EN'ÂM SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Çoğunluğun görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade derler ki: Bu süre, Medine'de inmiş iki âyeti müstesna -tümüyle Mekke'de inmiş bir sûredir. -Medine'de inen âyetlerinden birisi:

"Allah'ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler" (el-Enâm, 6/91) âyetidir. Bu âyeti kerîme, yahudi olan Mâlik b. es-Sayf ile Kâb b. Eşref hakkında nâzil olmuştur. Diğeri ise yüce Allah'ın;

"Çardaklı ve çardaksız o bağları,., yaratıp yetiştiren O'dur" (el-En’âm, 6/141) âyetidir. Bu da Ensardan olan Sabit b. Kays b. Şemmâs hakkında nâzil olmuştur, İbn Cüreyc İse; Bu, Muâz b. Cebel hakkında inmiştir derken, el-Maverdî de aynı görüşü ifade etmiştir,

es-Sa'lebî de der ki: el-En'âm Sûresi -Medine'de inmiş, altı âyet müstesnâ-Mekke'de inmiştir. Sözkonusu bu âyet-i kerimeler:

"Allah'ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler" âyetinden itibaren üç âyetin sonuna kadar ile,

"De ki; Gelin Rabbinizin size neleri haram, kıldığım okuyayım" (el-En'âm, 6/151) âyetinden itibaren üç âyetin sonuna kadarki âyetlerdir

İbn Atiyye der ki: Bu âyetler, (bu sûredeki) muhkem âyetlerdir.

İbnü'l-Arabî de yüce Allah'ın:

"De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" (el-En'âm, 6/145) âyetinin Mekke'de Arefe günü nâzil olduğunu nakletmektedir. Yüce Allah'ın izniyle bütün bu hususlara dair açıklamalar ileride gelecektir.

Varid olmuş bir haberde belirtildiğine göre, sözü geçen altı âyet dışında sûrenin bir defada nâzil olduğu ve yetmiş bin meleğin bu sûreye eşlik ettiği ve bu suredeki âyetlerden yalnızca birisine on iki bin meleğin eşlik ettiği belirtilmektedir ki, sözkonusu bu âyet-i kerîme

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, O'ndan başkası bunları bilmez" (el-En’âm, 6/59) âyeti kerimesidir. Melekler bu sûre ile geceleyin ve oldukça yüksek sesli bir şekilde teşbih ve hamd getirerek inmişlerdir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy kâtiplerini çağırarak o gece bu sûreyi yazdılar.

Ebû Cafer en-Nehhâs senedini kaydederek der ki: Bize Muhammed b. Yahya anlattı, bize Hadramevtlilerin mevlası (azadlısı) Ebû Hatim Ravh b. el-Farâc anlattı dedi ki: Bize, Ahmed b. Muhammed Ebû Bekr el-Umerî anlattı: Bize İbn Ebi Fudeyk anlattı, bana Ömer b. Talha b. Alkame b. Vakkâs anlattı, o, Nafî’ b. Ebi Sehl b. Mâlik'ten, o, Enes b. Mâlikten söyle dediğini nakletti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "En'âm Sûresi gökler ile yer arasını kapatacak kadar çok ve yüksek sesle tesbih getiren bir melekler kafilesi ile birlikte inmiştir." Yer, melekler dolayısıyla sarsılıyor, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Subhane rabbiyelazim" diyor ve bunu üç defa tekrarlıyordu.

Dârimî Ebû Muhammed de Müsned'inde Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-En'am sûresi, Kur'ân’ı Kerîm'in en üstün sûrelerindendir. Dârimî, Fedaihfl Kur'ân 16. Yine Dârimî'nin Müsned (Sünen) inde Kâb'dan söyle dediği nakledilmektedir: Tevrat'ın fatihası, En'âm'ın fatihası (başlangıcı) dır. Tevrat'ın nihâyetinde yer alan bölüm de Hûd Sûresi'nin sonundaki âyetlerdir. Dârimî, Fedailul Kur'ân 16. Vehb b. Münebbih de böyle demiştir.

el-Mehdevî'nin naklettiğine göre müfessirler şöyle demişlerdir: Tevrat, yüce Allah'ın:

"Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'adır" âyeti ile başladığı gibi, yüce Allah'ın:

"Evlat edinmeyen, mülkte hiçbir ortağı olmayan ... Allah'a hamd olsun" (el-îsra, 17/111) âyeti ile sona ermektedir.

es-Sa'lebÎnin naklettiğine göre, Hazret-i Cabir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: Her kim el-En'âm Sûresi'nin baş tarafından "O, ne kazanacağınızı da bilir'" âyetinin sonuna kadar üç âyet-i kerîme okuyacak olursa, yüce Allah onun için kırkbin melek görevlendirir. Bunlar Kıyâmet gününe kadar kendi ibadetlerinin mislini onun için yazarlar Yedinci semâdan bir melek de beraberinde demirden bir balyoz ile iner. Şeytan o kişiye vesvese vermek, yahut kalbine bir kötülük telkin etmek istedi mi, ona öyle bir darbe indirir ki, o kişi ile şeytan arasında yetmiş perde (hicab) meydana gelir. Kıyâmet günü oldu mu yüce Allah şöyle buyurur: "Gölgemden başka hiçbir gölgenin olmadığı bu günde haydi benim gölgemde yürü. Cennetimin meyvelerinden ye, Kevser suyundan iç. Selsebil suyu ile yıkan. Sen Benim kulumsun. Ben de senin Rabbinim." Süyûtî, ed-Durrul-Mensûr, III, 245-246.

Buhârî'de de İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Eğer Arapların bilgisizliklerini öğrenmek hoşuna gidiyor ise, el-En'âm sûresinde 130. âyetinden sonra (sından itibaren):

"Bilgisizlik yüzünden evlatlarını beyinsizce öldürenler... gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır. Şüphesiz onlar sapmışlar ve doğru yolu da bulamamışlardır." (el-En'âm, 6/140) (âyetine kadar olan bölümleri) oku.

Burada bir hususa dikkat çekelim. İlim adamları der ki: Bu sûre müşriklere, onların dışında kalan bid'atçiler ile öldükten sonra dirilişi ve amellerin hesaplarının verilmesini yalanlayanlara karşı tartışırken delil ortaya koymakta aslî bir dayanaktır. Bu ise sûrenin bir defada indirilmiş olmasını gerektirmektedir. Çünkü sûre, hüccet bakımından aynı anlamı taşıyor. Her ne kadar bu delillendirme birçok şekillerde ortaya çıkmakta ise de bu böyledir. Kelamcılar da dinin asıllarını buna bina ederek inanç esaslarını açıklamışlardır. Çünkü bu sûrede diğer sûrelerden farklı olarak Kaderiyyenin görüşlerini reddeden apaçık âyetler de vardır. Yüce Allah'ın yardım ve desteği ile inşaallah ileride bu açıklamalarımızı daha da geniş bir şekilde sunacağız.

1

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'ındır. Sonra da kâfir olanlar -buna rağmen- Rabblerine (putları) eşit tutarlar.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1. Allah'a Hamd Etmek:

Şanı yüce Allah bu sûreye:

"Hamd... Allah'ındır" âyeti ve ulûhiyeti isbat etmekle başlamaktadır. Yani, hamd bütünüyle Allah'ındır, O'nun hiçbir ortağı yoktur.

Denilse ki: Bundan başka sûreler de hamd ile başlamıştır. O halde, yalnızca bir sûre ile hamd ile başlamak diğerlerine ihtiyaç bırakmayacak şekilde yeterli olmalıydı.

Şöyle cevap verilir: Hamd'in bulunduğu her bir yerde kendine has bir anlamı vardır. Hamd'in çeşitli nimetler ile ilgisi bulunması dolayısı ile yer aldığı her bir yerde başkasının yerini tutmayacak şekilde ifade ettiği özel bir anlamı vardır. Aynı şekilde bu Rabblerine eş koşanlara karşı delil getirme sadedinde olduğu için burada da bir özellik arzetmektedir.

"Hamd"in ne demek olduğuna dair açıklamalar el-Fâtiha Sûresi'nde (4. bölüm, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

2. Allah Her Şeyi Yaratandır:

Yüce Allah:

"Gökleri ve yeri yaratan..." âyeti ile kudret, ilim ve iradesini haber vererek şöyle buyurmaktadır: O, gökleri ve yeri yaratan, yani onları yoktan var eden, meydana getiren, inşa eden ve daha önce olmadıkları halde onları yaratandır.

"Yaratmak: halk" icad etmek anlamına geldiği gibi takdir etmek anlamına da gelir. Buna dair açıklamalar daha önce geçmiştir. Burada her iki anlam da kast edilmektedir. İşte bu da göklerin ve yerin sonradan yaratılmış olduklarına bir delildir. O, direksiz olarak semâyı yükseltmiş ve onda herhangi bir eğrilik bulunmaksızın muntazam bir şekilde yaratmıştır. Orada güneşi ve ayı iki âyet olmak üzere varetmiş, göğü yıldızlarla süslemiştir. Yine bir alâmet olmak üzere bulutlan da orada var etmiştir. Yeri de yayıp döşemiş, oraya da rızık ve bitkileri tevdi etmiş, birçok âyet olmak üzere oraya her bir canlıdan yaymıştır. Yerde sağlam kazıklar gibi dağlan yaratmış, orada yollar açmıştır. Nehirler akıtmış, denizler varetmiştir. Taşlardan da pınarlar fışkırtmıştır.

Bütün bunların herbirisi O'nun birliğine, kudretinin büyüklüğüne, bir, tek ve kahhar olan Allah'ın bizzat kendisi olduğuna birer belgedir. Bununla gökleri ve yeri yaratmış olmakla herşeyi yaratanın kendisi olduğunu beyan etmiştir.

3. Bir Hadiste Belirtilen Aşamalarıyla Yaratış:

Müslim, rivâyet ettiği bir hadiste şöyle demektedir: Bana, Süreye b. Yûnus ile Harun b. Abdullah naklederek dediler ki: Bize Haccâc b. Muhammed anlattı dedi ki: İbn Cüreyc dedi ki: Bana İsmailb. Umeyye haber verdi. O, Eyyub b. Halid'den, o, Ummu Seleme'nin azadlısı Abdullah b. Rafi'den o, Ebû Hüreyre'den naklederek dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elimden tutup dedi ki: "Aziz ve celil olan Allah toprağı (yeri) Cumertesi günü yarattı. Pazar günü de orada dağları yarattı. Pazartesi günü ağaçları yarattı. Salı günü hoş olmayan şeyleri (mekruh) yarattı. Çarşamba günü nuru (aydınlığı) yarattı. Perşembe günü orada canlıları yarattı. Âdem (aleyhisselâm)'ı da Cuma günü ikindinin -bütün yaratıklardan sonra- son saatinde yarattı." Müslim, Sıfatu'l-Münâfikîn 27; Müsned, II, 327.

Derim ki: İlim adamları bu hadisi bu sûrenin başında yer alan bu âyete tefsir olmak üzere kaydetmişlerdir. Beyhakî der ki: Hadis âlimleri, tefsir âlimleri ile tarihçi ilim adamlarının kabul ettiklerine muhalif olması dolayısıyla bu hadisin mahfuz olmadığını iddia ettikleri gibi, kimisi de İsmail b. Umeyye'nin bu hadisi İbrahim b. Ebi Yahya'dan, onun da Eyyub b. Halid'den nakletmiş olduğunu ve İbrahim'in rivâyetinin delil gösterilemeyeceğini iddia ederler. Muhammed b. Yahya da naklederek der ki: Ben, Ali b. el-Medinî'ye Ebû Hüreyre'nin naklettiği: "Allah toprağı (yeri) Cumartesi günü yarattı" hadisine dair soru sordum, Ali şöyle dedi: Bu, Medenî (yani Medineli ravilerin naklettikleri) bir hadistir. Bunu, Hişam b. Yusuf, İbn Cüreyc'den, o, İsmail b. Umeyye'den, o, Eyyub b. Halid'den, o, Ummu Seleme'nin azadlısı Ebû Rafi'den, o, Ebû Hüreyre'den naklen rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elimi tuttu. Ali dedi ki: İbrahim b. Ebi Yahya elini elime kenetledi ve bana dedi ki: Eyyub b. Halid elini elime kenetledi ve bana dedi ki: Abdullah b. Rafi' elini elime kenetledi ve bana dedi ki: Ebû Hüreyre de elini elime kenetledi ve bana dedi ki: Ebû'l-Kasım Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da elini elime kenetleyerek şöyle buyurdu: "Allah yeri Cumartesi günü yarattı" deyip az önceki şekle yakın hadisi nakletti. Ali b. el-Medinî der ki: Benim görüşüme göre İsmail b. Umeyye bu hususu ancak İbrahim b. Ebi Yahya'dan almıştır, el-Beyhakî der ki: Mûsa b. Ubeyde er-Rebezî, Eyyub b. Halid'den kaydettiği rivâyet ile de ona mütabaat etmiştir. Şu kadar var ki, Mûsa b. Ubeyde zayıf bir ravidir. Ayrıca Bekr b. eş-Şerrud'dan, o, İbrahim b. Ebi Yahya'dan, o da Safvan b. Süleym'den, o, Eyyub b. Halid'den -ki isnadı zayıftır- o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletti: "Şüphe yok ki Cuma'da öyle bir saat vardır ki, o saatte aziz ve celil olan Allah'tan denk düşürüp bir şey isteyen herkese mutlaka ona o-istediği şeyi verir." Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, IX, 5-6. Abdullah b. Selâm dedi ki: Şüphe yok ki aziz ve celil olan Allah, mahlukatı yaratmaya başlayıp, yeri Pazar günü ve Pazartesi günü yarattı. Gökleri de Salı günü ile Çarşamba günü yarattı. Gıdaları ve yerde bulunan diğer şeyleri Perşembe günü ile Cuma günü ikindi namazı vaktine kadar olan sürede yarattı. İkindi namazı ile güneşin batışına kadar geçen zamanda ise, Âdem'i yarattı. Bu hadisi de Beyhakî rivâyet etmiştir. Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, IX, 5.

Derim ki: Bu hadiste yüce Allah'ın yaratmaya Cumartesi günü değil, Pazar günü başladığı kaydedilmektedir. Yine el-Bakara Sûresi'nin tefsirinde (2/29. âyet 6. başlıkta) İbn Mes'ûd'dan da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından başka kimselerden de böyle rivâyetler kaydedilmişti. Yine orada yüce Allah'ın önce yeri mi, yoksa semayı mı yarattığına dair görüş ayrılıklarından yeteri kadar söz edilmişti. Allah'a hamd olsun.

4. Karanlıkların ve Nurun Yaratılışı:

Yüce Allah:

"Karanlıkları ve aydınlığı var eden" âyeti ile cevherlerin yaratılışından sonra, ârâzın yaratılışından sözetmektedir. Çünkü cevher ârâzsız olamaz. Hadis şeylerden uzak kalamayan da hadistir. Cevher ise kelâmcıların bir terimi olarak araz taşıyan ve parçalanması mümkün olmayan parçadır. Biz, buna dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esmâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde yüce Allah'ın "el-Vâhid" ismini açıklarken yapmış bulunuyoruz.

Araz'a ârâz denilmesinin sebebi ise, arazın cisim ve cevherde arız olup bu araz sayesinde cisim ve cevherin bir halden diğer hale doğru değişiklik göstermesinden dolayıdır. Cisim ise, cevherlerden bir araya gelendir. En az bir araya gelmiş iki cevhere cisim ismi verilebilir. Bu terimler her ne kadar ilk asırda bulunmuyor idiyse de Kitap ve sünnet mana itibariyle bunlara delâlet ettiğinden bu terimleri inkârın bir anlamı yoktur. Diğer taraftan ilim adamları da bunları kullanmış ve bunları ıstılah (terim) olarak kullanmak konusunda kendi aralarında anlaşmış ve sözlerini de bu terimlere bina etmiş, bu yolla da kendilerine hasım olanları katletmişlerdir. Kelamcıların inkarcı felsefecilere karşı koyarken bu kavramları kullanmakla bu işi başardıklarına işaret etmektedir. Nitekim bu kabilden açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde daha önceden yapılmıştır.

Âyet-i kerimede geçen, karanlıklar (zulumat) ile aydınlık (nûr)dan hangi anlamın kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, es-Süddî, Katade ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre maksat, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır. el-Hasen ise, küfür ve imandır demektedir. İbn Atiyye ise der ki: Böyle bir açıklama laf zırt zahirinin dışına çıkmaktır.

Derim ki: Lâfız bunu da kapsamına almaktadır. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde yüce Allah:

"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında ona yürümesi için nûr verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (el-En'âm, 6/122) diye buyurmaktadır.

Burada "yer" cins ismidir. Lafzen onun tekil olarak zikredilmesi, çoğul olarak zikredilmesi gibidir. Aynı şekilde "nûr" kelimesi de böyledir. Şanı yüce Allah'ın şu âyeti de bunu andırmaktadır:

"Sonra sizi bir bebek olarak çıkartır." (el-Mu'min, 40/ 67) Şair de şöyle demektedir:

"Siz karnınızın bir bölümünde (bir bölümünü dolduracak kadar) yiyin ki, iffet sahibi olasınız."

Bu beyit önceden geçmiştir.

Burada "Ceale: Varetti" yarattı, anlamındadır. Başka bir anlam câiz değildir. Bunu da İbn Atiyye ifade etmiştir.

Derim ki: Buna göre lâfız ve mana arasında bir uyum ortaya çıkmaktadır. Böylelikle çoğul çoğula, tekil de tekile atfedilmiş olur ve bu durumda lâfız arasında mücâneset olduğu ortaya çıkar ve fesahat da belirgin bir şekilde kendisini gösterir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Şöyle denilmiştir: Yüce Allah burada "karanlıklar"ı çoğul, buna karşılık "aydınlık"ı da tekil zikretmiştir. Çünkü karanlıklar kendisini aşarak başka bir şeye geçmez. Nûr ise kendisini aşarak başkasına geçer. es-Sa'lebi’nin de naklettiğine göre, kimi meânî alimi şöyle demektedir: Burada yer alan; "Ceale: Varetti" zaittir. Araplar söz arasında bu kelimeyi fazladan kullanırlar. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ve ben ikiyi dört görmeye,

Biri de iki görmeye başladım; yaşlılık beni yıkınca."

en-Nehhâs der ki: Bu kelime, yarattı anlamındadır. Yaram anlamına kullanılacak otursa, yalnızca bir mef'ûle geçiş yapar. Bu anlamdaki açıklamalar ve bunun hangi anlamlara geldiğine dair bilgiler önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/22. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

5. Buna Rağmen Kâfirler Şirk Koşarlar:

Yüce Allah'ın:

"Sonra da kâfir olanlar buna rağmen Rabblerine eş koşarlar" âyeti, mübtedâ ve haberdir. Âyetin anlamı da şöyledir: Yine de kâfir olanlar, Allah'a denk tutarlar, O'na ortak koşarlar. Halbuki herşeyi tek başına yaratan O'dur.

İbn Atiyye der ki: Burada "(........): Sonra" edatı, kâfirlerin işledikleri fiilin çirkinliğine delalet etmektedir. Çünkü âyetin anlamı şöyledir: "O, gökleri ve yeri yaratmıştır. O'nun âyetleri (varlığının ve birliğinin delilleri) apaçık ortadadır. Bu yolla ihsan ettiği nimetler de açıkça görülmektedir. Sonra bütün bunlara rağmen yine de kâfirler Rabblerine eş koşmaktadır." Bu da şöyle demeye benzer: Ey filan kişi, ben sana çok şeyler verdim, ikramda bulundum, iyilikler yaptım. Sonra da bana sövmeye kalkışıyorsun.

Eğer bu âyette ve benzerlerinde atıf "vav" ile yapılmış olsaydı, "sonra" ile İfade ettiği şekilde azar anlamını ifade etmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2

O, sizi çamurdan yaratandır. Sonra bir ecel takdir edendir. O'nun katında belirli bir ecel daha vardır. Sonra yine de siz hâlâ şüphe edersiniz.

Yüce Allah'ın;

"O sizi çamurdan yaratandır..." âyeti bir haberdir. Bunun anlamı ile ilgili olarak iki görüş vardır: Daha meşhur olan ve çoğunluğun kabul ettiği birinci görüşe göre burada çamurdan yaratılandan kasıt, Âdem (aleyhisselâm) ile, onun soyundan gelen bütün İnsanlardır. Çünkü fer' aslına izafe olunur. Bundan dolayı çoğul olarak:

"Sizi çamurdan yaratan" diye buyurulmugtur. Diğer bütün insanlar onun soyundan geldikleri için bütün insanlara yönelik bir hitab gibi ifade edilmiştir. Bu, el-Hasen, Katâde, İbn Ebi Necîh, es-Süddî, ed-Dahhâk, İbn Zeyd ve diğerlerinin kabul ettiği görüştür.

İkinci görüşe göre, şanı yüce Allah insan nutfesini çamurdan yaratmış olduğundan burada hakikat anlamında kullanılmıştır. Sonra Allah bu nutfeyi değişikliklere uğratmış ve nihayet insan ondan yaratılmıştır. Bu görüşü de en-Nehhâs zikretmektedir.

Derim ki: Özetle aziz ve celil olan Allah, büyük alemi yaratmaktan söz ettikten sonra küçük âlem olan insanı yaratmaktan sözetti. O, İnsan da el-Bakara sûresinde tevhid âyetinde (2/164. âyet, 14. başlıkta) açıklamış olduğumuz gibi, büyük alemde bulunanları da varetmiştir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Allah'a hamd olsun.

Hafız Ebû Nuaym Kitab'ında "Hilyetu'l-Evliyamda. Murre'den, o, İbn Mes'ûd'dan rivâyet ettiğine göre, Rahîm ile görevli olan melek, nutfeyi alıp onu avucuna koyar, sonra şöyle der Ey Rabbim, bu hilkati belirli bir nutfe mi, yoksa hilkati belirsiz bir nutfe mi olacak? Eğer yüce Allah hilkati belirli olacak diyecek olursa şöyle der: Rabbim rızkı nedir, eseri (amelleri) nedir, eceli nedir?. Yüce Allah şöyle buyurur: Ummu'l-Kitab'a bak. O da Levh-i Mahfuz'a bakar. Orada kişinin rızkını, eserini, ecelini ve amelini görür. Gömüleceği toprağı alır ve onunla nutfesini yoğurur. İşte yüce Allah'ın:

"Sizi ondan yarattık ve sizi tekrar ona iade ederiz" (Tâ-Hâ, 20/55) âyetinde İşaret edilen budur.

Ebû Hüreyre'den de şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Doğan ne kadar insan varsa, mutlaka onun üzerine mezarının toprağından saçılır."

Derim ki: Buna göre, her bir insan çamurdan ve hakir sudan (meniden) yaratılmış olur. Nitekim yüce Allah el-Mu'minûn Sûresi'nde (23/12-14. âyetlerin tefsiri) böylece bize haber vermektedir. Buna göre âyetler ve hadisler arasında tam bir uyum ortaya çıkmakta, böylelikle işkâl (içinden çıkılamayan durum) ve tearuz deliller çatışması da ortadan kalkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Âdem (aleyhisselâm)'ın yaratılışına dair habere gelince, el-Bakara Sûresi'nde Âdem'den ve bu kelimenin türeyişinden (el-Bakara, 2/31) söz edilmiş bulunuyor. Burada ise buna bir parça daha açıklamalarla birlikte onun nitelikleri, yaşı ve vefatına dair bazı bilgiler eklemek istiyoruz. İbn Sa'd, "Tabakafda Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlar, Âdem'in çocuklarıdırlar. Âdem de topraktandır." İbn Sa'd, Tabakat, I, 25. Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah Âdemi necna' diye adlandırılan bir yerden yaratmıştır.

el-Hasen dedi ki: Onun göğsünü de Dariyye denilen yerden yaratmıştır. el-Cevherî ise der ki: Dâriyye, Basra yolu üzerinde Mekke'ye daha yakın, Kilâboğullarına ait bir kasabadır. İbn Mes'ûd'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: "Şüphe yok ki yüce Allah İblis'i gönderdi, o da yeryüzünden onun tatlı tarafından da tuzlu tarafından da alıp geldi, ondan Âdem (aleyhisselâm)'ı yarattı. Onun tatlı tarafından yarattığı herbir şey cennete gidecektir. İsterse o bir kâfirin oğlu olsun. Tuzlu tarafından yarattığı her bir şey de cehenneme gidecektir. İsterse takvâlı birisinin oğlu olsun. İşte bundan dolayı İblis:

"Ben bir çamur olarak yarattığın kişiye secde eder miyim" (el-İsra, 17/61) demişti. Çünkü çamuru getiren o olmuştu. Bundan dolayı da Âdem'e Âdem ismi verilmiştir. Buna sebep ise onun yerin "edin"in'den (yani yeryüzü toprağından) yaratılmış olmasıdır.

Abdullah b. Selam'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Allah Âdemi Cuma gününün son vaktinde yarattı.

İbn Abbus'tan da şöyle dediği nakledilmektedir. Allah Âdem'i yarattığında başı semâya değiyordu. Boyunu altmış zira oluncaya kadar yere doğru kısalttı. Eni de yedi zira idi.

Ubey b. K'âb'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Âdem (aleyhisselâm) gür saçlı, uzun boylu idi. Oldukça uzun bir hurma ağacını andırıyordu.

Yine İbn Abbâs'tan nakledilen uzunca bir hadiste şöyle dediği zikredilmektedir: Âdem (aleyhisselâm) Hindistan'dan Mekke'ye ayakları üzerinde yürüyerek kırk defa haccetti. Âdem, yere indirildiği sırada başı semâya sürtünüyordu. İşte bundan dolayı başındaki saçlar dökülmüş ve bu şekilde saçların dökülmesini de çocuklarına miras bırakmıştı. Karada yaşayan canlılar uzunluğundan ürktüklerinden dolayı o günden bu yana o canlılar yabanileşmelerdir. Çocukları ve torunları kırk bini bulmadan Önce vefat etmedi. Yüce Allah'ın, kendisini indirmiş olduğu dağın tepesinde vefat etti. Bunun üzerine Şis, Cebrâîl (-ikisine de selam olsun-)'e dedi ki: "Haydi Âdem'in cenaze namazını kıl." Cebrâîl (aleyhisselâm) ona şöyle dedi: Sen öne geç ve babanın namazını kıl. Onun namazını kılarken otuz defa teşbih getir. Bunun beş tanesi namaz içindir. Yirmi beşi ise Âdem'in fazileti dolaylıyladır.

Ona dört tekbir getirerek namazı kıldığı da söylenmiştir. Şis'in oğulları Hazret-i Âdem'i bir mağaraya koydular (gömdüler). Mağaranın kapısına da bir bekçi bıraktılar. Kabiloğullarından kimseyi oraya yaklaştırmadılar. Oraya gelip Hazret-i Âdeme mağfiret dileyenler Şis'in oğulları idi. Hazret-i Âdem'in yaşı dokuzyüz otuz altı yıldı.

Şöyle sorulabilir: Âyet-i kerimede bütün cevherlerin aynı cinsten olduklarına dair bir delil var mıdır? Cevap: Evet vardır. Çünkü, çamurun canlı, kadir ve bilgi sahibi bir İnsana dönüşmesi mümkün olduğuna göre, bu çamurun cevherlerin bütün hallerinin her birisine de dönüştürülmesi mümkündür. Çünkü akıl, hüküm itibariyle bunlar arasında bir fark görmemektedir. Diğer taraftan bu âyetin delâleti ile cansızın canlı bir varlığa dönüştüğü de sahih olarak sabit olmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Sonra bir ecel takdir edendir" anlamındaki âyet, mef ûldür.

"O'nun katında da belirli bir ecel daha vardır" anlamındaki âyet da mübtedâ ve haberdir.

ed Dahhâk der ki: Burada

"bir ecel"den kasıt ölüm ile ilgili eceldir.

"O’nun katında belirli bir ecel daha vardır" ise, Kıyâmet günü için belirlenen vadedir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: O, bir eceli hükme bağladı ve size ölüme kadar orada kalacağınızı bildirmekle birlikte Kıyâmetin vadesini ne zaman olacağını size bildirmemiştir.

el-Hasen, Mücahid, İkrime, Husayf ile Katade lâfız el- Hasen'e ait olmak üzere şöyle demişlerdir; O, seni yarattığında öleceğin vakte kadar dünyadaki eceli hükme bağlamıştır.

"O'nun katında belirli bir ecel daha vardır" âyeti ile de âhireti kastetmektedir,

"Bir ecel takdir edendir" âyetinin, bizim bildiğimiz şekliyle hilallerin doğuş vakitleri, ekin zamanları ve bunlara benzer şeyler oldukları, buna karşılık

"belirli bir ecel"in de ölümün vadesi olduğu söylenmiştir, Çünkü insan ne zaman öleceğini bilmemektedir.

İbn Abbâs ve Mücahid de der ki; Âyetin:

"Bir ecel takdir edendir" âyeti dünyanın sonu ile ilgili vadidir.

"O'nun katında belirli bir ecel daha vardır" âyeti ise âhiret hayatının başlayacağı zaman hakkındadır.

Şöyle de denilmiştir: Birinci ecel uyurken ruhların kabzedilmesi, ikincisi ise ölüm esnasında ruhların kabzedilmesidir. Bu görüş de İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Sonra yine de sîz hâlâ şüphe edersinin" anlamındaki âyet da mübtedâ ve haberdir. Yani, O'nun bir tek ilâh olduğunda şüphe etmektesiniz.

Şöyle de açıklanmıştır: Hâlâ siz bu hususta şüphe etmekte, tartışmaktasınız. Yani, şüphe edenlerin tartıştığı gibi tartışıyorsunuz. Tartışma (et-Temâri) ise şüphe yollu mücadele etmektir. Yüce Allah'ın:

"Acaba siz onunla gördükten hakkında şüphe yollu tartışır mısınız?" (en-Necm, 53/12) âyetinde de böyledir.

3

Göklerde de yerde de Allah sadece O'dur. Gizlinizi de açı da bilir. O, ne kazanacağınızı da bilir.

Yüce Allah'ın;

"Göklerde de yerde de Allah sadece O'dur" âyeti ile Elgili olarak şöyle bir soru sorulmaktadır:

"Göklerde de yerde de" âyetinde yer alan zarftaki i'rabın âmili nedir? Buna dair birkaç türlü cevap verilebilir:

1- O, göklerde de yerde de ta'zim olunan, yahut da kendisine ibadet olunan Allah'tır, demektir. Nitekim: Zeyd doğuda da batıda da halifedir derken, onun hükmü geçerlidir, denmek istenmektedir.

2- Âyetin anlamı şöyle de olabilir: O, göklerde ve yerde İdare ve tedbiri tek başına elinde bulunduran Allah'tır. Nitekim: Amr, hem insanların ihtiyaçlarını görür, hem de namaz kılar demek de buna benzemektedir.

3- Bu âyetin haber arkasına haber şeklinde vârid olmuş olması da mümkündür O takdirde anlam şöyle olur: O, göklerde de Allah olandır, yerde de Allah olandır.

4- Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, göklerde olsun, yerde olsun açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilen Allah'tır. O'na hiçbir şey gizli kalmaz,

en-Nehhâs der ki: Bu, bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir, Muhammed b. Cerir der ki: O, göklerde Allah olandır. Yerde gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir. Burada her iki yerde de "bilir" takdim edilmiştir. Ancak, birinci açıklama daha uygundur ve herhangi bir müşkil ortaya çıkarmaktan daha uzaktır. Başka şekillerde de açıklanmıştır.

Bu konuda uyulması gereken kural ise, yüce Allah'ın hareketten, intikalden ve mekân işgal etmekten tenzih edilmesinden ibarettir.

"O, ne kazanacağınızı da bilir." Yani, hayır ve şer türünden ne kazanırsanız bilir. Kazanmak (el-Kesb) ise, ya bir faydayı elde etmek yahut da bir sararı önlemek Eçin yapılan bir fiildir. Bundan dolayı yüce Allah'ın fiiline kesb denilmez.

4

Onlara Rabblerınin âyetlerinden bir âyet gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.

Yüce Allah'ın;

"Onlara Rabblerinin âyetlerinden bir âyet gelse" âyetindeki âyet, ayın yarılması ve buna benzer bir alâmettir,

"Bir âyet" deki (......) cinsin istiğrakı (yani âyet türlerinin tamamım kapsamak) içindir. Nitekim "Evde hiçbir kimse yoktur" demek de böyledir.

"Rabblerinin âyetlerinden" âyetindeki ikinci ise, tab'îz (kısmilik) ifade etmek içindir.

"Yüz çevirirler" âyeti, nin haberidir.

Yüz çevirmek (el-İ'râd) ise yüce Allah'ın vahdaniyetine delil olarak görmeleri gereken âyetler üzerinde düşünmeyi terk etmektir. Bunlar Allah'ın gökleri, yeri, ikisinin arasında bulunanları yaratması, bütün bunları kadîm, hayy ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, hiçbir şeyin âciz bırakamadığı, her şeye güç yetiren, tüm getirdikleri doğruluğuna delil olarak görülsün diye Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın lehine ortaya koymuş olduğu her türlü mucizeden kendisine hiçbir şeyin gizli ve saklı kalmadığı, her şeyi bilen Allah'a delâlet ettiği üzerinde düşünmemektir.

5

İşte onlar, hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar. Fakat kendisiyle alay etmekte oldukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.

Yüce Allah'ın;

"İşte onlar... yalanladılar" âyeti ile kastedilenler, Mekke müşrikleridir.

"Hak" ile kast edilen de Kur'ân-ı kerimdir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir.

"Fakat... yakında onlara gelecektir." Yani, ceza gelip onları bulacaktır Burada sözü geçen

"haberler" ile kastedilen ise azaptır. Tehdit yollu: Sabret, pek yakında haber -yani azap- sana gelecektir, demeye benzer. Maksat ise Bedir günü ve benzeri durumlarda başlarına gelen şeylerdir.

Bundan kastın Kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir.

6

Görmediler mî ki, Biz kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik. Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzünde yerleştirmiş, gökten üzerlerine bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Böyleyken günahları yüzünden onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil yarattık.

Yüce Allah’ın:

"Görmediler mi ki, Biz kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik" anlamındaki âyetinde yer alan; : Nice,

"Helâk ettik" âyetinin etkisi ile nasb mahallindedir;

"Görmediler mi ki" âyeti ile değil. Çünkü istifham (soru) lâfzında ondan önceki amel etmez, ondan sonra gelen amel eder Çünkü soru olmayan cümlede sözün başında yer alması gereken odur. Âyetin anlamı da şöyledir: Peygamberlerini yalanladıklarından ötürü, kendilerinden önce helâk etmiş olduğumuz ümmetlerden ibret almazlar mı?.

Yani bunlar, bunu bilmiyorlar mı?

Nesil (el-Karn); insanlardan bir ümmet, bir toplum demektir. Çoğulu ise kurun (nesiller) şeklinde gelir. Şair der ki:

"Senin aralarında yaşadığın o nesil geçip gitti mi

Ve sonradan gelen nesil arasında geriye bırakılacak olursan,

Hiç şüphesiz sen bir garipsin."

Buna göre kartı, çağında yaşayan her bir âlemdir. Bu da "iktiran" dan alınmadır. Yani, birbirleriyle iktiran halinde (birlikte) bulunan âlem demektir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan gelen hadiste de (kam kelimesini kullanarak) şöyle buyrulduğu na ki edilmektedir: "İnsanların en hayırlısı benim kuşağım (karn)'dır -ashâbı kastetmektedir-. Sonra, onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenler." Müslim, Fedailu's-Sahâbe 210-214; Ebû Dâvûd, Sünne 9; Tirmizî, Filen 45, Şehüdât 4 Menâkib 56; İbn Mâce Ahkâm 27; Müsned, I, 378.,., II, 228..., IV, 267..., V, 350... Karn ile ilgili olarak yapılan en doğru açıklama budur.

Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı, nice nesillerin ahalisi arasından.... şeklinde olduğu da söylenmiş ve (muzafun ileyh) hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Sen o kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) âyetinde olduğu gibi.

Bu açıklamaya göre karn bir zaman süresidir. Bunun, atmış yıl, yetmiş yıl, seksen yıl ve yüz yıl olduğu söylenmiştir. Hadis âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre bir karn (asır) yüz yıldır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da Abdullah b. Busr'a: "Sen bir karn yaşayacaksın" İbnu'l-Esir, en-Nihaye, IV, 51 demesini ve onun da yüz yıl yaşamasını delil gösterirler. Bunu da en-Nehhâs nakletmektedir.

Karn aslında hayvanlardan boynuzu bulunanların boynuzu gibi dışarı doğru çıkan şey (boynuz) demektir.

"Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzünde yerleştirmiş" âyetinde gaibten söz edişten hitaba geçilmiştir. Bunun aksi ise şu âyette vârid olmuştur:

"Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgâr ile kendilerini alıp götürdüklerinde..." (Yûnus, 10/22)

Basralılar da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah aralarında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashâbı bulunduğu halde onlar hakkında;

"Görmediler mi ki" diye haber vermekte, sonra da onlarla da beraber olarak hepsine hitab etmektedir. Araplar da konuşma sırasında: "Ben Abdullah'a, Allah ona ne kadar çok ikramda bulunmuş, dedim" ile: "Ben Abdullah'a, Allah sana ne kadar çok ikramda bulunmuş dedim" anlamında ifadeler kullanırlar. Eğer, geçen âyetler gaib kipi ile gelmiş olsaydı: "(Sizi yerleştirmediğimiz yerine) onları yerleştirmediğimiz" şeklinde gelmesi gerekirdi.

"T«nkîn"den fiilin "lâm" harf-i cerri ile teaddi etmesi (geçişli olması) mümkün olduğu gibi harf-i cersiz teaddisi de mümkündür. Her iki şekilde de kullanılmıştır. Manası ise: Biz onlara dünyalıktan size vermediğimiz şeyleri vermiştik, şeklindedir.

"Gökten üzerlerine bol bol yağmur indirmiş" âyetiyle çokça yağmur yağdırıldığı kastedilmektedir. (Âyet-i kerimede); "semâyı gönderdik" denilmesi, yağmurun semâdan İnişinden dolayıdır. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:

"Semâ(dan gelen yağmur) bir kavmin toprağına düşerse.,

"Midrârâ: Bol bol" yapı olarak çokluğa delâlet eder. Meselâ, çokça erkek doğuran kadına; denilmesi, çokça kız çocuk doğuran kadına da; denilmesi de bu kabildendir. Süt sağanın eline sütün oldukça fazla gelmesi halinde; denilir.

"Bol bol"nin mansûb gelişi ise hal olmasından dolayıdır.

"Altlarından ırmaklar akıtmıştık" ağaçlarının ve evlerinin altından akıtmıştık, demektir. Fir'avun'un:

"Ve altımdan akan şu nehirler benim değil mi?" (ez-Zuhruf, 43/51) ifadesi de bu kabildendir.

Âyetin anlamı ise şudur: Biz onlara bol bol nimetler vermiş olduğumuz halde onlar bunlara karşı nankörlük ettiler.

"Böyle iken günahları yüzünden" yani, inkâr ve küfürleri sebebiyle

"onları helâk ettik." Buna göre günahlar, intikamın ve nimetlerinin zevalinin bir sebebidir.

"Ve arkalarından başka bir nesil yarattık" var ettik. O halde bunlar da helâk edilmekten korksunlar, çekinsinler.

7

Eğer Biz sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleriyle ona dokunsalardı, kâfir olanlar yine: "Bu, ancak apaçık bir büyüdür" derlerdi

Yüce Allah'ın:

"Eğer Biz sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap İndirseydik..."

âyetinin anlamı şöyledir: Ey Muhammed, eğer Biz onların istedikleri ve iddia ettikleri şekilde, gözlerinin önünde bir kâğıt üzerinde yazılı bir kitabı sana indirmiş olsaydık... İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre ise, sema ile arz arasında asılı bir kitap indirmiş olsaydık.,.

Bu âyet bizlere, tenzilin (kitabın İndîrilişinin) iki türlü olduğunu beyan etmektedir. Birincisi, meleğin indirmesi şeklînde kitap sana inseydi anlamında. İkincisi ise, Allah'ın sema ile arz arasında asılı bulunduracağı bir kâğıt üzerinde yazılı bir kitap olarak indirmiş olsaydık anlamında.

Burada; ": îndirsey" dik ifadesinin mübalağa kipî ile kullanılması, kitabın sema ile arz arasında duracağı uzun sürenin ifadesi içindir.

Kitab, kitabet: Yazmak anlamında bir mastardır. Böylelikle kitabın bir kırtas (kâğıt) üzerinde olduğunu beyan etmektedir. Çünkü, ya bir kâğıt veya bir sahife üzerinde olmaksızın yazının bulunması makul değildir. Kırtas (mealde; kâğıt) sahife demektir. Bu kelime "kurtâs" şeklinde söylenir. (......) ise, ok atan bir kimsenin hedefte yapıştırılmış bulunan sahifeye isabet ettirmesini anlatmak için kullanılır.

"Kendileri de elleriyle ona dokunsalardı" yani, bunu gözleriyle görüp teklif ettikleri şekilde elleriyle ona dokunup, sahlfelerini elleriyle yoklayıp evirip çevirecek olsalar ve böylelikle her türlü -şüpheleri ortadan kalksın ve her türlü tereddütleri zail olsun diye bu şekilde yapmış olsaydık; yine bu hususta inatlarını sürdürürler, küfürlerini devam ettirirler ve şöyle derler: Bu, apaçık bir sihirdir. Olsa olsa bizim gözlerimiz döndürülmüş ve büyülenmişizdir. Bu âyet-i kerîme onların:

"Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece" (el-İsra, 17/93) şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Yüce Allah, ezelî ilmine göre eğer öyle bir şey inecek olsaydı, yine mutlaka onu yalanlayacaklarını bize bildirmektedir. el-Kelbî der ki: Bu âyet-i kerîme en-Nadr b. el-Haris ile Abdullah b. Ebi Ümeyye ve Nevfel b. Huveylid hakkında nâzil olmuştur. Onlar:

"Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana îman etmeyiz" (el-İsra, 17/90) demişlerdi.

8

"Ona ne diye bir melek İndirilmedi" dediler. Eğer Biz bir melek indirseydik, herhalde iş bitirilmiş olurdu. Ve sonra kendileri ne bir süre verilmezdi.

Yüce Allah'ın:

"Ona ne diye bir melek İndirilmedi, dediler" âyeti, onlar böyle bir teklifte de bulunmuşlardı, demektir. "(......) : Ne diye... medî". lâfzı;...medi, değil miydi, anlamındadır.

"Eğer Biz bir melek indirseydik, herhalde iş yitirilmiş olurdu" İbn Abbâs der ki: Eğer onlar meleği aslî suretinde görmüş olsalardı, onu görmeye tahammül gösteremeyeceklerinden mutlaka öleceklerdi, Mücahid ve İkrime; mutlaka kıyâmet kopardı, diye açıklamışlardır. el-Hasen ve Katade, şöyle demişlerdir: Kökten İmha edilmek azabıyla helâk edilirlerdi. Çünkü yüce Allah'ın sünneti, kim bir mucize İster de o mucize ona gösterildiği halde îman etmeyecek olursa, Allah'un- onu derhal helâk etmesi şeklinde cereyan edegelmiştir.

"Ve sonra kendilerine bir süre verilmezdi" hiçbir şekilde onlara mühlet verilmez ve ertelenmezlerdi.

9

Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık. Ve herhalde onları (başkalarını) düşürmekte oldukları şüpheye düşürürdük,

"Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık." yani, onlar meleği gerçek suretinde göremezlerdi. Meleği ancaft kesif cisimler şeklinde mücessem bir hal aldıktan sonra görebilirlerdi. Çünkü, her bir tür, kendi türüne ısınır ve kendisinden başka türlerden nefret edip uzaklaşır.

Şanı yüce Allah, eğer İnsanlara gönderdiği elçiyi bir melek olarak göndermiş olsaydı, ona yaklaşmaktan uzak dururlardı. Orta ısınamaz, yanaşmazlardı. Onun konuşmasından dolayı içlerine korku girer ve ondan çekinirlerdi. Bunun sonunda da onun sözüne kulak asamazlardı. Bu korku, ona soru sormalarına engel olurdu. Bu suretle de peygamber gönderme maslahatı herkese, şamil olmazdı. Eğer elçi olarak gönderdiği o meleği melek suretinden çıkartıp, ona ısınsınlar ve onun yanında huzurları kaçmasın diye suretlerine benzer bir surete dönüştürmüş olsaydı, bu sefer: Sen bir melek değilsin, sen ancak bir insansın. Biz de sana îman etmiyoruz diyecekler ve eski hallerine döneceklerdi.

Melekler, peygamberlere insan suretinde gelirlerdi. Nitekim melekler, Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Lût'a insan suretinde gelmişlerdi. Hazret-i Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Dihye el-Kelbî suretinde gelirdi. Yani, eğer melek inmiş olsaydı, peygamberlere meleğin gelmesindeki adet üzere mutlaka onu da bir insan suretinde göreceklerdi. Eğer melek, aslî suretinde inmiş olsaydı onu göremeyeceklerdi. Biz onu, bir insan suretinde göndermiş olsaydık, bu sefer işin İçinden çıkamaz ve şöyle derlerdi: Bu da senin gibi bir sihirbazdır.

ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın:

"Ve herhalde onları... şüpheye düşürürdük." âyeti, onların başkanları, zayıf ve güçsüzlerini içine düşürdükleri şüphe gibi bir şüpheye düşürürdük, demektir. Çünkü başkanlar zayıflara: Muhammed bir insandır. Onunla sizin aranızda bir fark yoktur, diyorlar ve böylelikle onları şüphe ve tereddüde düşürüyorlardı. Yüce Allah onlara, eğer insan suretinde bir meleği indirmiş olsaydı, yaptıkları gibi yine şüphe ve karışıklığa düşürmek için bir yollarının bulunacağını bildirmektedir.

Karıştırmak demektir. Meselâ; İşi ona karışık gösterdim denilir. Bu kelime ise aslında elbise ve benzeri şeylere bürünüp örtünmek anlamındadır. Yüce Allah "Şüpheye düşürürdük" diye buyurmak suretiyle bunu kendisine izafe etmesi, yaratma cihetiyledir, Buna karşılık: "Başkalarını düşürmekte oldukları" âyetinde de fiili kendilerine izafe etmesi ise kesb yönüyledir.

10

Yemin olsun, senden önce geçen peygamberlerle de alay edildi onlarla eğlenenleri, alaya aldıkları şey çepeçevre kuşatıverdi.

Daha sonra yüce Allah, Peygamberine -salât ve selâm ona- teselli vermek ve gönlünü hoş etmek üzere:

"Yemin olsun senden önce geçen peygamberlerle de alay edildi,., kuşatıverdi" diye buyurmaktadır. Yani, peygamberleriyle alay etmelerinin bir cezası olarak, o peygamberlerin ümmetlerine helâk edilmeleriyle sonuçlanan azap indi.

İndi, (mealde; kuşattı) anlamındadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "(Kötü tuzak ancak sahiplerini kuşatır." (Fâtır, 35/43)

Yüce Allah'ın:...dıkları" âyetindeki; anlamındadır. Mastar anlamında olduğu da söylenmiştir. Alaylarının akıbeti kendilerini çepeçevre kuşattı, demek olur.

11

De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, yalanlayanların sonu nice oldu, bir bakıverin."

Yüce Allah'ın:

"De ki Yeryüzünde gezip dolaşın..." Yani, ey Muhammed, şu alay eden, eğlenen ve yalanlayanlara de ki; Yeryüzünde gezip dolaşın ve sizden Önceki kâfirlerin başına gelen cezalan ve acıklı azapları bilmek için bakın, bunlara dair haber almaya çalışın.

Geçmiş ümmetlerin ve o yurtlarda sakin olmuş olanların bıraktıkları eserlerle ve akıbetini görerek ibret almak üzere yapılacak olan böyle bir yolculuk menduptur. Burada sözü geçen "yalanlayıcılar" batılı yalanlayan değil, hakkı ve hak ehlini yalanlayan kimselerdir.

12

De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki "Allah'ındır. O, rahmeti kendi üzerine yazmıştır. Yemin olsun ki, hepinizi hakkında hiç şüphe olmayan Kıyâmet gününde toplayacaktır. Kendilerini zarara uğratanlar, İşte onlar îman etmezler."

"De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" Bu da yine onlara karşı getirilen bir delildir. Âyetin anlamı da şudur: Ey Muhammed onlara:

"Göklerde ve yerde olanlar kimindir" diye sor. Şayet onlar Peki kimindir, diye soracak olsalar, sen de de ki o:

"Allah'ındır."

Yani: Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nun olduğu ve ister onların itiraflarıyla, isterse de onlara karşı getirilen delillerle, her şeyin yaratıcısının O olduğu sabit olduğuna göre, şanı yüce Allah, dünyada onlara çabucak bir azap göndermeye de kadirdir, öldükten sonra onları diriltmeye de kadirdir.

Fakat Allah:

"Rahmeti kendi üzerine yazmıştır." Yani, kendi lütuf ve kereminden bunu vâdetmiştir. Mühlet vermiş (cezalandırmamış)tır.

Yüce Allah'ın burada "nefs : kendi" tabirinin zikrolunması, O'nun var olan zatı demektir. Ve va'dini pekiştirmekte, bu hususta aradaki aracıların varlığım ortadan kaldırmaktadır. İfadenin anlamı; şanı yüce Allah'ın, kendisinden kaçıp uzaklaşanlara, kendisine geri dönmeleri için karşılıksız bir merhametidir. O'nun, kullarına oldukça merhametli olduğunu ve cezalandırmakta acele etmediğini, dönüşlerini ve tevbelerini kabul edeceğini haber vermektir

Müslim'in Sahîh'inde Ebû Hüreyre'den söyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Yüce Allah, mahlukata dair kazasını (hükmünü) izhar edince, nezdinde alıkonulmuş bir kitaba kendisi hakkında: "Muhakkak Benim rahmetim gazabıma galip gelir" diye yazmıştır. Az farkla: Müslim, Tevbe 14. Ayrıca: Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55, Bed'ul-Halk 1; Müslim, Tevbe 16; Tirmizî, Deavât 99; İbn Mâce, Mukaddime 13, Zühd J5; Müsned, II, 242, 260.,.

Yanı yüce Allah, hükmünü, kazasını izhar edip dîlediği kimseye bunu açıklayınca, Lehv-i Mahfuzda -veya dilediği bir şeyde- muktezâsı hak bir haber ve doğru bir va'd olan: "Muhakkak Benim rahmetim gazabıma galip gelir" diye bir yazı izhar etti. Yanı, Benim rahmetim gazabımı geçer ve ondan daha fazladır.

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki, hepinizi... toplayacaktır" âyetindeki "lâm", kasem (yemin) lâm'ıdır. "Nun" harfi ise te'kid "nûn"udur. el-Ferrâ' ve başkaları der ki: İfadenin bitişinin; Rahmet., yazmıştır" âyeti ile tamam olması mümkündür Bundan sonra ise, beyan yotu ile yeni bir cümle olabilir. O takdirde;

"Yemin olsun ki, hepinizi... toplayacaktır" âyetinin anlamı, size mühlet verecek ve sizi biraraya toplamayı erteleyecektir, demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Yani, O sizi, kabirlerden inkâr ettiğiniz günde toplayacaktır. Burada; (........) e" a'nın; :... de anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, yemin olsun ki, hepinizi... kıyâmet gününde toplayacaktır, demek olur.

". Yemin olsun ki hepinizi... toplayacaktır" âyetinin, rahmetten bedel olarak nasb mahallinde olmasının mümkün olduğu da söylenmiştir. O takdirde başındaki "lâm" anlamında olur ki, anlam şu demek olur: Rabbinîz kendi üzerine sizi toplayacağını yazmıştır.

Nahivcilerin bir çoğu yüce Allah'ın: "Sonra bütün o delilleri görmelerinin ardından onu bir süreye kadar mutlaka zindana atacaklar diye bir görüşe sahip oldular" (Yûsuf, 12/35) âyetini da; onu zindana atmayı uygun gördüler diye açıklamışlardır.

Bunun,: Yazmıştır âyeti ile nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

": Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Şöyle ki, içinizden kim bilmiyerek kötü bir iş işler de..." âyetinde yer alan; edatının böyle olduğu gibi. Bu da rahmeti kıyâmet gününe kadar mühlet vermek şeklinde tefsir ettiği görüşüne göre böyledir. Bu açıklama da ez-Zeccâc tarafından yapılmıştır.

"Hiç şüphe olmayan" hakkında hiç bir tereddüt bulunmayan.

"Kendilerini zarara uğratanlar, işte onlar îman etmezler" âyeti, mübtedâ ve haberdir. ez-Zeccâc bu açıklamayı yapmıştır. Bu hususta yapılan en güzel açıklama da budur. Nitekim bir kimse: "Bana ikram edene bir dirhem var" demek de böyledir. Burada "fa" harfi şart ve cevap manasına da gelir. el-Ahfeş de der ki: Arzu edilirse...ler, kimseler, ": Andolsunki hepinizi., toplayacaktır" âyetindeki "siz" zamirinden bedel olarak nasb mahallinde de kabul edilebilir. Yanir kendilerini zarara uğratan müşrikleri hiç şüphesiz toplayacaktır.

Ancak, el-Müberred bu açıklamayı kabul etmeyip bunun hatalı olduğunu söylemiştir. Çünkü hiçbir zaman ne muhatapdan, ne de hitap edenden bedel yapılmaz. Meselâ Ben sana, yani sen Zeyd'e uğradım ve sen bana, yani ben Zeyd'e uğradın denilmez. Çünkü, bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur ki açıklanmasına gerek bulunsun. Ancak el-Kutebî şöyle demektedir: Burada (; ...ler) kimseler'in daha önce kendilerinden söz edilen "yalanlayanlardan bedeî olmak üzere ceza veya onlar için sıfat da olabilir. Bunun, başlı başına bir nida olduğu da söylenmiştir.

13

Gecenin ve gündüzün içinde barınan her şey O'nundur. O, herşeyi işitendir, bilendir.

Yüce Allah'ın:

"Gecenin ve gündüzün İçinde barınan her şey O'nundur." âyeti, bu böylece sabit olmuş değişmez bir gerçektir," demektir. Bu da onlara karşı getirilen bir delildir.

Denildiğine göre, bu âyet-i kerimenin iniş sebebi, onların söyledikleri şu sözlerdir: Bizler, seni bütün bunları yapmana itenin muhtaçlıktan başka bir şey olmadığını biliyoruz, İşte o bakımdan sen aramızda en zenginimiz oluncaya kadar senin için aramızda mal toplayacağız. Yüce Allah bunun üzerine buyurdu ki: Sen de onlara herşeyin Allah'ın olduğunu bildir. O, beni muhtaçlıktan kurtarmaya kadir olandır.

 

": Sükûn bulan, barınan" âyetindeki sükûn bulmak, sakinleşmek, karar bulmak, yerleşmek demektir. Maksat ise, sükun bulan ve hareket eden her şey demektir. İşitenin bunu bilmesi dolayısıyla hareket eden ayrıca hazf edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Özellikle sükûn bulanın zikredilmesi, sükûnun kapsamına giren şeylerin hareketin kapsamına giren şeylerden daha çok olduğundan dolayıdır. Şöyle de denilmiştir; Âyetin anlamı, yarattığı herşey demektir Bu, hareket edeniyle, sükûn bulanıyla bütün mahlukat hakkında umumidir. Çünkü bütün bunlar üzerinden gece ve gündüz akıp gitmektedir. Buna göre sükûn bulmaktan kasıt, hareketin zıddı değil, bütün mahlukattır, Bu hususta yapılan en güzel açıklama budur. Çünkü, bu husustaki bütün farklı görüşleri bir araya toparlayabilmektedir.

"O, herşeyi" bütün varlıkların seslerini

"işitendir" ve gizliliklerini en iyi

"bilendir."

14

De ki: "Ben, gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim? Ve O, yediriyor ama yedirilmiyor." De ki: "Ben İslâm'a girenlerin ilki olmakla emrolundum ve (bana:) Sakın müşriklerden olma, (denildi)."

Yüce Allah'ın:

"De ki... Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim?" âyetinde, (biri Allah'tan başkası, diğeri de veli olmak üzere.) iki mef'ûl vardır. Müşrikler onu atalarının dini olan putlara ibadete davet edince, yüce Allah da ona ey Muhammed

"de ki: Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim" âyetini indirdi. Yani ben, Allah'tan başka bir Rabb, bir mabud ve bir yardımcı mı edinecek mişim?

O Rab ki,

"gökleri ve yeri yaratandır." Burada

"yaratan" anlamına gelen; kelimesi Allah lâfza-i celalinin sıfatı olarak esreli okunur. el-Ahfeş ise, mahzuf bir mübteda takdiri ile merfü' okunmasını da câiz görmüştür. ez-Zeccâc da der ki: medh övgü olmak üzere mansub olması da caizdir. Ebû Ali el-Fârisî de der ki: Mahzuf bir fiil takdiri ile nasb edilmesi caizdir. "Gökleri ve yeri yaratanı terk mi edeyim" demiş gibidir. Çünkü yüce Allah'ın:

"Ben... Allah'tan başkasını mı dost edinecek misim" âyeti, Allah'ı dost edinmeyi terke delalet etmektedir. Bu delaletin güçlülüğü dolayısıyla da böyle bir fiil takdirine gitmek güzel bir şeydir.

"Ve O, yediriyor ama yedirilmiyor." Genel olarak bu şekilde okunmuştur, Yani O, rızık veriyor, ama O'na rızık verilmiyor. Bunun delili de yüce Allah’ın şu âyetidir

"Ve bana yemek yedirmelerini de istemiyorum." (ez-Zariyat, 51/57.)

