, ihsan eden ve sakınan (muttaki) kimsenin, salih ameller işleyip îman eden muttaki kimseden daha faziletli olduğuna delildir. Fazileti ise, ihsanı dolayısıyla ona verilecek olan ecir iledir. 9- Bu Ayetin Yanlış Anlaşılması ve Kudame b. Mazûn: Ashâbdan (radıyallahü anhüm) Cumalıoğullarından Kudame b. Maz'ûn, bu âyet-i (yanlış bir şekilde) te'vil etmiştir. Bu sahabi, Habeşistan'a iki kardeşi Osman ve Abdullah ile birlikte hicret edenlerdendir. Daha sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir'de hazır bulunmuş ve uzun bir ömür sürmüştür. Ömer b. el-Hattâb'ın kayın biraderi, oğlu Abdullah ve kızı Hazret-i Hafsa’nın dayısı idi. Ömer b. el-Hattâb onu, önce Bahreyn'e vali olarak tayin etmiş, daha sonra Abdulkays oğulları efendisi el-Carud'un onun aleyhine şarap içtiğine dair tanıklık etmesi üzerine azletmişti. Buhârî, Meğâzi 12. Dârakutnî şu rivâyeti kaydederek der ki: Bize Ebû'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Mısrî anlattı: Bize, Yahya b. Eyyub el-Allâf anlattı. Bana, Said b. Ufeyr anlattı. Bana, Yahya b. Fuleyh b. Süleyman anlatarak dedi ki: Bana, Sevr b. Zeyd İkrime'den anlattı, o, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletti: İçki içenlere Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ellerle, ayakkabılarla ve sopalarla vurulurdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edinceye kadar bu böyle devam etti. Ebû Bekir'in halifeliği döneminde içki içenler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindekilerden daha fazlaydı. O bakımdan Ebû Bekir vefat edinceye kadar onlara kırkar sopa vururdu. Ondan sonra gelen Ömer de aynı şekilde kırkar sopa vurarak cezalandırıyordu. Nihayet ona ilk muhacirlerden içki içmiş birisi getirildi. Ona sopa vurulmasını emretti. Adam: Bana niye sopa vurdun? Benimle senin aranda Allah'ın Kitabı hakem olsun, dedi. Hazret-i Ömer şöyle dedi: Peki, Allah'ın Kitabının neresinde sana sopa vuramayacağımı görüyorsun? Bunun üzerine adam şöyle dedi: Yüce Allah kitabında: "Îman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" diye buyurmaktadır, işte ben de îman edip salih amel işleyen, sonra sakınıp îman eden, sonra yine sakınıp ihsan edenlerdenim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve bütün önemli vakalarda hazır bulundum. Hazret-i Ömer şöyle dedi: Bu söylediklerine karşı cevap vermiyor musunuz? İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerimeler, daha önce geçenler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı da bir delildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler, içki, kumar..." Sonra, diğer ayeti de okuyarak devam etti. Eğer bu gerçekten îman edip salih amel işleyen kimselerden olsaydı, şüphesiz ki Allah ona içki içmesini yasaklamış bulunmaktadır. Bu sefer Ömer şöyle dedi: Doğru söyledin, Peki görüşünüz nedir? Bu sefer Ali (radıyallahü anh) şöyle dedi: Şüphesiz bir kimse içti mi sarhoş olur. Sarhoş oldu mu, hezeyan eder. Hezeyan etti mi de iftiralarda bulunur. Müfteri kimseye de seksen sopa vurulur. Bunun üzerine Hazret-i Ömer emrederek ona seksen sopa vuruldu. Dârakutnî, III, 116. el-Humeydi, Ebû Bekr el-Berkanî'den, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Carud, Bahreyn'den gelince dedi ki: Ey mü’minlerin emiri, Kudame b. Maz'ûn sarhoşluk verici içki içti. Ve ben, yüce Allah'ın haklarından bir hak görürsem onu sana getirmem, benim üzerime bir hak görev olur. Hazret-i Ömer: Senin söylediğinin doğruluğuna kim şahidlik eder, deyince. O: Ebû Hüreyre dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Ebû Hüreyre'yi çağırıp: Neye şahidlik edersin Ey Ebû Hüreyre? diye sormuş, O da: İçki içtiğinde ben onu görmedim ama, onu sarhoş ve kusarken gördüm. Hazret-i Ömer; Sen, şahidlikte işi aşırıya görürdün dedi, arkasından Hazret-i Ömer, Bahreyn'de bulunan Kudame'ye mektup yazarak yanına gelmesini emretti. el-Carud henüz Medine'de iken Kudame geldi. el-Carud da Hazret-i Ömer'le konuşarak: Bu adama Allah'ın Kitabını uygula dedi. Hazret-i Ömer el-Caruda: Sen bir şahid misin? Yoksa bir hasım, bir davacı mısın? el-Carud: Ben şahidim dedi. Hazret-i Ömer: Sen şahidliğini yapmış bulunuyorsun demesi üzerine, el-Carud Hazret-i Ömer'e: Ben, Allah adına sana söylüyorum, dedi. Bu sefer Hazret-i Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ya dilini tutarsın, yahut da sana kötülük yaparım. Bu sefer, el-Carud: Allah'a yemin ederim senin bu davranışın hak değildir. Amcan oğlu içki içecek, bana kötü davranacaksın. Hazret-i Ömer onu tehdit etti. Bu sefer, oturmakta olan Ebû Hüreyre dedi ki: Ey mü’minlerin emiri, eğer sen bizim şahitliğimizden şüphe ediyor isen, İbn Maz'un'un hanımı, Velid'in kızı (Hind)'e sor Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Hind'e Allah adına söylemesini istiyerek haberci gönderdi. Hint de kocası aleyhine şahidlik edince, Hazret-i Ömer şöyle dedi. Ey Kudame, ben sana sopa vuracağım. Bu sefer Kudame: Allah'a yemin ederim -eğer dedikleri gibi içki içmiş olsam dahi- Ey Ömer, senin bana sopa vurma hakkın yoktur. Hazret-i Ömer: Nedenmiş o, Ey Kudame deyince, Kudame şöyle dedi: Çünkü yüce Allah: "Îman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından bir vebal yoktur. Allah ihsan edenleri sever" diye buyurmaktadır, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: Ey Kudame, yanlış tevil ediyorsun. Sen, eğer Allah'tan korksan, Allah'ın haram kıldığından uzak dururdun. Sonra Hazret-i Ömer, hazır bulunanlara dönerek şöyle dedi: Kudameye sopa vurmak hakkındaki görüşünüz nedir? Hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmam uygun görmüyoruz dediler. Hazret-i Ömer, sesini çıkarmayarak ona sopa vurmadı. Birgün sabahleyin, yine yanındaki arkadaşlarına: Kudame'ye sopa vurmak hususundaki görüşünüz nedir, diye sorunca, hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmanı uygun görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, kamçının altında ölerek Allah'ın huzuruna çıkması, benim o sorumluluk boynumda olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkmamdan daha çok hoşuma gider. Allah'a yemin ederim ona sopa vuracağım dedikten sonra, bana bir kamçı getirin, dedi. Hazret-i Ömer'in azadlısı Eslem ona ince ve küçük bir kamçı getirdi. Hazret-i Ömer o kamçıyı alıp eliyle sıvazladıktan sonra Eslem'e şöyle dedi: Kavminin kötü adeti olan iltimas seni etkiledi ha! Bana bundan başka bir kamçı getiriniz dedi. Bu sefer Eşlem ona tam bir kamçı getirdi. Bunun üzerine Ömer, Kudame'ye kamçı vurulmasını emretti. Bundan dolayı Kudame, Hazret-i Ömer'e öfkelendi ve ona darıldı. Kudame, Hazret-i Ömer'e dargın vaziyette ikisi de hacc ettiler. Nihayet haclarından geri döndüklerinde Ömer, es-Sukyâ denilen yerde konaklayıp uyudu. Uyandığında Ömer şöyle dedi: Çabuk bana Kudame'yi getiriniz. Haydi gidin bana onu getiriniz. Allah'a yemin ederim ben rüyamda birisinin bana gelip şöyle dediğini duydum: Kudame ile barış, çünkü o senin kardeşindir. Fakat Kudame'nin yanına gittiklerinde Hazret-i Ömer'in yanına gelmeyi kabul etmedi. Bu sefer Hazret-i Ömer, Kudame'nin yanına sürüklenerek getirilmesini emretti. Nihayet Hazret-i Ömer onunla konuştu ve onun için Allah'tan mağfiret diledi. Böylelikle dargınlıklarından sonra ilk defa barışmış oldular. el-Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, VIII, 547-548; İlanul-Ashâb. Usdu'l-Gâbe, IV. 95; İbn Hacer, el-İsâbe, V, 323. 324 Eyyub b. Ebî Temime der ki: Bedir'e katılanlardan, şarap dolayısıyla ondan başka kimseye had vurulmuş değildi. İbnü'l-Arabî der ki: İşte bu, sana âyetin te'vilini (ne anlama geldiğini) göstermektedir. Bu hususta, Dârakutnînin naklettiği hadiste, İbn Abbâs'tan zikredilenler ile, el-Berkani yoluyla gelen hadiste, Hazret-i Ömer'den gelen açıklamalar doğru olan açıklamalardır. Eğer şarap içen bir kimse, başka hususlarda da Allah'tan korkacak olsa (ve bundan dolayı haddi haketmediği kabul edilse), şarap dolayısıyla hiç kimseye had vurulmazdı. O bakımdan, böyle bir te'vil, en bozuk bir te'vildir. Kudame ise bunu farketmemişti. Ömer ve İbn Abbâs gibi (Allah ikisinden de razı olsun) Allah'ın başarı verdiği kimseler ise, bunun doğru anlamını kavramışlardı. Şair der ki: "Ben zamanın üzüntü ve kederinden ağladığını görecek olursam; Mutlaka bende Ömer'e ağlarım.." Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet olunduğuna göre, Şam'da bir topluluk içki içtiler ve: Bu içki bizim için helaldir deyip, bu âyet-i kerimeyi yanlış bir surette te'vil ettiler. Hazret-i Ali ile Hazret-i Ömer, tevbe etmelerinin istenmesini, tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülmeleri gerektiğini kararlaştırdılar. Bunu da el-Kiya et-Taberî zikretmiştir. el.-Kiyâ et-Taberî, Ahkâmu'l-Kuran. III, 103. 94Ey îman edenler, Allah gıyaben kendisinden korkanları ortaya çıkarmak için avdan, ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir. Artık bundan sonra kim aşırı giderse, onun için pek acıklı bir azap vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "...Allah... sizi muhakkak deneyecektir" âyeti, muhakkak sizi sınayacaktır demektir. Denemek (ibtilâ), sınamak demektir. Avlanma, Arab-ı Aribe'nin Arap Tarihçileri Arapları iki büyük kısma ayırırlar. I. Arab-ı Bâide Yaşayıp helâk olmuş, nesilleri tükenmiş Araplar. II. Arab-ı Bakiye, Soyları devam eden Araplar bunlar da : a) Arab-ı Aribe ve b) Arab-ı Musta'ribe olmak üzere iki kola ayrılırlar. Arab-ı Aribe Kahtanilerden ortaya çıkan kabilelerdir. Arab-ı Mustaribe ise soyları İsmail (aleyhisselâm)'a varan Araplardır (H. İbrahim Hasan. îstûm Tarihi, çevirenler; İ. Yiğit, S. Gümüş İstanbul 1985,1, 26-28) Merhum müfessir bü sözleriyle avlanmanın Arapların çok eski dönemlerden beri geçim kaynaklarından birini teşkil ettiğine işaret etmektedir. geçim yollarından birisi idi. Hepsi arasında oldukça yaygındı. Oldukça kullanılan bir yoldu. Allah da onları ihramlı iken ve Harem bölgesinde av hayvanları ile sınadı. Tıpkı, İsrailoğullarını Cumartesi gününde haddi aşmamakla sınadığı gibi. Denildiğine göre, bu âyet-i kerîme Hudeybiye yılı nâzil olmuştur. Ashâbın bazıları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ihrama girdikleri halde, bazıları da ihrama girmemişti. O bakımdan, bir av göründü mü, durumları ve davranışları o hususta farklı farklı olurdu. Av ile ilgili hükümler kendileri için açık ve net olmadığından dolayı, durum ve fiillerinin hükümlerine, hacc ve umrelerinin yasaklarına dair bir beyan olmak üzere yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi. 2- Bu Âyet-i Kerîme'nin Muhataptan: İlim adamları, bu âyet-i kerimenin muhatapları ile ilgili olarak iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Birincisine göre, bu âyetin muhatapları ihramlı olmayan kimselerdir. Bunu Mâlik söylemiştir. İkinci görüşe göre ise bunlar ihramlı olanlardır. Bunu da İbn Abbâs söylemiş ve bu hususta yüce Allah'ın: "Sizi muhakkak deneyecektir" âyetini delil göstermiştir. Çünkü, denemenin kendisi vasıtasıyla tahakkuk ettiği avlanmaktan uzak durma yükümlülüğü, ihram ile birlikte sözkonusu olur. İbnü'l-Arabî ise şöyle demektedir: Ancak, bunun böyle olması gerekmez, Çünkü teklif, kendisi için avlanmakla ilgili koşulan çeşitli şartlar ile ve yine avlanma keyfiyetine dair kendisi için meşru kılınan niteliklerle tahakkuk eder. Doğrusu, bu âyet-i kerimedeki hitabın, ihramlı olsun, olmasın bütün insanlara yönelik olduğudur. Çünkü yüce Allah'ın: "Sizi muhakkak deneyecektir" âyeti, mutlaka bununla mükellef kılacaktır, demektir. Teklif ise, bütünüyle bir denemedir. Fazilet iset bunun çokluk ve azlığında, zayıflık ve sıkıntılar arasındaki farklılıklarda ortaya çıkar. 3- Hangi Tür Av Hayvanlarıyla Deneme Sozkonusudur: Yüce Allah'ın: "Avdan.., bir şeyle" âyeti, avın bazılarıyla demektir. Burada geçen; dan," teb'îz (kismîlik) içindir. Bu da özel olarak kara avıdır. Bütün av hayvanlarını kapsamaz. Çünkü, denizin de avı vardır. Bu açıklama et-Taberî ve başkaları tarafından yapılmıştır. "Av (sayd)" ile ise, avlanan hayvanlar kastedilmiştir. Çünkü yüce Allah: "Ellerinizin... erişebileceği" diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın: "Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" âyeti, küçük ve büyük av hayvanlarının durumunu açıklamaktadır. İbn Vessâb ve en-Nehaî "(..........) Erişebileceği" âyetini, alttan noktalı "ye" harfi ile (.......) diye okumuşlardır. Mücahid der ki: Eller, yavruları, yumurtaları ve kaçamayanları alıp yakalayabilir. Mızraklar ise, büyük av hayvanlarına erişir. İbn Vehb dedi ki: Mâlik dedi ki: Yüce Allah : "Ey îman edenler, Allah... ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir" diye buyurmaktadır. İnsanın eliyle, mızrağıyla, yahut herhangi bir silahı ile erişebilip de öldürdüğü her bir şey, yüce Allah'ın buyurduğu gibi avdır. 5- El ve Mızrak Tabirlerinin Kapsamı: Yüce Allah'ın, özel olarak "elleri" zikretmesinin sebebi, avlanmakta gösterilen çabanın büyük bir kısmının ellerle yapılışından dolayıdır. Avcılıkta kullanılan diğer hayvanlar, ipler, el ile yapılan tuzak ve ağlar da bunun kapsamına girer. (Silahlar arasından) özel olarak mızrakların anılışı ise, avı yaralayan araçların çoğunluğunu mızrakların teşkil edişi dolay ısıyladır. Ok ve benzeri şeyler de kapsamına girer. Avlanmada kullanılan hayvanlar ve oklara dair açıklamalar isef sûrenin baş tarafında (el-Mâide, 5/4. âyet, 4. başlık ve devamında) yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Hamd, Allah'a mahsustur. 6- Kurulu Av Tuzak ve Ağlarına Yakalanan Avların Hükmü: Tuzak ve ağlara yakalanan avlar, sahiplerine aittir. Herhangi bir kimse avı bunlara takılmak zorunda bırakacak olsa ve bu ağ ve tuzaklar olmaksızın bu avları yakalama imkânı yoksa, o takdirde bu ağların sahibi öbürü ile ortaktır. Dağda bulunan arı kovanlarına düşen arılar da sözü geçen ağ ve tuzaklar gibidir. Yüksek burçlarda bulunan güvercinler ise, eğer mümkünse sahiplerine geri verilir. Kovan arılarının durumu da böyledir. Bu, Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. Arkadaşlarından birisi de şöyle demektedir: Güvercin, ya da arıların yanına geldiği kimsenin, bunları geri vermek mükellefiyeti yoktur. Eğer köpekler, bir avı bir kimsenin evine ya da odasına girmek zorunda bırakacak olursa, av hayvanı, köpekleri salan avcıya aittir ev sahibine değil. Eğer, köpeklerin mecbur bırakması sözkonusu olmaksızın eve girecek olsa, o takdirde o av hayvanı ev sahibine ait olur. 7- Âyet, Av Hayvanının Avt Yakalayana Ait Olduğuna Delil Gösterilmiştir: Bazıları, av hayvanının avcı hayvanı kışkırtana değil de bizzat yakalayana ait olacağına bu âyeti delil göstermişlerdir. Çünkü, avcı hayvanı kışkırtanın el, ya da mızrağı henüz birşey ele geçirebilmiş değildir. Ebû Hanîfe'nin de görüşü budur. Mâlik, kitap ehlinin avını mekruh görmekle birlikte haram dememiştir. Çünkü yüce Allah: "Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği" derken, îman ehlini kastetmektedir Zira yüce Allah, âyetin baş tarafında: "Ey îman edenler" diye bîtap buyurmuştur. Böylelikle kitap ehli dışarıda bırakılmıştır. İlim ehlinin Cumhûru ise, ona muhalefet etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir" (el-Mâide, 5/5) diye buyurmuştur. Onlara göre, av da tıpkı kitap ehlinin kestikleri gibidir. Bizim (Mâliki mezhebimizin) ilim adamlarımız ise, ayet-i kerîme, onların yiyeceklerini ihtiva etmekle birlikte, av başka bir türdür. O bakımdan genel olarak yiyeceklerin kapsamına girmez ve yiyecek, mutlak olarak kullanıldığı takdirde avı kapsamaz. Derim ki: Bu açıklama, avlanmanın kitap ehli nezdinde meşru olmayışına binaen böyledir. Bu durumda av onların yiyeceklerinden olmaz. Böylelikle bu iddia bizim için bağlayıcı olmaktan da çıkar. Şayet av, eğer dinlerinde meşru ise, lâfız onu da kapsamına aldığından dolayı, bizim onların av hayvanlarının da etini yememiz gerekir. Çünkü, bu da onların yiyecekleri arasında yer alır, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 95Ey îman edenler! Sîz ihramdayken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse cezası, iki âdil kimsenin hükmü ile, öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklindelti bir keffârettir. Veya bunun dengi oruç tutmaktır. Tâ ki ettiğinin vebalini tatmış olsun. Allah, geçmiştekileri bağışlamıştır. Fakat, kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak galiptir, intikam sahibidir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız: 1- Âyet-i Kerîmenin Muhatapları ve Nüzul Sebebi; Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler" şeklindeki bu hitabı, erkek olsun, dişi olsun bütün müslümanlaradır. Buradaki yasak ise, yüce Allah'ın; "Ey îman edenler, Allah... avdan ellerinizin..,erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir" (el-Mâide 5/94) âyetinde sözü geçen denemedir. Rivâyet olunduğuna göre, Ebû'l-Yeser, ki, ismi Amr b. Mâlik el-Ensaif dir. Ebû'l Yeser künyeli bu sahabinîn ismi: Ka'b b. Amr b. Abbad...dır- (İbn Hâcer, Tehzibut-Tehzib, VIII, 392). Hudeybiye yılında umre yapmak üzere ihrama girmişti. O sırada bir yaban eşeği öldürünce, onun hakkında: "Siz ihramda İken avı öldürmeyin" âyet-i nâzil oldu. Yüce Allah'ın: "Avı öldürmeyin" âyetinde geçen öldürmek, canın çıkmasına sebep olan herbir fiildir. Bu da çeşitlidir. Boynunu kesmek, boğazını kesmek, boğmak, vurmak ve buna benzer. Böylece yüce Allah, avlanmak hususunda ihramlı kimseye, canın çıkmasına sebep teşkil edecek hertürlü davranışı haram kılmış olmaktadır. 3- Avı Öldürmenin ve Ondan Yemenin Cezası: Bir kimse, bir av hayvanını öldürse veya kesset ondan yiyecek olsa, onu öldürmesi dolayısıyla tek bir ceza ödemesi gerekir. Yediği için bir ceza gerekmez. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise şöyle der: Ona, yediğinin cezasını da vermek düşer. Yani, onun kıymetini vermelidir. Ancak, iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: (Yemesinden dolayı) ona İstiğfar etmekten başka birşey gerekmez. Zira o, bundan başka bir meyte yemiş gibidir. Bundan dolayı bir başka ihramlı kişi ondan yiyecek olsa, ona da İstiğfardan başka bir şey düşmez. Ebû Hanîfe'nin delili şudur: O, İhramı dolayısıyla kendisine yasak olan bir iş yapmıştır. Zira o av hayvanını öldürmek ihramın yasaklarındandır Bilindiği gibi öldürmekten maksat o hayvanın etini yemektir. Eğer maksada kendisi vasıtasıyla ulaşılan şey, ihramının yasağı ise, ve bu onun için bir cezayı gerektirmekte ise, bizzat maksadın kendisini gerçekleştirmesi, cezalandırılması için daha uygundur. 4- İhramlt Kimsenin Av Hayvanını Boğazlaması: Bize (Mâliki mezhebine) göre, ihramlı bir kimsenin av hayvanım boğazlaması câiz değildir. Çünkü yüce Allah, ihramlı olan kimseye av hayvanını öldürmeyi yasaklamıştır. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî ise der ki: İhramlı kimsenin av hayvanını boğazlaması, bir serT kesimdir. O,-bunu ileri sürerken şunları delil gösterir: Şer'î kesim, ehliyete sahip bir kimseden -ki, o da müslümandır- sadır olmuştur. Ve bu kesimT mahalline izafe olunmuştur. Bunlar da davarlardır. O halde bu, onu yemeyi helal kılmak olan maksadını da gerçekleştirir. Bunun asıl dayanağı ise,ihramsızkimsenin kesebilmesidir. Derim ki: Kesme işinin ehil kimseden sadır olduğuna dair iddianıza gelin' ce, ihramda olan bir kimse, av hayvanını kesme ehliyetine haiz değildir. Zira ehliyet, akla dayanılarak tesbit edilen bir durum değildir. Bunu belirleyen şeriattır. Bu da, şeriatın kesime izin vermesiyle yahut da bunu reddetmesiyle anlaşılır. Reddetmek de kesmenin yasaklanmasından anlaşılır. İhramlı olan kimseye ise, av hayvanını kesmesi yasak kılınmıştır. Çünkü yüce Allah: "İhramda iken avı öldürmeyin" diye buyurmaktadır. Böylelikle bu nehiy sebebiyle ehliyet sözkonusu olmamaktadır. Diğer taraftan, bu maksadını gerçekleştirmektedir, sözünüze gelince, bizler ihramlı bir kimsenin av hayvanını kesmesi halinde onun, o av hayvanından yemesinin helâl olmayacağını ittifakla kabul ediyoruz. Ancak, size göre ondan başkası o av hayvanından yiyebilir. Eğer hayvanı kesmek, kesen için helâl olması gibi bir fayda sağlamıyor ise, ondan başkasına böyle bir fayda sağlamaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü fer' hükümleri itibari ile aslına (yani, kıyasta ikinci önerme birinci önermenin hükümlerine) tabidir. Dolayısı ile, asıl için sabit olmayan şeylerin fer' için sabit olması sahih olamaz. Yüce Allah'ın: "Av" âyeti, mastar olup, isim gibi muamele görmüştür. Avlanılan hayvan hakkında kullanılmıştır. Burada "av" lâfzı ister kara, ister deniz av hayvanı olsun, hepsi hakkında umumidir. Nihayet yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sûrece de icara avı size haram kılındı" âyeti gelince, bu âyetle yüce Allah deniz avını mutlak olarak mubah kıldı. Nitekim, yüce Allah'ın izniyle, bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair açıklamalar gelecektir. 6- Yırtıcı Hayvanlar Kara Avının Kapsamı İçinde midir, Değil midir?: Yırtıcı hayvanların, kara avı kapsamının dışında olup ondan tahsis edilip edilmediği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Kedi, tilki, sırtlan ve buna benzer saldırgan olmayan bütün yırtıcı hayvanları İhramU bir kimse öldüremez. Öldürecek olursa karşılığında fidyesini öder. Yine Mâlik der ki: Küçük sinekleri de ihramlı kimsenin öldürmesini uygun görmedim. Öldürecek olursa onların da fidyesini öder. Bunlar ise, karga yavruları gibi değerlendirilir. Bununla birlikte, insanların üzerine çoğunlukla saldıran, hayvanların öldürülmesinde bir mahzur yoktur. Aslan, kurt, kaplan ve pars gibi. Aynı şekilde yılan, akrep, fare, karga ve çaylakın öldürülmesinde de bir mahzur yoktur. İsmail der ki: Bu ise, Hazret-i Peygamber'in şu âyeti dolayısıyladır: "Beş fasık vardır ki bunlar, Harem bölgesinde de Harem bölgesinin dışında da öldürülürler..." Bu Hadîs-i şerîf 7. başlıkta da gelecektir. Kaynakları orada gösterilecektir. Peygamber bunlara, "fasıklar" diye ad vermiş ve onları yaptıkları fiillerle vasfetmiştir Çünkü, fasık, fıskın ism-i failidir. Küçüklerinin bu gibi davranışlan yoktur. Köpeği saldırgan olmakla nitelendirmiştir. Köpek yavruları ise saldırmazlar. O bakımdan köpek yavruları bu sıfatın kapsamı içerisine girmezler. Yine kadı İsmail der ki: Saldırgan köpek, insanlara zararı büyük olan hayvanlardandır. Yılan ve akrep de bu kabildendir. Çünkü bunlardan korkulur. Çaylak ve karga da böyledir. Çünkü bunlar insanların elinden eti kapıp gider. İbn Bukeyr der ki: Akrebin öldürülmesine izin verilmesi, akrebin iğne ve zehirinin bulunmasından dolayıdır. Farenin öldürülmesine izin verilmesi ise, yolcu için hayati önemi olan su kabı ile ayakkabıları kemirmesinden dolayıdır. Karga ise, deve üstüne kendisini bırakır ve devenin etini gagalayıp sırtını oyar. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Karga ve çaylak, zarar vermeleri hali dışında öldürülmezler. Yine kadı İsmail der ki: Eşek ansı hakkında görüş ayrılığı vardır. Kimisi onu yılan ve akrebe benzetmiştir. Eğer, eşek ansı insanlara kendiliğinden saldırmayan bir hayvan olmasaydı, onlar için yılan ve akrepten daha çetin olurdu. Şu kadar var ki, yılan ve akrepinki kadar onun tabiatında saldırganlık yoktur. Hatta eşek arısı, rahatsız edilecek olursa kendisini korumaya çalışır. (Yine Kadı İsmail) der ki: Bir kimseye eşşek ansı gelir de, o da kendisini ona karşı sallallahü aleyhi ve sellemunacak olursa, onu öldürmekten dolayı ona birşey düşmez. Ömer b. el-Hattâb'dan eşek arısının öldürülmesinin mübahlığına dair rivâyet sabit olmuştur. İmâm Mâlik ise der ki: Eşek arasını öldüren bir kimse, birşeyler yedirir. Yine Mâlik, pire, sinek, karınca ve benzeri hayvanları öldüren hakkında da aynı şeyleri söylemiştir. Rey Ashâbı derler ki: Bütün bunları öldürenlere birşey düşmez. Ebû Hanîfe de der ki: İhramlı bir kimse, yırtıcı hayvanlar arasından yalnızca saldırgan köpeği ve kurtu öldürür. İster ilk saldıran bu hayvanlar olsun, ister bunlara ilk saldıran ihramlı olsun farketmez. Bunların dışında yırtıcı hayvanlardan herhangi birisini öldürecek olursa, onun fidyesini verir. Yine Ebû Hanîfe der ki: Şayet köpek ve kurlun dışında herhangi bir yırtıcı hayvan ilk olarak ihramlıya saldıracak olursa, ihramlı da onu öldürürse, ihramlıya birşey düşmez. Yine yılan, akrep, karga ve çaylağı öldürmekten dolayı da ona birşey düşmez. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının -Züfer müstesna- özetle görüşleri böyledir. el-Evzaîf es-Sevrf, el-Hasen de böyle demişlerdir. Delil olarak da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bazı hayvanları muayyen olarak özellikle zikredip zararları dolayısıyla ihramlı kimsenin bunları öldürmesine ruhsat vermiş olmasını göstermişlerdir. O bakımdam bunlara herhangi bir hayvanı daha ilave etmenin izah edilir bir tarafı olamaz. Ancak, herhangi bir şey üzerinde icma edecek olurlarsa, bu da onların (Hazret-i Peygamber'in muayyen olarak öldürme ruhsatı verdiği hayvanların) kapsamı içerisinde değerlendirilir. Derim ki: Ebû Hanîfe'ye -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- gerçekten hayret edilir O, kile ile ölçülme illeti dolayısıyla toprağı da buğday gibi değerlendirdiği halde, fısk ve saldırganlık illeti dolayısıyla diğer saldırgan yırtıcı hayvanları köpeğe kıyas etmemekte; Mâlik ve Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)'nin yaptığı değerlendirmeyi yapmamaktadır. Züfer b. el-Hüzeyl de der ki: İhramlı kimse yalnızca kurtu öldürebilir. İhramlı olduğu halde kurttan başka hayvan öldüren kişinin, ister bu hayvan ilk saldıran olsun, İster ilk saldıran olmasın fidye ödemesi gerekir. Çünkü, bu hayvan dilsiz (açma) bir hayvandır ve onun yaptığı bir hederdir. (Buhârî, Zekât 66, Diyat 28, 29; Müslim Hudûd 45, 46; Ebû Dâvûd, Diyât 21; Tirmizî, Zekât 16, Ahkâm 37; Nesâî, Zekât 28 vs...) hadîsine işaret edilmektedir. Aksini kabul etmek konu ile ilgili hadisi reddetmektir ve ona muhalefet etmektir. Şâfiî ise der ki: Eti yenmeyen her bir hayvanı, ihramlı kimse öldürebilir. Bunların küçükleri ile büyükleri arasında fark yoktur. Bunlardan kurt ile sırtlandan doğma, melez yavru müstesnadır. Şâfiî der ki: Akbaba, hamamböceği maymun, şempanze ve etleri yenilmeyen hayvanlarda birşey yoktur. Çünkü bunlar av hayvanları arasında değildir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" (el-Mâide, 5/96) İşte bu da ihramlılara haram kılınan avların, ihrama girmeden önce helal olan avlar olduğunu göstermektedir. Bu ifadeyi Şâfiî'den el-Müzenî ve er-Rabi' nakletmiştir. Denilse ki; Eziyet vermekle ve yenmemekle birlikte bitin neden fidyesini vermek gerekir? Buna şöyle cevap verilir: Bitin fidyesini ödemenin tek sebebi, tırnak, saç gibi şeyler ile ihramlının giymemesi gereken şeyi giymesi karşılığında vermesi gereken fidye kadar vermesi gereğidir. Çünkü bitin atılması suretiyle eğer baş ve sakalında bulunuyor ise, kendi üzerinden rahatsız edici bir şeyi atmış olur. O, böylelikle sanki saçının bir bölümünü atmış gibidir. Şayet bit, açıkta görülür ve öldürülecek olursa, bu durumda bitin bir eziyeti de olmaz, Bu hususta Ebû Sevr'in görüşü, Şâfiî'nin görüşüdür Bunu da Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) söylemiştir. 7- İhramlı Kimselerin Hadis Nassı ile Öldürebilecekleri Sabit Olanlar: Hadis İmâmları, İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederler: "Beş canlı hayvan vardır ki, ihramlı için bunları öldürmekte bir vebal yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgaa köpek." Lâfız Buhârînindir. Buhârî, Cezau’s Sayd 7, Bedu’l-Halk, 16; Müslim, Hacc 72, 76-79; Ebû Dâvûd, Menasik, 39; Nesâî, Menâsik 82, 84, 86-88; İbn Mâce Menasik 91: Muvatta’' Hacc 88-90. Ahmed ve İshâk da bu görüştedir. Müslim'in kitabında da Hazret-i Âişe'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Beş fasık (bozguncu hayvan) vardır ki, bunlar Harem bölgesinin dışında da, Harem bölgesinin içinde de öldürülürler: Yılan, alaca karga, fare, saldırgan köpek ve çaylak." Buhârî, Cezau's sayd 7; Müslim Hacc 66- 71; Ebû Dâvûd, Menasik Î9; Tirmizî, Hacc 21; Nesâî, Menâsik 83,113, 114, 116-119; İbn Mâce Menasik 91. İlim ehlinden bir gurup da bu hadis gereğince görüş belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Kargalardan yalnızca alaca olanı öldürülebilir. Çünkü, hadisteki ifade mutlak olanı kayıtlamaktadır. Ebû Dâvûd'un Sünen'inde de Ebû Said el-Hudrî'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ve kargaya ok atar fakat onu öldürmez" Ebû Dâvûd, Menâsik 39, Tirmizî Hacc 21; İbn Mâcet Menasik 91. diye buyurmaktadır. Mücahid de bu görüştedir. Cumhûr ise, İbn Ömer hadisi gereğince görüş belirtmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, Ebû Dâvûd ile Tirmizî'deki rivâyette ise, saldırgan yırtıcı hayvan da yer almaktadır. Ebû Dâvûd, Menâsik 39, Tirmizî Hacc 21. İşte bu da (bunların öldürülmesine müsaade edilmesinin, illetine) dikkat çekmektedir. 8. İkramda Avlanma Yasağının Kapsamına Giren Mükellefler; Yüce Allah'ın: "Siz İhramda iken" âyeti, erkek kadın, hür ve köle hakkında umumidir. Çünkü, " ihramlı erkek, ihramlı kadın" denilir. Bunun çoğulu da "îhramlılar" şeklinde gelir. Harem bölgesine giren kimse, ifadesi hem zamanı, hem mekânı, hem ihramlı olma halini umum yoluyla değil de müşterek lâfız olmak bakımından kapsamaktadır. Meselâ: Haram aylara veya Haram bölgesine giren, yahut da ihram elbisesini giyen bir kimse hakkında müşterek olarak: tabiri kullanılır. Şu kadar var ki, zaman itibariyle Haram aylarına girmenin haram kılınışının nazar-ı itibara alınmayacağı icma ile kabul edilmiştir. Geriye yalnızca mekân ve ihramlı olma hali mükellefiyetin aslı olarak kalmaktadır. Bu açıklamayı, İbnü'l-Arabî yapmıştır. 9- Harem Bölgeleri ve Medine'nin Harem Bölgesi Mekân olarak Harem bölgeler iki tanedir, Medine Harem bölgesi ile, Mekke Harem bölgesi. Şâfiî ise, Taif Harem bölgesini de bunlara ilave etmiştir. Ona göre, Taif in de ağacı kesilmez, avı avlanmaz, Bununla birlikte bunlardan herhangi birisini yapanın da bir cezası yoktur. Medine Harem bölgesinde ise, hiçbir kimsenin avlanması, oranın ağaçlarım kesmesi, Mekke hareminde olduğu gibi, câiz değildir. Böyle bir iş yapacak olursa, Mâlik, Şâfiî ve arkadaşlarına göre yapana herhangi bir ceza düşmez, İbn Ebi Zi'b, ceza ödemesi gerekir demektedir, Sa'd ise şöyle demektedir: Buna verilecek ceza: Üzerindeki eşyanın alınmasıdır. Bu görüş Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe ise der ki: Medine bölgesinin avını avlamak haram değildir. Ağaçlarını kesmek de böyle. Onun görüşünü kabul eden bazı kimseler, onun lehine Sa'd b. Ebi Vakkas'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğine dair naklettiği hadisi delil göstermişlerdir: "Her kimi, Medine sınırları içerisinde avlanır, yahut oranın ağaçlarını keserken görecek olursanız, onun beraberindeki eşyalarını alınız." Nitekim, Sa'd da bu şekilde davrananın beraberindeki eşyalarını (selebini) almıştır. Ebû Dâvûd, Menâsik 95; Müsned, 170. (Ebû Hanîfe) der ki; Fukaha, Medine'de avlanan kimsenin beraberindeki eşyalarının alınmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir, Bu ise, bu hadisin mensûh olduğuna delâlet etmektedir. Yine Tahavî, böyle diyenlerin lehine Enes hadisini delil göstermiştir. Hazret-i Peygamber "en-Nuğayr ne yaptı?" diye sormuş, kuş avlanmasını ve kuşu yakalamasını tepki ile karşılamamıştır. Enes (radıyallahü anh)'in rivâyetine göre küçük kardeşinin kendisiyle oynadığı Nuğayr diye bilinen küçük bir kuşu varmış. Hazret-i Peygamber onu görünce şakalaşarak: "Ey Ebû Umeyr, ne yaptı Nugayr?" diye sorarmış, Buhârî, Edeb 81, 112; Müslim, Âdâb 30; Ebû Dâvûd, Edep 69 vd. Ancak, bütün bunlarda delil olacak bir taraf yoktur. Birinci hadis pek kuvvetli bir hadis değildir. Diğer taraftan sahih olduğu kabul edilse bile, avlanan kimsenin beraberindeki eşyaların alınmasının nesh edilmesi, Medine bölgesinin Haremi ile ilgili sahih olan hadisleri ortadan kaldıramaz. Çünkü, nice haram şey vardır ki, dünyada onun için bir ceza yoktur, İkinci hadise gelince bu, harem bölgesi dışında avlanmış olabilir, Hazret-i Âişe yoluyla gelen hadis de böyledir. Bu hadîste belirtildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait bir yabani hayvan vardı. Resûlüllah dışarı çıktı mı, bu hayvan oynar, hızlıca koşuşur, gider gelirdi. Fakat Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geldiğini fark eder etmez, olduğu yerde durur ve ona eziyet verir korkusu ile hareketsiz yerinde dururdu. Müsned, VI, 113, 150, 209. Bizim bunlara karşı delilimiz, Mâlik'in İbn Şihab'dan, onun, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre, Ebû Hüreyre'nin şu sözleridir: Ben, ceylanları Medine'de otlar görecek olursam, onları rahatsız etmem. (Çünkü), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "(Medine'nin) iki kara taşlığı arası, Haram bölgedir" Muvatta’', Cami' (Medine) 11, Buhârî, Fedailul-Medine 4; Müslim, Hacc 471, Bu manadaki diğer hadisler için bk. el-Mu'cemul-Mufehresti Elfazi'l-Hadis, VI, 151. Ebû Hüreyre'nin: Ben onları ürkütmem, rahatsız etmem, şeklindeki ifadesi, Medine Haremi çevresinde av hayvanlarını ürkütüp korkutmanın câiz olmadığına delildir. Tıpkı Mekke Hareminde av hayvanlarını ürkütüp korkutmanın câiz olmadığı gibi. Aynı şekilde Zeyd b. Sabit de Şûrahbil b. Sa'd'ın Medine'de avlamış olduğu ve elinde bulundurduğu göçeğen kuşunu almış olması Muvatta’'i Cami' (Medine) 13 da, ashâb-ı kiramın Medine bölgesindeki av hayvanlarının haram kılınışı hususunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın maksadını iyice kavramış olduklarına ve Medine'de avlanmayı da, avlanılan hayvanları mülk edinmeyi de câiz görmediklerine bir delildir. İbn Ebi Zi'b'in, (Medine'de avlanan ceza verir şeklindeki) görüşüne gösterdiği dayanak ise, Hazret-i Peygamber'den gelip, Sahih'te yer alan şu âyetidir: "Allah'ım, şüphesiz İbrahim Mekke'yi Haram bölge ilan etti. Ben de Medine'yi o, ne ile Mekke'yi haram kılmış ise, ben de onun gibi ve onunla birlikte bir o kadar fazlası ile haram kılıyorum. (Medine'nin) bitkisi kopanlmaz, ağacı kesilmez ve av hayvanı ürkütülmez." Buhârî, İlm 39, Hacc 43, Lukata 7 Buyu' 28, Cizye 22; Müslim, Hacc 445, 448; Ebû Dâvûd Menasik 89; Nesâî, Menasik 110, 111120; İbn Mâce, Menâsik 103; Dârimî, Buyû’ 60. Bütün bu yerlerde; Mekke'yi haram kılanın yüce Allah olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan, Medine haremi de avlanmanın yasak kılındığı bir Harem bölgedir. O halde Mekke hareminde olduğu gibi, bu bölgede yapılan avın da cezası-ödenmelidir. Kadı Abudulvehhab der ki: Bu görüş, benim kanaatime göre bizim (Mâliki) mezhebimiz usullerine en uygun bir kıyastır. Özellikle bizim mezheb âlimlerimize göre Medine, Mekke'den daha faziletlidir. Yine, Medine'de kılınan namaz, Mescid-i Haram'da kılınan namazdan daha faziletlidir. Mâlik ve Şâfiî'nin Medine hareminde avlanan kimse hakkında ceza hükmü ve -Şâfiî'nin meşhur olan görüşüne göre- beraberindeki eşyasının alınmayacağı hükmünün verilmeyişine dair gösterdikleri deliller arasında Hazret-i Peygamber'in Sahih'te yer alan şu âyetinin genel ifadesi de vardır. "Medine'nin Ayr dağı ile Sevr dağı arasındaki bölgesi (harem bölgesidir). Kim orada bir suç işler, yahut cinayet işlemiş birisini barındıracak olursa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah, Kıyâmet gününde ondan herhangi bir hayır amelini ve fidyesini kabul etmesin," Buhârî, Efdalu'l- Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 21; Müslim, Hacc 467, İtk 20; Ebû Dâvûd, Menasik 95; Tirmizî, Vela 3; Müsned, I, 81, 126, 151. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber oldukça ağır tehditte bulunmuş, fakat bir keffâretten söz etmemiştir. Sa'd'dan nakledilene gelince bu, Sa'd'a has bir görüştür. Çünkü, Sahih'te ondan rivâyet olunduğuna göre, o, el-Akikideki köşküne binip gittiği sırada, bir kölenin bir ağacı kesmekte -ya da meyvesini silkelemekte- olduğunu görür, o da beraberinde ne varsa ondan alır. Sa'd geri dönünce, bu köle sahipleri yanına gelip onunla kölelerinden aldıklarını, kölelerine ya da kendilerine vermesi için konuşurlar. Sa'd ise : Resûlüllah'ın bana ganimet olarak vermiş olduğu bir şeyi vermekten Allah'a sığınırım diyerek, köleden aldıklarını geri vermeyi kabul etmedi. Sa'd (radıyallahü anh)'ın başından geçen bu olaya bu başlığın baş taraflarında değinilmiş; kaynakları da orada gösterilmişti. İşte Sa'd'ın "bana verdiği ganimeti" şeklindeki sözünün zahirinden anlaşılan, bunun ona has olduğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- İhramlıyken Kasten, Unutarak ve Hata ile Avlanmanın Hükmü: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse" âyetinde yüce Allah, kasten avı öldüreni sözkonusu etmekte, fakat hata ederek ve unutarak avlanandan söz etmemektedir. Burada kasten avlanandan kasıt, ihramlı olduğunu bilmekle birlikte bir ava kastedendir. Hata eden ise, kastı başka bir şeye olmakla birlikte ava isabet ettirendir. Unutan ise, avı kastetmekle birlikte ihramlı olduğunu hatırlamayan kimsedir. Bu hususta ilim adamlarının beş ayrı görüşü vardır. 1- Dârakutnî'nin senedini kaydederek İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair rivâyeti: "Keffaret, ancak kasten avlanmaktadır. Hata yoluyla avlanmakta cezayı ağırlaştırmaları ise, bir daha bu İşe tekrar dönmemeleri içindir." Dârakutnî, II, 245 2- Yüce Allah'ın: "Bilerek (kasten)" diye buyurması, çoğunlukla görünen hale binaen buyrulmustur. Şeriat usulünde olduğu gibi, nadir olan da buna ilhak edilmiştir (aynı hükme tabi görülmüştür). 3- Hata edene ve unutana birşey düşmez. Taberî ve kendisinden nakledilen iki rivâyetten birisinde Ahmed b. Hanbel bu görüştedir. Bu görüş, İbn Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'den de rivâyet edildiği gibi, Tavus ve Ebû Sevr de böyle demiştir. Davud'un görüşü de budur. Ahmed şöylece görüşüne delil göstermektedir: Şanı yüce Allah'ın, özel olarak bilerek ve kasten avlananı sözkonusu etmesi, böyle olmayanları farklı hükme tabi olduğunun delilidir. Şunu da İlave eder: Aslolan, zimmetin berâetidir. Dolayısıyla herkim, zimmetin herhangi bir hakla meşgul olduğunu iddia edecek olursa, delil getirmesi gerekir. 4- İster kasten, ister hata, isterse de unutarak avlansın, onun aleyhine ceza vermekle hüküm edilir. Bu görüşü İbn Abbâs ileri sürmüştür. Ayrıca, Ömer, Tavus, el-Hasen, İbrahim ve ez-Zührî'den de rivâyet edilmiştir. Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşîan da bu görüştedirler. ez-Zührî der ki: Kasten avlanmada ceza Kur'ân ile öngörülmüştür. Hata ve unutarak avlanmada ceza ise sünnet gereği öngörülmüştür. İbnü'l-Arabî der ki: Eğer sünnetten kastı, İbn Abbâs'tan ve Ömer'den varid olan rivâyetler ise mesele yok. Ve zaten onlardan gelen bu rivâyetler örnek olarak ne kadar güzeldir. 5- Av hayvanını kasten öldürmesi, ihramlı olduğunu unutarak öldürmesi demektir. -Bu, Mücahidin görüşüdür. Çünkü yüce Allah, bundan sonra: "Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır" diye buyurmuştur. (Mücahid) devamla der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanacak olursa, ilk defa ona ceza vermek gerekirdi. İşte bu da yüce Allah'ın, ihramını unutarak, fakat av hayvanını öldürmeyi kastederek avlandığının sözkonusu edildiğine delil olmaktadır. Mücahid der ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanırsa, artık o, ihramdan çıkar ve onun haccetmesi sözkonusu olmaz: Çünkü o, ihramlı halinde yasak olan bir iş işlemiştir. Tıpkı namazda iken konuşması veya abdest bozacak bir durumu olması halinde olduğu gibi, haccı da batıl olur. İşte hata ederek avlanan kimseye cezanın faydası vardır Bizim, Mücahide karşı delilimiz ise şudur: Şanı yüce Allah, ceza vermeyi öngörmüş, fakat fesaddan söz etmemiştir. Dolayısıyla kişinin, ihramlı olduğunu hatırlaması ile unutması arasında bir fark yoktur. Haccı namaza kıyas etmek de doğru olamaz. Çünkü bunlar birbirlerinden farklı şeylerdir. Yine Mücahid'den bu şekilde kastı olarak av hayvanını öldüren ihramlı aleyhine ceza hükmü verilmeyeceğini, Allah'tan mağfiret dileyeceği ve haccının da tamam olacağını söylediği de rivâyet edilmiştir, İbn Zeyd de bu görüştedir. Dâvud (ez-Zahirî)'ye karşı delilimiz ise şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a, sırtlan hakkında soru sorulmuş, o da: "O bir av hayvanıdır" buyurmuş, böylelikle ihramlı bir kimse avladığı takdirde onun yerine bir koç fidye vermesini emretmiş ve orada kasıt veya hatadan gözetmemiştir. İbn Mâce. Menâsik 90:Dârimî. Menâsik 90v Muvatta’', Hacc 230, Dârakutnî, II, 246. Bizim (Mâliki) mezhebimizin ilim adamlarından olan Bukcyr der ki: Şanı yüce Allah'ın: "Bilerek" diye buyurması, kasten öldürülmesi halinde keffâret belirlemediği Âdemoğluna benzemediğini, av hayvanında keffâretin sözkonusu olduğunu ve bununla hata yoluyla öldürmede cezayı kaldırmayı kastetmediğini açıklamak içindir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11- İhramlı Bir Kimse, Bir Çok Defa Av Hayvanı Öldürürse: İhramlı olduğu halde, arka arkaya av hayvanı öldürecek olursa, Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve diğerlerinin görüşlerine göre, her bir öldürmesi karşılığında aleyhine ceza vermesi hükmü verilir. Çünkü yüce Allah: "Ey Îman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürürse, cezası... öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayran kurban etmektir" diye buyurmaktadır. Bu âyette yasak, ihramlı hakkında süreklidir, O ihramda kaldığı sürece bu yasak da devam etmektedir. O bakımdan, ne vakit bir hayvan öldürürse, bundan dolayı onun bir ceza ödemesi gerekir. İbn Abbâstan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İslamda onun aleyhine iki defa ceza vermesi hükmü verilmez. Aleyhine yalnızca bir ceza vermesi hükmü verilir. İkinci bir defa bu işi tekrarlayacak olursa, aleyhine hüküm verilmez. Ona: Allah senden intikam alır, denilir. Çünkü yüce Allah: "Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan İntikam alır" diye buyurmuştur, el-Hasen, İbrahim, Mücahid ve Şûreyh de bu görüştedir. Bunlara karşı delilimiz ise, sözünü ettiğimiz şekilde onun ihramda kaldığı sürece bu avlanmanın haramlığı hükmünün devam etmesi ve İslâm dininde onun aleyhine bu şekilde hitabın yöneltilmiş olmasıdır. Yüce Allah'ın: "Cezası... öldürdüğü hayvanın benzeri" âyetinde, dört ayrı kıraat vardır, (Birincisi): "şeklinde, birinci kelime olan cezanın merfu' ve tenvinli okunması, ikinci kelimenin de sıfat olmak üzere ötreli gelmesi. Bu durumda haber ise saklıdır, ifadenin takdiri ise şöyledir: "Ona, öldürdüğü hayvanın benzeri bir ceza vacib olur." Bu kıraate göre "benzerin bizzat cezanın kendisi olması gerekir. İkinci kıraat 'ın merfu' ve tenvinsiz olarak, nin de izafet ile okunmasıdır. Yani ona, öldürdüğünün benzeri ceza vardır. Bu halde- fazladan gelmiştir. Konuşma anında; ; Ben senin gibisine ikram ediyorum, deyip de bununla; Ben de sana ikram ediyorum demek istemesine benzer. Bunun bir benzeri de şanı yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (el-En'âm, 6/122) İfadenin takdiri ise,: Karanlıklardaki kimse gibi midir? seklindedir. (Yani, âyet-i kerimede yer alan ve ikinci bir benzetmeyi ifade eden mesel kelimesinin zâid geldiğini kastetmektedir). Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir: "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (eş-Şûra, 42/11) Yani, onun gibi hiçbir şey yoktur. Bu kıraate göre, Öldürülen avın cezasının, onun benzerinden başkasının olmasını gerekmektedir. Zira, hiçbir şey kendi kendisine izafe edilmez. Ebû Ali de der ki: Ceza olarak verilmesi gereken öldürülenin karşılığıdır. Yoksa, öldürülenin benzeri ceza olarak verilmez. İzafet ise, mislin karşılığının ceza olarak verilmesini gerektirir. Öldürülenin cezasını değil. Bu, ileride de geleceği gibi Şâfiî'nin görüşüdür. Yüce Allah'ın: "Hayvanın" âyeti, her iki kıraate göre de ceza"nın sıfatıdır. el-Hasen ise, şeklinde "ayn" harfini sakin olarak okumuştur ki, bu da bir şivedir. Abdurrahman ise, şeklinde, ref ile ve tenvinli olarak; kelimesini ise mansub olarak okumuştur. Ebul-Feth der ki: kelimesinin mansub olması, bizzat "ceza" kelimesi iledir. Anlamı da: Öldürdüğünün benzerini ceza olarak verir, şeklinde olur İbn Mes'ûd ve el-A'meş ise, "ne" zamirini izhar ederek; Onun cezası,, benzeri...dir" diye okumuşlardır. Bu zamirin, ava yahut da avı öldüren avcıya ait olması muhtemeldir. 13- İhramlı İken Avlanmanın Cezası Hangi Halde Sözkonusudur? Ceza, yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, av hayvanını bizzat yakalamakla değil de onu öldürmekle vacib olur. el-Müdevvene'de şöyle denilmektedir: Kim bir kuş avlar da onun tüylerini yolsa, sonra da onu bir yerde alıkoysa, o kuşun tüyleri bitip uçsa, bu kuşu avlayana bir ceza düşmez. Aynı şekilde bir av hayvanın ön ayağını yahut arka ayağını, ya da organlarından herhangi birisini koparsa ve ölmezse sağlığına kavuşup diğer av hayvanlarına katılacak olsa, avcıya birşey düşmez. Ona, o av hayvanına verdiği eksiklik kadar bir ceza vermesi gerekir, de denilmiştir. Eğer av hayvanı kaybolup ne yaptığını bilemeyecek olursa, onun tam cezasını Ödemesi gerekir. Av hayvanı kötürümleşip diğer hemcinslerine katılamayacak olursa yahut da onun için durumun tehlikesinden korkulacak bir halde bırakırsa, o hayvanın tam olarak cezasını ödemesi gerekir. 14- Cezası Gereken Av Hayvanları: Cezası gereken av hayvanları, karada yaşayan hayvanlar ile kuşlar olmak üzere iki türlüdür. Karada yaşayan hayvanlardan, hilkat ve şekil itibariyle benzeri olanı ile cezalandırılır. O bakımdan, deve kuşunda büyük baş hayvanı, yaban eşeği, yaban öküzü karşılığında inek, ceylanda da koyun ceza olarak kesilir. Şâfiî de bu görüştedir. Mâlik'e göre, ceza olarak yeterli olan asgari miktar, mümkün olan ve kurban edilebilen hediye kurbanıdır. Bu ise, koyun ve keçi türünden bir yaşında, onun dışındaki büyük başlardan ise seniy (inek türü için üç yaşında, deve için altı yaşında )dir. Cezası bu seviyeye ulaşmayanların karşılığında ya yemek yedirilir, yahut oruç tutulur. Bütün güvercin türlerinde -Mekke güvercini müstesna- kıymetleri fidye olarak verilir. Ancak Mekke güvercini karşılığında bu hususta selefe uyularak bir koyun verilir. Dubsî (kara tüylü bir kumru çeşidi), üveyik kuşu ve kumru ile boynunda gerdanlığı andıran renkli tüyleri bulunan bütün kuşların hepsi de güvercin gibidir. İbn Abdilhakem'in, Mâlik'ten naklettiğine göre, Mekke güvercinleri ile yavruları karşılığında bir koyun ceza kurbanı kesilir. Yine Mâlik der ki: Bütün Harem bölgesinin güvercinleri de böyledir. Ancak, Harem bölgesi dışındaki güvercinlerde bilirkişi takdirine göre ceza verilir. Ebû Hanîfe der ki: Avlanan hayvanın misli, kıymette muteberdir. Hilkatte değil, O bakımdan, avlanan hayvanın öldürüldüğü yerde o av satılmıyor ise, ona en yakın olan yerde dirhem olarak kıymeti belirlenir. O da bu kıymet ile dilediği takdirde bir hediye kurbanı satın alır. Yahut dilerse onunla yiyecek alır ve herbir yoksula dilediği takdirde yarımşar sa' buğday, yahut arpa veya hurmadan da birer sa' yedirir. Şâfiî ise, öldürülen avın mislinin davarlardan takdir edilmesi gerektiği görüşündedir. Nasıl ki telef edilen birşeyin mislinin kıymeti nazar-ı itibara alınıyorsa, bunda da mislinin kıymeti tesbit edilir. Eşyanın kıymeti alındığı gibi, burada da Öldürülen hayvanın mislinin kıymeti esas alınır. Çünkü, vücutta aslolan misildir. Bu da gayet açıktır. İşte, şeklindeki izafetle kıraat de buna göre açıklanır. Ebû Hanîfe delil göstererek der ki: Eğer, deve kuşunda büyük baş hayvan, yaban eşeğinde inek ve ceylanda bir koyun şeklinde hilkat bakımından benzerlik muteber olsaydı, âyet-i kerimede cezayı tesbit etmek, o hususta hüküm verecek adaletli iki kişinin hükmüne bağlı bırakılmazdı. Çünkü bu, bilinmiş olduğundan ayrıca görüş belirtip üzerinde düşünmeye gerek olmazdı. Âdil kişilerin takdirine ve konu üzerinde düşünmeye ihtiyaç duyulan şey, belirtip içinden çıkılması zor ve konu ile ilgili bakış açılarının farklı olduğu şeylerde sözkonusudur, Bizim ona karşı delilimiz, yüce Allah'ın: "Cezası... Öldürdüğü hayvanın benzeri kurban etmektir" âyetidir Benzerlik, zahiri itibariyle yaratılış ve suret bakımından benzerliği gerektirir. Mana bakımından benzerliği gerektirmez. Diğer taraftan yüce Allah: "Öldürdüğü hayvanın benzeri" diye buyurmakla, benzerin cinsini beyan etmekte, bundan sonra ise "içinizden... iki âdil kimsenin hükmü İle" diye buyurmaktadır ki, burada hakkında hüküm verilecek olana ait olan zamir, hayvanın benzerine racidir. Çünkü, bundan önce zamirin kendisine raci olacağı ondan başka herhangi bir şeyden söz edilmemiştir. Daha sonra İse: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurulmaktadır. İşte kurban edinilmesi düşünülebilen hayvan, öldürülen hayvanın misli olmaktadır. Kıymete gelince, kıymetin hediye kurbanı olması düşünülemez. Ayru âyet-i kerimede ondan söz edilmiş değildir O halde, bizim zikrettiğimiz hususun doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Allah'a hîimd olsun. Onların: Eğer benzerlik muteber olsaydı, bu konuda hüküm vermek âdil kişilere bırakılmazdı, şeklindeki sözlerine de şöyle cevap verilir: Âdil kişilerin verecekleri hükmün muteber olması, av hayvanının küçüktük ve büyüklük gibî durumlarının, cinsinden davar bulunan ile, bulunmayanın tesbit edilmesi ile, hakkında nassın sözkonusu olduğu hayvanları, nassın sözkonusu olmadığı hayvanlara ilhak edilip edilmemesi içindir. 15- Avla Öldürülen Çeşitli Hayvanların Cezaları: Bir kimse, Mekke'den ihrama girerek, evinin kapısını İçeride güvercin yavruları bulunduğu halde kapatacak olur da bu yavrular ölecek olursa, her bir yavruya karşılık bir koyun kurban keser. Mâlik der ki: Av hayvanlarının küçüklerindeki ceza da büyüklerindeki ceza gibidir. Bu, aynı zamanda Atâ'nın da görüşüdür. Mâlik'e göre, hiçbir hayvanın sütten yeni kesilmiş dişi oğlak veya dört aylık kuzu ise fidyesi verilmez. Yine Mâlik der ki: Bu da diyet gibidir. Küçüğü ile büyüğü arasında bir fark yoktur, Mâlik'e göre keler ile cerboa karşılığında yiyecek olarak kiymetev Medavditef küçük ona mu. edenler olduğu gibi, küçük baş hayvanlarda, bir yaşında, büyükbaş hayvanlardan olan ineklerde üç, develerde de altı yaşını nazar-ı itibara almak hususunda ona muhalefet eden ve Hazret-i Ömer'in şu görüşü doğrultusunda kanaat belirtenler vardır: Tavşana karşılık dişi oğlak, cerboa'ya karşılık da dört aylık kuzu ceza verilir. Bunu, Mâlik de mevkuf olarak rivâyet etmiştir. Muvatta’, Hacc 230. Ebû'z-Zubeyr de Cabir'den, o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: İhramlı bir kimse bir sırtlan öldürecek olursa, karşılığında bir koç, ceylan öldürecek olursa bir koyun, tavşan öldürecek olursa, dişi oğlak, cerboa öldürecek olursa da dört aylık bir kuzu (cefra) ceza verir, O dedi ki: Cefra, sütten kesilmiş olup ot yemeye başlamış olan kuzudur. Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: Ben, Ebû'z- Zubeyr'e; Cefra nedir, diye sordum, o da: Sütten kesilip otlamaya başlamış olan kuzudur dedi. Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 247. Şâfiî ise der ki: Devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan, yavrusunda ise, sütten kesilmiş bir deve verilir. Yaban eşeğine karşılık bir inek, yaban keçisine karşılık ise, bir dana verilir. Çünkü, yüce Allah, hilkat itibari ile misli olmasını hükme bağlamıştır. Küçüklük ve büyüklük ise birbirinden farklı olabilir. O bakımdan bu gibi durumlarda küçüğü ve büyüğü, diğer telef olan şeylerde olduğu gibi nazar-ı itibara almak gerekir İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur, ilim adamlarımızın tercihi de budur Onlar derler ki: Eğer, öldürülen av hayvanının bir gözü kör yahut bir ayağı topal veya kırık ise, ceza olarak verilecek olan benzeri davar da onun niteliğinde (bir gözü kör veya topal, ya da kırık) ise, mislinden oluş tahakkuk etmiş olur. Çünkü, bir şeyi telef eden, telef ettiğinden fazlası ile yükümlü tutulmaz.-Delilimiz ise, yüce Allah'ın; "Cezası., öldürdüğü hayvanın benleri...dir" diye buyurmuş ve küçük ile büyük arasında herhangi bir ayırım gözetmemiş olmasıdır. Yüce Allah'ın: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" âyeti ise, mutlaklık dolayısı ile, kurban olabilecek, kendisine kurban denilebilecek türden olmasını gerektirir. Bu da, kurbanın tam ve eksiksiz olmasına gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 16- Av Hayvanlarının Yumurtaları Telef Edilirse: Devekuşu yumurtasında, Mâlik'e göre büyükbaş hayvanın kıymetinin onda biri ceza olarak verilir. Mekke güvercinleri yumurtası karşılığında ise yine ona göre, bir koyunun kıymetinin ondabiri ceza olarak verilir. İbnü’l-Kasım der ki: Yumurtada yavru bulunması ile bulunmaması arasında yumurtanın kınlısından sonra yavru canlı olarak çıkmadığı sürece- değişen birşey olmaz. Şayet -yumurtadan canlı çıkarsa, o kuşun büyüğünün cezası gibi tam ceza ödemesi gerekir. İbnü'l-Mevvâz, âdil iki kişinin vereceği hükme göre ceza verilir, demektedir. İlim adamlarının çoğunluğu ise, her kuşun yumurtasına karşılık kıymetinin ceza olarak verileceği görüşündedirler. İkrime, İbn Abbâs'tan, o, Kâ'b b. Ucre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihramlı bir kimsenin kırdığı devekuşu yumurtası hakkında, onun kıymetinin verilmesini hükme bağladığını rivâyet etmektedir. Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî, II, 247. Ebû Hüreyre'den de şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herbir devekuşu yumurtasına karşılık ya bir gün oruç tutulur yahut bir yoksula yemek yedirilir." Dârakutnî, II. 249. 17- Davarlardan Benzeri Bulunmayan Av Hayvanları: Serçe ve fil gibi benzeri bulunmayan av hayvanlarına gelince, bunların et olarak kıymetleri yahut bunun dengi yiyecek verilir. Bunların avlanmalarından gözetilen maksatlar ise nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü, misli bulunanlar hakkında nazar-ı itibara alınan husus, onun mislinin kurban edilmesidir. Şayet misli yoksa, o takdirde gasb ve benzeri hususlarda olduğu gibi, kıymet onun yerini tutar. Çünkü insanlar, bu hususta iki görüş benimsemişlerdir. Kimisi bütün av hayvanlarında kıymeti nazar-ı itibara alır ve kimisi de yalnızca davarlardan benzeri bulunmayan hayvanlar hakkında kıymet verileceğini kabul eder. İşte bu husus, aynı zamanda misli bulunmayan avlar hakkında kıymetin muteber olacağı üzerinde icmaı da İhtiva etmektedir. Fil hakkında, denildiğine göre, iki tane hörgücü bulunan büyük bir hecin devesi kurban edilir. Hecîn develeri ise Horasanda olup beyaz tüylüdürler. Şayet bu develerden hiç bulunamıyor ise, o takdirde onun kıymeti kadar yiyeceğe bakılır ve bu kadar yiyeceği yoksullara yedirmesi gerekir. Bu hususta yapılacak uygulama ise şöyledir: Fü\ bir kayığa bindirilir. Bu kayığın suya ne kadar geçeceğine bakılır. Daha sonra fi) kayıktan çıkartılır, kayığa filin indirdiği sınıra ininceye kadar yiyecek (buğday ve benzeri yiyecekler) doldurulur. İşte, yiyecek bakımından onun dengi budur. Şayet kıymetine bakılacak olursa, şüphesiz ki, kemikleri, dişleri dolayısıyla büyük bir değeri vardır. O takdirde fidye olarak verilecek yiyecek de artar. Bu ise bir zarardır. Yüce Allah'ın: "İki âdil kimsenin hükmü ile..." âyeti ile ilgili olarak Mâlik, Abdulmelik b. Kurayb'den, o, Muhammed b. Sîrîn'den rivâyet ettiğine göre, bir adam Ömer b. el-Hattâb;a gelip şöyle demiş: Ben ve bir arkadaşım bir dağ yolu ağzına kadar iki atla yarıştık. İkimiz de İhramlı olduğumuz halde bir ceylan öldürdük. Görüşün nedir? Ömer, yanındaki adama şöyle dedi: Gel de seninle beraber bu işe hüküm verelim. Hakkında bir keçi kurban etmesini hükme bağladılar. Adam giderken şöyle diyordu: Şu Emiru'l-mü’minin olacak adama bakınız. Yanına onunla birlikte hüküm vermek üzere bir başka adamı çağırmayıncaya kadar bir ceylan hakkında hüküm veremiyor. Ömer b. el-Hattâb adamın bu sözünü işitince onu çağırdı ve el-Mâide sûresini biliyor musun diye sordu. Adam: Hayır deyince, bu sefer: Peki benimle beraber hüküm veren adamın kim olduğunu tanıyor musun, diye sordu, adam yine: Hayır deyince Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: Eğer bana el-Mâide Sûresi'ni bildiğini söylemiş olsaydın, canını acıtacak kadar seni döverdim. Sonra şöyle dedi: Muhakkak yüce Allah Kitabında: "İki âdil kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ’be’ye ulaştırdacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurmaktadır. Bu adam da Abdurrahman b. Avf'dır. 19- Hakemlerin İttifak Etmeleri ve Görüş Ayrılıklarının Etkisi: İki hakem ittifak edecek olursa, verdikleri hükmün yerine getirilmesi gerekir. el-Hasen ve Şâfiî böyle demiştir. Şayet ihtilâf edilirse onlardan başka hakem aranır. Muhammed b. el-Mevvâz der ki: İki hakemin görüşünden daha yüksek bir görüş almaz. Çünkü bu, hakem tayini olmaksızın bir uygulama olur. Aynı şekilde eğer hakemler hükme bağlayacak olurlarsa, hilkat bakımından benzeri olan davan bırakıp yemek yedirme cihetine gitmez, Çünkü, artık bu yerine getirilmesi gereken bir husus olmuştur. Bunu da İbn Şaban söylemiştir. İbnü'l-Kasım ise der ki: Eğer avı öldürmüş olan kişi, öldürdüğü hayvanın davarı bırakıp benzerini hükme bağlamalarını istemişse, onlar da böyle yapmış İseler, o da bunu bıraksp yemek yedirme yolunu seçecek olursa, câiz olur. İbn Vehb -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de, "el-Utbiyye" de şöyle demektedir: Hakemlik edeceklerin, avı öldüreni muhayyer bırakmaları sünnettir. Nitekim, yüce Allah'ın onu: "Kâ'be'ye ulaştıracak bir hayvan kurban etmektir, yahut keftareti, düşkünlere yemek yedirmektir veya bunun dengi oruç tutmaktır"dan birisini seçmekte muhayyer bıraktığı gibi. Eğer o3 kurban göndermeyi tercih edecek olursa, hakemler de kendi görüşlerine göre öldürdüğü av hayvanına denk düşecek yemek yedirme veya bunun dengi oruç tutmak ile öldürdüğü hayvanın dengi bir koyun olup olmamasını gözönünde bulundurarak hüküm verirler. Çünkü koyun, kurbanın asgarisidir. Şayet, öldürdüğü hayvanın dengi koyuna ulaşamıyor ise, o takdirde buna karşılık yemek yedirme hükmünü verirler, sonra da bu miktan yoksullara yedirmesi, yahutta bunun yerine her bir mud karşılığında bir gün oruç tutması arasında muhayyer bırakılır. Mâlik de el-Müdevvene’de böyle demiştir. 20- Öldürülen Avlara Karşılık Geçmişte Belirlenmiş Cezalar Nazarı İtibara Alınır mı? Hakkında âdil kişilerin hüküm verdiği olsun olmasın, her meselede yeniden hüküm verilir. Şayet ashâb-ı kiramın vermiş olduğu av hayvanlarının cezalarını kabul edip, onların hakemlikleriyle yetinecek olursa bu güzel bir şeydir. Mâlik'ten rivâyet olunduğuna göre, Mekke güvercinleri, yaban eşekleri, ceylan ve devekuşu müstesna, diğerlerinde yeniden âdil kişilerin hükümlerine başvurmak gerekir. Bu dört hayvanda ise, geçmişteki seleflerin verdikleri hükümlerle yetinilir. 21- Avı Öldürmüş Olan (Cani) Hakemlik Yapabilir mi? Avı öldürmüş olanın ikt hakemden birisi olması câiz değildir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî ise iki görüşünden birisinde şöyle demektedir: Cani, iki hakemden birisi olabilir. Ancak bu, onun bir parça müsamahakârca verdiği bir hükümdür. ÇünküT âyetin zahiri bir cani ile iki hakemin ortada olmasını gerektirmektedir. Sayılardan birisini kaldırmak, zahiri ıskat etmektir, manayı da ifsad etmektir. Çünkü kişinin kendi lehine hüküm vermesi câiz değildir. Şayet bu câiz olsaydı, o takdirde kendisi bu iş için yeterli olur, başkasına da ihtiyaç olmazdı. Zira bu, kendisiyle Allah arasında vereceği bir hükümdür. Onun yanına ikinci bir kişinin katılması ise, bu hükmün bağımsız iki kişi tarafından verilmesi gerektiğine delildir. 22- Bir Topluluk Tek Bir Av Hayvanını Öldürürse: İhrama girmiş bir topluluğun, tek bir avın öldürülmesine katılmaları haliyle ilgili olarak Mâlik ve Ebû Hanîfe : Bunların herbirisi tam bir ceza öder demektedir, Şâfiî ise şöyle der: Ömer ve Abdurrahman (radıyallahü anh)'ın bu konudaki hükümleri dolayısıyla hepsine tek bir keffaret düşer. Dârakutnî'nin rivâyetine göre, İbn ez-Zubeyr'in azatlı köleleri, yanlarından geçen bir sırtlana asalarını fırlatıp atarlar. Sırtlana isabet ettirmeleri üzerine içten içe rahatsız olurlar. (Daha önce bir sahabiye sormuş, o da herbirinin ayrı birer keffârette bulunacağını onlara söylemişti). Sonra İbn Ömer'e giderek ona durumu anlatırlar, o da şöyle der: Hepinize bir koç düşer. Onlar: Herbirimize mi bir koç düşer, deyince o: Size böyle denilmek suretiyle gerçekten aleyhinize olmak üzere iş sıkı tutulmuş. Hepinize bir koç düşer, diye cevap verir. Dârakutnî, II, 250 Yine İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, o, bft sırtlan öldürmüş bir topluluk hakkında: Hepsine bir koç düşer. Onlar bunu kendi aralarında paylaşırlar, demiştir. Dârakutnî, II, 250. Delilimiz ise, yüce Allah'ın: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse, cezası iki âdil kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın benzeri... bir hayvan kurban etmektir" âyetidir. İşte bu, av öldüren herkese yönelik bir fritabtır. Avı öldürmeye katılanların herbirisi ise, tam ve eksiksiz bir canın katilidir. Buna delil de bir kişiyi öldüren bir topluluğun o kişi karşılığında öldürülmesidir. Eğer bu böyle olmasaydı onlara kısas gerekmezdi. Bu durumda bütün katillere kısas uygulamanın vücubunu, biz de, onlar da icma halinde söylemiş bulunuyoruz. O halde bizim dediğimiz sabit olmaktadır. 23- îkram Olmayanların Harem Bölgesinde Av Hayvanları öldürmeleri: Ebû Hanîfe der ki: Hepsi de ihramlı olmayan, harem bölgesinde bulunan bir topluluk, orada bir av hayvanı öldürecek olurlarsa, ihramlı kimselerin Harem bölgesi içerisinde veya dışında öldürmeleri halinin aksine tek bir ceza ödemekle yükümlü olurlar. Çünkü, Un ramlılar için) durumda herhangi bir farklılık olmaz. Mâlik ise der ki: Onların herbirisi için tam bir ceza sözkonusudur. Bu da bir kimsenin Harem bölgesine girmekle birlikte ihranılı bir kişi olması esasına binaendir. Tıpkı bir kimsenin ihram için telbiye getirmesiyle ihrama girmiş kabul edildiği gibi. BU iki fiilden herbirisi o kişiye, bir yasağın kendisine taalluk ettiği bir nitelik kazandırmıştır. Bu kişi de bu haliyle (yani avı öldürmesiyle) her iki halde de bu yasağı çiğnemiş olur, Ebû Hanîfe'nin delili de, Kadı Ebû Zeyd ed-Debûsİ'nin zikrettiğine göre şöyledir: Buradaki sır şudur: İhramda cinayet ibadete karşı bir cinayettir. Onlardan her birisi ayrı ayrı kendi ihramına ait bir yasağı işlemiştir. İhramlı bir kimse Harem bölgesinde bir av hayvanını öldürecek olursa, öldürülmemesi gereken bir canı öldürmüş olur ve böylelikle bu, bir topluluğun bir canı öldürmesi gibi olur. O takdirde, onların herbirisi bir canı öldürmüş demek olur. Bu durumda da hepbirlikte kıymetini ortaklaşa öderler. İbnü’l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe delil itibari ile bizden daha güçlüdür. Bizim ilim adamlarımız bu delili küçümserler ama, bizim için bundan ayrılmak zordur. 24- Kâ'be'ye Ulaştırılacak Kurban: Yüce Allah'ın: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" âyetinin anlamı şudur: Her iki hakem de eğer kurban kesilmesi hükmünü verecek olurlarsa, bu kurbana hediye kurbanına uygulandığı gibi işaret koyma, gerdanlık koyma işlemleri yapılır ve Harem dışındaki bölgeden Mekke'ye gönderilir, o kurbanlık orada kesilerek orada sadaka olarak dağıtılır. Çünkü Yüce Allah'ın: "Kâ'beye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" âyeti bunu gerektirmektedir. Burada muayyen olarak kastedilen Kâ'be değilir Çünkü hediye kurbanı oraya ulaşamaz. Zira Kâ'be Mescid-i Haramın içindedir. Maksat, Harem bölgesidir, bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Şâfiî de der ki: Gönderilecek hediye kurbanının mutlaka haremin dışındaki bölgeden gönderilmesi gereği yoktur. Çünkü, küçük av hayvanına karşılık, küçük hediye göndermek gerekir. O takdirde bu hediye Haremden satın alınır ve orada hediye olarak verilir. 25- îhramhyken Avlanmanın Keffâreti Olarak Yoksullara Yemek Yedirmek: Yüce Allah'ın: "Yahut keffareti düşkünlere yemek yedirmektir" âyetinde sözü geçen keffâret, avlanmanın keffare tidir. Hediye kurbanının yerine bir keffâret değildir. İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Av hayvanı öldüren kişi hakkında işittiklerimin en güzeli, o konuda avlanan aleyhine şu şekilde hüküm verilmesidir: Öldürdüğü av hayvanına kıymet biçilir. O değerde ne kadar yiyecek alınabileceğine bakılır. Her bir yoksula bir mud yedirilir, yahut her bir mud karşılığında bir gün oruç tutar. İbnü’l-Kasım da Mâlik'Een naklen şöyle demektedir: Eğer Öldürülen av hayvanına dirhem türünden kıymet biçilecek olursa, sonra da bununla yiyecek olarak ne alınacağı tesbit edilirse bu da onun için yeterlidir. Ancak doğrusu birincisidir. Abdullah b. Abdulhakem de onun gibi demiştir. Yine, Abdullah b. Abdulhakem, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmiştir: Av öldüren, bu üç hususta muhayyerdir. Yani, İster maddi imkânı bulunsun ister bulunmasın, hangisini yaparsa onun için yeterlidir. Atâ ve fukahânın Cumhûru da bu görüştedir. Çünkü "veya, yahut" gibi anlamlara gelen; (........) muhayyerlik ifade eder. Mâlik der ki: Şanı yüce Allah'ın Kitabında keffâretler hakkında; şu veya şu denilen her hususta sahibi muhayyerdir. Bunların hangisini yapmak isterse yapabilir İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: îhramlı bir kimse, bir ceylan veya ona benzer bir hayvan öldürecek olursa, Mekke'de kesilmek üzere bir koyun kurban eder. Eğer bulamayacak olursa, altı yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa üç gün oruç tutması gerekir. Şayet bir dağ keçisi veya onun gibi bir av hayvanı öldürecek olursa, bir inek kurban etmesi gerekir Bulamayacak olursa, yirmi yoksula yemek yedirir. Eğer bulamayacak olursa, yirmi gün oruç tutar, Şayet bir devekuşu yahut bir eşek öldürecek olursa, büyükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Bulamadığı takdirde otuz yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa, otuz gün oruç tutar. Yoksullara yemek yedirme miktarı ise, doymaları için herbirisine birer mud verilir. İbrahim en-Nehaî ve Hammâd b. Seleme de böyle demişlerdir. Onlar derler ki: "Yahut keffareti yemek yedirmektir" âyeti, kurban bulamadığı takdirde yemek yedirir, demektir. et-Taberî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: îhramlı bir kimse bir av hayvanı öldürecek olursa onun hakkında onun karşılığım ceza olarak vermesi hükme bağlanır. Eğer onun karşılığını bulabilecek olursa, onu keser ve sadaka olarak dağıtır. Şayet, yanında onun karşılığını alacak para yoksa, karşılığına dirhem cinsinden kıymet biçilir. Sonra, dirhemlerle ne kadar buğday alınacağı tesbit edilir. Ondan sonra da herbîr yarım sa' karşılığında bir gün oruç tutar. Yine İbn Abbâs der ki: Yemek yedirmekle orucun durumu açıklanmak istenmiştir. Yemek yedirme imkânı bulamayan bir kimse, elbette onun karşılığını bulabilir. Bunu, ayrıca es-Süddî'den de senediyle kaydetmektedir. Fakat bu görüş, âyetin zahiri ile tearuz, çatışma, halindedir ona uygun düşmemekîedir. 26- Öldürülen Hayvanın Kıymeti Ne Zaman Nazarı İtibara Alınır? İlim adamları, telef edilen hayvanın nazar-ı itibara alınacağı zamanı tesbitte farklı görüşlere sahiptir. Bir gurup, hayvanın telef edildiği gün nazar-ı itibara alınır derken, başkaları da bunun cezasını vereceği gün nazar-ı itibara alınır, demektedir. Başkaları da; telef eden, hayvanı telef ettiği günden hükmün verileceği güne kadar iki değerden hangisi daha fazla ise onu yerine getirmek zorundadır, derler İbnü'l-Arabî ise der ki: Bizim ilim adamlarımız da onlar gibi ihtilaf etmişlerdir. Doğru olan ise, avı telef ettiği günkü kıymeti ödemekle yükümlü olduğudur. Buna delil de şudur: O hayvanın varlığı, aleyhine telef olunana ait bir hak idi. Telef eden onu ortadan kaldırdığına göre, misli ile onu var etmek zorundadır. Bu da o hayvanı telef ettiği vakittir. 27- Öldürülen Av Hayvanının Keffâreti Nerede Yerine Getirilir? Eğer kelfâret kurban şeklinde verilecekse, bunun mutlaka Mekke'de olması gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir" diye buyurmaktadır. Yemek yedirmek hususunda ise, Mekke'de mi olur, yoksa hayvanın öldürüldüğü yerde mi, olur hususunda Mâlik'in farklı görüşleri gelmiştir Şâfiî, bunun Mekke'de olacağı görüşünü benimsemiştir. Atâ ise der ki: Eğer ceza, kan (kurban) yahut yemek yedirmek şeklinde ise Mekke'dedir. Orucu da dilediği yerde tutabilir. Oruç hususunda Mâlik'in görüşü de budur, bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Kadı Ebû Muhammed Abdulvehhâb der ki: Oruç müstesna, avlanma cezasından herhangi birisini Harem bölgesi dışına çıkarmak câiz değildir. Hammâd ile Ebû Hanîfe ise derler ki: Kayıtsız ve şartsız olarak av hayvanını öldürdüğü yerde keffârette bulunur Taberî de şöyle demektedir: Mutlak olarak dilediği yerde keffârette bulunur. Ebû Hanîfe'nin görüşünün kıyas açısından İzah edilir bir tarafı olmadığı gibi, bu hususta herhangi bir rivâyette yoktur. Dilediği yerde oruç tutar, diyenlerin görüşüne gelince, oruç, oruç tutana has bir ibadettir. O bakımdan diğer keffâretler dolayısıyla ve başka sebeplerle oruç tutmakta olduğu gibi her yerde olabilir. Yemek yedirmenin Mekke'de olması gerektiğine gelince, çünkü yemek yedirmek, hediye kurbanına bedeldir veya onun benzeridir. Hediye kurbanı ise Mekke yoksullarının bir hakkıdır. Bundan dolayı onun bedeli veya benzeri de Mekke'de olmalıdır. Her yerde olur, diyenlerin görüşüne gelince, onlar bu hususta hertürlü yemek yedirme ve fidyeyi nazar-ı itibara alırlar. O bakımdan bunun her yerde yapılmasını câiz kabul ederler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 28- Avlanma Keffâreti Olarak Oruç Tutmak: Yüce Allah'ın: "Veya bunun dengi oruç tutmaktır" âyetinde geçen "Denk" kelimesinin "ayn' harfi üstün de esreli de okunabilir. Bunu, el-Kisâî söylemiştir, el-Ferrâ' der ki: Bu kelimenin "ayn" harfi esreli okunursa onun cinsinden benzeri demektir. Üstün okunursa, başka cinsten onun benzeri anlamına gelir. Bu görüş el-Kisaî'den nakledilmektedir. O bakımdan, konuşma esnasında; "Yanımda senin dirhemlerinin dengi, benzeri dirhemler vardır" derken, "ayn" harfi esreli söylenir. Buna karşılık; Yanımda senin dirhemlerine denk elbise vardır," denildiği zaman da "ayn" harfi üstün olarak söylenir. Ancak, el-Kisaîden sahih olan rivâyet, her ikisinin de birer söyleyiş olduğu şeklindedir. Basralıların görüşü de budur. Orucun yemeğe denkliği ise, sayıdan daha yakın bir şekilde düşünülemez. Mâlik der ki: Her mud için bir gün oruç tutar. İsterse bu iki yahut üç aydan fazlasına tekabül etsin. Şâfiî de bu görüştedir. Bizim mezhebimiz âlimlerinden Yahya b. Ömer de der ki: Bunun yerine şöyle denilir: Bu avla kaç kişi doyabilir? Böylelikle onla doyacak insan sayısını öğrenir. Sonra: Bu sayıdaki kişiye ne kadar yemek (buğday) yeter diye sorar. Ondan sonra dilerse bunu yiyecek olarak çıkarıp verir, dilerse bu yiyeceğin (buğdayın) mud miktan kadar oruç tutar. Bu ise, ihtiyatı gözönünde bulunduran güzel bir görüştür. Çünkü kimi zaman av hayvanının yiyecek türünden kıymeti az olabilir. Bu uygulama ile yemek yedirme miktan da çoğalmış olur. İlim ehli arasından kimisi de ceza orucunun iki ayı geçmeyeceği görüşündedir. Bunlar derler ki: Çünkü iki ay kefaretlerin en üst sinindir. İbnü’l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Ebû Hanif'e de (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle der; Rahatsızlık dolayısıyla oruç tutma fidyesi nazar-ı İtibara alınarak, her iki mud karşılığında bir gün oruç tutar. 29- Bu Ceza Yaptığının Vebalini Tatması İçindir: Yüce Allah'ın: "Tâ ki, ettiğinin vebalini tatmış olsun" âyetinde yer alan "tatmak", istiare yoluyla kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Tat Çünkü sen, aziz ve kerim imişsin" (ed-Duhân, 44/49); "Allah da onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı" (en-Nahl, 16/112) âyetinde olduğu gibi, "Tatmak" ise, gerçekte tat alma duyusu olan dil ile olur. Burada tatmak, bütün bu âyetlerde istiare yoluyla kullanılmıştır, "Kim, Rabb olarak Allah'tan razı olursa, imanın tadını almış olur" Müslim, Îman 56; Tirmizî, Îman 10; Müsned, I, 208. hadisindeki tatmak da bu kabildendir. Vebal; kötü akıbet demektir. (Aynı kökten gelen): Vebil mer'a ise, yenilmesinden sonra rahatsızlık veren mer'adır. Vebil yiyeyecek İse, ağırlık veren ve ağır gelen yiyecek demektir. Şairin şu mısra) da bu kabildendir: "Açın düşmanlık eden ve oldukça ağır bir yiyeceği andıran bir yaşlı adamın hanımı..." Yüce Allah burada "ettiği" ile bütün halini İfade etmiştir. 30- Geçmişi Allah Affetmiştir. Tekrar Bu İşe Dönenden de Allah İntikam Alacaktır: Yüce Allah'ın: "Allah geçmiştekileri bağışlamıştır" âyeti, cahiliye döneminizde iken av hayvanını öldürmenizi bağışlamıştır, demektir. Bu açıklamayı Atâ b. Ebi Rabalı ile, bir topluluk yapmıştır. Keffâret ile ilgili hükmün nüzulünden öncekileri bağışlamıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir, "Fakat kim bir daha böyle yaparsa" yani, kim bir daha bu yasaklanan işi işleyecek olursa, "Allah ondan" keffâret ile "intikam alır." "Allah ondan İntikam alır" âyetinin anlamı hakkında şöyle de denilmiştir: Yani, eğer bu işi helal belleyerek yapmışsa, Allah âhirette ondan intikâm alır ve zahir hükme göre de keffârette bulunur. Şurcyh İle Saîd b. Cübeyr derler ki: İlk defasında onun aleyhinde keftâret hükmü verilir. Bir daha tekrarlayacak olursa, hakkında hüküm vermez, ona: Git, Allah senden intikamım alacaktır, denilir. Yani, senin günahın keffâret ile bağışlanmaktan daha büyük bir şeydir. Tıpkı yalan yere kastı olarak yapılan yeminin (yemin-i facirenin) ilim ehlinin çoğunluğuna göre günahının büyüklüğünden Ötürü keffâret siz oluşu gibi. Verâ ve takva sahipleri, ise, keffârette bulunmak yoluyla Allah'ın intikamından sakınmaya çalışırlar. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir kimse bir daha tekrar bu işi yapacak olursa, ölünceye kadar sırtına kamçı vurulur. Zeyd b. el-Mualla’dan da rivâyet olunduğuna göre, adamın birisi ihramlı iken bir av hayvanı öldürdü. Bu durumu affolunduktan sonra bir daha aynı işi tekrarladı, Bunun üzerine yüce Allah gökten bir ateş indirdi ve o ateş o kimseyi yaktı. İşte bu da ümmet ve haddi aşan kimselerin masiyetten uzak durmaları için bir ibrettir. Yüce Allah'ın: "Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir" âyetinde geçen "mutlak galip: aziz" âyeti mülkünde güçlüdür. Kimse ona zarar veremez ve istediğini yapar, ona karşı konulamaz demektir. "İntikam sahibidir", dilediği takdirde kendisine karşı gelenlerden, isyankârlardan intikam alır. 96Deniz avı ve onu yemek, size de yolcuya da bir fayda olmak üzere sizin için helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı. Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun. Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Deniz avı... sizin için helâl kılındı" âyeti, deniz avının helal kılınışına dair bir hükümdür. Deniz avı ise, denizde avlanan bütün balıklardır. Burada av (sayd) ile kastedilen, avlamlandır. Denize izale edilmesi ise, bir sebep vasıtasıyla denizden olduğundan dolayıdır. Deniz (el-Bahr) ile ilgili açıklamalar, daha Önce el- Bakara Sûresinde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun. “Bir fayda olmak üzere" kelimesi, mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak mansubtur. Yani Kendisi ile Faydalandırılmanız... anlamındadır. Yüce Allah'ın, "Ve onu yemek" âyetindeki; müşterek bir lâfız olup, yenilen herşey hakkında kullanıldığı gibi, yalnızca su, yalnızca buğday, yalnızca hurma, yalnızca süt gibi özel bir yiyecek hakkında da kullanılır. Daha önce (5/93 ayet, 5. başlıkta) geçtiği üzere uyku uyumak hakkında da kullanılır. Burada ise, denizin kıyıya attığı ve deniz üstüne çıkan şeylerden ibarettir. Dârakutnî, İbn Abbâs'tan senedini de kaydederek yüce Allah'ın: "Deniz avı ve onu yemek size de, yolcuya da bir fayda olmak üzere sizin için helâldir" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Deniz avı, denizden avlananlardır. Onu yemek ise, denizin kıyıya attığıdır. Dârakutnî, IV, 270. Ebû Hüreyre'den de onun benzerini rivâyet etmektedir. Dârakutnî, IV, 270. Bu, ashâb ve tabiinden büyük bir topluluğun görüşüdür. İbn Abbâs'tan, onun yiyeceğinden kastın, denizde ölen olduğu da rivâyet edilmiştir ki, bu da bu manadadır. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir Onun yiyeceğinden kasıt, deniz avından tuzlanıp sonraya bırakılandır. Bir topluluk da onunla bu görüşü paylaşmıştır. Bir başka topluluk da şöyle demektedir: Denizin yiyeceği, suyundan ve içinde bulunan bitki ve benzeri başka şeylerden oluşan tuzudur. 3- Deniz Ürünleri Arasında Yenilenler ve Yenilmeyenler: Ebû Hanîfe der ki: Ölüp de su yüzüne çıkmış balıklar yenilmez. Ancak, onun dışında kalan sair balıklar yenilir. Denizde yaşayan bütün canlılar arasında balıktan başkası yenmez. Aynı zamanda bu, Ebû İshak el-Fezari’nin kendisinden yaptığı rivâyete göre es-Sevrî'nin de görüşüdür. el-Hasen de, ölüp su yüzüne çıkmış balığın yenilmesini mekruh görmüştür. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan da bunu mekruh gördüğüne dair rivâyet vardır. Yine Hazret-i Ali'den gelen rivâyete göre, yılan balığını mekruh gördüğü de rivâyet edildiği gibi, bütün ondan bunların yenileceğine dair bir rivâyet gelmiştir, daha sahih olan rivâyet de budur. Bunu da Abdurrezzak, es-Sevrî'den, o, Cafer b. Muhammed'den rivâyetle Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini nakle tmiştir: Çekirgeler ve bahklar temizdir. Ancak, Hazret-i Ali'den, ölüp de su yüzüne çıkmış balığın yenileceği hususunda farklı rivâyetler geldiği gibi, Hazret-i Cabir'den bunu mekruh gördüğüne dair rivâyet, ihtilafsız olarak nakledilmiştir. Aynı zamanda bu, Tavus, Muhammed, İbn Şîrîn ve Cabir b. Zeyd'in de görüşüdür. Delil olarak, yüce Allah'ın: "Leş size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyetinin umumi ifadesi ile, Ebû Dâvûd ve Dârakutnî'nin şu rivâyetlerini göstermişlerdir: Cabir b. Abdullah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Denizin çekilip de kıyıda bıraktıklarını, denizin kıyıya attıklarını yiyiniz. Fakat, kendiliğinden ölmüş, yahut ölüp de suyun üzerine çıkmış olanı ise yemeyiniz." Dârakutnî der ki: Bu hadisi Vehb b. Keysan'dan, o da Cabir'den yalnızca Abdulaziz b. Ubeydullah rivâyet etmiştir. Abdulaziz ise zayıftır, rivâyeti delil gösterilemez. Ebû Dâvûd, Et’ime 35; İbn Mâce, Sayd 18: Dârakutnî. IV, 267-268. Süfyan es-Sevrî de Ebû Zübeyr'den, o, Cabir'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den buna yakın bir rivâyet nakletmektedir. Dârakutnî der ki: Bunu, es-Sevrî'den müsned olarak Ebû Ahmed ez-Zübeyrî'den başkası rivâyet etmemiştir. Ancak, el-Veki' ve el-Aderûyyân Abdurrezzak, Müemmel, Ebû Âsım ve başkaları ise ona muhalefet ederek, bunu es-Sevrî'den mevkuf olarak rivâyet etmişlerdir ki, doğru olan da budur. Dûrakutnî, IV, 268. Aynı şekilde Eyyub es-Sahtiyanî, Ubeydullah b. Ömer, İbn Cüreyc, Züheyr, Hammâd b. Seleme ve diğerleri de Ebû'z-Zübeyr'den mevkuf olarak rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis, zayıf bir yoldan, İbn Ebi Zi'frden, o, Ebû'z-Zübeyr'den, o, Cabir'den, o da Peygamber'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Dâvûd, Et’ime 35. Dârakutnî der ki: Ayrıca bu, ismail b. Umeyye'den ve İbn Ebi Zib'den, o, Ebû Zübeyr'den merfu’ olarak rivâyet etmiş ise de merfu' rivâyeti sahih değildir. Bunu, Yahya b. Süleym, ismail b. Umeyye'den yoluyla merfu' olarak rivâyet ettiği halde, başkası bunu mevkuf olarak rivâyet etmiştir. Dûrakutnî, IV, 268. Mâlik, Şâfiî, İbn Ebi Leyla, el-Evzaî ve el-Escaî'nin rivâyetine göre, es-Sevrî ise şöyle demiştir: Denizde yaşayan balık ve diğer canlılar ile denizde bulunan sair hayvanlar, ister avlanmış olsunlar, isterse de ölü bulunmuş olsunlar yenilirler. Mâlik ve ona uyanlar, Hazret-i Peygamber'in deniz ile ilgili olarak söylemiş olduğu: "O, suyu temiz ve ölüsü helal olandır" Ebû Dâvûd, Tahâre, 4; Tirmizî Tahâre 52, Nesâî, Tahâre 46; İbn Mâce, Tahâre 38, Sayd 18; Dârimî, Vudû' 53, 54, Sayd 6, Muvatta’' Tahâre 12, Stıyd 12; Müsned, II, 237. 361, 378, 3935 III, 373, V, 365. hadisini delil göstermişlerdir. İsnad bakımından bu konuda en sahih rivâyet, Cabir b. Abdullah yoluyla gelen Amber diye bilinen balık ile ilgili rivâyet ettiği hadistir Ayrıca bu, hadisler arasında en sağlam yollardan sabit olmuş hadislerdendir. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir ki, bu hadiste şunlar da yer almaktadır: Biz Medine'ye gelince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardık, Ona bu hususu zikredince, şöyle buyurdu: "O, Allah'ın sizin için çıkardığı bir rızıktır. Beraberinizde bize yedirmek üzere etinden bir parça var mı?" Biz de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ondan bir parça gönderdik, O da onu yedi, Bu lâfız, Müslim'e aittir. Müslim, Sayd 17, 18; Buhârî, Zebâih 12; Meğazi 65; Ebû Dâvûd; Nesâî, Sayd 35, Dârimî Sayd Ğ; Müsned, III, 309, 311 Dârakutnî de İbn Abbâs'tan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, Ebû Bekir hakkında şöyle dediğine şahidlik ederim: Ölüp de su yüzüne çıkan balık, onu yemek isteyen için helaldir. Yine ondan, senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, Ebû Bekir hakkında şahidlik ederim ki o, ölüp de su yüzüne çıkmış balığı yemiştir Darekutnî, IV, 269-270. Ebû Eyyub'den de senedini zikrederek şunu nakletmektedir: Ebû Eyyûb, arkadaşlarından bir kaç kişi ile birlikte denizde yolculuğa çıktılar. Ölüp su üzerine çıkmış bir balık buldular. Ona bu balık(ın yenilip yenilemeyeceği) hakkında soru sordular, O da şu cevabı verdi: O, henüz tadı bozulmamış ve hoş mudur? Onlar: Evet deyince, şu cevabı verdi: O balığı yiyebilirsiniz, ondan payıma düşeni de bir kenara ayırınız. O sırada Ebû Eyyub oruçlu idi. Dârakutnî, IV 270. Yine senedini kaydederek, Cebele b. Atiyye'den naklettiğine göre, Ebû Talha’nın arkadaşları, ölüp su üstüne çıkmış bir balık ele geçirdiler. Durumu hakkında Ebû Talha'ya soru sormaları üzerine o da: Onu bana hediye ediniz diye cevap vermiştir. Dârakutnî, IV,271. Ömer b. el-Hattâb da şöyle demiştir: Balık tümüyle helaldir, yenir. Çekirge de tümüyle helaldir yenir. Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî. IV, 270. İşte bu rivâyetler, bunun mekruh olduğunu söyleyenlerin görüşlerini reddetmekte, âyetin umumî iradesini tahsis etmektedir Bunlar, Cumhûrun lehine delildir. Şu kadar var ki Mâlik, sadece su domuzunu (bir çeşit Yûnus) ismi bakımından mekruh görür, fakat haram kabul etmeksizin şöyle derdi: Siz buna domuz ismini veriyorsunuz. Şâfiî ise der ki: Su domuzunu yemekle bir mahzur yoktur. el-Leys (b. Sa'd) da der ki: Denizde kendiliğinden ölmüş hayvanı yemekte bir beis yoktur. Yine el-Leys şöyle demektedir; Su köpeği (köpek balığı) ile su aygırı da böyledir. Yine el-Leys şöyle demektedir: Ancak, ne su insanı, ne de su domuzu yenir. 4- Hem Karada, Hem Denizde Yaşayan Hayvanların Durumu: Hem karada hem de denizde yaşayan iki yaşayışları amfibi hayvanın îhramlı tarafından avlanılmasının helal olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, Ebû Miclez, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve başkaları der ki: Karada yaşayıp da orada da hayatını sürdürebilen her bir hayvan kara avıdır. Eğer ihramlı bir kimse böyle bir hayvanı öldürecek olursa, onun fidyesini öder. Ebû Miclez, bu kabilden ayrıca kurbağaları, kaplumbağaları ve yengeci de ilave etmektedir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, bütün kurbağa türleri haramdır. Kurbağa yemenin câiz olmadığı hususunda Şâfiî'den gelen rivâyetler arasında farklılık yoktur. Ancak, denizde yaşamakla birlikte, karada eti yenmeyen domuz, köpek ve buna benzer hayvanlara benzeyenler hakkında farklı görüşleri gelmiştir. Doğru olan ise bütün bunların yenileceğidir. Çünkü, Şâfiî'nin su domuzunun yenileceğine dair açık bir ifadesi vardır. Halbuki, denizde yaşayan bu hayvanın karada eti yenmeyen bir benzeri vardır. Ama, timsah, tirş ("bir cins köpek batığı) ve Yûnus balığının eti ona göre yenilmez. Diğer taraftan, azı dişi bulunan bütün hayvanlar da -Hazret-i Peygamber'in azı dişi bulunan bütün hayvanları yemeyi yasaklaması dolayısıyla- yenmez. İbn Atiyye der ki; Bu türler, sürekli olarak suda bulunurlar. O halde bunların deniz avından olmaları kaçınılmaz bir şeydir. İşte İmâm Mâlikin el-Müdevvene'de verdiği: Kurbağalar da deniz avındandır şeklindeki cevabı böyle açıklanır. Atâ b. Ebi Rabâh'tan ise, bu naklettiğimize muhalif bir kanaat rivâyet edilmiştir. O- hayvanın çoğunlukla nerede yaşadığını nazar-ı itibara alır, Ona, ibnü’l-ma' diye bilinen hayvan hakkında, o bir kara avı mıdır, yoksa bir deniz avı mıdır diye sorulunca: Nerede daha çok bulunuyorsa, oranın hayvanlarındandır. Nerede yavruhıyorsa, oranın hayvanlarındandır, demiştir. Bu, Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Doğrusu ise, ibnü’l-ma’ denilen hayvanın kara avı olduğudur. Çünkü o, hem otlar, hem de tane yer. İbnül-Arabî der ki: Hem karada hem denizde yaşayabilen hayvan hakkında sahih olan, bunun yasaklanmış olmasıdır, Çünkü, bu gibi hayvan hakkında iki delil tearuz (çatışma) halindedir. Haram oluşuna dair delil ile helâl oluşuna dair delil çatışmaktadır. Dolayısıyla ihtiyata uyarak, haram oluşuna dair delil tercih edilir. 5- Deniz Avı Yolculuk Yapana da Mukim Olana da Helâldir: Yüce Allah'ın; "Yolcuya da" âyeti ile ilgili iki görüş vardır: 1- Birinci görüşe göre, hem mukim olana, hem yolcu olana helâldir. Nitekim, Ebû Ubeyde yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte, kendileri yolcu oldukları halde deniz avından yedikleri gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mukim olduğu halde ondan yemiştir. Böylelikle yüce Allah, yolcu olana deniz avını helal kıldığı gibi, mukim olana da deniz avını helal kıldığını beyan etmektedir. 2- Yolculuk yapanlar, (es-Seyyâre) denizde yolculuk yapanlardır. Nitekim Mâlik ve Nesâî tarafından rivâyet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Adamın birisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a şöyle sormuş: Biz, denizde yolculuk yapıyor, fakat yanımıza az su alabiliyoruz. Eğer o sudan abdest alacak olursak susuz kalabiliriz. Durum bu iken deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "O, suyu temiz ve meytesi helal olandır." Bu hadis de 3. başlıktı geçmiş olup, kaynakları orada gösterilmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamlarımız şöyle demişlerdir Şayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Evet (abdest alabilirsiniz)" demekle yetinmiş olsaydı, yalnızca susuz kalmaktan korkulması halinde deniz suyundan abdest almak câiz olabilirdi. Çünkü, cevap soru ile ilişkilidir. Bu durumda verilen cevap da soruya göre açıklanırdı. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yeni bir kaide tesis etti ve şeriatin hükmünü beyan ederek: "O, suyu temiz ve meytesi helal olandır" diye buyurmuştur. Derim ki, Allah Rasulü'nün hakkında tahsis ifade ettiğine dair açık ifadeler ihtiva edenler dışında "bir kişi hakkındaki hükmü, genel hakkında da geçerlidir" şeklinde kabul edilmiş şer'i hüküm bulunmasaydi; elbette verilen özel cevabın o özel şahıslan aşarak, başkaları hakkında geçerli olması sözkonusu olmazdı. Hazret-i Peygamber'in Ebû Burde'ye -dişi oğlak hakkında- hitaben söylediği "onu kurban kesebilirsin; ancak o, senden başka kimse için artık geçerli olmaycaktır" Müslim. Edahi 4. 7, 8 âyeti bu kabulden açık bir tahsisi ihtiva eden buyraklara bir örnektir. 6- İhramlı Kimse, Kara Avından Yararlanamaz: Yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" âyetinde sözü geçen "haram kılmak" ayrılara (eşyaya) ait bir sıfat değildir. Fiillerle alakalıdır Buna göre yüce Allah'ın: "Kara avı size haram kılındı" buyuruğu, avlanmak haram kılındı, demektir. Bu ise, avlanmanın yasaklanışı anlamına gelir. Ya da burada av, avlanılan hayvan anlamında olabilir. Bu da mef'ûle (yani avlanılana) -az önce geçtiği gibi- fiilin (avlanma) İle adlandırılması kabilindendir ki, daha kuvvetli olan görüş de budur. Çünkü İlim adamları ihramlı bir kimsenin kendisine bağışlanan avı kabul etmesinin câiz olmadığını, av hayvanı satın almanın da avlamasının da ihramlı iken herhangi bir yolla onu mülk edinmenin de câiz olmadığım, icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu hususta îslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" âyetinin umumiliği bunu gerektirmektedir. Ayrıca ileride geleceği üzere es-Sa'd b. Cessâme'nin naklettiği hadis de bunu ifade etmektedir. 7- İkramli Kimse Av Hayvanı Etinden Yiyebilir mi? İlim adamları, ihramlı kimsenin av hayvanından yemesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler, Mâlik, Şâfiî, arkadaşları ve Ahmed -ki, İshâk'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir, Hazret-i Osman b. Affan'dan sahih olarak gelen rivâyet de böyledir- şöyle demektedirler: İhramlı bir kimsenin -eğer onun için ve ondan dolayı avlanılmamış ise- avdan yemesinde bir beis yoktur. Çünkü Tirmizî, Nesâî ve Dârakutnî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyet ettiklerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kara avı -bizzat siz onu avlamadığınız, yahut sizin için avlanmadığı sürece- sîzin için helaldir." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu, bu konuda en iyi hadistir. en-Nesâî de der ki: Amr b. Ebi Amr -her ne kadar Mâlik ondan rivâyette bulunuyor ise de- hadiste pek kuvvetli değildir. Ebû Dâvûd, Menâsik, 40; Tirmizî, Hacc 25, Menasik 81; Dârakutnî, II, 290. Şayet kendisi için avlanmış bir av hayvanından yiyecek olursa, onun fidyesini öder, el-Hasen b. Salih ve el-Evzaî de bu görüştedir. Muayyen bir ihramlı için avlanılan av hususunda Mâlik'ten nakledilen görüşler farklı olmakla birlikte arkadaşları nezdinde onun meşhur olan görüşü şudur: İhramlı olan kimse, muayyen olan ya da olmayan bir ihramlı için avlanılan avdan yemez. O, bu hususta ihramlı iken kendisine av eti getirilen Hazret-i Osman'ın, arkadaşlarına söylemiş olduğu: Sîz, bundan yiyebilirsiniz. Benim gibi değilsiniz, çünkü bu av benim için avlanmıştı; sözünü delil olarak kabul etmemektedir. Ancak, Medine'den bir kesim bu görüştedir. Mâlik'ten de bu görüş rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları derler ki: İhramlı bir kimsenin av etinden yemesi, ihramlı olmayan bir kimse avlamış olması şartıyla, durum ne olursa olsun caizdir. İster onun için avlanmış olsun, ister onun için avlanmamış olsun. Çünkü Yüce Allah’ın: "Siz ihramda iken avı öldürmeyin" âyetinin zahirî bunu gerektirmektedir. Bu âyet, av hayvanının avlanıp öldürülmesini ihramlılara haram kılmaktadır. Başkalarının avlamış olduğu avı haram kılmamaktadır. Ayrıca bunlar, el-Behzî'nin -ki, ismi Zeyd b. Kâ'b'dır- rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekir'e ayağı olmayan yaban eşeğini yol arkadaşları arasında paylaştırmasını emretti. Bu hadis ise, Mâlik ve başkaları tarafından rivâyet edilmiştir. Muvatta’, Hacc 79; Menâsik 78. Onlar, Ebû Katade'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği ve şu ifadelerin de yer aldığı hadisi delil gösterirler: "Bu, yüce Allah'ın size ikram ettiği bir yemektir." Buhârî, Cihad 18; Müslim, Hacc 57; Muvatta’, Hacc 76. Bu, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb ve kendisinden nakledilen bir rivâyete göre, Osman b. Affan'ın, Ebû Hüreyre’nin ez-Zubeyr b. el-Avvam'ın, Mücahid'in, Atâ ve Said b. Zübeyr'in de görüşüdür. Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve İbn Ömer'den ise ihramlı bir kimsenin, durum ne olursa olsun av hayvanından yemesirun câiz olmadığını söyledikleri rivâyet edilmiştir. Bu av hayvanı ister ihramlı için avlanılmış olsun, ister olmasın, Çünkü yüce Allah'ın: "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" âyetinin genel ifadeleri bunu gerektirmektedir, İbn Abbâs da şöyle demektedir: Bu âyet müphemdir. Tavus, Cabir b. Zeyd ve Ebû'ş-Şa'sâ da bu görüştedir. Aynı görüş, es-Sevrî'den de rivâyet edilmiştir, İshâk da böyle demiştir. Bunlar, Leys’li es-Sa'b b. Cessâme'nîn hadisini delil gösterirler. Bu hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a bir yaban eşeği hediye edilmişü. Hazret-i Peygamber o sırada Ebvâ veya Veddân denilen yerde bulunuyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu geri çevirmişti, (es-Sa'b) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) benim yüzümdeki ifadeyi görünce şöyle dedi: "Bizim bunu sana geri çevirmemizin Eek sebebi, bizim ihramlı oluşumuzdur." Bu hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmiştir, lâfız ise Mâlik'indir. Muvatta’', Hacc 83; Buhârî, C. Sayd 6, Hibe 6, 17; Müslim, Hacc 50, 53, 55; Tirmizî, Hacc 26, Nesâî, Menasik 79, İbn Mâce, Menâsik 92; Dârimî, Menâsih 22; Müsned, IV, 38, 71, 72, 73. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Miksem Atâ ve Tâvus'un kendisinden rivâyetlerine göre şöyle demiştir: es-Sa'b b. Cessâme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir yaban eşeği eti hediye etti. Saîd b. Cübeyr de naklettiği rivâyetinde şöyle demektedir: (Hazret-i Peygamber'e) âdeta o sırada avlanmış gibi kan damlayan bir yaban eşeğinin kalça tarafı (hediye edildi), Miksem rivâyetinde; "Bir yaban eşeğinin ayağı demektedir." Atâ ise rivâyetinde; Avlanmış (yaban eşeğinin) Ön ayağı Hazret-i Peygambere hediye edildi, o ise bu hediyeyi kabul etmeyip: "Biz ihramlıyız" dedi, Tavus da. rivâyetinde av etinden bir ön ayak demektedir. Bunu da İsmail, Ali b. el-Medinî'den, o, Yahya b. Said'den, o, İbn Cüreyc'den, o, el-Hasen b. Müslim'den, o, Tâvus'dan, o da İbn Abbâs'dan diye rivâyet etmiştir. Şu kadar var ki, onlardan kimisi bu hadisi İbn Abbâs'dan, kimisi de Zeyd b. Erkam’dan diye rivâyet etmektedir. İsmail der ki: Ben, Süleyman b. Harb'in, bu hadisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için özel olarak avlanılmış diye te'vil ettiğini duydum. Eğer durum böyle olmasaydı, onu yemek câiz olurdu. Süleyman der ki: O avın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için özel olarak avlanılmış olduğuna delalet eden hususlardan birisi de, Hadîs-i şerîfte (rivâyet edenlerin) kullandıkları şu ifadelerdir: Âdeta o sırada avlanmış gibi kan damlar haliyle onu geri çevirdi. İsmail der ki: Evet, Süleyman bu hadisi te'vil etmiştir. Çünkü, te'vil edilmeye ihtiyacı vardır. Mâliksin rivâyetinin ise te'vile bir ihtiyacı yoktur. Çünkü ihramlı bir kimsenin canlı bir avı yakalaması da câiz değildir, onu kesmesi de câiz değildir. Yine İsmail der ki: Süleyman b. Harbin te'viline göre, bütün bu merfu' hadisler -yüce Allah'ın İzniyle- arasında ihtilaf kalmaz. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr XI, 297-298. 8- İhrama Girdiği Sırada Elinde Ya da Evinde Av Hayvanı Bulanan Kimse Ne Yapar: Elinde yahut evinde ailesinin yanında av hayvanı bulunuyorken ihrama giren bir kimse hakkında Mâlik şöyle demektedir: Şayet elinde av hayvanı bulunuyor ise, onu serbest bırakmalıdır. Eğer ailesi yanında bulunuyor ise onu serbest bırakmakla yükümlü değildir. Bu, aynı zamanda Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'in de görüşüdür, Şâfiî ise iki görüşten birisinde şöyle demektedir: İster elinde olsun, ister evinde bulunsun, onu serbest bırakmakla yükümlü değildir. Ebû Sevr de bu görüştedir, Mücahîd ve Abdullah b. el-Haris'ten de buna benzer bir görüş rivâyet edildiği gibi, Mâlik'ten de bu görüş rivâyet edilmiştir. İbn Ebi Leylâ, es-Sevrî ve diğer görüşünde de Şâfiî şöyle demektedir: Onu serbest bırakmakla yükümlüdür. Bu av hayvanı ister elinde bulunsun, ister evinde bulunsun farketmez. Eğer onu serbest bırakmayacak olursa, tazminatını öder. Serbest bırakılması görüşü şöyle açıklanır: Yüce Allah'ın; "İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı" âyeti, hem mülk edinmek hakkında, hem de bütün tasarruflar hakkında umumidir. Alıkoyabileceğine dair görüşün açıklaması da şöyledir: Bu hususun ihrama girmeye engel bir tarafı yoktur Dolayısıyla böyle bir avın mülkiyetinin devamına ihram engel olmaz. Bu hükme varmaya (kıyasta esas teşkil eden") asıl delil nikâh hakkındaki hükümdür. 9- îhramsız Bir Kimsenin Harem Bölgesi Dışında Avladığı Av Hayvanından Yemenin Hükmü: İhramsız bir kimse, Harem bölgesi dışında yakaladığı avı. Harem bölgesine sokacak olursa, orada onu kesmek ve etini yemek gibi her türlü tasarrufta bulunması caizdir. Ebû Hanîfe ise câiz değildir, der. Delilimiz şudur: Bu, av hakkında yapılan bir uygulamadır. Harem bölgesinde ihramsız bir kimsenin bu uygulamayı yapması caizdir. Tıpkı, onu yakalaması ve satın alması gibi. Nitekim bu hususlarda görüş ayrılığı yoktur. 10- İhramiî Bir Kimse, İhramlı Olmayana Av Hayvanım Goste İhramlı bir kimse, îhramlı olmayana bir av hayvanını gösterir, ihramsız kimse de o av hayvanını öldürecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır, Mâlik, Şâfiî ve Ebû Sevr derler ki: Bu durumda ihramlıya bir şey düşmez. Bu, İbn el-Mâcişûn'un da görüşüdür. Kûfeliler, Ahmed, İshâk, ashâb ve tabiinden bir topluluk ise ona, bunun cezasını ödemek düşer. Çünkü ihramlı bir kimse, ihrama girmek suretiyle böyle bir taarruzu terk etmeyi kabullenmiştir, derler. Tıpkı bir kimsede emanet bırakan bir kişinin bir hırsıza çalmak üzere yol göstermesi gibi, bu yol göstermesi dolayısıyla emanetin tazminatını ödemesi gerektiği gibi . 11- İhramlı Bir Kimsenin Bir Başka îkramlıya Av Hayvanım Göstermesi: İhramlı bir kimsenin bir başka ihramlıya av hayvanını göstermesi hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kûfeliler ve bizim (mezhebimiz mensublarından) Eşhebin görüşüne göre, herbiri ayn bir ceza öderler. Mâlik, Şâfiî ve Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Ceza, avı öldüren ihramlıya düşer. Çünkü yüce Allah: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse" (el-Mâide, 5/95) diye buyurmakta ve cezanın vücubunu öldürmeye bağlamaktadır. İşte bu, cezanın başkası hakkında sözkonusu olmayacağının delilidir. Diğer taraftan öbürü sadece avı göstermiştir. Bu göstermesi dolayısıyla onun herhangi bir ceza Ödemesi gerekmez, Bu, ihramsız bir kimsenin Harem bölgesi içerisinde, yine harem bölgesi içerisinde bulunan bir av hayvanını göstermesi gibidir. Kûfeliler ile Eşheb ise, Hazret-i Peygamber'in Ebû Katade tarafından rivâyet edilen hadisteki: "Siz, ava işaret ettiniz, yahut yardımcı oldunuz mu? Müslim, Hacc 61; Nesâî, Menasik 81; Dârimî, Mennsik 22; Müsned V, 302. ifadesini delil gösterirler, Bu isef ceza vermenin vücubuna delalet etmektedir. Ancak, birincisi daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kökü Harem bölgesi dışında, dalları ise Harem bölgesinde bulunan bir ağacın üzerindeki av öldürülecek olursa, bu av dolayısıyla ceza gerekir. Çünkü avcı, Harem bölgesinde bulunan bir şeyi almış olur. Eğer, kökü Harem bölgesinde, dalları ise haremin dışında ise, ağacın üzerinden alınan av hususunda ilim adamlarımızın iki farklı görüşü vardır: Ceza, köke nazarandır diyen bir görüş ile, dalı nazar-ı itibara alarak cezanın verilmeyeceğini kabul edenler. 13- Huzuruna Varacağınız Allah'tan Korkun: Yüce Allah'ın: "Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun" âyeti ise, bu helâl ve haram kılma hakkında bir uyarı ve buna riâyet etmemenin cezasının ağırlığına bir işarettir. Bundan sonra ise, bu hükümlere aykırı davranmaktan sakındırmakta daha ileri bir adım atılarak, öldükten sonra dirilip mahşerde toplanma ve kıyâmet de hatırlatılmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 97Allah, Kâ'be'yi, Beyti Haram’ı, Haram ayları, kurbanı ve boyunları gerdanlıklı kurbanlıkları da İnsanlar için bir kıyam sebebi kılmıştır. Bu da Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bîldiğini ve Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu sizin de bilmeniz içindir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Allah Kâ'be'yi... kılmıştır" âyetinde yer alan "kılmak", burada yaratmak anlamında olup buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Kâ'be"ye bu adın veriliş sebebine gelince, bunun dörtgen şeklinde olması dolayısıyladır. Arapların evleri ise çoğunlukla dairesel bir şekildedir. Kâ'be'ye bu adın veriliş sebebinin onun tümsekliği ve ortada görünüşü dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. Çünkü, tümsek olup, açıkta görünen her şeye "kâ'b" denir. Bu, ister dairevi bir şekilde olsun ister olmasın farketmez. Ayağın topuğuna kâ'b denilmesi mızrağın yüksek yerlerine "kûub" (kâ'b'ın çoğulu) denilmesi de buradan gelmektedir. Memelerin göğüste belirginleşip görünür hale gelmesini ifade etmek için de bu kökten gelen fiil kullanılır. Beytullah'a bu ismin veriliş sebebi ise, duvarlarının ve tavanının oluşundan dolayıdır. İşte, içinde sakin bulunmasa dahi "beyt"in gerçek anlamı da budur. Şanı yüce Allah'ın oraya, "haram" ismini vermesi ise, onu haram kılması (saygıdeğer kılması) dolayısıyladır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz Mekke'yi Allah haram kılmıştır. Ama, İnsanlar onun haramlığına riayet etmemektedir. " Buhârî, İm 37, Cezau's-Sayd 8, Meğâzî 51; Müslim Hacc 446; Tirmizî Hacc 1; Müsned, VI, 385. Çoğunlukla bu açıklamalar daha önceden yeterli oranda geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. Yüce Allah'ın: "İnsanlar için bir kıyam sebebi" âyeti, insanların orada emniyet altında olmaları için (dolayısıyla) bir salâh ve bir geçim yolu demektir. Buna göre "kıyam", orada ikâmet edecekleri yer anlamında olur. "Kıyam"ın , onunla ilgili şer’i hükümleri yerine getirirler ifa ederler anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Âmir ve Âsım bu kelimeyi, diye okumuşlardır Bu iki kelime de "vav"lıdır. Bu "vav" harfi önceki harf esreli olduğundan dolayı, "yâ"ya dönüştürülmüştür, "Kıyâm"ın şeklinde okunduğu da söylenmiştir. İlim adamları derler ki: Şanı yüce Allah'ın, bu gibi şeyleri insanlar için kıyam sebebi kılışındaki hikmet şudur: Şanı yüce Allah, insanları kıskançlık, birbirleriyle yarışmak, birbirleriyle ilişkilerini kesmek, birbirlerine sırt çevirmek, baskın, talanr öldürmek ve intikam gibi bir takım karakterlere sahip olarak yaratmıştır. O bakımdan, ilâhî hikmet ve ezelî meşîetin (durumun) devam etmesini sağlayacak ve güzel sonuca erişilmesini gerçekleştirecek şeyleri de takdir etmesi kaçınılmazdır O bakımdan yüce Allah: "Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara, 2/30) diye buyurarak, onlara halifeliği emretmiş ve böylece işlerini yönetme yetkisini, kendilerini anlaşmazlıklardan alıkoyacak ve ilişkilerini koparmaktan vazgeçip birbirleriyle kaynaşmaya İtecek, zalimi zulmetmekten alıkoyacak, herkesin meşru yoldan eline geçirdiği mülkiyetini kabul edip, korumasını gerçekleştirecek bir halifenin yönetimine vermelerini emretmiştir. İbnül-Kasım der ki: Bize Mâlik'in anlattığına göre, Osman b. Affan (radıyallahü anh) şöyle dermiş: "İmâmın engel oldukları, Kur'ân'ın engel olduklarından daha çoktur." Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nakletmektedir. Yöneticinin bir yıl zulmü, insanların bir anlık düzensiz ve anarşik ortam İçerisinde kalmalarının verdiği rahatsızlıklardan daha azdır. İşte bu fayda dolayısıyla yüce Allah halifeyi yaratmıştır. İşler onun görüşüne göre cereyan etsin ve Allah, onun vasıtası ile çoğunluğun yapmak istediği saldırganlıkları önlesin. İşte bundan ötürü yüce Allah Beyt-i Haram’ı kalplerinde gereği gibi ta'zim etmelerini istemiş, ruhlarına onun heybetini yerleştirmiş, Beyt'in kıymetini aralarında ta'zim etmiştir, O bakımdan ona sığınan, onun sayesinde güvenlik altına alınır, zulüm ve baskı gören orada bulunmakla himaye görür Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar, etraflarından kapılıp alınmakta iken, Bizim kendilerine emin bir Haram (belde) kıldığımızı görmediler mi?" (el-Ankebut, 29/67) İlim adamları derler ki: Kâ'be, özel bir yer olup her mazlum oraya ulaşamadığından, korkuya kapılan herkes oraya varamadığından dolayı, yüce Allah, Haram ayı bir başka sığınak olarak tesbit etmiştir. Bu ise bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir. "eş-Şehru'l-Haram" bir cins ismidir. Bununla kastedilenler ise, Arapların icma ile (haram ay) kabul ettikleri üç aydır. Yüce Allah, kalplerine bu aylara saygı duymayı yerleştirmişti. Bu aylarda, bundan dolayı hiçbir kimseyi korkutmaz ve hiçbir kanın intikamını almak istemez, bu aylarda intikam alınmasını da ummazlardı. O kadar ki adam, babasının, oğlunun, kardeşinin katilini görür, fakat ona hiçbir eziyet vermezdi. Bu ayları haram kılmakla böylelikle zamanın üçte birini bir kenara çıkarmış oluyorlardı. Bu ayların üçünü peşpeşe haram ay kabul ederek güven, rahat ve huzur içerisinde seyahat edebilmek için bir alan, rahatlayabilecekleri geniş bir zaman elde etmek istediler. Bu aylardan birisini de, saygınlığı iyice telafi etmek için senenin oltasında haram kabul eltiler ki, bu da Receb el-Asam veya Mudar'ın Recebi diye bilinen aydır. Ona, Receb el-Asam denilmesinin sebebi ise, bu Savaşta demir (silah) sesi işitilmediğinden dolayıdır. (el-Asam sağır demektir). Bu aya (silahların sivri uçlarının yerinden ayrılmasını sağlayan anlamında:) "Munsilu'l Esinne" ismi da verilir. Çünkü onlar, bu ayda mızrakların uçlarındaki sivri demirleri çekip çıkarıyorlardı. Bu, Kureyş'in ayı idi, İşte Avf b. el-Ahvaz bu ay için şöyle demektedir: "O, Ümeyyeoğulları ile kanların boyayıp süslemiş olduğu halde Gönderilen hediye kurbanlıklarının ayıdır." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da bu aya "Şehrullah" ismini vermiştir. Bu ise "Şehru hilali" anlamındadır. Çünkü Harem ehline " lillah" denilirdi. (Anlamı da: Allah'ın tesbit ettiği harem bölgesinde yaşayanların ayı şeklinde olur). Bizzat yüce Allah'ın ayını kastetmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yüce Allah, bu ayın hürmetini sağlamlaştırmış ve pekiştirmiştir. Zira, Araplardan pek çok kimse bu ayın haram olduğu görüşüne sahip değildi, İleride et-Tevbe Sûresi'tide (9/36. âyetin tefsirinde) (bu haram) ayların isimleri gelecektir. Daha sonra yüce Allah, onlara ilhamını kolaylaştırdı ve şerefli rasulleri aracılığıyla hediye kurbanlıkları ile gerdanlıklılar hakkındaki hükümlerini teşri buyurdu ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur. 4- Gerdanlıklı ve Hediye Kurbanlıklar; Araplar, bir deve aldıkları vakit, onu kan ile işaretler, üzerine bir ayakkabı asarlardı. Veya kişi bazan -bu sûrenin baş taraflarında açıklanmış olduğu gibi- bizzat kendisine böyle bir surette gerdanlık takarsa kimse onu gördüğü yerde tedirgin etmez, korkutmazdı. Bu, kendisini takib eden, yahutta ona zulmeden ile kendisi arasına âdeta bir set oluştururdu. Nihayet, yüce Allah İslâmı gönderdi ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla hakkı beyan etti. Böylelikle din rayına oturdu ve hak hedefini buldu. Önderlik ona teslim edildi, insanlar için önderliğin (İmâm tayininin) vücubu da buna binaen farz kılındı. Bu da yüce Allah'ın şu âyetinde şöylece ifade edilmektedir: "Sizden îman edip salih amel işleyenleri Allah mutlaka onları yeryüzünde halife yapacağını vadetti.." (en-Nûr, 24/55) el-Bakara Sûresi'nde (2/30. ayet, 3- başlık ve devamında) İmâmlığın hükümlerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan onları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 5- Bunlar, Bilesiniz Diye Böyledir: Yüce Allah'ın: "Bu da, sizin de bilmeniz İçindir" âyetindeki "bu" tamiri ile, yüce Allah'ın bu işleri bir kıyam sebebi kılmasına bir işarettir. Yani, yüce Allah bunları, şanı yüce Allah'ın göklerin ve yerin durumları ile ilgili tafsilatı bildiğini ve ey insanlar, önceden de sonradan da sizin maslahatınıza olanı bildiğini bilmeniz içindir. O bakımdan, kâfir olmalarına rağmen O'nun, kullarına ne kadar lütufkâr olduğuna ibrette bakınız. 98Bilin ki Allah, hem cezası pek çetin olandır, hem de muhakkak Allah mağfiret edendir, çokça merhamet sahibidir. Yüce Allah'ın: "Bilin ki Allah, hem cezası pek çetin olandır" âyeti, bir korkutma ihtiva etmektedir. "Hem de muhakkak Allah mağfiret edendir, çokça merhamet sahibidir" âyeti de, mü'mînlere bir umut vermektedir. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. 