Saîd b. Cübeyr, Mücahid ve el-A'meç ise bunu, O ise yemek yedirir fakat kendisi yemez diye okumuşlardır ki, bu da güzel bir kıraattir. Yani O, kullarına rızık vermekle birlikte kendisi yaratıkların ihtiyaç duyduğu gıdaya muhtaç değildir, bundan münezzehtir. Bununla birlikte her iki fiilde de "yâ" harfleri ötreli, "ayn" harfleri de esreli okunmuştur ki, anlamı şöyle olur: Şüphesiz ki Allah kullarına yemek yedirir ve onları rızıklandırır, Halbuki veli (edinilen put) ise ne kendisine yemek yedirebilir, ne de kendisini veli edinenlere (kendisine tapanlara). Birinci fiil, "yâ ve ayn" harfleri üstün diye okunmuştur. Yani, veli (edindikleri put)'nın kendisi yemek yer, ikinci Fiil ise, "yâ" harfi ötreli, "ayn" harfi de esreli olarak okunmuştur Yani, veli (edindikleri put) ise yemek yediremez.

Özellikle başka nimetler arasından yemek yedirmenin zikredilîşi İse, bütün mahlukatın yemek yemeye ihtiyaçlarının en önemli ihtiyaçlar arasında yer alışından dolayıdır.

"De ki; Ben islâm'a girenlerin îlki olmakla emrolundum." Yani. yüce Allah'ın emrine bağlanıp teslimiyet gösterenlerin ilki olmakla emrolundum. Kavmimden ve ümmetim arasından ibadetini Ona halis kılanların ilki olmakla emrolundum, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir,

"Ve sakın müşriklerden olma." Yani: Ve bana:

"Sakın müşriklerden olma" denildi, demektir.

15

De ki: ‘Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben o büyük günün azabından korkarım.’

"De ki: Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben o büyük günün azabından korkarım," Yani, başkasına ibadet etmek suretiyle O'na isyan edecek olursam beni azaplandıracağından korkarım.

Korkmak (havf); hoşlanılmayan şeyin umulup beklenilmeğidir. İbn Abbâs der ki: Burada

"korkarım", bilirim anlamındadır.

16

O gün (azap) kimden çevirilip giderilirse, (Allah) ona rahmet buyurmuş olur, İşte bu, apaçık bir kurtuluştur.

"O gün" Kıyâmet gününde kimden azap çevrilip giderilirse, sallallahü aleyhi ve sellemılırsa

"ona rahmet buyurmuş olur." Yani o, umduğuna nail olmuş, kurtulmuş ve merhamete mazhar olmuş olur.

Kûfeliler;

"Giderilirse" âyetini, "ya" harfini üstün ve "râ" harfini esreli olarak okumuşlardır ki, Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat budur. Çünkü daha önce yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" Yine ayrıca :

"Ona rahmet buyurmuş olur" âyetinde, "rahmet buyrulmuş olur" diye meçhul buyurmamıştır. Ayrıca Ubeyy de bunu; Allah onu kimden giderecek olursa" diye okumuştur. Sîbeveyh ise -Medinelilerin ve Ebû Amr'ın kıraati olan- birinci kıraati tercih etmiştir.

Sîbeveyh der ki: Sözde hazfedilenler ne kadar az olursa o kadar güzeldir.

"Yâ" harfini üstün olarak okuyanların (Kûfelilerin ve diğerlerinin) kıraatine gelince, bu kıraatin takdiri de: Allah o azâbı kimden uzaklaştırırca...şeklinde olur. Diğer kıraate göre ise ifadenin takdiri şöyle olur: Azap kimden uzaklaştırılırca...

"İşte bu apaçık" besbelli bir

"kurtuluştur."

17

Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa yine O'ndan başka onu giderecek kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa... İşte O, herşeye gücü yetendir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa yine O'ndan başka onu giderecek kimse yoktur" âyetinde geçen

"dokunmak" ve

"gidermek, açmak" cisimlerin sıfatlarındandır. Burada bir mecaz ve ifadenin kullanımında bir genişlik vardır. Yani: Ey Muhammed, sana fakirlik yahut hastalık gibi bir sıkıntı inecek olursa, bunu O'ndan başka kaldıracak ve önleyecek kimse yoktur. Eğer sana bir afiyet, bolluk ve nimet isabet edecek olursa,

"işte O, herşeye gücü yetendir" yani, hayır olsun zarar ve sıkıntı olsun.

İbn Abbâs rivâyetle der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terkisinde bulunuyordum. Bana dedi ki: "Ey delikanlı -yahut yavrucuğum- sana Allah'ın kendileriyle fayda vereceği bir takım kelimeler öğreteyim mi?" Ben, buyur dedim. Şöyle buyurdu: "Allah'ı (n hükümlerini) koru ki O da seni korusun. Allah'ı(n hükümlerini) koru ki, O'nu rehber bulasın. Rahatlık zamanlarında sen Allah için iyilik yap ki, O da sıkıntılı zamanlarında sana yardımcı olsun. Dilekte bulunacağın vakit Allah'tan iste. Yardım isteyeceğin vakit Allah'tan dile. Çünkü ne olacaksa, kalem artık onları yazmış ve kurumuştur. Eğer bütün mahlukat hep birlikte sana Allah'ın senin hakkında takdir etmediği bir şey ile zarar vermek isteyecek olsalar, buna güç yetiremezler. Sen, Allah için şükür ve yakîn ile amel et ve şunu bil ki, hoşuna gitmedik şeylere sabretmende büyük bir hayır vardır. Ve hiç şüphesiz zafer, sabır ile birliktedir. Kurtuluş, sıkıntılarla beraberdir ve muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır." Bunu, Ebû Bekr b. Sabit el-Hatib, "el-Faslu ve'l-Vasl" adlı eserinde rivâyet etmiştir. Sahih bir hadistir. Tirmizî de bu hadisi rivâyet etmiştir Tirmizî, Sıfatu'l- Kıyame 59; Müsned, I, 293, 303, 307. ama bu rivâyet daha tamdır

18

Kullarının üstünde kahir olandır O. O, hikmeti sonsuz olandır, herşeyden haberdardır.

Yüce Allah'ın:

"Kullarının üstünde kabir olandır O" âyetindeki kahr, galebe demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınanın haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki:

"Husayn kavminin önder olmasını temenni etti.

Ama Husayn, akşamı zelil kılınmış ve kahredilmiş etti."

Kahredildi, yenik düşürüldü, mağlûb edildi anlamındadır.

"Kullarının üstünde" âyetinin anlamı ise, onlara kahir olmak ve galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür. Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve hükmü altındadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânı anlamdaki bir üstünlük değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi itibari ile üstündür anlaşılır. "Kahr" ifadesinde kudrette bulunmayan fazladan bir mana vardır. Kahr, başkasını istediğine ulaşmaktan engellemek demektir.

"O" emrinde

"hikmeti sonsuz olandır" kullarının yaptıkları amellerinden ve

"herşeyden haberdardır." Yani, bu sıfatlara sahip olana hiçbir şekilde şirk koşmamak icabeder. Yüce Allah'ın:

"De ki: Kimin şahidliği en büyüktür" âyetine gelince, müşrikler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle demişlerdi: Senin Allah'ın Rasulü olduğuna dair lehine kim şahidlik eder. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmişti. Bu, el-Hasen ve başkalarından rivâyet edilmiştir.

19

De ki: "Kimin şahidliği en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahiddir. Şu Kur'ân bana, onunla; sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için vahyolundu. Acaba Allah ile birlikte başka ilâhların varlığına gerçekten siz mi şahidlik edersiniz?" De ki: "Ben şehadet etmem." De ki: "O, ancak tek bir ilâhtır ve ben, muhakkak sizin ortak koştuklarınızdan uzağım."

Buradaki "şey (mealde: Kim)" lâfzı, Allah'ın ismi makamındadır. Yani, en büyük şahadet Allah'ın şehadetidir, O'nun rububiyetinin tekliği, vahdaniyetine dair deliller, şahidlik itibariyle en büyük ve en muazzamdır. O, benim ile sizin aranızda, benim size tebliğde bulunduğuma, size söylediklerimde ve risalet ilânımda doğru söylediğime dair benimle sizin aranızda şahiddir.

"Şu Kur'ân bana onunla sizi" ey Mekkeliler

"ve her kime ulaşırsa onları" yani Kur'ân'ın kendisine ulaştığı her kimseyi

"korkutup uyarmam için vahyolundu" yani bu Kur'ân-ı Kerîm de benim peygamberliğimin şahididir.

"Kime ulaşırsa onu" âyetinde

"O" anlamına gelen "he" zamirinin hazf edilmesi, sözün uzamasından dolayıdır.

Burada (böyle bir hazf sözkonusu olmayıp) "ergenlik çağına baliğ olan" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da ergenlik çağına ulaşmayan kimsenin, şer'i bakımdan muhatap alınmadığına ve ondan ibadetin talep olunmadığına delâlettir. Kur'ân ve sünnetin tebliğ edilmesi ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunları tebliğ etmekle emrolunduğu gibi, (sair mükelleflerin de) emrolundukları bir şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." (el-Mâide, 5/67)

Sahih-i Buhârî'de Abdullah b. Amr'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir âyet dahi olsa benden tebliğ ediniz. İsrail oğullarından da naklediniz. Bunda bir mahzur yoktur. Ama kim kasti olarak aleyhime yalan uydurursa o cehennemdeki yerine hazırlansın." Buhârî, Enbiyâ 50; Tirmizî, ..... 13; Müsned, III, 46. Yine haberde şöyle denilmektedir: Her kime Allah'ın Kitabından bir âyet ulaşacak olursa, o kimseye -ister gereğince amel etsin isterse terk etsin- Allah'ın emri ulaşmış olur.

Mukâtil de şöyle demiştir: Cinden olsun, insanlardan olsun kime Kur'ân ulaşırsa o, onun için bir uyarıcı, korkutucu olur. el-Kurazî der ki: Her kime . Kur'ân ulaşırsa o, tıpkı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görmüş ve ondan işitmiş gibidir.

Ebû Nehîk ise, malum bir fiil olarak; "şu Kur'ân'ı bana... vahyetti" diye okumuştur ki, cemaatin kıraatinin anlamı da budur.

"Acaba Allah ile birlikte başka ilahların varlığına gerçekten siz mi şahidlik edersiniz?" Âyetindeki soru, azarlamak ve başa kakmak içindir. Buradaki

"Siz mi?" âyeti, aslı üzere iki hemze ile okunmuştur, İkinci hemze hafifletilecek olursa; diye okunur, el-Esmaî ise, Ebû Amr ve Nafi'den; diye okuduklarını rivâyet etmiştir ki, bu da bilinen bir söyleyiştir, İki hemze arasına iki hemze yanyana gelmesi hoş olmadığından dolayı med harfi konulur. Şair der ki:

"Ey Celacil ile Nekaa tepesi arasında bulunan yumuşak kumların ceylanı!

O, sen misin yoksa Um Salim mi?"

(Soru olarak değil de) haber olmak üzere Siz şahidlik edersiniz; şeklinde okuyanların kıraatine gelincet bu kıraat, onların şirklerinin muhakkak olduğunu kabul etmek şeklinde açıklanır.

"Başka İlâhlar " denilip de : Diğer denilmeyişine gelince, el-Ferrâ' şöyle demektedir: Çünkü ilâhlar (anlamındaki: Âl-ine) çoğuldur, Çoğul hakkında da müennes siga kullanılabilir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti da bu kabildendir:

"Güzel isimler yalnız Allah'ındır. O'na, onlarla dua ediniz" (el-Âraf, 7/180); %J$ı öj'JS\ jc nî):

"De ki, önceki nesillerin hali nedir?" (Tâ-Hâ, 20/51) Şayet bunların sonunda müenneslik alâmeti getirilmeden kullanılacak olsalar (Kur'ânın dışındaki konuşmalarda) sahihtir

"De ki: Ben şehadet etmem." Yani ben sizinle birlikte şehadet etmem demektir. "Birlikte"nin hazfedilmesi ise sözün buna delâlet etmesinden dolayıdır. Yüce Allah'ın:

"Eğer anlar şehadet ederlerse, sen onlarla beraber şahidlik etme" (el-En'âm, 6/150) âyeti de buna benzemektedir.

20

Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini zarara uğratanlar ise onlar Îman etmezler.

Yüce Allah'ın:

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler" âyeti ile hakkı bilen ve buna rağmen inat eden yahudilerle hıristiyanlar kastedilmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/146. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimede geçen

"Kimseler," mübtedâ olarak ref mahallindedir.

"Onu tanırlar" ise, haber mahallindedir. Yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı tanırlar. Bu açıklama da el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir ez-Zeccâc’ın görüşü de budur.

Buradaki zamirin kitaba ait olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, onu neye delâlet ediyorsa o şekilde bilir ve tanırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar, bu kitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğinin sıhhatine delâlet etmesi şeklindeki aslî niteliği ile tanırlar.

"Kendilerini zarara uğratanlar" âyeti, sıfat mahallindedir. Mübtedâ olması da mümkündür. Haberi de:

"Onlar îman etmezler" âyetidir.

21

Allah'a karşı yalan uyduranlardan veya âyetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olur? Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa eremez.

Âyetin tefsiri için bak: 22

22

O günü (hatırla ki); onların hepsini toplayacak, sonra da şirk koşanlara: "İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede? diyeceğiz.

Yüce Allah'ın:

"... daha zalim kim olur" âyeti mübtedâ ve haber olup, "Allah'a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayanlardan" daha zalim hiç bir kimse olmaz, demektir.

Allah’ın âyetlerinden kasıt Kur'ân ve mucizelerdir.

"Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa eremez." Bunun, dünyada kurtuluşa ermeyecekleri anlamında olduğu söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah (âhiret ile İlgili olarak) bir sonraki âyet-i kerimede:

"O günü onların hepsini toplayacağız." Yani, onların hepsini toplayacağımız o günü hatırla demektir.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Zâlimler dünya hayatında da iflah olmazlar, onları toplayacağımız günde de itlâlı olmazlar. Bu takdire göret bir sonraki âyet ile ilişkili olduğundan dolayı; "Zâlimler" diye biten âyetin sonunda vakıf yapılmaz.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet, bundan sonra gelecek olan "... bir bak" ile alâkalıdır. Yani, onların kendilerini toplayacağımız günü nasıl yalanladıklarına bir bak, demektir. Bunun da anlamı, onları haşredeceğimiz günü nasıl yalanlarlar? şeklindedir.

"Sonra da şirk koşanlara: İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede diyeceğiz."

Bu onları rezil etmek için sorulacak bir sorudur. Yoksa durumlarını açıklamaları için değil. "İddia ettiğiniz" de, Allah nezdinde kendi iddianıza göre sizin için şefaat edeceklerini ve sizleri O'na yaklaştıracaklarını iddia ettiğiniz ortaklarınız nerede demektir. Bu da onlar için bir azardır. İbn Abbâs der ki: Kur'ân-i Kerîm'de; İddia etti, kökünden türeyen ne kadar kelime varsa; yalan söylemek anlamındadır.

23

Bundan sonra: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" demelerinden başka bir mazeretleri olmayacak.

Yüce Allah'ın:

"Bundan sonra... başka bir mazeretleri olmayacak" âyetinde geçen (ye; "mazeret" diye meali verilen) fitne: Denemek demektir. Yani, onlar böyle bir soru ile denenip gerçekleri gördüklerinde ve artık iddialarının da çürüklüğü anlaşıldıktan sonra

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" diyerek mazeret ileri sürecek ve böylelikle şirkten uzak olduklarını, onunla bir İlişkilerinin bulunmadığını iddia edeceklerdir. Buna sebep ise, yüce Allah'ın mü’minleri affedip bağışladığını görmeleri teşkil edecektir.

İbn Abbâs der ki: Yüce Allah, ihlâs sahibi (muvahhid)lere günahlarını bağışlayacak ve bağışlayacağı hiçbir günahı, bağışlanmayacak kadar büyük görmeyecektir. Müşrikler bunu göreceklerinde şöyle diyeceklerdir: Şüphesiz Rabbimiz günahlan bağışlayandır. Fakat şirki affetmez. Gelin şöyle diyelim: Biz günahkâr kimselerdik ama müşrik kimseler değildik. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyuracaktır: Bunlar şirki gizlediklerine göre, haydi ağızlarına mühür vurunuz. Bunun üzerine ağızlarına mühür vurulacak, bu sefer dünyada iken kazandıklarına dair elleri konuşacak ve ayakları şahidlik edeceklerdir. İşte o vakit müşrikler Allah'tan hiçbir sözün gizlenemeyeceğim bilip öğrenmiş olacaklardır. Yüce Allah'ın:

"Ogün inkâr edenler ve Peygambere isyan edenler yerle bir edilselerdi, temennisinde bulunacaklardır, Allah'tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir" (en-Nisa, 4/42) âyetinde kastedilen budur.

Ebû İshâk ez-Zeccâc da der ki: Bu âyet-i kerimenin te'vili gerçekten oldukça inceliklidir. Yüce Allah müşriklerin kıssalarını ve onların şirkleri sebebiyle fitneye düşeceklerini (yani mazeret ileri süreceklerini) haber verdikten sonra, onların fitnelerinin gerçekleri görmeleri halinde yalnızca şirki reddetmekten ibaret olduğunu da bildirmektedir. Dilde bunun bir benzeri şudur: Sen, bir kimsenin azgın birisini sevdiğini görürsün. O kişi helâk olduğu bir duruma düştüğü takdirde hemen ondan uzaklaşır ve o : Senin ona olan sevgin seni ancak ondan uzaklaşma noktasına getirdi, denilir.

el-Hasen de der ki: Bu husus münafıklara has olacaktır. Dünyadaki âdetlerini orada da sürdüreceklerdir. Burada "mazeretleri (fitneleri)"nin anlamı, fitnelerinin yani küfre sapmalarının akıbeti... demektir.

Katade de der ki: Burada "fitne" nin anlamı, ileri sürecekleri mazeretleri demektir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den gelen hadiste şöyle denilmektedir: "(Yüce Allah) kuluna karşı çıkar, ona ey filan, der. Sana ikramda bulunmadım mı, seni ileri gelen birisi kılmadım mı, sana eş vermedim nü, atları develeri sana müsahhar kılmadım mı, kavmine başkanlık edip ganimetlerinin dörtte birini alacak (yahut da herhangi bir sıkıntı ve ihtiyacın olmayacak bir hale getirmedim) mi?. Der ki: Öyledir ey Rabbim. Yine sorar: Peki sen Benim huzuruma çıkacağını zannediyor muydun? O, hayır der. Yine şöyle buyurur: Sen beni nasıl unuttuysan, Ben de seni böylece unuturum. Sonra ikincisiyle karşılaşır, yine ona böyle der. O da, ötekinin söylediğinin aynısını söyler, sonra üçüncüsü ile karşılaşır, ona da bunun gibi söyler, O da şöyle der: Rabbim Sana, kitabına, Peygamber'ine îman ettim. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim. Ve gücü yettiğince yaptığı hayırlarından söz eder. Bu sefer şöyle denilir: O halde olduğun yerde dur. Sonra ona şöyle denir: Şimdi sana karşı şahidlik edecek birisini göndereceğiz. O da kendi kendisine, benim hakkımda kim şahidlik edecek diye düşünürken, ağzına mühür vurulur. Baldırına, etine, kemiklerine: Konuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri onun yaptıklarını söyler dururlar. Bunun böyle yapılması ise bizzat kendi bedeninden azalarının şahidliği ile, ileri sürecek bir mazeretinin bırakılmamasıdır. Burada sözü geçen ise münafıktır, İşte yüce Allah'ın kendisine gazap edeceği kişi budur." Müslim, Zühd 16; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 6

24

Kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediklerine ve iftira ettikleri Şeylerin de nasıl önlerinden kaybolup gittiğine bir bak!

Yüce Allah'ın:

"Kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediklerine... bir bak"

âyetinde sözü geçen müşriklerin söyledikleri yalan, onların: Putlara ibadet bizi Allah'a yakınlaştırır, demeleridir. Oysa onlar, bunu zan yolu ile söylemişlerdi. Bu zanları ise bir hata idi, onlar için mazeret teşkil etmeyecektir. Yalancı niteliğini üzerlerinden gidermeyecektir. Münafıkların yalan söylemeleri ise, batıl şeyler mazeret göstermeleri, münafıklık yaptıklarını inkâr etmeleri olacaktır.

"İftira ettikleri şeylerin de nasıl Önlerinden kaybolup gittiğine bir bak." Yani, onların söyledikleri yalanların önlerinden nasıl kaybolup gittiğini bir gör. Bunun da anlamı şudur: İlâhlarının şefaat edeceklerine dair kanaatleri tamamıyla çürümüş ve tutarsızlığı ortaya çıkmış olacaktır.

"İftira ettikleri şeylerin de nasıl önlerinden kaybolup gittiğine bir bak" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onların Allah'tan başka taptıkları onlardan ayrılıp gidecektir. Ve onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Âyet, dehşetleri ve akıllarının başlarından gideceğinden ötürü iftiraları kendilerinden uzaklaşıp gidecektir demektir. Yüce Allah'ın:

"Bir bak" âyetinde geçen "bakmak"dan kasıt ise ibretle bakıştır. Diğer taraftan

"Yalan söylediklerine" âyetinin, yalan söylemekte olduklarına... bak anlamında olduğu da söylenmiştir.

Gelecekte meydana gelecek olan bu durum mazi (dili geçmiş) sigası ile ifade edilmiştir. Ahirette yalan söylemeleri de mümkündür. Çünkü orası dehşet, şaşkınlık ve akılların başlardan gideceği bir yerdir.

Şöyle de denilmiştir: Ahirette onların yalan söylemeleri mümkün değildir. Çünkü orası, dünyada olanların, yapılanların karşılıklarının görüleceği yerdir. -Ki, kelam âlimlerinin (ehlî nazar) çoğunluğu bu görüştedir-. Sözü geçen söyledikleri yalan, dünyadaki yalanlarından ibarettir.

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" âyetinin, buna göre anlamı şöyle olur: Biz, kendi kanaatimize göre müşriklerden değildik. Ahirette yalan söylemelerinin mümkün olduğunu kabul eden görüş ile, yüce Allah'ın şu âyeti tearuz etmektedir:

"Allah'tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir." (en-Nisâ, 4/42) Ancak herhangi bir tearuz veya bir tenakuz sözkonusu değildir. Çünkü dillen, elleri ve ayakları yaptıkları amellerine dair aleyhlerine şahidi ik edeceği bazı konumlarda onlar, Allah'tan hiçbir söz gizleyemeyeceklerdir. Ancak, daha önce de geçtiği üzere, azaların şahidlik etmelerinden önce bazı konumlarda kendileri aleyhine yalan söyleyeceklerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Saîd b. Cübeyr de yüce Allah'ın:

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz muşriklerden olmadık" âyeti hakkında şöyle demektedir: Onlar, hem mazeret belirtmiş olacaklar, hem yemin edecekler. İbn Ebi Necih ve Katade de böyle demiştir.

Mücahid'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Onlar Allah'a şirk koşmanın dışında günahların bağışlandığını ve insanların da cehennemden çıkartıldıklarını görecekleri vakit:

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" diyeceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." Yani, bizler taşların herhangi zarar ve fayda vermediğini biliyorduk. Eğer bunu söyleyecekleri doğru ise, onlar bu sözlerinde doğru söylemiş olacaklar ve hiçbir sözü de gizlemeyecekler. Fakat bu onlar için bir mazeret olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü küfür üzere ısrar eden inatçı, mazereti kabul olunmayacak bir kâfirdir.

Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"Bundan sonra... başka bir mazeretleri olmayacak" âyeti, beş ayrı kıraatle okunmuştur. Hamza ile el-Kisâî, "ya" harfi ile; şeklinde, Mazeretleri kelimesini de mansub olarak ve; ın haberi diye okumuştur.

"Demelerinden başka" ise, onun ismidir. Yani onlar, mazeret olarak ancak bunu söyleyebileceklerdir demektir ki, bu açıkça anlaşılan bir kıraattir.

Medineliler İle Ebû Amr; "te" ile; şeklinde, buna karşılık "Onların mazeretleri" kelimesini de nasb ile okumuşlardır.

"Demelerinden başka" âyeti ise, onların söyledikleri söz ancak böyle olacaktır, demektir.

Ubeyy ve ibn Mes'ûd da; "Bundan sonra... olmadı" yerine, Olmadı, diye okumuşlardır. 'ı ise nasb ile okumuşlardır.

İbn Âmir ve Hafs'ın rivâyetine göre de Âsım ile, el-Mufaddal'ın rivâyetine göre el-A'meş, el-Hasen, Katade ve başkaları ise "te" ile; Sonra olmadı, diye ve Mazeretleri" kelimesini de-, 'in ismi olarak merfu' okumuşlardır. Haberi ise;

"Demelerinden başka" âyetidir. Bunlar, dört ayrı kıraat.

Beşinciye gelince, "Sonra olmadı" şeklinde "ye" harfi ile "Mazeretleri" lâfzını da merfu' olarak okumuşlardır. "Fitne" kelimesi futun (sınamak) anlamına geldiği için de müzekker olarak gelir. Yüce Allah'ın şu âyeti de buna benzemektedir:

"Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de vaz geçerse..." (el-Bakara, 2/275)

"Allah hakkı için" âyetindeki "vav" kasem vavıdır.

"Rabbimiz olan" âyeti de aziz ve celil olan Allah lâfzının sıfatıdır veya ondan bedeldir. Bu lâfzı mansub olarak okuyan ise, nida olarak mansub okur. Yani, Allah hakkı için ey Rabbimiz... demek olur ki, bu da güzel bir kıraattir. Çünkü bu kıraatte boyun eğiş ve yakarış anlamı vardır. Şu kadar var ki, bu kıraate göre kasem ile cevabı arasına münâdâ sokulmuş ve birbirlerinden ayrılmış olurlar.

25

İçlerinden seni dinleyenler vardır. Halbuki Biz onu anlayamasınlar diye kalplerine perdeler, kulaklarına ağırlık koyduk. Onlar, her âyeti görseler yine de onlara îman etmezler. Hatta sana gelseler seninle mücadele ederler. O kâfirler: "Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.

Şanı yüce Allah'ın:

"İçlerinden seni dinleyenler vardır" âyetinde

"dinleyen" fiilinin tekil gelmesine rağmen, Mekke müşriklerinin kâfirleri kastedilmektedir.

"Halbuki Biz... kalplerine perdeler... koyduk" âyeti de şu demektir: Biz bunu, küfürlerinin bir cezası olmak üzere onlara böyle yaptık. Yoksa bunun anlamı: Onlar işitmezler ve anlamazlar şeklinde değildir. Ama işittiklerinden faydalanamayan kimseler oldukları ve hakka boyun eğmedikleri için, hiç işitmeyen ve anlamayan kimseler durumunda olmuşlardır. "Perdeler, örtüler" anlamında olup, 'ın çoğuludur. "Mızrakla!1, yularlar," kelimeleri gibi. Herhangi bir şeyi bir şeyin içerisine koyup muhafaza altına almayı ifade etmek için de tabiri kullanılır. Saklamayı ifade etmek üzere de denilir. Kirvâne (ok torbası) de bilinen bir kelime'dir. (Aynı kökten gelen): ise, üvey anne demektir. Bunun kardeşin veya oğlun hanımı anlamına geldiği de söylenmektedir. Çünkü bu kadın, nikâhı altında olduğu kimsenin himayesi, örtüsü altında saklıdır.

"Anlayamasınlar diye" âyeti onu kavrayamasınlar diye, demektir. Bu da nasb mahallindedir. Onu anlamaları istenmediğinden yahut onu anlayamasınlar diye, anlamındadır.

"Kulaklarına da ağırlık koyduk" âyeti de bir öncekine atfedilmiştir.

Kulağın ağırlaşması ve sağırlaşması anlamına gelen; da buradan gelmektedir. Asknda kıyasa göre bu kelimenin mastarının (kaf) harfinin harekeli gelmesi gerektiği halde sakin olarak gelmiştir. Allah'ım kulağına ağırlık ver; diye beddua edilir. Ebû Zeyd de Araplardan meçhul bina ile; Ağırlaştırılmış kulak, diye bir tabir kullandıklarını nakletmiştir. Buna göre (fiili vav'lı olarak) ağırlaştı ...diye gelir,

Talha b. Mûsarrif ise bu kelimeyi, (vav harfi esreli olarak); diye okumuştur. Yani o, kulaklarına sözü işitmesine engel olacak şekilde tıkayan bir tıkaç koymuştur. Bu da develerin taşıdıkları yüke (vikr)'e teşbih yoluyla kullanılmıştır. Vikr ise devenin taşıyabileceği kadar yük demektir. Çokça meyve veren hurma ağacı hakkında kullanılan; tabiri de bu kökten gelmiştir. Vakur kimse hakkında da; tabiri kullanılır, şeklinde fiili kaf harfi ötreli de üstün olarak da kullanılır.

"Onlar her âyeti görseler yine de onlara îman etmezler." Yüce Allah onların inatlarını haber vermektedir. Çünkü onlar, ayın yarılmış olduğunu gördüklerinde; bu bir büyüdür, dediler. Yüce Allah da herhangi bir delile dayanmaksızın onların mucizeleri reddedişlerini bildirmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Hatta sana gelseler, seninle mücadele ederler." Onların mücadele etmeleri: Kendi öldürdüğünüz hayvanların etlerini yersiniz, Fakat Allah'ın öldürdüklerini yemezsiniz, şeklindeki sözleridir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.

"O kâfirler... derler" âyetindeki kâfirlerden kasıt da Kureyş kâfirleridir. İbn Abbâs der ki: en-Nadr b. el-Haris'e: Muhammed ne diyor, diye sordular, o da şu cevabı verdi: Ben onun dudaklarını kıpırdattığını görüyorum. Onun söylediği ise öncekilerin masallarından ibarettir. Tıpkı benim size geçmiş nesiller hakkında anlattıklarım gibi şeylerdir. en-Nadr oldukça kıssa bilen ve çokça yolculuk yapan bir kişi idi. Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar gibilerin kıssalarını işitmiş ve onlara bu kıssaları anlatırdı.

"Esatir: Masallar, efsaneler" kelimesi çoğul olup, tekili "estâr" şeklinde, "ebyât ve ebayît" gibi gelir. Bu açıklama ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.

el-Ahfeş ise şöyle demektedir: Bunun tekili "uhdüsa" ve "ehadi" " kelimelerinde olduğu gibi "ustûra"dır. Ebû Ubeyde ise tekili "istâre"dir. en-Nehhâs ise tekili (........) -Taze hurma salkımı gibi- "ustur" şeklindedir.

Bunun estârın çoğulu olduğu da söylenmektedir. Estar ise satr’ın çoğuludur. Setr ve setar da denilir. Setr ise, kitap satın gibi uzunlamasına ve birbiriyle kaynaşmış haldeki şeydir.

el-Kuşeyrî'nin açıklamasına göre ise bunun tekili estîrdir. Bunun, tekili olmayan bir çoğul kelime olduğu da söylenmiştir. Mezâkîr, abâdît ve ebabil gibi. Anlamı İse, öncekilerin kitaplarda satır satır yazdıkları şeyler, demektir. el-Cevherî ve başkaları da şöyle demektedir: Esâtîr, batıl şeyler ve saçmalıklar anlamına gelir. Derim ki: Hocalarımdan birisi de bana şu beyiti nakletti:

"Gecem uzayıp durdu, vesveselerim üzerime hücum etti.

Saçma sapan ve batıl şeyleri getiren birisinden ötürü."

26

Onlar hem (başkalarını) ona uymaktan alıkoyar, hem kendileri de ondan uzaklaşırlar. Bu şekilde ancak kendilerini helâk ediyorlar. Ama işin farkında değillerdir.

Yüce Allah'ın:

"Onlar hem ona uymaktan alıkoyar, hem kendileri de ondan uzaklaşırlar" âyetindeki, Alıkoymak, engellemek ise, uzak kalmak, uzaklık demektir. Bu âyet bütün kâfirler hakkında umumidir. Yani kâfirler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olmaktan alıkoydukları gibi kendileri de ondan uzak dururlar. Bu şekildeki açıklama İbn Abbâs ve el-Hasen'den nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet özel olarak Ebû Talib hakkındadır. Kâfirleri Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmekten alıkoymakla birlikte kendisi ona îman etmekten uzak dururdu. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.

Siyer bilginlerinin rivâyet ettiklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Kabe'ye çıkıp namaz kılmak istemişti. Namaza başladığında Ebû Cehil -Allah'ın laneti üzerine olsun- şöyle dedi: Kim kalkar da bu adamın namazını İfsad eder. Bunun üzerine İbnü'l-Zi'bârî kalkıp pislik ve kan alarak o pislik ve kan ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yüzünü kirletti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını bırakıp amcası Ebû Talib'in yanına gitti ve şöyle dedi: "Amcacığım bana ne yapıldığını görmüyor musun?" Ebû Talib: Bunu sana kim yaptı deyince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Abdullah b. ez-Zibârî yaptı" dedi. Bunun üzerine Ebû Talib ayağa kalktı, kılıcını omuzuna alarak Hazret-i Peygamberle birlikte yola koyuldu. Nihayet oradakilerin yanına vardı. Ebû Talib'in geldiğini görmeleri üzerine kalkmaya başladılar. Bu sefer Ebû Talib şöyle dedi: Allah'a yemin ederim eğer aranızdan birisi kalkıp gidecek olursa, şu kılıcımla ona bir darbe indiririm. Bunun üzerine oturdular. Yanlarına varıp şöyle dedi. Evladım sana bu işi kim yaptı. Hazret-i Peygamber, "Abdullah b. ez-Zibarî yaptı" deyince Ebû Talib aynı şekilde bir pislik ve kan aldı ve onunla hepsinin yüzlerini, sakallarını, elbiselerini kirletti, onlara ağır söz söyledi. Bunun üzerine şu:

"Onlar, hem ona uymakten alıkoyar, hem kendileri de ondan uzaklaşırlar" âyetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu. Amcacığım senin hakkında bir âyet indi. Hangisidir deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, Kureyş'in bana eziyet vermesine engel oluyorsun ama, bununla birlikte de kendin bana îman etmekten yüz çeviriyorsun." Bunun üzerine Ebû Talib şöyle dedi:

"Allah'a yemin olsun ki, birlik olsalar bile sana asla ulaşamazlar.

Ben toprağa gömülüp yatırılmadığım sürece.

Sen kendi işini açıkça tebliğ et. Bundan dolayı hiçbir şekilde zelil olmayacaksın.

Müjde olsun bu sana ve gözün aydın olgun.

Beni de (dinine) davet ettin.

Bana Öğüt verdiğin kanaatiyle.

Yemin olsun ki, doğru söylüyorsun, önceden de emin idin sen.

Öyle bir din sundun ki, ben de biliyorum ki o,

İnsanların kabul ettikleri dinlerin en hayırlısıdır.

Şayet kınanmaktan yahut da bana kötü söz söylenmesinden

çekinmemiş olsaydım.

Hiç şüphesiz benim bu işe gönül hoşluğuyla ve sağlam bir kanaat ile

bağlandığımı görecektin."

Peki ey Allah'ın Rasulü dediler, Ebû Talib'in bu şekilde destek vermesinin kendisine bir faydası olacak mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Evet. O, bu desteği dolayısıyla bukağılara vurulmaktan, şeytanlarla birlikte zincirlenmekten kurtuldu. Yılan ve akreplerin bulunduğu kuyuya girmeyecek. Onun göreceği azap ayaklarına geçireceği ateşten iki ayakkabı ile olacaktır. Bunlardan dolayı başında beyni kaynayacaktır. Böylesi cehennem halkı arasında azâbı en hafif olanıdır." Yakın ifadelerle: Müslim, Îman 361-364 Allah da Rasulune: "Peygamberlerden azim sahibi olanlar gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35) âyetini indirdi.

Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) amcasına: "Lailahe İllallah de Kıyâmet gününde bununla senin lehine şahidlik edeyim" demiş, kendisi şu cevabı vermiş: Şayet Kureyş beni ayıplayarak: Onu bunu söylemeye iten (ölüm) korkusudur demeyecek olsalardı, şüphesiz bu sözü söyleyerek senin gözünün aydın olmasını sağlardım. Bunun üzerine yüce Allah:

"Şüphesiz ki sen sevdiklerini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder" (el-Kasas, 28/56.) âyetini indirdi. Müslim, Îman 41, 42; Tirmizî, Tefsir 28. sûre 1; Müsned, II, 434, 441.

Bu hadisin meşhur rivâyeti, (korku anlamına gelen kelimenin): (.........) şeklinde "cim ve ze" harfleri ile rivâyet edilmiştir. Ebû Ubeyd der ki: Bu kelime (.......) şeklinde, noktalı "lıı ve noktasız radıyallahü anh" iledir. Bunun da anlamı zaaf ve gevşekliktir.

Yine Müslim'in Sahihinde İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Cehennemlikler arasında azâbı en hafif olan Ebû Talib'tir. Ona cehennem ateşinden iki (tek) ayakkabı giydirilmiş olacaktır ki, bunlardan Ötürü beyni kaynayacaktır." Müslim, Îman 362; Müsned, I, 290, 295.

Abdullah b. ez-Zi'bârî'ye gelince, o da Mekke'nin fethedildiği günü İslâm'a girmiş ve İslâm'a güzel bir şekilde bağlanmıştır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a özür beyan etmiş o da özrünü kabul etmişti. İyi bir şairdi. Hazret-i Peygamberi öven birçok şiirleri vardır ki, bunlar sayesinde kâfirliği döneminde yaptıklarını affettirebilmiştir. Hazret-i Peygamberi övdüğü şiirlerinden birisinde şöyle demektedir:

"Kapkaranlık gecenin evin dört bir yanını örttüğü bir sırada kederler ve

üzüntüler uyku bırakmadı bende.

Buna sebep ise bana ulaşan Ahmed'in beni kendisi dolayısıyla kınadığı husustur.

Ben de geceyi âdeta sıtmalıymışım gibi geçirdim.

Ey güçlü devenin sırtında taşıdığı ve elleri hem yumuşak (müsamahakâr)

hem de yakaladı mı şiddetle yakalayan kişi!

Sapıklıkta serserice dolaştığım sırada, o yaptıklarımdan dolayı

senden özür diliyorum.

Hâni Selimlilerin bana yapmamı emrettikleri o en kötü işi ve

Mahzumluların o emrettikleri işi?

Helâk oluşun yollarında gidiyordum ve azgınların emri benim dizginlerimi tutuyordu.

Onların emri ise uğursuzdu. Bugün ise kalbim Peygamber Muhammed'e îman etmiş bulunuyor.

Zaten bunu elde edemeyen mahrum demektir.

Düşmanlık geçip gitti ve sebepleri artık ortada kalmadı.

Aramızda artık sağlam bağlar kurma zamanı ve birbirimizi bağışlama vakti geldi.

Anam da babam da sana feda olsun, yanılgılarımı affet.

Çünkü sen merhametlisin, hem rahmete mazhar olansın.

Üzerinde herşeyin maliki olan Allah'tan bir alamet vardır.

Apaydınlık bir nûr ve besbelli bir mühür.

Sana sevgisini verdikten sonra bir de şerefini artırmak için kendi burhanını da verdi.

Mutlak ilâhın burhanı ise çok büyüktür.

Tanıklık ederim ki, senin dinin gerçektir, doğrudur ve sen kullar arasında çok büyüksün.

Allah da tanıklık eder ki Muhammed Muatafadır (seçilmiştir).

Ve o salihler arasında karşılanacak şerefli bir kimsedir,

Buyû'k bir efendidir O. Haşim oğullarından yapısı yüksek büyük bir efendidir.

Zirvelerde yükseklerde yer etmiş bir daldır."

Yüce Allah'ın:

"Ona uymaktan alıkoyarlar" âyetinin anlamı: Yani şu Kur'ân'ı dinleyenler yine Kur'ân'dan, başkalarını alıkoyarlar. "Hem kendileri de ondan uzaklaşırlar" demektir.

İlk iki görüşe göre: ": Ondan, ona"deki iki "he" zamiri Peygambere, Katade'nin görüşüne göre ise Kur'ân'a racidir,

"Bu şekilde ancak kendilerini helâk ediyorlar" anlamındaki âyette yer alan (......) nefy edatıdır. Yani onlar, küfür üzere İsrar etmek ve kendilerini ona uymaktan alıkoydukları kimselerin günahlarını yüklenmek suretiyle ancak kendilerini helâk etmektedirler.

27

Onları ateşin başında durdurulup da: "Keşke biz geri dönseydik. Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık, mü’minlerden olurduk" diyecekleri vakit bir görsen.

Yüce Allah'ın:

"Onları ateşin başında durdurulup da" yani, yarın durdurulacakları vakitte... görsen demektir. (......) , bazan (......) : Zamanda" yerinde kullanılır. Yine (......) yerinde kullanıldığı da olur. Burada ileride olacak durum, olmuş gibi değerlendirilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın verdiği haber haktır ve doğrudur. Bundan dolayı olacak bu durumdan "mazi" kipiyle haber verilmektedir.

"(......) : Durdurulacakları vakit" âyeti alıkonacakları vakit demektir. İbn es-Sumeykâ ise bunu, (......) şeklinde (durdukları vakit anlamında) "vav ve kaf harflerini üstün olarak okumuşiur. "(......) : Ateşin başında" yani onlar, sırat üzerinde ateş aklarında kendileri de ateşin üstünde durduruldukları vakit demektir, Burada; (......) edatının "ba" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, ateşe yakın ve onu görebilecekleri bir yerde durdukları vakit anlamındadır.

ed-Dahhâk da der ki; Bunun anlamı, toplandıkları vakittir. Yani, ateşin kapıları üzerinde toplanacakları vakit anlamına gelir. Ateş altlarında ve cehennemin üzerinde durdurulacakları vakit diye de açıklanmıştır. Nakledilen bir haberde bildirildiğine göre; insanların bütünü cehennemin sırtı üzerinde, âdeta eritilmiş bir yağın döküldükten sonra altının üstüne geldiği şekli andıran cehennemin sırtı üzerinde durdurulacaklar. Sonra bir münadi cehenneme şöyle seslenecek: Haydi arkadaşlarını al, benim arkadaşlarımı da bırak.

"Durduruldukları" âyetinin, oraya girdikleri anlamına geldiği de söylenmiştir. -Allah bizi ondan muhafaza buyursun-. Buna göre (......) edatı, (......) anlamındadır. Yani, cehennemde duracakları vakit demektir.

"(.....) ... se" edatının cevabı ise, hatıra herşey gelsin diye hazfedilmiştir. Böylelikle bu korkutma anlamı itibariyle daha beliğdir. Âyetin anlamı şöyle olur: Sen onları bu durumda görecek olsan elbette en kötü bir durumu görmüş olacaksın. Yahutta dehşet verici bir manzara göreceksin veya hayret verici bir iş göreceksin. Bu kabilden benzeri ifadeler takdir edilebilir.

Yüce Allah'ın: "(......) Keşke biz geri döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık, mü’minlerden olurduk diyecekleri vakit" âyetinde her üç fiil de atıf edilmek suretiyle ref’ okuyuş, Medineliler ve el-Kisaînin okuyuşudur. Ebû Amr ile Âsım'dan Ebû Bekr ise (bütün fiilleri) ötreli okumuştur. İbn Âmir ise, (......)'ı merfü', (........)'i da mansub okumuştur. Hepsi de temenni edilen şeylerin kapsamına girmektedir. Yani, onlar geri döndürülmeyi, yalanlamamayı ve mü’minlerden olmayı temenni ederler demektir. Sîbeveyh ise; "(......) : Yalanlamazdık" âyetinde, (atfı değil de) kat'ı tercih etmiştir. O takdirde bu, temenniye dahil olmaz. Bunun da anlamı şöyle olur: Biz hiç bir şekilde yalanlamayacaktık. Yani yalanlamayı terk üzere sebat gösterecektik. Yani ister geri döndürülelim, ister döndürülmeyelim yine yalanlamayacağız. Sîbeveyh der ki: Bu da birisinin diğerine Beni bırak bir daha da yapmayacağım demesi gibidir. Yani, ister beni bırak, ister bırakma durum ne olursa olsun ben bu işi tekrar yapmayacağım demektir. Ebû Amr, bunun temenninin kapsamı dışında oluşuna (bir sonraki âyet-i kerimede gelecek olan):

"Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar" âyetini delil göstermektedir. Çünkü, temenni edilen bir şey hakkında yalancılık sözkonusu olmaz. Yalancılık haber verilen şeyler hakkında sözkonusu olur.

Bunun da temenni edilen şeylerin kapsamına girdiğini kabul edenler de şöyle demektedir: Âyetin anlamı şöyledir: Onlar dünyada iken öldükten sonra dirilişi inkâr etmek ve peygamberi yalanlamak hususunda yalan söyleyenlerdi.

Hamza ve Hafs ise; (......) ile (......) 'i temenninin cevabı olarak mansûb okumuşlardır. Çünkü geri döndürülmeleri vacip bir iş olmadığı gibi, şu anlamıyla bu iki fiil temenninin kapsamı içerisindedir. Onlar dünyaya geri döndürülmeyi, yalanlamayı terk etmeyi ve mü’minlerle birlikte olmayı temenni edeceklerdir. Ebû İshak der ki:

"Yalanlamazdık" âyeti; eğer döndürülsek yalanlamayacağız anlamındadır.

(.......) ile (......) 'ın mansub okunması da (......) 'ın takdiri iledir. Nitekim istifhamın, emrin, nehyin ve arzın cevabında muzari fiilin mansub kılınması da böyledir. Çünkü bütün bunlar vacib olmayan şeyler henüz vukua gelmiş ve bundan dolayı birinci mastara atfedilmiş gibi "vav" ile birlikte cevap mansub gelir. Şöyle demiş gibi olurlar: Keşke bizim için dönüş, yalanlamaktan uzak kalış ve mü’minlerden oluş mümkün olabilse. Böylelikle bütün bunlar -anlam merfu'muş gibi bir hal aldığından- (ı)'ın mastarına hamledilmiş oldu. Böyle bir durumda ise; (.......)’ın takdiri kaçınılmazdır. Bu durumda her iki fiilin de mansub okunması mümkün olur.

İbn Âmir de temenninin cevabı olmak üzere; (......) 'ı nasb ile okumuştur. "(......) ; Keşke bize dönsen de biz de sana ikram etsek," ifadesinde olduğu gibi Yani, dönüşün keşke vaki olsa ve keşke bizim de sana ikramımız vuku bulsa, her iki fiili de temenni kapsamına almaktadır. Ya da bununta - önceden de geçtiği üzere- ikinci fiili atf etmeyip kat' ederek (sen ister gel ister gelme her durumda) biz sana ikram edeceğiz, anlamının kastedilmiş olması da muhtemeldir.

Ubeyy ise; (......) Ebediyyen Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık diye okumuştur. Yine Ubey'den ve İbn Mes'ûd'dan da "Keşke biz geri döndürülseydik... yalanlamaydık" diye "fa" harfi ile fiili mansub olarak okudukları rivâyet edilmiştir. "He" harfi ile de upkı "vav" harfi ile fiil nasb edildiği gibi cevapta da yine nasb edilir. Bu açıklama ise ez-Zeccâc'dan nakledilir. Basralıların çoğunluğu İse, cevabın nasb edilmesini ancak "tâ" ile câiz kabul ederler.

28

Hayır, evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıktı. Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler. Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar.

Yüce Allah'ın:

"Hayır, evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıktı" âyetinde yer alan ve (hayır) anlamına gelen): edatı, onların temenni ve geri döndürüldükleri takdirde îman edecekleri iddialarının reddolunduğunu ifade etmektedir.

"Karşılarına çıktı" âyetinin anlamı ile ilgili olarak; kastedilenlerin kimliklerinin tayini hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Denildiğine göre burada kastedilenler münafıklardır. Çünkü "küfür" ismi onları da kapsamına alır. O bakımdan zamir daha Önce sözü geçenlerin bir bölümüne ait olmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu ise tatlı ve fasih sözlerden sayılır.

Yine maksat kâfirler olduğu da söylenmiştir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine öğüt verdiği takdirde hem korkarlar, hem de zayıf olanları fark etmesinler diye bu korkularını gizli tutarlardı. Kıyâmet günü ise bu korktukları açıkça ortaya çıkacaktır. Bundan dolayı el-Hasen: "Karşılarına çıktı" âyetini, onların bir kısmının diğerlerinden sakladıkları şeyler karşılarına çıktı, diye açıklamıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Hayır, daha önce inkâr ettikleri ve:

"Rabbimiz olan Allah kakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23) diye reddettikleri şirkleri kendilerine açıkça görünecek, karşılarına çıkacaktır. Yüce Allah onların azalarını konuşturacak ve kâfir olduklarına dair azaları aleyhlerine şahidlik edecektir. İşte

"evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıktı" âyetinin tecelli edeceği zaman budur. Bunu da Ebû Ravk söylemiştir.

"Karşılarına çıktı" âyetinin, sakladıkları, gizledikleri küfür karşılarına çıktı, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, onların kötü amelleri kendilerine görünmüş olacaktır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Ama, Allah'tan hesap etmedikleri şey kendilerine görünür." (ez-Zümer, 39/47) el-Müberred der ki: Daha önce gizledikleri küfürlerinin cezası karşılarına çıkmış olacaktır.

Şöyle de açıklanmıştır: Anlamı şudur: Hayır, azgınlara uyan kimselerin karşısına, o azgınların kendilerinden gizledikleri öldükten sonra diriliş ve kıyâmet açıkça görünmüş olacaktır. Çünkü bundan sonra yüce Allah'ın:

"Onlar: Bu, ancak dünya hayatımızdır. Biz diriltilecek de değiliz derler" (el-En'âm, 6/29.) âyeti gelmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer geri döndürültirlerse" azâbı gördükten sonra.... diye açıklandığı gibi, azâbı görmeden önce.... diye de açıklanmıştır.

"Yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." Kendilerine yasak kılınan şirke geri dönerler, tekrar onu işlerler. Çünkü yüce Allah onların îman etmeyeceklerini bilmiştir. İblis de yüce Allah'ın bunca âyetim görmesine rağmen yine inadından vazgeçmedi.

Yüce Allah'ın:

"Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar" âyeti de onlar hakkında verdiği bir haberdir. Dünyada peygamberleri yalanlamak, öldükten sonra dirilişi inkâr etmek şeklindeki hallerini bildirmektedir. Nitekim yüce Allah:

"Şüphesiz Rabbin hüküm verir" (en-Nahl, 16/124) diye buyurmuştur. Bu âyeti, yüce Allah gelecekteki hallerini bize nakletmektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şüphe yok ki onlar, yalanlanmayacaklarına ve mü’min olacaklarına dair kendileri hakkında verdikleri haberde yalan söylemektedirler. Yahya b. Vessâb da

"Geri döndürülürlerse" âyetini, "re" harfini esreli olarak okumuştur. Çünkü bunun aslı şeklindedir. Bu kıraate göre "dâl" harfinin esresi "râ" harfine nakledilmiş olmaktadır.

29

Onlar; "Bu, ancak dünya hayatımızdır. Biz, diriltilecekler de değiliz" dediler.

Yüce Allah'ın:

"Onlar, bu ancak dünya hayatımızdır... dediler" âyeti mübtedâ ve haberdir. ise nefy edatıdır.:

“Biz... değiliz" âyetindeki (......) : Biz zamiri; (......) olumsuzluk edatının ismidir. "Diriltilecekler" de onun haberidir. Bu da onların dünya hayatında söylediklerine dair yeni bir mübtedâ ve haberdir.

İbn Zeyd der ki: Bu, yüce Allah'ın:

"Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler" (el-En'âm, 6/28) âyetinin kapsamı içerisindedir.

"Ve... bu ancak dünya hayatımızdır, derler." Yani yine küfre geri dönerler ve içinde bulundukları halin lezzeti ile meşgul olurlar. Bu da İblis'in durumunda açıkladığımız gibi, inatçı kâfir hakkında yorumlanır, ya da yüce Allah'ın hakkı bilmelerinden sonra yine gerçeği bulma İmkânı onlara vermez diye yorumlanır. Bu da aklen uygun bir şeydir.

30

Sen, Rabblerinin huzurunda durdurulacakları zamanı bir görşeydin. O: "Bu hak değil miymiş?" diye buyuracak, onlar da: "Rabbimize yemin olsun ki evet" diyeceklerdir. O da: "Öyleyse küfre saptığınızdan dolayı azâbı tadın" buyuracak.

Yüce Allah'ın:

"Sen, Rabblerinin huzurunda durdurulacakları zamanı bir görsen" âyetindeki "durdurulacakları" âyeti, alıkonulacakları,

"Rablerinin huzurunda" âyeti de, Allah'ın onlar hakkında vereceği emrin ne olacağının ortaya çıkması için durdurulacakları zamanı bir görsen anlamındadır.

Buradaki nın, (......) : Yanında, indinde anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, onun meleklerinin ve cezasının yanında durdurulacakları anlamına gelir ki, orada Allah'tan başkasının hiçbir hakimiyeti ve etkisi olmayacaktır. Nitekim; (......) ifadesi, yanında durdu anlamındadır. se, sa'nın cevabı, bu durduruluşun azameti dolayısıyla hazfedilmiştir.

"Bu hak değil miymiş? diye buyuracak." Bu soru onlara doğruyu söyletmek ve azarlanmaları maksadıyla sorulacaktır. Yani, bu öldükten sonra diriliş olacak, meydana gelecek birşey değil miymiş?

"Onlarda... evet diyeceklerdir." Böyle diyecekler ve bu dediklerini de

"Rabbimize yemin olsun ki evet" diye yemin ile pekiştireceklerdir.

Şöyle de denilmiştir: Melekler, onlara Allah'ın emri ile öldükten sonra diriliş ve azap hak değil miymiş diye soracak, onlar da: "Evet, Rabbimize yemin olsun ki" şüphesiz ki o bir gerçektir, diye cevap vereceklerdir. Bunun üzerine o da:

"Öylese küfre saptığınızdan dolayı azâbı tadın, buyuracak."

31

Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet Kıyâmet kendilerine ansızın gelip çattığı zaman, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Orada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize" diyeceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri ne kötüdür!

Yüce Allah'ın:

"Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramışlardır" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre,

"Allah'a kavuşmak"tan kasıt öldükten sonra dirilişi ve amellerin karşılığının görülmesini (cezayı) yalanlamaktır. Buna delil ise Hazret-i Peygamberin "Her kim müslüman bir kimsenin malını o vesileyle kesip almak için yalan yere yemin edecek olursa, Allah kendisine gazap etmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkar" Buhârî, Tevhid 2<S; Müslim Îman 218; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 21; Nesâî, Kudât. 30; Dârimî, Buyû’ 62; Muvatta’', Akdiye 11; Müsned, I, Î89, 190, 416, V. 26O; VI, 212. âyetidir. Bu da yaptığı o İşin cezası ile karşılaşır anlamındadır.

Çünkü (kıyâmette) görüleceğini kabul edenlerin görüşüne göre, Allah'ın gazap ettiği kimse Allah'ı göremeyecektir, (âyetidir). el-Kaffal ve başkaları bu görüşü benimsemişlerdir. el-Kuşeyrî ise der ki: Bu kıymeti olan bir görüş değildir. Çünkü, mevcut herhangi bir delil dolayısıyla bir yerde kavuşmanın ceza görmek diye yorumlanması her yerde aynı te'vilin yapılmasını gerektirmez. O bakımdan bu âyet-i kerimede "kavuşmak" zahir anlamı üzere anlaşılmalıdır. Kâfirler İse, yaratıcıyı İnkâr ediyorlardı. Allah'ın görüleceğini inkâr edenler ise böyle bir şeyin var olacağını kabul etmezler.

Yüce Allah'ın;

"Nihayet kıyâmet kendilerine ansızın gelip çattığı zaman..." buyruğunuda kıyâmet, kendisinde görülecek hesabın çabukluğu dolayısıyla "sâ'a" diye adlandırılmıştır. (......) ise, ansızın demektir. Hal olarak nasb edilmiştir. Sîbeveyh'e göre hal mevkiinde mastardır.. (......) : Ona yemek ve su vermeksizin öldürdüm, demek gibi. Sîbeveyh ayrıca şu beyiti nakletmektedir:

"Mafsalları (yani kendisi) oldukça zayıf fakat serkeş bir binek üzerine

Gencimizi bindirmek istediğimiz her seferinde zor ve güç belâ bindirebiliyoruz."

Sîbeveyh buna kıyas yapılmasını câiz görmez. Ve buna göre "Filan kişi hızlıca geldi anlamında;.(......) : denilmez.

Yüce Allah'ın:

"Yazıklar olsun, bize diyeceklerdir" âyetinde, hasret (yazıklar olsun) başına nida geldiği halde gerçekte bu münadâ (kendisine seslenilen) değildir. Ancak bu, çokça hasret çekileceğine delildir. Meselâ: "(......) : Vay be! hayret, bu ne biçim bolluk!" ifadeleri de böyledir. Gerçekte bunlar münâdâ değildirler. Ancak, çokça hayret edildiğine ve bolluğun çokluğuna delâlet eden tabirlerdir. Sîbeveyh der ki: Şöyle demiş gibidir: Ey şaşkınlık gel, işte geleceğin bu demdir. Nitekim: Ey hasret gel, işte bu dem geleceğin demdir, demek de bu kabildendir. Kendisine nida olması sahih olmayan diğer bütün lâfızlar da bu şekilde kabul edilirler. Bu da "hayret ettim" tabirinden daha beliğ bir tabirdir. Şairin şu sözü de bu türdendir:

"Üstüne vurulan yüke doğrusu hayret!"

Şöyle de denilmiştir. Bu, insanların karşı karşıya kalacakları büyük hasret de dikkatlerini çekmek içindir. Yani, ey insanlar, o gündeki büyük hasretten dolayı dikkatli olunuz.

Böylelikle nida harfi gerçekte münadâ olmayan bir lâfzın başına gelmiştir. Nitekim: Seni burada görmeyeyim denildiği zaman, nehiy, gerçekte nehy edenden başkası hakkında sözkonusu olmuştur.

Şanı yüce Allah'ın:

"Orada yaptığımız kusurlardan dolayı" âyeti, kıyâmet için önden birşeyler göndermek hususundaki kusurlarımızdan dolayı...anlamındır. Bu açıklama el-Hasen'den nakledilmiştir. "Yaptığımız kusur," âyetin kaybettiğimiz demektir. Asıl anlamı ise ileri gitmektir. Meselâ denildiği zaman, filan kişi daha önce ve önden suya vardı demektir. Hazret-i Peygamber'in: "Havuzun üzerine ben sizden daha önce gitmiş olacağım" Buhârî, Rikaak 53, Fiten 1; Müslim, Fedail 25, 26; İbn Mâce, Fiten 5, Zühd 36; Müsned. I, 257...II, 408... IH, 18.., IV, 313...V, 41. âyeti de buradan gelmektedir. "Suya daha önce giden, anlamında da buradan geldiği gibi, cenaze namazında küçük çocuk için yapılan duada Allahım, onu ebeveyni için önceden gitmiş bir hayır kıl" Bk. Buhârî, Cenâiz 66; İbn Mâce, Cenâiz 26. şeklindeki dua da buradan gelmektedir. Buna göre, onların söyleyecekleri nakledilen; (......) âyeti, önceden göndermiş olduğumuz acizlik anlamındadır. Bunun şanı yüce Allah'a itaat hususunda başkalarının bizi geçmesi, bizim de geri kalmamız dolayısıyla... (yazıklar olsun bize) anlamına geldiği de söylenmiştir.

Orada" ise, kıyâmet için ameli terk etmek suretiyle dünyada... anlamındadır. Taberî der ki: Buradaki "O" zamiri aslında alıç verişe racidir. O da onların imanı verip karşılığında küfrü, ahireti verip de karşılığında dünyayı satın almakla alış verişlerinin zarara uğradığım açıkça görmeleri üzerine: "O alış verişte yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize" diyeceklerdir. Hüsranın, ayrıca zikredilmeyip (zamirin zikredilmesi) ise, sözün ona delalet etmesi dolayısıyladır. Çünkü hüsran ancak alış verişteki zararda sözkonusu olur. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Ticaretleri kâr etmedi onların" (el-Bakara, 2/16) âyetidir.

es-Süddî de der ki: Cennete götüren amellerden kaybettiklerimiz dolayısıyla yazıklar olsun bizlere, anlamına geldiğini söylemiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurmuştur: "Cehennemlikler cennetteki konak yerlerini görecekler, bunun üzerine: "Yazıklar olsun bize" diyeceklerdir."

Yüce Allah'ın:

"Günahlarını sırtlarına yüklenerek" âyetinde geçen (......) Günahları" anlamındaki kelime (......) : Yük'ün çoğuludur. Burada mecazi bir ifade, ifadenin genişletilmesi ve bir ağırlık taşıyana bir benzetme yapılmıştır. Bu kökten olmak üzere; "(......) : Yük taşıdı taşır, yüklendi yüklenilir" filleri de kullanılmaktadır. Bunun aslı ise dağ demek olan (......) kelimesidir. Bir cenaze ile birlikte evlerinden çıkıp giden kadınlar hakkında söylenen Hadîs-i şerîfte yer alan: "(......) Ecir almaksızın günah yüklenmişler olarak geri dönünüz" İbn Mâce, Cenâiz 50 âyetindeki "günah" da bu kökten gelmektedir.

Ebû Ubeyd der ki: Avam genel olarak (......) diye "vav" yerine hemze kullanırlar. Sanki Ebû Ubeyd bu ifadesiyle bunun izah edilecek bir tarafını ima etmek istemektedir. Çünkü bu kelime kök itibariyle hemzeli değil "vav"(......) 'den gelmiştir. Yine Ebû Ubeyd der ki: Adam elbisesini yayıp içine eşyayı koydu mu, ona ağırlığını taşı anlamında; (......) denilir. "Vezir" kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü vezir, kendisine verilen yönetim işlerinin idaresinin ağırlıklarını taşımaktadır.

Âyetin anlamı İse: Onlar günah taşıdıkları için, taşıdıkları bu günahlar dolayısıyla ağır bir yük yüklenmiş gibi olacaklardır, şeklindedir.

"Dikkat edin yüklendikleri ne kötüdür." Yani, o yüklendikleri şey ne kadar kötü bir şeydir.

32

Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu İse; takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Dünya Hayatının Gerçek Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"Dünya hayatı bir oyundan bir oyalanmadan başka bir şey değildir" diye buyurması süresinin kısalığından dolayıdır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Şunu bil ki dünya, uyuyanın gördüğü rüyaya benzer.

Daimi olmayan bir hayat hayırlı bir hayat olamaz.

Dün tadıp da tükettiğin bir lezzeti düşün:

Gerçekten bir rüya gibi gelmiyor mu sana?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ağır ağır çalış, şüphesiz sen öleceksin.

Ve ey insan, kendin için de çabala

Geçip gittiği için olmuş olan âdeta olmamış gibidir

Ve olacak olan bir şey de sanki oldu gibi."

Şöyle de denilmiştir: Âyet; dünya hayatının metaı, oyun ve oyalanmadır, anlamındadır. Yani, dünyada arzu edip canlarının çektiği birşeyin iyi bir sonucu yoktur. Oyun ve oyalanma gibidir. Süleyman b. Abdulmelik aynaya bakıp: Ben genç bir hükümdarım deyince, bir cariyesi ona şöyle demiş:

"Sen en iyi bir meta'sın eğer kalıcı olsaydın

Şu var ki, insan için kalıcılık yoktur.

Gördüğümüz kadarıyla biz, insanlarda gördüğümüz bir kusuru sende bulamadık.

Ama ne var ki, sen de fanisin."

"Oyun ve oyalanma"nın batıl ve aldanış anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Dünya hayatı bir aldanış metaından başka birşey değildir." (Âl-i İmrân, 3/185)

Âyetten kasıt, kâfirlerin:

"Bu, ancak dünya hayatımızdır" şeklindeki sözlerini yalanlamaktır. Oyunun ne demek olduğu bilinmektedir. Çokça oyun oynayan kimseye; (......) denilir. Oyun oynama yerine de; (......) denilir. Fiil olarak; (......) şeklinde gelir.

Oyalanma (lehv)in de ne demek olduğu bilinmektedir. Seni meşgul eden herşey, seni oyalamış olur. Bunun asıl anlamının bir şeyden alıkoymak anlamına geldiği de söylenmiştir. Arapların bu anlamda; (......) : Ondan alıkoydum, şeklindeki ifadelerinden gelmektedir.

el-Mehdevî der ki: Ancak bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü, yüzçevirmek anlamına gelen fiilin "lâm" harfi (üçüncü son harfi) "yâ"dır. Buna delil ise, onların bu anlamdaki fiilden (......) şeklindeki kullanımlarıdır. Birincisinin "lâmu’l-füli" ise "vav"dır.

2. Dünyada Âhiret için Yapılan İşler Oyun ve Oyalanma Değildir:

Dünyada âhiret için yapılan işler oyun ve oyalanma kabilinden sayılmazlar. Çünkü, oyunun gerçek mahiyeti kendisinden yararlanılmayan, oyalanmanın mahiyeti ise kendisiyle oyalanılan şeydir. Âhiret için yapılan ise, bu ikisinin de dışında kalır. Adamın birisi, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın huzurunda dünyayı yerdi. Bunun üzerine Hazret-i Ali şöyle dedi: Dünya, ona karşı doğru davrananlar için doğruluk yurdudur. Ondan anlaması gerekeni anlayan için kurtuluş yurdudur. Oradan azık edinen kimseler için de zenginlik yurdudur.

Mahmud el-Verrâk da der ki;

"Başına musibet gelse dahi, dünyanın ve onun değişip duran günlerinin ardından yergi gönderme.

Çünkü, âhiretin dünya ile kazanılması, onun şeref ve faziletini ortaya koyar."

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr de Ebû Said el-Hudrfden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dünya da mel'undur, ondaki herşey de mel'undur. Ancak ondaki Allah'ı zikretmek, veya Allah'ı zikretmeye götüren şey müstesnadır. Alim ve ilim öğrenen ecirde ortaktırlar. Sair insanlar ise sıradan ayak takımıdır, onlarda hayır yoktur." Bunu, Tirmizî de Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ve: Hasen, garib bir hadîstir demiştir. Tirmizî, Zühd 14; İbn Mâce, Zühd 3. Ancak "Sair insanlar..." kısmı yok. Bu kısım, Dârimî, Mukaddime 32’de 329. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: "Allah'a yalnızca dünyada asi olunması ve Allah'ın nezdinde bulunan mükâfatlara ancak dünyayı terketmekle nail olunması, dünyanın Allah nezdindeki basit değerinden kaynaklanmaktadır."

Tirmizî Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer dünya Allah nezdinde bir sivri sinek kanadı kadar bile değer taşıyor olsaydı ordan bir kâfire bir içim su dahi içirmezdi." Tirmizî, Zühd 13; İbn Mâce, Zühd 3. Şair de şöyle demektedir:

"Eğer kararlı bir kimse isen işit günlerin ne dediğini:

Çünkü onlar sana ya bir şeyi emretmekte, ya da bir şeyi yasaklamaktadır.

Dünya eğer bir kişinin dînine zarar vermezse

Artık eline geçiremediği hiçbir şey için üzülmeye değmez.

Bir sivrisinek kanadına dahi denk değildir dünya

Ne de bir uçan kuşun kanadındaki küçük bir tüy ağırlığında

Mü’min için sevap alarak Allah dünyayı kabul etmediği gibi

Yine kâfir için bir ceza olarak kabul etmemiştir."

İbn Abbâs da der ki: Bu (dünya hayatının âyette belirtildiği gibi oluşu), kâfirin hayatıdır. Çünkü o, aldanış ve batıl içerisinde dünyanın günlerini sürdürüp gider. Mü’minin hayatı ise salih ameller kapsar. O bakımdan onun hayatı oyun ve oyalanma olamaz.

Yüce Allah'ın:

"Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır" âyetinde kastedilen ise, bekası dolayısıyla cennettir, Ona ahiret denilmesi ise, bizden tehir edilmesi, yani sonraya kalmasıdır. Dünyaya bu ismin verilmesi ise bize denî (yakın) oluşundan dolayıdır.

İbn Amir "lâm" ile Ahiret yurdu ise., diye okumuştur. Bu âyetteki (âhiret yurdu) İzafette ise muzafın hazfı mukadder olup, asıl sıfat rauzafın yerine ikâme edilmiştir. İfadenin takdiri de: Ahiret hayatı yurdu" şeklindedir. Cumhûrun kıraati olan kıraatinde ise "lâm", lâm-ı ibtidâ'dır. : Yurt," mübtedâ olduğu için merfu'dur. "Âhiret" onun sıfatıdır. Haberi; ... leri için elbette daha hayırlıdır" âyetidir. Bunu da yüce Allah'ın şu âyeti pekiştirmektedir:

"İşte Biz ahiret yurdunu..." (el-Kasas, 28/83');

"Âhiret yurdu ise şüphesiz ki asıl hayat yurdu orasıdır." (el-Ankebut, 29/65) Bu iki âyette da "ahiret" kelimesi "Yurt" kelimesine sıfat olarak gelmiştir,

"Takva sahipleri"nden kasıt şirkten sakınanlardır.

"Hâlâ akıllanmayacak mısınız" anlamındaki; âyeti, hem "te" ile, hem de "ye" akıllanmayacaklar mı anlamında) okunmuştur. Yani, durumun böyle oluduğunu akledip de dünyaya karşı zahidane hareket etmiyecekler mi?

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

33

Onların söylediklerinin seni mahzun ettiğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlarmış. Fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.

Yüce Allah’ın:

"Onların söylediklerinin seni mahzun ettiğini elbette biliyoruz" anlamındaki âyette yer alan; edatının esreli olarak gelmesi, (haberinin başına) "lâm"ın gelişi dolayısıyladır.

Ebû Meysere der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanından geçerken, ona ey Muhammed dediler. Allah'a yemin olsun ki biz seni yalanlamıyoruz. Şüphesiz bize göre sen doğru söylüyorsun. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz. Bunun üzerine bu:

"Onlar aslında seni yalanlamıyorlarmış. Fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" âyeti nâzil oldu, Tirmizî, Tefsir 6. sûre 1. daha sonra da:

"Yemin olsun senden önce gelen peygamberler de yalanlanmışlardı" âyeti ile Allah onu teselli buyurdu.

"(.......) Seni yalanlamıyorlar" âyetindeki (zel harfi) hem şeddeli hem şeddesiz okunmuştur. Her iki okuyuşun da aynı anlama geldiği söylenmiştir. "Onu gizledim, sakladım" gibi. Ebû Ubeyd ise, şeddesiz kıraati tercih etmiştir. Bu Ali (radıyallahü anh)'ın da kıraatidir. Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre Ebû Cehil, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Şüphesiz ki biz seni yalanlamıyoruz. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz deyince, yüce Allah da:

"Onlar aslında seni yalanlamıyorlarmış..." âyeti nâzil oldu. Tirmizî, aynı yer.

en-Nehhâs der ki: Bu hususta Ebû Ubeyd'e muhalefet olunmuştur. Buradaki; "Seni yalanlamıyoruz" ifadesi, (zel harfi) şeddesiz olarak; diye de rivâyet olunmuştur. Bunun üzerine yüce Allah "zel" harfi şeddeli olarak: "Seni yalanlamıyorlarmış" âyetini indirdi.

Bu hususu şu rivâyet de pekiştirmektedir: Adamın birisi, İbn Abbâs'ın huzurunda; "Onlar aslında seni yalanlamıyorlarmış" âyetini şeddesiz olarak okumuş, bunun üzerine İbn Abbâs da: diyerek şeddeli okumasını düzeltmiş, Çünkü onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "el-Emîn" ismini veriyorlardı. -Şeddeli olarak- kıraatinin anlamı ise dilcilere göre seni yalana nisbet et(mi) yorlar ve söylediklerini de red et( mi) yorlar şeklindedir. Buna karşılık; şeklindeki şeddesiz okuyuş senin yalan söylediğini görmüyorlar, demektir. Nitekim bir kimsenin yalancı olduğunu gördüğünü ifade etmek için; denildiği gibi, cimri olduğu görüldüğü zaman da bunu ifade etmek için denilir. Yani, onlar eğer senin getirdiğin üzerinde düşünecek olurlarsa, senin yalancı olduğunu görmeyeceklerdir. Anlamın şu şekilde olması da mümkündür. Senin hakkında yalan söylediğini tesbit edemeyeceklerdir. Zira, bir kimseye karşı delil getirip onun yalancı olduğunu açıkladığın takdirde Onun yalancı olduğunu oıtaya koydun denilir.

Şeddeli okuyuş ise, herhangi bir delil ve bir belgeye dayanarak seni yalanlamıyorlar anlamına gelir. Buna da yüce Allah'ın:

"Fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" âyeti delâlet etmektedir.

en-Nehhâs der ki: Bu hususta kabul edilecek görüş Ebû Ubeyd'in görüşüdür. Onun getirdiği delil de bağlayıcıdır. Zira bu hadisi rivâyet eden Ali (radıyallahü anh)'dir. Onun, şeddesiz olarak okuduğu da sahih olarak sabit olmuştur, el-Kisâî de Araplardan, bir kimsenin yalan söyleyip yalanı naklettiğini bildirmek halinde; " Adamı yalanladım" tabirini kullanırlar. Bir kimsenin yalancı olduğunu haber vermek için de; "Onu yalancı bildim," denilir. ez-Zeccâc da böyle demiştir: Bir kimseye dediğin zaman, onu yalanlamış olursun. Onun bildirdiği şeyin yalan olduğunu hatırlatmak isterken de denilir.

34

Yemin olsun senden önce gelen peygamberler de yalanlanmıslardı. Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler. Onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Yemin olsun ki, (önceki) peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler" âyeti de sen de sabrettikleri gibi sabret anlamındadır.

"Onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti." Sana da vadolunduğun şey gelecektir.

"Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur" âyeti de ona gelecek yardımı açıklamaktadır. Yani, yüce Allah'ın vadettiği şeyi hiç kimse önleyemez, engelleyemez. Kimse O'nun hükmünü bozamaz, O vadinden asla caymaz ve:

"Her bir vade için yazılı bir vakit vardır" (er-Râ'd, 13/38);

"Yemin olsun Biz, peygamberlerimize ve îman edenlere... yardım ederiz" (el-Mu'min, 40/51);

"Yemin olsun ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza şu sözümüz verilmiştir: Muhakkak onlar, elbette zafere erdirileceklerdir ve şüphesiz Bizim ordumuz elbette galip geleceklerdir" (es-Sâffat, 37/171-173);

"Allah: Yemin olsun Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğim diye yazmıştır." (el-Mücadele, 58/21)

"Andolsunki, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir" âyetinde; : Sana gelmiştir" fiilinin faili gizlidir. Sana peygamberlerin haberlerinden bir haber gelmiştir, demektir.

35

Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geliyorsa, istersen yere bir menfez açıp yahut göğe de bir merdiven dayayıp onlara bir âyet getirmeye gücün yeterse (hiç durma yap). Allah dileseydi onları muhakkak hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma.

"Eğer onların yüzçevirmeleri" yüzçevirmeleri ve îman etmeyip arkalarını dönmeleri

"sana ağır geliyorsa, istersen yere bir menfez açıp" içinden geçip başka bir tarafa çıkacağın bir dehliz yapıp...

Buradaki

"menfez" anlamına gelen; (........) kelimesi ile cerboanın yuvası olarak bilinen, aynı kökten gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/3. ayet, 24. başlıkta,) geçmiş bulunmaktadır. "Münafık" kelimesi de buradan gelmektedir. Yine buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.

"Yahut... bir merdiven" âyeti, ona atf edilmiştir. Semaya seni yükseltecek bir araç demektir. Buradaki ifade temsilî bir ifadedir. Çünkü üzerine çıkılan merdiven o yere giden bir yoldur. Kelime olarak müzekkerdir. el-Ferrâ''nın naklettiği bu Kelimesinin müennes olduğuna dair nakli bilinen birşey değildir. Katade de der ki: Merdiven demek çıkılan basamak demektir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime; "Esenlikten" türetilmiştir. Sanki merdiven arzuladığın yere esenlikle seni götürüp teslim ettiği için bu ismi almış gibidir.

"Onlara bir âyet getirmeye" bu da öncekine atfedilmiştir, yani îman etmeleri için bunu yapmaya gücün yetiyorsa, durma bunu yap, demektir. Cevabın hazfedilmesi, işitenin bunu bilmesi dolayısıyladır.

Şanı yüce Allah, Peygamberine, îman etmedikleri için ileri derecede üzülmemesini emretmektedir. Nitekim onları kendisi hidayete getirme gücüne de sahip değildi.

"Allah dileseydi onları muhakkak hidayet üzere toplardı." Onları mü’min olarak yaratır ve tabiatları gereği îman etmelerini sağlardı. Yüce Allah, Kaderiyyenin görüşünü reddederek, onların küfre sapmalarının kendi meşîeti ile olduğunu beyan etmektedir.

Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlara ister istemez îman etmeye mecbur edecek bir âyet (mucize) gösterirdi. Fakat, O yüce Allah, aralarından îman edip iyilik işleyenlere sevap vermeyi murad etmiştir.

"Öyleyse sakın cahillerden olma." Yani, bu aşırt üzüntü ve hasretleri kendilerini ileri derecede sabırsızlığa ve helâl olmayan bir konuma iten kimselerden olma. Yani, kâfir oldular diye üzülme. O takdirde senin durumun da cahillerin durumuna yakın olur.

Şöyle de denilmiştir: Hitab ona olmakla birlikte maksat ümmetidir. Çünkü müslümanların kalpleri, insanların kâfir oluşları ve kendilerine verdikleri eziyetler dolayısıyla daralıyor idi.

36

Ancak dinleyenler kabul ederler. Ölüleri İse Allah diriltecektir. Sonra yalnız O'na döndürüleceklerdir.

Yüce Allah'ın:

"Ancak dinleyenler kabul ederler" âyetinde,

"dinleyenler" den kasıt, kulak vererek, anlayarak, hakkı isteyerek dinleyenlerdir. Bunlar işittiklerini kabul eden, bundan yararlanan ve gereğince amel eden mü’minlerdir. Bu anlamdaki açıklamaları el-Hasen ve Mücahid yapmıştır.

Burada ifade tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah:

"Ölüleri ise Allah diriltecektir" diye buyurmaktadır ki, bunlardan kasıt, el-Hasen ve Mücahid'den nakledildiğine göre kâfirlerdir. Yani kâfirler hakkı kabul etmemek ve hiçbir delile kulak vermemek bakımından ölüler gibidirler. Buradaki ölülerin öten herkes olduğu da söylenmiştir. Bunları

"Allah" hesap vermek için

"diriltecektir." Birinci görüşe göre diriltilmelerinden kasıt, Allah'a ve Rasulüne îman ederek hidayet bulmalarıdır. el-Hasen'den nakledildiğine göre ise, kasıt; ey Muhammed, -ölümün yaklaşması esnasında- dünyada başka bir çarelerinin kalmaması durumunda sana îman edinceye kadar şirklerinden diriltilmeleri (uyandırılmaları)dır.

37

"Rabbinden ona bir âyet indirilseydi ya" dediler. De ki: "Allah bir âyet İndirmeye elbette kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler."

Yüce Allah'ın:

"Rabbinden ona bir âyet indirilseydi ya dediler" âyeti ile ilgili olarak da el-Hasen şöyle demektedir; Burada şeydi ya" âyeti, meli değil miydi, anlamındadır.

Şair de şöyle demektedir:

"Ey beş parasız, iriyarı ve adi herifin oğulları, sizler en şanlı şerefli işinizi, yaşlı kocamış develeri kesmek kabul ediyorsunuz.

Silahlarını kuşanmış, miğferi ile başını örtmüş kimseyi böyle kabul etmeli değil miydiniz?"

Onların, bunca deliller ortaya çıktıktan, içinde anlatılanlar ve gayba dair bilgiler dolayısıyla bir sûresinin dahi benzerini getirmekten acze düştükleri Kur'ân-ı Kerîm ile karşılarına delilin ortaya konulmasından sonra, yine bir mucize istemeleri, onların işi yokuşa sürmelerinden başka birşey değildi.

"Fakat onların çoğu bilmezler." Yani, aziz ve celil olan Allah'ın kullarının maslahatını taşıyan âyetleri indirdiğini bilmezler. Soylarından kendisine îman edecek topluluklar geleceğini bildiği gibi O, onları kökten imha etmeyi murad etmemişti.

“Fakat onların çoğu bilmezler" âyetinin: Allah'ın bu âyeti indirmeye kadir olduğunu bilmezler, anlamında olduğu da söylenmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Onlar, kendilerini hidayet üzere, kendileri istemeseler dahi toplamasını istemişlerdi. (Yani istedikleri mucize buydu)

38

Yeryüzünde yürüyen herbir canlı ve iki kanİsmi ile uçan bütün kuşlar, ancak sizin gibi birer ümmettirler. Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra ancak Rabblerinin huzurunda toplanırlar.

Yüce Allah'ın:

"Yeryüzünde yürüyen herbir canlı..." âyetinde geçen canlı, (ed-Dâbbe)'nin anlamı ile buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu kelime, aslında (isim değil) sıfattır ve; 'den gelmektedir. İsm-i faili de; şeklindedir. Kısa adımlar ile yürümek (debelenmek) demektir.

"İki kanadıyla uçan bütün kuşlar." Âyetindeki; Kuş kelimesi, Dabbe lâfzına atfen mecrûrdur.

el-Hasen ve Abdullah b. Ebi İshâk;şeklinde mahalline atf ile merfu' olarak okumuşlardır. ise fazladan gelmiş kabul edilmiştir. İfadenin takdiri ise, her bir canlı şeklindedir. "iki kanadıylaibaresi de, te'kid ve müphemliği izale etmek için zikredilmiştir. Çünkü Araplar, kuşların dışındaki varlıklar hakkında da uçma tabirini kullanırlar. Meselâ birisine; "Bu ihtiyacım için uç" denildiği zaman, çabucak git, demek isterler. Bu nedenle burada "iki kanadıyla" ifadesi, sözkonusu olanın uçan kuş olduğu açıkça belli olsun diye zikredilmiştir. Kuştan başkası hakkında ise uçmak tabiri mecazidir.

Denildiğine göre, kuşun gövdesinin iki kanadı arasında dengeli duruşu, onun uçuşuna yardım etmektedir. Eğer bu denge olmasaydı, sağa veya sola yan yatardı. Böylelikle bize uçmanın iki kanatla gerçekleştiğini ve

"onları Allah'tan başka kimsenin tutmadığını" (en-Nahl, 16/79) bildirmiş olmaktadır.

Kanat (cenah), kuşun havada kendileri vasıtasıyla uçma imkânını bulduğu iki kanattan birinin adıdır. Cenah, aslında cihetlerden herhangi birisine meyletmek anlamındadır. Meselâ, gemi yere doğru meyledip, yere yapışıp duracak olursa, denilmesi buradan gelmektedir. İnsanın "tâir"i ise ameli demektir. Tâir uçan kuş anlamındadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

"Her insanın tairini (amelini) kendi boynuna doladık." (el-İsra, 17/13)

"Ancak sizin gibi birer ümmettirler." Yüce Allah tarafından yaratılmış oldukları, onların rızıklarını tekeffül ettiği, haklarında âdil davranması bakımından onlar da sizin gibi topluluklardır. Sizin de onlara zulmetmemeniz ve bu hususta size verilen emirleri aşmamanız gerekir.

"Dâbbe", hareket eden her şey hakkında kullanılır. Semâdakilerden söz edilmeyip yalnızca yerde hareket edenlerin sözkonusu edilmesi, insanların görüp tanıdıklarının yerdekiter oluşundan dolayıdır.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar da teşbih ve Allah'ın varlığına delalet bakımından bizim gibidirler. Yani: Ne kadar canlı ve uçan bir kuş varsa, o da yüce Allah'ı tesbih etmekte ve kâfirler üzerinde düşünecek olurlarsa, onun vahdaniyetine delâlet etmektedir.

Ebû Hüreyre der ki: Onlar da yarın diğer hayvanlar haşredilip boynuzsuz olan lehine boynuzlusundan kısas yapılacağı bakımından bize benzemektedirler. Bu kısastan sonra da yüce Allah onlara toprak olunuz, diyecektir, ez-Zeccâc'ın tercih ettiği görüş de budur. Çünkü O:

"Ancak sizin gibi birer ümmettirler" âyeti hakkında yaratılış, rızık, ölüm, öldükten sonra diriliş ve (Kıyâmette) kendilerine kısas uygulanması bakımından sizin gibidirler. Böylelikle birinci görüş de bunun kapsamına girmiş olmaktadır.

Süfyân b. Uyeyne de der ki: Yani, hayvanlardan ve kuşlardan ne kadar tür varsa, mutlaka insanlar arasında da onun benzeri vardır. İnsanlardan kimisi arslan gibi hücum eder, kimisi domuz gibi aç gözlülükle saldırır, kimisi köpek gibi ulur, kimisi tavus gibi kabarır, böbürlenir... İşte benzer olmanın anlamı budur, el-Hattabî bunu güzel bir açıklama kabul ederek şöyle der: Şüphe yok ki sen de işte bu gibi hayvan ve yırtıcı varlıklarla oturup kalkmakta, ilişki kurmaktasın. O halde, ihtiyatı elden bırakma.

Mücahid de yüce Allah'ın:

"Ancak sizin gibi birer ümmettirler" âyeti hakkında şöyle demektedir: Nasıl ki sizin kendileriyle tanındığınız isimleriniz varsa, onların da öylece kendileriyle tanındıkları isimleri bulunan sınırlar halindedirler. Bunun dışında sahih olmayan bir takım açıklamalar da yapılmıştır. Meselâ bilgi bakımından da onlar da bizim gibi imişler, onlar da haşredilecek ve cennette nimete mazhar kılınacaklarmış. Dünyada çektikleri acıların bedeli onlara verilecek, cennet ehli onların şekillerini görerek ünsiyet elde edeceklermiş.

Ancak sahih olan şu ki:

"Ancak sizin gibi birer ümmettirler" âyeti, yaratıcıya delâlet eden birer yaratık ve O'na muhtaç olan ve -sizin rızkınızın Allah tarafından verilmesi gibi- O'nun tarafından rızıklandırılan varlıklar olmaları bakımından size benzemektedirler. Süfyan'ın açıklaması da güzeldir. Çünkü onun bu açıklaması, varlık aleminde görülen bir benzetmeyi ifade eder.

Yüce Allah'ın:

"Biz, o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" âyetinde Kitap'tan kasıt, Levh-i Mahfuzdur. Yüce Allah o Kitapta meydana gelecek olayları tesbit etmiştir. Kitaptan kastın Kur'ân-ı Kerîm olduğu da söylenmiştir. Yani biz, Kur'ânda din ile ilgili olup da açıklamadık ve ona dair delilleri ifade etmedik hiçbir şeyi bırakmadık. Ya beyan edilmiş ve açıklanmış bir delâlet ile bunu yaptık, yahut da beyanı Rasulden, ya da icmâdan yahut da Kitabın nassı ile sabit olmuş kıyastan beyanı öğrenilecek mücmel bir surette açıkladık. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sana bu Kitabı herşeyin apaçık bir beyânı olmak üzere kısım kısım indirdik" (en-Nahl, 16/89);

"Biz sana bu Zikri (Kurân'ı) insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye indirdik" (en-Nahl, 16/44); "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının. " (el-Haşr, 59/7) Böylelikle yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile el-Nahl Sûresi'ndeki âyet-i kerimede açıkça zikretmediği şeyler arasından nass ile sözkonusu etmediği hususları mücmel olarak ifade etmekte, böylelikle yüce Allah'ın, Kitapta sözünü etmedik herhangi bir şeyi bırakmadığına dair delilin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. O, herbir şeyden, ya tafsilâtını zikrederek yahut da onun aslını (esasını), kıyasa temel olacak delilini zikrederek beyan etmiş, ve:

"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" (el-Mâide, 5/3) diye buyurmuştur.

Yüce Allah'ın:

"Sonra, ancak Rabblerinin huzurunda toplanırlar" âyetindeki toplanmaktan kasıt ise, Ebû Hüreyre'den gelen haberde açıklandığı gibi amellerinin karşılığını görmek için toplanacaklarıdır. Müslim'in Sahih'inde de ondan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, Kıyâmet gününde bütün haklar sahiplerine eksiksiz ödenecektir. O kadar ki, boynuzsuz koyun lehine boynuzlu koyundan kısas uygulanacaktır" Müslim, Birr 60; Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâme 2; Müsned II, 235, 301, 371, 411.

İşte bu âyet, hayvanların Kıyâmet gününde haşredileceğine delalet etmektedir. Ebuzer, Ebû Hüreyre, el-Hasen ve diğerlerinin de görüşü budur. İbn Abbâs'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir.

Kendisinden nakledilen bir rivâyette İbn Abbâs şöyle demektedir: Hayvanların ve kuşların haşredilmeleri (toplanmaları) ölmeleridir. ed-Dahhâk da bu görüştedir.

Ancak, âyetin zahiri ve bu husustaki sahih haber dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. Kur'ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır:

"Vahşi hayvanların haşredildiği (bir araya toplandığı) zaman..." (et Tekvir, 81/5) Cafer b. Birkân'ı Yezid b. el-Asam'dan, onun da Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiş: Kıyâmet gününde Allah bütün mahlukatı, hayvanları, diğer canlıları, kuşları ve herşeyi haşredecektir. O günde yüce Allah'ın adaleti, boynuzsuz hayvan lehine boynuzludan hakkın alınacağı seviyeye kadar ulaşacaktır. Daha sonra yüce Allah bunlara

"toprak olunuz" diyecektir. İşte yüce Allah'ın:

"O gün kâfir: Keşke toprak olsaydım diyecektir" (en-Nebe’, 78/40) âyetinde kastedilen budur.

Atâ der ki: Âdem oğulları ve onların içinde bulundukları rahatsızlık ve huzursuzluğu görecekleri vakit hayvanlar: Bizi sizin gibi yaratmamış olan Allah'a hamd olsun. Biz ne cenneti umuyoruz, ne de cehennemden korkuyoruz, diyeceklerdir. Yüce Allah da onlar:

"Haydi toprak olunuz" diyecektir. İşte o vakit kâfir toprak olmayı temenni edecektir.

Bir topluluk da şöyle demiştir: Âyet-i kerimede sözü geçen toplanma (haşr), kâfirler ile alakalıdır. Arada geçen diğer açıklamalar ise, mu'tariza (ara cümleleri) ve bir takım delilleri ortaya koymak sadedindedir. Hadise gelince, ondan maksat hesap, kısas (haksızlardan hakkın alınması) ve bu hususta ona verilecek ehemmiyetin ne kadar Önemli ve büyük bir İş olduğunu anlatmak için bir temsilde bulunmaktır. Tâ ki, bu temsilden herkes için bunların kaçınılmaz olduğu anlaşılsın, bundan kurtuluşun bulunmayacağı idrâk edilsin.

Onlar bu görüşlerini sahih kabul edilmeyen bir hadisin bazı mavileri tarafından nakledilen rivâyetinde yer alan şu fazlalığı zikrederek desteklerler: O kadar ki, boynuzsuz koyun lehine boynuzlusundan kısas uygulanacak, taşa niçin taşın üstüne çıktığı, sopaya niçin başka bir sopayı çiziktirdiği sorulacaktır. Bu görüşün sahipleri derler ki: İşte bundan da anlaşılmaktadır ki, bu ifadelerden kasıt, ibret alma ve dehşeti ifade edecek temsilî bir anlatımdır. Çünkü cansızlara hitapta bulunmanın (teklifi hitabı kastediyor), onların sevap almalarının ve ceza çekmelerinin aklen kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Aklı başında herhangi bir kimse de böyle bir kanaate sahip olmadığı gibi böyle bir şeyi tasallallahü aleyhi ve sellemvur eden kimse, olsa olsa ahmak ve bunaklar arasında sayılır. Derler ki: Çünkü kalem (yapılanlardan sorumluluğun kaydedilmesi) onlar hakkında cereyan etmez. Dolayısıyla sorumlu tutulmaları da mümkün değildir.

Derim ki: Sahih olan, Ebû Hüreyre'den nakledilen Hadîs-i şerîf dolayısıyla birinci görüştür. Her ne kadar ahkâm konularında onlar hakkında da kalemin cereyanı (mükellefiyet ve sorumluluk) sözkonusu değilse bile, aralarındaki hususlarda sorumlu tutulacaklardır.

Ebû Zer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın huzurunda iki koyun birbirleriyle toslaştı,

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zer bunların ne için toslaştıklarını biliyor musun"? Ben, hayır dedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Fakat yüce Allah bilir ve ikisi arasında hüküm verecektir." Müsned, V, 162, 173.

Bu da açık bir nastır. Bu hususlara dair daha geniş açıklamalarımız "et-Tezkira bi Ahvâli'l -Mevta ve Umuri'l Âhirâ" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

39

Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklarda kalmış sağırlardır, dilsizlerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar.

Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimizi yalanlayanlar... sağırlardır, dilsizlerdir" âyeti, mübtedâ ve haberdir. Yani bunlar, kulak ve gözleriyle yararlanma imkânını kaybetmişlerdir. Hayvanlardan ve diğerlerinden herbir ümmet kendi menfaatine olan şeylere yol bulabildiği halde, kâfirler bunlara yol bulamamaktadır. Bu hususa dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Karanlıklarda" âyetinden kasıt ise küfrün karanlıklarıdır. Ebû Ali der ki: Buradaki "sağırlık ve dilsizliksin âhiretteki sağırlık ve dilsizlik olması mümkündür. O taktirde bununla, mecaz sözkonusu olmaksızın hakikat anlamı kastedilmiş olur.

"Allah dilediğini saptırır." Bu, Şanı yüce Allah'ın kâfirin sapmasını irade etmiş olduğunu ve onun hakkında adaletinin uygulanması için dilediğini göstermektedir. Nitekim yüce Allah'ın:

"... dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar" âyeti de buna işaret etmektedir. Yani, böylesi hakkında da lütfunu uygulamak için onu İslâm dini üzere tutar. Bu ifadeler Kaderiyye mezhebini iptal etmektedir.

Meşiet (dilemek), yalanlayanlar ile ilgilidir. Bu yalanlayanlardan, Allah kimisini saptırır, kimisini de hidâyete erdirir.

40

De ki: "Bana söyleyin eğer size Allah'ın azâbı gelirse yahut size kıyâmet gelip çatarsa Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Şayet doğru kimseler iseniz (bana söyleyin)."

Yüce Allah'ın:

"Deki: Bana söyleyin...." âyetinde Nâfi', iki hemzeyi de tahfif ile okumuştur, O, buradaki birinci hemzenin harekesini kendisinden önceki harfe verirken, ikincisinin de harekesini belli belirsiz okur. Ebû Ubeyd'in ondan naklettiğine göre, hemzeyi kaldırır ve onun yerine elif okurdu. en-Nehhâs der ki: Ancak, Arapça bilginlerine göre bu, onun hakkındaki yanlış bir kanaattir. Çünkü burada "yâ" harfi sakin, "elif de sakindir. îki sakin ise bir araya gelmez.

Mekkî der ki: Verş'den onun hemzeyi elife değiştirdiği (ibdâl ettiği") rivâyet edilmiştir. Çünkü ondan gelen rivâyete göre, ikinci hemzeyi med ile okur. Med ancak ibdâl ile mümkün olabilir. Bedel ise, usulün bir fer'idir. Aslolan ise hemzenin üstün harekeli hemze ile elif arasında okunmasıdır. Verş'in dışında ikinci hemzeyi tahfif ile okuyan herkesin kıraati de bu şekildedir. Kendisinden sonraki harf sakın olmakla birlikte hemzede ibdalin câiz oluşunun güzel görünmesi, birinci harfin med ve lîn harfi oluşu dolayısıyladır. Sakin harf ile birlikte yapılan med ise ikinci sakinin söyleyişine vasledilen bir hareke durumuna gelir.

Ebû Amr, Âsım ve Hamza ise, kelimesinde her iki hemzeyi tahkik ile okumuşlar ve kelimeyi aslı üzere telaffuz etmişlerdir. Çünkü bu kelimede aslolan hemzeyi okumaktır. Çünkü baştaki soru hemzesi 'deki hemzenin başına gelmiştir. Görüldüğü gibi buradaki hemze de aynu'l-fiil (fiil kökünün ikinci harfidir) "Yâ" harfi ise merfu' muttasıl zamirin bitişmesi dolayısıyla sakindir.

Îsa b. Ömer ve el-Kisâî, ikinci hemzeyi hazfederek; diye okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Arapça'da bu uzak bir ihtimaldir. Ancak şiirde caizdir. Araplar: Zeyd'in durumunun ne olduğunu bir gördün mü? derler ve hemzeyi açıkça telâfuz ederler, hazf etmezler.

Basralıların kanaatine göre ise, (sondaki) "kefile mîm" harfleri hitab içindir. Dolayısıyla bu harflerin İ'rabtan payları (mahalleri) yoktur. ez-Zeccâc'ın tercihi de budur. Ancak, el-Kisâî, el-Ferrâ' ve diğerlerinin görüşüne göre, buradaki "kef ile mîm", görme işinin üzerlerinde cereyan etmesi dolayısıyla nasb mahallindedir. Manası da; kendinizi gördünüz mü? şeklindedir. Eğer bu iki harf -te'kid için fazladan olmak üzere- hitab için gelmiş ise, o takdirde "Size... gelirse" âyetindeki; (al) ...se, "görmek" fiilinin mef'ûlü olarak nasb mahallinde olur. Eğer nasb mahallinde bir isim ise, o takdirde (.......)'de ikinci mef'ûl yerine geçer. Birinci açıklamaya göre buradaki "görmek" tek bir mef'ûte teaddisi (geçiş yapması) dolayısıyla göz ile görmekten gelir. Buradaki görmek, ilim (bilmek) anlamında kabul edilirse, o takdirde iki mef ûl alır.

Yüce Allah'ın:

"Yahut size kıyâmet gelip çatarsa" âyeti, yahut size kendisi için diriltileceğiniz kıyâmet saati gelecek olursa... demektir. Bundan sonra da:

"Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız. Şayet doğru kimseler iseniz" diye buyurmaktadır.

Âyet-i kerîme, kendisinin bir yaratıcısı olduğunu kabul eden müşriklere karşı getirilen bir delildir. Yani sizler, sıkıntılı zamanlarınızda Allah'a dönmektesiniz. Bu böyle olduğu gibi kıyâmet gününde de O'na döndürüleceksiniz. O halde bu rahatlık döneminizde ne diye şirk koşmakta ısrar ediyorsunuz? Çünkü onlar, bir taraftan putlara ibadet ediyor, bir taraftan azâbın üzerlerinden giderilmesi için de Allah'a dua ediyorlardı.

41

Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir, siz de şirk koştuğunuz şeyleri unutursunuz.

Yüce Allah'ın:

"Hayır, siz O'na yalvarırsınız" âyetindeki; birinci hususun kabul edilmediği, geçerli olmadığını (idrâb) anlatmakta, ikincisinin ise vacib olduğunu ifade etmektedir. (Yani, Allah'tan başkasını çağırmıyor, Allah'a dua ediyorsunuz).

"Yalnız O'na" âyeti

"Yalvarırsınız" âyeti ile nasb edilmiştir.

"O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir." Yani, üzerinizden giderilmesi için dua ettiğiniz o sıkıntıyı dileyecek olursa, açar ve giderir "sîz de şirk koştuğunuz şeyleri unutursunuz."

Denildiğine göre şirk koştuklarını unutmaları azâbın gelişi halinde sözkonusu olur. el-Hasen der ki: Yani, o şirk koştuğunuz şeylere, unutan bir kimsenin aldırış etmediği gibi, aldırış etmezsiniz. Zira onun tarafından kurtarılacağınıza dair ümidinizi kesmiş olacaksınız. Çünkü, o şirk koştuğunuz şeyde bir zarar, ya da bir faydanın size gelmesi umulamaz. ez-Zeccâc der ki: Buradaki anlamın: "Şirk koştuklarınızı unutursunuz" şeklinde olması da mümkündür. en-Nehhâs der ki: Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz, bundan önce Âdem'e vahyettik de o da unuttu" (Tâ-Hâ, 20/115) âyetini andırmaktadır.

42

Yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere Biz nice peygamberler gönderdik. Onları, yalvarırlar diye darlığa ve sıkıntıya uğrattık.

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere Biz nice peygamberler gönderdik" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir tesellidir. Bu âyette hazf edilmiş bir takım kelimeler vardır. Yani, Biz senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. (Âyette lafzen olmamakla beraber siyakından anlaşıldığı için mealde bu ayrıca hazf edilmemiştir). Yine bunda âyetin zahirinin delalet ettiği bir başka hazf edilmiş ifade vardır ki, onlar da yalanladılar, Biz de onları azâb ile yakaladık, takdirindedir.

Bu âyet-i kerimenin, önceki âyet ile ilişkisi bir halin bir hal ile olan ilişkisi gibidir, ona oldukça yakındır. Şöyleki, bu kavimler peygamberlerine muhalefet yolunda, kendilerinden önceki kavimlerin kendi peygamberlerine muhalefet yolunda izledikleri aynı yolu izlediler. O halde bunlar da kendilerinden öncekilere nâzil olan belâ ve musibetlerin bir benzerinin başlarına inmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar.

"Darlık"dan kasıt, maldaki musibetlerdir.

"Sıkıntı"dan kasıt ise bedenlerdeki musibetlerdir. Çoğunluğun görüşü budur. Kimi zaman bunların biri ötekinin yerine de kullanılabilir. Şanı yüce Allah kullarım darlıkla sıkıntıyla ve dilediği herşeyle te'dip eder. Çünkü O,

"yaptığından sorumlu tutulamayandır." (el-Enbiya, 21/23)

İbn Atiyye der ki: Abid kimseler kendilerini, mallarını dağıtmak suretiyle darlıkla, bedenlerini de açlık ve çıplaklık ile sıkıntıya sokmak suretiyle te'dip hususunda bu âyeti delil göstermişlerdir.

Derim ki: Bu âyeti bu uygulamalara asli bir dayanak olarak almak, bunu böyle anlayan ve böyle uygulayanların bilgisizliklerini ortaya koymaktadır. Çünkü âyet-i kerimede sözü geçen durum, bu yolla kendilerini mihnete sokmak istediği kullarından dilediği kimselere bir cezadır. Bizim ise bu âyete kıyas ile kendimizi mihnetlere sokmaya ve mükâfatlandırmaya kalkışmamız câiz değildir. Çünkü, bizim nefislerimiz sırtlarında keramet yurduna (cennete) ulaştığımız ve onun vasıtasıyla Kıyâmet gününün dehşetlerinden kurtuluşa erdiğimiz bineklerimizdir. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber, hoş olan rızıklardan yiyin ve salik amel işleyin" (el-Mu'minûn, 23/51);

"Ey îman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin." (el-Bakara, 2/267) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin..." (el-Bakara, 2/172)

Böylelikle yüce Allah, mü’minlere bizzat peygamberlere lütab ettiği şekilde emir vermiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashâbı da güzel ve temiz şeyleri yer, en güzel elbiseleri giyer, onlarla süslenirlerdi. Onlardan sonra gelen tabiin de böyleydi ve bu böylece sürüp gitti. Nitekim daha Önce el-Mâide Sûresi'nde (5/88. âyetin tefsirinde) geçti ve ileride elbise giyinmenin ve diğer hususların hükmü ile alakalı el-A'raf Sûresi'nde (7/32. âyet, 1. başlık ve devamında) gelecektir.

Eğer durum bunların iddia ettiği ve delil gösterdikleri gibi olsaydı, şanı yüce Allah'ın ekinlerle, güzel bahçelerle bütün meyve mahsul ve bitkilerle, Allah'ın bize müsahhar kıldığı ve etlerinden yemeyi, sütlerinden içmeyi, yünleriyle ısınmaya -ve buna benzer bize lütfettiğini bildirdiği diğer hususları- zikretmesinin bunları bize müsahhar kılmış olduğunu hatırlatıp bu lütfüna dikkatimizi çekmenin büyük bir faydası olmazdı. Eğer kendi kanaatlerince kabul ettikleri yolun fazilet olduğu doğru olsaydı, elbette bunu öncelikle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın, ashâbının, onlardan sonra gelen tabiîn ve ulemânın yapması öncelikle sözkonusu olurdu. Malın fazileti, faydası ve mal toplamayı kabul edenlerin kanaatlerinin reddedilmesine dair açıklamalar Bakara Sûresi'-nin son taraflarında (2/283. âyet, 20. başlık ve devamında) önceden geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bedenlerin zayıf düşmesi korkusuyla visal: (iftarsız, sahursuz peşpeşe oruç tutmayı) yasaklamış olduğu gibi, bu gibi cahil zenginlerin kanaatlerini de reddetmek üzere malın zayi edilmesini boşa tüketilmesini yasaklamıştır. Yüce Allah'ın:

"Yalvarırlar diye" âyeti dua ederler ve zilletlerini arz ederler diye, demektir.

"Yalvarırlar," zillet demek olan 'den alınmıştır. : Yalvardı demek olup ism-i faili : Yalvaran şeklindedir.

43

Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalardı. Fakat kalpleri katılaşmıştı. Şeytan da yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti.

Yüce Allah'ın:

"Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalardı" mealindeki âyette :Bari, teşvik ifade etmektedir. Bu da fiil ile birlikte kullanılan; : ...mel) değil miydi anlamındadır.

Bu onların duayı terk edişleri dolayısıyla bir serzeniş, onların azâbın inmesi esnasında yalvarıp yakarmadıklarını haber veriştir. Bununla birlikte ihlaslı olmayan kimselerin yalvarıp yakardıkları gibi dua etmiş olmaları, yahut da azapla iç içe oldukları sırada yalvarmaya başlamış olmaları da mümkündür. Bu şekilde yalvarıp yakarmanın bir faydası yoktur. Dua hem rahatlık zamanlarında, hem sıkıntılı zamanlarda emrolunmuştur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki, Ben de duanızı kabul edeyim"(el-Mu'min- 40/60) Daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak Benim ibadetimden" yani duamdan "(yüzçevirerek) büyüklük taslayanlar, yakında zelil kılınmışlar olarak cehenneme gireceklerdir." (el-Mu'min, 40/60) Bu; çok ağır bir tehdittir.

"Fakat kalpleri katılaşmıştı." Sertleşti ve katı bir hal aldı. Bu küfürden ve masiyet üzere İsrar etmekten İbarettir. Allah'tan bizi esenliğe kavuşturmasını dileriz.

"Şeytan da yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti." Masiyetlerle onları kandırıp azdırmış ve masiyet İşlemeye itmişti.

44

Onlar, kendilerine hatırlatılan şeyi unutunca, Biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlere sevinince, ansızın onları tutup yakalayıverdik de ümitsiz kalıverdiler.

"Onlar kendilerine hatırlatılan şeyi unutunca..." âyeti ile ilgili olarak: Kendilerinin yaptıkları bir iş olmamakla birlikte, niye unutmaktan dolayı yerildiler, diye sorulacak olursa, cevap şudur: Burada

"unuttular", kendilerine hatırlatılan ve verilen öğüdü terkettiler, anlamındadır. Bu açıklama İbn Abbâs ve İbn Cüreyc'den nakledilmiştir. Ebû Ali'nin görüşü de budur. Çünkü, birşeyden yüzçevirmek suretiyle onu terkeden kimse, o şeyi unutmuş olduğu bir şey seviyesine indirmiş olur. Nitekim unutmayı anlatmak için de "terketmek" kullanılır.

Bir diğer cevap: Onlar, kendi istekleriyle kendilerini unutmaya maruz bıraktıkları için yerilmeleri yerindedir. Nitekim, yüce Allah'ın gazabına ve cezasına kendisini maruz bırakanların da yerilmesi o bakımdan yerinde bir iştir.

"Biz de üzerlerine herşeyin tapılarını açtık." Yani, her türlü nimet ve hayrın kapılarını açtık; bu hayırlar) onlara çok çok verdik. Arap dili bilginlerine göre İfadenin takdiri şöyledir: Onlar için kapalı bulunan her bir şeyin kapılarım Üzerlerine sonuna kadar açtık.

"Nihayet kendilerine verilenlere sevinince" azgınlaşınca, bundan dolayı böbürlenmeye başlayınca, kendilerine verilen bu nimetlerin hiç son bulmayacaklarım sanınca ve bunu yüce Allah'ın kendilerinden razı oluşuna bir delil olarak görmeye başlayınca

"ansızın onları tutup yakalayıverdik." Yani Biz, onların kökünü imha ettik, onları azabımızın zorluluğuyla yakaladık.

"Ansızın" anlamına gelen; ise, öncesinde herhangi bir emare bulunmaksızın, farkında olmadan, gafilken alıp yakalamak demektir. İnsan, farkında olmadan ve gaflet halinde iken yakalanacak olursa, : Ansızın alınmış olur. İnsana en ağır gelen de bu şekilde karşı karşıya kaldığı şeylerdir.

Şöyle de denilmiştir: Önceden geçmiş bulunan ve kendilerinin yüz çevirdikleri o hatırlatma, daha Önceki emare (yani azap ile yakalanacaklarının emaresi) yerine geçmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

: Ansızın, daha önceden de geçtiği gibi, Sîbeveyh'e göre, kendisine kıyas olunmamak üzera hal mahallinde bir mastardır.

(Bu şekilde herşeyin kapılarının üzerlerine açılması), onlar hakkında Allah'tan bir istidrac (yavaş yavaş azaba yaklaştırılmaları) kabilinden idi. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki Benim yakalamam şiddetlidir" (el-A'raf, 7/183) diye buyurmaktadır. Gazabından ve mekrinden Allah'a sığınırız.

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Yüce Allah şu:

"Nihayet kendilerine verilenlere sevinince, ansızın onları tutup yakalayıverdik" âyeti üzerinde dikkatle düşünene rahmetini ihsan elsin. Muhammed b. en-Nadr el-Harisî der ki: Bu gibi kimselere yüce Allah yirmi yıl mühlet vermişti. Utbe b. Âmir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yüce Allah'ın kullara masiyet işlemelerine rağmen dilediklerini verdiğini görecek olursanız, biliniz ki bu, O'nun tarafından onlar için bir istidracdır." Daha sonra da:

"Onlar kendilerine hatırlatılan şeyi unutunca..." âyetini tamamen okudu Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, X, 125-126.

el-Hasen der ki: Allah'a yemin olsun ki, Allah bir kimseye dünyada bir bolluk verecek olursa, o da bu bolluk ile kendisine karşı bir mekrin (imtihanın) olabileceğinden korkmayacak olursa, mutlaka ameli azalır ve re'yinde acizlik başgösterir. Allah, eğer bu dünya nimetlerini bir kimseye vermeyip kısar da o kimse bunun dünyada kendisi için daha hayırlı olduğu kanaatine sahip olmazsa, yine mutlaka ameli azalır ve re'yinde acizlik başgösterir.

Haberde nakledildiğine göre, yüce Allah Mûsa (aleyhisselâm)'a şunu vahyetmiş: "Fakirliğin sana doğru geldiğini görecek olursan, salihlerin şiarına merhaba de. Zenginliğin sana doğru geldiğini görecek olursan İşte bu, cezası dünyada iken (acilen) verilen bir günahtır de,"

Yüce Allah'ın:

"Ümitsiz kalıverdiler" âyetinde, ümitsiz anlamına gelen; kelimesi, kötü durumu nedeniyle karşı karşıya kaldığı sıkıntının fazlalığından ötürü doğru dürüst cevap veremeyecek hale düşen, hayırdan yana ümidini kesmiş, üzülmüş, afallamış kimse demektir. el-Accâc der ki:

"Ey arkadaş! Sen, deve pisliklerinin üst üste kerme haline geldiği

yıkık yer ve harabeleri tanır mısın? Evet tanırım dedi ve bundan dolayı dehşetini izhar etti."

Yani, gördüğünün dehşetinden şaşkınlığını ortaya koydu, işte "İblis" ismi de buradan türetilmiştir.

".......: Sustu," demektir. Bu fiil, dişi deve hakkında kullanıldığında erkek deveyi aşırı derecede arzulaması dolayısıyla sesini çıkarmaması halini anlatır. Bu durumdaki dişi develere de denilir.

45

Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi. Âlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun.

Yüce Allah'ın:

"Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi" âyetindeki ": Son" demektir.

Bir topluluğun sonuncusu olarak en arkada gelen kimseyi ifade etmek üzere denilir. Abdullah b. Mes'ûd yoluyla rivâyet edilen hadiste de şöyle denilmektedir; "İnsanlar arasında namaza ancak en son vaktinde yetişenler vardır." İbnu'l Ashâb, en-Nihâye, II, 97, Yani, vaktin sonunda namazını kılan vardır. Burada bu âyetin anlamı ise, soylarını kesmesi, onların yerine başkalarını getirmesi ve onlardan geriye kimsenin kalmaması demektir. Kutrub der ki: Burada onların kökten imha edilip helâk edildiklerini anlatmaktadır. Umeyye b. Ebi Salt da der ki:

"En sonuncularını dahi imha eden bir azapla helâk olundular

Ne onu geri çevirebildiler, ne de onlara yardım olundu."

"Tedbîr" kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü tedbir, işin âkibetini sağlama bağlamak için çalışmak demektir.

"Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun." Denildiğine göre bu hamd, zâlimler topluluğunun helâk edilmeleri dolayısıyladır. Allah'a nasıl hamd edeceklerinin mü’minlere öğretilmesi için olduğu da söylenmiştir. Bu âyet, beraberinde kökün kesilmesini getirdiği, ebedi azaba götürdüğü ve övmek vasfına sahip herkesin övgüsünün kesilmesini gerektirdiği için zulmün terk edilmesinin vacib olduğuna dair delili de ihtiva etmektedir.

46

De ki: "Bana söyleyin. Eğer Allah sizden işitmenizi ve gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne mühür vursa, Allah'tan başka onları size geri verecek İlah kimdir?" Bak, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz da, sonra onlar yüzçeviriyorlar?

"De ki: Bana söyleyin; eğer Allah sizden işitmenizi ve gözlerinizi alsa."

Bunları giderse ve yaptıkları işi ortadan kaldırsa.

Burada

"işitme" nin tekil gelişi çoğula delâlet eden mastar oluşundan dolayıdır.

"Kalplerinizin üstüne mühür vursa." Âyetine dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

": ...se, sa"nin cevabı hazf edilmiş olup: Size bunları geri getirecek olan kimdir? takdirindedir ve nasb mahallindedir. Çünkü bu, hal mahallindedir. Konuşma esnasında; ": Çıkarsa onu vur," demeye benzer. Maksat ise hal anlamında, çıkması halinde vur demektir.

Diğer taraftan şöyle açıklanmıştır: Burada maksat, bu organların yaptıkları işlerdir, görevleridir. Şanı yüce Allah hem azaları, hem de bu azaların gördükleri İşleri yok edip geriye bunlardan hiçbir şey bırakmayabilir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmeden..." (en-Nisâ, 4/47.) Âyet-i kerîme, kâfirlere karşı bir delildir.