99Rasule düşen ancak tebliğdir. Neyi açıklar neyi gizlerseniz Allah hepsini bilir. Yüce Allah'ın; "Rasule düşen ancak tebliğdir" âyeti şu demektir: Hidayet vermek, îmana muvaffakiyet, sevap ve mükâfat vermek onun işi değildir. Ona düşen sadece tebliğ etmekten ibarettir. Bu ise, önceden de geçtiği gibi Kaderiyye'nin görüşlerini reddetmektedir. Belâğ (tebliğ), asıl anlamı itibariyle varmak demek olan "bulûğ" demektir. Belagat terimi de buradan gelmektedir. Çünkü belagat, güzel lâfızlar ile anlamı insanın ruhuna ulaştırmak demektir. Delil olmamakla birlikte, kişinin belâğatli konuşmaya kalkışması hali, diye anlatılır. "Belâğ" yeterli olmak anlamına da gelir. Çünkü, böylelikle ihtiyacı karşılayacak miktar elde edilir "Neyi açıklar...sanız Allah bilir” yani, neyi açığa çıkarırsanız, izhar ederseniz Allah onu bilir. Bu kökten gelmek üzere; Kişi sırrı açıkladı, açıklıyor, denilir. "Neyi gizlerseniz" yani, kalplerinizde gizleyip saklı tuttuğunuz küfrü de münafıklığı da bilir. 100De ki: "Murdar ile temiz -murdarın çokluğu boşuna gitse de- hiçbir zaman bir olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." Yüce Allah'ın: "De ki murdar ile temiz, hiçbir zaman bir olmaz" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Murdar İle Temizden Kastedilen: el-Hasen der ki: "Murdar ile temte" helal ile haram demektir. es-Süddî; : Mü’min'ile kâfir demektir, der. İtaatkâr ile isyankâr demek olduğu söylendiği gibi, adi ve bayağı ile iyi ve kaliteli demek olduğu da söylenmiştir. Bu, bir örneklemedir. Sahih olan ise, bu lâfzın bütün hususlar hakkında umumi olduğudur. Kazanılan şeylerde, amellerde, insanlar hakkında elde edilen bilgilerde ve diğer şeylerde sözkonusudur. Bütün bunların murdar olanı asla iflah olmaz ve bir sonuç vermez. Çok oba dahi onun güzel bir akibeti olamaz. Temiz İse, az olsa dahi faydalıdır ve akıbeti itibariyle güzeldir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güzel beldenin nebatı, Rabbinin izniyle (güzel) çıkar. Murdar olandan ise, faydası pek az olan birşeyden başkası çıkmaz." (el-A’raf, 7/58.) Bu ayetin bir diğer benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir; "Îman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız!? Yahut sakınanları facirler gibi mi kılarız." (Sa'd, 38/28.) Yüce Allah'ın şu âyeti de buna benzemektedir: "Yoksa kötülükleri kazanıp duranlar kendilerini, îman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı... mı sandılar?" (el-Câsiye, 45/21) Murdar olan hiçbir zaman ne miktar itibariyle ne infak İtibariyle, ne yeri, ne gidişi itibariyle temize eşit olabilir. Temiz olan, uğurlu ve güzel (yemin) cihetine gider. Murdar olan ise, uğursuz yere (şimal)'e gider. Temiz olan cennette, murdar olan cehennemdedir. Bu da gayet açıktır. Eşit olmak (istiva) ise, hakikatte tek bir cihette durmak demektir. İstikamet de bunun gibidir. İstikametin zıddı ise, İ'vicâc (eğrilik)'dir. Söz buraya gelmişken, bundan sonraki başlıkta bazı eğrilikleri sözkonusu edelim: (Mezhebimize mensub) bazı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Fâsid alışveriş fesli olunur ve pazar değişmesi yahut bedenin değişmesi sebebiyle de geçerlilik kazandırılarak, bu hususta sahih alışveriş ile eşit kabul edilmez. Aksine, durum ne olursa olsun fesli olunur. Satın alan eğer malı kabz etmişse, verdiği bedel ona iade olunur. Şayet mal elinde telef olunmuşsa tazminatını öder. Çünkü o, satın aldığı malı emanet olmak üzere kabzetmiş değildir, Bir akid şüphesi ile kabz etmiştir. Şöyle de denilmiştir; Satış fesh olunup, aradan zaman geçtikten sonra geri iade edilecek olursa, satanın aleyhine bir zarar ve bir ğabn (aldanış) sözkonusu olacağından dolayı fesh olunmaz. Çünkü böyle bir durumda eğer mal yüz (para birimi) ediyor ise, ona yirmi ederi ile geri verilir. Halbuki mali konularda cezalandırma sözkonusu değildir. Ancak, birinci görüş, âyetin umumi kapsamı ve Hazret-i Peygamber'in: "Her kim, bizim şu işimize uygun olmayan bir iş yapacak olursa, o merduttur" Buhârî, Buyû’ 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17, 18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, VI, 146. âyeti dolayısıyla daha sahihtir. Derim ki: Fıklıî meseleler hususunda eşitliğin olmaması hallerinde bu nokta araştırılacak olursa, bunların pekçok ve fazla oldukları görülecektir. Bunlardan birisi de gasıp ile ilgili hükümlerdir. Bu da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir. 3- Gasp İle İlgili Bazı Meseleler: Bir kişi gasp edilmiş bir arazide bina yapsa yahut ağaç dikse, o binayı yıkması, diktiklerini de sökmesi için mecbur edilir. Çünkü böyle bir şey "murdar" bir iştir. Araziyi olduğu gibi geri vermelidir. Bu ise: Bu durumda binayı yıkmaz, diktiği ağacı sökmez, bunları yapan bunların kıymetini alır, diyen Ebû Hanîfe'nin görüşüne muhaliftir. Hazret-i Peygamberin: "Zalim bir kimsenin kökünün bir hakkı yoktur" Buhârî, Hars 15; Ebû Dâvûd, Harac ve İmare 37; Tirmizî , Ahkâm 38; Muvatta’' Akdiye 26; Müsned III, 338, 381, V, 327 âyeti Ebû Hanîfe'nin bu görüşünü da reddetmektedir. Hişam derdi ki: "Zalim kök" kişinin bu vesileyle oraya hak kazanması için başkasına ait arazide ağaç dikmesidir. Ebû Dâvûd, Harâc ve İmare 37. Mâlik der ki: Zalim kök, haksız yere birşey alan, kazı yapan ve birşeyler diken herkesin yaptığını kapsar. Ebû Dâvûd ve Muvatta’', aynı yerler. Yine Mâlik der ki: Bir kimse bir araziyi gasb edip orayı ekse yahut kiraya verse ya da bir ev gasb edip orada yerleşse yada kiraya verse sonra da arazi sahibi orayı hakettiği için geri alacak olsa, gasb edenin, orada kaldığı sürenin kirasını veya kiralamışsa aldığı kirayı ona vermesi gerekir. Gasp ettiği o evde yerleşmez yahut araziyi atıl bırakıp ekmemesi durumu ile ilgili olarak, farklı görüşleri nakledilmiştir. Mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, bu durumda herhangi bir şey ödemesi gerekmez. Bununla birlikte bütün bunların kirasını ödemekle yükümlü olduğuna dair bir görüşü de rivâyet olunmuştur. Zekeriyyâ b. Yahya el-Mısrî diye bilinen bir fakihtir. el-Vekkâr bu görüşü tercih ettiği gibi Şâfiî'nin görüşü de budur. Çünkü, Hazret-i Peygamber'in: "Zalimin kökünün bir hakkı yoktur" hadisi de bunu gerektirmektedir. Ebû Dâvûd, Ebû'z- Zübeyr'den rivâyet ettiğine göre, iki kişi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda davalaştı. Bunlardan birisi bir diğerine ait araziye hurma ağaçları dikmişti. Hazret-i Peygamber, arazi sahibi lehine arazisinin verilmesini hükme bağladı, hurma ağaçlarım dikene de ağaçlarını oradan sökmesini emretti. (Ebû'z- Zübeyr) der ki: Ben bu hurma ağaçlarının -tam olgunlaşmış boylu poslu hurma ağaçları oldukları halde- topraktan çıkartılıncaya kadar köklerine baltalarla vurulduğunu gördüm. Ebû Dâvûd. Harâc ve îmare 37. Bu açık bir nasstır. İbn Habib der ki: Böyle bir durumda hüküm şudur: Araai sahabi, zulmedene yapılacak uygulamada muhayyer bırakılır. Dilerse, sökülmüş halleriyle kıymetlerini ödeyerek bunları kendi arazisinde alıkoyar, dilerse de bunların arazisinden sökülmesini ister. Sökme ücreti de gasb edene aittir. Dârakutnî, Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim bir topluluğa ait yerde izinleri ile bina yapacak olursa, ona o binanın kıymeti verilir. İzinleri olmaksızın bina yapacak olursa, o takdirde o yaptığını yıkar." Dârakutnî, IV, 243. İlim adamlarımız derler ki: Ona yaptığının kıymetinin veriliş sebebi, menfaatine malik olduğu bir yerde bina etmiş olmasıdır. Bu da şuna benzer: Bir kimse, şüpheye mebni olarak bir yerde bina yapsa yahut ağaç dikse, onun bir hakkı vardır. Eğer mal sahibi dilerse mevcut haliyle bu yaptığı binanın yahut diktiği ağaçların kıymetini öder. Şayet mal sahibi bunu kabul etmeyecek olursa, bina yapan yahut ağaç dikene: Sen buna arazisinin çıplak olarak kıymetini öde, denir. Şayet o da bunu kabul etmezse, ikisi de ortak olurlar. İbnü’l-Macişûn der ki: Onların ortaklığı şöyle açıklanır: Evvela araziye çıplak olarak kıymet biçilir. Sonra mamur haliyle ona kıymet biçilir Bu imar dolayısıyla çıplak araziye nisbetle kıymetindeki artış kadar bu işleri yapan kişi orada arazi sahibine o oranda ortak olur. Dilerlerse paylaştırırlar, dilerlerse olduğu gibi (paylaştırmaksızın aynı oranda alıkorlar). İbnü’l-Cehm der ki: Şayet arazi sahibi, arazide yapılan imarın kıymetini ödeyip arazisini alacak olursa, buna karşılık bu imar üzerinden geçen yılların kirasını almak hakkını elde eder İbnü'l-Kasım ve başkalarından rivâyet olunduğuna göre ise, bir kimse başkasına ait arazide onun izniyle bina yapacak olsa, sonra da bu bina sahibi o binayı oradan kaldırmak istese, arazi sahibi o kişiye binasının dökülmüş (enkaz) halindeki kıymetini öder. Birinci görüş ise, Hazret-i Peygamberin: "Ona binanın kıymeti verilir" âyeti dolayısıyla daha sahihtir Fukahânın çoğunluğu da bu görüştedir. Murdarın çokluğu imrendirmesin. Yüce Allah'ın: "Murdarın çokluğu hoşuna gitse de" âyetinde hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik olmakla birlikte, maksadın onun ümmeti olduğu söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "murdar"dan hoşlanmaz. Maksadın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Murdardan hoşlanması ise, onun kâfirlerin ve haram malın çokluğunu, buna karşılık mü’minlerin ve helal malın azlığını görmesinden dolayı hayrete düşmesi demektir. "Şimdi ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz" bu âyetine dair açıklamalar, daha önce (benzer âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. 101Ey îman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız. Şayet onları Kur'ân’ın indirildiği sırada sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah mağfiret edendir, ceza vermede acele etmeyendir. Âyetin tefsiri için bak:102 102Sizden önce de bir kavim onları sordu, sonra da onları inkar eden kimseler oldular. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: Lâfız Buhârî’nin olmak üzere- Buhârî, Müslim ve başkalarının Enes'den rivâyetlerine göre, Enes şöyle demiştir: Adamın birisi, Ey Allah'ın Peygamberi, benim babam kim? diye sormuş, Hazret-i Peygamber: "Baban filandır" deyince, yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" âyeti nâzil oldu. Yine Buhârî Enes'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre, hadiste şu ifadeler de vardı: "Allah'a yemin ederim, bana her ne hakkında soru sorarsanız, bu yerimde bulunduğum sürece mutlaka size ona dair haber vereceğim (iç yüzünü anlatacağım)." Bunun üzerine bir adam yerinden kalkıp: Ey Allah'ın Rasulü, benim gireceğim yer neresidir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Ateştir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Huzafe kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, benim babam kimdir?. Hazret-i Peygamber: "Baban Huzafe'dir" dedi ve (Enes) hadisin geri kalan kısmını zikretti. Her iki rivâyet için: Buhârî, Tefsir 5. sûre 12, Deavât 35, Fiten 15; Müslim 11 134, 135; Tirmizî Tefsir 5. sûre 16; Müsned, III 206, 254. İbn Abdi’l-Berr der ki: Abdullah b. Huzafe erken dönemlerde İslama girmiş, Habeşistan'a ikinci hicrette bulunanlar arasına katılmış ve Bedir'de hazır bulunmuştu. Bir dereceye kadar şakacı bir kimseydi. Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın, mektubunu Kisra'ya iletmek üzere gönderdiği elçisi idi. Ey Allah'ın Rasulü, benim babam kimdir diye sorunca, O da; "Baban Huzafe'dir" diye cevap vermişti. Annesi ise ona şöyle demişti: Ben, anne-babasına karşı senden daha kötü davranan bir evlat görmedim. Senin annenin cahiliye dönemi kadınlarının yaptıklarını da yapmamış olacağından emin mi oldun? O takdirde herkesin gözü önünde anneni rezil edecektin. Bunun Üzerine Abdullah şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, eğer babamın siyahi bir köle olduğunu söylemiş olsaydın, ben de onu babam diye bilecektim, Tirmizî ve Dârakutnîde Ali (radıyallahü anh)’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Şu: "Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayeti nâzil olunca, Ey Allah'ın Rasulü, her yıl mı? diye sordular. Hazret-i Peygamber sustu. Yine her yıl mı diye sordular. Hazret-i Peygamber bu sefer: "Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı," Bunun üzerine yüce Allah: "Ey Îman edenler, size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız..." âyeti sonuna kadar nâzil oldu. Tirmizî, Hacc 5, Tefsir 5. sûre 15; İbn Mâce, Menasik 2; Müsned I. 113; Dârakutnî, H, 280-281. Lâfız Dârakutnî'nindir. Buhârî'ye bu hadis hakkında sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Hasen bir hadistir. Ancak mürseldir. (Çünkü hadisi, Hazret-i Ali'den rivâyet eden) Ebû’l-Bahteri Hazret-i Ali'ye yetişmemiştir. Asıl ismi da Saiddir. Yine bu hadisi, Dârakutnî, Ebû İyad’dan, o, Ebû Hüreyre'den şöylece rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ey insanlar! üzerinize hac (farz) yazılmıştır." Bir adam kalkıp şöyle dedi: Her yıl mı Ey Allah'ın Rasulü. Hazret-i Peygamber ondan yüz çevirdi. Adam tekrar her yıl mı Ey Allah'ın Rasulü diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Bunu kim sordu?" diye sorunca, filan, kişi dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer evet diyecek olsam farz olurdu, Farz olsaydı, siz bunu yerine getiremezdiniz. Getiremeyince de şüphesiz küfre sapardınız." Bunun üzerine yüce Allah: "Ey îman edenler, size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayınız" âyetini indirdi. Dârakutnî, II, 282. Hasan-ı Basrî de bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, yüce Allah'ın affetmiş olduğu cahiliyyeye ait bir takım işler hakkında soru, sordular. Halbuki, yüce Allah'ın affettiği şeyler hakkında soru sormanın bir anlamı yoktu. Mücahid de İbn Abbâs'dan rivâyet ettiğine göre, bu âyet-i kerîme, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, Bahîre, Sâibe, Vasile ve Ham hakkında soru soran bir topluluk hakkında nâzil oldu. Bu aynı zamanda Saîd b. Cübeyr'in de görüşüdür. Nitekim şöyle demektedir: Bundan sonra yüce Allah'ın: "Allah, Bahîre, Sâibe, Vasîte ve Hâm diye birşey (meşru) kılmamıştır" (el-Mâide, 5/103) diye buyurduğunu görmüyor musun? Derim ki: Sahih ve müsned (senedinde kopukluk olmayan) rivâyetlerde yeterlilik vardır. Âyet-i kerimenin, hepsine cevap olmak üzere inmiş olması da muhtemeldir. O takdirde bu sorulan sorular, zaman itibariyle birbirlerine yakın dönemlerde sorulmuş olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. (Şeyler) anlamına gelen, kelimesi, veznindedir. Bu kelime gayr-i munsarıftır. Çünkü (hamr'a) kelimesine benzemektedir. Bu açıklama el-Kisaî'ye aittir. Bu kelimenin vezninin olduğu da söylenmiştir. Kelimesinin tekil ve çoğulu gibi. Bu açıklama ise el-Ferrâ' ve el-Ahfeş'den nakledilmiştir. Bunun küçültme ismi ise, diye yapılır el-Mâzinî der ki: Bu kelimenin küçültme isminin; diye gelmesi gerekir. Nitekim, Arkadaşlar kelimesinin küçültme ismi müennes olarak; (............) şeklinde, müzekker olarak da; ...diye gelir. 2- Yasaklanan Çokça Soru Sormanın Mahiyeti: İbn Avn der ki: Ben Nâfı'e, yüce Allah'ın: "Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" âyeti hakkında sordum da şu cevabı verdi: O andan bu yana çokça soru sormak hatâ hoşlanılmayan bir şeydir. Müslim de el-Muğire b. Şu'be'den, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini rivâyet etmektedir: "Muhakkak Allah, annelere kötü davranmayı, kız çocukları diri diri gömmeyi, vermeniz gerekeni vermeyip, istememeniz gerekeni de istemeyi haram kıldı. Sizin için üç şeyi de hoş görmedi: Kîl-u kal'i (boş sözler söylemeyi), çokça soru sormayı ve malı boşu boşuna zayi etmeyi," Buhârî, Rikaak 22, Edeb, İstikraz 19; Müslim, Akdiye 14; Dârimî Rikaak 38; Müsned, IV, 246, 254, 255. Birçok ilim adamı da şöyle demiştir: "Çokça soru sormak" ile kastettiği, işi yokuşa sürmek için ve fıkhı meselelere dair zorlanarak meydana gelmedik hususlar ile ilgili soru sormak için kendisini zorlamak, şaşırtıcı sorular sormak ve meselelerden yeni yeni meseleler türetmek suretiyle hükümleri hakkında soru sormaktır. Selef ise, bunu hoş görmez ve böyle bir işi mükellef kılındığımız işlerden görmezler ve şöyle derlerdi: Olay meydana gelecek olursa, bu hususta kendisine soru sorulana (uygun cevap vermesi için.) muvaffakiyet verilir. Mâlik der ki; Ben, bu şehir halkına yetiştim. Yanlarında Kitap ve sünnetten başka ilim yoktu. Bir olay meydana geldi mi, şehir valisi hazır bulunan ilim adamlarım o mesele için bir araya getirirdi. İttifakla kabul ettiklerini uygulamaya koyardı. Sizler ise çokça soru soruyorsunuz. Halbuki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlardan hoşlanmamıştı. Şöyle de denilmiştir: Çokça soru sormaktan kasıt, insanlardan ısrarla ve kendi mal ve servetini çoğaltmak kastı ile, çokça mal ve İhtiyacı olan şeyleri İsteyip dilenmektir. Mâlik de bu görüşü ifade etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Çokça soru sorulmaktan maksat, insanların saklı kalması gereken yönlerinin açığa çıkmasına, hoşlarına gitmeyen hallerine muttali olunmasına götürecek şekilde insanların çeşitli durumlarına dair ve fayda vermeyen hususlarda soru sormaktır. Bu ise, yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz kiminizin gıybetini de yapmasın." (el-Hucurât, 49/12) İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayı mezhebimize mensub bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: Ona bir yemek ikram edilecek olursa, bu nereden gelmiştir; yahut ona satın almak üzere bir şey gösterilirse, bu nereden diye sormaz, müslümanların İşlerini selamet ve sıhhat esası üzere yorumlamaya çalışır. Derim ki: Uygun olan, hadisi umumu üzere alıp yorumlamaktır. O takdirde hadis, bütün bu hallerin tümünü kapsar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Soru Sorma Yasağının Kapsamı; İbnu'l-Arabî der ki: Gafillerden bir topluluk, bu âyet-i kerimeye yapışarak, meydana gelmedikçe olaylar hakkında soru sormanın haram olduğuna inanmıştır. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu âyet-i kerîme, hakkında soru sormanın yasaklandığı şeyin, verilen cevaptan dolayı hoşlanılmaması haliyle ilgili olduğunu açıkça ifade etmektedir. Oysa, bulunulan zamanda karşılaşılan meselelere cevap vermenin kötü ve hoşa gitmeyecek bir taralı yoktur. O bakımdan bu iki durum birbirinden farklıdır. Derim ki: "Gafillerden bir topluluk inanmaktadır" şeklindeki ifadesi bir dereceye kadar çirkindir. Çünkü ona yakışan: "Kimisi ise, olaylar ile İlgili soru sormayı haram görmüştür" şeklinde bir ifade kullanması idi. Fakat o, burada da, adet üzere bir ifade kullanmıştır. Ona yakışan, daha uygun olan, dememizin sebebine gelince, seleften bir topluluk, bu gibi hallerle ilgili soru sormaktan hoşlanmazdı. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) olmadık şeyler hakkında soru soran kimseleri lanetlerdi. Bunu, Dârimî Müsned'inde zikretmiştir. Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 123. Yine Dârimî, ez-Zührî'den şöyle dediğini nakletmektedir; Bize ulaştığına göre ensardan olan Zeyd b. Sabit, bir mesele hakkında kendisine soru soruldu mu: Böyle bir şey oldu mu diye sorarmış. Şayet ona: Evet oldu derlerse, o takdirde o mesele hakkında bildiğine göre hadis nakledermiş. Şayet, hayır Öyle bir şey olmadı diyecek olurlarsa, bunu oluncaya kadar bırakın dermiş. Dârimî, Mukaddime 18. hadis no: 124. Yine Dârimî, Ammâr b. Yâsir'den, kendisine sorulan bir mesele hakkında şöyle demiş olduğunu senediyle kaydetmektedir: Henüz böyle bir şey oldu mu? Onların, hayır demeleri üzerine: Oluncaya kadar bizi bırakınız. Eğer, böyle bir şey olursa, o takdirde sizin için o meselenin üzerine gideriz demiştir. Dârimî, Mukaddime 18, hadis no: 125. Yine Dârimî der ki: Bize, Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe anlattı, dedi ki: Bize, İbn Fudayl’ın Atâ'dan naklettiğine göre İbn Abbâs şöyle demiş: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashâbından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Ona, vefat ettiği vakte kadar yalnızca onüç mesele hakkında soru sordular. Ve bunların hepsi Kur'ân-ı Kerîm’dedir. "Sana haram ay hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/217); "Sana ay hali hakkında soru sorarlar" (el-Bakara, 2/222) ve benzerleri bunlar arasındadır. Onlar ancak kendilerine faydalı olan şeyler hakkında sûru sorarlardı. Dârimî, Mukaddime 18, hadis no; 127. 4- Günümüzde Soru Sormanın Hükmü: İbn Abdi’l-Berr der ki: Bugün soru sormaktan dolayı haram ve helâle dair herhangi bir hükmün ineceğine dair korkulmamaktadır. Buna göre, bir kimse ilme arzusu ve bilgisizliğini gidermek isteği, dinî bakımdan bilinmesi gereken bir hususa dair konuyu anlamak hakkında soru soracak olursa, bunda bir mahzur yoktur Çünkü, cahilliğin devası soru sormaktır. Kim de İşi yokuşa sürmek ve bilgisini artırmak kastı ya da öğrenmek amacı olmaksızın soru soracak olursa, işte az da olsa, çok da olsa soru sorması helal olmayan budur. İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamına yakışan, delilleri geniş geniş açıklayan, delil(ler üzerinde düşünme ve kıyas yolların) açıklayıp, içtihadın Ön bilgilerini elde etmek, hüküm çıkarmaya yardımcı olacak araçları hazırlamakla uğraşmak olmalıdır. Böyle birisine herhangi bir mesele arz edilecek olursa, o mesele uygun bir yolla araştırılır, bulunabileceği yerlerde tetkik edilir, Allah da onun doğru hükmü bulması için önünde kapıları açar. 5- Ayet-i Kerîmenin Anlaşılması Yüce Allah'ın: "Şayet onları Kur'ân’ın İndirildiği sırada sorarsanız, size açıklanır" âyetinde bir kapalılık vardır. Çünkü, âyetin baş tarafında soru sormak yasaklanırken, daha sonra: "Şayet onları Kur ânın indirildiği esnada sorarsanız size açıklanır" diye buyurularak soru sormak onlara mubah kılınmaktadır. Bununla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Âyet, eğer ihtiyaç duyulan başka şeyler hakkında soru soracak olursanız... demektir. Burada rauzaf hazf edilmiş bulunmaktadır. Bunun böyle bir hazf olduğu takdiri kabul edilmeksizin doğru olarak anlaşılması mümkün değildir. el-Cürcanî der ki: "Onları âyetindeki zamir, başka şeylere racidir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Yemin olsun Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık," (el-Mu'minun, 23/12) Burada insandan kastedilen Hazret-i Âdem'dir. Daha sonra gelen: "Sonra onu bir nutfe kılıp..." (el-Mu'minun, 23/13) âyetinde de kastedilen Âdem'in oğullarıdır. Çünkü Âdem (aleyhisselâm) sağlam bir yerde bir nutfe olarak yaratılmamıştır. Fakat, Âdem'in kendisi olan insan sozkonusu edilmesi onun gibi bir insandan söz edildiğine, delalet etmektedir. Bu, halin karînesi ile bilinmiş olmaktadır. Âyetin anlamı buna göre şöyle olur: Eğer sizler, Kur:ân-ı Kerîm'in indirildiği sırada birtakım şeyler ile ilgili olarak, helal, haram veya herhangi bir hüküm hakkında soru soracak olursanız ya da durumunuz bir şeyin açıklanmasını gerektirecek olursa, işte böyle bir durumda soru sorduğunuz takdirde size bunlar açıklanır. Böylelikle bu âyetinde yüce Allah, bu kabilden soru sormayı mubah kılmıştır, Bunun örneği de şudur: Şanı yüce Allah, boşanmış kadının, kocası ölmüş kadının ve hamile kadının iddetini beyan etmekle birlikte, ne ay hali olan, ne de hamile olan kadının iddeti sözkonusu edilmemiştir. Onlar da buna dair soru sorunca, yüce Allah'ın şu âyeti nâzil olmuştur: "Ay halinden kesilmiş olanlarla, asla ay hali olmayanların iddeti ise..." (et-Tahrim, 65/4) Buna göre yasak, hakkında soru sorma ihtiyacı duyulmayan şeyler hakkındadır. Açıklanmasına ihtiyaç duyulan şeyler hakkında soru sormanın yasaklanması sözkonusu olmamıştır. Yüce "Allah'ın: "Allah onu affetti" âyetinde kastedilen, onların geçmişte sordukları sorulardır. Burada affedilenlerin, cahiliyye ile ilgili ve o kabilden olup, haklarında soru sordukları şeyler olduğu da söylenmiştir. "Affetme"nin, terketmek anlamına olduğu da söylenmiştir. Yani, Allah onları ne helâl, ne de harama dair birşey bildirmeksizin oldukları gibi bırakmıştır. Bunlar, affolunmuş şeyler olduğundan dolayı bunları araştırmayınız. Olur ki, bunlara dair hüküm size açıklanacak olursa, sizin hoşunuza gitmez. Ubeyd b. Umeyr şöyle dermiş: Muhakkak Allah, helâl ve harama dair hükümler indirmiştir. Helâl kıldığı şeyi siz de helâl biliniz. Haram kıldığı şeylerden uzak durunuz. Bunlar arasında da bazı şeyleri helâl ya da haram kılmaksızın bırakmıştır. Bu da Allah'tan bir aflır (Hükmü açıklanmadan bırakılmış olan şeylerdir). Daha sonra da bu âyet-i kerimeyi okurmuş. Dârakutnî de Ebû Sa'lebe el-Huşenî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah, bir takım farzlar farz kılmıştır. Onları kaybetmeyiniz. Bazı haramları haram kılmıştır, onları da çiğnemeyiniz. Bir takım hadler belirlemiştir. Onları aşmayınız. Bazı şeyler hakkında unutma sebebiyle olmayarak hiçbir şey söylememiştir. Siz de onları araştırmayınız." Dârakutnî, IV, 184. Buna göre, âyette takdim ve tehir vardır. Yani, yüce Allah'ın açıklamadan bıraktığı, sözkonusu etmeksizin haklarında herhangi bir hüküm vermediği, ama size açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek bir takım şeylere dair soru sormayınız. Şöyle de denilmiştir: İfadede takdim de yoktur, tehir de, Aksine, anlamı şöyledir: Allah sizin geçmişe dair sorduğunuz soruları affetmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlardan hoşlanmamış olsa dahi. Artık benzeri şeyleri tekrar sormaya kalkışmayınız. Buna göre yüce Allah'ın: "Onu" âyetinden kasıt, daha önce de açıkladığımız gibi, soru sormayı, yahut sorular sormayı affetti, demek olur. 7- Öncekilerin Sordukları Sorulara Aldıkları Cevaplara Karşı Tavırları: Yüce Allah: "Sizden evvel de bir kavim onları sordular. Sonra da onları inkâr eden kimseler oldular" âyeti ile, bizden önce bunun gibi birtakım âyetler hakkında soru sormuş, (ya da mucizeler istemiş) bir topluluktan haber vermektedir. Bu topluluk, istekleri yerine getirilip, hükümleri üzerlerine farz kılındığı halde onları inkâr ettiler ve: Bunlar Allah'tan değildir dediler. Salih kavminin dişi deve mucizesini istemeleri, bu Hazret-i Îsa'nın arkadaşlarının gökten bir sofra indirilmesini istemeleri bu kabilindendir, İşte bu da geçmiş ümmetlerin yaptıklarının benzerini yapmaktan bir sakındırmadın Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Birisi dese ki: Burada sözünü ettiğiniz soru sormanın mekruhluğu ile bunun yasaklanmış olması iddiasına, Yüce Allah’ın: "Eğer bilmiyorsanız zikir ekline sorunuz" (en-Nahl, 16/43 ve el-Enbiyâ, 21/7) âyeti ile tearuz (çelişki) gibi halindedir. Buna şöyle cevap verilir: Allah'ın kullarına vermiş olduğu bu emir, onlar için gereğince amel etmelerinin vacip olduğu kesinleşmiş ve sabit olmuş şeylerdir. Yasak ise, yüce Allah'ın onları yerine getirmekle kullarının kendisine ibadet etmelerini istemediği ve Kitabında da söükonusu etmediği şeylerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 9- Bir Kişi, Hakkında Soru Sorduğu için Bir İşin Haram Kılınması: Müslim'in rivâyetine göre, Âmir b. Sa'd, babasından Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Müslümanlar arasında günahı en ağır olan müslüman kişi, müslümanlara haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da, onun bu soru sorması dolayısıyla onlara o şeyin haram kılınmasına sebep teşkil edendir." Buhârî İ'tisam 3; Müslim, Fedâil 132. 133: Ebû Dâvûd. Sünne 6: Müsned. 7. 176. 179. el-Kuşeyrî Ebû Nasr der ki: Eğer el-Aclanî (hanımın zinası hakkında) soru sormamış olsaydı, lian sabit olmazdı. Ebû'l-Ferec el-Cevzî de şöyle demektedir: Bu, birşey hakkında işi yokuşa sürmek ve boşla iştigal etmek için soru sorup bu kötü maksadı dolayısıyla hakkında sorduğu şeyin haram kılınması ile cezalandırılan kimse hakkında hamledilir. Bu durumda haram kılınan şey ise, herkes hakkında umumi bir hüküm halini alır. 10- Kaderiyye'nin Bir iddiası ve Cevabı: İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah bir şeyi bir başka şey için ve başka bir şey sebebiyle yapar şeklindeki iddialarına Kaderiyye'nin bu hadisi herhangi bir şekilde delil gösterebilmelerine imkân yoktur. Çünkü yüce Allah bundan münezzehtir. Şüphesiz O, herşeye gücü yetendir. O, herşeyi bilendir. Aksine, sebep ve gerekçe dahi O'nun fiillerindendir. Fakat, kaza ve takdir, hakkında soru sorulan şeyi o hususta soru sorma vaki olduğu zaman haram kılmak şeklinde cereyan etmiştir. Yoksa o soru bu haram kılmayı gerektirdiği ve ona bir gerekçe olduğu için değildir. Bunun benzeri ise, pek çoktur. Üstelik: "O, yaptıklarından, dolayı sorumlu olmaz. Halbuki, onlar sorulurlar." (el-Enbiya, 21/23) 103Allah, Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat o kâfirler Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar. Onların pek çoğunun da aklı ermez. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Allah, Bu Gibi Şeyleri Meşru Kılmamıştır: Yüce Allah'ın: "Allah... kılmamıştır" âyetinde yer alan : kelimesi burada "adım koydu" anlamındadır. Nitekim yüce Allah "Muhakkak Biz onu Arapça bir Kur’ân kıldık" (ez-Zuhruf, 43/3) âyetindeki "kılmak" ismini koymak demektir. Yani Biz, onu Arapça bir Kur'ân diye adlandırdık. Bu âyet-i kerimedeki anlamı ise: Allah bu gibi adlar koymamıştır ve böyle bir hüküm teşri buyurmamıştır, şer'an de bunlarla kullarının kendisine ibadet etmelerini istememiştir. Şu kadar var ki O, bunların olacağını bilerek, bu hususta kaza olarak bunu tayin etmiş, kudret ve iradesiyle bunu yaratıp var etmiştir. Çünkü yüce Allah, hayır olsun şer olsun, fayda olsun, zarar olsun, itaat olsun masiyet olsun, herşeyin yaratıcısıdır. 2- Bahîre, Sâibe ve Diğerleri: Yüce Allah'ın: "Bahire, Sâibe...." âyetindeki edatı zaiddir. Bahire, mef'ûl anlamında faile veznindedir. Bu da Natîha ve Zebîha (tos vurulmuş ve boğazlanmış) kelimeleri veznindedir. Sahih (i Buhârî'de, Said b. el-Müseyyeb'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bahire, tağutlar (putlar) için sütü alıkonulan demektir. İnsanlardan kimse bu gibi hayvanları sağamıyordu. Sâibe ise, ilahları adına serbest bıraktıkları davarlardı. Buhârî, Menakıb 9, Tefsir 5, sûre 13; Müslim, Cennet 51. Şöyle de denilmiştir: Bahire, sözlükte kulağı yarık dişi deve demektir. sözü, ben, dişi devenin kulağını genişçe yardım, demektir. Bu şekildekt deveye de Balura ve Mebhûra denilir. Bu şekilde bir yarık açmak onun serbest bırakıldığına alâmet teşkil ediyordu. İbn Sîde der ki; Denildiğine göre Bahire, çobansız, serbest bırakılan deve demektir. Aynı şekilde sütü çok bol dişi deveye de Bahîra denilmektedir. İbn İshâk der ki: Bahîra, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, tüyü kopanlmaz ve sütü -misafir dışında- içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü İçmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur. Şâfiî de der ki: Dişi deve, beş tane dişi yavrulayacak olursa, kulağı kesilir ve artık o haram ilan edilirdi- Şair der ki: "O haram kılınmıştır. İnsanlar onun etinin tadına bakma a Biz de aynı durumdayız, Bahiralar da böyledir," İbn Uzeyz de der ki: Bakıra şudur: Eğer bir dişi deve, beşincisi erkek olmak üzere beş tane yavru doğurursa, bu erkek yavruyu boğazlarlar, erkekler kadınlar ondan yerlerdi. Şayet beşincisi dişi olursa, o yavrunun kulağını yararlardı. Bu durumda o yavrunun eti de sütü de kadınlara haram olurdu. -İkrime de böyle demiştir,- Bu dişi yavru öldü mü, ölüsü kadınlara da helâl olurdu. Sâibe'ye gelince bu, kişinin mesela Allah kendisini hastalığından kurtaracak yahut da evine selâmetle vardıracak olursa, böyle bir iş yapacağına dair yapılan bir adak ile serbest bırakılan erkek devedir- Bu gibi develerin otlamalarına, su içmelerine engel olunmaz ve kimse de sırtlarına binmezdi. Ebû Ubeyd de böyle açıklamıştır. Şair de der ki; "Ve bir Sâibe ki, Allah için yayılıp gelişecek Eğer Allah Âmir'e veya Mücâşi'a afiyet verirse." Deve dışındaki davarları da Sâibe olarak bıraktıkları olurdu. Bir köleyi Sâibe bırakmaları halinde, onun üzerinde kimsenin velâ hakkı olmazdı. Sâibe'nin üzerinde herhangi bir yular bulunmaksızın, çobansız olarak serbest bırakılmış dişi deve demek olduğu da söylenmiştir. Bu kelime mef'ûl anlamında fail veznindedir. Razı (olunan) bir hayat" tabiri gibi ki, bu da mef'ûl anlamını vermektedir. Bu anlamıyla Sâibe ( Yılan ) serbestçe dolaştı tabirinden alınmıştır. Şair der ki; "Siz, Rabbim için Sâibe kılınmış bir dişi deveyi kestiniz Haydi ceza için ayağa kalkınız." Vasile ile Ham'a gelince; İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Cahiliyye dönemi insanları deve ve koyunları azad eder ve onları serbest bırakırlardı. (Sâibe yaparlardı) Ham ise, yalnızca deveden olurdu. Erkek devenin dişiler üzerine aşırılması bitti mi, üzerine tavus kuşları tüylerinden bırakırlar ve onu serbest bırakırlardı. Vasile ise, ardı ardına dişi yavrulayan koyunlardan olurdu. Bu koyunları da serbest bırakırlardı. İbn Uzeyz der ki; Vasile koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şayet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte (ikiz) ise, bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti, derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hamt ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hale gelen erkek devedir. Şair der ki: "Ebû Kâbus himaye etti onu. Sahip olduğu şeylerin en kıymetlileri arasında; Tıpkı erkek devenin yavrularının yavrularına himaye etmesi gibi." Şöyle de denilmektedir: Eğer, o erkek devenin sulbünden on batın dünyaya gelirse; bu kendi sırtını himaye etti, derler ve ne sırtına binilir, ne de herhangi bir otlakta otlaması, ne de bir sudan içmesine engeî olunurdu. İbn İshâk der ki: Vasile, aralarında erkek olmaksızın ardı arkasına beş batında on tane dişi yavru yapan koyundu. O vakit, bu vasletti, denilir. Artık, bundan sonra o koyunun yavruları, yalnızca erkeklerine ait olur, kadınlara onlardan birşey verilmezdi. Ancak, bunlardan birisi ölecek olursa, erkekleri de kadınları da onlardan müştereken yerlerdi. 3- Davarlara Dair Bu Hükümlerin Ortaya Çıkması ve Allah'ın Şeriatine Aykırı Hüküm Koymak: Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, Huzaalı Amr b. Amir'i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Şaibeleri ilk olarak serbest bırakan o olmuştu." Müslim, Cennet 51; Müsned, II 275 Bir başka rivâyette de şöyle denilmektedir: "Şu Kâ'b oğullarına mensub Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif’i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm" denilmektedir. Müslim, Cennet 50, Aynı muhtevadaki başka rivâyetler. Buhârî, el-Amel fi's-Salah 11, Menâkıb 9- Tefsir 5 sûre 13; Müslim, Kusuf, Nesâî, Kusuf 11; Müsned, I, 446, II, 366. Ebû Hüreyre de rivâyetle der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı Eksem b. el-Cûn'a şöyle derken dinledim: "Ben, Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif'i cehennem'de bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Ne senden daha çok ona benzeyeni, ne ondan sana daha çok benzeyeni gördüm." Eksem: Ey Allah'ın Rasulü, ona benzemenin bana zarar vereceğinden korkarım deyince, şöyle buyurdu: "Hayır, sen bir mü’minsin. O ise bir kâfirdi, Çünkü o, İsmail'in dinini ilk değiştiren, Bahîra'nın kulağını ilk yaran, Sâibe'yi ilk serbest bırakan, Hâmi'nin sırtına binilmez diyen ilk kişidir." Az farkla: Hakim el-Müsterek , IV, 607. Aynen bk. Müsned, V, 138. Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "Ben onu, kısa boylu, gür saçlı, saçları kulaklarının yumuşaklarına kadar varan bir kişi olarak cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm." İbnü'l-Kasım'ın ve ondan başkalarının Mâlikten, onun Zeyd b. Eslem'den, onun da Atâ b. Yesar'dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "O, cehennem halkını kokusu ile rahatsız eder." Bu hadis ise görüldüğü gibi mürseldir, bunu da İbnü'l-Arabî nakletmektedir. İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l Kur'ân II, 701. Bunları ilk olarak ortaya çıkartanın Cunade b. Avf olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu konudaki sahih rivâyetler ise yeterlidir. İbn İshâk’ın rivâyetine göre, putların dikiliş ve İbrahim (aleyhisselâm)'ın dininin değiştirilmesinin sebebi, Amr b. Luhay'dır. Mekke'den Şam'a gitmişti. el-Belka toprakları içerisinde kalan Meâb'a da gitti. O günlerde orada, İmlik -Imlâk da denilir- b. Lâvit b. Sâm b. Nûh soyundan gelen Amâlikalılar yaşamaktaydı. Onların putlara taptıklarını görünce, onlara: Sizin taptığınızı gördüğüm şu putlar da ne oluyor diye sormuş, onlar da: Bunlar, kendileri aracılığı ile yağmur istediğimiz ve bunun üzerine bize yağmur gelen, yine kendileri aracılığıyla yardım ve zafer istediğimiz, bu sebeple de bize yardım ve zafer gelen putlardır, Bunun üzerine onlara; Bana bunlardan bir put vermez misiniz dedi ve bir put alıp Arap topraklarına götüreyim, ona ibadel etsinler. Ona, "Hubel" ismi verilen bir put verdiler. O da bunu Mekke'ye getirip o putu orada dikti. İnsanlar da ona ibadete ve onu ta'zim etmeye koyuldular. Şanı yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderince üzerine: "Allah, Bahire, Şaibe, Vasile ve Hâmdiye birşey (meşru) kılmamıştır" "Fakat o kâfirler" yani, Kureyş, Huzaa ve Arap müşrikleri arasından kâfir olanlar, "Allah'a yalan söyleyip iftira ediyorlar" âyetini indirdi. Çünkü onlar: Allah bunları haram kılmayı emretti diyorlar ve onlar bütün bu işleri Allah'a itaat yolunda, rablerinİ razı etmek için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Oysa Allah'ın itaatinin ne olduğu O'nun âyetinden anlaşılır. Halbuki, bu hususta onların yanında ondan gelmiş bir âyet yoktu. İşte o bakımdan bütün bunlar, onların Allah'a karşı yalan uydurdukları şeyler cümlesindendirler. Ayrıca onlar şöyle demişlerdi: "Şu davarların karınlarındald yavrular, yalnız erkeklerimize helaldir." Yani, bu davarların doğurdukları yavrular ve sütler yalnız erkeklerimize helaldir. "Kadınlarımıza haramdır şayet ölü doğarsa" yani, eğer ölü yavrularsa, o takdirde erkek ve kadınlar onda ortak olurlardı. İşte yüce Allah'ın: "Onlar bunda ortaktırlar" âyetinde kastettiği budur. "Onlara, yakıştırmalarının cezasını verecektir." Yani, Allah'a karşı yalan uydurduklarından dolayı, ahîrette onları azaplandıracaktır "Muhakkak ki O, sapasağlam hüküm koyandır, herşeyi bilendir." (el-En'âm, 6/139) Yanif haram ve helal kılmak suretiyle. Yine yüce Allah, Peygamberine şunu indirmiştir; "De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden haram ve helal kıldığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yûnus, 10/59) Yine yüce Allah Peygamberine, "Sekiz çift..." (el-En'âm, 6/14) âyeti ile: "Birtakım hayvanlarda vardır ki, üzerlerine Allah'ın ismini -Ona yalan, iftira ederek- anmazlar" (el-En'âm, 6/138) âyetlerini indirmişti. 4- Ebû Hanîfe'nin, Bu Âyete Dayanarak Vakfi Gayri Meşru Görmesi ve Bu Görüşünün Münakaşası; Ebû Hanîfe -Allah ondan razı olsun- vakıfları kabul etmeme görüşüne, yüce Allah'ın Arapları, davarları serbest bırakma (Sâibe), onları himaye etme (Hami) şeklindeki uygulamalarını ve kendilerini bunlardan mahrum etmelerini ayıplamış olmasını dayanak göstermekte ve vakfı, Bahîre ile Şaibeye kıyas etmektedir Oysa aradaki fark gayet açıktır. Şayet bir kimse kalkıp kendisine ait bir arazi hakkında: Bu vakıf olsun, meyvesi toplanmasın, arazisi ekilmesin, hiçbir şekilde ondan yararlanılmasın diyecek olsa, onun bu durumunun Bâhîra veya Sâibe'ye benzetilmesi mümkün olurdu. Nitekim Alkame de bu gibi şeylere dair soru soran kimseye: Sen,cahiliye uygulamalarından olup, geçip gitmiş olan birşeyden ne istiyorsun? İbn Zeyd de buna benzer bir söz sarfetmişti. Ancak, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Züfer müstesna, -ki bu, Şüreyh'in de görüşüdür- İlim adamlarının büyük çoğunluğu, vakfın câiz olduğunu söylemişlerdir. Şu kadar var ki Ebû Yûsuf bu hususta İbnu Leyye kendisine Hazret-i Ömer ile ilgili bir durumu nakledince, Ebû Hanîfe'nin görüşünden vazgeçmiştir. İbn Uleyye Ebû Yûsuf'a, İbn Avn'dan, o, Nafi'den, o da İbn Ömer'den naklettiğine göre, ibn Ömer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Hayber'deki payını sadaka olarak bağışlamak hususunda izin isteyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurmuş: "Aslını alıkoy ve mahsulünü de sebil olarak dağıt." Nesâî, Libas 3; İbn Mâce, Sadakat 4; Müsned, II, 114. İşte vakıfları câiz gören herkes bunu delil göstermektedir. Ve bu, sahih bir hadistir. Bunu da Ebû Ömer ifade etmiştir. Aynı şekilde bu mesele hakkında ashâbın icmaı da vardır. Şöyle ki; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Âişe, Fatıma, Âmr b. el-As, İbn ez-Zübeyr ve Câbir -bunların hepsi- vakıflar yapmışlardır. Mekke ve Medine'de bunlara ait vakıflar bilinmektedir ve meşhurdur. Rivâyete göre Ebû Yûsuf, Harun er-Reşid'in huzurunda Mâlik'e şöyle demiş: Vakıf câiz değildir. Mâlik, ona şöyle demiş: İşte bu vakıflar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve Hayber'deki ve Fedek'teki vakıfları diğer ashâbının vakıflarıdır. Ebû Hanîfe'nin âyeti delil göstermesine gelince, bu hususta delil gösterilecek bir taraf, yoktur. Çünkü, bu davarlardan yararlanılma yolunu kesip yüce Allah'ın nimetini ortadan kaldırmak, bu develerde kullar lehine olan maslahatı izale etmek hususlarında kendilerine tevcih olunmuş bir şeriat veya farz kılınmış bir mükellefiyet olmaksızın, akılları ile böyle bir uygulama? ya kalkışmaları dolayısıyla şanı yüce Allah onları ayıplamıştır İşte bu bakımdan, bu gibi hususlar ile vakıflar arasında fark ortaya çıkmaktadır. Yine Ebû Hanîfe ve Züfer'in delil olarak gösterdikleri şeyler arasında Atâ'nın İbn el-Müseyyeb'den yaptığı şu rivâyet de vardır: Ben, Şüreyh'e, evini çocuklarından birisine vakfeden bir kimse hakkında soru sordum da söyle dedi; Allah'ın tayin ettiği farizalardan alıkoyarak vakıf yapmak sözkonusu değildir. İste (bu görüşü savunanlar) derler ki: İşte Ömer, Osman ve Ali gibi raşid halifelerin hakimliğini yapan Şüreyh, bu doğrultuda hüküm vermiştir. Yine İbn Lehia'nın, kardeşi Îsa'dan, onun İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyeti de delil göstermektedir İbn Abbâs der ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı en-Nisa sûresinin İndirilmesinden ve yüce Allah orada ferâizi (mirasa dair hükümleri) indirmesinden sonra vakıf yapmayı yasaklarken dinledim, Taberî der ki: Sadaka verenin hayatta iken yüce Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla izin verişine uygun olarak, Raşid halîfelerin de uygulamasına uygun olarak geçerli kıldığı herhangi bir sadaka, Allah'ın farizalarından bir şeyi engelleyip alıkoymak değildir. Bu hususta ne Şüreyh'in görüşüne, ne de sünnete ve bütün insanlara karşı delil teşkil eden ashâbın uygulamasına muhalif herhangi bir görüşe delil vardır. İbn Abbâs'ın hadisine gelince, onu İbn Lehia rivâyet etmiştir, O ise, ömrünün sonlarında aklı karışmış bir kimsedir. Kardeşi ise bilinen bir ravi değildir. O bakımdan o hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Bu açıklamayı da İbnü'l-Kassar yapmıştır Bir arazi vakfedilmek suretiyle hiçbir kimsenin mülkiyetine verilmeksizin sahiplerinin mülkiyetinden nasıl çıkartılır, diye sorulabilecek, bir soruya Tahavî şöyle cevap vermektedir: Bunlara denir ki: Bunun nesine karşı çıkılıyor ki? Sen de, hasmın da o araziyi sahibinin müslümanlara orayı mescid yapabileceğini ve müslümanları o mescidle başbaşa bırakabileceğini kabul ediyorsun. Böylelikle bu gibi bir arazi, bir kişinin mülkiyetinden çıkmış ve kimsenin de mülkiyetine geçmemiştir. Yüce Allah'ın mülkü olmuştur. Çeşmeler, tahta ve taştan yapılmış köprüler de böyledir. Sana muhalif kanaatte olan aleyhine delil getirdiğin her bir husus, aynı şekilde bütün bu hususlarda sana karşı da delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Vakfedenin Vakıftaki Tasarrufu: Vakfı câiz kabul edenler, vakfedenin, vakfettiği şeyde ki tasarrufu hususunda farklı görüşlere sahiptirler Şâfiî der ki: Vakfedene (hürriyetine kavuşturduğu kölenin rakabesine malik olması haram olduğu gibi) onun mülkü haram olur. Şu kadar var ki, vakfın sadakasını dağıtma görevini (mütevellilik), üstlenmesi ve bu sadakayı dağıtıp ne için vakfetmişse, o alanlarda sebil etmesi caizdir. Çünkü Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) bize ulaştığına göre, yüce Allah onun ruhunu kabz edinceye kadar vakfının sadakasını dağıtmaya devam etmiştir. (Şâfiî devamla) der ki: Ali ve Fatima (Allah ikisinden de razı olsun) da kendi (vakıflarının) sadakalarını dağıtmayı (mütevelli ligini yapmayı) bizzat sürdürüyorlardı. Ebû Yûsuf da bu görüştedir. Mâlik ise der ki; Bir kişi bir araziyi veya bir hurma bahçesini yahut bir evi yoksullara vakfedip Ölünceye kadar bu vakıf elinde bulunmak suretiyle o vakfın işlerini görür, kiraya verir ve gelirini yoksullar arasında dağıtmaya devam ederse bu vakıf, başkaları tarafından geçerli kabul olunmadıkça vakıf olmaz, miras kalır. Yine Mâlik'e göre, konaklanılan yer, bahçeler ve arazinin -at ve silahtan farklı olarak-mütevelliliğini vakfedenden başkası yapmadığı sürece bunların vakfe dilmeleri geçerli değildir ve vakıf olarak bunlardan yararlanılamaz. Mâliki mezhebine mensub ilim adamlarının bir topluluğuna göre mezhebinden anlaşılan ve varılan netice budur. 6- Vakfedenin Vakfından Yararlanmasının Hükmü: Vakfeden kimsenin vakfından yararlanması câiz değildir. Çünkü o, bunu Allah için elinden çıkarmış ve mülkiyetinden kesip ayırmıştır. Onun herhangi bir bölümünden yararlanması ise, verdiği bu sadakadan bir dönüştür. Ancak, vakıfta böyle bir şart koşmuşsa yahut vakfeden kişi ya da onun mirasçıları fakir düşmüşse o vakfın gelirinden yemeleri câiz olur. İbn Habib, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Her kim, bir asıl malı, mahsulleri yoksullara verilmek üzere vakfedecek olursa, fakir düşmeleri halinde o vakfın gelirinden çocuklarına da verilir. Vakfı yaptığı gün zengin veya takır olmaları farketmez. Şu kadar var ki, vakfın sonu gelir korkusuyla gelirin tümü onlara verilmez. Ancak, yine yoksullara ondan bir pay verilmeye devam edilir ki, vakıf ismi da onun hakkında kullanılabilsin. Bu hususta çocuklar hakkında da yoksullardan ayrıca hak sahibi olduktan için değil deV onlara verilenlerin yoksul olmaları sebebiyle verildiğine dair bir kayıt düşülür. 7- Sâibe Lâfzını Kullanarak Köle Azad Etmek: Sâibe lâfzım kullanarak köle azad etmek caizdir. Bu ise, efendinin kölesine: -Onu azad etme niyetiyle- sen hürsün, demesi veya, Sâibe olmak üzere sem azad ettim, demesi şeklinde olur. Mâlik'in arkadaşlarından bir topluluk nezdinde meşhur olan görüşüne göre, böyle bir kölenin velâ hakkı, müslümanlar topluluğuna ait olup, azadı da geçerlidir. İbnü'l-Kasım, İbn Abdilhakem, Eşheb ve başkaları ondan bunu böylece rivâyet ettikleri gibi, İbn Vehb de böyle demiştir. Yine İbn Vehb Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Hiçbir kimse Sâibe denilerek azad edilmez. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Buhârî, Feraiz 21; Müslim Itk ı<5; Ebû Dâvûd, Feraiz 14; Tirmizî Buyû’ 20 Vela 2; Nesâî, Buyû’ 78; İbn Mâce, Ferâiz 15; Dârimî Buyû'’, 36, Feraiz 53; Muvatta’', Itk 20; Müsned, II, 9V 79, 107. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu, aynı zamanda onun tuttuğu yolu izleyen herkesin de kanaatidir. Ancak, bu hadis Sâîbe suretinde azad etmenin mekruh olduğu şeklinde anlaşılır, başka türlü anlaşılmaz. Böyle birşey yapılacak olursa geçerli olur ve onun hakkındaki hüküm zikrettiğimiz gibidir. Yine İbn Vehb ve İbnü'l-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini rivâyet ederler: Ben, Sâibe yoluyla azad etmeyi mekruh görüyorum ve bunun yapılmamasını uygun görüyorum. Bununla birlikte böyle birşey yapılacak olursa, geçerli olur ve onun velâsı müslümanlar cemaatine miras olur. Ödenmesi gereken bir diyet altına girerse de onlar tarafından ödenir. Esbağ der ki: Sâibe yoluyla azad etmekte bir mahzur yoktur. O, bu görüşüyle, Mâlikî mezhebinde meşhur olan kanaati benimsemiş bulunmaktadır. Kadı İsmail b. İshâk da onun lehine delil getirmiş ve onun görüşünü taklit etmiştir. Bu husustaki delillerinden birisi de şudur: Sâibe yoluyla azad etmek, Medine’de oldukça yaygındır ve hiçbir alim de buna karşı çıkmamaktadır. Abdullah b. Ömer ve selefe mensup ondan başkası da Sâibe yoluyla köle azad etmişlerdir. Ayrıca bu, İbn Şihâb, Rabia ve Ebû'z-Zinad'dan rivâyet edilmiştir. Ömer b. Abdülaziz, Ebû'l-Âl-iyye, Atâ, Amr b. Dinar ve diğerlerinin de görüşü budur. Derim ki: Basralı ve Temimoğullarından Ebû'l-Aliye er-Reyahî (radıyallahü anh), Sâibe olarak azad edilmiş kimselerdendir. Onu; Riyahoğullarına mensup olan hanım efendisi, Allah rızası için Sâibe olarak azad etmiş ve mesciddeki halkaları dolaşarak bunu ilan etmiştir. Asıl ismi ise Rafi' b. Mihrân'dir. İbn Nâfi' der ki: Bugün İslamda Sâibe diye bir azad şekli yoktur, Her kim Sâibe yoluyla azad edecek olursa, o kölenin velâsı ona ait olur. Şâfiî, Ebû Hanîfe ve İbnü’l-Mâcişûn da böyle demiştir, İbnü'l-Arabî de bu görüşe meyletmiştir. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in şu âyetlerini delil gösterirler: "Kim Sâibe yoluyla köle azad ederse, o kölenin velâsı o kimseye (azad edene) aittir". "Velâ, ancak onu azad edene aittir." Hadisin geçtiği yerlerin bazısı: Buhârî, Salât 70; Şurüt 3, 10,13,.. Müslim Itk 5, 6...; Ebû Dâvûd, Feraiz 12; Tirmizî, Feraiz 20.; Nesâî, Zekat 99..; İbn Mâce, Itk 3; Darimİ, Talâk 15; Muvatta’'; Itk 17-19; Müsned, I, 281, 321... Böylelikle Hazret-i Peygamber, velâ hakkının azad edenden başkasına ait olmasını kabul etmemektedir. Yine bunlar, yüce Allah'ın: "Allah, Bahire, Sâibe... diye bir şey meşru kılmamıştır" âyeti ile: "İslâm'da Sâibe yoktur". hadisini, ayrıca Ebû Kubeys'in Huzeyl b. Şûrahbil’den şu rivâyetini de delil göstermişlerdir: Huzeyl dedi ki; Bir adam Abdullah (b. Mes'ûd'a) dedi ki: Ben, bana ait bir köleyi Sâibe olarak azad ettim. Bu husustaki görüşün nedir? Abdullah şu cevabı verdi: Müslüman olanlar, Sâibe diye birşey yapmazlar Ancak cahiliyye halkı Sâibe uygulamasında bulunurlardı. Buraya kadar Buhârî, Ferâiz 20. Sen onun mirasçısısın ve onun nimeti (azad etme nimeti)nin velisisin. (Yani, velâsı sana aittir) 104Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz" denildiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğunuz şey bize yeter" dediler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yola gitmeyen kimseler idiyse. Yüce Allah'ın: "Onlar; Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz denildiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter dediler" âyetinin anlamı ve buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde (2/170. âyetin tefsirinde) geçmiş olduğundan burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur. 105Ey mü’minler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Bu Âyetin Bir Önceki Buyruklarla İlişkisi: İlim adamlarımız derler ki: Bu âyetin bundan önceki âyetlerle ilişkisi, sakındırılmask gereken şeylerden sakındırmak yönü iledir Bu da bundan önce nitelikleri geçmiş bulunan ve dîni hususunda atalarının ve geçmişlerinin taklidine yönelen kimselerin durumudur. Âyetin zahiri, kişinin bizzat kendisi dosdoğru olması halinde iyiliği emredip münkerden alıkoymanın, vacib olmadığına ve hiçbir kimsenin başkasının günahı dolayısıyla sorumlu olmayacağına delâlet etmektedir. Şayet sünnet-i seniyyede bu âyetin tefsirine dair varid olmuş âyetler ile, ashâbın ve tabiinin sözleri -yüce Allah'ın yardımıyla biraz sonra açıklayacağımız gibi- vârid olmasaydı, anlam bu olacaka. 2- Kişinin Kendisine Bakmasının Anlamı: Yüce Allah'ın: "Siz kendinize bakın" âyeti kendinizi masiyetlerden koruyun, demektir. Meselâ; Zeyd'e dikkat et, denilecek olursa bu Zeyd'i kolla, gözet, ondan ayrılma, demektir. Ancak, (muhatap değil de) gaib sigasıyla: Zeyd'e dikkat etsin, gözkulak olsun şeklinde bir tabir (Arapçada) kullanılamaz. Çünkü, böyle bir ifade ancak muhataplara ve üç lâfız (kelam, söz) ile söylenir. ise, Zeyd'i tut, anlamındadır. İfadesi de Amr yanındadır, huzuruna gelmiştir, anlamındadır, Zeyd senin yanındadır, sana yakındır anlamlarına gelir. Şair de şöyle demiştir: "Ey kovayı doldurmak için kuyunun dibine inmiş adam; İşte benim kovam senin yanındadır." ifadesi ise, şâz (kullanımı istisnaî) dır. 3- İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmanın Gereği: Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başkaları, Kays b. Ebû Hazımdan şöyle dediğini-n-vayet ederler: Ebû Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh) bize bir hutbe irad edip dedi ki: Siz. şu âyeti okuyor ve onu doğru olmayan bir şekilde te'vil ediyorsunuz: "Ey Îman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez." Hiç şüphesiz ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak ki insanlar zalimi gördükleri takdirde, eğer ellerini yakalamaz ve zulümden çekmez iseler, aradan fazla bir zaman geçmeksizin Allah kendi nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir." Ebû Îsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Ebû Dâvûd, Melahim 17; Tirmizî, Filen 8, Tefsir 5. sûre 17; İbn Mâce, Fiten 20; Müsned, I, 2, 5, 7, 9. İsbâk b. İbrahim dedi ki: Ben, Amr b. Ali'yi şöyle derken dinledim: Ben, Vekî'i şöyle derken dinledim: Ebû Bekir'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla, sahih tek bir hadis dahi yoktur. Ben (İshâk b. İbrahim) derim ki : İsmail b. Ebi Halidin Kays yoluyla sahih tek bir rivâyeti dahi yoktur. İshak b. İbrahim der ki: İsmail, Kays'dan mevkuf olarak rivâyet etmiştir. en-Nakkâş da der ki: Bu, Vekî'in bir aşırılığıdır (Çünkü), bu hadisi Şu'be, Süf'yan'dan, İshâk da İsmail'den merfu' olarak rivâyet ettiği gibi, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başkaları da Ebû Umeyye eş-Şa'banîden rivâyet etmektedirler. eş-Şa'bânî dedi ki: Ebû Salebe el-Huşenî'ye varıp dedim ki: Sen şu âyeti nasıl anlamaktasın? O: Hangi âyet diye sorunca, ben de: Yüce Allah'ın: "Ey mü’minler siz kendinize bakın. Siz. doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez" âyeti dedim. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen bu hususta bilen birisine sordun. Ben de bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a sordum, dedi ki: "(Anladığınız gibi yapmayın). Aksine, birbirinize iyiliği emredin, kötülükten sakındırın. Nihayet kendisine itaat olunan bir cimrilik, ardından gidilen bir heva, tercih olunan bir dünya ve her kişinin kendi görüşünü beğendiğini görecek olursan, o takdirde özel olarak kendine bak ve umuma ait işlerle uğraşmayı bırak. Çünkü, şüphe yok ki, ileride öyle günler gelecek ki, o günlerde sabretmek, avuçta ateş tutmak gibidir. O günlerde (hayırlı) amellerde bulunan kimseler için sizin ameliniz gibi amel yapan elli kişinin ecri kadar ecir verilir." Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, bizden elli kişinin mi, yoksa onlardan elli kişinin mi ecri kadar? Hazret-i Peygamber: "Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar..." diye buyurdu, Ebû Îsa dedi ki: Bu, hasen garip bir hadistir. Tirmizî,Tefsir 5. SÛRE 18; Ebû Dâvûd Melahim 17; İbn Mâce Fiten 21. İbn Abdi'l-Berr der ki: Hazret-i Peygamberin: "Hayır, sizden..." ifadesini, kimi raviler ifâde etmemiş ve onu zikretmemişlerdir. Bu, daha önceden geçmiş bulunmaktadır Yine Tirmizî Ebû Hüreyre'den, o da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir; "Sizler, öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden kendisine emrolunan şeylerin ondabirini terk eden olursa helâk olur. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki, onlardan emrolunduğunun ondabirini yapan kurtulacaktır" (Tirmizî.) der ki; Bu, garip bir hadistir. Tirmizî, Fiten 79. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu zaman, bu âyetin zamanı değildir. Sizden kabul olunduğu sürece hakkı söyleyiniz. Eğer söylediğiniz hak reddolunacak olunsa, o vakit kendinize bakınız. Süyûtî, ed-Dürru'l Mensur, III, 219. İbn Ömer'e, fitne zamanlarından birisinde şöyle sorulmuş: Keşke şu günlerde söz söylemeyi bırakıp da iyiliği emredip kötülükten sakındırmasan. Şu cevabı verdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize dedi ki: "Hazır bulunan, hazır bulunmıyana tebliğ etsin." Bizler ise hazır bulunduk. O bakımdan size tebliğ etmemiz gerekir. Yakında öyle bir zaman gelecek ki, dönemde hak söylenecek olursa kabul olunmayacaktır. Bir rivâyette de Hazret-i Peygamber'in: "Hazır bulunan kimse hazır bulunmayana tebliğ etsin" âyetinden sonra şöyle demiştir: "İşte hazır bulunanlar bizlerdik, hazır bulunmayanlar da sizlersiniz. Fakat, bu âyet-i kerîme bizden sonra gelecek bir takım kavimler içindir ki, onlar hakkı söyleyecek olurlarsa onlardan kabul olunmayacaktır." Süyûtî, Durru'l Mensâr, III, 216-217. İbnü'l-Mübarek der ki: Yüce Allah'ın: "Siz kendinize bakın" âyeti bütün mü’minlere bir hitaptır. Yani, siz kendi dininize mensup olanlara bakınız, onlara dikkat ediniz. Yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz:" âyeti gibidir. Sanki, biriniz Ötekine iyiliği emretsin ve biriniz diğerini kötülükten alıkoysun, demiş gibidir. O bakımdan bu âyet, iyiliği emredip münkerden alıkoymanın vücubuna bir delildir. Bununla birlikte müşriklerin, münafıkların ve kitap ehlinin sapıklıklarının size bir zararı olmaz. Çünkü, iyiliği emretmek, -önceden de geçtiği gibi- müslümanlardan olup isyankâr kimselere yapılır. Bu anlamda bir açıklama, Saîd b. Cübeyr'den de rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb ise der ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Siz, iyiliği emredipv münkerden alıkoyduktan sonra, hidayet bulduğunuz takdirde, sapıtanların size hiçbir zararı olmaz. İbn Huveyzimendad der ki: Âyet-i kerîme insanın özel olarak kendisiyle uğraşmasını, İnsanların kusurlarına el atıp onlarla uğraşmayı terk etmesini, onların gizli hallerini araştırmaktan vazgeçmesini ihtiva etmektedir. Çünkü, onlar onun durumunun iç yüzünü sorup araştırmadıkları gibi, o da. onların durumları hakkında sorup araştırmaya kalkışmasın. Bu da yüce Allah'ın: "Herkes kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddesir, 74/38) ile: "Hiçbir günahkâr bir başkasının günahım yüklenmez" (el-En'âm, 6/164) buyruklarım andırmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şu âyetine benzemektedir: "O takdirde evinde otur ve yalnız kendi nefsine bak.". Bununla iyiliği emredip, münkerden sakındırmanın mümkün olmayacağı bir zamanı kastetmiş olması da mümkündür. O takdirde kalbiyle o münkeri reddeder ve bizzat kendisini ıslah etmekle meşgul olur. Derim ki: İbn Lehîa tarafından rivâyet edilen garip bir hadis vardır: İbn Lehia dedi ki: Bize, Bekr b. Sevâde el-Cüzami anlattı. Bekr, Ukbe b. Âmir'den şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İkiyüzüncü yılın başı oldu mu, artık hiçbir İyiliği emretme, hiçbir münkerden sakındırma ve bizzat kendine bak." İlim adamlarımız derler ki: Hazret-i Peygamberin bunu söyleyiş sebebi, zamanın değişmesi, hallerin bozulması ve yardımcıların azlığından dolayıdır. Cabir b. Zeyd dedi ki: Âyet-i kerimenin anlamı şudur; Ey şu Bahîra'nın kulaklarını yaran ve Sâibe develeri başıboş bırakanların evlatları, din üzere istikamet hususunda siz kendinize bakın. Siz hidayet bulduğunuz takdirde, geçmişlerin sapıklıklarının size bir zararı olmaz. (Cabir) der ki: Kişi İslama girdi mi, kâfirler ona şöyle derlerdi: Böylelikle alalarını beyinsizlikle suçlamış oldun, onların sapık olduklarını iddia ettin ve şunu şunu yaptın. Bunun üzerine yüce Allah bu sebepten dolayı bu âyet-i kerimeyi indirdi. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme, öğüt vermenin kendilerine hiç bir fayda sağlamadığı hevâ ehli kimseler hakkındadır. Sen bir topluluğun öğüdünü kabul etmeyecekleri, aksine onu hafife alıp kötülüklerini açıktan yapacaklarını bilecek olursan, sesini çıkarma. Yine şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme, bazıları irtidat edecek noktaya gelinceye kadar müşriklerin işkenceye tabi tuttukları ashâb kimseler hakkında nâzil olmuştur, islam üzere kalmaya devam edenlere de: Siz kendinize bakınız. Arkadaşlarınızın irtidat etmelerinin size bir zararı olmaz, denilmektedir. Saîd b. Cübeyr der ki: Âyet-i kerîme kitab ehli hakkındadır. Mücahid de der ki: Ayet-i kerîme yahbdi, hıristiyan ve onlara benzeyen kimseler hakkındadır. Onlar bu kanaatleriyle âyetin anlamının şu olduğunu kabul etmiş oluyorlar: Cizyeyi ödemeleri şartıyla kitab ehlinin küfürlerinin size bir zararları olmaz. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerîme, iyiliği emredip, münkerden alıkoymayı, yasaklayan âyetlerle nesh olmuştur. Bunu da ekMehdevî ifade etmiştir. İbn Atiyye der ki; Bu, zayıf bir görüştür ve bunu kimin söylediği bilinmemektedir. Derim ki: Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellam'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Şanı yüce Allah'ın Kitabında hem nasihi, hem de mensûhu bir arada toplamış bu âyetten başka bir âyet-i kerîme yoktur. Başkası da şöyle demiştir: Bu âyette nesh edici âyet, "doğru yolu bulursanız" âyetidir ki, burada hidayet bulmak, iyiliği emredip münkerden alıkoymak demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Emri bil-maruf Nehy-i anil-münkerde Bulunmanın Hükmü: İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak, kabul edilmesi umulduğu yahut da sertlikle dahi olsa, zalimin vazgeç irilmesi ümidedildiği takdirde, -emreden kişi- özel olarak kendisine gelecek bir zarardan ya da müslüm ani arın başına gelmesine sebep teşkil edeceği bir fitneden korkmadığı sürece teayyün eder. Bu fitne ise, ya birliğin bölünmesi yahut da insanlardan bir kesime bir zararın gelmesi suretiyle olur. İşte böyle birşeyden korkulacak olursa, "siz kendinize bakın" âyeti muhkemdir ve o sınırda durulması icabeder. Diğer taraftan kötülükten nehyedecek kimse de -az önce geçtiği gibi- adaletli genel olarak büyük günahları ve özellikle nehyettiği o kötülüğü işlemeyen bir kimse olması şartı yoktur. İlim ehli topluluğu bu görüştedir, bunu bil. 106Ey Îman edenler! yolculuk halinde iken, ölüm musibeti gelip birinizi bulmuşsa, vasiyyet vaktinde aranızda şahitlik (şöyle olsun): Ya içinizden adalet sahibi iki kişi, yahut sizden olmayan başka iki kişi (şahid) olsun. Haklarında şüpheye düşerseniz, bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyarsınız da, Allah'a şöyle yemin ederler: "Bu iki kişi akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir bedele satmayacağız ve Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz. O takdirde muhakkak günahkârlardan oluruz." Âyetin tefsiri için bak:108 107Eğer onların bir vebali hakkettikleri gerçekten ortaya çıkarılırsa, haksızlığa uğrayan (mirasçı)lardan ölene en yakın başka iki kişi bunların yerine geçer ve: "Bizim şahidliğimiz o iki kişinin şehadetinden elbette daha doğrudur. Biz aşırı da gitmedik. O takdirde muhakkak zâlimlerden oluruz" diye Allah adına yemin ederler. Âyetin tefsiri için bak:108 108Bu, şahidliği gerektiği şekilde yerine getirmelerine yahut yeminlerinden sonra yeminlerin (mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha yakındır. Allah'tan korkun ve dinleyin, Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız: 1- Ayetlerin Anlaşılması ve Nüzul Sebepleri: Mekkî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu üç âyet-i kerîme, meânî âlimlerince Kur'ân-ı Kerîm’de i'rab, mana ve hüküm bakımından içinden çıkılması en zor (müşkil) âyetlerdendir. İbn Atiyye de der ki: Bu, bu âyetlerin tefsiri ile ilgili olarak kalbi rahatlatacak bir kanaate sahip olmayan kimsenin söyleyeceği bir sözdür. Nitekim bu hususun böyle olduğu, Onun -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kitabından açıkça anlaşılmaktadır. Derim ki: Mekkî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nin sözünü ettiği bu hususu ondan daha önce Ebû Ca'fer en-Nehhâs da aynı şekilde zikretmiş bulunmaktadır. Ben, bu âyet-i kerimelerin, Temim ed-Darî ile, Adiyy b. Beddâ dolayısıyla nâzil oldukları hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunduğunu da bilmiyorum. Buhârî, Dârakutnî ve başkalarının rivâyetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Temim ed-Darî ile Adiyy b. Beddâ Mekke'ye gider gelirlerdi. Onlarla birlikte Sehmoğullarından bir genç de yola çıkmıştı. Hiçbir müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etti. Vasiyetini bu iki kişiye söyledi. Bunlar da gelip onun terikesini, akrabalarına teslim ettiler. Bununla birlikte altın ile sırmalanmış gümüş bir kabı yanlarında alıkoydular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her ikisine de: "Bunu saklamadınız ve bundan haberiniz de yoktur" diye yemin (ediniz, deyip yemin) etmelerini istedi. Daha sonra sözkonusu kab, Mekke'de bulununca, (kabı elinde bulunduranlar): Biz bunu Adiyy ile Temim'den satın aldık. Bu sefer, Sehm'li gencin mirasçılarından iki kişi gelerek, bu kabın Sehmli yakınlarına ait olduğunu söyleyip; bizim şahidîiğimiz diğer iki kişinin şahidliğinden daha doğrudur ve biz haksızlık yapmadık, diye yemin ettiler Bu sefer o kabı aldılar. İşte bu âyet-i kerîme bunlar hakkında nâzil oldu, Dârakutnînin lâfzıyla bu hadis böyledir. Buhârî, Vesayâ 35; Ebû Dâvûd, Akdiye 19; Tirmizî Tefsir 5. sûre 19, 20; Dârakutnî, IV, 169. Tirmizî'nin rivâyetine göre de Temim ed-Darî, şu: "Ey Îman edenleri yolculuk halinde iken... aranızda şahidlik,..” âyeti hakkında şöyle demiştir: Benden ve Adiyy b. Beddâ'dan başka bütün insanlar bu âyet-i kerîme ile kastedilmiş olmaktan uzaktırlar. -O sırada her ikisi de hıristiyandılar- İslama girmeden önce Şam'a gider, gelirlerdi. Ticaret mallarıyla birlikte Şam'a vardılar. Onların bulundukları yere, Sehmoğullarının Budely b. Ebi Meryem adında bir azadlı, yanındaki ticaret mallarıyla birlikte geldi, Beraberinde de kirala vermek istediği gümüş bir kab da bulunuyordu. Ticaret malının en büyük bölümünü de bu teşkil ediyordu. Hastalanınca, vasiyetini bunlara bildirdi ve geriye bıraktığı malları yakınlarına götürmelerini istedi. Temim der ki: Bu genç vefat edince, biz de o kabı alıp bin dirheme sattık- Sonra da ben ile Adiyy b. Beddâ onu aramızda paylaştırdık. Akrabalarının yanına geldiğimizde beraberimizde bulunan ne varsa onlara verdik. Eşyaları arasında o kabı bulamayınca bize ne olduğunu sordular, biz de bunlardan başka birşey terketmedi, bize bundan başka birşey vermedi, dedik, Temim (devamla) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Medine'ye gelişinden sonra, ben İslama girince, bu olaydan dolayı günah kazandığım kanaati bende uyandı. Yakınlarının yanına gidtp onlara durumu bildirdim ve kendilerine beşyüz dirhem ödedim. Öbür arkadaşımın yanında da bu kadar bir meblağ bulunduğunu onlara haber verdim. Adamı alıp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına götürdüler. O da kendilerinden delil göstermelerini istedi fakat bir delil bulamadılar. Hazret-i Peygamber, bu sefer onlara kendi din mensupları nezdinde ağır bir yemin olarak kabul edilecek sözlerle ona yemin ettirmelerini emretti. Adam da yemin edince, yüce Allah da: "Ey îman edenler! Yolculuk halinde iken...sonra yeminlerin (mirasçılara) tevcih edileceğinden korkmalarına daha yakındır" âyetine kadar olan âyetler nâzil oldu. Bu sefer, Amr b. el-As ile onlardan bir başka kişi kalkıp yemin ettiler ve böylelikle Adiyy b. Beddâ'nın elinden de beşyüz dirhem alınmış oldu. Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu, garip bir hadistir. Senedi sahih değildir, Tirmizî, Tefsir. 5, süre 19. el-Vakidînin naklettiğine göre, bu üç âyet-i kerîme Temim ve arkadaşı hakkında nâzil olmuştur. İkisi de hıristiyandılar. Mekke'ye ticaret yaparlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince, Amr b. el-Âs’ın azadlısı İbn Ebi Meryem de Şam'a ticarete gitmek kastıyla Medine'ye geldi. O da Temim ve arkadaşı Adiyy ile birlikte yola koyuldu, dedikten sonra hadisin geri kalan bölümlerini nakletti. en-Nekkâş da şunları zikretmektedir: Bu âyet-i kerîme, el-Âs b. Vâil es-Sehmî'nin azadlısı Budeyi b. Ebi Meryem hakkında nâzil olmugtur. Bu kişi, Necaşî topraklarına (Habeşistan'a) deniz yoluyla yolculuğa çıkmıştı. Beraberinde de hiristiyan iki kişi vardı. Bunlardan biri Lahim'li olup Temim adında, diğeri ise Adiyy b. Bedda adında idi. Gemide oldukları sırada Budeyi öldü. Onu tutup denize attılar. Vasiyetini de yazdıktan sonra eşyası arasına bırakmış ve: Bu eşyayı yakınlarıma götürünüz demişti, Budeyl'in ölümünden sonra ona ait malları aldılar ve malları arasından beğendiklerini aldılar. Bu aldıkları arasında da üç mıskal ağırlığında ve altın suyu ile nakş edilmiş bir gümüş kab da vardı... dedikten sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bunu da Süneyd nakletmiş ve şöyle demiştir: Şam'a vardıklarında Budeyi vefat etti. Budeyi müslüman idi... diyerek hadisi aktardı. 2- Kur’ânı Kerîm’de "Şahidlik" Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Şanı yüce Allah'ın: "Aranızda şahidlik..." âyetinde geçen "şehâdet" lâfzı, şanı yüce Allah'ın Kitabında çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın şu âyetidir: "Erkeklerinizden iki şahidi şahid tutun." (el-Bakara, 2/282) Denildiğine göre, burada "şahid tutun" âyeti , hazır bulundurun anlamındadır, Şahid oldu, kelimesinin bildirdi anlamına kullanılması da bu kabildendir ki, bu anlamda kullanılışını Ebû Ubeyde ifade etmiştir. Şanı yüce Allah'ın: "Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahidlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18) âyeti gibi. Bir anlamı da; ikrar etti, şeklindedir Yüce Allah'ın: "Melekler de şahidlik ederler" (en-Nisa, 4/66) âyetinde olduğu gibi. Bir diğer anlamı da hüküm verdi şeklindedir. Yüce Allah: "Ve onun yakınlarından bir şahid şahidlik etti" (Yûsuf, 12/26) âyetinde olduğu gibi. Bir diğer anlamı da; yemin etti, şeklindedir. Liân'da olduğu gibi. Vasiyet etti, anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler... aranızda şahidlik" âyetinde olduğu gibi. Burada; vasiyet için hazır bulunmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişinin vasiyetinde şahid oldum. Yani, hazır bulundum, denilir. Taberî, şehâdetin yemin anlamına olduğu kanaatindedir. Bu durumda âyetin anlamı şöyle olur: Aranızdaki yemin, İki kişinin... yemin etmesi şeklindedir. O, buradaki şahidliğin lehine şahidlik eden kişi için yerine getirilen bir şahidlik olmadığına; şahidin yemin etmesi gereken Allah'ın herhangi bir hükmünün olduğunun bilinmemesini delil göstermiştir. el-Kaffâl de bu görüşü tercih etmiştir. Yemine şehadet anlamının verilmesi İse, şahidlikle sabit olduğu gibi, yemin ile de hükmün sabit oluşundan dolayıdır. İbn Atiyye'nin tercihine göre ise buradaki şehadet, bellenilip öğrenilen ve edâ edilen (ifa edilen, yerine getirilen) şehâdettir. Buradaki şehâdetin hazır bulunmak ve yemin etmek anlamına gelebileceği görücünü de zayıf kabul etmektedir. 3- Aranızda"ki Şahidliğin Anlamı; Yüce Allah'ın: "Aranızda" âyetinin, anlamında olup, bundan 'ın hazfedilip "şahidlik" in zarfa izafe edilmesi, bunun sonucunda da hakikat anlamında isim olarak kullanıldığı söylenilmiştir. İşte bu, nahivciler tarafından "el-mef'ûl ale's-sia" diye adlandırılır. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Ve bir gün ki, biz ona (onda; Kays-ı Aylaı'a mensub iki kabile olan) Süleym ve Âmir’i de gördük," Şair burada; biz onda., gördük, demek istemiştir. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Hayır, sizin gece gündüz hilekârlığınız..." (Sebe', 34/33) Gece ve gündüz vakitlerinde yaptığınız hilekârlıklar... anlamındadır. Yine şair şöyle demiştir: Bana düşmanlık eden kiminle karşılaşırsan Onu affedersin; beni de gözünün önünde görüyorsun işte," Şair burada demek istemiştir. Fakat bu edat hazfedilmiştir. Şanı yüce Allah'ın: "İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır" (el-Kehf, 18/78) âyeti de anlamındadır. 4- Ölümün Gelip Çatması: Yüce Allah'ın: "Gelip çattığı zaman" âyeti; gelme vakti yaklaştığı zaman, anlamındadır. Yoksa, ölüm fiilen hazır olduğu takdirde, ölen bir kimse şahid tutamaz. Bu da yüce Allah'ın şu âyetlerini andırmaktadır: "Kur’ân okuduğun vakit Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98); "Kadınları boşadığınızda... boşayın." (et-Talâk, 65/1) Buna benzer âyetler da pek çoktur. "Zaman" da âmil olan "Şahidlik" anlamındaki mastardır. Yüce Allah'ın: "Vasiyet vaktinde.,.iki kişi" âyetinde; Vaktinde" zaman zarfıdır. Bundaki amil de; Gelip çattı" fiilidir. "İki kişi" âyeti ise, mutlak olarak iki şahsın şahitliğini gerektirmekle birlikte, şahid tutulacakların iki erkek olmasının istendiği ihtimali de vardır. Şu kadar var ki, bundan sonra yüce Allah'ın; "Adalet sahibi" buyurması, artık iki erkeğin şahidlik etmesini murad ettiğini açıklamaktadır. Çünkü, ancak erkek (müzekker) için kullanılabilen bir lâfızdır. Nitekim: " ...li, sahibi" edatı da ancak müennesler için kullanılabilir. İki kişi"nin merfu’ gelmesi ise, "Şahidliği anlamındaki mübtedâ olan kelimenin haberi olduğundan dolayıdır. Ebû Ali ise der ki: Şahidlik kelimesi, mübtedâ olarak merfu'dur. Haber ise yüce Allah'ın: "İki kişi" âyetinde yer almaktadır. İfadenin takdiri de şöyledir: Vasiyetlerinizde, aranızdaki şahidlik; iki kişinin şahidliğidir." Burada, muzaf hazf edildikten sonra, muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: Onun hanımları ise anneleridir."