"Allah'tan başka onları size geri verecek ilâh kimdir?" âyetinde; : Kim, mübtedâ olarak merfu'dur. : İlah lâfzı onun haberidir. ". ... dan başka" ise onun sıfatıdır.

Aynı şekilde

": Size geri verecek" de

"ilâh" lâfzının sıfatı olarak ref mahallindedir. Bu ise istifham (soru) şeklindedir. Bu istifhamın bir parçasını teşkil ettiği cümle ise

"söyleyin" anlamı verilen; 'nin iki mef'ûlü mahallindedir.

": Bana söyleyin", bunu biliyorsunuz, bildiniz mi anlamındadır. Zamirin raci olduğu şeyler çoğul olmakla birlikte; ": Onu" (mealde Onları)'nin tekil gelmesinin sebebi ise, kastedilen şeylerin alınacak şeyler olan (işitme ve görmeler) olduğundan dolayıdır. İşte buradaki tekil zamir, bu sözü edilenlere râcidir. Yalnızca açıkça zikredilmiş ve tekil olarak gelen "işitme"ye râci olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Allah'a ve Rasulüne gelince, onu (ikisini) razı etmeleri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) Gözler ve kalpler ise, bu zamirin mercii kapsamına, bunların da muhtevalarının delâleti ile girmektedir.

"Allah'tan başka onları size geri getirecek ilâh kimdir?" âyetinde, geri getirilecekleri kastedilen sözü edilenlerden birisi olduğu söylendiği gibi; mananın; ihtiva ettiği hidâyet verecek kimdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Abdurrahman b. el-A'rac ": Onları... bak" şeklinde "he" harfini aslı üzere ötreli olarak okumuştur. Çünkü aslolan bu "he" harfinin ötreli okunmasıdır. ", Onunla geldim" ifadesinde olduğu gibi.

en-Nekkâş der ki: Bu âyet-i kerimede gerek burada, gerekse de bir başka âyette, işitmenin görmekten daha faziletli oluşuna bir delil vardır. el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında yeterli açıklamalar yapılmıştır. (2/7. âyet, 7. başlıkta)

"Âyetlerin tasrif edilmesi" türlü türlü açıklanması ise, ileri sürecek herhangi bir mazeret bırakmamak, uyarmak, terğîb (teşvik), terhib (korkutmak) ve buna benzer değişik şekillerde âyetleri açıklamak demektir.

"Sonra onlar yüzçeviriyorlar." İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, Katade ve es-Süddî, (......) yüzçevirmek diye açıklamışlardır. Birşeyden yüzçevireni anlatmak üzere, ........ denilir. Tesadüf ve müsadefe de onun cihetinden yüzçevirmek halinde o kimseyle karşılaşmak demektir. İbnü'r-Rikaâ' der ki:

"O kadınlar bir söz naklettiler mi, en güzelini söylerler,

Ve onlar sakınılması gereken her türlü kötülükten yüz çevirenlerdir."

Deve hakkında "sadef" ise, ön ya da arka ayağının olmaması gereken tarafa kaymasıdır. Âyet-i kerimede geçen "yüzçevirmeleri" ise, kendilerine karşı getirilen delil ve belgelere iltifat etmeyip yan çizmeleri, onlardan yüzçevirmeleri demektir.

47

De ki: "Bana söyleyin; eğer Allah'ın azâbı size ansızın yahut açıktan açığa gelip çatsa, zâlimler topluluğundan başkası helâk olur mu?"

Yüce Allah'ın: "De ki: Bana söyleyin. Eğer Allah'ın azâbı size ansızın, yahut açıktan açığa gelip çatsa" âyeti hakkında el-Hasen der ki: "Ansızın", geceleyin demektir. Açıktan açığa da gündüzün demektir. Buradaki ansızın, sözlük anlamında kullanıldığı da söylenilmiştir. el-Kisâî der ki: Bir topluluk herhangi bir durum ile "ansızın" karşılaşacak olurlarsa bu kelime kullanılır ki, buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunuyor.

"Zâlimler topluluğundan başkası helâk olur mu?" Bunun bir benzeri de; "fasıklar topluluğundan başkası helâk edilirmi ki" (el-Ahkâf, 46/35) âyetidir. Yani siz, şirkinizden başka bir sebep dolayısıyla helâk edilir misiniz. Burada zulüm, şirk anlamındadır. Nitekim Hazret-i Lukman oğluna:

"Oğulcağızım Allah'a şirk koşma. Çünkü muhakkak şirk çok büyük bir zulümdür." (Lukman, 31/13) demiştir.

48

Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim îman edip ıslâh ederse, onlara korku yoktur, onlar üzülmezler de.

Yüce Allah'ın:

"Biz, peygamberleri " tergîb ve terhîb (teşvik ve korkutma) ile "ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz." el-Hasen der ki: Dünyada geniş rızıkla, âhirette de sevap ve mükâfat ile müjdeleyiciler olarak, demektir. Buna da yüce Allah'ın şu âyeti delildir;

"Eğer o ülkeler halkı îman edip de sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık."(el-A'râf, 7/96)

 

"Uyarıcılar" inzâr ediciler âyeti ise, Allah'ın cezası ile korkutucular, demektir. Yani, Biz peygamberleri bu maksatla, bunun için gönderdik. Yoksa, onlara getirmeleri teklif edilen mucizeler için değil. Onlar, ancak getirdiklerinin belgelerini teşkil edecek ve doğruluklarını ortaya çıkaracak âyetler (mucizeler) getirirler.

Yüce Allah'ın:

"Artık kim îman edip ıslah ederse, onlara korku yoktur, onlar üzülmezler de" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

49

Âyetlerimizi yalanlayanlara -fasıklık edip durdukları için- azâb dokunacaktır.

Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimizi yalanlayanlara" âyeti, Kur'ân'ı ve mucizeleri yalanlayanlara diye açıklandığı gibi, Muhammed (salât ve selâm ona)'i yalanlayanlara.....diye de açıklanmıştır.

"Fasıklık edip durdukları için" yani, kâfir oldukları için.

"Azâb dokunacaktır" isabet edecektir, gelip çatacaktır.

50

De ki: "Ben size yanımda Allah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben, gaybı da bilmem. Ben size hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?"

Yüce Allah'ın:

"De ki: Size yanımda Allah'ın hazineleri vardır demiyorum" âyeti, onların söyledikleri bildirilen:

"Rabbinden ona bir âyet indirilseydi ya" (el-En'âm, 6/37) sözlerine bir cevaptır. Yani, Allah'ın kudretinin hazineleri yanımda değildir ki, teklif etmiş olduğunuz âyetleri İndirebileyim. Gaybı da bilmiyorum ki, size gayba dair haber vereyim.

Hazinelerin çoğulu olan: İçinde herhangi bir şeyin saklandığı yer" demektir. Şu hadiste de bu kökten kelimeler geçmiş bulunmaktadır:

"Sizden herhangi bir kimse, izni olmaksızın başkasına ait bir davarı asla sağmasın. (Hadisin bu bölümü Kurtubî tarafından alınmamıştır). Çünkü onların davarlarının memeleri onlara yiyeceklerini depolamaktadır. Sizden herhangi bir kimse, eşyasının saklandığı yere gidilmesini ve mahzeninin kırılmasını kabul edebilir mı?" Buhârî, Lükata 8; Müslim, Lukata 13; Ebû Dâvûd, Cihad 88; İbn Mâce, Ticarat 68; Muvatta’', İsti'zân Î7.

"Allah'ın hazineleri" ise, Allah'ın kudreti içerisinde olan her şeydir. Yani ben, sizin teklif ettiğiniz şeyler arasından istediğim herşeyi yapabilmek imkânına sahip değilim.

"Ben, gaybı da bilmem, ben size hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum." Çünkü onlar, meleklerin daha faziletli olduklarını zannediyorlardı. Yani ben, melek değilim ki, Allah'ın emri olan işlerden insanların şahit olmadığı şeylere şahit olabileyim.

Meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğunu söyleyenler bunu delil göstermişlerdir. el-Bakara Sûresi'nde (2/33. âyet, 3- başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Oraya başvurulabilir.

Yüce Allah'ın:

"Ben ancak bana vahyolunana uyarım." Âyetin zahiri şunu gerektirmektedir: O, hakkında vahiy bulunmadıkça hiçbir işi kestirip atrnazdt. Sahih olan şu ki, peygamberlerin ictihad etmeleri caizdir. Nass ile belirlenen şeylere kıyas yapmaları da caizdir. Kıyas zaten şer'i delillerden birisidir. İleride buna dair açıklamalar, el-A'raf Sûresi'nde (7/12. âyet, 3. başlıkta) geleceği gibi, peygamberlerin içtihadda bulunmalarının cevazı ile ilgili açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle Enbiya Sûresi'nde (21/78-79. âyet, 6. başlıkta) gelecektir.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Hiç görmeyenle gören bir olur mu" âyetinde kastedilenler, Mücahid'den ve başkalarından nakledildiğine göre, kâfir ile mü’mindir. Cahil ile âlimin kastedildiği de söylenmiştir.

Bu ikisinin bir olmayacağı hususu üzerinde "hiç düşünmüyor musunuz?"

51

Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları sen O'nunla uyar. Onların O'ndan başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri vardır. Olur ki sakınırlar.

"...Sen, O'nunla" yani, Kur'ân ile

"uyar."

Uyarmak (inzâr); bildirmek, haber vermek demektir. Buna dair açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"O'nunla" âyeti ile, Allah ile diye açıklandığı gibi, âhiret günü ile diye de açıklanmıştır. Özel olarak "Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanların zikredilmesi ise, bu gibi kimselere karşı getirilen delilin korkmayı daha bir gerektiriri oluşundan dolayıdır. Çünkü bunlar, Allah'ın azabından korkan kimselerdir. Yoksa, Allah'ın huzurunda toplanmaktan (hasrolunmaktan) tereddüt içerisinde bulunduklarından dolayı değil. Buna göre "korkanlar"dan kasıt, haşredilmek azabından çekinenler, bunu bekleyenler demektir. Burada "korkanlar" in bilenler anlamına geldiği de söylenmiştir. Eğer bu, müslüman ise, masiyetleri terketmesi için uyarılır. Eğer kitab ehline mensub bir kimse ise hakka tabi olması için uyarılır.

el-Hasen de der ki: Maksat mü’minlerdir. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Mü’min olsun, kâfir olsun öldükten sonra dirilişi ikrar eden herkestir. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme müşrikler hakkındadır. Yani sen onları Kıyâmet gününü hatırlatarak korkut, inzar et demektir. Ancak, birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir.

"Onların O'ndan başka" yani, Allah'tan başka

"ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri vardır." Bu, babaları olduğunu iddia ettikleri (Allah'ın) kendi kanaatlerine göre kendilerine şefaat edeceğini ileri sürdükleri yahudi ve hıristiyanların kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar:

"Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" (el-Mâide, 5/18) diyorlardı.

Aynı şekilde müşrikler de kendi putlarının Allah nezdînde kendilerine şefaat edeceklerini zannetmişlerdi. Yüce Allah, böylelikle kâfirler lehine şefaatin sözkonusu olmayacağını bildirmektedir.

Bu âyet-i kerimenin mü’minler hakkında olduğunu söyleyenler ise, bunu şöyle açıklamaktadırlar: Peygamberin mü’minlere şefaati Allah'ın izni iledir. Buna göre gerçek şefaatçi O'dur. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur:

"Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte bulunabileceklerdir" (el-Enbiyâ, 21/28);

"O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin verilenden başkasına fayda vermez" (Sebe', 34/23);

"O'nun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir." (el-Bakara, 2/255)

"Olur ki sakınırlar" yani, gelecekte takvaya ererler. Sakınmak (ittika); îman üzere sebat göstermek demektir.

52

Sırf O'nun vechini (rızasını) dileyerek sabah akşam Rabblerîne dua edenleri kovma. Onların hesabından sana birşey düşmediği gibi, senin hesabından da onlara birşey düşmez ki onları kovasın. (Kovarsan) o takdirde zâlimlerden olursun.

Yüce Allah'ın:

"... Rabblerine dua edenleri kovma" âyetinin iniş sebebi şudur: Müşrikler -Selman, Suheyb, Bilâl ve Habbâb'ı kastederek-: Biz bu gibiler ile oturmaya razı değiliz. Onları yanından kov, dediler ve hususta kendilerine bir yazı yazıp vermesini istediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yapmak istedi. Yazmak üzere de Hazret-i Ali'yi çağırdı. Fakirler kalkıp bir kenara oturdular. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. İşte Sa'd (b. Ebi Vakkas), sahih hadiste geçen: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içinden Allah'ın geçmesini dilediği şeyler geçti, şeklindeki ifadeleriyle buna işaret etmektedir ki, ileride gelecektir. (Bk. el-Kehf, 18/28. âyetin tefsiri) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir teklife meyleder gibi olması, onların ve kavimlerinin İslâm'a girmelerini ummasından dolayıdır. Diğer taraftan bunun, ashâbının elinden herhangi bir imkânı kaçırmayacağını, onların kıymetlerini azaltmayacağını görmüştü. Bu görüşe meyleder gibi olunca, yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirerek içinden geçirdiği "onları yanından uzaklaştırmaktan nehyetti. Yoksa, fiilen onları kovmuş değildir.

Müslim, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber altı kişi idik. Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Bunları yanından kov ki bize karşı bir cesaretleri olmasın, dediler. (Sa'd b. Ebi Vakkas) dedi ki: O sırada da ben, İbn Mes'ûd, Huzey kabilesinden bir kişi, Bilal ve şu anda isimlerini hatırlayamadığım iki kişi idik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içinden Allah'ın geçmesini dilediği şeyler geçti. Kendi kendisine bu hususta birşeyler belirledi. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da:

"Sırf O’nun vechini (rızasını) dileyerek sabah akşam Rabblerine dua edenleri kovma" âyetini indirdi. Müslim, Fedailu's-Sahabe 45-46; İbn Mâce, Zühd 7. İbn Mâce, bu sahabelerin isimlerini de vermektedir ki, Kurtubî, bu rivâyeti birazdan nakledecektir.

Denildiğine göre, burada geçen

"dua etmek"ten maksat, farz namazı cemaatle kılmaya devam etmektir. Bu açıklama, İbn Abbâs, Mücahid ve el-Hasen tarafından yapılmıştır. Bundan maksadın zikir ve Kur'ân kıraati olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte günün başında ve sonunda duanın kastedilmesi İhtimali de vardır. Böylelikle Allah'ın muvafakiyetini arzu ederek günlerine dua ile başlasınlar, mağfiret talebi ile günlerini dua ile bitirsinler.

"Sırf O'nun vechini dileyerek" âyetindeki "vechi"nden kasıt İtaat ve bu itaati O'na ihlâsla yapmaktır. Yani, amel ve ibadetlerini Allah için ihlasla yapmak ve bununla başkasına değil de yalnızca O'na yönelmek isteyenler, kastedilmektedir. Şöyle de açıklanmıştır. Vechi bulunmakla vasfedilen, Allah'ı dileyenler diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:

"Ve celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zatı) kalır." (er-Rahmân, 55/27) Bu da yüce Allah'ın:

"Ve Rabblerinin vechini (rızasını) umarak sabredenler" (er-Ra'd, 13/22) âyetini da andırmaktadır.

Özel olarak,

"sabah ve akşam" in zikredilmesine gelince, genel olarak insanlar bu iki vakitte yoğun bir şekilde işlerle uğraşırlar. Meşguliyeti sırasında ibadete yönelen bir kimse, boş kaldığı zamanlarda daha çok amel eder.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nâzil olmasından sonra;

"Sabah akşam Rabblerine sırf O'nun vechini (rızasını) dileyerek dua edenlerle beraber sabret. Dünya hayatının, süsünü arzu edip de gözlerin onlardan başkasına kaymasın" (el-Kehf, 18/28) âyetinde, Allah'ın kendisine emrettiği şekilde onlarla beraber bulunurdu. Öncelikle onlar kalkmadıkça kendisi ilk olarak kalkmıyordu. Bu anlamdaki açıklamaları tam ve açıklanmış bir şekilde İbn Mâce Süneni'nde Habbâb b. el-Eret'ten yüce Allah'ın:

"Sırf O'nun vechini dileyerek sabah akşam Rabblerine dua edenleri kovma... o takdirde zâlimlerden olursun" âyeti hakkında şunu nakletmektedir: Temimli el-Akra' b. Habis Fezareli Uyeyne b. Hisn geldiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, Suhayb, Bilal, Ammar ve Habbab ile birlikte, mü’minlerden zayıf olanlarının bir bölümü ile oturmakta olduklarını gördüler. Bunları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın etrafında görünce, onları küçümsediler. Hazret-i Peygambere gidip onunla başbaşa kaldılar ve şöyle dediler: Biz, senin bize, Arapların bu vesileyle üstünlüğümüzü bilip tanıyacakları özel bir meclis tertiplemeni istiyoruz. Çünkü Arapların kafileleri senin yanına gelir, biz de Arapların bizleri bu kölelerle birlikte görmelerinden utanınz. O bakımdan biz yanına geldik mi, bunları yanından kaldır, gitsinler. Biz yanından ayrılıp gittik mi, arzu edersen onlarla beraber oturursun. Hazret-i Peygamber de: "Olur" dedi. Bu sefer onlar: Bu hususta bize bunu yerine getireceğine dair bir belge yaz dediler. (Habbab devamla) der ki: Bir sahife getirilmesini istedi ve Ali (radıyallahü anh)'ı da biz bir tarafta oturuyorken yazmak üzere çağırdı, Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) inip şöyle dedi:

"Sırf O’nun vechini dileyerek sabah akşam Rabblerine dua edenleri kovma. Onların hesabından sana bir şey düşmediği gibi, senin hesabından da onlara birşey düşmez ki onları kovasın. O takdirde zâlimlerden olursun." Daha sonra el-Akra b. Habis İle Uyeyne b. Hısn'dan söz ederek şöyle dedi:

"Biz böylece onların bir kısımını diğer bir kısmı ile denedik ki:

"Allah aramızda bunlara mı lütfetti" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" (el-En'âm 6/53) Daha sonra şöyle dedi:

"Âyetlerimize îman edenler, sana geldiklerinde onlara de ki: Selam sizlere. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı". (el-En'am, 6/54) (Habbab devamla) der ki: Bunun üzerine biz de ona o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizi üzerine koyduk. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bizimle beraber otururdu. Kalkmak istedimi kalkar ve bizi bırakırdı. Bu sefer yüce Allah:

"Sabah akşam Rabblerine sırf O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle beraber sabret Dünya hayatının süslerini arzu edip de gözlerin onlardan başkasına kaymasın" ve onları bırakıp soylularla oturmayasın "kalbine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz" bununla Uyeyne ve Akra'ı kastediyor,

"heva ve heveslerine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme" (el-Kehf, 18/28) âyetini indirdi." Burada "haddi aşmak"tan kasıt ise helâk olmuş kimse demektir. (Habbab devamla) der ki: Bununla Uyeyne ve Akra'nın durumunu kastetmektedir. Daha sonra kendilerine bu iki adamın misali ile dünya hayatının misalini verdi. Habbab (devamla) der ki: Bunun üzerine biz de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile otururduk. Nihayet onun kalkıp gideceği vakit gelince, biz de o da kalkıp gitsin diye kalkar ve onu bırakırdık.

İbn Mâce bu hadisi, Ahmed b. Muhammed b. Yahya b. Said el-Kattân'dan rivâyet etmiştir. Ahmed b. Muhammed dedi ki: Bize, Amr b. Muhammed el-Ankazî anlattı. Bize, Esbağ es-Süddî'den anlattı. O, Ebû Said el-Ezdî'den -ki, Ezdi ilerin en iyi Kur'ân okuyucuları idi- o da Ebû'l-Kenûd'den, o da Habbab'dan... diye nakletti. İbn Mâce, Zühd: 7.

Bunu, ayrıca Sa'd'dan da şöylece rivâyet etmektedir: Bu âyet-i kerîme biz altı kişi hakkında nâzil olmuştur. Benim, İbn Mes'ûd'un, Suheyb'in, Ammar'ın, Mikdâd ve Bilal'in hakkında. (Devamla) Sa'd dedi ki: Kureyşliler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Gerçek şu ki biz bunlara tabi olmaya razı olamıyoruz. O bakımdan onları yanından kov, dediler. (Sa'd) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın,kalbine bundan dolayı yüce Allah'ın girmesini dilediği şeyler girdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"... sabah akşam Rabblerine dua edenleri kovma" âyetini indirdi. İbn Mâce aynı yer.

Burada

"sabah" anlamına gelen kelime, diye de okunmuştur. Yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair açıklamalar el-Kehf Sûresi'nde (18/28. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Yüce Allah'ın:

"Onların hesabından sana birşey düşmediği gibi..." âyeti, onların cezalarından, ihtiyaçlarının karşılanmasından, azıklarından sana birşey düşmez, demektir. Yani, onların amellerinin karşılığını vermek de rızıklarını vermek de Allah'a aittir. Senin de amelinin karşılığını vermek, rızkını vermek yine Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil.

Bu âyetteki ilk teb'îz (kısmîlik bildirmek) içindir, ikincisi ise te'kid için fazladan gelmiştir, Aynı şekilde

"... gibi, senin hesabından da onlara birşey düşmez" âyeti de böyledir. Yani, durum böyle olduğuna göre, sen de onlara yönel, onlarla otur, din ve fazilet bakımından onların durumunda olmayan kimselerin hatırına riâyet ederek onları kovmaya kalkışma. Böyle birşey yapacak olursan, zalim olursun.

Hazret-i Peygamber kendisinden böyle bir şey vuku bulmasından münezzehtir. Ancak, bu âyet hükümleri beyan etmekte ve müslümanlar arasından onlardan başka herhangi bir kimseden benzeri bir davranış ortaya çıkmasın diye gelmiştir. Bu âyet, (bu yönüyle) yüce Allah'ın:

"Eğer şirk koşarsan, yemin olsun ki, muhakkak amelin boşa çıkar..." (ez-Zümer, 39/65) âyetine benzemektedir. Yüce Allah onun hiçbir şekilde şirk koşmayacağını ve dolayısıyla amelinin de boşa çıkmayacağını elbette ki biliyordu.

"... ki, onları kovasın" âyeti, hesabın düşmeyeceğini bildiren nefyin cevabıdır. " O takdirde zâlimlerden olursun" âyetinde fiil nehyin cevabının başına gelen "fe" ile nasb edilmiştir. Yani: Rabblerine dua eden kimseleri kovma. O takdirde zâlimlerden olursun. Hem senin hesabından onların üzerine birşey düşmez ki onları kovasın. Bu, takdim ve tehire göre ifadelerin dizilişini göstermektedir.

Zulüm, asıl anlamı itibariyle, birşeyi olması gereken yerinden başka bir yere koymaktır. Buna dair açıklamalar, yeteri kadar önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 13- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

Bu âyet-i kerimeyle Hadîs-i şerîfin kuvvetle ifadelerinden anlaşıldığına göre; herhangi bir kimsenin makam, mevki ve elbisesi dolayısıyla ta'zim edilmesi yasak olduğu gibi, bir başkasının fakirliği, elbisesinin de kötülüğü dolayısıyla hakir görülmesi de aynı şekilde yasaktır.

53

Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile denedik ki: "Allah aramızdan bunlara mı lütfetti" desinler diye. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

"Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile denedik." Yani, bu şekilde senden Önce denediğimiz gibi bunları da böylece denedik. Denemek (anlamını verdiğimiz fitne); sınamak demektir. Yani Biz onlara, denenenlere yapılan muamele gibi muamelede bulunduk-

": Ki--, desinler diye" âyeti anlamındaki "lâm" ile nasb edilmiştir. Diyecek olanlar eşraf ve zenginlerdir.

"Allah aramızdan bunlara mı lütfetti" diye kastedilenler de zayıf ve fakirlerdir. en-Nehhâs dedi ki: Bu, anlaşılması zor (müşkil) âyetlerdendır. Çünkü, şöyle denilebilir: Nasıl denendiler ki, bu âyet-i kerimede geçen sözü söylesinler? Çünkü, eğer onlar bu sözü inkâr yoluyla söylemiş iseler, bu onların kâfir olduklarını ortaya koymaktadır.

en-Nehhâs'ın bu sorusuna iki şekilde cevap verilebilir. Birinci cevap, bunun anlamı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nezdinde aynı mertebede tutulmaları suretiyle zenginlerin fakirlerle denenmeleridir. Ve böylelikle onlar, inkâr yollu değil de, sorup öğrenmek (istifham) maksadıyla:

"Allah aramızdan bunlara mı lütfetti" desinler diye bu sınama yapılmıştır.

Diğer cevap: Onlar, bu şekilde sınanmalan üzerine bunun sonucunda böyle bir sözü inkâr kastı ile söyleyecek noktaya kadar vardılar. O takdirde bu âyet, yüce Allah'ın şu âyetini (bu yönüyle) andırmaktadır:

"Fir'avun hanedanı onu aldılar ki, kendilerine düşmanlığa ve üzüntülerine sebep olsun." (el-Kasas, 28/8)

"Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" O bakımdan, kâfir olduklarını bildiği başkanlar bir yana, bu şükredenlere imanı lütfeder. Bu takrir (doğruyu söyletmek) için sorulmuş bir sorudur. Onların:

"Allah aramızdan bunlara mı lütfetti" şeklindeki sorularına da bir cevaptır.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı şöyledir: Ben, kendisini İslâm'a yönelttiğim, hidâyet verdiğim takdirde, müslümanlığa kimin şükredeceğini en iyi bilen Allah değil miyim?

54

Âyetlerimize îman edenler sana geldiğinde onlara de ki: "Selâm sizlere! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Bilin ki, içinizden kim bilmeyerek kötü bir İş işler de sonra arkasından tevbe eder, düzeltirse şüphesiz O, mağfiret ve merhamet edendir."

Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimize îman edenler sana geldiğinde onlara de ki: Selâm sizlere!" Âyetinde geçen

"selâm" selamet ile aynı anlamdadır.

"Selam sizlere" ise, Allah dininizi ve nefislerinizi esenliğe kavuştursun ve selâmete erdirsin demektir.

Bu âyet, Hazret-i Peygamberin kendilerini kovması yasaklanan kimseler hakkında inmiştir. O bakımdan Hazret-i Peygamber bunları gördü mü, öncelikle kendisi onlara selam verir ve: "Ümmetimin arasında önce benim kendilerine selâm vermemi emrettiği kimseler kılan Allah'a hamd olsun" derdi. el-Vahidi, Esbâbu Nüzûü'l-Kur'ân s, 221, İkrime'den gelen mürsel bir rivâyet olarak.

Buna göre, (âyet-i kerimede sözü geçen selâm) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından onlara verilen selamdır. Şöyle de açıklanmıştır; Bu selâm, yüce Allah tarafından onlara verilmiştir. Yani, onlara Bizim selâmımızı bildir, demektir. Her iki açıklamaya göre de onların Allah nezdindeki faziletlerine ve üstün değerlerine bir delil vardır. Müslim'in Sahih'inde Âiz b. Amr'dan nakledildiğine göre Ebû Süfyan, Selman, Suhayb, Bilal ve bir gurup kişinin yanından geçince onlar şöyle demişler: Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın yolunda cihad edenlerin kılıçları Allah düşmanının boynuna inmesi gereken yere inmedi. Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: Siz bu sözü Kureyş'in şeyhine ve efendisine mi söylüyorsunuz?. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, onların neler söylediklerini Hazret-i Peygambere haber verdi. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Ey Ebû Bekir, muhtemeldir ki sen onları kızdırmış olabilirsin. Eğer onları kızdırmış isen yemin olsun ki, Rabbini de kızdırmışsın demektir." Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir yanlarına gitti ve onlara şöyle dedi: Kardeşlerim ben sizi kızdırdım mı? Onlar: Hayır, Allah sana mağfiret buyursun kardeşimiz, dediler. Müslim, Fedâilus-Sahâbe 170; Müsned, V, 64.

İşte bu, bu âyet-i kerimenin anlamını açıklarken -beyan ettiğimiz gibi- onların üstün mevkilerine ve saygınlıklarına açık bir delildir. Bu hadisten salih kimselere gereken saygıyı göstermenin, onları gazablandıracak, yahut rahatsız edecek şeylerden uzak kalmanın gerekliliği de anlaşılmaktadır. Çünkü, bununla Allah da kızdırılmış olur. Yani, yüce Allah gerçek dostlarından herhangi birisine eziyet vereni azaplandırır.

İbn Abbâs der ki: Âyet-i kerîme, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) hakkında nâzil olmuştur.

Fudayl b. Iyâd der ki: Müslümanlardan bir grup Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Biz bir takım günahlar işledik, bizim için mağfiret dile. Hazret-i Peygamber kendilerinden yüzçevirince bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Enes b. Mâlik'ten de bunun benzeri bir rivâyet nakledilmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Rabbinde kendi üzerine rahmeti yazdı" âyeti şu demektir: O, gerçek ve doğru olan haberi ile bunu kendisine vacib kıldığını bildirdi. O'nun va'di de haktır. Böylelikle, Allah'ın kulları bir kimse birşey yazdı mı, onu kendisine vacib kılmış olduğu şeklindeki bilgilerine uygun bir şekilde hitab edilmiştir. Burada

"yazdı"nın, Levh-i Mahfuz'daki yazmak olduğu da söylenmiştir.

"Şöyle ki, İçinizden kim bilmeyerek kötü bir iş işler de" yani, kasti olmayan bir hata, bir günah işler de... Mücahid der ki: Cehaleti dolayısıyla helali haramdan ayırd edemeyip o işi işliyecek olursa... Çünkü, herhangi bir günahı işleyen herkes, o günah sebebiyle cahil olur. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/17-18. âyetler, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Dünyayı âhirete tercih eden cahildir, diye de açıklanmıştır.

"Şüphesiz O, mağfiret ve merhamet eden;" âyetinde geçen ": Şüphesiz 'i, İbn Âmir ve Âsım, hemzeyi üstün olarak okumuşlardır. Daha önce geçen "şöyleki içinizden kim... bir i; işler de" âyetinde yer alan 'ı da böyle okumuşlardır. Nafi' de burada onlara muvafakat ederek bu şekilde okumuştur. Diğerleri ise, her iki yerde de esreli olarak okumuşlardır. Bu âyeti esreli okuyanlar, isti'nâf (yeni bir cümle başlangıcı) olmak üzere böylece okumuşlardır. Bu durumda "Şöyle ki..." rahmeti açıklayıcı bir cümle olmaktadır.

Cümlelerin başına geldiği takdirde esreli okunur. "Fâ"dan sonrasının hükmü ise ibtidâ ve isti'nâf olduğundan (âyetin sonunda) bundan dolayı esreli okunmuştur.

Bunları üstün okuyanların kıraatine göre ise, birincisinin üstün okunuşu "rahmet"ten bedel olmak üzere nasb mahallinde oluşundandır. Ve bu, bir şeyin birşeyden (bedelu'l-iştimâl) bedelidir. O bakımdan bunda; .....Yazdi amel etmiştir ve şöyle denilmiş gibidir ": Rabbiniz üzerine şunu yazdı ki kim... iş işlerse."

": Şüphesiz ki O, mağfiret edendir" âyetinin üstün okunuşuna gelince, bu da iki şekilde açıklanabilir. Birincisine göre mübtedâ olarak ref mahallinde olup, haberinin de gizli olmasıdır. Şöyle buyrulmuş gibidir: Onun için şu vardır: Şüphesizki O, Gafûrdur, Rahîmdir. Çünkü "fa" harfinden sonra gelen mübtedâdır. Yani onun için Allah'ın mağfireti vardır demektir.

İkinci açıklamaya gelince, mübtedâ takdir edilir ve bu durumda; ve kendisinde amel ettiği ifadeler de bu mübtedanın haberi olur. Bunun takdiri şöyle olur: Onun işi, Allah'ın ona mağfiret edeceği şeklindedir. Bu da Sîbeveyh'in tercihidir. Sîbeveyh birinci şekli câiz görmemektedir. Ancak Ebû Hatim birinci şekli câiz kabul eder.

Şöyle de denilmiştir: : Yazdı, bunda amel etmiştir. Yani: "Rabbiniz muhakkak ki O, gafurdur ve rahimdir diye yazmıştır."

Ali b. Salih ile İbn Hürmüz ise, isti'naf olmak üzere birincisinin esreli okunduğunu, ikincisini de mübtedâ, yahut mübtedanın haberi veya az önce geçtiği üzere "yazdrnın amel ettiği bir lâfız olarak üstün ile okumuştur. Birincisini üstün okuyan -ki, o da Nafi'dir- bunu rahmetten bedel kabul etmiş, ikincisini ise "fe"den sonra olduğundan dolayı istinaf olarak (üstün) okumuşturki bu da açıkça anlaşılan (açıklanabilen) bir kıraattir.

55

Günahkârların yolu belli olsun diye âyetleri böylece açıklıyoruz.

Yüce Allah'ın:

"Âyetleri böylece açıklıyoruz" âyetinde geçen "açıklama (tafsil)," anlamları açıkça ortaya koyan beyân demektir. Âyetin anlamı da şöyledir: Biz, bu sûrede müşriklere karşı getirilecek delilleri ve tartışma usullerimizi sana geniş geniş açıkladığımız gibi, din ile ilgili gerek duyduğunuz her hususta âyetleri; aynı şekilde batıl ehlinin inkâr ettiği her hakka dair delillerimizi ve belgelerimizi size açıklıyoruz.

el-Kurtubî der ki:

"Ayetleri açıklıyoruz," Biz onları bölüm bölüm ardı arkasına açıklıyoruz. Onları bir arada ve bir defada indirmiyoruz, demektir.

"Günahkârların yolu belli olsun diye" âyetinin baş tarafında yer alan "lâm" harfinin fiiline taalluk ettiği söylenmektedir. Peki bu "lâm'ın taalluk ettiği fiil nerededir? Kûfeliler der ki, bu fiil mukadderdir.

Yani, : Biz böylece size açıklayalım diye âyetleri (ve günahkârların yolu da) açıkça belli olsun diye (açıklıyoruz).

Bu kadar ifadelerin hazfedilmiş olduğunu kabut etmeye gerek yoktur. İfadenin takdiri şöyledir: ": İşte âyetleri Biz böylece açıkladık. Onları açık açık anlattık."

Şöyle de denilmiştir: Başa "vav" harfinin gelmesi, manaya atıf içindir. Yani, hak böylelikle açıkça ortaya çıksın ve (günahkârların yolu) da belli olsun diye. (lâfzı, hem "ye" ile, hem "te" ile okunmuştur. : Yol lâfzı ise, sonundaki "lâm" harfinin ref ve nasbi ile okunmuştur. Birinci kelimenin "te" ile okunması, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olduğunu ifade eder. Yani, ey Muhammed sen, günahkârların yolunu açık seçik göresin diye... demek olur.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zaten bunu açık seçik görüyordu, diye itiraz edilecek olsa, ez-Zeccâc'a göre bunun cevabı şöyle olur. Peygambere hitap onun ümmetine hitaptır. Buna göre mana, siz (Muhammed ümmeti) günahkârların yolunu açıkça göresiniz diye, demek olur.

Eğer: Peki mü’minlerin yolunu niçin sözkonusu etmedi, diye sorulacak olursa, buna da iki türlü cevap verilir: Birinci cevap: Bu âyet, yüce Allah'ın:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler..." (en-Nahl, 16/81) kabilindendîr. Çünkü bunun anlamı sıcaktan ve soğuktan koruyacak... şeklindedir, daha sonrası hazfedilmiştir. Buna göre burada da âyetin anlamı şöyle olur: Ve mü’minlerin de yolu açıkça belli olsun diye. Daha sonra bu hazfedilmiştir. Diğer cevap: Şöyle denilir: Eğer günahkârların yolu açıkça ortaya çıkacak olursa, buna bağlı olarak mü’minlerin yolu da açıkça ortaya çıkar.

Yol (anlamına gelen sebîl); müzekker olarak da, müennes olarak da gelir. Temîmliler bunu müzekker bir kelime olarak kabul ederken, Hicazlılar müennes kabul etmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm’de de:

"Hidâyet yolunu bilseler, onu yol edinmezler" (el-A'raf, 7/146) âyetinde müzekker;

"Ne diye Allah'ın yolundan alıkoyarsınız" (Âl-i İmrân, 3/99) âyetinde de müennes olarak gelmiştir.

Aynı şekilde ": Belli olsun diye" âyeti hem "ye" hem de "te" ile okunmuştur, "Te" İle okuyuşa göre hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir.

56

De ki: "Sizin Allah'ı bırakarak ibadet ettiğinize ibadet etmem bana kesin olarak yasak edildi." De ki: "Ben, hevalarınıza asla uymam. O takdirde sapmış olurum da hidâyete erenlerden olmam."

Yüce Allah'ın:

"De ki: Sizin Allah'ı bırakarak İbadet ettiğinize ibadet etmem bana kesin olarak yasak edildi" âyetinde yer alan; ": Dua ettiğiniz" âyeti ibadet ettiğiniz anlamındadır. (Mealde olduğu gibi). Şöyle de denilmiştir: Zorlu işlerinizde ibadet kastıyla kendilerine dua ettiklerinize... Bununla da kastedilen onların taptıkları putlarıdır.

"De ki: Ben hevalarınıza asla uymam." Sizin isteğiniz olan eşyaya ibadet ve yanımdan kovmanızı istediğiniz kimseleri kovmak hususlarında hevâlarınıza uymam.

"O takdirde sapmış olurum." Hevâlarınıza uyacak olursam, haktan uzaklaşır, saparım

"da hidâyete erenlerden" yani, doğru ve hidâyet yolu üzere yürüyenlerden

"olmam."

 

": Sapmış olurum" âyetindeki "lâm" harfi hem esreli, hem üstün olarak okunmuştur ki, bunlar iki ayrı söyleyiştir. Ebû Amr b. el-Alâ der ki: "Lâm" harfinin esreli olarak okunuşu Temimlilerin ağzıdır. Yahya b. Vessâb ile Talha b. Mûsarrif in kıraati de budur. Ancak, birincisi hem daha sahih, hem daha fasihtir. Çünkü, Hicazlıların söyleyişi de böyledir, Cumhûrun kıraati de böyledir. el-Cevherî der ki: Sapmak (dalâl ve delâlet) doğruluğun (reşad)'ın zıddıdır. Bu fiil; şeklinde kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

": De ki: Eğer ben saparsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum," (Sebe', 34/50) Bu, Necidlilerin söyleyişidir, fasih olan söyleyiş de budur, el-Âl-iyeliler ise, diye söylerler.

57

De ki: "Şüphesiz ben, Rabbimden gelmiş apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, doğruyu haber verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır."

Yüce Allah'ın:

"De ki şüphesiz ben, Rabbimden gelmiş apaçık bir delil üzerindeyim." Apaçık bir delalet, kesin bir bilgi, bir belge ve bir burhana sahibim. Hevâ üzere değilim.

Hakkı açıkça ortaya koyup, onun açık seçik görünmesini sağladığından dolayı, kesin delile "beyyine" denilir.

"Siz ise onu yalanladınız" Yani, sîz o beyyineyi, apaçık delili yalanladınız. (Burada beyyineye ait ve müennes olması gereken zamirin müzekker gelmesinin sebebi, beyân (müzekker bir kelime) anlamında olduğundan dolayıdır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Paylaştırma sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunursa, ondan kendilerini rızıklandırın." (en-Nisa, 4/8) Nitekim orada (belirtilen âyet, 3- başlıkta) bunu açıkladık.

Bu zamirin "Rabb'e ait olduğu da söylenmiştir. Yani siz, Rabbimi yalanladınız. O'na raci oluşunun kabulü de daha önce bundan söz edilmiş olmasıdır.

Azaba raci olduğu söylendiği gibi, Kur'ân'a raci olduğu da söylenmiştir. Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyetin ihtiva ettiği anlamı Mus'ab b. Abdullah b. ez-Zübeyr'in kendisi adına söylediği şu şiir dile getirmektedir. Mus'ab b. Abdullah b. ez-Zübeyr (radıyallahü anh) iyi bir şair idi. O, şöyle der:

"Kemiklerim gevşeyip titredikten,

ve ölüm bana en yakın bir şey haline geldikten sonra yine oturur muyum?

İtiraz eden her hasımla tartışırım ve ben, onun dinini dinim adına bir hedef edinirim.

Benden başkasının görüşü dolayısıyla bildiğimi terk mi ederim?

Sıradan bir görüş, kesin bir bilgi gibi ise hiç olamaz.

Benim tartışmayla ne ilgim var ki, çünkü tartışma sağa da çekilir, sola da çekilir.

Bizim için dosdoğru sünnetler açıkça gösterilmiştir

ve bunlar dağdaki yollarda da vadideki yollarda da parıl parıl parıldamaktadır.

Hakkın hiçbir gizli tarafı yoktur. Apaydınlık tan yerinin ağarması gibi parlaktır.

Cehlin getirdiği yol bizim için alternatif değildir; o emin olan Âmine'nin oğlunun yoluna

Benim bildiklerim bana yeter, bilmediklerimi ise benden uzak tutunuz."

Yüce Allah'ın:

"Sizin acele gelmesini istediğiniz şey" yani, azap "benim yanımda değildir." Aşırı yalanlamaları dolayısıyla alay olsun diye azâbın çabucak gelmesini istiyorlardı. Yüce Allah'ın şu âyetinde onlardan naklettiği şu sözlerde olduğu gibi:

"Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşür" (el-îsra, 17/92);

"Allah'ım eğer bu Senin katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma üzerimize gökten taş yağdır." (el-Enfal, 8/32)

Sizin gelmesini, gösterilmesini istediğiniz âyet ve mucizeler yanımda değildir, anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Hüküm ancak Allah'ındır." Azâbın ertelenmesi veya erken getirilmesi hususunda hüküm yalnız Allah'a aittir. Hak ile batılı birbirinden ayırd edici hüküm Allah'ın hükmüdür, diye de açıklanmıştır.

"O, doğruyu haber verir." Yani, hak olan kıssayı anlatır. Olayı gerçek şekliyle nakleder.

Kur'ân-ı Kerîm'de mecazın varlığını kabul etmeyenler bunu delil göstermişlerdir. Bu şekildeki kıraat Nâfi', İbn Kesîr, Âsım' Mücahid, el-A'rac ve İbn Abbâs'ın kıraatidir. İbn Abbâs der ki: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz sana... kıssanın en güzelini anlatacağız." (Yûsuf, 12/3) Diğerleri ise bunu noktalı dâd harfi ile diye okumuşlardır. (Hakkı hükmeder, hükme bağlar, anlamındadır). Ali (radıyallahü anh) ile Ebû Abdurrahman es-Sülemî ve Said b. el-Müseyyeb de böyle okumuşlardır. Ancak Mushafta bu kelime bu okuyuşa göre sonda "ye" ile yazılması gerekirken "ye"sız olarak yazılmıştır. Bundanda dolayı buna vakıf yapmamak gerekir. Kelime burada "kaza"dan (hüküm vermekten) gelmektedir. Bundan sonraki âyet da buna delil teşkil etmektedir;

"O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır." Ayırd etmek (el-Fasl), kasasta değil de ancak hüküm vermede (kazada) sözkonusu olur. Yine bunu, bundan önce yer alan:

"Hüküm ancak Allah'ındır" pekiştirmektedir. Ayrıca, İbn Mes'ûd'un ": Hüküm ancak Allah'ındır. O, hak ile hüküm verir" kıraati de bunu pekiştirmektedir. Burada "Hak" kelimesinin başına "be" harfinin gelmesi, yargı anlamını da pekiştirmektedir.

en-Nehhâs der ki: Buna gerek yoktur. Çünkü "Hüküm vermek" gelir ve yapar; anlamındadır. Buna göre anlam, hak gelir şeklinde olur. Ayrıca bunun hakkın gerektirdiği şekilde hüküm verir, anlamında olması da mümkündür.

Mekkî der ki: "Sâd" ile kıraat daha çok sevdiğim bir kıraattir. Çünkü her iki Harem halkı Mekkeliler ile Medineliler ve Âsım bu kıraat üzere ittifak etmişlerdir. Diğer taraftan eğer bu kelime hüküm vermekten (kaza)'den gelmiş olsaydı, bunda İbn Mes'ûd'un kıraatinde olduğu gibi "be" harfinin de gelmesi gerekirdi.

en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu delilin ifade ettiği şekilde buna gerek yoktur. Çünkü böyle bir "be" çokça hazfedilir.

58

De ki: "Eğer o acele İstediğiniz şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızdaki İş bitirilmiş olurdu." Allah zâlimleri çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı" yani, çabucak gelmesini istediğiniz azap yanımda olsaydı, iş sonuna kadar olup bitsin diye bu azâbı üzerinize indirirdim. Acele gelmesini istemek (isti'câl), bir şeyin vaktinden önce gelmesini taleb etmek demektir.

"Allah zâlimleri" yani, müşrikleri ve onları cezalandıracağı zamanı

"çok iyi bilendir."

59

Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bunları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Bir yaprak düşmeyegörsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane bile olsa, yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Gaybın Anahtarları Ve Gayb Bilgisi:

Nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme ile oniki bin melek inmiştir.

Buhârî’de İbn Ömer yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Gaybın anahtarları beştir. Bunları Allah'tan başkası bilemez. Rahîmlerin neyi eksilttiğini Allah'tan başkası bilmez. Yarın ne olacağını Allah'tan başkası bilmez. Yağmurun ne zaman geleceğini Allah'tan başkası bilmez. Kimin nerede öleceğini Allah'tan başka kimse bilmez. Kıyâmetin de ne zaman kopacağını Allah'tan başka kimse bilmez." Müslim'in Sahih'inde de Hazret-i Âişe'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Her kim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Buhârî, İstiskaa 29, Tefsir 6, sûre 1; Müsned, II, 24, 52, 58, 122 in, yarın neler olacağını haber verdiğini iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 28/65 ) Müslim, Îman 287; Tirmizî, Tefsir 6. Sûre 5,

"Anahtarlar" anlamındaki: ise, 'ın çoğuludur. Fasih söyleyiş de budur. Bununla birlikte -elif li olarak-: da denilip çoğulu da; ...diye gelir. Bu İbn es-Semeyka'ın da kıraatidir.

(Anahtar anlamındaki) miftâh, evin kapısı üzerindeki kilit gibi maddi, yahut da kıyas gibi aklî her bir kapalı şeyi çözüp açana denilir.

İbn Mâce, Sünen'inde, Ebû Hatim el-Bustî Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, hayrın anahtarları, şerrin de kilitleridirler. Yine insanlar arasında öyleleri vardır ki, şerrin anahtarları, hayrın kilitleridirler. Allah'ın hayrın kilitlerinin açılışını ellerine nasip kılmış olduğu kimselere ne mutlu! Şerrin anahtarlarının açılışını da ellerine nasip kıldığı kimselere de veyl olsun!" İbn Mâce, Mukaddime 19.

Burada

"Anahtar" âyet-i kerimede nasıl ki anahtar aracılığı ile insan için gaip olan (görünmeyen) şeylere ulaşılabiliyor ise, gayblara ulaşmak (onları bilmek) den kinayedir. O bakımdan bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: Buradaki "anahtarlar anlamındaki mefâtîh" kelimesi insanların; Bana şunu aç, demelerinden alınmıştır ki, bu da; bana kendisi vasıtasıyla ulaşabileceğim şeyi ver veya öğret, anlamındadır.

Gaybın ilmi Allah'ın yanındadır. Gayba ulaştıran yollar da O'nun elindedir. Buna O'ndan başka kimse sahip değildir. O, kimi bunlara muttali kılmak dilerse onu muttali kılar. Kimi de bunlardan alıkoymak istersealıkoyarve perdeler. Böyle bir şey (muttali kılma) ise ancak Onun rasullerine ilminin feyzini vermesi ile olur. Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Allah sizi gayba da muttali kılmaz. Fakat Allah, peygamberlerinden kimi dilerse onu seçer" (Âl-i İmrân, 3/179);

"O, gaybı bilendir. O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (el-Cin, 72/26)

"Anahtarlar" ile rızık hazinelerinin kastedildiği de söylenmiştir ki, bu görüş es-Süddî ile el-Hasen'den nakledilmiştir. Mukâtil ve ed-Dahhâk ise yeryüzü hazineleri olduğunu söylemişlerdir.

Buradaki ifade mecazi bir ifadedir. Bununla gayba hangi vasıtalar ile ulaşılabileceğini ifade etmektedir. Bunun dışında hadisin ihtiva ettiği manaya uygun görüşler de ileri sürülmüştür. Yani ecellere ve ecellerin sona ereceği vakte dair bilgiler O'nun yanındadır, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Ömürlerin akibeti ile amellerin ne ile sonuçlanacağına dair bilgiler O'nun nezdindedir. Buna benzer daha başka görüşler de ileri sürülmüş ise de tercih edilen görüş, birincisidir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2. Gaybı Bildiğini İddia Ve Zannedenler:

İlim adamlarıma der ki: Şanı yüce Allah Kitabında birden çok âyet-i kerimede gayb bilgisinin -kullarından seçtikleri müstesna- yalnızca kendisine ait olduğunu ifade etmiştir.

Her kim yarın yağmur yağacaktır deyip, bunu kat'i bir İfade ile dile getirirse kâfir olur. Buna dair haberini ister bir emareye dayanarak ileri sürmüş olsun, ister bir emareye dayanmaksızın ileri sürmüş olsun, farketmez.

Yine rahimde olanı bildiğini söyleyen de kâfirdir. Şayet kesin bir ifade kullanmayıp: Filan yıldızın doğması halinde adeten yüce Allah yağmur yağdırır ve adeten bu yıldızın doğuşu yağmura sebeptir. Bu yıldızın yağmura sebep teşkil etmesi de Allah'ın kaderi ve ezelî bilgisine göredir, diyecek olursa kâfir olmaz.

Şu kadar var ki, bu şekilde konuşmaması da müstehaptır. Çünkü bu gibi ifadeler kâfirlerin sözlerine benzer. Yüce Allah'ın latîf (oldukça incelikli) hikmetlerini bilmemenin ifadesidir. Çünkü O, yağmuru ne zaman dilerse İndirir. Kimi zaman filan yıldızın doğuşu ile indirdiği gibi, kimi zaman yıldızsız da İndirir. Şanı yüce Allah (kudsi hadiste) şöyle buyurmaktadır: "Kullarımdan kimisi Bana mü’min, yıldızı da inkâr etmiş olarak sabahı etti..." diye buyurmuştur. Buhârî, Ezan 156, İstiskaa 28, Meğâzî 35; Müslim, Îman 125; Ebû Dâvûd, Tıb 22; Nesâî, istiskaa 16; Muvatta’', istiskaa 4. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride Vakıa Sûresi'nde (56/82. âyetin tefsirinde) gelecektir.

İbnü'l-Arabî der ki: Doktorların şu sözleri de bu kabildendir: Eğer gebe kadının sağ meme ucu kararmsş İse, doğacak çocuk erkektir. Eğer sol memenin ucu kararmışsa doğacak çocuk dişidir. Şayet; gebe kadın sağ yanının daha ağır olduğunu hissediyorsa, doğacak çocuk dişidir, deyip o bunu hilkatte bir vacip (gerekli, zorunlu) olarak değil de adeten böyle olur, diyerek iddiada bulunacak olursa, ne kâfir olur, ne de fasık. Ömrünün gelecek zamanlarında belli bir şeyi yapacağım veya kazanacağını iddia eden kâfir olur. Yahut olmadan önce olaylar hakkında mücmel ve mufassal olarak haber veren kimsenin de kâfir olacağında hiç bir tereddüt yoktur.

Ayın ve güneşin tutulması ile ilgili haberler veren hakkında da ilim adamlarımız: Böyle bir kimse te'dip edilir, fakat hapsedilmez demişlerdir. Bunun tekfir edilmeyişinin sebebi, bir kesim ilim adamının: Bu, şanı yüce Allah'ın:

"Ve Bis, aya konaklar tayin ettik" (Yasin, 36/39) âyetinde verdiği habere uygun olarak, konak yerlerinin takdiri ile tesbit edilebilen bir husustur, demiş olmalarıdır.

Te'dip edilmelerinin sebebine gelince, bu gibi kimseler bu sözleriyle avamı şüpheye düşürürler. Zira avam, bu ve diğer gaybî iddialar arasındaki farkı idrak edemezler. Böylelikle avamın inançlarında şaşırmalarına ve yakîn ile kabul ettikleri kaidelerini terketmelerine sebep teşkil ederler. Böyle bir şeyi bildikleri takdirde, bu bilgiyi gizleyip onu açığa vurmamaları için te'dip edilmeleri öngörülmüştür.

Derim ki: Müslim'in Sahihinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevcelerinden birisinden gelen şu rivâyet de bu kabildendir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir arrâftn yanına gider de ona herhangi bir şey hakkında soru soracak olursa, kırk gün süreyle onun hiç bir namazı kabul edilmez." Müslim, Selâm 125; Müsned IV, 68, V, 380.

Arrâf, gaybi bildiği iddiasında bulunan ve geleceğe dair tahminlerde bulunan, müneccimlik eden kimsedir. Bu kelime "irafefden türümektedir. Bu işi yapana da arrâf denilir. Arraf, bildiğini iddia ettiği bir takım sebep ve bir takım mukaddimelerin delâleti ile bu iddialarda bulunur. Bu iddia sahiplerinden bazıları bu hususta zecr, tark Zecr: Kuşların sağa-sola uçuşlarını uğurlu ya da uğursuz kabul edip yorumlamaktır. Bir çeşit kâhinlik ve iyâfet'tir. (İbnu’l-Esîr, en-Nikaye, II, 297) Tark: Kadınların yaptığı şekilde çakıl taşlarını vurmaktır. Reml diye de bilinen kumlara bir işin hayırlı mı, şerli mı olacağını bilmek arzusuyla çizgi çekmek... olduğu da söylenmiştir. ve yıldızlar ile bu hususta kullanılması itiyat hâline getirilmiş bir takım sebeplerin de yardımı ile bu iddialarını destekliyebilirler. Bunların desteklerini alma tekniğine de iyâfet denilir. Hapsi hakkında kehanet ismi kullanılabilir. Bu açıklamaları Kâdı Iyâd yapmıştır.

Kehânet, gaybı bilmek iddiasında bulunmaktır. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr "el-Kâfi" adlı eserinde der ki: Haram oldukları icma ile kabul olunmuş kazanç yollan arasında şunlar da vardır: Fâiz, fuhuş yapan kadınların ücreti, haram yolla elde edilen mallar, rüşvet, ağıt ve şarkıcılık karşılığında alınan ücretler, kâhinlik, gaybı bilmek ve semadan haber vermek iddialarına karşılık alınan ücretler, çalgı çalmak, oyun oynamak ve bütün batıllar karşılığında alınan ücretler.

İlim adamlarımız derler ki: Bu çağda işler ters yüz oldu. Özellikle Mısır'da insanlar, müneccimlere ve kâhinlere gider oldular. Onların başkanları, başkanlarına tabi olanlar, prensleri arasında müneccim edinmek yaygınlık kazandı. Hatta, fıkıh ve dindarlığa müntesip olan birçok kimse dahi bu kâhin ve ariflere aldandılar. Bunlar da onlara karşı imkânsız olanı allayıp pulîadılar, onlardan mallarını çekip aldılar. Onların söyledikleri sözlerden ise bir takım serap ve boş hayallerden başka birşey ellerine geçmediği gibi, dinleri aleyhlerine olmak üzere fesada uğradı ve sapıttılar. Bütün bunlar büyük günahlardandır. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Onun kırk gün süreyle hiçbir namazı kabul olunmaz" diye buyurmuştur. Peki, bunları yanına görevli olarak alıp onların söylerine güvenerek onlara harcamalarda Bulunanın hali ne olur!

Müslim -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Bazı kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a kâhinler hakkında soru sordular, O da: "Onlar hiçbir şey değildirler" diye buyurdu. Soranlar: Ey Allah'ın Rasulü, onlar bize bazen bir şey söylüyorlar, o da gerçek olarak ortaya çıkıyor. Bu sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İşte o doğru çıkan cinninin bellediği hak sözdür. O, bu hak sözü tavuğun sakinleşip sesini kesmesi gibi kendi dostunun kulağına fısıldar. Ve o hak söze yüz tane yalan katarlar." Buhârî, Edep 117; Müslim, Selâm 123; Müsned, VI, 87.

el-Humeydî der ki: Yahya b. Urve'nin babası yoluyla Hazret-i Âişe'den Sahih'te bundan başka bir rivâyeti yoktur. Bu hadisi Buhârî de Ebû'l-Esved Muhammed b. Abdurrahman'dan, o, Urve'den, o da Âişe'den şöylece rivâyet etmektedir: Âişe (radıyallahü anha) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Melekler bulutlar arasında inerler. Semada hükme bağlanmış bir husustan söz ederler. Şeytanlar da gizlice sözler dinlemeye çalışırken bu sözü işitirler ve bunu kâhinlere fısıldarlar. Kâhinler de kendiliklerinden ona yüz tane daha yalan katarlar." Buhârî, Bed'u’l-Halk 6 ve (yakın lâfızlarla): 11.

İleride bu anlamdaki açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Sebe' Sûresi'nde (34/14. âyetin tefsirinde) gelecektir.

3. Allah'ın Bilgisi Herşeyi Kuşatmıştır:

Yüce Allah'ın:

"Karada ve denizde ne varsa O bilir" âyetinde özel olarak kara ve denizi bildiğini sözkonusu etmesi, kara ve denizin İnsanlara yakın yaratıkların en büyükleri oluşundan dolayıdır. Yani, yüce Allah karada ve denizde neyin bitip tükendiğini, sona erdiğini bilir.

Şöyle de açıklanmıştır: O, karadaki bitki, tane, çekirdek ve tohumlan bildiği gibi, denizde bulunan canlıları ve oradaki rızıkları da bilir. "Biryaprak düşmeyegörsün mutlaka onu bilir."

Yezid b. Harun, Muhammed b. İshâk'dan, o, Nafı'den, o, İbn Ömer'den naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde ne kadar ekin, ağaçlar üzerinde ne kadar meyve, yerin karanlıklarında ne kadar tane varsa mutlaka onun üzerinde: Bismillahirrahmanirrahim (bu) filan oğlu filanın rızkıdır, diye yazılıdır." Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, III, 278. İşte yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîminde muhkem bir âyet olarak yer alan:

"Bir yaprak düşmeyegörsün mutlaka onu bilir, yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane bile olsa, yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır" âyeti de bunu ifade etmektedir. en-Nekkâş da Cafer b. Muhammed'den naklettiğine göre,

"yaprak"tan kasıt, Âdem oğullarından düşük olarak dünyaya gelenlerdir.

"Tane"den kasıt ise düşük olmayan çocuklardır,

"Yaş"tan kasıt canlıdır,

"kuru "dan kasıt ise ölüdür.

İbn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama rumuzlu ifadelere uygun düşer. Ancak bu, Cafer b. Muhammed'den sahih olarak nakledilmiş bir ifade değildir, buna iltifat edilmemesi gerekir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir:

"Bir yaprak düşmeyegörsün." Yani, ağaç yapraklarından herhangi birisinin mutlaka ne zaman düşeceğini, nerede düşeceğini, havada ne kadar dolaşıp duracağını bildiği gibi, her bir tanenin de ne zaman yeşerip biteceğini, kaç tane vereceğini, onu kimin yiyeceğini de bilir.

"Yer yüzünün karanlıklarında" yani, onun görünmeyen iç taraflarında demektir. Bu, daha sahih bir açıklamadır. Ayrıca bu, hadise de uygundur, âyetin muktezası da budur. Hidayete ulaşma başarısını veren Allahtır.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Yeryüzünün karanlıklarında." Yani, yedi arz tabakasının en altında bulunan kayanın içerisinde demektir, "; Yaş ve kuru hiç bir şey..." âyetinin mecrur okunması lâfza atfendir. İbn es-Semeyka, el-Hasen ve başkaları ise her iki kelimeyi de; " Bir yaprak../ âyetinin (lâfzına değil de) mahalline atfen merfu olarak okumuşlardır.' Bu kıraate göre te'kid için gelmiş demek olur.

"Hiç bir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır." Yani, Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Bunun yazılı olması, meleklerin bunu İtibara alması içindir. Yoksa, şanı yüce Allah unutur diye bunları yazmış değildir. O, bundan çok yücedir.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın bütün bunları bildiği halde yazması, işin azametini ortaya koymak içindir. Yani, şunu biliniz ki, şu hakkında sevabın da cezanın da sözkonusu olmadığı her bir şey bile yazılıdır. Ya sevap ve cezayı gerektiren şeylerin durumu nedir?

60

O, geceleyin sizi öldürendir. Gündüzün de ne kazandığınızı bilendir. Sonra belli bir ecel tamamlanıncaya kadar onda sizi gene diriltendir. Sonra dönüşünüz O'nadır. Sonra da neler yaptığınızı size haber verecektir.

"O, geceleyin sizi öldürendir." Âyeti, sizin için bir ayrıcalık olan nefislerinizi kabzetmek suretiyle sizi uyutandır, demektir. Bu, gerçek anlamıyla bir ölüm değildir. Bu sadece ölüm ile kabzedildiği şekilde, uyku ile ruhların tasarrufta bulunmaktan kabzedilmesi (alıkonulması) dır. Teveffî (burada öldürmek), bir şeyi eksiksiz yapmak, yerine getirmek demektir. Ölenin vefat etmesi, ömür olarak kendisine biçilen günlerin sayısını tamamlamasıdır. Uyuyan bir kimseye, sanki uyanıkken yapması takdir edilmiş bulunan hareketleri tamamıyla yerine getirmiş olduğundan dolayı bu isim verilmiş gibidir. Vefat da ölüm demektir. Malı eksiksiz sana verdim, anlamında: tabiri kullanılır. Malı tamamen aldığın zaman da : Onu tamamen aldım, denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz Edredoğulları kimseye (hiç bir kabileye) mensup değillerdir,

Kureyş de sayılarını tamamlamak kastıyla onları kendilerinden saymazlar."

Şöyle de denilmektedir: Uyku halinde ruh bedenden çıktığı vakit, kişide hayat devam eder. Hareket ve teneffüs bundan dolayı kişide vardır. Ömrü sona erdi mi artık ruhu tamamıyla çıkar ve hayatı kesilir. Kişi böylelikle, hareket etmeyen, nefes almayan cansız bir hal alır.

Kimisi de şöyle demiştir: Uyku halinde ruh kişiden çıkmaz. Ondan sadece zihin denilen şey çıkar. Şöyle de denilmektedir: Bu, hakikatini Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir husustur. En sahih görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Sonra.... onda sizi gene diriltendir." Yani, gündüzün sizi gene diriltendir, Bundan kasıt da uyanıkken sizi diriltendir.

"Belli bir ecel tamamlanıncaya kadar" her bir insan kendisi için tayin edilmiş vadeye tümüyle erişinceye kadar, demektir.

Ebû Reca ile Talha b. Mûsarrif : "Nezdindeki belirli eceli sona erdirsin diye" anlamında okumuştur.

"Kazandığınız" anlamında olup (bu fiilin bu anlamdaki kullanışına dair açıklamalar) daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/4. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri de şöyledir: O, sizi geceleyin öldürendir. Sonra gündüzün de sîzi diriltir. O süre içerisinde ne kazandığınızı da bilir... Yüce Allah burada gündüzün diriltilişin kendisi sebebiyle gerçekleştiği daha önemli olanı (neler kazanacaklarını) öne almıştır. İbn Cüreyc de der ki:

"Sonra da... onda sizi gene diriltendir" âyeti ile kastedilen, yani uykuda sizi diriltendir demektir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah'ın kâfirlere mühlet vermesi, onların küfürlerinden yana gaflette olduğundan dolayı değildir. O, her şeyi sayısıyla tesbit etmiş, bilmiş ve öylece kaydetmiştir. Bu mühlet verişinin asıl sebebi, rızık ve hayat türünden belirlediği ecelin gerçekleşmesidir. Sonra hepsi O'na döndürülecekler ve O da onlara amellerinin karşılığını verecektir. Bu durum ise, öldükten sonra diriltmek suretiyle haşre ve neşre (amel defterlerinin verilmesine) delâlet etmektedir. Çünkü, birinci yaratıştan sonra ikinci yaratma, -bunlardan birisine güç yetiren ikincisine de güç yetirmesi bakımından- uykudan sonra uyanışa benzemektedir.

61

O, kullarının üzerinde kahir olandır. Üzerinize koruyucular da gönderir. Nihayet birinize ölüm gelse, elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik de yapmazlar.

Yüce Allah'ın:

"O, kullarının üzerinde kahir olandır" âyetindeki "üzerinde oluş" İle mevki ve rütbe bakımından bir üstte oluş kastedilmektedir. Yoksa, mekan ve cihet itibariyle bir üstte oluş kastedilmemektedir. Sûrenin baş taraflarında da açıklandığı gibi...

"Üzerinize koruyucular da gönderir." Bu koruyucular meleklerdendir. "Gönderme"nin gerçek anlamı ise, beraberinde taşıdığı mesaj ile birlikte birşeyi serbest bırakmaktır. Buna göre meleklerin gönderilmesi, kendilerine emrolunan ve taşıdıkları koruyuculuk görevi ile gönderilmeleri demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphe yok ki, üzerinizde koruyucular vardır." (el-İnfitâr, 82/10)

Yani, kullarının amellerini koruyup tesbit eden, onları afetlerden muhafaza eden melekler vardır.

"Hafaza" hafız (koruyucu)nun çoğuludur. Ketebe kelimesinin kâtib'in çoğulu olması gibi. Hafazadan kastın, geceleyin iki ve gündüzün İki melek olduğu söylenmiştir. Bunlardan birisi hayrı yazar, diğeri de şerri. İnsan yürüdüğü vakit, bunlardan birisi önünde, diğeri de arkasında olur. Oturduğu takdirde de birisi onun sağında, diğeri de onun solunda bulunur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tesbit eden iki (melek) vardır." (Kaf, 50/17)

Şöyle de denilmektedir: Her bir İnsanın beş meleği vardır. İkisi geceleyin ikisi gündüzün onunla birlikte bulunur. Beşincisi ise gece gündüz yanından ayrılmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da şöyle demiştir:

"İnsanlardan kimisi bedbaht olarak yaşar

Kalbi cehalet içerisinde uyanıkken de gaflettedir

Eğer bu kişi bir vefa ve sağlam bir görüş sahibi ise

Ölümden korkar ve Hafaza meleklerinden de sakınır

İnsanların kimisi yola koyulur gider, kimisi yerinde ikâmete devam eder

Ayrılıp giden, kalana bir öğüttür."

Yüce Allah'ın:

"Nihayet birinize ölüm gelse" âyeti ile daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (2/133- âyetin tefsirinde) geçtiği gibi, ölümün sebepleri kastedilmektedir.

": Elçilerimiz onun ruhunu alırlar" âyetindeki fiilin müennes gelmesi (fail olan elçilerimizin) çoğul oluşundan dolayıdır. Nitekim şanı yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

": Yemin olsun peygamberlerimiz onlara apaçık âyetlerle gelmişlerdi" (el-Mâide, 5/32);

": ... Peygamberler de yalanlanmıştı." (Fatır, 35/4)

Hamza, çoğul olan Öznenin fiilini müzekker kabul ederek; : diye okuduğu gibi, el-A'meş. de hem müzekker hem de baş tarafını bir "te" fazlalığı ile; diye okumuştur.

Burada kastedilenler, ölüm meleğinin yardımcılandır. Bunu da İbn Abbâs ve başkaları ifade etmiştir. Rivâyete göre bu ölüm meleğinin yardımcıları ruhu cesetten çekip alırlar. Nihayet ruhun kabzedilmesi noktasına gelinince onu ölüm meleği kabzeder.

el-Kelbî der ki; Ölüm meleği ruhu cesetten kabzeder. Sonra bu ruhu, ölen mü’min ise rahmet meleklerine, kâfir ise azap meleklerine teslim eder. Denildiğine göre, ölüm meleği ile birlikte yedi rahmet meleği ve yedi de azap meleği bulunur. Mü’min bir ruhu kabzetti mi, bunu rahmet meleklerine teslim eder. Onlar da bu ruha sevap müjdesini verirler ve onu alıp semaya çıkartırlar. Kâfir bir ruhu kazbetti mi, bunu da azap meleklerine teslim eder. Onlar da bu ruha azap müjdesini verirler ve onu korkuturlar. Daha sonra bu ruhu semaya doğru yükseltirler, arkasından ise o ruh Siccin'e geri döndürülür. Mü’minin ruhu ise İlliyyîn'e çıkartılır.

Ruhun alınması, kimi zaman ölüm meleğine izafe edilmektedir, Yüce Allah'ın:

"De ki, size vekil kılınan ölüm meleği, ruhunuzu alacaktır" (es-Secde, 32/11.) âyetinde olduğu gibi. Bu âyet-i kerimede ve diğerlerinde olduğu gibi bazen bu meleklere de izafe edilir. Çünkü bu işi üstlenenler onlardır. Gerçek anlamıyla ruhu alan yüce Allah olduğu için, canı almak kimi zaman Allah'a da İzafe edilir, Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Allah, ölümleri zamanında ruhları alır" (ez-Zümer, 39/42);

"Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür" (el-Casiye, 45/26);

"O, ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2)

Meleklerden görevli olan her bir melek kendisine ne emrolunursa ancak onu yapar. "Onlar eksik de yapmazlar." Yani, hiçbir emri boşa çıkartmaz ve kusurlu iş yapmazlar. Yani, Allah'ın emrine itaat ederler.

Tefrit, aslında -önceden geçtiği gibi- öne geçmekten alınmadır. Buna göre ": Acizliğini ortaya koydu," anlamına gelir. (Bu durumda âyet; onlar, kendilerine emrolunanları yerine getirmekten acze düşmezler anlamında olur)

Ebû Ubeyde der ki: Bu hususta herhangi bir gevşeklik göstermezler, demektir. Ubeyd b. Umeyr de;

"Onlar eksik de yapmazlar" âyetini, şeddesiz olarak; diye okumuştur. Yani onlar, kendilerine emrolunana (ölene) ikramda bulunmak veya onu küçük düşürmek hususlarında haddi aşmazlar.

62

Sonra onlar, hak mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.

"Sonra onlar, hak mevlâlari olan Allah'a döndürülürler." Yani, hesap vermek üzere, öldükten sonra diriltmek suretiyle Allah onları geri döndürür.

"Hak olan mevlâları" onların yaratıcıları, rızık verenleri, diriltenleri ve mullak malikleri demektir. : Hakk'ın esreli okunuşu Cumhûrun kıraatidir. Ve bu, zatı yüce Allah'ın ism-i celaline sıfat olarak böyle okunmuştur. el-Hasen ise, şeklinde nasb ile; Yani, takdirine binaen veya mastar olarak okumuştur. Mastar olarak okunuşuna göre ise, gerçekten... döndürüleceklerdir, anlamında olur.

"Bilin ki hüküm ancak O'nundur." Bunu bilin ve deyin ki: Kıyâmet gününde hüküm, yani hüküm vermek ve haklıyı haksızdan ayırt etmek yetkisi yalnız O'nundur.

"Ve O, hesap görenlerin en sür'atlisidir." Bunun için düşünmeye, konuyu tetkike ve elleri ile saymaya ihtiyacı yoktur. Bu türden açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/202. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

63

De ki: "Bizi bundan kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız diye kendisine gizli ve açık olarak yalvarıp yakardığınız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?"

Yüce Allah'ın:

"Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?"

âyetinde kastedilen bunların zorluk ve sıkıntılarından sizi kim kurtarır, demektir. "Oldukça karanlık bir gün" denilerek zorlu, sıkıntılı bir gün kast edilir, en- Nehhâs der ki: Araplar zorlu bir günü anlatmak için "karanlık bir gün" tabirini kullanırlar. Şayet bu işin büyüklüğünü daha bir vurgulamak isteyecek olurlarsa: "Yıldızları doğan bir gün" derler. Sîbeveyh de bu kabilden olmak üzere şu beyiti nakletmektedir:

"Ey Esedoğulları! Oldukça çirkin, ağır ve yıldızlı bir gün olduğunda;

Bizim belâmızın ne olduğunu bilir misiniz?"

"Karanlıklar" anlamındaki; 'ın çoğul gelmesi, hem karanın, hem denizin, hem gecenin, hem de bulutun karanlığının kastedilmesi dolayısıyladır. Yani sizler, bu karanlıklarda yolunuzu şaşırıp helâk olmaktan korkuya kapıldığınızda O'na dua eder, O'nu yardıma çağırırsınız:

"Bizi bundan" yani bu sıkıntılardan

"kurtarırsa, elbette şükredenlerden" yani, itaat edenlerden

"olacağız diye ..."

Yüce Allah, rahat zamanlarında kendisi ile beraber başkasına da dua edip yardıma çağırdıkları halde, zorlu ve sıkıntılı zamanlarda yalnızca kendisine dua ederek yardıma çağırmaları dolayısıyla "sonra da sîz şirk koşarsınız" âyeti ile ağır bir şekilde onları azarlamaktadır.

el-A'meş ise,

"gizlice" anlamına gelen; kelimesini korkudan türeyen bir kelime olarak; diye okumuştur. Ebû Bekr İse, Âsım'dan bu kelimeyi "hı" harfi esreli olarak; diye okumuştur. Diğerleri ise bunu ötreli olarak okumuşlardır ki, bu iki okuyuş bu kelimenin iki ayrı söyleyişidir. el-Ferrâ' ise bunlardan ayrı olarak; söyleyişlerini de eklemektedir. Kullanışı itibariyle bu kelimenin bir benzeri de kelimesidir. el-A'meş'in kıraati uzak bir ihtimaldir. Çünkü "açık" anlamına gelen tazarruun manası zilleti izhar etmektir. "Gizli"nin anlamı ise onun benzerini gizleme'nızdir.

Kûfeliler; -": Bizi... kurtarırsa" diye okumuş iseler de, bu âyette anlamın uygun düşmesi için "te" harfi İle ": Bizi kurtarırsan" şeklinde okunmalıdır. Nitekim Medineliler ile Şamlılar da böyle okumuşlardır.

64

De ki: "Onlardan da, her türlü sıkıntıdan da sizi Allah kurtarır. Sonra da siz şirk koşarsınız."

Yüce Allah'ın:

"De ki: Onlardan da hertürlü sıkıntılardan da sizi Allah kurtarır" âyetinde yer alan; ": Sizi kurtarır" kelimesini Kûfeliler şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. Bunların her ikisinin anlamının; "- Kurtuldu, onu kurtardım" şekillerinde olduğu gibi, şeddeli okuyuşun çokluk ifade etmek için olduğu da söylenmiştir.

 

“: Sıkıntı" ise, kişinin ruhunu bürüyen gam ve keder demektir. : Sıkıntılı, gamlı kederli adam" tabiri de buradan gelmektedir. Şair Antere der ki:

"Ve nice gamlı kederli ki, onun gam ve kederini giderdim

Beni çağırdığında, kafayı gövdeden ayıran bir (kılıç) darbe(si)yle."

Gam, keder, sıkıntı anlamına gelen; da bundan türemiştir.

Yüce Allah'ın:

"Sonra da siz şirk koşarsınız" âyeti bir azar ve bir sitemdir. Yüce Allah'ın, sûrenin baş taraflarında yer alan:

"Sonra yine de siz hâlâ şüphe edersiniz" (el-En'âm, 6/2) âyetini andırmaktadır. Çünkü bilmekten ve delil ortaya konduktan sonra artık İhtasla ibadet vacib olur. Onlar ise yalnızca Allah'a ihlasla ibadet etmek yerine şirk koşmuşlardır. Bu nedenle, kurtarılmadan önce de müşrik olsalar dahi bu sebepten ötürü azarlanmaları ve onlara sitem edilmesi uygun düşmektedir.

65

De ki: "O, size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da sizi guruplar halinde birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadir olandır." İyice idrâk etsinler diye âyetleri nasıl açıkladığımıza bir bak.

Yani O, sizi sıkıntılardan kurtarmaya güç yetirendir, sizi azaplandırmaya da güç yetirendir.

"Üstünüzden" âyetinin anlamı; taş yağdırmak, tufan, çığlık ve rüzgârdır. Nitekim yüce Allah, Âd, Semûd, Şuayb'ın kavmi, Lût'un kavmi ve Nûh'un kavmini böyle azaplandırmıştır. Bu açıklama Mücahid, İbn Cübeyr ve diğerlerinden nakledilmiştir.

"Yahut ayaklarınızın altından" âyetinde sözü edilen de yerin dibine geçirilmek ve sarsıntı suretiyle olur, Karun'a ve Medyen ashâbına yaptığı gibi.

"Üstünüzden" âyetinin zalim yöneticiler anlamına geldiği,

"ayaklarınızın altından" âyetinin ayak takımı ve kötü köleler anlamına geldiği de İbn Abbâs ile yine Mücâhid'den nakledilmiştir.

"Ya da sizi guruplar halinde birbirinize katıp..." âyetinde yer alan

": Birbirinize katıp" kelimesinin el-Medeni'nin şeklinde "ye" harfini ötreli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. Yani O, azâbı üzerinize örter ve azap her tarafınızı kuşatır. Bu kıraat ise, "lâm" harfi ötreli olmak üzere; ": Şüphe ve karışıklık" kökünden gelir, "ye" harfinin üstün okunuşu; giyilen şey ve karanlığın karışık hal alması anlamına gelen; 'den gelmektedir.

Aslında bu âyet, anlaşılması zor (müşkil) bir yerdir. Ancak, İ'rab buna açıklık getirmektedir. Yani": İşinizi sizin için içinden çıkılmaz bir hale sokar," demektir.

Burada iki mef'ûlden birisi ile harf-i cer hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Onlara ölçü ile, yahut tartı ile verdiklerinde ise..." (el-Mutafifin, 83/3) âyetinde olduğu gibi.

Bu "katıştırma" ise, işlerinin karışık bir ha) alması ve böylelikle onların değişik hevâ ve görüşlere sahip olacak hale getirilmeleri demektir. Bu şekildeki açıklama, İbn Abbâs'tan gelmiştir.

"Yahut sizi guruplar halinde birbirinize katıp..." âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar, sizin aranıza girinceye kadar düşmanınıza güç ve kuvvet verir. İşte düşmanınız sizinle karıştı mı, sizin aranıza girmiş olur.

 

": Guruplar halinde" diye anlamlandırılan kelime ise fırkalar halinde demektir. Yani O, sizi birbirinizle çarpışan fırkalar haline getirir, demektir. Bu da dünyaya sahip olmak uğrunda işlerini İçinden çıkılmaz bir hale getirmek, yönetici ve başkanlarının arasında tefrika ortaya çıkarmakla olur. İşte yüce Allah'ın:

"Kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadir olandır" âyetinin anlamı da budur. Yani, Savaş ve fitne zamanlarında birbirlerinizi öldürmeniz suretiyle bunu yapmaya kadir olandır, demektir. Bu açıklama Mücahid'den nakledilmiştir, Âyet-i kerîme bütün müslümanlar ve kâfirler hakkında umumîdir. Özel olarak kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. el-Hasen ise, bu âyet-i kerîme namaz ehli olan kimseler hakkındadır, (yani kıble ehlinin tefrikaya düşmesi ile ilgilidir) der.

Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü, varlık aleminde görülen de budur. Evet, düşman bizim yurdumuzda bizim aramıza kadar girmiş, can ve mallarımıza egemen olmuş bulunmaktadır. Bununla beraber de birbirimizi öldürmek ve kimimiz kimimizin malını mubah kabul etmesi suretiyle de fitne bizi istilâ etmiş bulunmaktadır. Görüneniyle, görünmeyeni ile bütün fitnelerden Allah'a sığınırız. Yine el-Hasen'den bunu, ashâb-ı kiram arasında cereyan eden olaylar hakkında yorumladığı da rivâyet edilmiştir.

Müslim'in naklettiğine göre Sevbân şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah yeryüzünün tamamını önüme topladı. Doğularını da batılarını da gördüm. Şüphesiz ümmetimin mülkü yerden önüme toplanıp getirilen (ye gösterilen) yerlere kadar ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz her iki hazine de verildi. Ben Rabbimden ümmetim adına, ümmetimi genel bir kıtlık ile helâk etmemesini, onlara yurtlarını ve korumaları gereken şeylerini mubah kılacak şekilde kendilerinden olmayan bir düşmanı kendilerine musallat kılmamasını diledim. Benim Rabbim de gerçekten şöyle buyurdu: Ey Muhammed, şüphe yok ki Ben bir iş hakkında hüküm vermiş bulunuyorum. Ve bu asla geri çevirilemez. Ben, sana senin ümmetin lehine, onları genel bir kıtlık ile helâk etmeyeceğimi ve yurtlarını ve korumalan gereken şeylerini kendisine mubah kabul edecek şekilde kendilerinin dışında herhangi bir düşmanı onlara, isterse yerin dört bir yanında bulunanlar onlara karşı toplanıp bir araya gelmiş olsun, -ya da: Her tarafından toplanıp gelmiş olsalar bile, dedi- musallat etmeyeceğime dair isteğini sana verdim. Tâ ki onların bir bölümü bir bölümünü helâk edinceye ve onların bir kısmı bir diğer kısmını ashâb alıncaya kadar." Müslim, Fiten 19; Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; Müsned, V, 278, 284.

Nesâî de Habbâb b. el-Eret'den -ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir'de hazır bulunmuştu- rivâyet ettiğine göre o, sabah tan yeri ağarıncaya kadar gece boyunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı gözetip durmuş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını bitirip selam verince, Habbâb yanına gidip şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasulü, anam-babam sana feda olsun. Sen bu gece öyle bir namaz kıldın ki, buna benzer bir namaz kıldığını görmedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Evet, bu bir korku ve bir ümit namazıydı. Aziz ve celil olan Allah'tan bu namazda üç husus istedim. Bana ikisini verdi, birisini vermedi. Aziz ve celil olan Rabbim'den, geçmiş ümmetleri helâk ettiği şeylerle bizi helâk etmemesini diledim bunu bana verdi. Yine aziz ve celil olan Rabbimden bizden olmayan bir düşmanı bize üstün getirmemesini diledim, onu da bana verdi. Yine aziz ve celil Rabbimden bizi guruplar halinde birbirimize düşürmemesini diledim, bunu bana vermedi." Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 16; Müsned, V, 109.

Bu hususa dair rivâyetleri "et-Tezkire" adlı kitabımızda nakletmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd olsun.

Rivâyet olunduğuna göre, bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Cebrâîl'e: "Ey Cebrâîl, ümmetim bu hali üzere ne kadar kalacaktır?" diye sorunca, Hazret-i Cebrâîl ona: "Ben de senin gibi bir kulum, hadi rabbine dua et ve ümmetin lehine ondan istekte bulun" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kalktı, güzel bir şekilde abdest aldı, en güzel şekliyle bir namaz kıldı. Sonra dua etti. Cebrâîl inip şöyle dedi: "Ey Muhammed, şüphesiz ki yüce Allah senin söylediklerini işitti. Ve onları, iki haslet olan üstlerindeki azap ile ayaklarının altındaki azaptan kurtardı." Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Cebrâîl, benim ümmetimin arasında değişik hevalar (görüşler) olup da onların bir bölümünün hıncını diğerine tattıracak olursa, ümmetimin kalacağı süre ne kadardır?" Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl:

"Elif, Lâm, Mim. İnsanlar îman ettik demeleriyle ve imtihan olunmaksızın bırakılıverileceklerini mi sandılar?" (el-Ankebut, 29/1-2) âyetini indirdi.

Amr b. Dinar da Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Şu: "De ki: O, size üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadir olandır" âyeti nâzil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "yüce Allah'ın himayesine sığınırım" diye buyurdu. "Yahut sizi guruplar halinde birbirinize katıp, kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kadir olandır" âyeti nâzil olunca, bu sefer: "Bu ikisi ehvendir" diye buyurdu. Buhârî, Tefsir 6. sûre 2, Tevhid 16; Tirmizî 6. sûre 2; Müsned, III, 309

İbn Mâce'nin Sünen'inde de İbn Ömer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah ve akşam olduğunda mutlaka şu duaları yapardı:

"Allah'ım, dünyada da âhirette de Senden afiyet isterim. Allah'ım, dinimde, dünyamda, aile halkımda ve malımda Senden af ve afiyet dilerim. Allah'ım, kusurlanmı ört, korkularımı güvenliğe dönüştür. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üstümden beni koru. Altımdan da suikasta uğramaktan Sana sığınırım." (Hadisin ravilerinden birisi olan) Veki' dedi ki: Bununla yerin dibine geçirilmeyi kastetmektedir. İbn Mâce, Duâ 14; Ebû Dâvûd, Edeb 101; Müsned, II, 25.

Yüce Allah'ın:

"İyice idrâk etsinler diye âyetleri nasıl açıkladığımıza bir bak" âyeti ile: İzledikleri şirk ve masiyetlerin batıl olduğunu iyice anlamaları için kendilerine belge ve delilleri ne şekilde açıkladığımıza bir bak! demektir.

66

Kavmin de onu yalanladı. Halbuki o hakkın tâ kendisidir. De ki: "Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim."

Yüce Allah'ın:

"Kavmin de onu yalanladı" âyeti ile, Kur'ân'ı yalanladıkları kastedilmektedir.

İbn Able:

": Yalanladı" kelimesini, "te" harfi ile-, şeklinde okumuştur.

"Halbuki o hakkın tâ kendisidir." Yani o, hakkı anlatan bir kitaptır.

"De ki; Ben, sizin üzerinizde bir vekil değilim." el-Hasen der ki: Ben amellerinizin gözetleyicisi değilim ki, onların karşılığını size vereyim. Ben ancak uyarıp korkutanım. Size, bana verilen emirleri de tebliğ etmiş bulunuyorum. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Yoksa ben, sizin üzerinizde bir koruyucu değilim." (Hûd, 11/86) Yani, sizin amellerinizi koruyan, tesbit eden bir kimse değilim.

Diğer taraftan: Bu âyet-i kerîme kıtal âyeti ile nesh olmuştur, denildiği gibi nesh olmadığı da söylenmiştir. Çünkü, onların îmana gelmelerini sağlamak, onun gücü çerçevesinde olan bir şey değildir.

67

Her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Siz de yakında öğrenirsiniz.

"Her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır." Her bir haberin bir gerçeği vardır. Yani, her bir şeyin ileri geçmeksizin geri de kalmaksızın meydana geleceği belli bir zamanı vardır. Her bir amelin bir karşılığı vardır, diye de açıklanmıştır.

el-Hasen der ki: Bu, yüce Allah'ın kâfirlere yaptığı bir tehdididir. Çünkü onlar, öldükten sonra dirilişi kabul etmiyorlardı. ez-Zeccâc der ki: Bunun, dünyada başlarına gelecek bir tehdit olması da mümkündür.

es-Süddî der ki: Onları, kendisiyle tehdit etmiş olduğu azap, Bedir gününde kararlaştırıldığı şekilde gerçekleşti.

es-Sa'lebînin naklettiğine göre o, tefsirlerden birisinde şunu görmüş: Bu âyet-i kerîme bir kâğıt üzerine yazılıp o kâğıt parçası dişin üzerine konulacak olursa, diş ağrısına karşı faydalı olur.

68

Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüzçevir! Eğer şeytan sana unutturursa, artık hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile oturma!

Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüzçevir" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Âyetlerine Dil Uzatanlardan Yüzçevirmek:

Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimize" yalanlamak, reddetmek ve alay etmek suretiyle

"dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüzçevir" âyetinde hitap, mücerred olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yöneliktir. Şöyle de denilmiştir: Mü’minler de bu hitaba onunla birlikte dahildirler, Bu, sahih bir görüştür. Çünkü, bu yüzçevirmenin gerekçesi, Allah'ın âyetlerine dalınmakta olduğunu işitmektir. Bu da hem mü’minleri hem onu kapsamına alır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bununla kastedilen yalnızca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dır. Çünkü, onun müşriklerin yanından kalkıp gitmesi, müşriklere oldukça ağır gelirdi. Mü’minlerin kalkıp gitmesi ise onlar tarafından böyle değerlendirilmiyordu. Bununla Hazret-i Peygamber âyetlere dalıp alay ettikleri takdirde yanlarından kalkıp gitmek suretiyle onlardan uzaklaşmakla emrolundu. Böylelikle edeplerini takınarak Allah'ın âyetlerine dalıp onlarla alay etmeyi terk etsinler.

Dalmak (havd), aslında suda olur. Daha sonra bu kelime bilinmeyen şeylerin derinliklerine -insanın üstünü örtüp kapatan yüksek sulara benzetilerek- dalması hakkında kullanılır oldu. Böylelikle hissedilir ve maddi olan bir anlam, akıl ile kavranılan manevi bir anlam hakkında istiare yoluyla kullanılmış oldu. Bu kelimenin karıştırmaktan alınmış olduğu da söylenmiştir. Buna göre, daldığın her bir şeyi karıştırdın, anlamı vardır. Nitekim su, bala karıştırıldığı vakit de: ": Suyu bala kattı, karıştırdı," denilir.

Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile Peygamberine -Salat ve Selam ona-edep öğretmektedir. Çünkü o, müşrik bir topluluğun yanına oturur, onlara öğüt verir ve onları davet ettiği halde onlar Kur'ân-ı Kerîm ile alay ediyorlardı. Yüce Allah onların bu tavırlarını reddeden bir şekilde onlardan yüzçevirmesini emretti. İşte bu da şuna delildir: Bir kimse başkasının münker işlediğini bilse ve yapacağı nasihatini kabul etmeyeceğini de bilecek olsa, onun bu davranışını reddeden bir eda ile yüzçevirmesi ve ona yönelmemesi gerekir.

Şibl, İbn Ebi Necih'ten, o da Mücahid'den yüce Allah'ın:

"Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman" âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar Allah'ın Kitabı ile alay eden kimselerdir. Şanı yüce Allah, unutması hali dışında onlarla beraber oturmasını kendisine yasakladı. Eğer unutur da oturacak olursa, hatırlamasıyla birlikte kalkıp gitmeli. Verkâ da İbn Ebi Necih'ten, o, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: Burada sözü geçenler, Kur'ân-ı Kerîm hakkında hak olmayan şeyler söyleyenlerdir.

2. Bid'at Sahiplerine Karşı Takınılması Gereken Tavırlar:

Hüccet olan İmâmlarla onların peşinden gidenlerin, takiye olmak üzere fasıklarla beraber oturup kalkabileceklerini ve onların görüşlerinin doğruluğunu ifade edebileceklerini iddia edenlere karşı bu âyet-i kerimede aziz ve celil olan Allah'ın Kitabındaki bu âyette açık bir red bulunmaktadır.

Taberî, Ebû Cafer, Muhammed b. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Çeşitli davalar ileri sürerek birbirine düşmanlık eden husumet sahibi kimselerle birlikte oturup kalkmayınız. Çünkü onlar Allah'ın âyetleri hakkında (bilgisizce) dalan kimselerdir.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu da büyük günah işleyen kimselerle oturup kalkmanın helal olmadığına delildir.

İbn-Huveyzimendad der ki: Allah'ın âyetleri hakkında dalan kimselerle oturup kalkmak terkedilir ve ondan uzak kalınır. İster mü’min, ister kâfir olsun. Yine şöyle demektedir: Aynı şekilde bizim mezhep âlimlerimiz, düşman topraklarına, onların kilise ve havralarına girmeyi uygun görmediği gibi, kâfirlerle ve bid'at ehli ile de oturup kalkmayı uygun görmemişlerdir. Onların (mü’minlere) sevgi gösterdiklerine inanılmaması, sözlerine kulak verilmemesi ve onlarla tartışılmaması da gerekir,

Bid'at sahiplerinden birisi Ebû İmrân en-Nehaî’ye şöyle demiştir: Benim bir sözümü dinle. Ancak, Ebû İmrân ondan yüz çevirmiş ve senin yarım sözünü dahi dinlemem, demiştir. Buna benzer bir rivâyet Eyyub es-SahtiyârüMen de rivâyet edilmiştir.

el-Fudayl b. Iyad der ki: Bid'at sahibi birisini seven bir kimsenin Allah amelini boşa çıkarır. Onun kalbinden İslâm'ın nurunu çıkartır. Her kim kızını bir bid'atçi ile evlendirecek olursa kızıyla akrabalık bağını koparmış olur. Bid'at sahibi bir kimse ile oturana hikmet verilmez. Bir kimsenin bid'atçi birisine buğzederse Allah'ın da ona mağfiret edeceğini ümit ederim.

Ebû Abdullah el-Hâkim de Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim bid'at sahibi birisine saygı gösterecek olursa o, İslâmın yıkılışına yardımcı olmuş olur."

Bunlar, bid'at sahibi kimselerle oturup kalkmanın -onlarla beraber olanlar kulaklarını korudukları takdirde- câiz olduğu İddiasında bulunanların görüşleri çürütülmüş olur.

Yüce Allah'ın:

"Eğer şeytan sana unutturursa artık hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile oturma" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1. "...Unutturursa..."

Yüce Allah'ın:

": Sana unutturursa" âyetindeki, şart edatıdır. Çoğunlukla bununla beraber (fiilinde) şeddeli "nun" gelir. Gelmediği de olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Bir düşman, düşmanlık hususunda bir gün sana isabet ettirirse

Bir zamanlar sen de (ona karşı) üstünlük sağlıyor ve zafer elde ediyordun."

İbn Abbâs ve İbn Âmir ise, çokluk ifade etmek üzere "sin" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Şair de der ki:

"Süleymâ dedi ki, bugün yola (geceleyin) koyulacak mısın, yoksa kalmaya mı karar vereceksin?

Çünkü kimi ihtiyacı sana unutturur, tembellik."

Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir;

"Ayağa kalktığım vakit bana şalvarımı (çekmeyi) unutturur."

(Âyet-i kerimenin) anlamı şudur: Ey Muhammed, eğer şeytan yanlarından kalkıp gitmeyi sana unutturur da yasaktan sonra onlarla beraber oturmaya devam edecek olursan, "artık hatırladıktan sonra" yani, bu yasağı hatırladığın takdirde "o zâlimler" yani müşrikler "topluluğu ile oturma."

2. Bu Âyetin Muhatapları Ve Hazret-i Peygamberin Unutması:

Bu âyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a hitap olmakla birlikte ümmetinin kastedildiği söylenmiştir. Bu görüşü ileri sürenler, Hazret-i Peygamberin unutmaktan uzak olduğu kanaatiyle bu görüşü belirtmişlerdir Bunun, Hazret-i Peygambere has bir hitap olduğu ve Hazret-i Peygamberin unutmasının mümkün olduğu da söylenmiştir.

İbnü'l-Arabî der ki: Bizler, bizim mezhep âlimlerimizin, şanı yüce Allah'ın:

"Yemin olsun... eğer şirk koşarsan mutlaka amelin boşa çıkar." (ez-Zümer, 39/65) âyetinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın adına ümmete -onun şirk koşmasının imkânsızlığı dolayısıyla- hitap olduğu şeklindeki görüşlerinde mazur görsek dahi, Hazret-i Peygamberin unutmasının imkânı hususunda onların mazur görülecek bir tarafları yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Âdem unuttu, o sebepten onun zürriyeti de unuttu." Tirmizî, Tefsir 7. sûre. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup, sahih olduğunu belirtmiştir. Yine Hazret-i Peygamber kendisi hakkında da şöylece haber vermektedir; "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Siz nasıl unutuyorsanız ben de unuturum. O bakımdan unutacak olursam bana hatırlatınız." Bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 89, 92-94; Ebû Dâvûd, Salât 189-190; Nesâî, Sehv 25, 26; İbn Mâce, İkametu's-Salât 129, 133; Müsned, 1, 379, 420, 424, 438. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber bu hadiste unutmayı kendisine izafe etmiştir. Yine bir adamın Kur'ân okuyuşunu işittiği sırada şöyle buyurmuştur: "Bu bana daha önce unutturulmuş bulunan şu şu âyeti hatırlattı." Buhârî, Fedâilu'l-Kurân 26; Müslim, Salâtu'l-Müsafırîn 225; Müsned, VI, 138.

Hazret-i Peygamberin unutmasının mümkün olduğunu kabul edenler, bu unutmasının tebliğ ile ulaştırılması gereken fiiller ile şeriatin hükümleri hakkında sözkonusu olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kâdı Iyâd'ın naklettiğine göre, genel olarak ilim adamları ve kelâmcılar birinci görüşü kabul etmişlerdir. Nitekim Kur'ân ve hadisin zahirinden de anlaşılan budur. Şu kadar var ki, ileri gelen kelâmcılar, şu şartı koşmuşlardır: Şanı yüce Allah bu durumda onu uyarır ve onu bu unutkanlık hali üzere bırakmaz. Bundan sonra yine bu uyarmanın olay ile bitişik ve derhal yapılmasının gerekip gerekmediği hususunda da farklı görüşleri vardır. Kadı Ebû Bekr ile ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü (bunun derhal yapılması gerektiği) doğrultulsun )dadır.

Bunun (unuttuğu hususun kendisine hatırlatılıp uyarılmasının) ömrü sona ermeden ve tebliği kesintiye uğramadan gerçekleşmesi câiz midir? Ebû'l-Meâli bu görüştedir. İlim adamlarından bir kesim ise, tebliğ ile ilgili fiiller ve serî ibadetler hususunda yanılmasını mümkün kabul etmezler. Tebliğ ile ilgili sözlerde ise bunun sözkonusu olmayacağım ittifakla kabul etmişlerdir. Bu hususta varid olan zahir haberleri çeşitli şekillerde tevil etmişlerdir. Üstad Ebû İshâk da bu görüşe meyletmiştir.

Batiniler ile kalp ilmi erbabından bir kesim istisna teşkil ederek şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamberin unutması câiz değildir. O, kastî olarak unutur ve bir hükmü sünnet olarak ortaya koymak için kasten unutmuş gibi bir görünüm verir. Tahkik İmâmlarından büyük bir kişi olan Ebû'l-Muzaffer el-İsferayinî de "el-Evsat" adlı eserinde bu görüşe meyletmiştir. Ancak bu doğru bir görüş olamaz. Çünkü, zıddın zıd ile bir arada olması uzak ve imkânsız bir şeydir.

69

Sakınanlara onların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat sakınırlar diye (onlara) hatırlatmaları gerekir.

İbn Abbâs der ki:

"Kendilerinden yüzçevir" müşriklerle beraber oturmayın diye emreden yüce Allah'ın âyeti ile müslümanlar bizim Mescid-i Haram'a girmemize ve Beyti tavaf etmemize artık imkânımız kalmadı, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

"Fakat, sakınırlar diye hatırlatmaları gerekir." Yani, şayet mü’minler onlarla birlikte oturacak olurlarsa, onlara hatırlatsınlar, öğüt versinler. Belki bunun sonucunda bulundukları durumu terk hususunda Allah'tan sakınırlar, korkarlar.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu da, yüce Allah'ın:

"O, size kitapta şunu indirdi: Allah 'in âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit, onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın" (en-Nisa, 4/140) âyeti ile neshedilmiştir. Böyle bir ruhsat Mekke fethinden önce idi ve o zamanlar takiye yapılacak zamanlardı.

Yüce Allah:

"O size Kitapta şunu indirdi" âyeti ile:

"Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip... kimseleri" (el-En'âm, 6/70) âyetine işaret etmektedir.

el-Kuşeyrî der ki: Daha zahir olan, âyet-i kerimenin mensuh olmadığıdır. Anlamı da şöyle olur: Müşriklerin hesabından size bir şey düşmez. Size düşen onlara hatırlatıp öğüt vermek ve onları kötülüklerinden vazgeçirmeye çalışmaktır. Eğer kabul etmeyecek olurlarsa, onların hesaplarını görmek Allah'a aittir.

"Hatırlatmak" mastar olmak üzere nasb mahallindedir. Ref mahallinde olması da mümkündür. Yani: Fakat onların yapmaları gereken şey hatırlatmaktır. Yani, onlara öğüt verip hatırlatmak düşer (bu onlara bir görevdir). el-Kisâî de der ki: Âyetin anlamı: Fakat bu, bir öğüttür, şeklindedir.

70

Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri terket. Allah'tan başka bir dost ve bir şefaatçisi olmayan her bir nefsin, kazandıkları yüzünden helake sürüklenmemesi için sen, onunla hatırlat. Ne kadar fidye verse de ondan alınmaz. Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr edegeldiklerinden dolayı, onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

Yani sen kalbini onlarla meşgul etme. Çünkü onlar, -sen kendilerine öğüt vermekle emrolunmuş olsan dahi- inatlaşan, işi yokuşa süren kimselerdir. Katade der ki: Bu âyet mensuhtur.

"Müşrikleri artık nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedilmiştir.

"Bir oyuncak ve bir eğlence”nin anlamı senin davet etmiş olduğun dini alay konusu ederler demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar, kabul ettikleri din ile alay etmektedirler. Çünkü gereğince amel etmiyorlar.

Alay etmek (istihza) hiç bir dinde uygun görülmüş bir şey değildir.

"Bir oyuncak ve bir eğlence" batıl ve şımarıklık şeklinde de açıklanmıştır. Bu kabilden açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/32. ayet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Oyun (un eğlenceden) önce zikredildiği yerler (Kur'ân-ı Kerîm'de) dört tanedir. Bu yerler de şöylece şiir halinde İfade edilmiştir:

"(Önce) oyun (cak) ve (sonra) eğlence gelip de

Bunun Kur'ân-ı Kerîm'de kaç yerde böyle geldiğim (sorarsan bil; ki):

Birisi el-Hadid Sûresi'nde (57/20. âyette) diğeri Kıtal Sûresi'nde (Muhammed, 47/36) dir.

el-En'âm Sûresi'nde ise (6/32 ve 70'de olmak üzere) iki yerdedir,"

Burada "din"den kastın bayram olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî şöyle demektedir: Yüce Allah her bir kavme ta'zim gösterecekleri ve yüce Allah'a namaz kılıp ibadet edecekleri bir bayram tayin etmiştir. Her bir kavim bayram günlerini oyun ve eğlence edindiler. Bundan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti müstesnadır. Onlar bayram günlerini namaz, zikir ve sadaka verdikleri günler olarak bildiler. Cuma, Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı günleri gibi.

Yüce Allah'ın:

"Dünya hayatının aldatmış olduğu kimseleri" âyeti dünya hayatından zahir olandan başkasını bilmeyen kimseleri

"terket" demektir.

"...Kazandıkları (günahlar) yüzünden helake sürüklenmemesi için" rehin olarak alıkonulup helake teslim edilmemesi için

"sen onunla" yani, Kur'ân ile veya hesap ile

"hatırlat." Bu şekildeki açıklama Mücahid, Katade, el-Hasen, İkrime ve es-Süddî'den nakledilmiştir.

(Helake sürüklenmek diye meali verilen:) îbsûl: Kişinin helake teslim edilmesi demektir. Bu kelimenin sözlükte bilinen anlamı budur. şeklinde aynı kökten gelen tabir: Çocuğumu rehin bıraktım, demek olur. Avf b. el-Ahvas b. Cafer der ki:

"Ve benim, işlediğimiz herhangi bir suç ve

Döktüğümüz herhangi bir kan olmaksızın çocuklarımı rehin verişim..."

Avf b. Cafer, Kuşeyroğullarından zengin birisi adına es-Suceyfe'nin iki oğlunun kan bedelini yüklenmek istemiş, onlar da: Biz senin bu işi yüklenmene razı olmuyoruz deyince, barış kastı ile çocuklarını onlara rehin vermişti. Nabiğa el-Cadi de şöyle demektedir:

"Ve biz, el-Ufâke'de Âmir'i rehin verdik;

ed-Derdâ'da olanlara karşılık rehin olarak;

Sonunda her ikisi de helâk oldular."

El Ufâke günü, câhiliyye dönemi Araplarının meşhur bir günüdür.

ed-Derdâ ise, onlara ait bir askeri birliğin adıdır.

"Allah'tan başka bir dost ve bir şefaatçisi olmayan her bir nefisin..." âyetine ait açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/48-49 ile 255 ve 257. âyetler ile; Âl-i İmrân, 3/68. âyetin tefsiri.)

Yüce Allah'ın:

"Ne kadar fidye verse de ondan alınmaz" âyetine dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/48-49. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Hamîm (kaynar su), oldukça sıcak su demektir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

"Başları üzerinden oldukça kaynar su (el-hamîm)" (el-Hac, 22/19);

"Onlar, bununla son derece sıcak su (el-hamîm) arasında gidip geleceklerdir." (er-Rahmân, 55/44)

Âyeti kerîme (nin hatırlatmayı emreden bölümü) kıtal âyeti ile nesih olmuştur. Bunun mensuh olmadığı da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın:

"Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinip... kimseleri terket" âyeti, yüce Allah'ın:

"Onları bırak yesinler, faydalansınlar" (el-Hicr, 15/3) âyeti gibi bir tehdittir. Anlamı da; onlar için üzülme! Çünkü sana düşen sadece nefislerin helake teslim olunmasını hatırlatıp tebliğ etmekten ibarettir, şeklindedir. Çünkü, bu şekilde kendisini helake terkeden kimse, ona teslim etmiş ve rehin alınmış olur. İbsâl'in asıl anlamının haram kılmak, yasaklamak olduğu da söylenmiştir. Bu da Arapların; bu sana haramdır, anlamında şeklindeki ifadelerinden alınmıştır. Bu tabir, onların cennetten mahrum kılınmaları ve cennetin kendilerine haram kılınmış olması dolayısıyla bu anlamda kullanılmış olabilir. Şair der ki:

"Sizin komşunuz bize haram ve yasak da

Bizim komşumuz da, onun kocası da size helâl, (öyle) mi?"

Buna göre burada ibsâl, haram kılmak, yasak kılmak anlamındadır.

71

De ki "Allah'ı bırakıp bize fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibadet edelim? Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim? Hani arkadaşları: "Bize gel" diye hidayete çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi olalım?" De ki: "Asıl hidayet Allah'ın gösterdiği doğru yoldur. Ve biz, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk."

Âyetin tefsiri için bak: 73

72

Bir de: "Namazı dosdoğru kılın ve O'ndan korkun" diye. Huzuruna varıp toplanacağınız yalnız O'dur.

Âyetin tefsiri için bak: 73

73

O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. O'nun "ol" diyeceği gün herşey oluverir. Sözü haktır O'nun. Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur. Görüneni de görünmeyeni de bilendir. O, Hakimdir, herşeyden haberdar olandır.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Allah'ı bırakıp bize" dua ve ibadet ettiğimiz vakit

"fayda ve", terkedip bıraktığımız takdirde de

"zarar vermeyen şeylere mi ibadet edelim" âyetinde putlar kastedilmektedir.

"Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" Yani, hidayete erdikten sonra sapıklığa mı geri dönelim?

"Filan kişi ökçeleri üzerine geri döndü" tabiri, arkasını dönüp giden hakkında kullanılır. Ebû Ubeyde der ki: İhtiyacını göremeyip karşılayamaksızın geri dönen kimse hakkında; "ökçeleri üzerine gerisin geri döndü" tabiri kullanılır. el-Müberred de der ki: Bu, hayırdan sonra ona şer geldi, anlamındadır.

(Ökçeler anlamına gelen âkâb'ın tekili olan akib'in) asıl anlamı, âkibet ve ukbâ'dan gelmektedir. Âkibet ve ukbâ ise, birşeyden sonra mutlaka gelmesi gereken şeyler hakkında kullanılır. Meselâ:

"Güzel âkibet takva sahiplerinindir" (el-A'raf, 7/128) âyeti de buradan gelmektedir. Ayağın ökçesi (akib'i) de buradan alınmıştır. (Ceza anlamına gelen) ukubet de buradan gelmektedir. Çünkü ukubet, işlenen suç ve günahın akabinde gelir ve ondan dolayı sözkonusu olur.

"Hani arkadaşları bize gel diye hidayete çağırdıkları halde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken, şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi olalım?" âyetinde yer alan benzetme edatı, hazf edilmiş bir mastara sıfat olarak nasb mahallindedir.

"Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken şeytanların saptırdıkları" azdırıp, hevasını kendisine süslü, güzel gösterdikleri, heva ve hevesinin gereklerine çağırdıkları kimse gibi mi olalım?

Bir şeye doğru hızlıca gitmeyi ifade etmek üzere -heva kökünden gelen: fiilleri kullanılır. ez-Zeccâc der ki: Bu, nefsin hevâsı ile ilgisi bulunan iden gelmektedir. Şeytanın hevasını kendisine süslü gösterdiği kimse gibi mi olalım? demektir.

Cemaat ": Saptırdıkları" şeklinde çoğul failin müennes okunması esasına göre okumuşlardır. Hamza ise çoğulu müzekker yapma esasına göre; ": şeytanların saptırdıkları kimse" şeklinde okumuştur. İbn Mes'ûd'dan ise, ": Şeytanın saptırdığı kimse" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bu kıraat el-Hasen'den de rivâyet edildiği gibi Ubeyy'in Mushaf'ında da böyledir.

"Bize gel," bize uy anlamına gelmektedir. Yine Abdullah b. Mes'ûd'dan "Kendisini apaçık bir hidayete çağıran" şeklinde bir kıraat nakledilmiştir. el-Hasen'den de ": Şeytanların kendisini saptırdıkları kimse" diye okuduğu da rivâyet edilmiştir.

": Şaşkın şaşkın dolaşırken" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Bunun gayr-ı munsarıf oluşu ise müennesinin; şeklinde oluşundan dolayıdır. ": Sarhoş erkek, sarhoş kadın, kızgın adam, kızgın kadın" kelimeleri gibi. Şaşkın ise, işinin gereği olarak gitmesi gereken yönü bir türlü bulamayan kimse demektir. ": Tereddüt gösterdi, şaşırdı kaldı", demek olan fiilin mastarları da; şeklinde gelir. Çıkış yeri bulunmayan su birikintisine de "hâir" denilmesi buradan gelmektedir. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir ise, suyun biriktiği ve gidecek yer bulamadığı yer anlamına da gelir. Şair der ki:

"Çukur ve etrafı su ile dolu bir alanda bulunan bir dal..."

İbn Abbâs der ki: Âyetin anlamı şudur: Puta tapanın misali, kendisini davet eden cinlerin arkasından giderek sabahleyin de kendisini yolunu bulamayacağı ve helâk olmaya maruz kalacağı bir yerde bıraktığını gören kimsenin durumuna benzer. İşte böyle bir kişi, kaybolunacak yerde, şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir haldedir.

Ebû Salih yoluyla gelen rivâyette de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, Ebû Bekr es-Sıddîk'ın oğlu Abdurrahman hakkında nâzil olmuştur. Abdurrahman babasını küfre çağırıyordu. Onun anne-babası ve diğer müslümanlar kendisini İslama davet ediyorlardı. İşte yüce Allah'ın:

"Hani arkadaşları: Bize gel diye çağırdıkları halde" âyetinin anlamı budur. Kendisi ise bu çağrılan kabul etmiyordu.

Ebû Ömer der ki: Abdurrahman'ın annesi, Ki naneli el-Haris b. Ğanm'in kızı Um Ruman'dır. Abdurrahman, Hazret-i Âişe'nin anne-baba bir öz kardeşidir. Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman, Bedir'de ve Uhud'da kâfir olarak kavmi ile birlikte Savaşa katılmıştı. Kendisiyle çarpışacak er istemiş, babası onunla çarpışmak üzere ayağa kalkmak istediğinde -nakledildiğine göre- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "Senden mahrum olmak istemiyorum" diye buyurmuştu. Abdurrahman daha sonra müslüman olmuş ve güzel bir şekilde İslama bağlanmış, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte de Hudeybiye barışında hazır bulunmuştu. Siyer âlimlerinin söyledikleri budur. Onların naklettiklerine göre asıl ismi Abdu'l-Kâ'be imiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun ismini Abdurrahman diye değiştirmiştir. Hazret-i Ebû Bekir'in yaşça en büyük oğlu budur. Denildiğine göre, arka arkaya aynı soydan dört kişi, baba ve çocukları olarak Hazret-i Peygambere yetişmiş, sadece Ebû Kuhafe, onun oğlu Ebû Bekir, Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman ve Abdurrahman'in oğlu da Ebû Atik Muhammed'dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Ve biz âlemlerin Rabbına teslim olmakla emrolunduk. Bir de namazı dosdoğru kılın ve ondan korkun diye" âyetinde yer alan ": Teslim olmakla" âyetindeki "lâm", "lâm-ı key" diye bilinir. Biz, müslüman olalım ve namazı kılalım diye emrolunduk, demektir. Çünkü izafet harfleri birbirlerine atfedilebilir.

el-Ferrâ' der ki: Âyetin anlamı: : Müslüman olmakla emrolunduk, şeklindedir. Çünkü Araplar, aynı anlamda olmak üzere; : Sana gitmeni emrettim, derler.

en-Nehhâs da derki: Ben, Ebû'l-Hasen b. Keysan'ı, buradaki "lâm"ın "hafd lâm"ı (yani, harf-i cer olan lâm) olduğunu söylediğini dinledim. Bütün "lâm"lar ise üç türlüdür: "Hafd lâm"ı, "emir lâm"ı ve "te'kid lâm"ı. Bunun dışındaki maksatlarla kullanılan bir lâm edatı yoktur.

"İslâm" ihlâs demektir. Namazın dosdoğru kılınması (ikâmesi) ise, onu devamlı olarak gereği gibi ifa etmektir. Ayrıca; ": Bir de namazı dosdoğru kılın" âyetinin manaya atıf olması da mümkündür. Yani onu, hem hidayete hem de namazı dosdoğru kılın diye davet ederler. Çünkü, ": Bize gel"in anlamı; : Bize gel... diye (çağırırlar), seklindedir.

Yüce Allah'ın:

"Huzuruna varıp toplanacağınız yalnız O'dur" âyeti, bir mübteda ve haber cümlesidir. Aynı şekilde: "O gökleri ve yeri hak ile yaratandır" âyeti de böyledir. Yani, kendisine ibadet olunması gereken O'dur. Putlar değildir. "Hak ile" de hak kelimesi ile demek olup o, "ol" âyeti ile yaralandır, anlamındadır.

Yüce Allah'ın;

"Onun ol diyeceği gün her şey oluverir" de, "ol" diyeceği günü hatırla, yahut da ol diyeceği günden sakının, demektir. Ya da ol diyeceği günü iyi düşün, anlamına gelir. Bunun, yüce Allah'ın: " Ve ondan korkun" âyetine atf olduğu da söylenmiştir. el-Ferrâ' der ki: "oluverir" denildiğine göre bu, özel olarak Sûr için sözkonusu olacaktır. Yani, o gün Sûr'a ol diyecektir, o da oluverecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, insanların ölümü ve hayatı gibi dilediği herşey oluverir.

Bu iki açıklamaya göre "sözü haktır O'nun" âyeti, mübteda ve haberdir. Yüce Allah'ın:

"Sözü" anlamındaki;, ile ref olduğu da söylenmiştir. Yani, O'nun emrettiği şey olur, demektir. : Hak da "sözün"ün bir sıfatıdır. Bu açıklamaya göre ifade;

": O'nun hak sözü gerçekleşir" âyetinde tamam olur.