(el-Ahzab, 33/6) Yani, anneleri gibidir. (......) ile merfu' olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Size indirilen âyetler arasında da... şahidlik etmesidir. Veya sizden şahidlik yapacak iki kişi bulunsun veya iki kişi şahidlik etsin," şeklinde de olabilir. 6- Şahidlik Yapacak İki Kişinin Niteliği: Yüce Allah'ın: "İçinizden adalet sahibi..." âyetindeki; "Adalet sahibi" âyeti, "İki kişi"nin sıfatıdır, İçinizden" kelimesi ise, sıfattan sonra gelmiş ikinci bir sıfattır. Diğer taraftan yüce Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka îki kişi" âyeti ise: Yahut, sizden olmayan başka iki kişinin şahidliği anlamındadır. Buna göre "Sizden olmayan" ve "sizden başkasından" ifadeleri, "başka" kelimesinin sıfatı olmaktadır İşte bu âyet-i kerimede müşkil (içinden çıkılamaz) görülen bölüm budur. Bu hususta tahkik sonucu söylenebilecek de şudur: İlim adamları bu hususta üç farklı görüş ortaya atmışlardır: 1- Yüce Allah'ın: "İçinizde" anlamındaki âyetinde yer alan "kâf ve mim", müslümanlara ait bir Zamirdir. "Yahut sizden olmayan başka iki kişi" âyetinde ise, kâfirlere aittir. Buna göre kitab ehlinin müslümanlara karşı şahidliği, vasiyet ile ilgili olması halinde, yolculukta caizdir, ilgili hadislerin bu konuda belirledikleri ile birlikte, âyetin akışından anlaşılması daha uygun olan da budur. Bu, yüce Allah'ın âyetlerinin indirilişine şahit olan ashâb-ı kiramdan üç kişinin de gös"üşüdür: Ebû Mûsa el-Eş'ari, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Abbas. Abdullah b. Kays’ın doğru şekli, "Abdullah b. Mes'ûd" olmalıdır. Bu görüşe göre ayetin baştan sona kadar anlamı şöyle otur: Yüce Allah, ölümünün yaklaşması halinde vasiyette bulunana karşı yapılacak şahidliğe dair hükmünün âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceğini haber vermektedir. Eğer kişi, yolculukta bulunup, yanında mü’minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şahid tutsun. Bu iki kişi yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şahidliklerini eda fifa) edecek olurlarsa, namazdan sonra yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şahidliklerinin gerçek olduğuna, şahidlikten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve onların bu şahidlikleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların yalan söyledikleri veya hainlik ettikleri, ya da bunun gibi günah olan herhangi bir durumları tesbit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette bulunan kişinin velilerinden iki kişi yemin ederler, o takdirde şahidlik yapan iki kişi, aleyhlerine olan durumun (yaptıkları hainliğin), ortaya çıkmasının tazminatını öderler. Ebû Mûsa el-Eş'ari, Said b. el-Müseyyeb, Yahya b. Ya'mer, Saîd b. Cübeyr, Ebû Miclez, İbrahim, Şüreyh ve Abîde es-Sehnânî ile İbn Şirin, Mücahid, Katade, es-Süddî, İbn Abbâs ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerimenin anlamı budur. Fukâhadan Süfyan es-Sevrî de bu görüştedir. Ayrıca, bu görüşü benimseyenlerin çokluğu dolayısıyla Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm da bu görüşe meyi etmiştir, Ahmed b. Hanbel de bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Yolculukta müslümanların bulunmaması halinde, müslümanlar hakkında zimmet ehlinin şahidliği caizdir. Hepsi de buradaki "içinizden" âyeti ile mü’minlerin, "sizden olmayan" âyeti ile de kâfirlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Kimisi de şöyle demektedir: Bunun böyle oluşu, âyet-i kerimenin indiği sırada Medine dışında herhangi bir yerde hiçbir mü’minin bulunmadığı dönemde oluşu dolayısıyladır. Mü’minler o sırada, kitab ehli, puta tapıcılar ve çeşitli kâfirler ile yol arakadaşîığı yaparak ticaret yapmak üzere yolculuğa çıkarlardı. Ebû Mûsa, Şureyh ve diğerlerinin görüşlerine göre âyet-i kerîme muhkemdir. 2- Yüce Allah'ın: "Yahut içinizden olmayan başka iki kişi" âyeti nesh olmuştur. Bu, Zeyd b. Eslem, Nehaî, Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve onların dışında birtakim fakihlerin görüşüdür. Ancak, Ebû Hanîfe bu hususta bunlara muhalefet ederek şöyle demektedir: Kâfirlerin birbirleri hakkındaki şahidlikleri caizdir, ama müslümanlar hakkında câiz değildir. Bu görüşü savunanlar yüce Allah'ın şu buyruklarım delil gösterirler: "Şahidlerden razı olacağınız kimseler arasından..." (el-Bakara, 2/282); "içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahid bulundurun." (et-Talâk, 65/2) İşte bu görüşü savunanlar, deyn (borçlanma ile ilgili 2/282) âyetinin son nâzil olan âyetlerden olduğunu ve bu âyet-i kerimede de: "Şahidlerden razı olacağınız kiniselerden" âyetinin yer aldığını, o halde bu âyetin (tefsiri yapılmakta olan) bu âyet-i kerimedeki şahidliği nesh edici olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü, bu âyet-i kerimenin nâzil olduğu günlerde Medine dışında İslam yoktu. Bundan dolayı kitab ehlinin şahidliği câiz görülmüştü. İslam ise bugün yeryüzünün her tarafında yaygındır, O bakımdan da kâfirlerin şahidliği sakıt olmuştur. Diğer taraftan müslümanlar, fasıkların şahidliğinin câiz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Kâfirler ise fasıklar arasındadırlar. O bakımdan şahidlikleri câiz olamaz. Derim ki: Sözünü ettiğiniz şeyler doğrudur. Ancak bizler, bu âyetin gereği ne ise o görüşü benimseyerek, müslümanın bulunmaması şartına bağlı olmak üzere, zaruret dolayısıyla özel olarak yolculuk halindeki vasiyette, zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin câiz olduğunu Söylüyoruz. Ancak, bu durumda eğer şahidlik yapacak müslüman varsa, zimmet. ehlinin şahidliği olmaz. Kur'ânın indirilişine şahit olan hiçbir kimseden sizin iddia ettiğiniz neshe dair bir rivâyet gelmiş değildir. Üstelik, birinci görüşü, ashâb-ı kiramdan üç kişi ifade etmiştir. Bunun dışındaki diğer görüşlerde bu durum yoktur. Ashâb-ı kirama muhalefet edip başkalarının görüşlerini kabul etmeyi ise, ilim ehli olan kimseler reddederler. Ayrıca bunu şu husus da pekiştirmektedir. el-Mâide Sûresi Kur'ân-ı Kerîm'in son inen sûreleri arasındadır. Hatta, İbn Abbâs, el-Hasen ve başkaları şöyle demektedir: el-Mâide sûresinde mensuh bir hüküm yoktur. Sizin nesh iddianız ise sahih değildir. Çünkü, nesh iddiasının kabul edilebilmesi için neshedici âyetin sonradan inmiş olduğu tesbit edilmekle birlikte, nâsih ile mensûhun bir arada mütaala edilmesine imkân olmayacak şekilde nâsihin de tesbit edilmesi kaçınılmazdır. O bakımdan bunların sözünü ettikleri âyetlerin neshedici olması doğru olamaz. Çünkü, sözü geçen ve neshedici olduğu belirtilen âyetler, vasiyet ile ilgili -ve ihtiyaç ve zorunluluk hali ile alakalı- bir olayın dışındaki bir olay hakkında inmiştir. Zaruret hallerinde ise hükmün farklılığı olmayacak birşey değildir. Ayrıca şahid tutulan kâfir, belki de müslüman nezdinde güvenilir ve zaruret halinde şahidliği kabul olunabilecek bir kimse olarak da görülebilir. Buna göre, bunların söylediklerine göre, neshedici bir âyet bulunmamaktadır. 3- Âyet-i kerimede nesh sözkonusu değildir. Bu görüş de ez-Zührî, el-Hasen ve İkrime'ye aittir. Buna göre, yüce Allah'ın: "İçinizden" âyeti, aşiretinizden ve yakınlarınızdan demek olur. Çünkü bunlar, vasiyeti daha-iyi beller, daha iyi tesbit ederler ve unutma ihtimalleri daha uzaktır. Buna karşılık: "Yahut sizden olmayan başka iki kişi" âyeti de, akraba ve aşiretinizden olmayan diğerleri demek olur. en-Nehhâs der ki: Bu görüş, Arapçada oldukça incelikli, anlaşılması zor bir hususa dayalıdır. Bu da; "Başka, diğer" kelimesinin Arapçadaki anlamının birincisinin türünden olması ile ilgilidir. Mesela: "Bir kerim kişiye ve ondan başka bir diğer kerîme uğradım" denilir. Bu durumda, buradaki "başka, diğer" kelimesi ikincisinin, birincisinin türünden olduğuna delâlet etmektedir. Arapça dil bilginlerine göre, bir kerim kimseye uğradım ve bir diğer cimriye uğradım demek mümkün değildir. Yine, bir adama uğradım, ve bir başka şeye uğradım da denilmez. İşte bu bakımdan yüce Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka İki kişi" âyetinin, yani adaletli iki kişi anlamına gelmeşini gerektirmektedir. Kâfirler ise hiçbir şekilde adaletli olamazlar. İşte bu görüşe göre: "Sizden olmayan" âyetini müslümanlar arasından ama aşiretinizden olmayan diye açıklayanların görüşlerinin doğru olduğunu ortaya koyar. Bu, dil bakımından güzel bir anlam ve inceliktir. Hatta bu Mâlik'in ve onun görüşünü kabul edenlerin lehine delil de olabilir. Çünkü onlara göre "sizden olmayan" âyetinin anlamı, kabilenizden olmayan şeklindedir. Bununla birlikte bu görüşe, ayetin başında; "Ey îman edenler" diye hıtab edildiği ve mü’minler topluluğuna böylelikle seslenildiği belirtilerek itim olunmuştur. Ebû Hanîfe bu âyet-i kerimeyi, kâfirlerden olan zimmet ehlinin kendi aralarındaki şahidliklerinin câiz oluşuna delil göstermiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Yahut sizden olmayan başka İki kişi" âyetinin anlamı, dininize mensub olmayan başka iki kişi demektir. İşte bu da onların birbirleri hakkındaki şahidliklerinin câiz oluşuna delâlet etmektedir, Ebû Hanîfe'ye şöyle denilir: Sen bu âyetin muktezâsı gereğince görüş belirtmiyorsun. Çünkü, âyet-i kerîme, zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul edilmesi ile ilgili olarak nâzil olduğu halde sen bunu kabul etmemektesin. O halde bu ayeti delil göstererek bu görüşü ileri sürmen doğru olamaz. Denilse ki: Bu âyet-i kerîme, mantık yoluyla zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul edilmesinin câiz olduğuna delâlet ettiği gibi, tenbihi (dikkat çekmesi") yoluyla da zimmet ehlinin, yine zimmet ehli hakkındaki şahidliklerinin kabul edilmesine delâlet etmektedir. Çünkü, onların müslümanlar hakkındaki şahidliği, kabul edildiğine göre, zimmet ehli hakkındaki şahidliklerinin kabulü öncelikle sözkonusudur. Diğer taraftan delil, onların müslümanlar hakkındaki şahidliklerinin batıl olacağına delâlet etmektedir. O halde geriye zimmet ehlinin, kendileri gibi kimseler hakkındaki şahidlikleri olduğu gibi kalmaktadır. Ancak, bu görüşün hiçbir kıymeti yoktur. Zira, zimmet ehlinin, yine zimmet ehli hakkındaki şahidliklerinin kabul edilmesi, onların müslümanlar hakkındaki şahidliklerinin kabul edilmesinin bir feri durumundadır. Zimmet ehlinin müslümanlar hakkındaki şahidliğinin kabul edilmesi -ki, asıl budur-batil kabul edildiğine göre, zimmet ehlinin, zimmet ehli hakkındaki şahidliğinin -bu da bu aslın fer’i durumundadır- batıl olması daha uygun ve daha bir yerindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 8- Yolculuk Halinde Vasiyyet ve Ölümü Hatırlamak: Yüce Allah'ın: "Yolculuk halinde iken" âyetinde şu takdirde hazfedilmiş ifadeler vardır: "Yolculuk halinde iken sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman" siz de kendi kanaatinizce adaletli olduğunu zannettiğiniz iki kişiye vasiyette bulunup da beraberinizde bulunan malı kendilerine teslim ettikten sonra ölürseniz, bu iki kişi de sizin bıraktığınız terikeyi alıp mirasçılarınıza götürseler ve mirasçılar bu iki kişinin durumu hakkında şüpheye düşüp hainlik ettikleri iddiasında bulunacak olurlarsa, hüküm şudur: Bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyarsınız. Yani, onlardan teminat alırsınız.,. Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede "ölüm"ü "musibet" diye adlandırması ile ilgili olarak ilim adamlarımız şöyle demektedir: Ölüm, her nekadar büyük bir musibet ve oldukça ağır bir darbe ise de, ölümden gafil olmak ondan daha büyük bir musibettir. Ölümü hatırlamaktan yuzçevirmek, onun üzerinde düşünmeyi terketmek, ölüm dolayısıyla ameli terk etmek, bundan daha büyük bir musibettir. Şüphesiz ibret almak isteyen kimseler için yalnızca ölümde bile ibret, düşünmek istiyenler için üzerinde düşünülecek bir çok hususlar vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Eğer hayvanlar, sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bilecek olsalardı, onlardan semiz tek bir hayvan yiyemezdiniz," Bk. Kenzu'l-Ummâl, XV, 552. Nakledildiğine göre, bedevi arabın birisi devesi üzerinde yol almaktaymış. Deve ölü olarak yere yıkılınca, bedevi de üzerinden inmiş. Etrafında dolaşıp durumu hakkında tefekkür etmeye ve şöyle demeye koyulmuş? Sana ne oldu da ayağa kalkamıyorsun. Sana ne oldu da hareket edemiyorsun? İşte azaların olduğu gibi eksiksiz duruyor. Organların sapasağlam. Ne oldu sana? Halin ne? Seni ayakta tutan neydi? Seni hareket ettiren neydi? Seni yere yıkan ne oldu? Seni hareket etmekten alıkoyan ne? Sonra da durumu hakkında düşünerek bu durumundan hayret içerisinde devesini bırakıp gitti. Yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi,., alıkoyarsınız" âyeti hakkında Ebû Ali şöyle demektedir: Bu kelime, Başka iki’nin sıfatıdır. Sıfat ile mevsuf arasına da yüce Allah'ın: "Haklarında şüpheye düşerseniz,.," âyeti araya girmiştir. (Ancak, mealde bu durum nazar-ı itibara alınmıştır). Bu âyet-i kerîme, üzerinde herhangi bir hakkı ödemesi vacib olanın hapsedilmesinde aslî bir dayanak teşkil etmektedir. Haklar ise İki kısımdır Bazı hakların acilen elde edilmesi, bazı hakların ise, ancak daha sonra tahsil edilmeleri mümkündür. Eğer, üzerinde hak bulunan kişi serbest bırakılacak olursa, gözden kaybolur, saklanır, böylelikle hak batıl olur ve ortadan kalkabilir. O halde, bu hakkın yerine getirilmesinden emin olmak, bunun için işi sağlama almak kaçınılmazdır. Bu ise, ya o hakkın bir İvazı olan bir şeyi almakla mümkün olur, buna da rehin ismi verilir, ya da hakkın ve alacağın talebi hususunda onun yerini tutacak bir başka kişi vasıtasıyla gerçekleşir ki, buna da kefil denilir. Bu da birincisinden daha aşağı bir mertebededir. Zira kefilin de diğeri gibi ortadan kaybolması ve öbürü gibi bulunamaması mümkündür, Ancak, bundan daha fazla birşey yapmaya imkân da yoktur. Şayet bu iki belgeleme yoluna da imkân bulunmazsa, geriye üzerinde hak bulunanın hapsedilmesi suretiyle işi sağlama almaktan başka bir yol kalmaz. Bu durumda üzerinde hak bulunan kişi üzerindeki hakkı ödeyeceği veya ödeme zorluğu çektiği anlaşılacağrvakte kadar devam eder. 10- Bedenî Haklar Dolayısıyla Hapis: Şayet hak, hadler ve kısas gibi bedeli kabil olmayan bedenî bir hak olur da, onun acilen tahsil edilmesi mümkün değilse, böyle bir durumda üzerinde hak bulunan kimseyi hapsetmekle işi sağlama bağlamaktan başka bir yol kalmaz, İşte bu hikmet dolayısıyla haps (tutukluluk) meşru görülmüştür Ebû Dâvûd, Tirmizî ve diğerlerinin rivâyetlerine göre, Behz b. Hakim babasından, o da dedesinden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir itham dolayısıyla birisini hapsetmiştir. Ebû Dâvûd, Akdiye 29; Tirmizî, Diyar 20; Nesâî, Kat'u's-Sarik 2. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre de, Amr b. es-Şirrîd babasından, o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: "Ödeme imkânı bulan kimsenin sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması, onun ırzını şeref ve haysiyetinin zedelenmesini ve cezalandırılmasını helal kılar." İbnü'l-Mübarek der ki: Irzının helal olması; ona ağır ve kaba sözler söylenmesi, cezalandırılması ise, üzerindeki hak dolayısıyla haps edilmesidir. Ebû Dâvûd, Akdiye 29. Hadisi ayrıca Buhârî, İstikraz 13; ( muallak olarak); Nesâî, Buyû’ 100; İbn Mâce; Müsned, IV, 22, 388, 389'da da kaydedilmektedir. el-Hattabî de der ki: Hapis iki türlüdür. Ceza olarak hapis ve durumun ortaya çıkarılması kastıyla hapis (tutuklama), Buna göre ceza, ancak ödenmesi gereken bir hak halinde sözkonusu olur. Bir itham dolayısıyla hapse gelince, böyle bir hapis, ithamın arkasındakinin (gerçeğin) ortaya -çıkarılması içindir Yine rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber, itham dolayısıyla bir kişiyi bir süre hapsettikten sonra serbest bırakmıştır. Ma'mer, Eyyub'dan, o, İbn Sîrîn'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şureyh, bir kişi aleyhine bir hak (ödemesi) hükmünü verecek olursa, kendisi yerinden kalkıncaya kadar o kişinin mescidde alıkonulmasını emrederdi. Eğer başkasının üzerindeki hakkını ödeyecek olursa onu serbest bırakırdı. Aksi takdirde hapse götürülmesini emrederdi. 11. Alıkoyma Hali Namazdan Sonra Olacaktır: Yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi namazdan sonra alıkoyanınız" âyetindeki "namaz"dan kasıt, ikindi namazıdır. İlim adamlarının çoğunluğu böyle demiştir. Çünkü, çeşitli din sahipleri bu vakti ta'zim eder, bu vakitte yalan söylemekten, yalan yere yemin etmekten çekinirler. el-Hasen öğle namazıdır derken, bunun, herhangi bir namaz olduğu da söylenmiştir. Şahidlikte bulunan kişiler, kâfir iki kişi olduklarına göre, kendi namaz vakitlerinden sonra hapsedilirler, de denilmiştir Bu görüş, es-Süddî'ye attir Yine denildiğine göre, bu alıkoymanın namazdan sonra olmasının şart kosulmasındaki fayda, vakti ta'zim etmek ve bu suretle şahidlikte bulunacakları korkutmaktır Çünkü melekler o vakitte (ikindi vaktinde) hazır bulunurlar. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: "Her kim ikindiden sonra yalan yere yemin edecek olursa, yüce Allah'ın huzuruna -Allah, kendisine gazab etmiş olduğu halde- çıkar." Buhârî, Musakaat 10, Şehadât 26 yakın ifadelerle. 12- Yeminlerin Tağlizi (Ağırlaştırılması): Bu âyet-i kerîme, yeminlerin tağlîzinde aslî bir dayanaktır. Tağlîz ise, dört şeyle gerçekleşir: 1- Sözünü ettiğimiz şekilde zaman ile 2- Mescid ve minber gibi mekân ile. Bu hususta Ebû Hanîfe ve arkadaşları muhalif kanaattedir. Çünkü onlar şöyle derler: Herhangi bir kimsenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in minberi yanında veya Rükn-ı Hacerî İle Makam-ı İbrahim arasında ister az ister çok bir şey için yemin ettirilmesine gerek yoktur. Buhârî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle bir başlık açmakla bu görüşü benimsemiş görünmektedir: Müddea aleyh, yemin etmesi üzerine nerede vacib olmuşsa orada yemin eder ve bir yerden başka bir yere gönderilmez." Buhârî, Şehadât 23. Mâlik ile Şâfiî ise şöyle demektedirler: Kasame yeminlerinde bulunacak kimseler -Mekke çevresinde bulunuyorlarsa- Mekke'ye getirilir ve bunlar Rükün ile Makam arasında yemin ederler. Medine çevresinde bulunanlar da Medine'ye getirilir, minber üzerinde yemin ederler. 3- Durum ile yeminin ağırlaştırılması: Mutarrif ile İbnü'l-Mâcişûn ve Şâfiî'nin kimi arkadaşlarının rivâyetlerine göre kişi, ayakta yüzünü kıbleye çevirmiş olarak yemin eder. Zira böyle bir yemin kişiyi (yalan söylemekten) daha bir alı koyar ve engeller. İbn Kinane : Oturarak yemin eder, der. İbnü’l-Arabî de şöyle demektedir; Benim kanaatime göre, bu hususta hakkında nasıl hüküm verilirse Öyle yemin eder Eğer, ayakta yemin etmesine hüküm verilmişse ayakta, oturarak yemin etmesine hüküm verilmişse oturarak yemin eder. Zira, ne herhangi bir rivâyette, ne de aklen, ayakta ya da oturarak yemin etmenin nazar-ı itibara alınacağına dair herhangi bir şey sabit olmuş değildir. Derim ki; Kimi ilim adamı, Alkame b. Vâil'in babası yoluyla naklettiği hadiste yer alan: "Yemin etmek üzere gitti" sözünden, ayakta yemin etme gerektiği sonucunu çıkartmışlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Sözkonusu bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Îman 223; Ebû Dâvûd, Eyman 1, Akdiyye 26; Tirmizî, Ahkâm 12 4- Lâfız ile tağlîz (yeminin ağırlaştırılması): Bazıları, yalnızca billahi (Allah adına) denilerek yemin edileceğini ve buna ayrıca birşey eklenmeyeceğini kabul etmişlerdir Çünkü, yüce Allah: "Allah'a şöyle yemin ederler" diye buyurmaktadır. Yine yüce Allah'ın: "De ki, Rabbim hakkı için evet" (Yûnus, 10/53); "Allah'a yemin ederim ki, muhakkak putlarınız için bir tuzak hazırlayacağım'" (el-Enbiya, 21/57.) Hazret-i Peygamber "Kim yemin edecekse, ya Allah adına yemin etsin, yahut sussun," Tirmizî. diye buyurması ile adamım "Allah'a yemin ederim bunlara birşey eklemem". Buhârî, Savm 1, Şehadât 26, Hıyel 3; Müslim, Îman 8; Ebû Dâvûd, Salât 1; Nesâîf Salât 4, Siyam 1; Dârimî Salat: 208; Muvatta’', Kasru's-Salât, 94; Müsned, I, 162, 143, 191. demesi, bunu gerektirmektedir, Mâlik der ki: Kişi, "kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah adına yemin ederim ki onun benden alacak bir hakkı yoktur. Hakkımdaki iddiaları batıldır" diye yemin eder. Bu görüşüne delil ise, Ebû Dâvûd'un kaydettiği şu rivâyettir: Bize Müsedded anlattı dedi ki: Bize, Ebû'l-Ahvas anlattı, dedi ki: Bize, Atâ b. es-Sâib anlattı dedi ki: Ebû Yahya'dan, o, İbn Abbâs'tan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu nakletti: -Kendisine yemin teklif eden adama- dedi ki: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına onun sende hiçbir hakkının bulunmadığına dair yemin et." Yani, müddainin (davacının) sende bir hakkı bulunmadığına dair (yemin et!) Ebû Dâvûd dedi ki; Ebû Yahya’nın ismi Ziyad'dır. Kûfetidir, güvenilir ve sağlam bir ravidir. Ebû Dâvûd, Akdiye, 24. Kûfeliler ise şöyle derler Yalnızca Allah adına yemin eder. Şayet hakim onun itham altında olduğunu kabul ederse, yeminini ağırlaştırır, O takdirde kendisinden başka ilâh bulunmayan, gizliyi ve açığı bilen Rahmân ve Rahîm olup açığı nasıl biliyorsa gizliyi de öyle bilen, güzlerin hain bakışını, kalplerin gizlediklerini dahi biten Allah adına yemin etmesini ister. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları, ayrıca Mushafa el basarak yeminin ağırlaştmlacağını ifade etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise, bir bidattir, ashâb-ı kiramdan hiçbir kimse böyle bir yeminden sözetmiş değildir. Şâfiî ise San'a hakimi İbn Mazîn'in Mushafa yemin ettirdiğini ve arkadaşlarına bunu emrettiğini, bu şekilde yemini de İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğini söylerken gördüğünü iddia etmiş ise de böyle bir rivâyet sahih değildir. Derim ki: "el-Mühezzeb" adlı kitapta şöyle denilmektedir: Eğer Mushafa ve onda bulunan Kur'ân-ı Kerîme yemin edecek olursa, Şâfiî'nin Mutarrif ten naklettiğine göre, İbn ez-Zübeyr, Mushafa yemin ettirirmiş. (Şâfiî devamla) der ki: Ben, San'a'da Mutarrif Mushafa yemin ettîririrken gördüm. Yine Şâfiî der ki: Bu, güzel bir şeydir. İbnü'l-Münzir ise der ki: Hakimin talaka, köle azad etmeye ve Mushafa yemin ettirmesi gerekmediğini (fukahâ) icma ile kabul etmişlerdir. Derim ki: Yeminler ile ilgili olarak, Katade'nin Mushafa yemin ettirdiğine dair ifadeler önceden geçmiş bulunmaktadır. Ahmed ve İshâk da derler ki: Böyle bir şey mekruh değildir. Bunu, onlardan İbnü'l-Münzir nakletmektedir. 13. Kendisi Sebebiyle Yemin Teklif Edilecek Miktar: Bu bahis ile ilgili olarak hakkın tesbit edilmesi için, kendisi dolayısıyla yemin edilmesi gereken mal miktarının ne kadar olması hususunda Mâlik ve Şâfiî'nin farklı görüşleri vardır. Mâlik der ki: Hakkın tesbiti için üç dirhemden daha az miktar için yemin teklif edilmez. Bu da el kesme cezasının uygulanmasına kıyasen böyledir. Kendisi sebebiyle elin kesildiği ve böylelikle o organa saldırının haramlığının kaldırıldığı her bir mal, büyük bir mal demektirŞâfiî ise der ki: Böyle bir durumda yemin, zekâta kıyasen, yirmi dinardan daha aşağı miktardaki mat için teklif edilmez. Aynı şekilde, her mescidin yakınındaki minberde yemin ettirmek de böyledir. Yüce Allah'ın: "Allah'a şöyle yemin ederler" âyetindeki "fe" harfi, cümleyi cümleye atfeden bir edat, yahut bir cevap ve cezadır Çünkü: "o iki kişiyi,, alikoyarsınız" âyetinin anlamı, O ikisini alıkoyunuzdur. Yani, yemin etsinler diye alıkoyunuz. O halde bu, ifadenin delâlet ettiği emrin cevabıdır. Şöyle denilmiş gibidir: : Onları alıkoyduğunuz takdirde yemin etsinler." Şair -Rimme der ki: "Ve gözbebeğim bazan suyu (gözyaşını) tutuverir. Ve birçok defalar da bol bol yaş akıtır da suya gömülür." Nahivcilere göre bu ifade :Eğer, gözyaşını tutacak olursa, bu sefer onda boğucu gözyaşları görülür, takdirindedir. 15. Yemin Edecekler Kimlerdir: Yüce Allah'ın: "Bu İkisi yemin ederler" âyeti ile kastedilenlerin kimler oldukları hususunda larklı görüşler vardır. Söylediklerinde şüpheye düşülecek olursa, yemin edeceklerin iki vasi olduğu söylendiği gibi, adaletli olmamaları ve sözlerinden şüpheye düşmesi halinde hakimin yemin teklif edeceği iki şahid olduğu da söylenmiştir. ffanuY-Araâı' bu görüşün tutarsızlığını ifâde ederek şöyle demektedir: -Sıdât olmakla birlikte- benim işittiğime göre, İbn Ebi Leylâ, hak talebinde bulunan kimseyi iki şahid ile birlikte, şahidlik ettiklerinin hak olduğuna dair yemin ettirir, O takdirde (yeminleriyle yalan söyledikleri ortaya çıktığı takdirde) hak sahibine hakkına dair hüküm verilir. Bana göre bu ise, hakimin o miktarın kabzedilmesi hususunda şüphe etmesi halindedir. Bu durumda kişi, (hak sahibi) bu miktarın halen mevcut olduğuna dair yemin eder. Bunun dışındaki hallerde ise, buna iltifat edilemez. Bu müddai (davacı) hakkında böyledir. Peki, şahid nasıl hapsedilebilir ve ona nasıl yemin ettirilir? Bu, kendisine iltifat olunmayacak bir iddiadır. Derim ki: Şahidlik edene yemin etmesinin vacib olduğu, Allah'ın herhanmaktadır. Şöyle denilmiştir: İki şahide yemin ettirilmesinin sebebi, müddea aleyh (davalı) oluşlarından dolayıdır. Çünkü mirasçılar, malda hainlik ettiklerini iddia etmiş olurlar. 16. Vasiyete Şahidlik Edenlere Yemin Ettirmenin Şartı: Yüce Allah'ın: "Şüpheye düşerseniz" âyeti, bir şarttır. Bu şart, bulunmadığı sürece şahidlere yemin teklifi sözkonusu otmaz. Şüphe ve anlaşmazlık sözkonusu olmadığı takdirde de yemin de sözkonusu değildir. İbn Atiyye der ki: Ebû Mûsa'nın zimmilere yemin ettirmesinden; hükmünden onların yeminleri ile şahîdlikleri tamamlanır ve o takdirde hak sahipleri lehine vasiyetin gereği yerine getirilir, şeklinde anlaşılan hususa gelince; Ebû Dâvûd'un en-Nehaîden rivâyetine göre, Müslümanlardan bir kişi, şu Dakuka diye bilinen bir yerde vefat etti. Ölümü esnasında vasiyetine şahidlik edecek hiçbir müslüman bulamadı. Bunun üzerine kitap ehlinden iki kişiyi şahid tuttu. Bunlar Kûfe'ye gelip, Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye vardılar ve ona durumu haber verdiler, Adamın terikesini ve vasiyetini de beraberlerinde getirdiler. el-Eş'arî dedi ki: Sizin bu durumunuz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde görülenden sonra meydana gelmiş değildir. Daha sonra ikindi namazı akabinde, bu iki şahide: "Hainlik etmediklerine, yalan söylemediklerine, değiştirmediklerinet gizlemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve bunun, o adamın vasiyeti ve terikesi olduğuna dair yemin ettirdi." Sonra da onların şahidliklerinin gereğim uygulamaya koydu. Ebû Dâvûd, Akdiye 19. İbn Atiyye der ki: Bu şüphe, âyetin mensûh olmadığı görüşünde olanlara göre, hainlikte ve lehine vasiyette bulunulan kimselerin bir kısmına meylederken, bir kısmına da meyletmeme ithamı halinde sözkonusu olur. İşte bunu kabul edenlerin görüşüne göre, o takdirde yemin ettirilir. Âyetin mensûh olduğu görüşünde olanlara gelince, yemin ettirme ancak hainlik şüphesi, yahut da herhangi bir haksızlık şüphesi halinde sözkonusu edilir. Bu görüşü kabul edenlere göre yemin ettirme, inkârda bulunan aleyhine İddiaya göre yapılır. Yoksa, şahidliği tamamlamak için yapılmaz. İbnü'l-Arabî der ki: Şüphe ve itham dolayısıyla yemin iki kısımdır. Bir kısmında şüphe, hakkın sübutu ve davanın uygun görülmesinden sonra sözkonusu olur. Bu durumda yeminin vücubunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer bir kısmında ise, hak ve hadlerde mutlak ithamın varlığı sözkonusudur. Bu ise, etraflı açıklamaları gerektiren bir konu olup buna dair geniş bilgiler furü (fıkıh) kitaplarındadır. Burada ise, zikrolunan rivâyetlerden de görüldüğü gibi, iddia tahakkuk etmiş ve güç kazanmış bulunmaktadır. (Onun için iddiayı inkâr edene yemin tevcih olunur.) 17. Âyeti Kerîmedeki Bu Şartın İlgili Olduğu Âyet: Yüce Allah'ın: "Şüpheye düşerseniz" âyetindeki şart, yüce Allah'ın: "Bu iki kişiyi... akkoyarsınız âyeti ile alakalıdır. "Şöyle yemin ederler" âyeti ile alakalı değildir. Çünkü bu alıkoyma, yeminin sebebini teşkil etmektedir. 18. Yakın Akraba Dahi Olsa, Lehine Yalan Yere Yemin Edilemez: Yüce Allah'ın: " Akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir bedele satmayacağız" âyetinin anlamı şudur: Yani, bu iki kişi yeminlerinde şöyle derler: Bizler, yaptığı vasiyet yerine bedel olarak alacağımız herhangi bir ivaz karşılığında yemin etmiyoruz. Ve bu malı kimseye tesfirn. etmiyoruz. İsterse lehine yemin ettiğimiz kişi bizim yakın bir akrabamız olsun. Arapçada, kullanılan ifadelerde birtakım kelimelerin hazfi çokça görülen bir husustur. Yüce Allah'ın: "Melekler, her kapıdan üzerlerine girerler: Selam sizlere" (er-Râd, 13/23.) âyeti, selam sizlere diyerek...demektir. Burada, satın almak, ise, satmak demek olmayıp, birşeyi tahsil etmek, ele geçirmek anlamındadır. 19. Herhangi Bir Menfaat için Şehâdet Değiştirilemez: Yüce Allah'ın: "Satmayacağız" âyeti, Yemin ederter" âyetinin cevabıdır. Çünkü kasem (yemin), yemin ettirilen maksada göre yapılır Bu da nef'y halinde; ile olumsuz edatları, olumluluk halinde; ): Muhakkak ve (te'kid için gelen) "lâm" kullanılır. "O): Bununla" (yani yeminimizle.) deki zamir, yüce Allah'ın adına aittir. Çünkü, buna en yakın anılan isim odur. Yani: Biz, dünyevî karşılık mukabilinde Allah'tan alacağımız mükâfatımızı vermeyiz Bunun, şahidliğe ait olma ihtimali de vardır. O takdirde şahidlik, "kavi: Söz söylemek" anlamı nazar-ı itibara alınarak müzekker gelmiştir. Hazret-i Peygamber'in şu âyetinde olduğu gibi: "Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü, şüphesiz o beddua ile Allah arasında bir perde yoktur." Buhârî, Zekât 63, Mezalim 9, Cihad 180, Meğâzi 60; Müslim, îman 29; Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Nesâî, Zekat 46; İbn Mâce, Zekât 1; Dârimî, Zekât 1; Müsned, I, 233. Görüldüğü gibi burada; O zamirini, beddua anlamına ait kılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde (4/8. âyet, 9- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Bedel" âyeti ile ilgili olarak Kûfeliler şöyle demişlerdir: Bedeli (değeri.) olan yani, değeri bulunan herhangi bir mal anlamındadır. Burada muzaf hazf edilmiş, muzafun ileyh onun yerini almıştır. Bize ve birçok ilim adamına göre ise, semen; paha, bedel bizzat kendisi olabileceği gibi, malın kendisi de olabilir. Çünkü bize göre semen, nasıl satın alınan bir şey ise, semen mukabili verilen şey de satın alınan bir şeydir. Satılan ve satın alınan herbir şey, satış ister mal ve nakit, ister iki mal, isterse de iki nakit alıp vermek suretiyle de yapılmış olsun, herbirisine hem semen, hem mesmun denilir. Bu asla binaen, şu mesele de ele alınır: Satın alan kişi iflas edip, satıcı sattığı malı iflas edenin yanında bulacak olursa, onu öncelikle almak hakkına sahip olur mu? Ebû Hanîfe: Onu öncelikle almak hakkında sahip olamaz, der ve bu görüşünü bu asla binaen ileri sürer ve şöyle der: O malın sahibi de diğer alacaklılar seviyesindedir. Mâlik ise şöyle der: Ölümde değil de, iflas halinde o mal sahibi malını almaya daha bir hak sahibidir. Şâfiî ise: İflas halinde de ölüm halinde de hak sahibi onu almakta önceliklidir, der. Ebû Hanîfe, sözünü ettiğimiz delili gerekçe gösterdiği gibi, gunu da gerekçe göstermektedir: Külli asıl kaide, borcun hem iflas edenin, hem ölenin zimmetinde bulunduğudur. Onların ellerinde bulunan mal ise, ödemenin kendisiyle yapılacağı şeydir. O halde bütün alacaklılar o malda kendi alacakları olan ana malları oranında ortaktırlar. Bu hususta malların ayni olarak bulunmaları ile bulunmamaları arasında, da bir fark yoktur. Çünkü, sözkonusu mal, artık satıcının mülkiyetinden çıkmış ve bunlar lehine bu malların bedelleri alıcının zimmetinde vacib olduğu ıcma ile kabul edilmiştir. O halde alacaklıların, ancak sattıkları malların semenleri, yahutta bu mallardan bulunanları (hakları oranında) verilir. Mâlik ve Şâfiî ise, bu kaideyi, hadis İmâmları Ebû Dâvûd ve başkalarının bu hususta rivâyet etmiş oldukları bir takım haberlerle tahsis etmişlerdir. Yüce Allah’ın: "Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz" âyeti, Allah'ın bize bildirmiş olduğu şahidliği gizlemeyeceğiz, demektir. Burada yedi ayrı kıraat sözkonusudur. Bunları öğrenmek isteyen "et-Taksil" adlı kitapta ve başkalarında bulabilîr. 22. Şahidlerin Günah Hakettikleri Ortaya Çıkarsa: Yüce Allah'ın; "Eğer onların bir vebali hakettikferi gerçekten ortaya çıkarılırsa" âyeti ile ilgili olarak Ömer, bu âyet-ı kerîme bu sûrede bulunan ahkâm arasında içinden çıkılması en zor âyetlerdendir demiştir. ez-Zeccâc da der ki: Kur'ân-ı Kerîm’de irabı en zor olan, yüce Allah'ın: "Aleyhlerine hak kazananlardan en yakın İki kişi" Dikkat edilecek olursa burada ......kelimesi Âsım kıraatinden farklı olarak meçhul okunmuştur. Ona muttali olundu, demektir: Mesela Onun bir hainliğine muttali oldu, anlamındadır. Benden başkasını ona muttali kıldım anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Böylece Biz onlara muttali olunmasını sağladık" (el-Kehf, 18/21) âyeti de buradan gelmektedir. Çünkü öbürleri bunları (Kehf ashâbını) arayıp bulmak istiyorlardı. Onların yerlerinin nerede olduğunu bilemiyorlardı. Aslında; mastarı, birşeyin üzerine düşmek demektir. Arapların, parmağa çarpan birşey sebebiyle düşecek olur ise Adam düştü tabirini kullanırlar. Yine ) tabirini de, bir sadme parmağına isabet edip üzerine düştüğü Takdirde kullanırlar. Tökezleyen ve düşen at (ye benzerleri) hakkında da; derler. Şair el-A'şa da şöyle demektedir: "O güçlü ve kuvvetli dişi deve ki, tökezlediğinde Onun yere düşmesi, benim ona kalk deyişimden daha yakındır (daha kalk diyemeden o kalkıverir.)" Yükselen toza da; denilir. Çünkü bu yükselen toz, yüzün üzerine düşer. ise, gizli olan iz ve etki demektir, Çünkü bu da gizliden gizliye fark edilebilen bir şeydir. Yüce Allah'ın: "Onların İkisinin" âyetindeki zamir, -Saîd b. Cübeyr'den nakledildiğine göre- yüce Allah'ın: "İçinizden adalet sahibi iki kişi" âyetinde, kendilerinden söz edilen iki vasiye aittir. İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre iki şahide ait olduğu da söylenmiştir. "Hakettikleri", kendileri hakkında günahın vacib olduğu "Vebali", hainlikleri dolayısıyla ve kendilerinin olmayan birşeyi aldıkları için. Yahut yalan yere yemin etmeleri, ya da batıl şahidlıkleri sebebiyle bir vebali hakettikleri ortaya çıkarılırsa; demektir. Ebû Ali der ki; Burada vebal, alınan şeyin adıdır. Çünkü, onu alan bir kimse, aldığından dolayı günahkâr olur. O bakımdan haksızca alınan bir şeye "mazleme" denildiği gibi, buna da "ismr vebal" ismi verilmiştir. Sîbeveyh ise der ki: Maileme, senden alman şeyin adıdır. Aynı şekilde burada da alınan şey, mastar İsmi ile "ism: vebal" diye adlandırılmıştır ki, alınan bu şey, gümüş bir kab idi. 23. Vebal Hakedenlerin Yerine Geçecek Diğer İki Kişi: Yüce Allah'ın: "(Ölene) en yakın başka iki kişi yeminlerde ve şehadette bunların yerine geçer" Burada "başka İki kişi" âyeti, mirasçıların (o kişinin mirasçılarının) iki kişi olmaları dolayısıyladır. Yine bunun merfu’ gelmesi, gizli bir fiil dolaylıyladır, Geçer" ise, sıfat mahsûl indedir. " Bunların yerine" ifadesi ise, mastardır. Takdiri de şöyledir: Onların yeri gibi bir yere geçerler. (Onların yerlerini tutarlar). Sonra, sıfat mevsuf yerine ikâme edilmiş, muzat' da muzafun ileyh yerine ikâme edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Haksızlığa uğrayan (mirasçı)lardan..." en yakın iki kişi ......âyeti ile ilgili olarak İbn es-Serrî şöyle demektedir: Yani, aleyhlerine yapılan vasiyetin hak kazanıldığı kimselerden demektir. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama âyet ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en iyilerindendir. Çünkü burada bir harf bir başka harfin yerine konulmamaktadır, İbnü'l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Aynı şekilde tefsir de buna göre yapılmıştır. Çünkü âyetin anlamı, tefsir bilginlerine göre şöyledir: Aleyhlerine olmak üzere vasiyete hak kazanılanlardan... "En yakın iki kişi" ise, yüce Allah'ın: : "Başka iki kişi" âyetinden bedeldir. Bu açıklamayı İbn es-Serrî yapmış ve en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Bu ise, nekireden marifenin bedel yapılmasıdır. Nekireden marifetlin bedel yapılması ise caizdir. Şöyle de denilmiştir: Eğer nekireden daha önce söz edilmiş, sonra ondan bir daha söz edilirse o, marife olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi "içinde kandil bulunan bir kandillik gibidir." Daha sonra ise "O kandil de bir sırça içindedir" diye buyurduktan sonra da? " sırça da..." (en-Nûr, 24/35.) âyetinde görüldüğü gibi, (Önce nekireden söz edilmiş, daha sonra ondan marife olarak bedel yapılmıştır.) Bunun, Yerine geçer" âyetindeki zamirden bedel olduğu da söylenmiştir. Buna göre şöyle buyrulmuş gibidir: "O takdirde en yakın olan iki kişi... yerine geçer," Yahut da hazfedilmiş bir mübtedânın da haberi olabilir İfadenin de takdiri şöyle olur: Başka iki kişi, bunların yerine geçerler ki, bunlar da en yakın iki kişidirler. İbn Îsa da şöyle demektedir: En yakın iki kişi" Haksızlığa uğrayan; kelimesinin muzafın hazfi takdirine göre mef'ûldür Yani, onlar hakkında ve onlar sebebiyle önceki iki kişinin günahının hak edilmiş olduğu İki kişi anlamına gelir. Buna göre burada ise, (anlamındadır. ): Süleymanın mülkü üzere' (el-Bakara, 2/102) âyetinin, Süleymanın mülkünde" anlamına geldiği gibi. Şair de şöyle demektedir: "Ne zaman onu tanımazlıktan gelir, hakkında, şüpheye düşerseniz onu tanırsınız; Onun dört bir yanından kanlar dökülecektir Yani, anlamındadır. Yahya b. Vessâb, el-A'meş ve Hamza Öncekiler şeklinde : Önceki kelimesinin çoğulu olarak? ve"; Kimseler kelimesinden veya; Haksızlığa uğrayanlar, anlamındaki kelimenin sonunda yer alan (ne ve mim) zamirinden bedel olmak üzere okumuşlardır. Hafs isekelimesini, "te ve ha" harfini üstün olarak okumuştur. Bu kıraat, Ubeyy b. Kâ'b'dan da rivâyet edilmiştir. Faili ise; En yakın iki kişi" âyetidir. Mef ul ise hazf edilmiştir. İfadenin takdiri ise: Ölenin yaptığı vasiyete hak kazandığı halde haksızlığa uğrayan ölene yakın kişilerden ikisi... şeklindedir. Onlara karşı yeminlerin reddedilmesi hakkını kazanan kimseler olduğu da söylenmiştir. el-Hasen'den de; Önceki iki kişi kıraati rivâyet edildiği gibi, İbn Sîrin'den de; kıraati rivâyet edilmiştir, en-Nehhâs ise der ki: Bu iki kıraat de lahn'dır. (Doğru ve düzgün değildir). Çünkü, hiçbir zaman tesniye olarak; kalıbında bir kelime kullanılmaz. Şu kadar var ki, el-Hasen'den; Yani, size söyleyeceğim bu sözler dolayısıyla sözünü ettiğim bu askeri birlik, kan dökülmesine sebep teşkil edecek bir Savaşm kızışmasına neden olacaktır. diye bir kıraat rivâyet edilmiştir. 25. Ölenin Yakınlarının Yapacakları Yemin: Yüce Allah'ın: "Diye Allah adına yemin ederler" âyeti şu demektir: Vasiyette şahitlik edenlerin yerine geçen o diğer iki kişi şöylece yemin ederler: Bizim adamımızın vasiyetinde söyledikleri doğrudur. Size, vasiyetiyle teslim ettiği mal ise, sizin bize getirdiğinizden daha fazla idi. Ve şüphesiz ki sözünü ettiğimiz bu kab da bizim adamımızın beraberinde götürdüğü ve vasiyetinde de yazdığı eşyaları cümlesindendir. Siz ise bu hususta hainlik ettiniz. İşte yüce Allah'ın: "Bizim şahidliğimiz, o iki kişinin şahadetinden elbette daha doğrudur" yani, bizim yeminlerimiz, onların yeminlerinden daha gerçektir, anlamındaki âyeti bunu ifade etmektedir Böylelikle şehadetin yemin anlamında kullanıldığı da sahih olarak sabit olmaktadır, Yüce Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir: "Onların her birisinin şahitliği dört defa Allah adına... diye şehadet etmesi (yemin etmesi)...dir. " (en-Nûr, 24/8) Ma'mer, Eyyub'dan, o, İbn Sîrîn'den, o, Abideden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bunun üzerine ölenin yakınlarından iki kişi kalkıp yemin ettiler. " Bizim şahidliğimiz... daha doğrudur" âyeti mübteda ve haberdir. Yüce Allah'ın: "Biz aşırı da gitmedik" de, biz bu yeminimizde hakkı aşmadık anlamındadır. "O takdirde muhakkak zâlimlerden oluruz" yani, biz batıl üzere yenlin edecek ve hakkımız olmayan bir şeyi alacak olursak, zâlimlerden oluruz. Yüce Allah'ın: "Bu.... daha yakındır" âyeti mübtedâ ve haberdir, ise nasb mahallîndedir. Getirmeleri" de, ile nasb edilmiştir, " Yahut... korkmalarına" âyeti de buna atfedilmiştir. " Tevcih edileceğinden" âyeti ise, "Korkmalarına" fiili ile nasb mahalliindedir; " Yeminlerinden sonra yeminlerin" âyeti ile ilgili olarak; Getirmeleri" ve; Korkmaları kelimelerindeki zamir, kendilerine vasiyet yapılan kişilere racidir. Âyetin akışına daha uygun olan da budur. Bununla kastedilenlerin insanlar olduğu da söylenmiştir. Yani, insanların hainlikten sakınarak yeminlerin davacıya tevcih edilmesi suretiyle rezil olmak korkusu ile, hak ile şahidlikte bulunmalarına daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 27. Allah'tan Korkup Emirlerine İtaat Etmek ve basıklardan Olmamak: Yüce Allah'ın: "Allahtan korkun ve dinleyin" âyeti, bir emirdir. İşte bundan dolayı, fiillerin sonlarında gelmesi gereken "nûn"lar hazfedilmiştir. Yani, size söylenenlere kulak verin, bu söylenenleri kabul edin. Bu hususta Allah'ın emrine tabi olanlar olun. "Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez" Fasıklık ve fısk, itaatin dışına çıkıp masiyete yönelmek hakkında kullanılır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. 109Allah Peygamberleri toplayacağı gün: "Size ne cevap verildi" buyuracak. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gayıpları çok iyi bilen ancak Sensin" diyecekler. Yüce Allah'ın: "Allah Peygamberleri toplayacağı gün," âyeti ile ilgili olarak, bu ayetin kendisinden önceki âyetlerle ilişki yönü nedir diye sorulacak olursa, cevabı şudur: Buradaki ilişki şudur: Vasiyette veya başka bir husus hakkında, iç yüzün hilâfına açıklama yapmanın yasak kılınması, böyle bir yanlış açıklamayı yapana ceza verecek olanın bu durumunu çok iyi bildiğini ortaya koymaktadır, Gün" kelimesi zaman zarfıdır. Bunda âmil ise; "İşitiniz" şeklindeki mukadder fiildir. Yani, öyle bir günün haberini dinleyiniz, işitiniz demektir. İfadenin takdirinin: şeklinde, yani Allah'ın peygamberleri toplayacağı günden korkunuz şeklinde, olduğu da ez-Zeccâc"dan nakledilmiştir. İfadenin takdirinin: Allah’ın peygamberleri toplayacağı vaki olan, Kıyâmet gününden sakının, yahut o günü hatırlayın şeklinde olduğu da söylenmiştir Anlamlar birbirlerine yakındır. Maksat, tehdit ve korkutmaktır. "Size ne cevap verildi buyuracak" yani, ümmetleriniz size ne şekilde karşılık verdi? Siz, kendilerini Beni tevhide çağırdığınız vakit kavminiz size nasıl karşılık verdi. "Bizim hiçbir bilgimiz yok... diyecekler" Te'vil âlimleri, peygamberlerin: "Bizim hiçbir bilgimiz yok" sözleriyle kastedilen mananın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunun anlamının: Biz, ümmetlerimizin bize verdikleri cevabın iç yüzünü bilmiyoruz, şeklinde olduğu söylenmiştir. Çünkü, ceza veya mükâfatı verilecek şey budur, Böyle bir açıklama, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan rivâyet edilmiştir. Manası: : Bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yoktur, şeklinde olduğu ve burada, bize öğrettiğinden başka, ifadesinin hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklama İbn Abbâs'tan ve biraz farklı olarak Mücahid'den rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs şöyle demektedir: Bunun anlamı şöyledir: Bizim bu konudaki bilgimiz, mahiyetini Senin bizden daha İyi bildiğin bir bilgiden başka bir şey değildir. Şöyle de denilmiştir: Onlar, böyle bir sorudan dolayı dehşete kapılacak ve korkularından cevap veremeyecekler. Akıllan başlarına geldikten sonra cevap verecekler ve: "Bizim hiçbir bilgimiz yok" diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen, Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. en-Nehhâs ise, böyle bir şey sahih olamaz, demiştir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) için herhangi bir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. Derim ki: Evet, kıyâmet hallerinin birçoğunda bu böyledir. Bize ulaşan haberde şöyle denilmektedir: "Cehennem getirildiğinde bir sefer kaynayıp coşar Ne kadar peygamber ve sıddîk varsa mutlaka dizleri üstüne çöker." Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cibril, Kıyâmet gününden beni o kadar korkuttu ki, sonunda beni ağlattı. Ve şöyle dedim: Ey Cibril, günahımın geçmişi de geleceğimde bana bağışlanmadı mı? Bana şöyle dedi: Ey Muhammed, o günün dehşetinden öyle şeylere şahit olacaksın ki, bu bağışlamayı sana unutturacaktır." Derim ki: Eğer kimilerinin de söylediği gibi bu soru, cehennemin kaynayıp coşması esnasında olacaksa, Mücahid ve el-Hasen'in açıklamaları doğrudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. en-Nehhâs ise der ki: Bu hususta sahih olan şudur: Âyetin anlamı şöyledir: Gizli ve açık hallerde size ne şekilde cevap verildi? Bu soru kâfirlere azar olsun diye sorulacaktır. . Peygamberler ise: Bizim hiçbir bilgimiz yok, diyecekler. Bununla da Mesih'i ilâh edinenleri yalanlamış olacaklardır. İbn Cüreyc de der ki: Yüce Allah'ın: "Size ne cevap verildi" âyetinin sizden sonra neler yaptılar demektir. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları çok iyi bilen ancak Sensin" diyeceklerdir Ebû Ubeyd de der ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir hadisi de bu açıklamaya benzemektedir. O, şöyle buyurmuştur: "(Kıyâmet gününde) bazı kimseler Havz'in başında yanıma gelecekler. Fakat oradan çekip uzaklaştırılacaklardır. Ben de: Onlar Ümmetimdendirler diyeceğim. Bu sefer: Sen, senden sonra bunların (dinde olmayan) neler ortaya çıkardıklarını bilemezsin denilecektir." Buhârî, Tefsir 5- sûre 14, 21. sûre 2, Rikaak 45, 53, Fiten 1; Müslim,Tahâre 39 Salât 53. Gayblar kelimesinin "ğayn" harfini, Hamza, el-Kisâî ve Ebû Bekr esreli okumuşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. el-Maverdî der ki; Yüce Allah'ın kendilerinden daha iyi bildiği bir hususu ne diye onlara soracaktır diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilir: 1- O, peygamberlere kendilerinin bilmedikleri, ümmetlerinin küfür, münafıklık ve kendilerinden sonra haklarında uydurdukları yalanları öğretmek için; 2- O, böylelikle ümmetlerini herkesin gözü önünde rezil etmek istediği için soruyu soracaktır. Tâ ki bu onlar için, bir çeşit ceza olsun. 110Allah, o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu Îsa! Senin üzerindeki ve ananın üzerindeki nimetimi hatırla. Hani Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncili de öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer bir şey yapıyordun, ona üfürüyordun da, iznimle bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, abraşı da yine Benim iznimle İyi ediyordun. Yine Benim iznimle ölüleri (diri olarak) çıkartıyordun. Ve hani, İsrail oğullarını kendilerine apaçık mucizelerle geldiğin zamanda senden çekmiştim de, içlerinden kâfir olanları: 'Bu, apaçık bir sihirden başka birşey değildir' demişlerdi." Yüce Allah'ın: "Allah o zaman şöyle diyeceki Ey Meryem oğlu Îsa, senin üzerindeki... nimetimi hatırla" âyetinde geçen bu durum, Kıyâmet gününün niteliklerindendir. Sen, Allah'ın peygamberleri toplayacağı ve Îsa'ya şunları şunları söyleyeceği günleri hatırla! diye buyurmuş gibidir, Bu açıklamayı, el-Mehdevî yapmıştır. "Îsa" kelimesinin ref mahallinde olması, "Meryem oğlu" da ikinci bir nida olması mümkün olduğu gibi, bunun da nasb mahallinde olması da mümkündür. Çünkü o, mansub bir nidadır. Şairin şu mısraında oluduğu gibi: Ey CarudTun oğlu, MünziiMn oğlu Hakemt " Eğer ikincisi muzaf ise -et- Tuval'ın Nahiv bilgini Muhammed b. Ahmed b. Abdullah et-Tuvâl (v. 243); el-Kisâî'nin yakın öğrencilerindendi. dışında hiçbir kimseye göre merfu' olması câiz değildir. Yüce Allah'ın: "Senin üzerindeki nimetimi hatırla" âyetine gelince, Hazret-i Îsa bunları hatırlayan bir kimse olmakla birlikte, Allah'ın kendi üzerindeki ve annesinin üzerindeki nimetini hatırlamasını emretmesi şu iki sebepten dolayıdır: 1- Sair ümmetlere, Allah'ın kendilerine özel olarak tahsis ettiği şan ve şerefi onlara ayrıcalıklı olarak vermiş olduğu yüksek mevkiini Kitab-ı Kerîminde okunması, 2- Bununla delilini pekiştirmesi ve onu inkâr edenlerin kanaatlerini reddetmesi. Daha sonra yüce Allah, nimetlerini saymaya geçerek şöyle buyurmaktadır: "Hani, Ben seni., desteklemiştim" yani, gücüne güç katmıştım. Te’yid (desteklemek), güç, kuvvet anlamına gelen; dan alınmıştır. Bu desteklemeye dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ruhu'l-Kudüs" iki şekilde açıklanmıştır. Birincisi, daha önce geçen; "Ve kendinden bir ruh" (en-Nisa, 4/171. ayet, 3. başlıkta) âyetinde geçmiş olduğu gibi; Allah'ın kendisine has olarak vermiş olduğu tertemiz ruhtur. İkincisi ise, Cebrâîl aleyhisselamdır ki, daha sahih olan da budur Bu da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. tuğun gibi, yetişkin iken de peygamber olarak onlarla konuşuyordun. Bu hususa dair açıklamalar, daha önce Âl-i İmrân sûresinde (3/45-46. ayetlerin tefsirinde) geçmiş olduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. "İsrail oğullarını kendilerine apaçık mucizelerle" yani, bu âyeti kerimede sözü geçen apaçık belge ve mucizelerle "geldiğin zamanda" seni öldürmek istediklerinde "senden çekmiştim" yani onların zararlarını önlemiş ve engellemiştim "de, içlerinden kâfir olanları" yani, sana îman etmeyip peygamberliğini inkâr edenleri, "bu" mucizeler, "apaçık bir sihirden başka bir şey değildir demişlerdi." Âyet-i kerimedeki Sihir" kelimesini, Hamza ve el-Kisâî; Sihirbaz, büyücü diye okumuşlardır. Yani, bu adam ancak oldukça güçlü bir sihirbaz olabilir, anlamındadır. 111Hani, havarilere: "Bana ve Rasûlüme îman edin" diye vahyetmiştim de: "Îman ettik. Gerçekten müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol" demişlerdi. Yüce Allah'ın: "Hani, havarilere: Bana ve Rasulüme îman edin, diye vahyetmiştim" âyetinin anlamlarına dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/52. âyet ve devamında.) geçmiş bulunmaktadır. Vahiy, Arapça'da ilham demektir. Birkaç kısımdır: Hazret-i Cebrâîl'in peygamberlere gönderilmesi anlamında vahiy, bu âyet-i kerimede olduğu gibi ilham anlamında vahiy. Yani Ben, onlara ilham etmiş ve kalplerine böyle bir manayı bırakmıştım. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve Rabbin bal arısına ilham etti (vahy)" (en-Nahl, 16/68); "Ve Mûsa'nın annesine ilham ettik (vahy)" (el-Kasas, 28/7.) âyeti bu kabildendir. Uyanıkken ve uykuda İken bildirmek anlamına da gelir. Ebû Ubeyde der ki: Vahyettim, emrettim anlamına gelir. (........) ise, sıla için gelmiştir. aynı anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın: "Çünkü Rabbin ona vahyetmişti" (ez-Zilzal, 99/5) âyetinde bu anlamda kutlanılmıştır. Şair el-Accâc da şöyle demektedir: "Ona karar bulmasını vahyetti, o da karar buldu." Yanı, ona karar bulmasını emretti, o da karar buldu, demektir. Burada: "Vahyetmiştim" âyetinin, onlara emretmiştim anlamına olduğu da söylenmiştir. Onlara açıklamıştım, diye de açıklanmıştır. "Gerçekten müslümanlar olduğumuza Sen de şahid ol" âyetinde; "Gerçekten bizlerin..." âyeti aslı üzere çift "nûn" ile gelmiştir. Araplardan bu iki nun'dan birisini hazf eden de vardır. Şahid ol Ey Rab! demektir. Bunun: Ey Îsa, gerçekten bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza şahidlik et? anlamında olduğu da söylenmiştir. 112Hani, havariler: "Ey Meryem oğlu Îsa, Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O: "Eğer îman edenlerdenseniz Allah'tan korkun" demişti. Yüce Allah'ın: "Hani havariler: Ey Meryem oğlu Îsa... demişlerdi" âyetinin i'rabı, az önce geçen (110. âyetin baş tarafının) i'rabı gibidir. " Rabbin.... ebilir mi" âyetinin, Kisaî, Ali, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve Mücahid tarafından kıraati; ebilir misin" şeklinde "te" ile ve; "Rabbin kelimesi de nasb ile okunmuştur. Ayrıca el-Kisâî; "soru edatının "lâm" harfini, daha sonra gelen "te" harfine idğam etmiştir. Diğerleri ise, "te" yerine "ye" ile ve; "Rabbin" kelimesini de merfu' olarak okumuşlardır. Ancak bu kıraatin açıklanması birinçişinden daha zordur. es-Süddî der ki: ("te"li okuyuşa göre) âyetin anlamı şudur: Sen, Rabbinden üzerimize bir sofra indirmesini isteyecek olursan, Rabbin sana itaat eder mi? Buna göre; Edebilir" âyeti, "İtaat eder anlamındadır. Nitekim; Duasını kabul etti, isteğini yerine getirdi, kipinin (karşılık verdi, cevap verdi anlamına) kullanıldığı olmaktadır. İşte burada da (..... Güç yetirdi: İtaat etti) anlamındadır. Âyetin anlamının: "Rabbin güç yetirebilir mi" anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak, böyle bir soru, onların yüce Allaha dair bilgileri sağlamlaşmadan önce, işin başında vukua gelmişti. Bundan dolayı Hazret-i Îsa, onların bu yanlışlıkları ve yüce Allah hakkında câiz olmayan bir şeyi câiz kabul etmeleri üzerine: "Eğer îman edenlerdenseniz Allah'tan korkun" demiş idi. Yani, yüce Allah'ın kudretinde hiçbir şüpheye düşmeyin, demişti. Derim ki: Ancak bu açıklamanın, tartışılır bir yönü vardır. Zira Havariler, peygamberlerin en yakın ve gözde adamları, onların en samimi ve onlara en yakın yardımcı olan kimselerdir. Nitekim, Hazret-i Îsa: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir" dediğinde, "Havariler, Allah'ın (dininin) yardımcıları bizleriz" demişlerdi. (es-Saff, 61/14) Hazret-i Peygamber de: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim ise ez-Zübeyr'dir." diye buyurmuştur. Buhârî, Cihât, 40, 41, 135, Fedailu Ashâbi'n-Nebiyy 13, Meğâzi 29; Müslim, Fedaulu's-Sahâbe 48; İbn Mâce, Mukaddime 11; hadîs no: 122; Müsned, 89, 102, 103, III, 307, 3143J8, 365. Bilindiği gibi peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- yüce Allah hakkında vacib câiz ve imkânsız olan şeyleri öğretmek, bütün bunları da ümmetlerine tebliğ etmek üzere gelmişlerdir. Peki bu husus, peygamberlerin gözde ve özel adamları için yüce Allah'ın kudretini bilmeyecek kadar nasıl gizli kalabilir? Şu kadar var ki, şöyle demek de mümkündür; 6u ifadeler, onlarla beraber bulunan kimselerden sadır olmuştur. Nitekim, bazı cahil bedevi Araplar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a :Bunların (silahlarını astıkları ve tapındıkları) Zatu Envât diye bir ağaçları olduğu gibi, bize de bir Zatu Envât yap, demişlerdi. Tirmizî, Fiten 18; Müsned, V, 218. Yine, Hazret-i Mûsa'nın kavminden bazı kimseler: "Bunların bir takım tanrıları bulunduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap" (el-A'raF, 7/138) demişlerdi. Nitekim, ileride buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (belirtilen ayet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. Şöyle de denilmiştir: Bu, istekte bulunanlar şanı yüce Allah'ın bu işe güç yetirebileceğinde şüpheye düşmemişlerdi. Çünkü bunlar mü’min, Allah'ı bilen ve tanıyan kimselerdi. Onların bu ifadeleri, senin bir kimseye, bu işe güç yetire bileceğini bilmenle birlikte, filan kişi gelebilir mi demen kabilindendir. O takdirde mana: Bunu yapar mı ve benim bu isteğimi yerine getirir mi şeklinde olur. Bu istekte bulunanlar, şanı yüce Allah'ın buna da başka şeylere de güç yetirebildiğini, hem delâlet yoluyla, hem peygamberlerinin verdiği haber yoluyla, hem de akılları yoluyla biliyorlardı. Ancak, bunu bir de gözleriyle görerek (ayne'l yakin) de aynı şekilde bilmek istemişlerdi. Tıpkı İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)'in -önceden de geçtiği üzere-: "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" (el-Bakara, 2/260.) dediği gibi. Halbuki Hazret-i İbrahim bunu, bu konudaki haber ve aktf yoluyla elde ettiği bilgilerle bilmişti. Bununla birlikte herhangi bir şüphe ve tereddüdün müdahale etmediği gözleriyle görerek bilmek istemişti. Zira, mantıkî yoldan elde edilen bilgi ile haber yoluyla elde edilen bilgi hakkında şüphe sözkonusu olabilir ve itirazlar yöneltilebilir. Ancak, gözle görülerek elde edilen bilgi hakkında bunların herhangi birisi sözkonusu olmaz. Bundan dolayı havariler de tıpkı Hazret-i ibrahim'in: "Fakat kalbimin yatışması için istiyorum" (el-Bakara, 2/260) dediği gibi, onlar da: "Kalplerimiz yatışsın,., diye" demişlerdi. Derim ki: Bu, güzel bir te'vildir. Fakat, bundan da daha güzel te'vil şudur: Bu sözleri, havarilerle birlikte olanlar söylemişlerdi- -İleride açıklanacağı üzere-. İbnü'l-Arabî, "el-Mustatî; Güç yetîren"i yüce Allah'ın isimleri arasında sayar. Ve şöyle der; Bunun, isim olarak kullanıldığı ne Kitapta ne sünnette vârid değildir. Fakat bu, yüce Allah'ın fiili olarak varid olmuştur Daha sonra da havarilerin: "Rabbin... indirebilir mi" sözlerini zikreder. Ancak, İbnü’l-Hassâr, "Şerhü's-Sünne" adlı eserinde ve başkalarında onun bu görüşünü reddetmiştir. İbnül-Hassâr der ki: Şanı yüce Allah'ın, havarilerin Hazret-i Îsa'ya söylediklerini haber verdiği: "Rabbin.., indirebilir mi" ifadesinde, Rabbin güç yetirebilmesînde şüphe sözkonusu değildir. Bu, ince bir şekilde soru sormak ve yüce Allah'a karşı edeptir. Zira, mümkün olan her bir gey, ezelî ilminde mutlaka vuku bulacaktır ve herkes için vaki olacaktır, diye bir şey sözkonusu değildir. Havariler ise, Hazret-i Îsa'ya îman edenlerin en hayırlıları idiler. Yüce Allah'ın, mümkün olan her birşeye güç yetirebileceğinin onlar tarafından bilinmemesi nasıl zannedilebilir. Güç yetirebilir mi?" âyetinin " İle (yapabilir misin) şeklindeki kıraatine gelince, şöyle denilmiştir: Yani, Rabbinden böyle bir istekte bulunabilir misin. Bu, Âişe ve Mücahid'in -Allah ikisinden de razı olsun- görüşüdür. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Bu havariler: "Rabbin güç yetirebilir mi?" demeyecek kadar yüce Allah'ı bilen kimseler idi. Ama onlar: "Sen, Rabbinden dileyebilir misin" demişlerdi. Yine Hazret-i Âişe'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Havariler, şanı yüce Allah'ın sofra indirmeye kadir olduğunda şüphe etmiyorlardı. Ama onlar, "Rabbin İndirebilir mi" değil de; "Sen, Rabbinden istiyebilir misin?" demişlerdi. Muâz (b. Cebel) dedi ki: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı defalarca "te" harfi :Rabbinden isteyebilir misin?" diye okuduğunu işitmişimdîr. ez-Zeccâc da der ki: Yani, istediğin bu hususta, Rabbinin isteğini yerine getirmesini istiyebilir misin? Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbine bu hususta dua edip O'ndan dilekte bulunabilir misin? İkisinin de anlamı birbirine yakındır, fakat bir mahzuf takdiri de kaçınılmazdır. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82.) âyetinde olduğu gibi. Ancak, "te" "ye" ile okuyuşta herhangi bir ifadenin hazfedildiğini söylemeye gerek yoktur. "Eğer îman edenlerdenseniz" Yani, eğer sizler, Ona ve benîm getirdiklerime îman eden kimseler iseniz. -Çünkü size, yeteri kadar âyetler, mucizeler gelmiş bulunmaktadır- "Allahtan korkun demişti" O'na isyan etmekten ve çokça isteklerde bulunmaktan sakının. Çünkü sizler bu mucizeleri istemeniz halinde başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Zira yüce Allah, kulları için daha uygun olanı yapar. 113Dediler ki; "Biz, istiyoruz ki o sofradan yiyelim. Kalplerimiz yatışsın. Senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım. Yüce Allah'ın: "Dedilerki: Biz istiyoruz ki o sofradan yiyelim" âyetinde "yiyelim" anlamındaki fiil; ile nasb edilmiştir. Daha sonra gelen, "kalplerimiz yatışsın. Senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım" anlamındaki âyetlerde de bütün fiiller ona atfedilin iştir. Bu ifadeleriyle böyle bir istekte bulunmaları kendilerine yasaklanınca, bu isteklerinin sebebini açıklamış oldular Onların: "O sofradan yiyelim" şeklindeki sözleri, iki türlü açıklanabilir: Evvela onlar, böyle bir şeye ihtiyaç duydukları için o sofradan yemek istemişlerdi. Çünkü Hazret-i Îsa, şehir dışına çıktığında ona beşbin kişi veya daha fazla bir kalabalık uyardı. Onların bazıları da onun ashâbı idi. Bazıları ise, herhangi bir hastalıkları veya bir rahatsızlıkları dolayısıyla ondan kendilerine dua etmesini istiyen kimselerdi- Bunlar da kötürüm veya kör kimseler idiler. Kimisi de olanları seyreder ve alay ederdi. Yine bir gün bir yere çıkmışken, yollan bir dağdan geçti. Beraberlerinde yiyecek birşey yoktu. Bunlar acıktılar. Havarilere şöyle dediler: Îsa'ya söyleyin de üzerimize gökten bir sofra inmesi için dua etsin. Havarilerin başı Şem'un Hazret-i Îsa'nın yanına vardı ve insanların kendilerine gökten bir sofra indirmesi için dua etmesini istediklerini haber verdi- Hazret-i Îsa Şem'un'a; "Onlara deki, eğer gerçekten mü’min kimseler iseniz Allah'tan korkun." Şem'un bunu bu teklifte bulunanlara haber verince, bu sefer ona şöyle dediler: Ona de ki: "Biz, istiyoruz ki o sofradan yiyelim..." diye âyette geçen sözlerini iletti. İkinci açıklama şekli de şöyledir: "O sofradan yiyelim" yani, biz böyle bir şeye olan ihtiyacımızdan dolayı değil, onun bereketini elde edelim diye bunu istiyoruz. el-Maverdî der ki: Bu daha uygun görünmektedir. Çünkü gerçekten muhtaç olsalardı, bu istekte bulunmaları kendilerine yasak 1 anmazdı. "Kalplerimiz yatışsın" şeklindeki sözlerinin de üç anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi: Yüce Allah'ın, seni bize bir peygamber olarak gönderdiği hususunda kalplerimiz yatışsın ve bundan emin olsun. İkincisi, yüce Allah'ın bizi, bu davetimiz için seçtiğinden yana kalplerimiz mutmain olsun. Üçüncüsü de şanı yüce Allah'ın bizim isteğimizi kabul ettiğinden yana kalplerimiz huzur bulsun, emin olsun. Bu üç türlü açıklamayı da el-Mâverdî zikretmektedir. el-Mehdevî de şöyle der: Yani, yüce Allah'ın bizim orucumuzu ve amellerimizi kabul ettiğine dair kalplerimizin yatışmasını istiyoruz. es-Sa'lebî der ki: Böylelikle onun kudretine yakînen (kesinlikle) inanalım ve kalplerimiz bunun sonucunda yatışsın, "Senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim." Senin Allah'ın Rasulü olduğunu gerçekten bilelim, "ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım." Yani, Allah hakkında vahdaniyetine, senin de risalet ve peygamberliğine şahidlik edenlerden olalım. “Ve biz de ona şahidlik edenlerden olalım" âyetinin: Bu sofranın indirilişini görmeyenlerin nezdinde, yanlarına vardığımızda senin lehine şahidlik edenlerden olalım, anlamında olduğu da söylenmiştir. 114Meryem oğlu Îsa: "Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bizim için hem önceden gelenlerimize, hem sonra geleceklerimize bir bayram ve Senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Çünkü Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" dedi. Yüce Allah'ın: "Meryem oğlu Îsa: Allah'ım, Rabbimiz" âyetinde geçen (ve Allah'ım anlamına gelen): kelimesinin aslı, Sîbeveyh'e göre, "Ya Allah" şeklindedir Sondaki iki tane "mîm" ise, "yâ" nida harfinden bedeldir. "Rabbimiz" ise ikinci bir nidadır. Sîbeveyh bundan başkasını câiz kabul etmez. Bunun sıfat olması da câiz değildir. Zira, kelimenin aldığı şekil dolayısıyla bu kelime nidaya ve seslenişe benzemektedir. Mâide'nin anlamı: "Bize gökten bir sofra indir" âyetindeki" Sofra (el-Mâide), üzerinde yemek bulunan yükseltilmiş tahtalar (masa) dır. Kutrub der ki: Üzerinde yemek bulunmadıkça Mâîde ismini almaz. Eğer yemek yoksa ona "hivân: masa" denilir. "Mâide" kelimesi, kölesine yemek yedirdiği veya verdiğini anlatmak üzere kullanılan 'den; "fâüe" veznindedir. Buna göre Mâide, üzerindeki şeyleri veren; anlamına gelir. el-Ahfeş'in naklettiği Ru'be'nin şu beyiti de bu kabildendir: "Lüks ve nimetler içerisinde yaşayan ve denk kimselerin başları hediye olarak sunulur. Kendisinden istekte bulunulan mü’minlerin emirine." Bu beyitin son kelimesi, kendisinden birşeyler vermesi istenen, dilekte bulunulan kimse demektir. (Ve Mâide kelimesi de aynı kökten gelmektedir). Buna göre Mâide, yemek yiyenlere yemek yediren ve yemeği veren demektir. Mecazi olarak yemeğin kendisine de Mâide denilmektedir. Çünkü yemek Mâide üzerinde yenilir. Nitekim, Arapların yağmura "semâ" demeleri de böyle mecazî bir ifadedir, Kûfeliler derler ki: Ona "Mâide" denilmesi, üzerindekiler ile 'hareket etmesi dolay ısıyladır. Ve bu, Arapların meyledip hareket eden bir şey hakkında kullandıkları; tabirlerinden gelmektedir. Şair de şöyle demektedir: "Bir güvercin şakıdığında belki ağlarsın Ağacın eğilmiş dalı onu hareket ettirdiğinde. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ondan sonra Kinanelinin öldürülmesi huzursuz etti beni; O, uçsuz bucaksız yer, az kalsın altımda sarsılıyordu." Yüce Allah'ın: "çalkalayıp sarsar diye yeryüzünde sabit dağlar koydu (yarattı)." (en-Nahl, 16/15) Ebû Ubeyde der ki: Mâide, "mef'ûle" anlamında faile veznindedir. Tıpkı "Hoşnut bir yaşayış içinde" (el-Hâkka, 69/2) hoşnut olunan bir yaşayış anlamında olması gibi. Yine "Atılan bir su" (et-Târık, 86/6) âyetindeki atılan da, kendisi "atılan" (ism-i fail) değil de ismi mef'ûl anlamında başkası tarafından atılan demektir. Yüce Allah'ın: "Bizim için... bir bayram olsun" âyetindeki; " Olsun, kelimesi, Mâide'nin sıfatıdır. (Emrin) cevabı değildir el-A'meş ise bunu cevap olmak üzere şeklinde cevap olarak okumuştur. Âyetin anlamı ise: Bu sofranın ineceği gün "hem bizim için, hem önceden gelenlerimize" yani, hem ümmetimizin baştan gelenlerine, hem sonradan geleceklerine bayram olsun, şeklindedir, id: Bayram'ın anlamı denildi ki: Sofra, üzerlerine pazar günü sabah ve akşam indirildi. Bundan dolayı pazarı bayram edindiler. Bayram anlamına gelen; tekildir, çoğulu ise şeklinde gelir. Bu kelimenin aslı "vav"lı olmakla birlikte uyâ" ile çoğul yapılması, tekilde de bu "yâ"nın ortada sabit oluşu dolayısıyladır. Şöyle de denilmiştir: Sopanın çoğulu olan, Sopalar ile bayramlar arasındaki farkın anlaşılması için "ya" ile çoğul yapıldığı da söylenmektedir. ise, bayram yaptılar, bayramda hazır bulundular, anlamındadır. Bunu, el-Cevherî ifade etmiştir. Bu kelimenin aslının, dönmek anlamına gelen; fiilinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre bu kelime (yani bayram): şeklinde "vav"lıdir. "VaV'dan önceki harf esreli olduğundan dolayı "yâ"ya dönüştürülmüştür.-Mîzan, mîkat ve mîad kelimeleri gibi. Fıtır ve kurban günlerine İyd (bayram) denilmesinin sebebi ise; bunların her sene tekrar avdet etmeleri (dönmeleri) dolayısı iledir. el-Halil der ki: îyd (bayram), insanların âdeta kendisine dönüşlerini ifade ediyormuş gibi, toplandıkları her güne denilir İbnü'l-Enbarî der ki; İyd'e bu ismin veriliş sebebi, sevinç ve huzur içerisinde dönüşü (avdet etmesi)nden dolayıdır. Çünkü bayram, bütün insanların sevindikleri bir gündür. Nitekim, bu günde bile hapiste olan tutuklulardan, borçlarının istenmediği, cezalandırılmadığı, yabanî hayvanların, kuşların avlanmadığı, çocukların okullara gitmediği görülen bir şeydir. Şöyle de denilmiştir: Bayrama "İyd" deniliş sebebi, her insanın kendi makam ve mevkiine, bunun gerektirdiklerine avdet etmesi dolayısıyladır. Nitekim, bayramda onların giydikleri, kılık kıyafetleri ve yedikleri birbirinden farklı olabilmektedir. Kimisi misafir kabul eder, kimisi misafir olur. Kimisi başkasına merhamet eder, kimilerine de merhamet olunur. Bayrama bu ismin verilişinin; "İyd"e benzeterek şerefli bir gün oluşundan dolayı olduğu da söylenmiştir.' Çünkü İyd, aslında Araplarca oldukça meşhur, son derece değerli ve kendisine nisbet ettikleri (ismi mensüb yaptıkları) bir erkek deveye verdikleri addır. İsm-i mensub yapılarak (........): İyd'e mensub develer denilir, Şair de şöyle demektedir: "Ona karşılık oldukça yüksek fiyatta dinarların ödendiği bir deve." Bu beyit daha önceden (el-Bakara, 2/283. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Zeyd b. Sabit; (........) kelimelerini çoğul olarak; "Önceden gelenlerimize, sonra geleceklerimize" şeklinde çoğul olarak okumuştur, İbn Abbâs der ki: Yani, onların ilki o sofradan yediği gibi, insanların sonuncusu da ondan yesin, anlamındadır. "Senden bir âyet" yani, bir delâlet ve bir belge olsun, "Bizi rızıklandır." Bize ver "Çünkü Sen, rızık verenlerin" bağışlayanların rızık ihsan edenlerin "en hayırlısısın." Çünkü Sen, hiçbir şeye muhtaç olmayan gani, her türlü övgüye lâyık olan hamidsin. 115Allah buyurdu ki: "Gerçekten Ben onu size İndireceğim. Ama bundan sonra sîzden kim kâfir olursa Ben onu âlemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağim." "Allah buyurdu ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim" âyeti, yüce Allah tarafından verilmiş bir vaa'd olup, bununla Hazret-i Îsa'nın dileğini kabul ettiğini ifade etmektedir. Nitekim, Hazret-i Îsa'nın böyle bir dilekte bulunması da havarilerin isteklerini kabul ederek gerçekleşmiştir. Bu ise, yüce Allah'ın böyle bir sofrayı indirmiş olmasını gerektirmektedir. Zaten onun vaadi haktır. Ancak, bu sofranın indirilişinden sonra buna şahit olan topluluk inkâr edip kâfir oldular, O bakımdan maymun ve domuzlara dönüştürüldüler. İbn Ömer der ki: Kıyâmet gününde insanlar arasında azâbı en çetin olanlar münafıklar, Mâide'nin sahiplerinden kâfir olanlar ve Firavn ve hanedanıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama bundan sonra sizden kim kâfur olursa, Ben onu âlemlerden kimseyi ayıplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağım" diye buyurmaktadır. İlim adamları, Mâide'nin İnip inmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler- Cumhûrun kabul ettiği ve doğru olan görüş Mâide'nin indiğidir. Çünkü yüce Allah: "Gerçekten Ben onu size indireceğim" diye buyurmuştur. Mücahid ise şöyle demektedir. Mâide inmedi. Bu, ancak yüce Allah'ın insanlara vermiş olduğu bir Örnektir, Bununla peygamberlerinden mucizeler istemelerini yasaklamaktadır. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onlara, isteklerini kabul edeceği vaadinde bulundu. Fakat kendilerine: "Ama bundan sonra kim kâfir olursa,.," deyince, bu İstekten vazgeçtiler, Allah'tan bağışlanmalarını dilediler ve; hayır, böyle birşey istemeyiz, dediler. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. Ancak, bu görüş ile bundan önceki görüş yanlıştır. Doğrusu bu Mâide'nin indiğidir. İbn Abbâs der ki: Meryem oğlu Îsa, İsrail oğullarına şöyle dedi: Otuz gün oruç tutunuz, sonra Allah'tan ne isterseniz dileyiniz. O size bunu verecektir. Bunun üzerine onlar da otuz gün oruç tuttular ve şöyle dediler: Ey Îsa, biz bir kimseye bir iş yapsak, sonra da işimizi bitirsek, şüphesiz daha sonra bize yemek yedirirdi. Biz ise oruç tuttuk ve acıktık. Allah'a dua et de üzerimize gökten bir sofra indirsin. Bunun üzerine melekler, taşıdıkları bir sofra ile geldiler. Bu sofra üzerinde yedi ekmek ve yedi balık vardı. Bunları önlerine koydular. En son kişi de tıpkı ilk kişi gibi yedi (ve doydu). Ebû Abdullah Muhammed b. Ali et-Tirmizî el-Hakîm de, "Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde şöyle demektedir: Bize, Ömer b. Ebi Ömer anlattı, dedi ki: Bize Ammâr b. Harun es-Sakafı anlattı, Zekeriya b. Hakîm el-Hanzalî'den, o, Ali b. Zeyd b. Cud'ân'dan, o, Ebû Osman en-Nehdî’den, o, Selman el-Farisî'den şöyle dediğini nakletti: Havariler, Meryem oğlu Îsa'ya -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- sofrayı istediklerinde, o da kalkıp yün elbiselerini bıraktı, bunun yerine siyah kıldan elbiselerini giyindi. Ayağa kalktı, ayaklarını ve topuklarını birbirine yapıştırdı. Baş parmağını baş parmağına değdirip, sağ elini sol elinin üzerine koydu. Sonra yüce Allah'a huşu' içerisinde başını eğdi. Arkasından gözyaşlarını salıvererek ağladı. Yaşlar sakalları üzerinden akıp gitti. Gözyaşları damla damla göğsüne düşmeye başladı, sonra şöyle dedi: "Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bizim için hem önceden gelenlerimize hem sonra geleceklerimize bir bayram ve Senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın. Allah buyurdu ki: Gerçekten Ben onu size indireceğim..." Sofra, birisi altında birisi üstünde olmak üzere iki bulut arasında kırmızı renkli ve yuvarlak bir sofra halinde insanların gözü önünde indi. Îsa (aleyhisselâm) dedi ki: "Allah'ım sen bunu bir rahmet kıl. Bunu bir fitneye düşme sebebi kılma, Ey benim yüce İlahım, ben senden hayret verici dileklerde bulunuyorum ve sen veriyorsun," Sofra, Hazret-i Îsa'nın önünde, bir mendil ile örtülü olduğu halde indi, Hazret-i Îsa, beraberindeki havarilerle birlikte secdeye kapandı. Sofranın daha önce benzerini almadıkları güzel kokusunu alıyorlardı. Hazret-i Îsa şöyle dedi: "Aranızda Allah'a en çok ibadet eden, Allah'a karşı en cesaretli, Allah'a en çok güveneniniz hangisi ise, şu sofranın üzerini açsın ki, ondan yiyelim, Allah'ın ismini anarak yiyelim ve bundan dolayı da Allah'a hamd edelim. Havariler dediler ki: Ey Ruhullah, bu işe sen daha lâyıksın. Bunun üzerine Hazret-i Îsa -Allah'ın salavâü üzerine olsun- kalktı, güzel bir şekilde abdest aldı. Güzel bir namaz kıldı, uzun uzun dua etti. Sonra sofraya oturdu, üzerini açtı. Sofrada kızartılmış bir balık vardı. Bu balıkta kılçık diye birşey yoktu. Yağ gibi akıyordu. Etrafına ise, pırasa müstesna her türlü bakliyattan konulup hazırlanmıştı. Baş tarafında ise, tuz ve sirke vardı. Kuyruğunun yanında ise beş ekmek vardı. Ekmeklerden birisinin üzerinde de beş tane nar, diğerinin üzerinde hurmalar, diğerinin üzerinde de zeytin vardı. es-Sa'lebî der ki: Ekmeklerden birisinin üzerinde zeytin, ikincisi üzerinde bal, üçüncüsü üzerinde yumurta, dördüncüsü üzerinde peynir, beşincisi üzerinde ise kuru et vardı. Bunun haberi yahudilere ulaşınca keder ve üzüntü ile geldiler. Kahrolmuş bir vazıyette ona baktılar, hayret edecek bir durum gördüler, Şem'ûn - ki, bu havarilerin başıdır- dedi ki: Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceğinden midir, cennet yiyeceğinden midir? Îsa -Allah'ın salavâtı üzerine olsun- şöyle dedi: Bu sorulardan hâlâ vazgeçmeyecek misiniz? Sizin azaba uğratılmanızdan gerçekten çok korkuyorum. Şem'ûn dedi ki: İsrail oğullarının ilahına yemin olsun ki, ben bununla kötü bir maksat gütmedim. Dediler ki: Ey Ruhullah, keşke bu mucize ile birlikte bir başka mucize daha olsaydı. Îsa (aleyhisselâm) dedi ki: "Ey balık, Allah'ın izniyle diril" Balık gözleri parıldar bir şekilde dinç ve taze bir balık haline gelerek silkelenmeye, hareket etmeye başladı. Havariler korkuya kapılınca, Hazret-i Îsa şöyle dedi: Bana ne oluyor ki, bir şey istiyorsunuz, size o şey verildi mit ondan hoşlanmıyorsunuz. Azaba uğra turnanızdan gerçekten çok korkuyorum. Yine şöyle buyurdu: Bu sofra, üzerinde ne dünya yiyeceği ne de cennet yiyeceği olmadığı halde indi. Bu yiyeceği, yüce Allah sonsuz kudretiyle yarattı. Ona ol dedi, o da oluverdi. Bu sefer Îsa dedi ki: Ey balık eski haline dön. Balık eskiden olduğu gibi kızarmış haline döndü. Havariler dediler ki; Ey Ruhullah, ondan ilk olarak sen ye. Hazret-i Îsa şöyle dedi: Bundan Allah'a sığınırım. Bundan onu isteyen, onu dileyen yesin. Havariler, bunun bir azap ve bir fitne olacağı korkusuyla yemek istemediler. Hazret-i Îsa bunu görünce, bu sofraya fakir, yoksul, hasta, kö türüm, cüzzamlı, ayakları felç olmuş, kör ve sarîsu hastalığına yakalanmışları çağırarak dedi ki: Rabbinizin rızkından, peygamberinizin duasından yiyiniz ve bunun için de Allah'a hamd ediniz. Daha sonra Hazret-i Îsa şöyle dedi: Bundan dolayı afiyet sizin için olacak, azap da sizden başkaları için olacaktır. Onlar da bu sofradan yediler. Öyle ki, yedi bin üç yüz kişi o sofradan gegirerek kalktı ve o sofradan yiyen herbir hasta iyileşmiş oldu. O balıktan yiyen herbir fakir, ölünceye kadar muhtaç düşmedi. Bunu gören diğer insanlar, sofraya kalabalıklar halinde üşüştüler. Küçük, büyük, ihtiyar, genç, zengin ve fakir ne kadar varsa, mutlaka gelip ondan yediler. Biri ötekini çekiştirdi. Hazret-i Îsa durumu görünce onları nöbetleşe sıraya koydu. Bu sofra bir gün iner, bir gün inmezdi. Tıpkı, Semud kavmine gönderilen dişi devenin bir gün odayıp, bir gün su içmesi gibi. Bu sofra kırk gün. süreyle indi. Kuşluk vaktinde iner ve bulunduğu yeri gölge kapatıncaya kadar öy lece kalırdı. Sa'lebî der ki: Sofra bu şekilde kalır ve ondan yemek yenirdi. Nihayet gölge üzerine düşünce, yükseliverirdi. Yükselinceye kadar insanlar ondan yemeye devam eder, sonra da göğe geri dönerdi. İnsanlar da gözlerinden kayboluncaya kadar onun gölgesine bakar dururlardı. Kırk gün tamamlanınca yüce Allah Îsa (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetti: "Ey Îsa, Benim bu soframı zenginleri dışarda tutarak yalnız fakirlere ver." Ancak, bu hususta zenginler şüpheye düştüler ve fakirlere düşmanlık etmeye başladılar. Kendileri şüpheye düştükleri gibi, diğer insanları da şüpheye düşürmeye çalıştılar. Yüce Allah, Ey Îsa dedi. Ben, ileri sürdüğüm şart dolayısıyla (azâb ile) yakalayıp, sorumlu tutacağım. Onlardan otuzüç kişi, pislikleri çöplüklerden ayıklayan domuz haline dönüştürüldü. Halbuki, daha önce güzel yemekler yerler, yumuşak döşeklerde uyurlardı, İnsanlar bunu görünce, ağlaşarak Hazret-i Îsa'nın etrafında toplandılar. Domuzlar da gelip Hazret-i Îsa'nın önünde dizleri üzere çöktüler. Gözyaşlarını akıta akıta ağlamaya koyuldular. Hazret-i Îsa onları tanıdı, sen filan kişi değil misin diye soruyor, o domuza döndürülmüş kişi de başı ile işaratte bulunuyor, fakat konuşamıyordu. Bu halleriyle yedi gün kaldılar. -Dört gün kaldılar diyenler de vardır.- Sonra Hazret-i Îsa, yüce Allah'a, canlarını kabzetsin diye dua etti. Kimse onların nereye gittiğini bilemedi. Yer mi onları yuttu, yoksa ne oldular (bilinmedi). Derim ki: Bu hadis hakkında söylenecek sözler vardır. Senet bakımından da sahih değildir. İbn Abbâs ve Ebû Abdurrahman es-Sülemî'den nakledildiğine göre, Mâide'deki yemek, ekmek ve balıktı. İbn Atiyye der ki: O balıkta her yiyeceğin kokusunu alıyorlardı. Bunu da es-Sa'lebî nakletmiştir. Ammar b. Yasir ile Katade derler ki: Mâide, üzerinde cennet meyvelerinden meyveler bulunduğu halde semadan inerdi. Vehb b. Münebblh ise şöyle demektedir: Yüce Allah, arpa ekmekleri ve bir takım balıklar indirdi. et-Tirmizî de Tefsir bölümünde, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mâide, semadan et ve ekmek olarak indirildi. Hainlik etmemek, yarma hiçbir şey saklamamakla emrolundukları halde, hainlik de ettiler, ertesi güne saklayarak, yarına birşeyler ayırdılar. Bunun üzerine maymunlar ve domuzlar haline dönüştürüldüler." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu, Ebû Âsım ve başka bir kişinin Said b. Ebi Arûbe'den, o, Katade'den, o, Hilâs'tan, o, Ammar b. Yâsir'den mevkuf olarak rivâyet ettiği bir hadistir. Biz bu hadisi, merfu' olarak ancak el-Hasen b. Kaza'a yoluyla biliyoruz. Bize, Humeyd b. Mes'ade anlattı dedi ki: Bize, Süfyan b. Habib anlattı, Said b. Ebi Arûbe'den buna yakın bir hadis nakletti fakat bunu Peygamber'e merfu'en zikretmedi. Bu, ise el-Hasen b. Kazae'nin hadisinden daha bir sahihtir. Ancak biz, bu hadisin merfu' bir rivâyetini asla bilmiyoruz. Tirmizî, Tefsir 5. sûre 21. Said b. Cübeyr der ki: Mâide üzerinde ekmek ve et müstesna herşey indirildi. Atâ ise şöyle demiştir: Balık ve et müstesna, Mâide üzerinde herşey indirildi, Kâ'b der ki: Mâide, semadan basaşağı olarak melekler onu sema ile arz arasında uçurarak nâzil oldu. Et dışında üzerinde her yiyecek vardı. Derim ki: Bu üç görüş, Tirmizînin naklettiği hadise muhaliftir. Tirmizînin hadisi ise bunlardan daha uygundur. Zira, merfu’ olarak sahih değilse bile, mevkuf olarak büyük bir sahabiden sahih olarak rivâyet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kesinlikle söylenebilecek şu ki; Mâide, üzerinde yenecek yiyecekler bulunduğu halde indirilmiştir. Ancak bu yemeğin tayinini en iyi bilen Allah'tır. Ebû Nuaym'ın Kâ'b'den naklettiğine göre Mâide, ikinci olarak İsrailoğullarının âbid bazı kimselerine nâzİİ oldu. Kâ'b dedi ki: İsrail oğullarından âbid üç kişi bir araya geldi. Bunlar, geniş bir düzlük arazide toplandılar. Onların her birisi yüce Allah'ın isimlerinden bir ismi biliyordu. Birileri dedi ki: Benden isteyin, ben de sizin için istediğinizi dua ederek Allah'tan dileyeyim. Onlar dediler ki: Senden yüce Allah'a, bu yerde akan bir pınar, yeşil, yemyeşil bahçeler çıkarması için dua etmeni istiyoruz, O da dua etti, akan bir pınar ve güzel, yemyeşil bahçeler meydana geldi. Daha sonra bir diğerleri benden de isteyiniz, ben de ne isterseniz dua ederek onu Allah'tan sizin için isteyeyim. Şöyle dediler: Yüce Allah'a, cennet meyvelerinden bize birşeyler yedirmesi için dua etmeni istiyoruz. Üzerlerine taze bir hurma indi. Ondan yemeye başladılar. Evirip çevirdikçe mutlaka ondan başka bir lezzet yediler, sonra kaldırıldı. Daha sonra bir diğerleri şöyle dedi: Benden isteyin, ben de ne isterseniz sizin için Allah'a dua edeyim. Senden, Allah'a üzerimize Îsa'ya indirmiş olduğu Mâide'yi indirmesi için dua etmeni istiyoruz. O kişi de dua edince bu Mâide indi, Ondan İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu sofra kaldırıldı. Daha sonra da haberin geri kalan bölümlerini nakletti. Bir mesele: Sözü geçen Selman'ın hadisinde, Mâide'ye dair açıklamalar yer aldı ve bu Mâide'nin ayakları bulunan bir masa (Mâide) şeklinde değil de bir sofra halinde indiği açıklanmaktadır. Sofra ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve Arapların yemek yedikleridir. Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hakîm şunu nakletmektedir: Bize, Muhammed b. Beşşâr anlattı, dedi ki: Bize, Muaz b. Hişam anlattı dedi ki: Bana babam anlattı. Yûnustan, o, Katade'den, o, Enes'den dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir zaman bir masa üzerinde yemediği gibi, katık konulan yemek kaplarından da yemedi, onun için hiçbir zaman yufka da pişirilmedi. Enes'e dedim ki: Peki, ne üzerinde yemek yerlerdi? O, sofralar üzerinde yerlerdi, dedi. el-Hakim et-Tirmizî, Nevadiru'l-Usül, 288. Muhammed b. Beşşâr der ki: Burada sözü geçen Yûnus, Ebû Furat el-İskâf’dır. Derim ki: Bu, sahih, sabit bir hadistir, Senedinde yer alan ravilerden, Buhârî ve Müslim ittifakla hadis almıştır. Tirmizî de bunu rivâyet ederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı dedi ki: Bize, Muâz b. Hişam anlattı, diyerek hadisi zikretti ve hakkında: "Hasen, gariptir" dedi. Tirmizî, Et'ıme 1. Ayrıca bk. Buhârî, Et’ime 8, 23; İbn Mâce, El'ime 20; Müsned, İH, 120. et-Tirmizî Ebû Abdullah el-Hakîm dedi ki: Hıvâm (masa), Arap olmayanların yaptıkları, sonradan yapılmış birşeydir. Araplar bu gibi şeyleri yapmıyorlardı. Onlar, sofralar üzerinde yemek yerlerdi. Sofra ise, derilerden yapılan ve kapanıp açılan bağları ve askıları bulunan bir şeydi, İşte açılması dolayısıyla ona sufra denilmiştir. Zira bağları çözüldüğü vakit açılır ve içinde bulunanları açığa çıkartır (isfâr) idi. işte bundan dolayı ona sufra ismi verilmiştir. Sefere, sefer denilmesi de, kişinin bizzat evlerden isfârı (ayrılması) dolayısıyladır. Katıkların ve iştah açıcı yiyeceklerin konduğu yemek kablan kullanmaması ise, çeşitli ve ekmeğin bandırıldığı yemekler ve bu yemekler için kab kullanmadıklarından dolayıdır. Çünkü, onların yiyecekleri, üzerinde kesilmiş et parçalan bulunan tirit idi. Hazret-i Peygamber de şöyle buyururdu; "Etleri dişlerinizle sıyırarak yiyiniz. Çünkü, böylesi hem daha canın çektiği birşeydir, hem de hazmi daha kolaydır. el-Hakim, aynı yer, Hadis, Ebû Dâvûd, Et'ime 20; Tirmizî, Et'ime 32; Dârimî, Et'ime 30; Müsned, III 400 VI, 465'de yer almaktadır. Denilse ki: Mâide'den bir takım hadislerde söz edilmektedir. Bunlardan birisi de İbn Abbâs'ın şu sözüdür: Eğer keler haram olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mâidesi üzerinde yenmezdi. Bunu da Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Hibe 7, Ec'ime 8; Müslim, Sayd 46;Ebû Dâvûd, Et'ime 27; Nesâî, Sayd 26; Müsned, I, 255, 322, 329, 340, 347. Âişe (radıyallahü anha)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin Mâide'si, yerde konulmuş halde kaldığı sürece melekler ona dua ederler." el-Hakîm et-Tirmizî, Nevadiru'l-Usül, I, 289. Bunu da güvenilir raviler rivâyet etmiştir. Yine şöyle denilebilir: Mâide, uzatılan ve serilen -mendil ve elbise gibi- her şeydir. O halde bu kelimedeki "dal" harfinin iki tane olması gerekirdi. O bakımdan bunlar (Araplar) iki "dal" harfinden birisini "yâ"ya dönüştürerek "Mâide" dediler. Fiil de bu şekilde kullanılmaktadır. O bakımdan bu kelimenin "Memdûde : Uzatılan, yayılan şey" şeklinde olması gerekirdi. Fakat bu kelime dilde fail vezninde kullanılmıştır. Nitekim, Mektûm (gizlenen) denilmesi gerektiği halde -ism-i fail kipiyle Gizli sır, hoşnut olunan bir geçim için de yine aynı şekilde Hoşnut bir yaşayış diye tabirler kullanılmıştır. Yine dilde kendisi fail vezninde olduğu halde mef'ûl şeklinde kullanılan tabirler de vardır Araplar Uğursuz bir adam" diyerek mef'ûl vezninde kullanmışlardır. Oysa bunun anlamı fail veznindedir. Yine; Örten bir perde (dediklerinde)" mef'ûl vezninde kullanmışlardır. Halbuki o, fail anlamındadır. Hivân (masa) ayakları ile yerden yükselendir. Mâide ise yayılan ve serilendir Sofra içinde gizli olanı açığa çıkartan demektir. Çünkü sofra, askılarıyla toplanmış ve kapatılmıştır. el-Hasen'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Masalar üzerinde yemek yemek kıralların işidir. Mendil (yere yayılan bez sofra) üzerinde yemek yemek ise Arap olmayanların işidir, sofra ise Arapların uygulamasıdır. Sünnet olan da budur. el-Hakîın et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 289. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 116Allah: "Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye sen mi söyledin" diyeceği zaman, (Îsa) der ki: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemiş İsem, zaten sen onu bilmişsindk- Sen, içimde olanı bilirsin. Ama ben, senin nefsinde (gaybında) olanı bilmem. Şüphesiz Sen, gaybia ti çok iyi bilensin." Yüce Allah'ın: "Allah: Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin diye sen mi söyledin, diyeceği zaman" âyetinde sözkonusu edilen bu sözün, söyleneceği zaman hakkında farklı görüşler vardır. Katade, İbn Cüreyc ve müfessirlerin çoğu, yüce Allah bu sözü Îsa'ya Kıyâmet gününde söyleyecektir derken, es-Süddî ve Kutrub da derler ki: Yüce Allah Îsa'ya bu sözü onu semâya yükselttiği sırada, hıristiyanların da onun hakkında söylediklerini söylemeleri üzerine söylemiştir. Buna delil olarak da Hazret-i Îsa'nın söylediği nakledilen: "Eğer sen onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" (el-Mâide, 5/118) âyetini delil göstermişlerdir. Çünkü Arapçada, edatı geçmiş zaman hakkında kullanılır. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Buna da, bundan önce gelen, yüce Allah'ın: "Allah peygamberleri toplayacağı gün,," (el-Mâide, 5/109) âyeti delalet etmektedir. Bundan sonra gelecek olan: "Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının fayda vereceği bir gündür" (el-Mâide, 5/119) âyeti de buna delildir. Buna göreedatı, anlamında kullanılmış demektir. (Diyeceği zaman anlamına gelir). Şanı yüce Allah'ın şu âyetinde oluduğu gibi: "Onlara korku geldiği zaman bir görsen..." (Sebe’, 34/51) âyetin da; "Korku geleceği zaman" demektir. Ebû'n-Necm de şöyle demiştir: "Sonra Allah benim yerime mükâfatlandıracağı zaman onu mükâfatlandırsın Yüksek semâlarda Adn cennetleriyle." Görüldüğü gibi burada da "mükâfatlandıracağı zaman" anlamındadır, el-Esved b. Cafer el-Ezdî de şöyle demektedir: "Şimdi ise onlarla şakalaşmak istediğimde Derler ki: Dikkat edin, şu yaşlı adam herhangi bir anlamlı iş yapmıyor." Bununla, onlarla şakalaşacağı zamanı kastetmektedir Böylelikle geleceği mazi ile ifade etmiş olmaktadır. Çünkü bu işin tahakkuk edeceğini ve artık bunun böyle olacağının belgelerini görmüş bulunmaktadır, âdeta gerçekten meydana gelmiş gibidir. Kur'ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır: "Ve cehennemlikler cennetliklere seslendi (seslenecek)." (el-A'raf, 7/50) Bunun benzerleri pek çoktur. Bu husustaki açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Her ne kadar soru şeklinde varid olmuş olsa dahi, gerçekte soru olmayan bu âyetin anlamı hakkında te'vil âlimleri iki farklı görüş ortaya atmışlardır. Birincisine göre, yüce Allah, Hazret-i Îsa'ya bu soruyu Îsa hakkında bu iddiada bulunanları azarlamak için sormuştur (soracaktır). Böylelikle bu sorudan sonra Hazret-i Îsa'nın böyle bir şeyi reddetmesi, onların iddialarını yalanlamakta daha bir beliğ olsun, azar ve sitem bakımından da daha ağır olsun. İkinci açıklamaya göre bu sorudan maksat; Ona kavminin kendisinden sonra dinini değiştirdiklerini ve hakkında söylemediği şeyleri iddia ettiklerini bildirmektir, Hıristiyanlar Meryem'i ilâh edinmemişlerdi. Onlar hakkında bunu nasıl söyledi? denilse şu şekilde cevap verilir: Onlar, Meryem bir insan doğurmadı. O, ancak bir ilâh doğurdu, dediklerine göre; onların anne çocuk arasındaki ilişki dolayısı ile, annenin de doğurduğu kişi mesabesinde olması gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Bunu kabul etmek zorunda olduklarına göre, Hazret-i Meryem hakkında da bizzat bunu söylemiş gibi olurlar. Yüce Allah'ın: "(Îsa) der ki: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şayet ben onu söylemişsem zaten Sen onu bilmişsindir." âyeti ile ilgili olarak Tirmizî, Ebû Hüreyre'den gelen şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah: Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin diye sen mi söyledin..." âyetinde Îsa, hem kendi hüccetini öğrenmiş, hem de Allah ona bunu öğretmiş bulunmaktadır. Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah kendisine: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz." Âyetini(n) tamamı ile söyleyeceği sözleri telkin etti. Ebû Îsa der ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 5. sûre 22. Hazret-i Îsa, şu iki husus dolayısıyla cevap vermeden önce yüce Allah'ı tesbih etmektedir. Birincisi kendisine izafe edilen şeylerden yüce Allah'ı tenzih etmek, ikincisi ise, Allah'ın izzeti karşısında boyun eğemek ve onun satvetinden korkmak. Denildiğine göre, Şanı yüce Allah, Hz Îsa'ya: "Beni ve anamı İki İlah edinin diye sen mî söyledin" sözü karşısında bu sözden dolayı öyle bir titredi ki, içinde kemiklerinin çıkardığı sesleri dahi duydu. Bunun üzerine: "Seni tenzih ederim" diye cevap verdikten sonra: "Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz" diye cevap vermiştir. Yani, kendi adıma hakkım olmayan bir şeyi iddia edemem. Bunun da anlamı şudur: Ben, Rabbi olan bir kimseyim. Rabb değilim. Ben, kulum. Kendisine ibadet olunan Mabud değilim. Daha sonra; "Şayet ben onu söylemiş İsem, zaten Sen onu bilmişsindir" diyerek işi Allah'ın ilmine havale edecektir. Halbuki, yüce Allah onun böyle bir sözü söylemediğini bilmiştir. Fakat, Hazret-i Îsa'yı ilâh edinenleri azarlamak üzere ona böyle bir soru soracaktır. Daha sonra Hazret-i Îsa şöyle buyuracaktır: "Sen içimde olanı bilirsin. Ama ben Senin nefsinde olanı bilmem," Yani Sen benim gaybımda olanı bilirsin, ben Senin gaybını bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Sen benim bildiğimi bilirsin. Ama, ben Senin bildiğini bilemem. Bir başka açıklamaya göre, benim gizlediğimi Sen bilirsin. Fakat, Senin gizlediğini ben bilemem. Şöyle de açıklanmıştır: Benim ne istediğimi Sen bilirsin. Fakat ben Senin ne dilediğini bilemem. Bir diğer açıklamaya göre: Sen benim gizlediklerimi bilirsin, ben Senin gizliliklerini bilemem. Çünkü, gizli olan birşey (sır)'in mevkii nefistir. (O bakımdan âyet-i kerimede "nefs" tabiri kullanılmıştır). Dünya yurdunda benim neler yaptığımı bilirsin. Fakat, âhiret yurdunda ben Senin neler yapacağını bilemem. Derim ki: Bütün bu açıklamalarda ileri sürülen görüşler birbirine yakındır. Yani, Sen benim sırlarımı, yaratmış olduğun kalbimin içinde sakladıklarımı bildiğin halde, ben Senin kendine sakladığın gaybından ve ilminden hiçbir şey bilemem, diye de açıklanmıştır. "Şüphesiz Sen, gaybları çok iyi bilensin." Olanı, olmakta olanı, olmamışı ve olacağı bilirsin. 117Ben onlara, bana emrettiğinden başkasını söylemedim, Rabbim ve Rabbinîz olan Allah'a ibadet edin, diye (söyledim). Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahid îdîm. Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyici Sen oldun. Sen herşeye hakkıyla şahidsin," "Ben onlara, bana emrettiğinden başkasını söylemedim." Yani ben dünyada onlara yalnızca tevhidi emrettim. “Allah'a İbadet edin diye (söyledim.)" âyetindeki (af) edatının i'rabta mahalli yoktur. Bu, şanı yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi müfessire (açıklayıcı) dır; "Aralarından elebaşıları yürüyün... diye ileri atıldılar." (Sa'd, 38/6) Bununla birlikte nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani, ben kendilerine ancak Allah'a ibadetten sözettim, Cer mahallinde olması da mümkündür. Yani şeklinde olabilir. "Nün" harfinin ötreli okunması ise daha uygundur. Çünkü Araplar esreden sonra ötre söyleyişi ağır bulurlar. Esreli okuyuş ise iki sakinin yanyana gelmesi esasına göre caizdir. Yüce Allah'ın: "Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahid idim" âyeti, onlara verdiğin emirler konusunda onları gözetlemekte idim, demektir. "Aralarında bulunduğum müddetçe" âyetindeki; nasb mahallindedir. Ben aralarında kalmaya devam ettiğim sürece demektir. "Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyici Sen oldun!" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre bu, yüce Allah'ın Hazret-i Îsa'yı göklere kaldırmadan önce vefat ettirmiş olduğuna delâlet etmektedir. Ancak böyle bir iddianın hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü konu ile ilgili haberler onun göğe yükseltildiğini ve semâda diri olduğunu, semâdan inip -İleride açıklanacağı üzere- Deccâli öldüreceğini ortaya koymakta ve rivâyetler birbirini pekiştirmektedir. Âyetin anlamı şudur: Sen beni semâya yükselttikten sonra,., el-Hasen der ki: Vefat; yüce Allah'ın Kitabında üç anlama gelir: Ölüm vefatı. Allah'ın: "Ölümleri vaktinde canları vefat ettiren Allah'tır" (ez-Zümer, 39/42) âyeti bunu ortaya koymaktadır. Yani, eceli bittiği zaman canları alan O'dur. Diğer anlam, uyku vefatıdır. Bu da yüce Allah'ın: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur" (el-En'am, 6/60) âyetinde olduğu gibi Yani, sizi uyutan Odur. Bir de yükseltme vefatı. Yüce Allah: "Ey Îsa, şüphesizki Ben seni vefat ettireceğim" (Âl-i İmram, 3/55) âyeti de bunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın: "Sen oldun" âyetinde yer alan; Sen" burada te'kid içindir. "Gözetleyici ise, "Oldun" kelimesinin haberidir. Anlamı ise, onların gözetleyicisi sen oldun. Onların durumlarını bilen ve fiillerine şahit olan Sen oldun. Gözetleyici (radıyallahü anhkib); asıl itibariyle murakabe (gözetleme) anlamındadır. Bunun da anlamı görüp gözetmek, riâyet etmektir. Gözetleme yeri demek olan "markabe" de buradan gelmektedir ki, yerinin yüksekliği bakımından gözetleyici (radıyallahü anhkîb) konumundadır. "Sen, her şeye hakkıyla şahidsin" yani benim söylediklerime de, onların söylediklerine de tanıksın. Kimin isyan ettiğine, kimin itaat ettiğine tanıksın, anlamında olduğu da söylenmiştir, Müslim'de, İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir öğütte bulunmak üzere hutbe irad etmek kastıyla ayağa kalktı. Dedi ki: "Ey İnsanlar, şüphesiz sizler Allah'ın huzurunda çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsız olarak haşrolunacaksınız. "Daha önce yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz. Biz bunu vaadetmiştik. Elbette Biz onu yapanlarız," (el-Enbiyâ, 21/104) Şunu bilin ki, Kıyâmet gününde insanlar arasında kendisine elbise giydirilecek ilk kişi İbrahim (aleyhisselâm)’dır. Şunu biliniz ki, ümmetimden birtakım kimseler getirilecek ve onlar sol tarafa doğru alınıp götürüleceklerdir. Ben, Rabbım, ashâbım, diyeceğim. Bana şöyle denilecek: Sen, senden sonra uygun olmayan ne gibi şeyler onaya koyduklarını bilmiyorsun. Bu sefer ben de, Allah'ın salih kulunun dediği gibi derim: "Ben aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahid idim. Beni aralarından aldıktan sonra artık onlar üzerinde gözetleyici sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahid sin. Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yokkl sen aziz ve hakim olansın" (Devamla Hazret-i Peygamber) buyurdu ki: Bana şöyle denilecek: Onlar, kendilerinden ayrıldığından itibaren ökçeleri üzerinde geri dönmüş ve irtidat etmiş olarak devam edip durdular." Buhârî, Enbiyâ 8, 48, Tefsir 5. sûre 14,15, 21. süre 2, Rikaak 45; Müslim, Cennet 53; Tirmizî, Tefsir 21. sûre 4; Nesâî, Cenâiz 119; Müsned, I, 235, 253. 118"Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki Sen, Azizsin ve Hakîmsin." Yüce Allah'ın: "Eğer onları azaplandırırsan, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" âyeti, şart ve cevabını bir arada ihtiva etmektedir. "Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen Azizsin, Hakimsin" âyeti de onun gibidir. Nesâî, Ebû-Zer'den şöyle dediğini rivâyet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabahı edinceye kadar gece boyunca tek bir âyeti okuyarak namaz kıldı. Sözkonusu âyet ise: "Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen, Azizsin, Hakimsin" âyetidir. Nesâî, İftitah 79; İbn Mâce, İkametu’s -Salât, 179; Müsned, V, 156. Bu âyetin tevili hususunda farklı görüşler ifade edilmiştir. Denildiğine göre, Hazret-i Îsa bu sözü Allah'ın onlara karşı şefkat ve merhamet etmesini dilemek sadedinde söylemiştir. Tıpkı, efendinin kölesine şefkat etmesi istendiği gibi, İşte bundan dolayı Hazret-i Îsa; onlar Sana isyan ettiler, dememiştir. Bir diğer açıklamaya göre de, Hazret-i Îsa bu sözleri, -hiçbir kâfire mağfiret olunmayacağını bildiği halde- Allah'ın emrine teslimiyetini arzetmek ve azabından sığınmak üzere söyleyecektir. "(İstetil): Onları azaplandırırsan" buyrugundaki "onlar" anlamına gelen "lıe ve nün" harfinden ibaret zamir, aralarından küfür üzere ölen kimse aralarından tevbe eden kimseler içindir. Bu güzel bir açıklamadır. Hazret-i Îsa, kâfire mağfiret olunmayacağını bilmiyordu, diyenlerin sözlerine gelince, bu yüce Allah'ın Kitabına karşı cüretkârca bir iddiadır. Çünkü, şanı yüce Allah tarafından verilen haberler nesh olmazlar. Yine şöyle denilmiştir: Hazret-i Îsa'nın kanaatine göre, onlar bir takım masiyetler işlemişler ve ondan sonra Hazret-i Îsa'nın kendilerine emretmediği şeyleri yapmışlar, ama yine de dininin esası üzerine kalmaya devam etmişlerdi. O bakımdan: "Eğer benden sonra işledikleri masiyetlerini mağfiret edecek olursan" demiştir. Ve ayrıca: "Şüphe yok ki Sen, Azizsin, Hakimsin" diye eklemiş, ama olayın gerektirdiği ilahi emre teslimiyet ve işi hükmüne havale etmenin gerektirdiği ifadeler olan: "Muhakkak sen, bağışlayansın, Rahîmsin dememiştir. Şayet, Sen bağışlayansın, Rahîmsin demiş olsaydı, şirk üzere ölen kimseler için mağfiret olunma duasında bulunma gibi bir ihtimal verecekti ki, böyle bir şeye de imkân yoktur. O bakımdan ifadenin takdiri şöyledir: Eğer Sen onları ölene kadar küfürleri üzere bırakacak ve azaplandıracak olursan, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır, şayet onları Seni tevhide ve Sana itaate iletecek ve onlara mağfiret edersen şüphesiz ki Sen, dilediğine karşı konulup engellenmeyen Aziz olansın, yaptıkları hikmetle dolu Hakim olansın. Dilediğini saptırırsın, dilediğini hidâyete erdirirsin. Bir topluluk ise, âyetin sonunu: Şühhesiz ki sen Gafûrsun, Rahîmsin" diye okumuşlar ise de bu kıraatin mushafla bir ilgisi yoktur. Bunu da Kadı îyad "eş-Şifa" adlı eserinde zikretmiştir. Ebû Sekr el-Anbârî de der ki: Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki, Sen Azizsin, Hakimsin" âyeti, yüce Allah'ın: "Ve eğer onlara mağfiret edersen" âyetine uygun düşmemektedir diyen kişi, Kur'ân-ı Kerîme karşı dil uzatmış olur. Güya bunları söyleyenler, mağfiretten söz edildiğine göre, Sen Gafûrsun, Rahîmsin diye sözün bitirilmesi gerektiğini ileri sürerler Buna cevap şöyledir: Burada Allah'ın indirdiği şekilden başka bir ifade kullanmaya ihtimal yoktur. Ne zaman bu itirazcının söylediği şekilde ifadeler sona erecek olsaydı, âyetin anlamı oldukça zayıflardı. Çünkü, Gafûr ve Rahîm, sadece ikinci şart ile alakalı olur. Birinci şartla hiçbir ilgisi olmaz. Oysa bu âyet, yüce Allah'ın indirdiği şekildedir. Müslümanlar da icma ile ilk ve ikinci şartların her ikisini de böylece okumuşlardır. Zira, bu âyetin hulasası söyledin Eğer onları azaplandıracak olursan, şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Ve eğer onlara mağfiret edecek olursan, yine şüphesiz ki Sen Azizsin, Hakimsin, Azap etmekte de, mağfiret etmekte de, her iki hususta da Sen Aziz ve Hakimsin. Buna göre âyetin umumiliği dolayısıyla bu yerde Aziz ve Hakim diye sona ermesi daha uygun düşmektedir. Çünkü böylelikle her iki şartla da alakalı olmaktadır. Fakat, Gafûr ve Rahîm isimleri buna uygun düşmemektedir. Zira, Aziz ve Hakim âyetlerinin ihtiva ettiği genel ifade bunlarda yoktur. Bütün âyet-i kerimede yüce Allah'ın tazim, adalet ve ona övgüye ait bütün âyetler ile, sözü geçen her iki şart bakımından hepsine uygun düşen ifadeler elbetteki sözün bir bölümüne elverişli, bir bölümüne elverişli olmayan ifadelerden daha bir yerinde ve mana itibariyle daha sağlamdır. Müslim, birkaç yolla Abdullah b. el-Amr el-As'dan rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yüce Allah'ın, Hazret-i İbrahim'den söylediğini naklettiği; "Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu sapıklığa sürüklediler. Bundan sonra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana isyan ederse gerçekten Sen Gafûrsun, Rahîmsin" (İbrahim, 14/36) âyeti ile Hazret-i Îsa'nın söylediğini naklettiği: "Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Ve eğer onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki Sen Azizsin, Hakimsin" âyetini okudu, sonra da ellerini kaldırıp: "Allah'ım, ümmetim" dedi ve ağladı. Yüce Allah da söyle buyurdu: "Ey Cebrâîl, Muhhammed'e git -Rabbin en iyi bilendir ya- ona sor: Seni ağlatan nedir, diye." Cebrâîl (aleyhisselâm) ona gelerek sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da neler söylediğini -O daha iyi biliyor ya-O'na haber verdi. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Cebrâîl, Muhammed'e git ve ona de ki: Şüphesiz Biz, ümmetin hakkında seni razı edeceğiz ve seni hoşuna gitmeyecek bir durumla karşı karşıya bırakmayacağız." Müslim, Îman 346. Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır ki, bunun anlamı şöyledir: Eğer Sen onları azaplandırırsan, şüphesiz ki sen Azizsin, Hakimsin. Eğer onlara mağfiret edecek olursan, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır. Ancak, âyetlerin asıl şekilleri ile anlaşılmaları -açıkladığımız sebepler dolayısıyla- daha uygundur. Başarı Allah'tandır. 119Allah buyurur: "Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının fayda vereceği bir gündür." Onlar için -orada ebedi ve daimi kalıcılar olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş budur. "Allah buyurur: Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür" âyeti şu demektir: Onların dünyadaki doğrulukları kendilerine fayda verecektir. Âhirette doğruluğun bir faydası olmaz. Dünyadaki doğruluklarına gelince, yüce Allah için yaptıkları ameldeki doğruluklarının kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, Allah'a ve peygamberlerine karşı yalan söylemeyi terk etmek şeklindeki doğruluk olma ihtimali de vardır. Doğruluk, her ne kadar bütün günlerde her zaman faydalı ise de, özellikle o günde onlara faydalı oluşunun sebebi, amellerin karşılığının o gün verile ceğindendir. Şöyle de denilmiştir: Maksat, onların âhiretteki doğruluklarıdır. Bu ise, Peygamberlerinin tebliğde bulunduklarına dair şahidlikteki doğrulu klandır. Ayrıca, kendileri hakkında işledikleri amellere dair yapacakları tanıklıktaki doğruluktur. Bu doğruluğun fayda sağlaması ise, şahadeti gizlemedikleri için sorumluluktan kurtulmaktır- Peygamberleri lehine ve kendileri aleyhine ikrarları sebebiyle kendilerine mağfiret olunacaktır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Nafi ve İbn Muhaysın; ": Gün kelimesini nasb ile okumuşlardır. Diğerleri ise bunu merfu olarak okumuşlardır ki, mübtedâ ve haber olarak açıkça anlaşılan ve izah edilebilen kıraat de budur. Buna göre; "Fayda vereceği gündür, âyeti, " Bu" kelimesinin haberidir. Cümle de bütünüyle; Allah buyurur, anlamındaki âyet ile nasb mahallindedir. Nafi’ ve İbn Muhaysın'ın kıraatine gelince, İbrahim b. Humeyd, Muhammed b. Yezid'den naklettiğine göre bu kıraat câiz değildir. Çünkü, bu kıraate göre mübtedânın haberi olan kelime nasb edilmektedir. Oysa bunda bina câiz değildir İbrahim b. es-Sevrî ise şöyle demektedir: Bu kıraat şu anlamda caizdir: " Allah bu sözleri Meryemoğlu Îsa'ya doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği günde söyledi" anlamında olur. Bu durumda da; Gün, "kavi:....âyetin zarfı olur. Bu ise, "kavi"in mef'ûlü olur. Takdiri de şöyle olur: Allah bu sözü doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği günde söyleyecektir. Takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah şöyle buyuracaktır İşte bu gibi şeyler Kıyâmet gününde fayda verir. el-Kisâî ve el-Ferrâ' da der ki: Burada; Gün kelimesini nasb üzere bina edişinin sebebi, isim olmayan birşeye muzaf oluşundan dolayıdır. Mesela, O gün gitti demek gibi. Daha sonra el-Kisâî şu beyiti nakletmektedir: "Ağaran saçlarıma gençliğim için sitem ettiğim ve: Bu ağaran saçlar, (oyundan, eğlenceden) alıkoyucu bir unsur olarak artık kendime gelmeyecek miyim, dediğim zaman..." ez-Zeccâc der ki: Basralılar ise el-Kisâî ve el-Ferrâ''nıri bu söylediklerini zarfın muzari fiile izafe edilmesi halinde kabul etmezler. Eğer bu izafe, mazi fiile yapılacak olursa, beyitte geçtiği üzere güzel olur. Fiilin zaman zarflarına izafe edilmesinin câiz oluşu ise, fiilin burada mastar anlamında oluşu dolayısıyladır. Şöyle de denilmiştir: Burada "gün" anlamına gelen kelimenin zarf olarak mansub olması ve mübtedânın haberinin de; Bu olması da mümkündür. Çünkü, bununla bir olaya işaret edilmektedir Zaman zarflan Bugün Savaş olacaktır, çıkış şu saattedir" denilebilir. Ayet-i kerimedeki cümle de (buyurur) anlamındaki "kavi" ile nasb mahallindedir. Şöyle de denilmiştir: Bu, kelimesinin mübtedâ olarak ref mahallinde; Gün kelimesinin de mübtedânın haberi olması ve bundaki âmilin mahzuf olması da mümkündür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur Allah buyuracak ki: İşte bu anlattığımız olay, doğru söyleyenlere doğruluklarının fayda vereceği günde meydana gelecektir." Burada üçüncü bir kıraat daha vardır ki o da; Fayda vereceği bir günde; şeklinde tenvinli kıraattir. Bu takdirde ifadede; Kendisinde takdirinde hazfedilmiş bir ifade vardır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiçbir fayda veremez, "(el-Bakara, 2/48) Bu şekilde (tenvinli kıraat) ise, el-A'meş'in kıraatidir. Yüce Allah'ın: "Onlar için... cennetler vardır" mübteda ve haberdir. Akan iset sıfat mahallindedir. "Altından" ise, yani köşklerinin ve ağaçlarının altından ırmaklar akar demektir ki bu kabilden açıklamalar daha önceden geçmiştir. Daha sonra yüce Allah, onların alacakları mükafaatı ve kendilerinden artık bir daha ebediyyen gazaplanmamak üzere razı olduğunu açıklamaktadır "Onlar da Ondan hoşnut olmuşlardır." Yani, Allah'ın kendilerine mükâfat olarak verdiği mükafaattan hoşnut olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş budur. Yani; hayrı büyük ve pek çok olan, umduğunu elde ediş sahibinin mevkii ve şerefini yükselten zafer budur. 120Göklerin, yerin ve onlarda ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, herşeye gücü yetendir. Yüce Allah'ın: "Göklerin, yerin... mülkü Allah'ındır" âyeti kerimesi, hıristiyanların Hazret-i Îsa hakkında ilâh olduğu şeklindeki iddiaları ile ilgili söylenenlerin akabinde yer almakta, yüce Allah bununla, göklerin ve yerin mülkünün Îsa'nın da değil, diğer hiçbir mahlukun da değil, yalnızca Allah'ın olduğunu haber vermektedir. Âyetin anlamının şöyle olması da mümkündür- Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah, daha önce sözü geçen cennetleri kulları arasından itaatkâr olanlara verecektir. Allah, lütuf ve keremiyle bizi onlardan kılsın. el-Mâide Sûresi burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdü senalarla. |
﴾ 0 ﴿