İbn Âmir ise, mansub olarak; diye okumuştur. Bu ise, hesabın ve ba's'ın (öldükten sonra dirilişin) ne kadar sür'atli olacağına işarettir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/117. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

"Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur." Yani, Sûra üfürüleceği gün her şeyin mülkiyeti, sahipliği yalnız O'nundur. Veya: Sûr'a üfürüleceği günde hak yalnız O'nundur. Bunun "O'nun ol diyeceği günü" âyetinden bedel olduğu da söylenmiştir. (O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Sûr'a üfürüleceği gün olan o günde mülk yalnız O'nun olacaktır.)

Sûr: Kendisine üflenilecek nurdan bir boynuzdur. Birinci üfürüş canlıların yok olması içindir. İkincisi ise yeniden yaratmak içindir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi Sûr'un çoğulu; şeklinde gelmez. Bu iddiaya göre -ileride açıklayacağımız üzere- ölülerin suretlerine (şekillerine) üfürülür manası verilir.

Çünkü Müslim, Abdullah b. Amr yoluyla gelen bir hadiste şöyle denildiğini rivâyet etmektedir: "... Sonra Sur'a üfürülür, onu işiten herkes mutlaka boynunu o tarafa doğru döndürür veya uzatarak kulak verir. Onun sesini İşitecek İlk kişi, develerinin su içtiği havuzu sıvayıp düzelten bir adam olacaktır. O da sair insanlar da baygın yere düşecekler, sonra yüce Allah, çisintiyi andıran bir yağmur yağdıracak. -Yahut da; indirecek ifadesini kullandı-. Bu yağmurdan insanların cesetleri bitecek. Sonra tekrar Sûr'a üfürülecek ve ansızın kalkıp bakınacaklardır,.." Müslim, Fiten 116.

Nitekim yüce Allah'ın Kitabında da:

": Sonra ona ikinci bir defa üfürülür" (ez-Zümer, 39/68) diye buyurulurken, (Sûr'un "suret" kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin aksine); (.......) denilmemiştir. Böylelikle Sûr'un "sûret"in çoğulu olmadığı anlaşılmış olmaktadır.

Sûra üfürecek olanın İsrafil (aleyhisselâm)'ın olacağını bütün ümmetler icma ile kabul etmişlerdir. Ebû'l-Heysem der ki: Sûr'un bir boynuz olacağını kabul etmeyen bir kimse, Arşı, Mizanı ve Sıratı inkâr eden ve bunları çeşitli şekillerde te'vile kalkışan kimse gibidir. İbn Faris der ki: Hadiste sözü geçen Sûr, kendisine üflenilecek boynuzu andıran bir şeydir. Sûr da "suretin çoğuludur, el-Cevherî ise der ki: Sûr, karn (boynuz) demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demiştir:

"İki ordunun karşı karşıya geldiği sabah,

onlara öyle şiddetlice tosladık ki,

iki boynuzla (sûrla) toslaşmaya benzemezdi."

"Ve Sûr'a üfürüleceği günde" (en-Neml, 27/87) âyeti de bu kabildendir. el-Kelbî der ki: Sûr'un ne olduğunu bilemiyorum. Bunun ": Taze hurma" gibi suret'in çoğulu olduğu da söylenmektedir. Yani Ölülerin ve ervahın (ruhların) suretlerine üfürülür demek olur.

el-Hasen ise, ": Suretlere üfürüleceği günde" diye okumuştur, şeklinde "sad"ın esreli okunuşu ise, suretin çoğulu olan; 'ın bir başka söyleyişidir. Bunun da çoğulu; şeklinde geldiği gibi "yâ" ile şeklindeki çoğul da bunun bir başka söylenişidir.

Amr b. Ubeyd de der ki: İyâd: ": Suretlere üfürüleceği gün" şeklinde okumuştur. Bu kıraat ile mahlukat kastedilir.

Derim ki: Bu âyet-i kerimede yer alan "Sûr'un" suretin çoğulu olduğunu söyleyenler arasında Ebû Ubeyde de vardır. Her ne kadar bu, ihtimal dahilinde ise, bizim Kitab-ı Kerîm’den ve sünnet-i seniyeden zikrettiğimiz delillerle red olunur. Aynı şekilde öldükten sonra diriliş için Sûr'a iki defa ütürülmeyecektir. Diriliş için yalnızca bir defa üfürülecektir. İsrafil (aleyhisselâm), boynuz şeklinde olan Sûr'a üfürecek. Şanı yüce Allah da suretleri diriltecektir, Kur'ân-ı Kerîm'de ise:

"Fakat Biz ona ruhumuzdan üfürdük" (et-Tahrim, 66/12.) diye buyurulmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Görüleni de görülmeyeni de bilendir" âyetinde yer alan; ": Bilen" kelimesi, 'in sıfatı olmak üzere merfu' okunur, Yani: Gökleri ve yeri yaratan, görüneni görünmeyeni bilen O'dur. Mübtedanın hazfi dolayısıyla merfu' olması da mümkündür. Bazı kıraat âlimlerinin; ": Üfürür" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Buna göre üfürmek fiilinin faili; ": Görünmeyeni bilen" olması mümkündür. Çünkü ona üfürmek, yüce Allah'ın emri ile olduğuna göre, bunun doğrudan Allah'a nisbet edilmesi de mümkün olur. ": Bilen" kelimesinin manaya hamledilmek suretiyle merfu olması da mümkündür. Nitekim Sîbeveyh (buna benzer olan) şöyle bir mısra nakletmektedir:

"Yezid için. ağlatısın (çünkü) bir davaya yardımcı olmak için çağrıldığında yardımcı olur o."

el-Hasen ile el-A'meş ise şeklinde ve "; O'nundur" âyetindeki "o" anlamına gelen "he" den bedel olmak üzere esreli olarak okumuştur.

74

Hani İbrahim, babası Âzer'e: "Sen bir takım putları İlâh mı ediniyorsun? Gerçekten ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti.

Yüce Allah'ın:

"Hani İbrahim, babası Âzer'e... demişti" âyeti hakkında bir takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Eş'arî ve Şâfiî mezhebine mensub Ebû Bekr Muhammed b. Muhammed b. el-Hasen el-Cuveynî el-Eş'arî "en-Nükel; Mine't-Tefsir" adlı eserinde şunları söylemektedir: İbrahim'in babasının adının Târeh olduğu hususunda insanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'deki âyet ise adının Âzer olduğuna delalet etmektedir. Denildiğine göre Âzer, onların dilinde yerici bir isimdir. Bu takdirde âyet şöyle bir anlam taşır: Hani ibrahim babasına, ey hata içerisinde olan!

"Sen bir takım putları ilâh mı ediniyorsun... demişti." Eğer durum bu şekilde ise, o takdirde tercih edilen görüş bunun (nida dolayısıyla Âzer kelimesinin) merfu' oluşudur. Âzer'in put ismi olduğu da söylenmiştir. Durum böyle ise, o takdirde bir fiil takdiri ile nasb mahallinde olur ve şöyle demiş gibidir: Hani İbrahim babasına, sen Âzer'i ilâh mı ediniyorsun yani sen bir takım putları ilahlar mı ediniyorsun demişti.

Derim ki: (Ebû Bekr Muhammed b. Muhammed)'in iddia ettiği gibi bu görüş, ittifakla kabul edilmiş bir kanaat değildir. Çünkü Muhammed b. İshâk, el-Kelbî ve ed-Dahhâk şöyle demişlerdir: Âzer, İbrahim (aleyhisselâm)'ın babasının adıdır. Târeh de odur. Tıpkı İsrail ve Yakub'un (aynı kişinin İsimleri) olması gibi.

Derim ki: Buna göre -önceden de geçtiği gibi- onun iki ismi vardır. Mukâtil der ki; Âzer, lakabtır. Târeh de isimdir. es-Sa'lebî de bunu İbn İshâk el-Kuşeyrî'den naktetmiştir. Bunun aksi olması da mümkündür.

el-Hasen der ki: Babasının ismi Âzer idi. Süleyman et-Teymî de der ki: Âzer, sövme ve ayıplanma ifadesidir. Onların dilinde bu kelime eğri adam demektir. el-Mu'temir b. Süleyman, babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bana ulaştığına göre Âzer eğri demektir. Bu da İbrahim'in babasına söylediği en ağır sözdür.

ed-Dahhâk der ki: Âzer, farsçada oldukça yaşlı kişi, ihtiyar demektir. el-Ferrâ' der ki: Bu, onların dilinde yerid bir sıfattır. Ey hata eden, demiş gibidir.

Âzer'i merfu' okuyanlara Ya da onu esreli okuyanlara göre hani İbrahim, hata içerisinde olan babasına... demişti, gibi bir anlam taşır.

Âzer kelimesinin gayr-ı munsarıf oluşu ise, vezninde olduğundan dolayıdır. Bunu da en-Nehhâs söylemiştir.

el-Cevherî der ki: Âzer, Arapça olmayan bir isimdir. Ve bu kelime aslında bir kimseye yardım edeni anlatmak üzere; Filan kişi filana yardımcı oldu, destek verdi, ifadesinden türetilmiştir. Buna göre Âzer, putlara İbadet hususunda kavmine yardımcı olan, destek veren demek olur. Bunun, güç anlamına gelen el-ezr'den türemiş olduğu da söylenmiştir ki, bu da İbn Fâris'den nakledilmiştir. Mücahid ile Yeman ise, Âzer bir put adıdır, demişlerdir.

Bu açıklamaya göre İse Âzer, nasb mahallinde olup ifadenin takdiri: Sen Azeri bir ilâh kabul edip putlar mı edinirsin? demek olur.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Ve ifadenin takdiri: Sen Âzer'i putlar mı edinirsin? şeklinde olur.

Derim ki: Buna göre Âzer, bir cins ismi olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

es-Sa'tebî, "Kitabu'l-Arâis"de şöyle demektedir: İbrahim'in babasına., babasının verdiği isim Târeh’dir. Târeh, Nümruz (Nemrud) ile birlikte ilahlarının mabedinin görevlisi olunca, Nümruz ona, Âzer ismini vermişti.

Mücahid de der ki: Âzer onun babasının ismi değildir. Âzer bir put adıdır. Hazret-i İbrahimin babasının ismi Târeh'dir. Onun babası Nâhûr, onun babası Sarû\ onun babası Arğû, onun babası, Faluğ, onun babası Âbir, onun babası Şalîh, onun babası Erfahşed, onun babası Sam, onun da babası Nûh (aleyhisselâm)'dır.

"Âzer" kelimesinin bir kaç türlü okuyuşu vardır: Birincisi üstün, ikincisi esreli olmak üzere; şeklinde İbn Abbâs'tan gelen okuyuş. Yine ondan iki tane üstün hemzeli; şeklindeki okuyuş, merfu’ olarak da okunmuş olup bu da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'tan gelen ilk iki kıraatte; ": Edinir (mi)sin" de hemze yoktur. el-Mehdevî der ki: ": İzr mi?" de İzr'in, bir put ismi olduğu söylenmiştir. Ve bu; İzr'i mi edinirsin? takdirinde nasb halindedir. Aynı şekilde; da böyledir. Bunun, şeklinde 'den türemiş kabul edilerek okunması da mümkündür. Bu da mef'ûlün leh olarak destek ve yardımcı anlamına gelir. Şöyle demiş gibidir: Sen, destek ve güç edinmek için mi bir takım putlar edinmektesin?

Bunun, şeklinde ve (yük anlamına gelen); anlamında olup, "vav" harfinin hemzeye dönüştürülmüş olması da mümkündür.

el-Kuşeyrî der ki: Müşriklere karşı delil getirmek üzere Hazret-i İbrahim'in ve onun putlara ibadet konusunda babasına verdiği cevap zikredilmiştir. Bütün insanlar arasında öncelikle İbrahim'e uymaları gerekenler ise, Araplardır. Çünkü Araplar onun soyundan gelmişlerdir. Yani, İbrahim'in babasına... dediği zamanı hatırla, demek olur. Ya da: "Her bir nefisin... helake sürüklenmemesi için sen onunla hatırlat ve ayrıca İbrahim'in... dediğini de hatırlat" anlamında olur.

"Âzer" kelimesi, tekil nida olmak üzere, ey Âzer anlamında; şeklinde de okunmuştur. Bu da Ubeyy, Yakub ve diğerlerinin kıraatidir. Bu kıraat: Âzer, İbrahim'in babasının adıdır, diyenlerin görüşünü pekiştirmektedir.

"Sen bir takım putları ilâh mı ediniyorsun?" anlamındaki âyet,

"ediniyor... sun" kelimesinin (biri putlar, diğeri de ilahlar olmak üzere) iki mef'ûlüdür. Bu da inkâr anlamım taşıyan bir istifhamdır.

75

Biz İbrahim'e kesin bilgiye varanlardan olsun diye göklerin ve yerin mülkünü böylece gösterlyorduk.

Yüce Allah'ın:

"Biz İbrahim'e... göklerin ve yerin mülkünü böylece gösteriyorduk" âyetinde "melekût", mülk anlamındadır. Sıfatta mübalağa için fazladan "vav" ile "te" getirilmiştir. Rahabût ve Ceberut kelimeleri de bunun gibidir. Ebû's-Simmal el-Adevî, "lâm" harfini sakin olarak "melkût" diye okumuştur. Sîbeveyh'e göre ise, esasen hafif olduğu için (lâm'ın üzerindeki) fethanın hazfedilmesi câiz değildir. Bununla birlikte bu, bir söyleyiş de olabilir. İse, gösterdik anlamındadır. Burada fiil (aslında muzaridir, fakat) mazi anlamındadır.

Şöyle denilmiştir: Yüce Allah bununla göklerde bulunan meleklerin ibadeti ve hayret verici şeyler ile, yerde bulunan Âdem oğullarının isyanını kastetmektedir. Çünkü Hazret-i İbrahim, isyan edeni gördüğü vakit, ona beddua eder, yüce Allah da onu helâk ederdi. Allah ona: Ey İbrahim, kullanma beddua etmekten vazgeç. Sen Benim isimlerimden birisinin "es-Sabûr: çok sabreden, tahammül gösteren" olduğunu bilmiyor musun? Bu'anlamdaki bir hadisi Hazret-i Ali, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah ona -Arş ve yerlerin en aşağısı da dahil olmak üzere-, gökleri ve yeri gösterdi. İbn Cüreyc, el-Kasım'dan rivâyetine göre, İbrahim en-Nehaî şöyle söylemiş: Yedi gök, Hazret-i İbrahim'in gözü önünde yarıldı. O da Arş'a varana kadar onları bakıp gördü. Yerler de onun önünde açıldı ve onlara baktı. Cennetteki yerini de gördü. İşte yüce Allah'ın:

"Biz ona dünyada da ecrini verdik" (el-Ankebut, 29/27) âyetinin işaret ettiği de -es-Süddî'den nakledildiğine göre- budur.

ed-Dahhâk ise der ki: Allah, göklerin mülkünden anlatmış olduğu şekilde yıldızlan, yerin mülkünden ise denizleri, dağları, ağaçları ve buna benzer Allah'ın varlığına delil olarak gördüğü şeyleri gösterdi.

İbn Abbâs da buna yakın bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Hazret-i İbrahim, doğduğu sırada yer altında bir mahzene konuldu. Onun rızkı ise, parmaklarında idi. O parmaklarım emerdi. Mel'un Nemrud ise, bir rüya görmüş ve onun gördüğü bu rüya, doğacak bir kimsenin eliyle mülkünün ortadan kaldırılacağı şeklinde yorumlanmıştı. O da erkeklerin kadınlardan azil yapmalarını emretmişti. Doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emrettiği de Söylenmiştir. Âzer ise, kıral Nemrud'un yakın kimselerinden idi. Bir gün onu bir ihtiyacını görmek üzere göndermiş, o da hanımına yaklaşmış idi. Hanımı da Hazret-i İbrahim'e gebe kalmıştı.

Bir başka açıklamaya göre o, putların bulunduğu yerde hanımı ile birlikte olmuş, hanımı gebe kalınca derhal putlar da yüzleri üstü yıkılmışlardı. Hazret-i İbrahim'in babası, hamile kalan annesini, Hazret-i İbrahim doğuncaya kadar dağlar arasındaki yollardan birisine götürüp bırakmıştı. Hazret-i İbrahim'e yer altında bir mahzen kazdı ve yırtıcı hayvanlar gelip onu yemesin diye bu mahzenin kapısına büyük bir kaya parçası koymuştu. Annesi zaman zaman yanına gider ona süt verirdi. Parmaklarını emdiğini görürdü. Parmaklarından birisinden bal, birisinden su, birisinden de süt geliyordu. Hazret-i İbrahim, büyümüş ve bir yaşına gelmiş idi, ama üç yaşındaki bir çocuk gibi gösterişli idi. Babası onu mahzenden çıkartınca, herkes onun birkaç yıldan beri dünyaya gelmiş olduğunu zannediyordu. Hazret-i İbrahim annesine Rabbim kim diye sorunca, annesi benim demişti. Peki senin Rabbin kim diye sorunca babandır demişti. Ya babamın Rabbi kimdir diye sorunca, Nemrud demişti. Peki onun Rabbi kim, diye sorunca, ona bir tokat atmıştı. Annesi böylelikle mülklerinin ellerinden kimin vasıtasıyla gideceğini öğrenmiş oldu. Bu husustaki kıssa, el-Kisaînin "Kısasu'l-Enbiya" adlı eserinde bütünüyle zikredilmiş bulunmaktadır. Bu ise, örnek alınacak, uyulacak bir kitaptır.

Kimisi de şöyle demiş: Hazret-i İbrahim, Harran'da doğmuş, babası da onu Babit'e götürmüştü. Geçmişlerden (selef) ilim adamları genel olarak şöyle demektedir: İbrahim, Nemrud b. Ken'ân b. Sencarib b. Kuş b. Sam b. Nûh döneminde dünyaya gelmiştir. Buna dair açıklamalar daha Önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/258. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Tufan ile Hazret-i İbrahim'in doğuşu arasında 1263 yıl geçmiştir. Bu, Âdem'in yaratılışından 3330 yıl sonra demektir.

Yüce Allah'ın:

"Kesin bilgiye varanlardan olsun diye" âyetinin anlamı da şudur: O, kesin bilgiye varanlardan olsun diye Biz ona bunları yani melekûtu (göklerin ve yerin mülkünü) göstermiş idik.

76

Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü: "Bu (muymuş) benim rabbim?" demişti O, sönüp gidince de: "Ben öyle sönüp gidenleri sevmem" demişti.

Yüce Allah'ın:

"Gece onu bürüyüp örtünce" âyetindeki;": Karanlığıyla onu örtünce" demektir. ": Cennet, cinnet, cünnet (kalkan), cenin, micen (kalkan) ve cin" kelimeleri buradan gelmekte olup, hepsi de örtmek anlamındadır. Gecenin cenanı ise, iyice kararması ve örtmesi demektir. Şair der ki:

"Olmayaydı eğer gecenin karanlığı, bizim koşuşumuz yetişmişti mutlaka Iyad b. Nâşib'e;

Zürrima ile (kumlarda biten ağaçlık olan) el-Ertâ'da."

Gecenin karanlığı demek olan "cenânu’l-leyl" anlamında "cünûnu’l-leyl” de kullanılır. ": Gece onu bürüdü, örttü," anlamındadır.

"Bir yıldız gördü" âyetinde sözü edilen ona göklerin melekûtunun sunulduğu kıssadan başka bir kıssadır. Denildiğine göre o, bu yıldızı içinde bulunduğu mahzenin ağzında bulunan kayanın bıraktığı aralık arasından görmüştü. Şöyle de denilmiştir: Babası kendisini mahzenden çıkarttığı sırada güneşin batım vakti idi. Bu sırada develeri, atları ve koyunları görmüş, mutlaka bunların bir Rabbi olmalıdır diye düşünmüştü. O sırada Müşteri (Jüpiter) veya Zühre (Venüs) gezegenlerini, sonra da ayı, daha sonra da güneşi görmüştü. Bu ayın son günlerinde olmuştu. Muhammed b. İshâk der ki: O sırada İbrahim onbeş yaşında idi. Yedi yaşında olduğu söylendiği gibi, Nemrud ile tartıştığı sırada onyedi yaşında olduğu da söylenmiştir,

"Bu, (muymuş) benim rabbim" âyetinin anlamı hakkında farklı görüşler vardır. Hazret-i İbrahim bu sözü, düşünme ve çocukluk dönemi ile bu konuda onun delilleri görmesinden önceki sürede söylemişti. Böyle bir durumda bu gibi yaklaşımlar küfür de olmaz, îman da olmaz. Bu görüşü kabul edenler, Ali b. Ebi Talha'dan, İbn Abbaş'tan yaptıkları şu rivâyeti delil gösterirler.

İbn Abbâs dedi ki:

"Gece onu bürüyüp Örtünce bir yıldız gördü. Bu (muymuş) benim rabbim demişti." O da kayboluncaya kadar o yıldıza ibadet etmişti. Güneş ve ay da böyle olmuştu. Fakat, düşünme ve tetkiki sona erince:

"Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım" (el-En'am, 6/78) demiş ve bunların kayboluşlarını (ilâh olamayacaklarına) delil görmüştür. Çünkü onların kayboluşları sonradan yaratılmış (hadis) olmalarının en açık bir belgesi idi.

Kimisi de şöyle demiştir: Böyle bir rivâyet sahih değildir. Ayrıca yüce Allah'ın peygamber olarak gönderceği bir kimsenin herhangi bir dönemde yüce Allah'ı tevhid etmeyeceği, O'nu tanımayacağı, Allah dışındaki her türlü mabuttan uzak ve O'ndan ilişiğini kesmeyeceği bir zamanın olması mümkün değildir. Ayrıca böyle bir şey, yüce Allah'ın şirkten koruduğu (ismet) ve önceden beri kendisine doğru yolu ve hidâyeti vermiş olduğu kesin bilgi sahibi olanlardan olması için ona göklerin ve yerin melekûtunu gösterdiği kimse için nasıl düşünülebilir? Onun, Allah'ı bilip tanımamakla nitelendirilmesi câiz olamaz. Aksine o, ilk bakışından itibaren yüce Rabbi tanımıştır.

ez-Zeccâc der ki: Kanaatimce böyle bir cevap hatalıdır ve söyleyenin bir yanlışıdır. Çünkü yüce Allah Hazret-i İbrahim'in şöyle dediğini bize haber vermektedir:

"Beni de evlatlarımı da putlara tapmaktan uzak tut." (İbrahim, 14/35) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Hani o, Rabbine salim bir kalp ile gelmişti." (es-Saffat, 37/84) Yani o, yüce Allah'a hiçbir şekilde ortak koşmamıştı. (ez-Zeccâc devamla) der ki: Kanaatimce cevap şudur; O, bu sizin dediğinize göre benim rabbimdir, demiştir. Çünkü onlar, putlara, güneşe ve aya tapıyorlardı. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Ortaklarım nerede?" (en-Nahl, 16/27) âyetidir. Halbuki, şanı yüce Allah ortağı olmayan, bir ve tektir, Âyetin anlamı ise şudur: Sizin iddianıza göre ortağım olduğunu söyledikleriniz nerede?

Şöyle de denilmiştir. Hazret-i İbrahim, mahzenden çıkınca Rabbini arayışı sırasında yıldızın ışığını görmüş ve bu ışığı rabbinin aydınlığı zannetmiş, o bakımdan: "Bu benim rabbimdir" yani, işte O'nun nuru bana görünüyor demişti. "O sönüp gidince de" kendisinin rabbî olmadığını anlamıştı, "Sonra ayı doğarken görence" ve onun ışığına bakınca: "Bu (muymuş) benîm rabbim demiş, o da kaybolunca: Eğer Rabbim bana hidayet etmezse ben mutlak sapıklardan olurum demişti. Sonra güneşi doğarken görünce, rabbim (sizin dediğinize göre) bu olmalıdır" demişti. Böyle bir şey söylemek ise şirk değildir. O, ışığı Rabbine nisbet etmişti. Fakat onun ortadan kaybolup gittiğini görünce, ilim ona bunun Rabb olmaya hak sahibi olmadığını gösterdi, böylelikle kalbiyle bunun olamayacağım ve bunun da Rabbinin bulunduğunu, Rabb olmasının sözkonusu olmadığını idrak etmiş oldu.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i İbrahim'in "bu benim rabbim" demesi, kavmine karşı delili ortaya koyması içindi. O, zahiren onlara uygun düşündüğünü göstermişti. Fakat yıldız kaybolunca delili ortaya koyup: Değişen bir şeyin Rabb olması mümkün değildir, dedi, Halbuki kavmi yıldızlan ta'zim ediyor, onlara tapınıyor ve yıldızlara göre hüküm veriyorlardı. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenen en güzel açıklama, İbn Abbâs'tan sahih olarak gelen ve yüce Allah'ın:

"Nûr üstünde nurdur" (en-Nûr, 24/35) âyeti hakkındaki şu açıklamasıdır: İşte mü’minin kalbi böylece aziz ve celil olan Allah'ı bilip tanır ve kalbiyle O'na delil getirir. O'nu bilip tanıdı mı, nuruna nûr katılır.

İşte Hazret-i İbrahim de böyledir. Yüce Allah'ı kalbiyle bilip, diğer delillerle O'nun varlığına delil gösterince kendisinin bir Rabbi ve bir yaratıcısı olduğunu kesinlikle bilmiş oldu. Yüce Allah ona kendisini tanıtınca, onun da Allah hakkındaki marifeti artmış ve şöyle demişti:

"Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'âm, 6/80)

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, onların yaptıklarını reddeden bir üslupla soru ve azar anlamındadır. Yani, bu muymuş benim rabbim? Yahut bunun gibi birisi nasıl rabb olur? anlamında olup soru edatı hazfedilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de bir başka yerde şöyle buyrulmaktadır:

"Sen öldükten sonra onlar ebedi mi kalacaklar" (el-Enbiya, 21/34) anlamındadır. el-Hüzelî der ki:

"Beni teskin ettiler ve dediler ki: Korkma ey Huveylid

O yüzleri tanımayarak dedim ki: Bunlar bunlar (mı) dır?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ömrün hakkı için. -her ne kadar bilip anlayan birisi isem de- bilemedim.

Onlar cemreye yedi (taş mı) attılar, yoksa sekiz taş mı?"

Manası: "Sizin iddianıza göre benim rabbim budur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?" (el-Kasas, 28/74) Bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır:

"Tad bakalım. Çünkü sen (dünyada) aziz ve kerim idin (imişsin)?" (ed-Duhan, 44/4?) Yani sen kendi kanaatine göre böyleymişsin.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler, bu benim de Rabbimdir diyorsunuz. Burada "diyorsunuz" anlamındaki kelimeyi hazfetmiştir. Hazf ise Kuran-ı Kerîm'de çokça görülmektedir. Manası: Bu benim Rabbime delildir, olduğu da söylenmiştir.

77

Sonra ay'ı doğarken görünce de: "Bu (muymuş) benim rabbim" demiş, o da kaybolunca: "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse ben mutlak sapıklardan olurum" demişti.

Allah'ın:

"Sonra ayı doğarken görünce de" âyetindeki;

": Doğarken" anlamındadır. Ayın doğmaya başladığını anlatmak üzere; denilir. İse, yarmak demektir. Ay, âdeta aydınlığıyla karanlığı deler gibi olduğundan onun hakkında bu tabir kullanılır. Veteriner, atın kanını akıttığı takdirde ": Baytar atın kanını akıttı" denilmesi de buradan gelmektedir.

"Eğer Rabbim bana hidayet etmezse" hidayet üzere bana sebat vermezse. Çünkü, zaten hidayet bulmuş idi. Buna göre bunun onun tetkik ve düşünme mühleti sırasında cereyan etmiş olması yahut da aklen mümkün olduğundan dolayı kendisine sebat verilmiş olmasını istemesi de sözkonusudur.

Nitekim Hazret-i Şuayb şöyle demişti:

"Bizim için Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna tekrar ona (dininize) geri dönmemiz olacak şey değildir." (el-A'raf, 7/89) el-Fâtiha Sûresi'nde de:

"Bizi dosdoğru yola ilet" (el-Fâtiha, 1/6) diye buyurulmaktadır. Bize hidayet üzere sebat ver, demektir. Buna dair açıklamalar daha Önceden ( işaret ettiğimiz âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

78

Sonra güneşi doğarken görünce: "Rabbim bu olmalıdır. Çünkü bu daha büyük" demişti. O da batınca: "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım" demişti.

Yüce Allah'ın:

"Sonra güneşi doğarken görünce" âyetindeki

"doğarken" anlamına gelen kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Çünkü gözün görüşü ile onun böyle olduğunu görmüştü. Doğuş hakkında; (.......) fiili kullanıldığı gibi, batış hakkında da; kullanılır. Bu âyette; ": Bu" işaret zamiri müzekkerdir. Halbuki;

": O da batınca" âyetinden da anlaşıldığı gibi "güneş" müennesdir. (Buna dair) şöyle bir açıklama yapılmıştır: Güneşin müennesliği onun şanını yüceltmek için ve onun büyüklüğü dolayısıyladır. Bu da Arapların bir adam hakkında; ": İleri derecede neseb bilgini ve büyük bir alim adam," demelerine benzer.

" Rabbim bu" demesi ise, : Rabbim, bu doğan olmalıdır, anlamında olduğu içindir. el-Kisâî ve el-Ahfeş bu açıklamayı yapmıştır. Başkaları ise bunun ışık anlamında olduğunu söylemişlerdir. Ebû'l-Hasen Ali b. Süleyman ise: Bu, kişi anlamındadır demiştir. Nitekim şair el-A'şâ şöyle demiştir: (Bunlar da az önce geçen işaret zamirinin müzekker oluşu ile ilgili açıklamalardır).

"Kalkıp kabri başında ona ağladı:

Senden sonra benim kimim var ey Âmir?

Yurtta beni garip bir kişi olarak bıraktın

Zaten yardımcısı olmayan zelil düşmüştüm (diyerek)."

79

Şüphesiz ki ben yüzümü hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.

"Şüphesiz ki ben yüzümü... çevirdim" âyeti, ben ibadetimi ve tevhidimi yalnızca yüce Allah'a yönelttim, demektir.

Burada "yüz'ün sözkonüsu edilmesi, kişinin en çok yüzü ile tanınması ve yüzün en belirgin organ olmasından dolayıdır.

"Hanif olarak" hakka dönen olarak.

"Ve ben müşriklerden değilim" anlamındaki; âyeti, ‘nın ismi ve haberini teşkil etmektedir. Eğer üzerinde vakıf yapılacak olursa, harekeyi ifade etmek için "elif" de okunur ki, fasih olan lügat budur.

el-Ahfeş der ki: Araplar arasında (elif siz olarak diyenler de vardır. el-Kisâî de der ki: Araplar arasında diyenler de vardır. Buna göre (ben anlamına gelen) bu zamirin üç türlü söyleyişi var demektir. Vasıl halinde de üç söyleyiş sözkonusudur. Vakıf yapmaksızın okuma sırasında "elif" hazfedilir. Çünkü "elif," sadece vakıf halinde harekeyi beyan etmek için fazladan getirilmiştir. Araplardan vasıl halinde de "elifi tesbit ederek okuyanlar da vardır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Ben, aşiretin kılıcıyım. Tanıyın beni."

Kaysoğullarının bir bölümü ile Rabialıların şivesi budur. Bu açıklama el-Ferrâ''dan nakledilmiştir. Araplardan, vasıl halinde; (........) şeklinde söyleyenler de vardır. Onu da el-Kisâî, kimi Kudâalılardan nakletmiştir.

80

Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O da dedi ki: "Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz? Ben ise O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki Rabbim bir şey dilemiş olsun. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?

Yüce Allah'ın;

"Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı" âyeti delil getirmeye ve tartışmaya bir delildir. Onlar, Allah'ın vahdaniyeti hususunda ona karşı delil getirmeye kalkışmışlardı.

"O da dedi ki: Benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz..."

"Benimle... mücadele mi ediyorsunuz" âyetindeki "nûn"u, Nâfi’ şeddesiz olarak okumuş, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Hişam rivâyetiyle İbn Amir'den bu "nun" okuyuşu hususunda farklı rivâyetler gelmiştir,

"Nûn"u şeddeli okuyanlar derler ki: Bunda aslolan iki "nûn" ile okumaktır. Birincisi ref alâmetidir, diğeri ise fiil ile "yâ"yı birbirinden ayırmak içindir. Fiilde birbirine benzer iki harf bir araya gelip bu da ağır olduğundan dolayı "nûn"un birisi diğerine idğam olundu ve böylelikle şeddeli bir "nun" ortaya çıktı, iki sakinin -"vâv" İle şeddeli iki nun'un birincisinin- bir araya gelmemesi için "vav"ın med ile okunulması kaçınılmazdır. Böylelikle bu med, her iki sakini birbirinden ayıran fasıla olmuştur.

"Nûn"u şeddesiz okuyan ise, birbirinin aynısı olan iki harf bir araya geldiğinden dolayı tahfif kastıyla ikinci "nûn"u hazfetmiştir. Birinci "nun" hazfedilmiş olamaz, çünkü o ref alametidir. Eğer birinci "nün" hazfedilecek olsa, merfu, meczüm ile mansuba benzemîş olurdu, Ebû Amr b. el-Alâ'dan nakledildiğine göre böyle bir kıraat lâhn'dir. Sîbeveyh ise bunu câiz kabul ederek: Araplar tad'ifı (yani aynı harfi iki defa okumayı) ağır bulmuşlardır, demiş ve şu beyiti örnek göstermiştir:

"Misk sürülürken onu (saçlarım, kuruyunca bembeyaz kesilen) yandık otu gibi görürsün

Saçımdan bit ayıkladıklarında bit, ayıklayan kadınların hoşuna gitmez."

"Ben İse O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." Çünkü, o ortak koştuklarının ne faydası ne de zararı vardır.

Hazret-i İbrahim'i tapındıktan ilahların çokluğuyla korkutmuşlardı. O putlardan korkması, ancak yüce Allah'ın onlara hayat vermesi, kudret vermesi halinde sözkonusu olabilir. O takdirde ancak onların zararlarından korkulur. İşte yüce Allah'ın:

"Meğer ki Rabbim bir şey dilemiş olsun" âyetinin anlamı budur. Yani, ancak benim Rabbim işlemiş olduğum bir günah dolayısıyla hoşuma gitmeyen bir şeyin beni gelip bulmasını dilemiş olsa, o takdirde O'nun iradesi yerini butur. Bu istisna, birincisinden istisna edilmiş değildir. (Yani, munkatı bir istisnadır). ": Ona" daki zamirin yüce Allah'a ait olması ihtimali olduğu gibi, mabuda gitmesi de mümkündür. Ayrıca Hazret-i İbrahim; "Meğer ki Rabbim birşey dilemiş olsun" demiş, bununla da yüce Allah benim onlardan korkmamı dilememiştir, demek istemiştir. Bundan sonra da:

"Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır." Yani, O'nun ilmi kapsamı dışında hiçbirşey yoktur, diye ifadelerini tamamlamıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/115. ayet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

81

"Allah üzerinize Ona dair bir delil ve belge indirmediği şeyi siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sîzin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Şimdi bu iki guruptan hangisi güven duymaya daha lâyıktır? Eğer biliyorsanız (söyleyin).

Yüce Allah'ın:

"Ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" âyetinde "nasıl" anlamına gelen; 'nin inkâr anlamı vardır. Onların kendileri Allah'tan korkmadıkları halde-kendisini putlarla korkutmasını - inkâr ve red etmektedir. Yani sizler, herşeye gücü yeten Allah'tan korkmazken, ben nasıl olur da cansız putlardan korkarım.

"Allah üzerinize ona dair bir delil ve belge" herhangi bir hüccet

"indirmediği şeyi..." Buna (hüccet, delil, belge anlamına gelen "sultan" kelimesine) dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmrân, 3/152. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Şimdi bu iki guruptan hangisi" Allah'ın azabından yana

"güven duymaya daha lâyıktır." Muvahhid olan mı, yoksa şirk koşan mı?

82

Îman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince: İşte onlaradır güvenlik, onlardır hidâyete ermiş olanlar.

İşte yüce Allah aralarında hüküm veren olarak şöyle buyurmaktadır:

"Îman edenler ve" şirk ile "imanlarına zulüm karıştırmayanlar güven duymaya daha lâyıktırlar. Bunu Ebû Bekir es-Sıddik, Ali, Selman ve Huzeyfe (radıyallahü anhüm) böylece açıklamışlardır.

İbn Abbâs der ki: Bu da Hazret-i İbrahim'in söylediği sözler arasındadır. Âl-im bir kimsenin başkasına soru sorup bizzat kendesinin cevaplandırması gibi.

Bunun, Hazret-i İbrahim'in kavminin söylediği söz olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, aleyhlerine delil olacak şekilde cevap verdiler. Bu açıklama İbn Cüreyc tarafından yapılmıştır.

Buhârî İle Müslim'de İbn Mes'ûd'dan nakledildiğine göre:

"Îman edenler ve imanlarına da zulüm bulaştırmayanlar..." âyeti nâzil olunca bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashâbına ağır geldi ve: Bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki dediler? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Durum sizin zannettiğiniz gibi değildir. Fakat Lukman'ın oğluna dediği şekilde: "Oğulcağızım Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk hiç şüphesiz çok büyük bir zulümdür" (Lukman, 31/13) sözünde zikrettiği gibidir." Buhârî, Îman 23, Enbiyâ 8, 41, Tefsir 6. sûre 3, 31. sûre 1, İstilâbetu'l-Mürteddîn 1, 9: Müslim, Îman 197; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 4; Müsned, I, 378, 424, 444.

"Onlardır hidâyete ermiş olanlar" dünyada doğru yol üzere bulunanlar.

83

İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin tam hikmet sahibidir, herşeyi çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın:

"İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir." âyetinde,

"İşte bu" ile, Hazret-i İbrahim'in kavmiyle tartışması esnasında onlara karşı getirmiş olduğu ve kendilerini bunlar vasıtasıyla yenik düşürmüş olduğu bütün delillerine işaret edilmektedir, Mücahid der ki: Bundan kasıt, İse:

"îman edenler ve. imanlarına da zulüm karıştırmayanlardır" (el-Enâm, 6/82) âyetidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i İbrahim'in kavmine karşı delili şuydu: Kavmi, Hazret-i İbrahim'e: Kendilerine dil uzatıp sövdüğün için putlarımızın aklını başından alacağından korkmuyor musun? O da onlara: Ya sizler ibadet ve ta'zim hususunda küçük ile büyüğü birbirine eşit kıldığınız için büyüğün gazaplanarak, hiddetlenerek aklınızı başınızdan alacağından korkmuyor musunuz? demişti.

"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." İlim, anlayış, İmâmet ve mülk vermek suretiyle.

Kûfeliler

"derece derece" anlamına gelen; kelimesini tenvin ile okumuşlardır. Bunun bir benzeri de Yusuf Sûresi'nde (12/76. âyette)'dir. Onlar, fiili

": Kimi" kelimesi üzerinde amel ettirmişlerdir. Çünkü gerçekte dereceleri yükselten O'dur. İfadenin takdiri de ; ": Dilediğimiz kimseyi derecelere yükseltiriz" şeklindedir. Daha sonra e, a... hazfedilmiştir. Harameyn halkı ile Ebû Amr, İzafet olmak üzere tenvinsiz okumuşlardır. Bu durumda fiil "= Derecelerle" lâfzı üzerinde amel eder. (Anlamı da şöyle olur: Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz). Çünkü dereceler yükseltilince, o derecelerin sahibi de yükseltilmiş olur. Bu kıraati de yüce Allah'ın:

": Dereceleri yükselten..." (el-Mu'min, 40/15) âyeti ile Hazret-i Peygamberin: "Allah'ım onun derecesini yükselt" Müslim, Cenâiz 7; Müsned, VI, 297. âyeti pekiştirmektedir. Burada görüldüğü gibi yükseltme, derecelere izafe edilmiştir. O, kendisinden başka ilâh bulunmayan, şeref ve lütfünda yüce ve üstün olandır.

Her iki kıraat de birbirine yakındır. Çünkü dereceleri yükseltilmiş olan bizzat yükseltilmiş demektir. Bizzat yükseltilenin de dereceleri yükseltilmiş demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Şüphesiz Rabbin tam hikmet sahibidir." Her şeyi yerli yerine koyandır, "her şeyi çok iyi bilendir.

84

Biz ona, İshâk İle Yakub'u bağışladık. Her birine hidayet verdik. Daha önce de Nûh'a hidâyet vermiştik. Onun zürriyetinden Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf a, Mûsa'ya ve Harun'a da. Biz, ihsan edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.

Âyetin tefsiri için bak: 86

85

Zekerîyya'yâ, Yahya'ya, Îsa'ya, îlyas'a da. Hepsi salihlerdendi.

Âyetin tefsiri için bak: 86

86

İsmail'e, Elyesa'a, Yûnus'a ve Lût'a da. Her birini âlemlere üstün kıldık.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Hazret-i İbrahim'in Soyundan Gelen Peygamberler:

Yüce Allah'ın:

"Biz ona İshâk ile Yakub'u bağışladık." âyeti, din hususunda getirdiği deliller ve tartışmaları, bu uğurda canını feda etmesine bir mükâfat olmak üzere bağış olarak bunları ona vermiştik, demektir.

"Her birine hidâyet verdik." Onların her birisi hidâyeti bulmuştu.

 

": Her birine" âyeti,

": Hidâyet verdik" ile nasb edilmiştir.

": Nûh'a da" âyeti ise, ikinci olarak gelen-,

": Hidâyet vermiştik"1 dolayısıyla nasb edilmiştir.

"Onun," yani İbrahim'in

"zürriyetinden." Nûh'un zürriyetinden diye de açıklanmıştır ki, bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmış, Taberî ile Kuşeyrî, İbn Atiyye ve onlardan başka bir takım müfessirler de bunu tercih etmişlerdir. ez-Zeccâc da birinci görüşü kabul etmiştir. Ancak bu görüşe Yûnus ve Lût'un da onun zürriyetinden gelenler arasında sayıldığı belirtilerek itiraz edilmiştir. Çünkü her ikisi de Hazret-i İbrahim'in zürriyetinden değildi. Lut onun kardeşinin oğluydu. Kızkardeşinin oğlu olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bütün bu peygamberler Hazret-i İbrahim'in zürriyeti arasında sayılırlar. Bunlar arasında onun cihetinden bir baba veya bir anne yoluyla akrabalığı olmayan kimseler bulunsa dahi bu böyledir. Çünkü Lut, Hazret-i İbrahim'in kardeşinin oğludur. Araplar ise, -yüce Allah'ın Hazret-i Yakub'un çocuklarından söylediklerini haber verdiği şekilde bildirdiği gibi- amcaya da baba derler:

"Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın bir tek olan ilahına ibadet edeceğiz" (el-Bakara, 2/133) İsmail ise Hazret-i Yakub'un amcastdır. Hazret-i Îsa da ancak onun soyundan gelen kızının oğlu olduğu halde Hazret-i İbrahim'in zürriyeti arasında sayılmıştır. Buna göre Hazret-i Fatıma'nın çocukları da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zürriyetidirler.

İşte, kızların çocuklarının "çocuklar"ın kapsamına girdiği görüşünde olanlar da bunu delil kabul etmişlerdir ki, bu husus bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir.

2. Çocuklar Tabirinin Kapsamına Kız Çocukları Da Girer Mi?

Ebû Hanîfe ve Şâfiî derler ki: Bir kimse "çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına" bir vakıf yapacak olur ise, o vakfın kapsamına hem oğullarının çocukları, hem de kız çocuklarının çocukları soyları devam ettiği sürece dahildir.

Aynı şekilde akrabalarına diye vasiyette bulunacak olursa, kız çocukların çocukları da bu vasiyetin kapsamına dahildir.

Ebû Hanîfe'ye göre "akraba" mahremliği bulunan her zu-Rahîm akrabadır. Ona göre amca ve hala, dayı ve teyzelerin çocukları sakıt olur. Çünkü bunlar mahrem değildirler.

Şâfiî de der ki: Akraba, mahrem olsun olmasın bütün zû-Rahîm akrabadır. Ona göre, ne amca çocuğu, ne de başkası sakıt olmaz.

Mâlik ise der ki: Böyle bir vakfın kapsamına kız çocuklarının çocukları girmezler. Vakfedecek olanın

"akrabalarıma ve soyumdan gelecek olanlara şeklindeki sözü," erkek çocuklarıma ve çocuklarımın çocuklarına, sözü gibidir. Bunun kapsamına oğullarının çocukları ve babanın asabesi ile sulbüne raci olanlar girdiği halde, kız çocuklarının çocukları bunun kapsamına girmez.

Daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/61. âyet, 3. başlıkta) Safirden buna yakın bir görüşe de işaret etmiş bulunuyoruz. Her ikisinin lehine delil, şanı yüce Allah'ın:

"Allah, çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet ediyor" (en-Nisa, 4/11) âyetidir. Müslümanlar, bu âyetin zahirinden ancak sulben evlat ile özel olarak da oğlun çocuklarını anlamışlardır.

Yüce Allah'ın: "Peygambere ve yakın akrabalara" (el-Enfal, 8/41) âyeti dolayısıyla Hazret-i Peygamber dayı çocuklarını dışarda tutarak amcalarının çocuklarını akrabaları arasında kabul ederek onlara pay vermiştir. Kızların çocukları da aynı şekilde babaya neseb yoluyla intisab etmezler. Ve her hangi bir babada onunla birleşmezler.

İbnü’l-Kassar der ki: Kız çocukları da akrabaların kapsamına girer diyenlerin delilleri, Hazret-i Peygamberin el-Hasan b. Ali'ye: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir" Buhârî, Sulh 9, Fedâilu Ashâbı'n- Nebiyy 22, Fiten 20; Ebû Dâvûd, Sünne 12; Tirmizî, Menâkıb 30; Nesâî, Cumua 27; Müsned, V, 38, 44, 49, 51. diye buyurmuş olmasıdır. Kız çocuklarının çocukları hakkında bunlar, annelerinin babalarının çocuklarıdır, demeyi kabul etmeyen bir kimse olduğunu bilmiyoruz. Anlam da bunu gerektirmektedir. Çünkü çocuk (anlamına gelen el-veled) tevellüdden türemiştir. Kızın çocukları ise kaçınılmaz olarak annelerinin babalarından tevellüd edip doğarlar. Anne cihetinden tevellüd ise baba cihetinden tevellüd gibidir. Kur'ân-ı Kerîm de buna delalet etmektedir: Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onun zürriyetinden Davud'a, Süleyman'a... hepsi salihlerdendi" diye buyurmakta ve Hazret-i Îsa'yı aslında soyundan gelen bir kızın oğlu olduğu halde onun (yani Hazret-i İbrahim'in) zürriyetinden olmakla nitelendirmiştir.

3. Arapça Grameri Açısından Bu İsimler Ve Bu İsimlerin Kıraati:

en-Nisa Sûresi'nde (4/163. âyetin tefsirinde) bu isimlerden hangilerinin munsarıf olmadığına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Dâvud" ismi ise Arapça olmayan bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. Ayrıca "fâ'ûl vezninde olduğu için de başında "elif lâm"ın getirilmesi güzel kaçmaz ve munsarıf da olmaz.

İlyas da Arapça olmayan bir isimdir. ed-Dahhâk der ki: İlyas, Hazret-i İsmail'in,soyundan idi, el-Kutebî'nin de naklettiğine göre İlyas, Yuşâ b. Nûn'un torunlarındandı.

el-A'rec, el-Hasen ve Katade; şeklinde, "elifi vasî ile okumuşlardır. Haremeyn ehli ile Ebû Amr ve Âsım ise, tahfif edilmiş bir "lâm" ile; diye okumuşlardır. Âsım dışında kalan Kûfeli kıraat âlimleri ise bunu; şeklinde okumuşlardır. el-Kisâî de böyle okumuş ve; diye okuyanların kıraatini reddetmiş ve şöyle demiştir: Çünkü vezninde bir isim kullanılmaz; gibi.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Ancak böyle bir cevap bağlayıcı olmaktan uzaktır. Çünkü Araplar derler. Eğer nekire kabul edilir ise, o takdirde; şeklinde (marife olarak) getirilir.

Ebû Hatim ise; şeklinde okuyanların kıraatini reddeder ve şöyle der: (Arap dilinde ) şeklinde bir isim olmaz.

en-Nehhâs yine şöyle der: Yine böyle bir cevap bağlayıcı değildir. Çünkü Arapça'da Haydar ve Zeyneb şeklinde isimler kullanılmıştır. Bunda ise gerçek şu ki, bu Arapça olmayan bir isimdir. Arapça olmayan (ucme) isimler ise, kıyas ile kabul veya reddedilmez. Bunlar ancak sem'a yoluyla öğrenilir. Araplar da bu şekilde aldıkları kelimeleri çokça değişikliğe uğratırlar. Dolayısıyla bir ismin iki ayrı lügatte (farklı söyleyişte) kullanılması garip karşılanacak bir durum değildir.

Mekkî der ki: "Elyasa" isimîni iki "lâm" ile okuyanların kıraatine göre ismin asli; şeklindedir, Daha sonra da bunun başına tarif için "elif" ve "lâm" gelmiştir. Eğer bunun aslı ( en ) şeklinde olsaydı, başına "elif ile "lâm" gelmezdi. Zira "elif ile "lâm," birer erkek ismi olan Yezid ve Yeşkur'un başına gelmezler. Çünkü bunlar marife ve özel isimdirler, ise, nekire olduğundan dolayı tarif için başına "elif" ile "lâm" gelir. Bununla birlikte tek bir "lâm" ile kıraati daha güzel görmekteyim. Zira, kıraat âlimlerinin çoğunluğu bu şekilde okumuşlardır.

el-Mehdevî der ki: Tek bir "lâm" ile; şeklinde okuyanların kıraatine göre isim şeklindedir. "Elif" ile "lâm" zaid olarak girmiştir. Nitekim bunların: Onbeş'in başına fazladan getirilmeleri de böyledir. Şairin şu beyitinde de aynı şey sözkonusudur.

"Biz1, el-Yezid b. el-Velid'i mübarek ve omuzlarına

Halifeliğin ağır yükleri binmiş gördük."

Şu beyitte olduğu gibi Araplar, muzari fiilin başında da fazladan "elif-lâm" getirmişlerdir:

"Cerboayi kazdığı tünelin çıkış yerinden ve eş-Şiha'da bulunup girişini açtığı yuvasından çıkartır."

Şair burada demek istemektedir.

el-Kuşeyrî der ki: Bu isim "lâm" harfi şeddeli ve şeddesiz olarak da okunmuştur. Bilinen bir peygamberin ismi olması hususunda anlamı birdin îsmail ve İbrahim gibi. Fakat, başına "elif-lâm" getirilmesi suretiyle Arapça olmayan isimlerin taşımadığı bir özelliğe sahip olmuştur. Bazılan, "Elyasa"nın İlyas olduğunu zannetmiştir. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü şanı yüce Allah her birisini ayrıca zikretmiştir. Vehb (b. Münebbih) der ki: Elyasa, İlyas'ın arkadaşıdır. Her ikisi de Zekeriya, Yahya ve Îsa'dan önce idiler. İlyas, İdris'in kendisidir, de denilmiştir. Ancak bu da doğru değildir. Çünkü İdris, Nûh'un dedesidir. İlyas ise Nûh'un zürriyetindendir. İlyas'ın, Hızır olduğu söylenmiş ise de, hayır Elyasa Hızır'ın kendisidir de denilmiştir.

"Lût" de Arapça olmayan bir isim olmakla birlikte, hafif oluşu dolayısıyla munsarıf olmuştur. Bunun iştikakı (türeyişi) ile ilgili açıklamalar ileride el-A'raf Sûresi’nde (7/80. âyet, 1. başlıkta) gelecektir.

87

Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarını da (hidâyete erdirdik), Onları seçtik ve onları doğru bir yola da ilettik.

Yüce Allah'ın:

"Onların babalarından, zürriyetlerinden..." âyetindeki teb'îz (kısmilik bildirmek) içindir. Yani biz onların babalarının, zürriyetlçrinin ve kardeşlerinin bazısını hidâyete erdirdik, anlamındadır.

"Onları seçtik." Mücahid der ki: Biz onları arındırdık, demektir. Dilcilere göre bu, onları seçip tercih ettik anlamındadır.

Bu kelime, suyu havuzda toplamak anlamına gelen 'den türetilmiştir. Buna göre; yanına aldığın kimseyi özel adamlarının arasına koyman demektir. Aynı kökten gelen, da, havuz anlamındadır. Şair der ki:

"Iraklı şeyh'in dolup taşan havuzu gibi,"

Istıta (seçmek)nin ve hidâyetin anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/130. âyetin tefsiri ile el-Fâtiha, 1/6. âyetin tefsirinde) geçmiştir.

88

Bu, Allah'ın hidâyetidir. O, kullarından kimi dilerse onunla hidâyete erdirir. Eğer onlar dahi şirk koşsalardı, yaptıkları herşey boşa giderdi.

Yüce Allah'ın:

"Bu, Allah'ın hidâyetidir. O, kullarından kimi dilerse onunla hidâyete erdirir. Eğer onlar dahi şirk koşsalardı." Yani, Benden başkasına ibadet etmiş olsalardı, onların dahi amelleri boşa çıkardı. Fakat Ben onları (şirkten korudum).

" Boşa çıkmak" ise batıl olmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/217-218. âyetlerin tefsiri, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

89

Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar onları inkâr ederlerse, Biz de onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışizdır.

Yüce Allah'ın:

"Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir" âyeti, mübtedâ ve haberdir. Burada ("hikmet" anlamını verdiğimiz) "el-Hukm" ilim ve fıkıh (dinin inceliklerini anlamak) demektir.

"Şimdi bunlar" yani, senin çağdaşın olan kâfirler, ey Muhammed

"onları" âyetlerimizi

"inkâr ederlerse, Biz de onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır" âyetinde

"şimdi bunlar onları inkâr ederlerse" şart cümlesi,

"Bizde..." şartın cevabıdır. Yani Biz, bu âyetlerimize îmana onları inkâr etmeyen bir topluluğu vekil kılmışızdır (görevlendirmişizdir). Bununla Medinelilerden Ensar'ı, Mekkelilerden de Muhacirleri kastetmektedir.

Katade ise der ki: Bununla yüce Allah'ın bize anlattığı peygamberleri kastetmektedir. en-Nehhâs der ki: Bu, âyetin anlamına en yakın ve uygun düşen bir görüştür. Çünkü, bundan sonra yüce Allah:

"İşte bunlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir, o halde sen de onların hidâyetlerine uy" (el-Enâm 6/90) diye buyurmaktadır.

Ebû Recâ da şöyle demektedir: Bunlar, meleklerdir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, cinlerden, insanlardan ve meleklerden mü’min olan her kişi hakkında umumidir.

"İnkâr etmeyen" âyetinin başındaki "be" harfi te'kid olmak üzere fazladan gelmiştir.

90

İşte bunlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy. De ki; "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum." Bu, âlemlere bir öğütten başka bir şey değildir.

Yüce Allah'ın:

"İşte bunlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde, sen de onların hidâyetlerine uy" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Hidâyet Verdiği Kimselerin Hidâyetine Uymak:

Yüce Allah'ın:

"O halde sende onların hidâyetlerine uy" âyetinde sözü geçen uymak.(iktida.), fiilinde başkasına uygunluğu gözetmektir. Âyetin anlamının, onlar sabrettikleri gibi sen de sabret, şeklînde olduğu söylendiği gibi;

"O halde sen de onların hidâyetlerine uy" âyetinin tevhide uy, şeriatler ise farklı farklıdır, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bazı ilim adamları bu âyet-i kerimeyi hakkında nas bulunmayan hususlarda geçmiş peygamberlerin şeriatlerine tabi olmanın vacib olduğuna delil göstermişlerdir.

Nitekim Müslim'in Sahih'inde ve başka kaynaklarda belirtildiğine göre, er-Rubeyyi' Um Harise'nin kız kardeşi, birisini yaralamıştı. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda davacı oldular. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kısas, kısas" diye buyurunca, Um er-Rubeyyi', "Ey Allah'ın Rasulü filana kısas mı uygulanacak? Allah'a yemin ederim ona kısas uygulanmaz" deyince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Fesubhanallah. Ey Um er-Rubeyyi' kısas Allah'ın farz kıldığı bir hükümdür." Yine Um er-Rubeyyi': Allah'a yemin ederim hayır, ebediyyen ona kısas uygulanmayacak, dedi Bu şekilde ısrarını onlar diyeti kabul edinceye kadar sürdürdü. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin verdi mi, Allah da onun yeminini yerine getirir." Buhârî, Tefsir 2. söre 23, 5, sûre 6, Sulh 8; Müslim, Kasâme 24; Ebû Dâvûd, Kısas 28; Nesâî, Kasâme 17, 18; İbn Mâce, Diyât 16; Müsned, III, 284,

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kısas Allah'ın farz olarak yazdığı hükümdür" âyeti ile yüce Allah'ın:

"Biz onda (Tevrat'ta) onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz..." (el-Mâide, 5/45) âyetine atıfta bulunmuştuk Yüce Allah'ın Kitabında ise bu âyetin dışında herhangi bir yerde diş hususunda kısas uygulanacağına dair bir nas bulunmamaktadır. Bu âyet-i kerîme ise Tevrat'taki şeriattan haber vermektedir. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber de onun gereğince hüküm vermiş ve onun hükmüne atıfta bulunmuştur.

İşte Mâlik'in ve Şâfiî'nin arkadaşlarının büyük çoğunluğu bu görüştedir ve onlara göre geçmiş şeriatlerde bulunan hükümler gereğince amel etmek icab etmektedir.

İbn Bukeyr der ki: Mâlik'in usûlünün gerektirdiği de bu olmakla birlikte Mâlik ve Şâfiî ashâbından ve Mu'tezile'den bir çok kimse bu hususta muhafefet etmişlerdir. Buna gerekçe olarak da yüce Allah'ın:

"Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (el-Mâide, 5/48) âyetini göstermektedirler. Ancak, bu âyette bu hususta görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Zira bu âyetin kayıtlanmış olma ihtimali vardır. Bu kayıt da, kitabınızda yer almayıp, onların haberlerinden size anlattıkları müstesna şeklindedir. Nitekim Buhârî'nin Sahih'inde el-Avvam'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Mücahid'e, Sâd Sûresi'nde secde hakkında sordum, şöyle dedi: Ben de İbn Abbâs'a Sâd Sûresi'ndeki secdeye dair soru sordum, o da şöyle dedi: Sen hiç: "Onun zürtiyetinden Davud'a, Süleyman'a... işte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy" âyetini biliyor musun? İşte Dâvûd da yüce Allah'ın Peygamberimizin kendisine uymakla emrolunduğu peygamberler arasında idi. Buhârî, Enbiya 39, Tefsir 6. Sûre 5, 38. sûre 1.

2. Kıraat'e Dair Açıklamalar:

Hamza ve el-Kisâî: ": Uy; de ki" âyetinin vasıl ile okunması halinde, "he" harfi olmaksızın diye okumuşlardır, İbn Âmir ise, şeklinde okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu okuyuş, bir lahn'dir. Çünkü, "he" harfi vakıf halinde harekeyi beyan etmek içindir. Bu "he", zamir "he"si olmadığı gibi ondan sonra ne "vav" ne de "ye" harfleri vardır. Aynı şekilde; şeklindeki okuyuş da câiz değildir. Lahinden uzak kalıp büyük kalabalığın kıraatine tabi olan kimseler İse, diye okurlar ve burada vakıf yapar, vasıl etmezler. Çünkü, "he" harfi ile vasıl yapılacak olursa, lahn olur. Eğer bu harfi hazfedecek olursa, bu sefer çoğunluğun kıraatine de muhalefet etmiş olur. Cumhûr ise, bu harfin hatta (yazıda) sabit olmasına bağlı olarak vakıf niyeti ile ve dere ile okumak niyetiyle vasıl halinde "he" harfini okumuşlardır. İbn Ayyaş ve Hişam "he" harfini esreli olarak; diye okumuş iseler de bu yanlıştır, Arapçada câiz değildir.

"De ki: Ben buna karşılık sîzden bir ücret istemiyorum." Yani, Kur'ân-ı Kerîmî tebliğe karşılık sizden herhangi bir mükâfat beklemiyorum. "Bu" yani Kur'ân-ı Kerîm "âlemlere öğütten başka birşey değildir." O, bütün insanlar için bir öğüttür. Yüce Allah burada hidâyeti peygamberlere izafe ederek

"onların hidâyetlerine uy" diye buyurmaktadır. Çünkü onlar fiilen hidâyete ermişlerdi. Diğer taraftan (88. âyette): "Bu Allah'ın hidâyetidir" diye buyrulmuştur. Çünkü hidâyeti yaratan O'dur.

91

"Allah hiç bir insana bir şey indirmedi" demekle Allah'ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler. De ki: "Mûsa'nın insanlar için bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıklayıp çoğunu da gizlediğiniz kitabı kim İndirdi? Üstelik sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir." "Allah'tır" de. Sonra onları bırak da daldıkları sapıklıklarında oynaya dursunlar.

"Allah hiçbir İnsana bir şey indirmedi demekle Allah'ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler." Yani onlar, yüce Allah'ın zatı hakkında vacip olan O'nun için imkânsız ve mümkün olan şeyleri tesbît edemediler, bilemediler.

İbn Abbâs der ki: O'nun her şeye kadir olduğuna îman etmediler. el-Hasen der ki: O'nu gereği gibi ta'zim edemediler. Bu da Arapların: Filanın kaderi vardır şeklindeki deyimlerinden alınmış demektir. Bunun açıklaması da şöyledir. Onlar:

"Allah hiçbir insana bir şey İndirmedi" demekle yüce Allah'ı, kullarına karşı delil getirmemekle ve onlara kendilerinin salahına olan şeyleri emretmemekle nitelendirip hakkettiği şekilde ta'zim etmediler ve O'nu bilip tanımaları gereken şekilde bilip tanımadılar,

Ebû Ubeyde der ki: Onlar, Allah'ı hakkı ile bilip tanımadılar. en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Çünkü, bir şeyi takdir etmek onun miktarını bilmek demektir. Buna da yüce Allah'ın:

"Allah, hiçbir insana bir şey İndirmedi demekle..." âyeti delalet etmektedir. O'nu hakkı ile bilemediler. Zira, O'nun peygamber göndermesini inkâr ettiler. Bu iki anlam da birbirine yakındır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Allah'ın nimetlerinin kadrini kıymetini gereği gibi bilemediler.

Ebû Havye âyetini, "dal" harfi üstün olarak; şeklinde okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir.

"Allah hiçbir insana bir şey İndirmedi demekle" âyeti hakkında İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Yüce Allah bununla Kureyş müşriklerini kast etmektedir. el-Hasen ve Saîd b. Cübeyr şöyle demektedir: Bunu söyleyen yahudilerden birisi idi. O, Allah semadan bir kitap indirmiş değildir, demişti. es-Süddî de der ki: Bu'sözü söyleyenin ismi Finhâs idi.

Yine Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Bu sözleri söyleyen Mâlik b. es-Sayfdır. O, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmak üzere geldiğinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: "Tevrat'ı Mûsa'ya indiren hakkı için sana soruyorum: Tevrat'ta şüphesiz Allah şişman din alimine buğz eder, şeklinde bir ifade bulmuyor musun?" Mâlik b. es-Sayf de gerçekten şişman bir haham'idi. Bunun üzerine kızdı ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim Allah hiçbir insana hiç bir şey indirmiş değildir. Bu sefer, onunla beraber bulunan arkadaşları ona şöyle dediler: Yazıklar olsun sana. Mûsa'ya da mı indirmemiştir deyince, şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, Allah hiçbir insana birşey indirmemiştir, demesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. el-Vâhidî, Esbabu Nüzulil-Kur'ân, s. 223.

Daha sonra yüce Allah, hem onların bu sözlerini çürütmek, hem de bu iddialarını reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Mûsa'nın insanlar için bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin onu parça parça kâğıtlar haline koyup, kimini açıklayıp çoğunu da gizlediğiniz kitabı kim İndirdi?" Yani, parçalar içerisinde yazdığınız ve sakladığınız o kitabı indiren kimdir? Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerini ve onun dışında kalan bir takım hükümleri saklayıp açıklamayan yahudilere bir hitaptır.

Mücahid der ki: Şanı yüce Allah'ın:

"De ki Mûsa'nın getirdiği kitabı kim indirdi" âyeti müşriklere bir hitaptır.

"Sizin onu parça parça kağıtlar haline koyup..." âyeti ise yahudilere hitaptır.

"Üstelik sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir" âyeti müslümanlara hitaptır. Bu da;

": Onu parça parça kâğıtlar haline koyup, kimini açıklayıp çoğunu da gizledikleri" şeklinde (fiilleri "te"li olarak değil de) "ye"li olarak okuyanların kıraatine göre uygun bir açıklamadır. Ancak, "teli kıraate göre hitap tümüyle yahudilere yönelik olur. O takdirde

"Üstelik sizin de... bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir" âyeti de: Sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir, anlamında ve Tevrat’ın üzerlerine indirilmesi suretiyle onlara minnet yoluyla söylenmiş olur.

Tevrat, sahifeler halinde getirilmişti. Bundan dolayı "parça parça kâğıtlar haline koyup kimini açıklayıp..." diye buyurulmaktadır. Yani siz, bu kâğıt parçalarına yazdığınız Tevrat’ın bir bölümünü açıklıyordunuz. Bu ise onlara yönelik bir yergidir. Bundan dolayı ilim adamları Kur'ân-ı Kerîm'in ayrı ayrı cüzler (parçalar) halinde yazılmasını hoş karşılamamışlardır.

"Allah'tır de." Yani, ey Muhammed de ki, O kitabı Mûsa'ya, bu kitabı da bana indiren Allah'tır, yahut da kitabı size öğreten Allah'tır de, anlamındadır.

"Sonra onları bırak da daldıkları sapıklıklarında oynayadursunlar." Onları sapıklıkları içerisinde oynar halde bırak demektir. Eğer; : Oynayadursunlar" kelimesi, emrin (bırak emrinin) cevabı olsaydı; demesi gerekirdi. (O takdirde anlam: Onları bırak oynar dururlar şeklinde olur). Bu ifadenin anlamı ise onları tahdit etmektir. Bunun kıtal emri ile nesh olmuş âyetlerden olduğu da söylenmiştir.

Dîğer taraftan şöyle de denilmiştir: ": Parça parça kâğıtlar haline koyuyorlar" âyeti "bir nûr ve hidâyet olmak üzere" âyetinin sıfatı mahallindedir. O takdirde bu da ism-i mevsul'ün sılası arasında yer alır. Ancak, yeni bir ifade olması ihtimali de vardır. O vakit ifadenin takdiri: Onu parça parça kâğıtlar halinde koyuyorlar şeklinde olur. : Onların bir bölümünü açıklıyorlar, bir çoğunu da gizliyorlar" şeklinde fiillerin "yâ"lı kıraatine göre bu bölümün, "parça parça kâğıtların sıfatı olma ihtimali vardır. Çünkü nekire olan bir kelime, cümleler ile vasfedilebilir. Az e eectiei üzere İstinaf yani cümle olma ihtimali de vardır.

92

Bu ise, İndirdiğimiz bir kitaptır. Mübarektir. Kendisinden öncekileri doğrulayıcıdır. Şehirlerin anasını ve çevresindekileri uyarman için (indirdik onu). Âhirete inanmakta olanlar buna da îman ederler. Ve onlar namazlarına da devam ederler.

"Bu ise, indirdiğimiz bir kitaptır." âyetinde

"bir kitap"tan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir.

"İndirdiğimiz" onun sıfatıdır.-

"Mübarektir." Yani, ona bereketler verilmiştir. Bereket fazlalık demektir. Bu kelimenin Kur'ân dışında hal olarak nasbedilmesi de caizdir. (O takdirde mübarek olarak indirdiğimiz bir kitaptır anlamına gelir).

Aynı şekilde:

"Kendisinden öncekileri doğrulayıcıdır" âyeti de böyledir. Kendisinden önce indirilmiş olan kitapları doğrulamaktadır. Şirki reddetmek ve tevhidi tesbit etmekte önceki kitaplarla uyum halindedir.

"Şehirlerin anasını." Maksat Mekke'dir. Mekke'ye bu ismin verilişine dair açıklamalar daha önceden (Âl-i İmrân, 3/97. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kasıt ise oranın ahalisidir, muzaf hazfedilmiştir. Yani Biz, bu Kitabı bereket ve înzâr için indirmişizdir.

"Ve çevresindekileri" yani, bütün afaki, herkesi,

"uyarman için" indirdik.

"Âhirete inanmakta olanlar buna da Îman ederler," Bununla yüce Allah'ın şu âyetinin delili ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olanlar kast edilmektedir:

"Ve onlar namazlarına da devam ederler." Ahirete îman etmekle birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve onun getirdiği Kitaba îman etmeyen bir kimsenin bu imanının hiç bir değeri yoktur.

93

Allah'a yalan iftira edenden, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken "bana da vahyolundu" diye söyleyenden, bir de: "Allah'ın İndirdiği gibi ben de indiririm" diyenden daha zalim kim olabilir? Sen zâlimleri ölümün sıkıntıları içinde, meleklerin ellerini uzatarak; "Ruhlarınızı çıkarın. Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, âyetlerine karşı kibirlendiğinizden dolayı bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız" derken bir görsen!

Yüce Allah'ın:

"Daha zalim kim olabilir" anlamındaki âyeti,mübtedâve haberdir. Ondan daha zalim kimse olamaz anlamındadır.

"Allah'a yalan iftira edenden" yalan uydurup söyleyenden

"yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken bana da vahyolundu" Kendisinin peygamber olduğunu ileri sürerek böyle

"söyleyenden... daha zalim kim olabilir?"

Bu âyet, Rahmânu'l Yemâme diye adlandırılan (Müseylimetü'l-Kezzab), el-Esved el-Ansî ve Müseylime'nin karısı yalancı peygamber Secah hakkında inmiştir. Bunlar, peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Allah'ın kendilerine vahiy indirdiğini iddia etmişlerdi.

Katade der ki: Bize ulaştığına göre yüce Allah bu âyeti Müseylime hakkında indirmiştir. Bunu, İbn Abbâs da ifade etmiştir.

Derim ki: Fıkıhtan ve sünnetlerden selefin izlemiş olduğu yoldan yüz çeviren şu kimseler de bu kabildendir: Bunlar: Benim kalbime şöyle doğdu yahut kalbim bana bunu bildirdi deyip, kalplerinde doğana ve hatırlarından geçene göre hüküm vererek, bunu da kalplerinin hertürlü bulandırıcı unsurdan arındırılmış olmasına ve kalplerinin ağyardan (mâsivadan) tamamıyla uzak bulunmasına bağlarlar. Kalpleri böyle olduğundan dolayı, İlahi ilimler ve rabbani hakikatler kalplerine güya tecelli ediyormuş. O bakımdan onlar, külli meselelerin sırlarına vakıf oldukları gibi, cüziyatın hükümlerini de bilmek iddiasında bulunurlar ve bunlar vasıtası ile de külli şer'i hükümlere ihtiyaçlarının olmadığını İleri sürerek şöyle derler: Bu gelen şer'i hükümler ile ancak ahmaklar ve avam hüküm verir. Evliya ve havas ehlinin ise bu gibi naslara ihtiyaçları yoktur. Onların naklettikleri arasında da: "Müftüler sana fetva verseler dahi sen yine de kalbinden fetvayı sor" sözü de vardır. Ayrıca bu iddialarına Hazret-i Hızır'ın, kendisine tecelli eden bu tür ilimler vasıtası ile Mûsa (aleyhisselâm) nezdinde bulunan şeriat türü kavrayışlara muhtaç olmadığını da delil gösterirler.

Böyle bir İddia zındıklık ve kuturdur. Bunu söyleyen, tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. Böyle bir iddia ile birlikte onlara (bu sözlerinizle ne demek istiyorsunuz) kabilinden soru sormaya, cevap almaya gerek yoktur. Çünkü böyle bir iddia kaçınılmaz olarak şer'î hükümleri yıkar ve Peygamberimizden sonra bir takım peygamberlerin varlığını kabul etmek sonucuna götürür. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın İzniyle Kehf Sûresi'nde (18/82. âyet, 2. başlıkta) gelecektir.

Yüce Allah'ın:

"Bir de:

"Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm diyenden daha zalim kim olabilir." Âyetinde yer alan; "...yen..." cer mahallindedir. Yani, ben de Allah'ın indirdiği gibi indiririm diyenden daha zalim kim olabilir? Bununla kastedilen ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy kâtipliği yaparken sonraları irtidat edip müşriklere iltihak eden Abdullah b. Ebi Serh'tir.

Mütessirlerin naklettiklerine göre bu irtidadının sebebi şudur: Mu'minun Sûresi'nde yer alan yüce Allah'ın:

"Andolsunki Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık." (el-Mu'minun, 23/12) âyeti nâzil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu çağırıp bu âyeti ona okudu. Yüce Allah'ın;

"Sonra onu başka bir yaratık olarak yarattık" (el-Mu'minun, 23/14) âyetine gelince Abdullah, insanın yaratılışı ile ilgili bu geniş açıklamalardan hayrete düşerek:

"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (el-Mu'minun, 23/14) deyiverdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Benim üzerime de bu şekilde nâzil oldu" deyince, Abdullah şüpheye düştü ve şöyle dedi: Eğer Muhammed doğru söyleyen bir kimse ise yemin olsun ki, ona vahyolunduğu gibi bana da vahyolundu. el-Vahidî, Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 223-224. '"Eğer o yalan söyleyen birisi ise ben de onun dediği gibi söylemiş oldum, diyerek İslâm'dan irtidat etti ve gidip müşriklere katıldı. İşte yüce Allah'ın:

"Bir de;

"Allah'ın İndirdiği gibi ben de indiririm diyenden..." âyeti ile kastedilen budur. Bunu da el-Kelbî, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Muhammed b. İshâk da bunu naklederek şöyle demektedir: Bana Şûrahbil anlatarak dedi ki: Şu:

"Bir de: Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm diyenden..." âyeti, İslâm'dan irtidat, eden Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh hakkında nâzil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'ye (fetih sırasında) girişi esnasında onun, Abdullah b. Hatal'ın ve Mikyas b. Subabe'nin Kabe'nin örtüleri altında bulunacak olsalar dahi öldürülmelerini emretmiş idi. Abdullah b. Ebi Şerh, Osman (radıyallahü anh)'a kaçıp sığınmıştı. Hazret-i Osman, Abdullah'ın süt kardeşi idi. Abdullah'ın annesi onunla birlikte Hazret-i Osman'ı da emzirmişti. Hazret-i Osman onu sakladı. Sonunda Mekke halkına eman verildikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanına onu da götürüp, onun için Hazret-i Peygamber'den eman istedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uzun bir süre sustuktan sonra: "Evet" deyiverdi. Osman (radıyallahü anh) meclisten ayrılıp gidince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benim susmamın tek bir sebebi vardı. O da sizden birinizin kalkıp onun (Abdullah'ın) boynunu vurması idi." Bu sefer ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü, ne diye bana gizlice işaret etmedin? deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz Peygamber'in hain bir bakışının olmaması gerekir." Ebû Dâvûd, Hudûd 1, Cihad 117; Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 14.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh, Mekke'nin fethi günlerinde İslâm'a girdi, İslâm'a güzel bir şekilde bağlandı. Bundan sonra onun hoş karşılanmayacak herhangi bir davranışı görülmedi. O, Kureyş'in akıllı ve asil insanlarından birisi idi. Amr b. Lüey oğullarının arasında hatırı sayılır bir süvari idi. Daha sonra Osman (radıyallahü anh) onu Meri 25 yılında Mısır valisi olarak tayin etti. 24 yılında Afrika onun kumandanlığında feth edildi. Oradan 31 yılında Nube (Sudan) topraklarından siyahilere gaza yaptı ve bugüne kadar geçerli olan barış antlaşmasını da yaptı, 34 yılında ise, deniz yoluyla Bizans topraklarına bir gazada bulundu. Bu seferlerinden geri döndüğünde, İbn Ebi Huzeyfe onun Fustat'a girmesini engelledi. O da Askalan'a gitti ve Osman (radıyallahü anh) şehid edilinceye kadar orada ikamet etti. Fitneden kaçmak arzusuyla ölünceye kadar Remle' de ikâmet ettiği de söylenmiştir. O, Rabbîne dua etmişti: Allah'ım, son amelimi sabah namazını kılmak olsun, diye dua etmişti. Abdest aldı, sonra namaza durdu. Birinci rekatta Fâtiha Sûresi ile Âdiyat sûresini okudu, ikincisinde ise, Fâtiha ile bir başka sûre okudu. Sağına selam verdi, soluna selam verecekken Allah ruhunu kabzetti. Bütün bunları is,e Yezid b. Ebi Habib ve başkaları nakletmiştir. Abdullah, Hazret-i Ali'ye de Muaviye'ye de bey'at etmemişti. O, İnsanlar Muaviye etrafında toplanmadan Önce vefat etmişti. Afrika'da vefat ettiği de söylenmiştir. Sahih olan ise onun Askalan'da 36 ya da 37 yılında vefat ettiğidir. Tedbir görüş olarak 36 yılında vefat ettiği de söylenmiştir.

Hafs b. Ömer, el-Hakem b. Eban'dan, o, İkrime'den bu âyet-i kerimenin en-Nadr b. el-Haris hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmektedir. Çünkü, en-Nadr b. el-Haris, Kur'ân-ı Kerîme nazire yazmak istemiş ve: "Öğüttükçe öğütenlere, hamur yoğurdu kça yoğuranlara, ekmeği oldukça pişirenlere ve onu lokma lokma yiyenlere yemin olsun" diye Kur'ân'a nazire yazmak istemişti.

Yüce Allah'ın:

"Sen, zâlimleri ölümün sıkıntıları İçinde, ölümün zorlu halleri ve sekaratı içerisinde... bir görsen!" (........); Zorlu ve sıkıntı demektir. Bu kelimenin aslı, bir şeyi örtüp bürümek hakkında kullanılır. Su onu örttü anlamındaki; tabiri de buradan gelmektedir. Daha sonra bu kelime, zorlu, sıkıntılı ve hoşa gitmeyen şeyleri anlatmak üzere kullanılır olmuştur. Savaşın zorlu halleri ve sıkıntılı zamanları anlamına gelen; tabiri de buradan gelmektedir. el-Cevherî der ki: (........) Zorlu hal ve sıkıntı demektir. Çoğulu ise (........) şeklinde gelir. el-Kutebî, Nûh (aleyhisselâm)'ın gemisini anlatırken şöyle demektedir:

"Ve derken o her tarafı örtüp kapatan suların geri çekilme zamanı geldi."

(.......): Ölümün sıkıntıları, demektir.

"Meleklerin ellerini uzatarak" âyeti mübtedâ ve haberdir. (Buna göre anlamı, melekler de ellerini uzatmış olacaklardır şeklinde olur).

"; Uzatanlar" anlamındaki kelimenin aslı; şeklindedir. (İzafet dolayısıyla sondaki nûn düşmüştür).

Denildiğine göre, melekler ellerini azap ile ve demir balyozlarla uzattıkları zaman anlamındadır. Bu açıklama el-Hasen ile ed-Dahhâk'tan nakledilmiştir. Meleklerin ellerini, ruhlarını kabzetmek için uzatacakları şeklinde de açıklanmıştır. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura... canlarını alırken bir görsen." (el-Enfal, 8/50) Bu âyet-i kerîme böylelikle bu husustaki iki görüşü de bir arada dile getirmektedir. Arapça'da: Elini ona hoş olmayan şeyle uzattı, tabiri kullanılır.

"Ruhlarınızı çıkarın" yani, eğer imkanınız varsa azaptan ruhlarınızı kurtarın, anlamındadır. Ve bu bir azardır. Şöyle de açıklanmıştır: Hoşunuza gitmese dahi ruhlarınızı çıkartın. Çünkü, mü’minin ruhu Rabbi ile karşılaşmak için çıkmak arzusunu taşır. Kâfirin ruhu ise, zorlu ve sıkıntılı bir şekilde çekilip çıkartılır. Ve şöyle denir: Ey murdar nefs, kendin de gazaplanmış ve gazaba uğramış olarak Allah'ın azabına ve O'nun hakir düşürmesine çık! Ebû Hüreyre ve başkası yoluyla rivâyet edilen hadiste böyle zikredilmektedir. Müsned, IV, 287'de zikredilmektedir.

Biz bu hadisi "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamd olsun.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet, bir kimsenin azap ettiği kişiye; Sana azâbı tattıracak ve hiç şüphesiz canını çıkartacağım şeklinde söylediği sözü andırmaktadır. Çünkü, bizzat kendileri canlarını çıkartmazlar. Aksine ölüm meleği ve onun yardımcıları onların ruhlarını kabzeder.

Bu sözün kâfirlere cehennemde oldukları sırada söyleneceği de ifade edilmiştir. Bunun cevabı ise, işin büyüklüğü dolayısıyla hazfedilmiştir. Yani: Sen, zâlimleri bu haldeyken görecek olsan, hiç şüphesiz büyük bir azaba uğratılmakta olduklarını görecektin. : Zillet ile aynı şeydir,

"Kibirlendiğinizden" yani, O'nun âyetlerini kabul etmeye yanaşmayıp büyüklendiğinizden dolayı (zillet azâbı ile cezalandırılacaksınız") demektir.

94

Yemin olsun sizi İlk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzurumuza geldiniz ve size bağışladığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. İçinizde gerçekten ortak olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçılarınızı da aranızda görmüyoruz. Yemin olsun onlarla aranızdaki bağlar kesilmiş ve zannettiğiniz şeyler önünüzden kaybolmuş gitmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun... yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz" âyeti, Mahşerde gerçekleşecek hali ifade etmektedir. "Teker teker" anlamındaki kelime, hal olarak nasb mahallindedir. Sonunda te'nis elifi (maksûre) geldiği için munsarıf değildir. Ebû Hayve ise, bu kelimeyi: şeklinde tenvin ile okumuş olup, Temimlilerin şivesi böyledir. Onlar, ref mahallinde ise; şeklinde tenvinli kullanmazlar. Ahmed b. Yahya ise tenvinsiz (ve medsiz) olarak; şeklindeki bir söyleyişi de nakletmekte ve: Üçer ve dörder kelimelerine benzediğini söylemektedir.

 

“: Teker teker" kelimesi, 'nin çoğuludur. Sarhoşlar kelimesinin, çoğulu-, : Tembeller kelimesinin de, kelimesinin çoğulu olması gibi.

Bunun tekilinin "râ" harfi sakin olmak üzere, şeklinde olduğu söylendiği gibi, "râ" harfi esreli veya üstün olarak kullanıldığı da söylenmiştir. Yine 'nin de bunun tekili olduğu söylenmiştir,

Âyetin anlamı şudur: Siz, bize teker teker gelmiş olacaksınız. Her biriniz tek başına, ailesiz, malsız, çocuksuz ve yardımcısız olarak; sapıklığınızda sizinle birlikte olanlardan ayrı olarak geleceksiniz. Allah'tan başka taptıklarınızın da size bir faydası olmayacaktır.

el-A'rec ise bunu şeklinde (yâ harfinden sonra) "elif'siz olarak okumuştur.

"Sizi ilk defa yarattığımız gibi" tek başınıza yaratıldığınız gibi demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Annelerinizin karnından çıktığınız şekilde çıplak, ayakkabısız, sünnetsiz ve sonradan kazanılmış herhangi bir musibetsiz olarak geleceksiniz. İlim adamları derler ki: Yarın, kıyâmet gününde kul doğduğu günkü azaların hangisine sahipse, onların hepsine sahip olarak haşredilecektîr. Kendisinden herhangi bir organ kesilmiş olan kimseye o organı kıyâmet gününde geri verilecektir. İşte (Hadîs-i şerîfte geçen Hazret-i Peygamberin): "Sünnetsiz olarak" Buhârî, Enbiyâ 8, 48, Tefsir 5. sûre 14, 21. süre 2, Rikaak 45; Müslim, Cennet 56, 57; Nesâî; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 3; Tefsir 80. sûre 2... hadisindeki ifadenin kastettiği mana budur. Yani, sünnet oldukları vakit kendilerinden kesilen parça dahi kendilerine geri iade edilecektir.

"Ve size bağışladığımız şeyleri arkanızda bıraktınız." Size verdiğimiz, mülkiyetinize bıraktığımız şeyleri arkanızda bırakmış bulunuyorsunuz. Verilen bu şeyler ise, yüce Allah'ın insana bağışladığı köleler ve türlü nimetlerdir.

"İçinizde gerçekten ortak olduklarını boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de aranızda görmüyoruz." Allah'tan başka kendilerine ibadet ettiğiniz ve Allah'a ortak koştuğunuz şeyleri -putları- kastetmektedir. Yani, Bana ortak koştuğunuz şeyleri beraberinizde görmüyoruz. Çünkü, müşrikler: Putlar Allah'ın ortakları ve O'nun nezdinde bizim şefaatçilerimizdir, diyorlardı.

 

": Yemin olsun, onlarla aranızdaki bağlar kesilmiş..." âyetini, Nâfi', el-Kisâî ve Hafs bunu zarf olarak nasb ile okumuşlardır. Yani, sizinle onlar arasındaki ilişki yemin olsun ki kopmuş bulunmaktadır. Burada "ilişki" anlamına gelen "vasi" kelimesinin hazfedilmiş olduğuna yüce Allah'ın:

"Boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de aranızda görmüyoruz" âyeti delil teşkil etmektedir. İşte bu, kıyâmet gününde onlarla koştukları ortaklar arasında ilişkilerin koparılacağına, birbirlerinden uzaklaşacaklarına delalet etmektedir. Bu İse, koştukları ortakların onlardan uzaklaşıp onlarla birlikte olmayacaklar) bir zamanda olacaktır. Onlarla ilişkilerinin koparılması ise, onların bunlarla ilişkilerinin bulunduğunu iddia ettikleri halde onları terketmeleridir. Bundan dolayı "Kesilmiş" âyetinden sonra "bağlar, ilişkiler" anlamında "vasrin hazfedildiğini kabul etmek güzel bir şeydir. Çünkü ifade zaten buna delâlet etmektedir, İbn Mes'ûd'un kıraatinde de bunun nasb ile kıraatine delâlet edecek şekilde şöyledir: "Yemin olsun, aranızdaki şeyler (bağlar) kesilmiş" şeklindedir ki, böyle bir kıraatte nasb'tan başka birşey câiz olmaz. Çünkü bu ifadede kesilen sözkonusu olmaktadır ki, buna da; ile işaret edilmiştir. Şöyle buyrulmuş gibidir: Yemin olsun, aranızdaki ilişki kopmuş, kesilmiş bulunmaktadır. şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı: Yemin olsun, aranızdaki durum kesilmiş bulunmaktadır. Bu da yakın bir mana ifade eder.

Diğerleri ise, şeklinde merfu' olarak zarf olmayan bir isim diye fiili ona isnad ederek merfu' okumuşlardır. Yüce Allah'ın:

": Bizimle senin aranda da bir perde vardır" (Fussilet, 41/5) âyetinde harf-i cer'in girmiş olmasıyla :

"İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır" (el-Kehf, 18/78) âyetlerin ": Ara" İsim olması görüşünü güçlendirmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin mansub okunuşunun ref anlamında olması da mümkündür. Nasbedilmiş olması ise, ref mahallinde olmakla birlikte mansub bir zarf olarak çokça kullanılması dolayısıyladır ki, el-Ahfeş'in görüşü de budur.

Buna göre her iki kıraatin de anlamı aynı olur. O bakımdan bunlardan herhangi birisiyle okumak mümkündür.

"Ve zannettiğiniz şeyler" yani, dünya hayatında iken yalanlayıp gerçek olmadığını iddia ettiğiniz şeyler

"ise önünüzden kaybolup gitmiştir." Bu âyetin en-Nadr b. el-Haris hakkında indiği rivâyet edilmiştir.

Rivâyet edildiğine göre Âişe (radıyallahü anha) yüce Allah'ın:

"Yemin olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzurumuza geldiniz" âyetini okumuş ve: Ey Allah'ın Rasulü, ya avretlerimiz ne olacak? Erkekler kadınlar hep birlikte, biri ötekinin avretine bakacak şekilde mi haşredilecekler? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: "O gün onlardan her birisinin başka şeylerle uğraşmasına fırsat vermeyecek kadar bir işi olacaktır. Erkekler kadınlara, kadınlar da erkeklere bakmayacaklar ve birbirlerine bakamayacak kadar başka şeylerle uğraşacaklardır" Bu lâfızlarla: Hâkim, el-Müstedrek, 565; aynı manada yakın lâfızlarla: Müslim, Cennet 56; Nesâî, Cenâiz 118; Müsned, VI, 90 Bu, Sahih'te sabit olmuş ve Müslim'in de bu manada rivâyet ettiği bir Hadîs-i şerîftir.

95

Şüphesiz Allah taneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır. Ölüden diriyi O çıkarır. Diriden ölüyü de çıkarandır. İşte Allah budur. Nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

Yüce Allah:

"Şüphesiz Allah taneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır" âyetinde, ilâhlarının yapmaktan acze düşeceği hayret verici fiillerinin en basit gibi görünenini saymaktadır.

: Yarıp çıkarmak, demektir. Yani O, ölü çekirdeği yarar da ondan yemyeşil yapraklar çıkartır. Tanenin durumu da böyledir. Yeşil yapraktan ise, ölü bir çekirdek ve tane çıkartmaktadır. İşte, ölüden diriyi çıkartmasının, diriden de ölüyü çıkartmasının anlamı, -el-Hasen ve Katade'den nakledildiğine göre- böyledir. İbn Abbâs ve ed-Dahhâk da şöyle demektedir: "Yarıp çıkara yaratan demektir. Mücahid der ki: Yüce Allah burada yarmak ile tane ve çekirdekteki yarıkları kastetmektedir. da çekirdek anlamına gelen; 'in çoğuludur. Kayısı ve şeftali gibi çekirdeği olan herşey hakkında kullanılır,

"Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü de çıkarandır." Canlı olan insanı cansız nutfeden, cansız nutfeyi de canlı insandan çıkartır. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Katade ve el-Hasen'in görüşü de az önce geçmişti. Buna dair açıklamalar daha önce de Al-i İmrân Sûresi'nde (3/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Müslim'in Sahih'inde de Hazret-i Ali'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Taneyi yarıp çıkartan ve canlıyı var eden hakkı için bu ümmi Peygamberin -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- bana söylediği sözdür: Beni ancak mü’min olan kimse sever ve bana ancak münafık olan kişi buğzeder. Müslim, .... 131.

"İşte Allah budur" âyeti mübtedâ ve haberdir.

"Nasıl oluyor da çeviriliyorsunuz? " Yani, aziz ve celil olan Allah'ın kudretiyle yarattıklarını görmenize rağmen haktan nasıl olur da döndürülüyorsunuz?

96

Sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de bir sükûn (vakti), güneş ve ayı da birer hesap (işareti) kıldı. Bu, Aziz olanın, hakkıyla bilenin takdiridir.

Yüce Allah'ın:

"Sabahı yarıp çıkarandır" âyeti, (bir önceki âyet-i kerimede geçen) yüce Allah adının sıfatıdır. Yani, işte bu, sabahı yarıp çıkaran Rabbiniz Allah'tır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Muhakkak Allah sabahı (el-İsbâh) yarıp çıkarandır. Subh ve sabah, gündüzün İlk bölümleridir. İsbâh da aynı anlama gelir. Yani, hergün sabahı yarıp çıkaran O'dur. Bununla da kasıt şafak vaktidir. İsbâh; nin mastarıdır. Yani: Karanlıktan aydınlığı yarıp çıkaran O'dur.

ed-Dahhâk der ki: Sabahı yarıp çıkarmak, günü yaratmak demektir. Burada "el-İsbâh", marife olup hiçbir nahivciye göre tenvinli gelmesi câiz değildir.

el-Hasen ve Îsa b. Ömer ise, hemzeyi üstün olarak; : Sabahları yarıp çıkarandır, diye okumuştur ki, bu da "SublV'un çoğuludur, el-A'meş, İbrahim en-Nehaî'den; şeklinde fiili, feale vezninde ve "İsbâh"ın hemzesini esreli ve son harfi olan "hâ"yı da üstün olarak okumuştur. (Anlamı: Sabahı yarıp çıkarır, şeklinde olur)

el-Hasen, Îsa b. Ömer, Hamza ve el-Kisâî ise, ": Geceyi de bir sükûn (vakti) kıldı" şeklinde (Fiildeki "cim" harfinden sonra) "elipsiz olarak (yani, kılan anlamına gelecek şekilde "câil" olarak değil) okumuşlardır. Ayrıca " Geceyi" mansub olarak, her iki yerde de; : Çatlatıp yaran ve yarıp çıkaran kelimesini fiil anlamına hamlederek okumuşlardır. Çünkü burada yaran, yarıp çıkaran (ism-i faili) fiil anlamındadır. Zira bu, olup biten bir iştir. O bakımdan manaya hamledilir. Diğer taraftan bundan sonra gelen fiiller de mazi fiildir. Bunlar da yüce Allah'ın: :

"Sizin için yıldızları yarattı" (el-En'âm, 6/97);

"Gökten bir su indirdi" (el-En'âm, 6/99) âyetleridir. Böylelikle âyetlerin baştarafında yer alan "yarıp çıkaran" anlamındaki lâfızlar, sonradan gelen fiil anlamına hamledilmiş olmaktadır. Diğer taraftan, bunu bir fiil takdiri ile "güneş ve ay" anlamındaki kelimelerin nasb ile kıraati üzere tema edip bunların başındaki fiili "fail" vezninde kabul ederek esreli okumayışları da pekiştirmektedir. Bu açıklamayı Mekkî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır.

en-Nehhâs da der ki: Yezid b. Kutayb es-Sekûnî ise, bu bölümü ': Geceyi bir sükûn vakti, güneş ve ayı da birer hesap (işareti) kılandır diye" şeklinde "güneş ve ay" anlamındaki kelimeleri esreli olarak ve lâfza atıf ile okumuştur.

Derim ki: Mekkî, el-Mehdevî ve diğerleri bu açıklamalarıyla yedi kıraat İmâmının bu şekildeki okuyuş üzere icma ettiklerini kastetmektedirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yakub, Ruveys'in kendisinden yaptığı rivâyete göre; ": Geceyi de sakin kılan" diye okumuştur.

Medineliler ise ": Geceyi de bir sükûn.,.kılandır" yani, sükûn mahalli, zamanı diye okumuşlardır.

Muvatta’''da Yahya b. Said'ten nakledildiğine göre ona, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dua ederken şöyle dediğinin ulaştığı (belegahû) nakledilmektedir:

"Sabahı yarıp çıkartan, geceyi sükûnet vakti kılan, güneş ve ayı hesaba işaret kılan Allah'ım! Borcumu bana ödet, beni fakirlikten, İhtiyaçtan kurtar. Senin yolunda kulağımdan, gözlerimden ve gücümden güzel bir şekilde beni faydalandır." Muvatta’'; Kur'ân 27.

Hazret-i Peygamberin burada "kulağımdan, gözlerimden beni faydalandır" dediği nakledilmekle birlikte kulaklar ve gözler beden ile birlikte çürüyüp gittikleri halde Nesâî, Tirmizî ve diğer hadis kitaplarında bunlar hakkında Tirmizî, Deâvât 66 Ve bunları benden mirasçı kıl" diye dua ettiğine dair rivâyet Bk. Tirmizî, Menâkıb 16. nasıl açıklanır? diye sorulursa şöyle cevap verilir: İfadede bir mecaz vardır. Yani: Allah'ım, ben hayatta kaldıkça bu duyularımı benden alma demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Burada işitmekten ve görmekten kasıt Ebû Bekir ile Ömer'dir. Çünkü, Hazret-i Peygamber ikisi hakkında: "Onlar gözüm ve kulağım mesabesindedirler" diye buyurmuştur. Ancak bu, oldukça uzak bir İhtimaldir, bu hadiste maksat, işitme ve görme organlarıdır.

" Birer hesap işareti" âyetinin anlamına gelince; yani onları kulların maslahatlarının kendisine taalluk ettiği bir hesab ile yaratmıştır. İbn Abbâs, yüce Allah'ın:

"Güneşi ve ayı da birer hesap (işareti) kıldı" âyetini bunları hesap ile yarattı, diye açıklamıştır.

el-Ahfeş der ki: kelimesi, hisab kelimesinin çoğuludur. Şihab kelimesinin çoğulunun şuhban diye gelmesi gibi. Yakub

"hüsban" kelimesi; : Şeyi hesab ettim'den mastardır. "Hisab" ise isimdir, demektedir.

Başkası da şöyle demiştir: Yüce Allah, güneş ve ayın hareketini artıp eksilmeyen bir hesap ile takdir etmiştir. Yüce Allah bunlarla insanlara kudret ve vahdaniyetini göstermektedir.

"Hüsban: hesab işareti"nin ziya, aydınlık anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü hüsban, bir şiveye göre ateş anlamına da kullanılmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

": Üzerine ise gökten bir ateş (yıldırım) İndirir..." (Kehf, 18/40) İbn Abbâs, buradaki "hüsban" ı ateş diye açıklamıştır. "el-Hüsbâne" ise, küçük yastık demektir.

97

Karanın ve denizin karanlıklarında, kendileriyle doğru yolu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur. Şüphesiz Biz, bilen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıkladık.

Yüce Allah:

"Karanın ve denizin karanlıklarında... sizin için yıldızları yaratan Odur" âyeti ile kudretinin kemalini beyan etmektedir. Yıldızların yaratılışında oldukça büyük faydalar vardır. Yüce Allah bu âyet-i kerimede faydalarının bir kısmını zikretmektedir ki, şeriatın bilinip öğrenilmesini teşvik ettiği işte bu faydalardır.

Kur'ân-ı Kerîm'de başka yerlerde de şöyle buyrulmaktadır;

"Ve itaatin dışına çıkan her şeytana karşı koruduk" (es-Sâffat, 37/7);

"Ve Biz onları şeytanlara karşı atış taneleri yaptık." (el-Mülk, 67/5.) Burada yaratmak anlamındadır. (Mealde olduğu gibi)

"Şüphesiz Biz bilen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıkladık." Yani Biz, ibret almak hususunda daha ileri derecede olsun diye âyetlerimizi etraflı bir şekilde açıkladık. "Bilen kimselerin" özel olarak sözkonusu edilmeleri ise, bu âyetlerden yararlanan kimselerin onlar oluşundan dolayıdır.

98

Sizi tek bir candan yaratan da O’dur. Sonra bir karar yeri bir de emanet yeri vardır. Biz âyetleri iyice anlayan bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık.

Yüce Allah’ın:

"Sizi tek bir candan yaratan da O'dur" âyetinde kast edilen tek can, Âdem (aleyhisselâm)'dır. Sûrenin baş taraflarında (el-En'âm, 6/2 âyetinin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır)

"Sonra bir karar yeri" anlamındaki kelimesinin İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, el-Hasen, Ebû Amr, Îsa, el-A'rec, Şeybe ve en-Nehaî "kaf" harfini esreli, diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır. Kelime mübtedâ olarak ref mahallindedir. Şu kadar var ki, "kaf" harfini esreli olarak okuyanların kıraatine göre "O nefislerden kimisi bir karar yerinde durur" takdirinde olur. Üstün ile okuyuş ise, "Her bir nefs için bir karar yeri vardır" anlamında olur

Abdullah b. Mes'ûd der ki: Her bir nefsin rahimde bir karar yeri ve öleceği arzda emanet olarak kalacağı yeri vardır. Bu tefsir kelimedeki "kaf" harfinin üstün okunacağına delâlettir. el-Hasen de der ki: Karar yeri kabirdedir.

Tefsir bilginlerinin çoğunluğu ise şöyle derler: Karar bulan, rahimlerde olandır. Emanet bırakılan İse, sulblerde bulunanlardır. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiği gibi, en-Nehaî de bunu böyle açıklamıştır.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Karar kılınacak yer arzdadır. Emanet bırakılan yer ise sutblerdedir. Saîd b. Cübeyr de şöyle demektedir: İbn Abbâs bana evlendin mi diye sordu, ben hayır dedim. Şöyle dedi: Aziz ve celtl olan Allah, senin sırtından oraya emanet bıraktığı şeyleri çıkartacaktır.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre karar bulan şey, yaratılandır. Emanet olarak bırakılan şey ise henüz yaratılmamış olandır. Bu açıklamayı da el-Maverdî nakletmektedir. Yine İbn Abbâs'tan, emanet bırakılan şey, Allah nezdinde bulunandır dediği de rivâyet edilmiştir ki, bunu da el-Maverdî nakletmiştir. Yine İbn Abbâs'tan: Emanet bırakılan şey Allah nezdinde olandır, dediği rivâyet edilmiştir.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır: "Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar karar yeri ve faydalanacak şey vardır." (el-Bakara, 2/36) Emanet bırakmak ise, onların kabirde hesap için diriltilecekleri vakte kadar kalacaklarına bir işarettir ki, el-Bakara Sûresi'nde (2/36. âyet, 4. başlıkta) buna değinmiş idik.

"Biz âyetleri iyice anlayan bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık." Katade der ki: "Uzun uzadıya açıkladık" beyan ettik ve geniş geniş İfadelerle anlattık, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

99

Gökten bir su İndiren de O'dur. Biz bununla her türlü bitkiyi çıkardık. Ondan da taze ve yeşil bitkider) çıkardık. Ondan da bir birinin üstüne binmiş taneler meydana getirdik. Hurma tomurcuğundan birbirine yakın salkımlar, birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri de (bitiririz). Her birinin meyvesine bir (ham) meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakıverin. Şüphe yok ki bunlarda îman edenler için birçok âyetler vardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1. Bitkilere Hayat Veren. Su:

Yüce Allah'ın:

"Gökten bir su indiren" âyetindeki

"su" yağmur demektir.

"İndiren de O’dur. Biz, onunla hertürlü bitkiyi çıkardık." Bütün bitki çeşitlerini onunla çıkardık. Her hayvanın rızkı diye de açıklanmıştır.

"Ondan da birbirinin üstüne binmiş" yani, başak gibi biri diğerinin üstünde bulunan

"taneler meydana getirdik."

Âyet-i kerimedeki âyetini el-Ahfeş yeşil diye açıklamıştır. Nitekim Araplar (bu kelimeyle aynı vezinde olmak üzere): Sen bana parça parça bulutu göster, ben de sana onun yağmur yağdıracağını söyleyeyim" derler. (Buradaki ikinci ve dördüncü kelimeler, "feil" veznindedirler. Müfessir bu vezne örnek vermek için bu deyimi zikretmiştir). Yeşil ise, yaş baklagiller, sebzeler demektir. İbn Abbâs ise, yüce Allah bununla buğday, arpa, yulaf, mısır, pirinç ve sair taneli yiyecekleri kast etmektedir, demiştir.

2. Hurma Salkımları:

Yüce Allah'ın:

"Hurma tomurcuğundan birbirine yakın salkımlar... vardır" âyeti, mübtedâ ve haberdir. el-Ferrâ' ise, Kur'ân’ın dışında; Yakın salkımlar" âyetinin şeklinde bir öncesine atf ile okunmasını da uygun görmüştür. Sîbeveyh-der ki: Araplar arasında; ) şeklinde (kaf harfini esreli değil de ötreli olarak) söyleyenler vardır. el-Ferrâ' da der ki: Bu, Kayslıların şivesidir. Hicazlılar İse "kâr harfi esreli olarak derken, Temimliler derler. Ancak, hepsi de tekil olarak; diye kullanırlar.

“Tomurcuk" ise, henüz çiçek açmamış olan hali ifade eder. Çiçeğe de bu isim verildiği gibi, hurma ağacı salkımının görünen bölümüne de bu isim verilir, Salkımlar" lâfzı, çoğuludur. Bunun tesniyesi de "nün" harfi esreli olarak, şeklinde gelir. kelimesi gibi. Bu kelimenin çoğulu tesniye lâfzı gibi gelmiştir. el-Cevherî ve başkaları derler ki: Tesniye olunca denilir ama, çoğul olarak "nün" harfi ötreli olarak şeklinde kullanılır. Tekil olan; , salkım" demektir. Çoğulu ise, şeklinde gelir. Şair şöyle demiş:

"Salkımları da salkımlarının sapları da uzundur."

el-Cevherî’den başkalarına göre ise; (.........) çoğulu cem-i kıllet'dir.

el-Mehdevî de der ki: İbn Hürmüz bu kelimeyi "kaf" harfini üstün olarak' (.......) diye okumuştur. Ötreli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. Üstün okuyuşa göre bu, mükesser olmayan bir çoğula isimdir. Çünkü fa'lân vezni çoğula örnek teşkil eden vezinlerden değildir.

"Kaf' harfinin ötreli okunuşu, bunun; 'in çoğulu oluşuna göredir. Bu ise, hurma salkımı anlamındadır. "Ayn" harfi üstün olarak bizzat hurma ağacının kendisine denilir. (........)'in hurma ağacı göbeği anlamına geldiği de söylenmiştir.

Yakın" oturanın da ayakta olanın da ele geçirebileceği yüksekte olmayan yakın demektir. Bu açıklama İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve diğerlerinden nakledilmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Âyet, kimi salkımlar yakındır, kimi de uzaktır takdirindedir. Fakat ikincisi hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler... yaptı." (en-Nahl, 16/81)

Ancak, özellikle yakın olanı zikretti. Çünkü, âyet-i kerimeden maksat, nimette Allah'ın kudreti ve nimetini, lütuf olarak hatırlatmaktır. Yakın olduğu için kolaylıkla alınabilende lütuf daha büyüktür.

3. Birbirine Benzeyen Ve Benzemeyen Bağlar, Bahçeler:

Yüce Allah'ın:

"Üzüm bağları:" âyeti Biz onlara üzüm bağları... da bitiririz, anlamındadır. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leylâ ve el-A'meş -aynı zamanda Âsım'in kıraatinden sahih olan rivâyete göre şeklinde ref ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim bu kıraati kabul etmemişlerdir. O kadar ki, Ebû Hatim bu kıraatin imkânsız olduğunu söylemiştir. Çünkü, bağların, bahçelerin hurmadan olması sözkonusu değildir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu kıraat de caizdir. Kıraatin tevili de bu şekilde yapılmaz. Bu kelimenin burada merfu okunması, mübtedâ olması dolayısıyladır. Haberi de hazfedilmiştir. yani: "Onlar için üzüm bağları...vardır" demektir. Nitekim kurradan bir grup;

"İri gözlü huriler de vardır" (el-Vakıa, 56/22) diye okumuşlar ve böyle bir şeyi Sibevyeh, el-Kisâî ve el-Ferrâ' câiz kabul etmişlerdir ki, bunun benzerleri de pek çoktur. Yine buna göre aynı âyeti İri gözlü huriler (de var ettik)" şeklinde okumak da mümkündür. Bunu da Sîbeveyh nakletmiş olup, örnek olmak üzere şu beyiti zikretmektedir:

"Sen bana kavimlerine karşı Bedroğulları gibi (yararlı) kimseler getir

Yahut da Manzur b. Seyyar'ın ailesi gibisini."

Şöyle de açıklanmıştır: İfadenin takdiri: Ve bir takim üzüm bağları ki, onları bitirdik" şeklindedir. Bu da konuşma esnasında: Abdullah'a ikram ettim ve kardeşine de" yani, bu ifade Kardeşine de aynı şekilde ikramda bulundum," ifadesine benzer.

Zeytin ve nar anlamındaki kelimelerine gelince, bu iki kelimenin, bu husustaki icma dolayısıyla nasb'dan başka okunması sözkonusu değildir.

Şöyle de açıklanmıştır. Bağlar, bahçeler"in meri'u' olarak okunuşu lâfız itibariyle Salkımlar" kelimesine atf yoluyladır. Anlam itibariyle onun türünden olmasa bile.

"Birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri de (bitiririz)." Yani yaprakları itibariyle birbirine benzeyen ve benzemeyen demektir. Çünkü, zeytin ağacmın yaprağı, bütün dalı kapsaması ve yapraklarının hacmi itibariyle nara benzemekle birlikte meyvelerinin tİsimleri birbirine benzememektedir. Bu şekildeki açıklama Katade ve başkalarından nakledilmiştir.

İbn Cüreyc der ki: Görünüş itibariyle birbirine benzeyen, tadı itibariyle birbirine benzemeyen demektir. Meselâ iki tane narın rengi bir olmakla beraber tİsimleri farklı farklıdır. Özellikle nar ve zeytinin söz konusu edilmesi ise, bu meyvelerin Arapların yakınlarında yetişmeleri ve onlar nezdinde meyveler arasında iyi bir yer sahibi olmalarındandır. Bu da (bu bakımdan) yüce Allah'ın:

"Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?" (el-Gaşiye, 88/17) âyetine benzemektedir. Burada onların deveye bakmalarını söz konusu etmesi, daha çok tanıdıkları varlık o olmasından dolayıdır.

4. Meyvelere Dikkat Etmek:

Yüce Allah'ın: "(Her birinin) meyvesine bir meyve verdiği zaman... bakıverin" âyeti, tefekkürden uzak, sadece gözle gören bir bakışla değil, ibretli bir bakışla bakıverin, demektir. Meyve, sözlükte ağaçtan toplanan mahsul demektir.

Hamza ve el-Kisâî, peltek "se" ve "mim" harflerini ötreli olarak; Meyvesine diye okumuşlardır. Bir İnek inekler, bir ağaç-ağaçlar gibi. Diğerleri 'in çoğulu olarak her iki harfi de üstün ile okumuşlardır. Mücahid der ki: Çeşitli mallar" anlamındadır ise, sadece hurma ağacının meyvesi (hurma) demektir. Mücahid'in bu açıklamasına göre âyet: Çeşitli mahsullerin elde edildiği mallara bir bakınız, demektir.

Peltek "se" ile "mim" harflerinin ötreli okunuşu ise, nemâlandınlmış mal demek olan Yin çoğulu olur. Aynı kelimenin, el-A'meş'den; şeklinde peltek "se" ötreli ve "mim" harfi de sakin olarak okunduğu da rivâyet edilmiştir. Bu kıraatte "mim" harfinin ötresinin hazfı ise hafif olsun diyedir. Bununla birlikteMeyve kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. İki harfin ötreli okunuşunun cem'u'l cem (çoğulun çoğulu) olması da mümkündür. Çoğulun çoğulu değil de, şeklinde peltek "se" ve "mim" harfleri üstün olan tekil meyve, mahsul kelimesinin çoğulu olması da mümkündür.

5. Meyvelerin Olgunlaşma Zamanına İbretle Bakış:

Yüce Allah'ın:

"Bir de olgunlaştığı zaman..." âyetini, Muhammed bt es-Semeykâ: diye de okumuştur. İbn Muhaysın ve İbn Ebi İshâk ise "ya" harfini ötreli olarak diye okumuşlardır. el-Ferrâ' der ki: Bu, Necid halkının bir bölümünün şivesinde böyledüvtçid Meyve olgunlaştı, olgunlaşır şeklinde fiilleri kullanılır, olgunlaşmış meyveye de (ismi fail olarak) denilir. Bununla birlikte; şeklinde de kullanılır. Burada meyvenin olgunlaşması zamanı demektir. Mahsul ve meyve olgunlaştı mı, bunu ifade etmek üzere; ' şeklinde fiil kullanılır. el-Haccâc irad ettiği hutbesinde: "Olgunlaşmış ve toplanma zamanı gelmiş bir takım kelleler görüyorum" demiştir.

İbnü’l-Enbarî der ki: -Âyet-i kerimedeki şekliyle- 'ın çoğuludur. Bu da olgunlaşmış, yetişmiş anlamındadır. el-Ferrâ' ise der ki: Şekli, 'den daha çok kullanılır. Bunun anlamı kızarmış demektir.

Nitekim Mülane hadisinde rivâyet edilen: . Eğer onu kırmızı renkli bir boncuk gibi kırmızı doğuracak olursa" ifadesi de buradan gelmektedir. Burada geçen , akik, yahut da bir çeşit akik olduğu söylenmiştir.

Âyet-i kerîme basiretiyle, kalbiyle görüp düşünen kimseye şunu göstermektedir: Değişip duran şeyleri mutlaka değiştiren birisi vardır. Çünkü yüce Allah: "(Her birinin) meyvesine bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakıverin" diye buyurmuştur.

Önce bir tomurcuk olarak ortaya çıkar, sonra da bu tomurcuk açılıp ham bir meyve haline gelir. (Hurma) tomurcuk olduktan sonra beih (henüz tadı gelmemiş sarı hurma), sonra "seyâb, sonra yeşerip olgunlaşmadan önce yuvarlak bir hal almaya başladığı vakit de cedâl, irileşmeye başladığı vakit de busr, kızarmaya başladığı vakit zeh ismini alır. Kızardıktan sonra, yer yer sarı benekler de varsa buna muvekket ismi verilir. Eğer bu benekler hurmanın baş tarafında ise buna müzennebe denilir. et-Teznüb da denir. Yumuşamaya başladımı se'd denilir. Kızarması yarısına kadar gelince, mücezzea ismini alır. Üçte ikisine geldimi, hulkâne denilir. Her bir tarafını kapatınca, artık mülsibite ismini alır. Bundan sonra kuruyunca, artık ona temr ismi verilir. İşte şanı yüce Allah bu meyvenin halden hale intikalini değişip durmasını ve daha önceleri yokken var oluşunu, vahdaniyetine, kudretinin kemaline ve onu yaratan kadir ve âlim yüce zatın varlığına dikkat çekmektedir. Ayrıca bu, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna da delildir. Çünkü, bitki daha önce kuru iken tekrar yaratılıp var edilmektedir. el-Cevherî der ki: "Meyve olgunlaştı, olgunlaşır" anlamındadır.

6. Dalındaki Meyvenin Olgunlaşmadan Satışı Ve Olgunlaşmayı Hızlandırmak için Yapılan Suni Müdahalelerin Etkisi:

İbnü’l-Arabî der ki: Mâlik dedi ki: Meyvenin olgunlaşması, çürüklük ve bozukluk ile herhangi bir nakşın sözkonusu olmaksızın, olgunlaşması demektir.

Mâlik der ki: Nakış ise, Basralıların meyve nemlenip olgunlaşmaya başlasın diye meyveyi havanın içerisine daha çabuk girmesini sağlayacak şekilde delmek demektir.

Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'de kastedilen olgunlaşma bu olmadığı gibi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın satışın kendisine bağlı olarak câiz olacağını söylediği olgunlaşma da bu değildir. Kur'ân'ın ve Resûlüllah'ın kastettiği olgunluk, herhangi bir müdahale olmaksızın kendiliğinden meydana gelen olgunlaşmadır. İncir yetişen kimi soğuk bölgelerde incir ağız tarafına zeytin yağı sürülmüş bir çubuk sokulmadıkça olgunlaşmaz. Meyve olgunlaştı mı artık satışı helal olur. Bunun böyle yapılması ise, orda havanın bunu zorunlu kılması ve o beldede bunun adet edilmesidir. Böyle bir işlem yapılmayacak olursa meyve, olgunlaşması gereken zamanda olgunlaşmaz.

Derim ki: Hurmanın satışının câiz oluşunun güzel bir şekilde yenilmesinin ve artık gelecek musibetlerden etkileneceğinden yana emin olunmasının kendisine bağlı kılındığı olgunluk, şanı yüce Allah'ın cereyan eden sünneti ve ilim ve kudreti gereğince koymuş olduğu sağlam hükmüne uygun olarak Süreyya (Ülker) yıldızının doğuşuna tesadüf eder. el-Muallâ b. Esed, Vuheyb'den, o, İsi b. Süfyan'dan, o, Atâ'dan, o da Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Süreyya yıldızı sabah vakti doğunca, artık o belde halkı üzerinden musibetler kaldırılır." Vuheyb'den itibaren senedi aynen olmak tizere, Müsned, II, 341. Ayrıca bk. Müsned, II, 388.

Süreyya'nın bir yıldız olduğunda ise hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Sabahleyin doğuşu ise, Mayısın 12. gününe tesadüf eder.

Buhârî’de de şöyle bir rivâyet vardır: Bana Harice b. Zeyd b. Sabit'in naklettiğine göre Zeyd b. Sabit, Süreyya yıldızı doğup, meyvenin sarısı kırmızısından seçilinceye kadar bağının meyvelerini satmazdı. Buhârî, Buyû'’ 85; Muvatta’', Buyû’ 13.

7. Toplanmadan Önce Satılan Mahsullere İsabet Eden Afetlerin Hükmü:

Mahsullerde afetleri düşüren kimseler, bu rivâyetleri ve bunlara benzer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, olgunlaştığı ortaya çıkıncaya ve musibet ihtimali ortadan kalkıncaya kadar meyvenin satışını yasaklayan rivâyetleri delil gösterirler. Bk. Buhârî, Buyû’ 85, Müslim, Buyû’ 49 vd.; Ebû Dâvûd, Buyu' 22; Tirmizî, Buyû’ 15; Nesâî, Buyû' 28; Muvatta’'; Buyû’ 10; Müsned, 11, 7, 46, 56." Osman b. Süraka der ki: Ben, İbn Ömer'e bunun ne zaman sözkonusu olacağını sordum, o da: Süreyya yıldızının çıkışı vakti diye cevap verdi.

Şâfiî ise şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mahsullere isabet eden afetlerin dürüleceğine dair herhangi bir hadisi benim nezdimde sabit olmuş değildir. Eğer bana göre bu konuda bir rivâyet sabit olmuş olsaydı, ona muhalif kanaat ifade etmezdim. İcma ile kabul olunan asıl kaide şu ki, herhangi bir kimse satışı ve kabzedilmesi câiz olan bir şeyi satın alacak olursa, ona isabet eden afet onun hesabından gider. Yine Şâfiî der ki: Eğer ben, afetlerin düşürüleceği görüşünü kabul etseydim, azını da çoğunu da indirirdim. Bu ise, es-Sevrî ve Kûfelilerin görüşüdür.

Mâlik ile Medine ahalisinin çoğunluğu, afetlerin düşürüleceği görüşündedirler. Çünkü, Hazret-i Cabir yoluyla rivâyet edilen hadise göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) musibetlerin (miktarının) İndirilmesini emretmiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Musâkaat 17; Ebû Dâvûd, Buyû’ 23, 58; Nesâî, Buyû’ 30; İbn Mâce, Ticarât 33; Müsned, 111, 309. Ömer b. Abdulaziz de bu şekilde hüküm verirdi, Muvatta’', Buyû 16. Ahmed b. Hanbel ile sair hadis ehlinin görüşü de budur.

Zâhirîler ise, hadisin umumundan yola çıkarak az olsun, çok olsun musibelleri satın alanın hesabından düşmüşlerdir. Şu kadar var ki, Mâlik ve arkadaşları, musibetin mahsulün üçtebir ve daha fazla miktarda olmasını nazarı itibara almışlardır. Üçtebirden daha aşağı olan miktarım nazarı itibara almamış ve bunu alışverişe tabi bir zarar olarak değerlendirmişlerdir. Zira, mahsullerin az bir bölümünün olgunlaşmaması ve onun az bir bölümünün bozulmaması mümkün değildir.

Esbağ ve Eşheb, mahsulü değil de kıymeti nazarı itibara alırlardı. Eğer bu musibetin kıymeti üçtebiri ve daha fazlasını bulacak olursa ondan düşürülür.

İbnü'l-Kasım'a göre musibet, önlenmesi mümkün olmayan şeydir. Buna göre hırsızlık musibet değildir. Muhammed'in Kitab'ında da böyledir. el-Kitab'da ise bunun musibet olduğu kaydedilmektedir. İbnü'l-Kasım'dan da bu görüş rivâyet edilmekle birlikte arkadaşları ve diğerleri bu hususta ona muhalefet etmişlerdir. Mutarrif ve Înü'l-Macişun derler ki: Mahsule semadan isabet eden küflenme, soğuk, kuraklık, sıcaklık ve ağacın kırılması gibi Âdem oğlunun yaptığı bir iş sonucu meydana gelmeyen şeyler bir musibettir. Kuraklık hususunda ihtilaf edilmiştir. İbnü'l-Kasım'ın rivâyetine göre bu bir musibettir. Sahih olan bunun sebzelerde de tıpkı diğer meyvelerde olduğu gibi musibet olacağı şeklindedir.

Bir kimse olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli 'olmadan meyve dalında kalmak şartıyla satacak olursa, bu satış feshedilir ve geri çevrilir. Çünkü bu hususta açık bir nehiy vardır. Diğer taraftan böyle bir alış veriş malın batıl yollarla yenilmesi kapsamına girmektedir. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, mahsulü vermeyecek olursa, sizden herhangi bir kimse kardeşinin haksızca aldığı malını neyin karşılığında alacaktır." Buhârî, Zekat; Müslim, Musâkaat 51: Ebû Dâvûd Buyû'' 58; Nesâî, Buyû' 29: Muvalta, Buyû' 11.

Cumhûrun görşü budur. Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüşün sahih olduğunu kabul etmişler ve buradaki nehyin kerahet ifade ettiği şeklinde açıklamışlardır.

Yine Cumhûr, meyvenin olgunlaşıp olgunlaşmayacağı ortaya çıkmadan önce hemen kesilip toplanması şartıyla satışını câiz kabul etmişlerdir. es-Sevrî ve İbn Ebi Leyla ise bu hususta varid olan nehyi esas alarak kabul etmemişlerdir. Cumhûr ise bunu celî kıyasa istinadan tahsis etmişlerdir. Çünkü, bu şekilde bir mahsulün satışı, akid esnasında kabzedilmesi mümkün olan ve belli bir şeyin satışıdır. O halde bunun da diğer satılan şeyler gibi satışı sahih olmalıdır.

100

Cinleri Allah'a ortak kıldılar. Halbuki bunları O yaratmıştır. Bundan başka bilmeksizin O'na oğullar ve kızlar uydurup iftira ettiler. Hâşâ O, onların nitelemelerinden münezzehtir, yücedir.

Yüce Allah'ın: "Cinleri Allah'a ortak kıldılar" âyeti ile, onların içine düştükleri cahilliklerden bir başka çeşidini dile getirmektedir. Yani, onların arasında cinlerden kimisinin Allah'ın ortağı olduğuna inanan kimseler de vardır.

en-Nehhâs der ki; Bu âyette -daha sonra gelen- "el-Cin" kelimesi, birinci mef'ûldür. "Ortaklar" anlamına gelen "şürekâ" kelimesi de ikinci mefûldür. Yüce Allah'ın:

"Ve sîzi hükümdarlar yaptı" (el-Mâide, 5/20) buyurğu ile:

"Ve kendisine uzun uzadıya mal verdiğim" (el-Müddesir, 74/12) âyetinde olduğu gibi. Bu kabilden âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de pek çoktur. İfadenin takdiri ise Cinleri Allah'a ortaklar kıldılar" şeklindedir. "el-Cin" kelimesinin " ortaklardan bedel olması, ikinci mef'ûlün ise, "Hilali: Allah'a" olması da mümkündür. (Buna göre âyetin manası): Onlar Allah'a ortaklar koştular. Yani, cinleri ortak ettiler şeklinde olur. el-Kisâî ise, "o ortak koştukları cinlerdir" anlamına gelecek şekilde "el-Cin" kelimesini merfu' okunmasını câiz kabul etmiştir.

“Halbuki bunları O yaratmıştır." Cemaat bu şekilde okumuştur. Yani, O'na ortak koşanları yaratan O'dur. Ortak koşulan cinleri yaratan O'dur diye de açıklanmıştır. İbn Mes'ûd ise, bunu "O" anlamındaki zamir ziyadesiyleşeklinde okumuştur. Yahya b. Yâmer ise, "lâm" harfini sakin olarak; diye okumuş ve şöyle demiştir: Yani, onlar kendi elleriyle meydana getirip yaptıklarını Allah'a ortak koştular. Zira onlar, önce bir şeyi yapıyor, sonra da tapıyorlardı.

Âyet-i kerîme, Arap müşrikleri hakkında nâzil olmuştu. Onların cinleri ortak koşmalarının anlamı ise, yüce Allah'a itaat ettikleri gibi cinlere itaat etmeleridir. Bu görüş, el-Hasen ve başkasından rivâyet edilmiştir.

Katade ve es-Süddî der ki: Burada sözü geçenler, melekler Allah'ın kızlarıdır, diyenlerdir.

el-Kelbî de der ki: Bu âyet-i kerîme zındıklar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü zındıklar, Allah ve İblis iki kardeştir birbirine denkler). Allah insanları ve sair canlıları yaratandır. İblis ise cinleri, yırtıcı hayvanları ve akrepleri yaratandır, demişlerdir.

Buna yakın bir inanış da Mecûsîlerin inanışıdır. Onlar şöyle demişlerdir; Kâinatın iki yaratıcısı vardır. Birisi kadim bir ilahtır, ikincisi ise kadim ilahın düşüncesinden meydana gelmiş şeytandır. Onlar, kötülüğü yapanın sonradan meydana gelmiş olduğunu iddia etmişlerdir. Ahmed b. Hâit'in görüşünü kabul eden, Mutezile'nin bir kolu olan el-Hâitiyye de kâinatın iki yaratıcısı olduğu iddiasındadırlar. Bunların birisi kadim olan ilahtır. Diğeri ise sonradan meydana gelmiş olup, yüce Allah onu herşeyden önce yarattıktan sonra, kâinatı idare etmeyi ona havale etmiştir. Âhirette insanları hesaba çekecek olan budur.

Yüce Allah, zâlimlerin ve inkarcıların söylediklerinden çok çok yüce ve münezzehtir.

 

"Uydurup iftira ettiler" anlamındaki kelimenin "râ" harfini şeddeli olarak; şeklindeki kıraat, Nafi'in kıraatidir ki, bu da çokluk ifade eder. Çünkü müşrikler, yüce Allah'ın kızları olduğunu ve bunların da melekler olduklarını iddia etmişler, gözle görünmeyip saklı olduklarından dolayı bunlara "cin" ismini vermişlerdir.

Hıristiyanlar da Hazret-i Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettikleri gibi, yahudiler de Üzeyr Allah'ın oğludur, demişlerdir. İşte bu, onların küfürleri cümlesinden çokça işledikleri bir küfürdür. Manaya uygun düşmesi için o bakımdan fiil (deki "râ" harfi) de şeddeli okunmuştur. Şanı yüce Allah, onların söylediklerinden yücedir, münezzehtir.

Nafi'in dışındakiler "râ" harfini azlık ifade eden kipe uygun olarak şeddesiz okumuşlardır.

Hasan-ı Basrî'ye şeddeli okuyuşun ne anlama geldiği sorulunca, şöyle açıklamış: Şeddesiz okuyuş, Arapça bir kelimedir. Kişi, oturup kalktığı mecliste yalan söyleyecek olur ise, onun hakkında " Kabe'nin Rabbi hakkı için o bunu yalan söyledi," denirdi. Bir bilginleri de şöyle demiştir: Şeddesiz okuyuşun anlamı, uydurdular, aslı astarı olmadık bir iddiada bulundular şeklindedir. Şeddeli okuyuş ise, bunun çoklukla yapıldığını ifade eder.

Mücahid, Katade, İbn Zeyd ve İbn Cüreyc ise, şeddesiz okuyuşun yalan söylediler anlamına geldiğini söylemişlerdir. aynı anlama yani, olmadık şeyi ortaya atmak manasına geldiği de söylenmiştir.

101

Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O'nun bir eşî yokken nasıl bir oğlu olabilir? Hem her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen de O'dur.

"Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur." Yani, onları meydana getiren O’dur. Oğlunun olması nasıl mümkün olabilir?

Yoktan var eden, kelimesi, hazf edilmiş bir mübtedânın haberidir. Yani O, yoktan var edendir. el-Kisâî ise, (bir önceki âyet-i kerimede geçen) lafzatullaha sıfat olmak üzere esreli okunuşunu da uygun görmüştür. gökleri ve yeri mutlak olarak yaratandır, anlamında mansub okunmasını da uygun görmüştür. Ancak, Basralılara göre böyle bir okuyuş geçmiş zamanı ifade ettiği için hatalıdır.

"O'nun bir eşi yokken nasıl bir oğlu olabilir." Eşi olmadığına göre nereden oğlu olacaktır? Hem, herşeyin oğlu babasına benzer. Oysa Allah'ın bir benzeri yoktur.

"Hem her şeyi O yaratmıştır." Bu, husus anlam itibariyle umumi bir ifadedir. Yani O, kâinatı yaratandır. Bunun kapsamına O'nun kelamı ve zatinin diğer sıfatları girmez. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ve rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (el-A'raf, 7/156) âyeti de buna benzemektedir. Oysa, O'nun rahmeti ne İblisi ne de kâiîr olarak öleni kuşatmış değildir. Yine yüce Allah'ın:

"Rabbinin emri ile her şeyi helâk eder" (el-Ahkaf, 46/25) âyeti de bunu andırmaktadır. Oysa, gökleri ve yeri helâk edip yıkmamıştır.

102

İşte Rabbiniz Allah. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır. O halde O'na İbadet edin. O, herşeye vekildir.

Yüce Allah'ın:

"İşte Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur" âyetinde yer alan

“İşte" mübteda olarak ref mahallindedir,

"Rabbiniz Allah"da bedel olarak merfu'dur.

“Herşeyin yaratıcısıdır" ise, mübtedanın haberidir.

"Rabbiniz" anlamındaki kelimenin haber olması,

"yaratıcısıdır" anlamındaki kelimenin de ikinci bir haber olması, ya da mahzuf bir mübtedanın haberi olması da mümkündür. Yani O, herşeyin yaratıcısıdır.

el-Kisâî ve el-Ferrâ' bunun mansub okunmasını da uygun görmüşlerdir.

103

Gözler O'na erişemez. O İse bütün gözleri kuşatmıştır. O, lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır.

Allah'ın Görülmesi:

Yüce Allah:

"Gözler O'na erişemez" âyeti İle, kendisinin yaratılmışlığın niteliklerinden münezzeh olduğunu beyan etmektedir. Bu niteliklerden birisi de kuşatmak ve sınırlandırmak anlamı ile diğer yaratıkların görülüp idrak edildiği gibi idrak edilmektir. (O bundan münezzehtir). Ama rü'yet (mü’minlerin ahirette Allah'ı görmeleri) sabittir. ez-Zeccâc bunu: "Gözler O'nun hakikatinin özüne ulaşamaz," diye açıklamıştır; Nitekim; şunu şunu idrak ettim, derken (bu anlamın kastedildiği) gibi, Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dan kıyâmet gününde rü'yete dair hadisler sahih olarak varid olmuştur.

İbn Abbâs der ki:

"Gözler O'na erişemez" dünya hakkındadır. Ahirette ise mü’minler onu göreceklerdir. Çünkü yüce Allah

"O günde yüzler varki apaydınlıktır, Rabblerine bakacaklardır" (el-Kıyame, 75/22-23) diye bu rü'yetin gerçekleşeceğini haber vermektedir. es-Süddî de böyle demiştir. Yüce Allah'ın cennette görüleceğine dair varid olan haberler ile indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'in delaleti dolayısıyla bu konuda yapılmış en güzel açıklama budur. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Yûnus Sûresi'nde (10/26. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: "Gözler O'na erişemez" O, gözleri kuşattığı halde gözler O'nu kuşatamaz. Yine bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kalplerin basiretleri O'nu idrâk edemez. Yani akıllar O'nu herhangi bir şekilde idrak edemez, tasallallahü aleyhi ve sellemvur edemez. Zira:

"O'nun gibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) diye buyurulmugtur.

Yine şöyle açıklanmıştır: Âyetin anlamı şudur: Yaratılmış olan gözler dünyada O'nu idrak edemez. Fakat, kendisine ikramda bulunmak istediği kimselere -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi- zatını kendisiyle-görüp idrak edeceği bir duyu halk eder. Zira yüce Allah'ın dünyada görülmesi aklen caizdir. Câiz olmasaydı. Mûsa (aleyhisselâm)’ın Allah'ı görmek isteğinde bulunması, imkânsız bir şeyi istemesi olurdu. Oysa bir peygamberin Allah hakkında câiz olup olmayan şeyleri bilmemesi imkânsızdır. Aksine bir peygamberin ancak imkânsız olmayan ve câiz (mümkün) olan bir şeyi istemesi kabul edilebilir.

Peygamberimiz Allah'ı Gördü Mü?

Selef, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Rabbini görüp görmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Müslim'in Sahih'inde Mesrûk'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Âişe (radıyallahü anhnhâ)'ın yakınında bir yere yaslanmış bulunuyordum. Ey Âişe'nin babası, dedi. Üç husus vardır ki, kim bunlardan birisini söyleyecek olursa Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Ben: Bunlar hangileridir, diye sordum, şöyle dedi. Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük iftirada bulunmuş olur. (Mesrûk) dedi ki: Ben o sırada yaslanmış bulunuyorken oturdum ve şöyle dedim: Ey mü’minlerin annesi, bana mühlet ver acele etme. Aziz ve celil olan Allah:

"Yemin olsun onu apaçık ufukta görmüştür. " (et-Tekvir, 81/23; "Yemin olsun onu. bir diğer inişte de görmüştür" (en-Necm, 53/13) diye buyurmuyor mu? Bana şöyle dedi: Bu ümmet arasında bu hususu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a İlk soran kişi benim. Bana şu cevabı vermişti: "Sözü edilen bu şahıs Cebrâîldir. Onu, yaratıldığı suretinde yalnızca bu iki seferde görmüş idim. Ben onu semadan aşağı inmiş gördüm, azameti ile sema ile arzın arasını kapatmıştı," Yine Hazret-i Âişe şöyle dedi: Sen, aziz ve celil olan Allah'ın şu âyetini hiç işitmedin mi: "Gözler O'na erişemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır. O, lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır." Yine aziz ve celil olan Allah'ın:

"Vahiy ile veya bir perde arkasından, yahut izni ile dilediğini vahyetmek için bir elçi göndermesi yoluyla olmadıkça hiç bir insana Allah'ın söz söylemesi söz konusu olmaz. Şüphesiz ki O, yücedir, hakimdir" (eş-Şûra, 42/51) buyurduğunu hiç duymadın mı?

(Hazret-i Âişe) devamla dedi ki: Kim de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'ın Kitabından bir şey gizlediğini iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş olursun." (el-Mâide, 5/67) (Hazret-i Âişe) devamla dedi ki: Kim de onun, yarın ne olacağını haber verdiğini iddia edecek olursa, o da Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65) Müslim, Îman 287; Tirmizî, Tefsir 6, sûre 5. Yakın lâfızlarla Buhârî, Tefsir 53. sûfe 1; Tirmizî, Tefsir 53. sûre 2. İşte Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından görülmediği hususundaki görüşü budur. Hazret-i Peygamber'in (işaret edilen âyetlerde) gördüğünün Cebrâîl olduğunu söyleyenler arasında İbn Mes'ûd da vardır. Ebû Hüreyre'den de onun gördüğü zatın Cebrâîl oluduğu görüşünde olduğu rivâyet edilmektedir. Bununla birlikte bu hususta onlardan farklı rivâyetler de gelmiştir.

Hazret-i Peygamberin Allah'ı görmediğini ve Allah'ın görülmesinin mümkün olmadığım muhaddis, fukaha ve mütekelliminden bir kesim ileri sürmüştür. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber yüce Allah'ı gözleriyle görmüştür.

İbn Abbâs'tan meşhur olan rivâyet budur. Delili ise, yüce Allah'ın:

"O'nun gördüğünü kalp yalanlamadı." (en-Necm, 53/11) âyet-i kerimesidir. Abdullah b. el-Haris de der ki: İbn Abbâs ile Ubey b. Kâ'b bir araya geldiler. İbn Abbâs şöyle dedi: Biz, Haşimoğullarına gelince Muhammed'in Rabbini iki defa gördüğünü kabul ediyoruz. Daha sonra İbn Abbâs şöyle dedi: Dostluğun (halli) İbrahim, konuşmanın Mûsa, rü'yetin de Muhammed'e (Ona ve bütün peygamberlere selatu selam olsun) ait olmasından hayret mi ediyorsunuz? Kâ'b, dağlar sesiyle yankılanıncaya kadar tekbir getirdi ve sonra şöyle dedi: Allah rü'yetini ve kelamını Muhammed ile Mûsa arasında pay etti. Mûsa ile konuştu, Muhammed de O'nu gördü.

Abdurrezzak'ın da naklettiğine göre, el-Hasen, Allah adına yemin ederek Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Rabbini gördüğünü söylüyordu. Ebû Ömer et-Telamenkî de bunu İkrime'den naklettiği gibi, kelamcılardan bazısı bunu İbn Mes'ûd'dan da rivâyet etmiştir. Ancak birinci görüş, yani Hazret-i Peygamberin Allah'ı değil de Cebrâîli gördüğü şeklindeki rivâyeti ondan daha meşhur olarak nakledilmiştir.

İbn ishâk'ın naklettiğine göre Mervan, Ebû Hüreyre'ye: Muhammed Rabbini gördü mü diye sormuş, O da: Evet demiş.

en-Nakkâş da Ahmed b. Henbel’den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, İbn Abbâs'ın rivâyet ettiği hadise uygun olarak gözüyle Allah'ı gördü, diyorum, gördü dedi ve bu sözünü nefesi tükeninceye kadar tekrarlamaya devam etti.

Şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ile onun arkadaşlarından bir gurup da bu görüşü benimseyerek, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'ı basarı ve baş gözüyle gördüğünü kabul etmişlerdir. Enes, İbn Abbâs, İkrime, er-Rabi ve el-Hasen de bu görüştedir. el-Hasen, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah adına yemin ederek Muhammed Rabbini görmüştür, derdi. Aralarında Ebû'l-Âl-iyye, el-Kurazî ve er-Rabi b. Enes'in de bulunduğu bir grup da şöyle demiştir- O, Rabbini kalbiyle görmüştür. Yine bu görüş İbn Abbâs ve İkrime'den de nakledilmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, Hazret-i Peygamber Rabbini kalbiyle görmüştür, demiş ve dünyada gözlerle görüleceğini söylemekten çekinmiştir. Mâlik b. Enes'den şöyle dediği nakledilmektedir Allah dünyada görülmez. Çünkü O, bakidir. Baki olan ise fani olan (göz) ile görülmez. Ahirette ise onlara baki gözler ihsan edilecek ve baki gözleriyle bakiyi göreceklerdir.

Kadı îyad da şöyle demektedir: Bu, güzel ve hoş bir açıklamadır. Diğer taraftan Allah'ın görülmesinin imkânsız olacağına dair delil, ancak insanın buna güç yetiremiyeceği açısından ileri sürülmüştür. Fakat yüce Allah, kullarından dilediği kimseye güç verip de rü'yetin yüklerini kaldırma kudretini ihsan edecek olursa, o kimse hakkında bu imkânsız olmaz. Bu kabilden Mûsa (aleyhisselâm) hakkındaki bir takım açıklamalar yüce Allah'ın izni ile el-A'raf Sûresi'nde (7/143. âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın:

"O ise bütün gözleri kuşatmıştır" âyeti, hiçbir şey O'na gizli kalmaz, herşeyi O görür ve bilir, demektir. Özel olarak "gözler" in sözkonusu edilmesi ise, sözde mücaneset sağlamak içindir. ez-Zeccâc da der ki: Bu âyette mahlukatın gözleri (görmeyi) idrak etmediklerine delil vardır. Yani onlar, görmenin gerçek keyfiyetini bilememektedirler. İnsan diğer organları ile değil de neden yalnızca gözleriyle görür oluşunun sebebini bilemez.

Daha sonra yüce Allah:

"O lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır" diye buyurmaktadır. Yani, kullarına karşı rıfk ile (yumuşaklıkla) muamele eder. Davranışlarda lütuf, yumuşak hareket etmek, yumuşak muamele etmek demektir. Yüce Allah'tan lütuf ise, tevfik ihsan etmek ve günahlardan korumaktır. Lütufta bulunmak, iyilik etmek demektir. Bunun ismi

"el-Latef" şeklinde gelir ve hediye anlamında kullanılır. Mülâtafe ise (latifeleşmek) karşılıklı iyiliklerde bulunmak anlamına gelir. Bu açıklamalar, el-Cevherî ve İbn Faris'den nakledilmiştir.

Ebû'l-Âl-iyye der ki: Âyetin anlamı şudur: O, her şeyi ortaya çıkartan Latiftir ve her şeyin nerede olduğundan haberdardır.

el-Cüneyd der ki: Latif, senin kalbine hidayet nurunu veren, bedenini gıda ile besleyen, belâ sırasında seni dost edinen, ateş içerisinde bulunuyorken seni koruyan ve seni Me'vâ cennetine koyandır. Anlam itibariyle yumuşak davranmaya ve benzeri manalara raci daha başka açıklamalar da yapılmıştır. İleride ilim adamlarının bu husustaki açıklamaları yüce Allah'ın İzniyle eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/19. âyetin tefsirinde) gelecektir.

104

Doğrusu size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim görürse kendi lehine, kim de görmezse kendi aleyhine. Ben üzerinizde bir gözetleyici değilim.

“Doğrusu size Rabbinizden basiretler gelmiştir." yani, kendileri vasıtası ile görülen ve delil olarak kullanılan pek çok belge ve delil gelmiş bulunmaktadır.

"Basiretler" anlamındaki besâir, delalet demek olan "basire"nin çoğuludur. Şair der ki:

"Onlar kendi basiretlerini (babalarının intikamını), omuzları üstünde getirdiler (almadılar).

Benim basiretim ise son derece hızlı koşan ve oldukça güçlü atlar koşturup getirmektedir. (Yani ben intikamımı aldım)."

Âyette "basiret"ten kasıt üstün ve apaçık belgedir.

Bu delalet ve basiretlerin gelmekle nitelendirilmeleri ise, şanlarına dikkat çekmek içindir. Zira bu basiret, nefis açısından gelmesi beklenen bir gaip durumunda idi. Nitekim Araplar tarafından: "Afiyet geldi, hastalık gitti. Mutluluk geldi, uğursuzluk geri gitti" denilir.

"Kim görürse kendi lehine." görmek (ibsâr), görme duyusuyla idrak etmek demektir. Yani kim delilleri kullanıp bilir öğrenirse kendisine fayda sağlamış olur.

"Kim de görmezse" delaletleri kullanmayacak olursa, artık o kör durumuna düşer. Onun kprlüğünün zaran kendisine avdet eder.

"Ben, üzerinizde bir gözetici değilim." Yani ben, kendinizi helâk etmeyesiniz diye sizi korumakla emrolunmadım.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben sizi Allah'ın azabına karşı koruyamam. "Gözetleyici" anlamı verilen "Hafiz"in, murakıp ve gözetleyen anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani ben sizin amellerinizi sayıp tesbit eden bir kimse değilim. Ben, ancak size Rabbimin asaletlerini tebliğ eden bir Rasulüm. Sizi koruyan O'dur. Fiillerinizden hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

ez-Zeccâc der ki: Bu âyet Savaşın farz kılınışından önce inmiştir. Daha sonra müşrikleri putlara ibadetten kılıçla engellemesi emrolundu.

105

İşte Biz âyetleri böylece iyiden iyiye açıklara. Tâ ki onlar: "Sen okumuşsun" desinler. Biz de iyi bilen kimselere apaçık gösterelim.

Yüce Allah'ın:

"İşte Biz, âyetleri böylece İyiden iyiye açıklarız" âyetinde yer alan Böylece"deki "kef" harlı nasb mahallindedir. Yani, işte Biz âyetleri tıpkı sana okuduğumuz gibi geniş geniş açıkladık. Yani, vaad, tehdit, Öğüt ve uyarma hususlarında bu sûrede sana bu âyetleri geniş geniş açıkladığımız gibi, başka sûrede de bunları geniş geniş açıklıyoruz.

"Tâ ki onlar: Sen okumuşsun desinler" mealindeki âyette yer alan "vav" harfi hazf edilmiş bir ifadeye atıf içindir. Yani Biz, âyetleri onlara karşı delil gibi, ortaya konmuş olsun ve sen okumuşsun desinler diye geniş geniş açıklıyoruz, takdirindedir.

Şöyle de açıklanmıştırSen okumuşsun desinler, diye Biz o âyetleri geniş geniş açıkladık." Buna göre buradaki "lâm" harfi oluş (sayrûret) bildirmek içindir.

ez-Zeccâc der ki: Bu konuşma esnasında filan kişi bu mektubu bu neticeyi elde etmek için yazdı, demeye benzer. Aynı şekilde âyet-i kerimeler geniş geniş açıklandığı vakit sonunda onlar da: Sen okumuşsun ve Cebr ile Yesar denilen iki kişiden öğrenmişsin, dediler. Bu sözü geçen iki kişi ise Mekke'de hıristiyan iki köle idi, Mekkeliler de: Muhammed onlardan öğrenmektedir, demişlerdi.

en-Nehhâs der ki: Âyetin anlamı ile ilgili güzel bir başka görüş daha vardır, O da "Biz âyetleri İyiden iyiye açıklarız" âyetinin, sen bizden okuyup öğrenmişsin desinler, diye ardı arkasına âyetleri gönderiyoruz. Böylelikle onlar bu sözleriyle birini ötekiyle birlikte zikretmiş olurlar. Bu ifade hakikattir. Ebû İshâk'ın (ez-Zeccâc) söylediği ise mecazdır.

Okumuşsun" kelimesinde yedi kıraat vardır. Ebû Amr ile İbn Kesîr, "dâl" ile "râ" arasına "elif" koyarak, (........) diye okumuşlardır. Bu aynı zamanda Ali, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Mekkelilerin de kıraatidir. İbn Abbâs der ki: Bu kıraat karşılıklı okudun anlamındadır.

İbn Âmir "sîn" harfini üstün, "te" harfini sakin ve "elifsiz olarak diye okumuşlardır. Bu aynı zamanda el-Hasen'in de kıraatidir. Diğerleri ise, Okumuşsun" diye okumuşlardır.

Birinci kıraate göre, sen ehli kitap ile birlikte okuyup müzakere ettin, onlar da seninle birlikte okuyup müzakere ettiler olur. Bu açıklama Saîd b. Cübeyr tarafından yapılmıştır. Bu manaya yüce Allah'ın onlardan haber verdiği:

"Bunun için bir diğer topluluk da ona yardım etmiştir" (el-Furkan, 25/4) âyeti delalet etmektedir. Yani yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân-ı Kerîm hususunda yardımcı olmuş ve bu hususta onunla müzakerelerde bulunmuşlardır. Bütün bunlar ise müşriklerin söyledikleri sözlerdir. Yine onların şu sözleri de bu kabildendir:

"Ve dediler ki: (Bu) öncekilerin söylenmiş masallarıdır ki, onu yazdırmıştır Bunlar kendisine sabah ve akşam okunmakta dır" (el-Furkan, 25/5);

"Onlara Rabbiniz ne indirdi, denildiği zaman, geçmişlerin masalları derler." (en-Nahl, 16/24) Bu okuyuşun anlamının aynı şekilde-, Okumuşsun" gibi olduğu da söylenmiştir ki, bunu en-Nchhâs zikretmiş ve tercih etmiştir. Birinci anlamı ise Mekkî zikretmiş bulunmaktadır, en-Nehhâs bunun mecaz olduğunu da iddia etmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Doğuran (anne)'nin doğurduğu da ölüm içindir,"

"Sin" harfini üstün ve "te" harfini sakin okuyanlara gelince, bu hususta yapılmış en iyi açıklamaya göre anlam şöyledir: Tâ ki, onlar bu açıklamaların ardı arkası kesildi, silinip gitti, artık Muhammed onlardan başkasını getirmeyecektir, demesinler diye.

Katade ise, diye okumuştur ki, "okundu" anlamındadır. Süfyan b. Uyeyne, Amr b. Ubeyd'den, o, el-Hasen'den bunu(Âyetler) karşılıklı olarak müzakere etti, diye okuduğunu rivâyet etmektedir. Ebû Hatim’in kanaatine göre ise böyle bir kıraat câiz değildir. Çünkü âyetlerin kendileri karşılıktı olarak müzakerede bulunmazlar.

Başkası şöyle demektedir: Böyle bir kıraat caizdir. Mana Ebû Hatim’in zannettiği gibi değildir. Aksine anlamı, ümmetin müzakerede bulundu şeklindedir. Yani, ümmetin seninle müzakere etti. Her ne kadar ondan sözkonusu edilmiyor ise de bu böyledir. Nitekim:

"Nihayet o (güneş) perdenin arkasına giriverdi" (Sâd, 38/32.) âyeti de böyledir. el-Ahreş'in naklettiğine göre kıraati de kıraatiyle aynı anlamdadır. Şu kadar var ki bu daha beliğdir.

Ebû'l-Abbas'ın naklettiğine göre; şeklinde emir lâm'ı sakin olarak da okunmuştur. Bunda ise tehdit anlamı vardır. Yani, onlar istediklerini söylesinler. Şüphe yok ki gerçek apaçık ortadadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Artık onlar az gülsünler çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/82) Bu "lâm"ı esreli olarak okuyanın kıraatine göre ise bu key "lâm"ı diye bilinen lâm'dır. (Meal de buna göredir).

Bütün bu kıraatlerin hepsinin iştikakı aynı şeye yani, yumuşatmaya ve ze-y kılmaya raddir. Çünkü Okumuşsun kelimesi, gelmektedir ki, başkasına okumayı anlatır. 'ın çokça okumak suretiyle artık onu zelil ettim (yani kolayladım.) anlamına geldiği de söylenmiştir.

Bunun aslı ise Buğdayı dövdü," anlamındadır. Çünkü buğdayı dövmek anlamına gelen; (........); Şamlıların şivesinde şeklinde kullanılır. Bunun asıl anlamının Elbiseyi eskittim" tabirinden alındığı da söylenmiştir. İşte bu da aynı şekilde zelil kılma anlamı ile ilgilidir. Denildiğine göre, Hazret-i İdris'e, Allah'ın kitabını çokça okuduğu ve müzakere ettiği için İdris denilmiştir. Ders okumak, müdalese etmek bu anlamdadır.

İse kadsn ay hali oldu anlamına gelir. Kadının Fercine .) diye künyelendiği de söylenmektedir ki, bu da ay hali olmaktan gelir. "Ders" aynı şekilde gizli saklı yol demektir. el-Esmaî'nin naklettiğine göre; Sırtına binilmemiş deve" anlamına gelir. Harabe haline gelmiş bir evin izi tamamen ortadan kalkmasını ifade etmek için de aynı kökten gelen fiil kullanılır,

İbn Mes'ûd ve arkadaşları ile Ubeyd, Talha ve el-A'meş; Tâ ki o, okumuş" desinler, diye. Yani, Muhammed âyetleri ders olarak okumuştur desinler anlamına gelir. "Biz de onu" yani bu sözümüzü, âyetlerimizi iyiden iyiye açıklamayı, yahut da Kur'ân-ı Kerîm'i "bilen kimselere apaçık gösterelim."

106

Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müşriklerden de yüzçevir.

Yüce Allah'ın:

"Rabbinden sana vahyolunana uy." Kur'ân'a uy demektir. Yani sen, kalbini, gönlünü onlarla meşgul etme. Aksine Allah'a ibadetle uğraş. "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müşriklerden de yüz çevir" âyetinin son bölümü nesh olmuştur.

107

Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir gözetleyici kılmadık. Onların üzerine bir vekil de değilsin.

"Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı" âyeti, şirk koşmanın Allah'ın meşiyeti ile olduğu hususunda açık bir nasstır. Ayrıca bu önceden de geçtiği gibi Kaderiyye mezhebini çürütmektedir.

"Biz seni onların başına bir gözetleyici kılmadık." Yani, Allah'ın azabına karşı onları korumak senin için imkân dahilinde değildir.

"Onların üzerine bir vekil de değilsin." Din veya dünyalarında kendi menfaatlerine olan işleri yerine getiren, ifa eden bir kimse değilsin ki, onlar için vacip olanı yapmaları hususunda onlara lütufta bulutlasın. Bu hususta sen onlar için ne bir koruyucusun, ne de bu konuda onlara bir vekilsin. Sen ancak bir tebliğcisin. Bu; kıtal emri verilmeden önce idi.

108

Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a bilgisizce söverler. İşte Biz böylece her ümmete yaptıklarını süsledik. Nihayet dönüşleri yalnız Rabblerinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1. Putlara Sövmek:

Yüce Allah'ın:

"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz" âyeti nehiy (yasak)'dir.

"Sonra onlar da Allah'a bilgisizce söverler" âyeti de nehy'in cevabıdır.

Şanı yüce Allah mü’minlere onların putlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Çünkü yüce Allah, putlarına sövdükleri takdirde kâfirlerin nefret edip uzaklaşacaklarını, küfürlerini de artıracaklarını bilmiştir.

İbn Abbâs der ki: Kureyş kâfirlerinin Ebû Talib'e: Ya Muhammed ve arkadaşlarını bizim ilahlarımıza sövmekten, onları küçük düşürücü sözler söylemekten alıkoyarsın, yahut biz de onun ilahına söver ve onu hicvederiz, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.

2. Bu Âyetin Hükmü:

İlim adamları derler ki: Bu âyetin hükmü, durum ne olursa olsun bu ümmet üzerinde bakidir. Kâfir, ne vakit kendisini koruyabilecek güce sahip olup da İslâm'a yahut Peygambere veya yüce Allah'a söveceğinden korkulacak olursa, müslüman kimsenin onların haçlarına, dinlerine, kiliselerine sövmesi helal olmadığı gibi, bu sövme sonucunu getirecek herhangi bir işe kalkışması da helal değildir. Çünkü böyle bir iş, masiyete itmek ayarındadır. Putlar akıl sahibi varlıklar olmadıkları halde -akıl sahibi varlıklar için kullanılan'nın onlar hakkında kullanılması kâfirlerin putları hakkındaki inançları nazarı itibara alındığından dolayıdır.

3. Âyetten Çıkartılan Diğer Bazı Hükümler:

Yine bu âyet-i kerimede bir çeşit ateşkes vardır? Ayrıca daha önceden de el-Bakara Sûresi'nde geçtiği gibi, seddü'z-zerai gereğince hüküm vermenin vücubuna da delil vardır. Hak sahibi bir kimsenin dinde bir zarara götürecek olursa, bu hakkını İstemekten vazgeçebileceğine de delil vardır. Nitekim Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın söylediği rivâyet edilen şu sözler de bu kabildendir: Akrabalık bağı kesilir korkusuyla akrabalar arasında hükmü kestirip atmayınız.

İbnü'l-Arabî der ki: Eğer bu hak vacip bir hak ise durum ne olursa olsun onu alır. Şayet kullanılması câiz olan bir hak ise, Hz Ömer'in sözünü ettiği durum sözkonusu olur.

4. Müşriklerin Bilgisizlikleri:

Yüce Allah'ın:

"Bilgisizce" ve saldırganca anlamına gelir. Mekkelilerden bunu "ayn" ve "dal" harflerini ötreli, "vav" harfini de şeddeli olmak üzere şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir. Bu, el-Hasen'in, Ebû Recâ ve Katade'nın kıraatidir. Birinci kıraate racidir, her ikisi de zulüm anlamını ifade eder. Yine Mekkeliler "ayn" harfini üstün, "dal" harfini de ötreli olmak üzere: Düşman anlamına okumuşlardır. Bu kelime tekil olmakla birlikte çoğul anlamına kullanılır.

Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Onlar muhakkak Benim düşmanımdır. Ancak, âlemlerin Rabbi müstesna" (eş-Şuara, 26/77) yüce Allah bir başka yerde de:

"Asıl düşman onlardır" (el-Münafikun, 62/4) diye buyurmaktadır.

Bu kelime, ya mastar olarak ya da mef'ûlün leh olarak nasbedilmiştir.

5. Her Ümmete Kendi Ameli Güzel Gösterilmiştir:

Yüce Allah'ın:

"İşte Biz, böylece her ümmete yaptıklarını süsledik." Yani, bunlara yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her ümmete de kendi yaptıklarını süslü göstermişizdir.

İbn Abbâs der ki: Biz, itaat ehline itaati, kâfirlere de küfrü süslü gösterdik. Bu da yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"İşte Allah, kimi dilerse böylece saptırır, kimi dilerse de hidayete erdirir." (el-Müddesir, 74/31.)

Bu âyette Kaderiyye'nin görüşleri reddedilmektedir.

109

"Eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona îman edecekler" diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler. De ki: "Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir." O âyet geldiği zaman da yine Îman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?

Yüce Allah'ın:

"Eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona Îman edecekler diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah'ın: âyeti,

"yemin ettiler" demektir, " Var gücüyle yemin" ise, en ağır yemin demek olup Allah adına yapılan yemindir. Buna göre

"var güçleriyle yemin ettiler," bilgilerinin ulaştığı en ileri derecedeki ve yapabildikleri en ağır yemin demektir. Çünkü onlar, en büyük ilahın Allah olduğuna inanıyorlar, diğer ilahlara ise, kendilerini Allah'a yakınlaştıracakları zanniyle ibadet ediyorlardı. Nitekim yüce Allah bu hususta onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) İslâm'dan önce Araplar, atalarıyla, putlarıyla ve bundan başka şeylerle yemin ederlerdi. Yüce Allah adına da yemin ederler ve eğer yemin Allah adına yapılmışsa buna "cehdü'l-yemin: en ağır yemin" ismini verirlerdi.

(........) kelimesi mastar olarak nasb edilmiştir. Bunda âmil ise Sîbeveyh'in görüşüne göre; Yemin ettiler" kelimesidir. Çünkü, bu da onun anlamındadır. Cehd ise meşakkat demektir, Bunu zorlukla yaptım" denilir. Cuhd ise takat ve kudret demektir. Bu benim takatim, güç yetirebildiğimdir" denilir. Her ikisini aynı anlamda kabul edenler de vardır. Buna yüce Allah'ın:

"Güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlar" (et-Tevbe, 9/79) âyetini delil gösterirler ki, bu aynı zamanda şeklinde "cim" harfi üstün olarak da okunmuştur. Bu açıklamalar İbn Kuteybe'den nakledilmektedir.

Müfessirlerden el-Kurazî, el-Kelbî ve diğerlerinin naklettiklerine göre âyetin nüzul sebebi şudur: Kureyşliler dediler ki: Ey Muhammed, sen bize Mûsa'nın, asasıyla taşa vurup ondan oniki tane pınar fışkırttığını, Îsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud'un bir dişi devesinin bulunduğunu haber veriyorsun. Haydi seni tasdik etmemiz için bu mucizelerden bir kısmını sen de bize göster. Hazret-i Peygamber: “Nasıl bir mucize arzu edersiniz”, diye sorunca, şöyle dediler: Şu Safa'yı da bizim için altın yap. Allah'a yemin ederiz ki eğer bunu yapacak olursan hep birlikte sana tabi oluruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrâîl (aleyhisselâm) ona gelip şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa hemen altın oluverir. Yemin olsun Allah, bir mucize gönderdiği halde eğer derhal tasdik etmeyecek olurlarsa şüphe yok ki, Allah onları azaplandıracaktır. O bakımdan sen de aralarından tevbe edecekler tevbe etsin diye onları bırak." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "O halde tevbe edenleri tevbe etsin (mucize istemem)." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Böylelikle yüce Allah ezeli ilminde îman etmeyeceği sabit olmuş olanın îman edeceğine dair yemin etse dahi îman etmeyeceğini beyan etmektedir.

2. Olanca Yemin (Ağır Yemin)'e Dair Hükümler:

Yüce Allah'ın:

"Var güçleriyle yemin"in onların kanaatine göre, en ağır yeminler demek olduğu söylenmiştir. Burada hükümlere dair büyük ve önemli bir mesele ortaya çıkmaktadır ki, o da bir kimsenin: "Şöyle şöyle olursa yeminler üzerime borç olsun" anlamında sözler söylemesidir.

İbnü'l-Arabî der ki: Böyle bir yemin İslâm'ın ilk dönemlerinde bundan başka bir şekilde bilinen bir yemindi. Onlar: Bir kimsenin bir başkasından aldığı sözün en ağın benim üzerime olsun, derdi. Mâlik der ki: Bu şekilde yemin eden kimse (yemini bozarsa) hanımları ondan boş olur. Bundan sonra yemin şekilleri çoğalıp durdu ve nihayet temelini bu şeklin teşkil ettiği, şu anda insanlar arasında görülen şekillere kadar vardı. Hocamız el-Fihrî et-Tarasust şöyle derdi; Bu şekilde yemin eden bir kimse, yemini bozacak olursa otuz tane yoksul doyurmahdır. Çünkü, bu yemin edenin "yeminler" sözü yeminin çoğuludur. Eğer, "üzerime bir yemin borç olsun" deyip de o yeminini bozmuş olsaydı, bir keffaret ödemesini gerekli görürdük. "İki yemin üzerime borç olsun" demiş olsaydı, yeminini bozduğu takdirde iki keffaret yerine getirmesi gerekirdi. Fakat yeminler kelimesi yeminin çoğulu olduğundan dolayı bozması halinde üç tane keffaret yerine getirmesi gerekir.

Derim ki: Ahmed b. Muhammed b. Muğis, "Vesaik" adlı eserinde şöyle demektedir: Kayrevân âlimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Muhammed b. Ebi Zeyd der ki: Bu şekilde yemin eden bir kimse (yemini bozması halinde) hanımını üç defa boşamiş olur, yürüyerek Mekke'ye gitmesi gerekir, malının üçte birini dağıtması, bir yemin keffareti ödemesi ve bir köle azad etmesi gerekir. İbn Muğis der ki: Tuleytula fukahasından İbn Erfa' Ra'sehû ile İbn Bedr de bu görüştedir.

eş-Şeyh Ebû İmrân el-Fasî , Ebû'l-Hasen el-Kabisî, Ebû Bekr b. Abdurrahman el-Karavî de şöyle derler: Eğer belli bir niyeti yoksa hanımım bir defa boşamış olur. Bu hususta onların delilleri arasında İbnü’l-Hasan'in İbn Vehb'den işittiği şu sözleridir: Bir kimsenin bir diğerinden almış olduğu en ağır söz hakkında bir yemin keffareti sözkonusudur. İbn Muğis der ki: Böylelikle o, söyleyenin aleyhine "yeminler onun için bağlayıcı olur" dediğiniz şeyi tek bir talâk olarak kabul etmektedir. Çünkü, bir kimsenin: Birisinin diğerinden almış olduğu sözün en ağırı dolayısıyla bir yemin keffareti gerekir, demesinden daha kötü bir durum sözkonusu olamaz. O bakımdan biz de bu görüşteyiz.

Birinci görüşün sahipleri ise İbnü'l-Kasım'ın: Allah'ın ahdi, ağır misakı ve kefaleti ile bir kimsenin bir başkasından herhangi bir iş üzerine, onu yapmamasına dair ahit alıp daha sonra yaptığı şeyin en ağın da üzerime olsun sözüyle ilgili yaptığı şu açıklamayı da delil göstermişlerdir: Eğer bu sözleriyle hanımını boşamayı, kölesini azad etmeyi ve bu yolla onları uzaklaştırmayı kastetmemiş ise, o halde onun bu yemini bozmasının cezası üç tane keffaret olsun. Şayet yemin ettiğinde herhangi bir niyeti bulunmuyor ise, "Allah'ın ahdi ve ağır misakt üzerime olsun," şeklindeki sözü dolayısıyla iki keffarette bulunsun, "birisinin bir başkasından almış olduğu en ağır ahid ve söz" sözü dolayısıyla da bir köle azad etsin, hanımları ondan boş olur, Mekke'ye yürüyerek gider ve malının üçte birini de sadaka olarak dağıtır.

İbnü'l-Arabî der ki; Delillerin açıklamasına gelince yeminler demek olan: "el-Eyman" sözündeki "elif" ve "lâm" ile cins veya ahd kastedilmiş olabilir. Eğer ahd için gelmiş ise, kişinin "billahi" sözünden ahid yoluyla anlaşılan el-Fihrî'nin söylediğidir. Şayet cins için kullanılmış ise boşamak da bir cinstir ve onun kapsamına girer. Fakat bütün boşama adedi (üç talâk) sonuna kadar, kullanılmaz. Çünkü, cinsin kapsamına tek bir hususun girmesi yeterlidir. Eğer cinsin kapsamına o hususların tamamı girecek olsa, malının da tümünü tasadduk etmesi gerekirdi. Çünkü, malın tümünü sadaka vermek hakkında yemin söz konusu olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir" yani, ey Muhammed, bu âyetleri size göstermeye gücü yeten yalnızca Allah'tır. Ve O, bu âyetleri ancak dilediği takdirde gösterir, de.

"... Farkında değil misiniz?" Yani, bu yeminlerinizin (îman edeceklerine dair) gerçekleşeceğini size bildiren nedir? takdirinde olup mef'ûl hazfedilmiştir. Bundan sonra yeni bir cümle ile; " Şüphesiz o âyet geldiği zaman da yine Îman etmiyeceklerdir" diye buyurmaktadır ki, bu âyette; ( Ol) edatının esreli okunuşu, Mücahid, Ebû Amr ve İbn Kesîr'in kıraatine göredir. İbn Mes'ûd'un Bu âyet geldiğinde onların îman etmeyeceklerini bilmiyor musunuz" şeklindeki kıraati de tanıklık etmektedir.

Mücahid ve İbn Zeyd der ki: Bu âyetle muhatap olanlar müşriklerdir ve ifade burada sona ermektedir. Onlar hakkında îman etmeyeceklerine dair hüküm verilmektedir. Bundan sonraki âyet-i kerîmede de bize onların îman etmeyeceklerini bildirmektedir. Bu açıklama ise, Îman et (mey)eceksiniz" diye okuyanların kıraatini andırmaktadır. el-Ferrâ' ve başkaları ise hitap mü'mînleredir derler. Çünkü mü’minler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Allah'ın Rasulü, eğer bir âyet (mucize) inecek olsa belki îman ederler, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Farkında değil misiniz" âyetini indirdi. Yani, ey mü’minler, siz onların îman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Buna göre; kelimesi, hemze üstün olarak okunur. Bu, Medinelilerin, el-A'meş ve Hamza'nın da kıraatidir. Yani, olur ki böyle bir mucize geldiğinde onlar îman etmeyeceklerdir. el-Halil der ki: Muhtemeldir ki o," anlamındadır. Bunu da el-Halil'den Sîbeveyh nakletmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de;

"Ne bilirsin belki o temizlenecekti" (Abese, 80/3) diye buyurmaktadır. Yani, onun temizlen (mey)eceğini nereden bilirsin anlamındadır. Araplardan da Bize belki bir şey alırsın diye pazara git, tabiri nakledilegelmektedir. Ebû'n-Necm de şöyle der:

"(Oğlum) Şeyban'a dedim ki, onunla karşılaşmaya (yakalamaya) çık.

Olur ki, onu kızartıp beraber bizdekilere yemek olarak İkram ederiz."

Adiy b. Zeyd de şöyle demektedir:

"Ey beni kınayan, nereden bilirsin ki benim ölümüm,

Bugünün bir saatinde, yahut yarının kuşluk vaktinde (gerçekleşmeyeceğini)."

Burada da (........) edatı Belki gibi ihtimal edatı anlamındadır. Dureyd b. es-Simme de şöyle demektedir.

"Bana zayıflayarak ölmüş cömert birisini göster.

Belki ben de Senin görüşünü paylaşırım.

Yahut ebedi yaşamış bir cimri (göster)."

Burada da lâfzı, Belki ben de anlamındadır. ‘ın; anlamında kullanılışı Arap dilinde çokça rastlanılan bir husustur,

el-Kisâî de, Ubey b. Kâ'b'ın Mushaf ında da Belki... size ne bildirdi" şeklinde olduğunu nakletmektedir. el-Kisâî ve el-Ferrâ' da derler ki: Buradaki olumsuzluk edatı olan,...ne, ma... fazladan gelmiştir. Yani: Bu âyetlerin müşriklere geldiği takdirde îman edeceklerini size ne bildirdi demektir. Burada bu olumsuzluk edatı yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi fazladan gelmiştir: Helâk ettiğimiz bir ülke halkının dönmeleri gerçekten mümkün değildir. el-Enbiya, 21/95) Çünkü bu âyetin anlamı şöyledir: Helâk edilen bir kasaba halkının geri dönüşleri imkânsız bir şeydir. Yine yüce Allah'ın:

"Seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) diye buyurmaktadır. Yani, secde etmekten seni engelleyen nedir. ez-Zeccâc, en-Nehhâs ve diğerleri ise buradaki; olumsuzluk edatının fazladan gelişini zayıf kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Böyle bir iddia yanlışlıktır. Çünkü bu edat ancak karışıklığa meydan vermeyecek hallerde fazladan getirilir.

İfadede hazf olduğu da söylenmiştir. O takdirde mana şöyle olur: Bu âyetler, kendilerine geldiği vakit, onların îman edeceklerini yahut etmeyeceklerini nerden biliyorsunuz?"

Daha sonra bu "îman edeceklerini" anlamındaki ifade, tilaveti işitenin bu husustaki bilgisi dolayısıyla hazfedilmıştir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs ve başkaları nakletmektedir.

110

İlk defa ona Îman etmedikleri gibi, Biz de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de azgınlıkları İçerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz.

Bu âyet-i kerîme müşkil (açıklanması zor) bir âyettir. Özellikle bu âyette

"azgınlıkları içerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" diye buyurulmaktadır Denildiğine göre anlam şöyledir: Biz, kıyâmet gününde ateşin alevine ve kor ateşlerin sıcağı üzerine kalplerini ve gözlerini -dünyada îman etmedikleri için- evirip çeviririz. Buna karşılık dünyada da onları -azgınlıkları içerisinde- terk ederiz. Yani, onlara mühlet verir ve onları cezalandırmayız. Buna göre âyetin bir bölümü ahirette gerçekleşecek hususlar hakkında, bir bölümü de dünyada gerçekleşecek hususlar hakkındadır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"O gün yüzler vardır ki, zillet içindedir." (el-Gaşiye, 88/2) Bu, ahirette gerçekleşecektir.

"Amel etmişler ve zahmet çekmişlerdir." (el-Ğâşiye, 88/3) Bu da dünyada gerçekleşmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: "...Çeviririz âyetinde sözkonu edilen dünyada olacaktır. Yani, bu âyet (istedikleri mucize) kendilerine gelecek olsa, sen onları davet edip de mucizeyi kendilerine gösterdiğin ilk seferde îman etmelerine engel teşkil ettiğimiz gibi, yine îman etmelerini engelleyeceğiz.

Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır.

"Bilinki Allah, kişi ile kalbi arasına girer," (el-Enfal, 8/24) Yani, yapması gerekeni engeller. Âyetin anlamı şöyle olun Bu âyet kendilerine geldiği sırada îman etmeleri gerekirdi. Çünkü onlar âyeti gözleriyle görmüş, kalpleriyle tanımışlardı. Buna îman etmeyişleri ise, Allah'ın kalplerini ve gözlerini çevirmesine sebep oldu.

"İlk defa ona îman etmedikleri gibi" yani, onlar ilk defa ona îman etmedikleri gibi artık îman etmeyeceklerdir. Bu da şu demektir: Kur'ân ve buna benzer, benzerini getirmekten acze düştükleri mucizeler, kendilerine geldiği ilk seferinde îman etmedikleri gibi, yine îman etmeyeceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz, bu gibi kimselerin, kalplerini îman etmesinler diye evirip çeviririz. Nitekim daha önceki ümmetlerden kâfir olanlar da gösterilmesini teklif ettikleri mucizeleri gördüklerinde îman etmemişlerdi.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: İlk defa Îman etmedikleri gibi, bu mucizeler kendilerine gelecek olursa yine îman etmeyeçeklerdir.

"Biz de onların kalplerini ve gözlerini evirip çeviririz de azgınlıkları İçerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" ne yapacaklarını şaşırırlar, kestiremezler.

Bu kabilden açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

111

Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsalardı ve (istedikleri) herşeyi karşılarına toplasaydık, onlar yine de Allah dilemedikçe îman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik" ve onlar da bunları gözleriyle görmüş olsalardı, diğer taraftan

"ölüler" Bizim kendilerini diriltmemiz suretiyle

"kendileriyle konuşsalardı ve" gösterilmesini istedikleri

"herşeyi" her türlü mucizeyi

"karşılarına" önlerine getirip

"toplasaydık, onlar yine de Allah dilemedikçe Îman etmezlerdi.”

(.......) kelimesini ("kaf" harfi ve "be" harfleri ötreli olarak değil de, "kaf"ı esreli, "be"yi de üstün olarak okuyuş) İbn Abbâs, Katade ve İbn Zeyd'den nakledilmiş ve o da: Karşılarına anlamındadır. Aynı zamanda bu, Nafi' ile İbn Âmir'in de kıraatidir. Bunun, gözleri görecek şekilde yine îman etmeyeceklerdi anlamına geldiği de söylenmiştir.

Muhammed b. Yezid ise, bu şekildeki okuyuşun bir tarafta (toplasaydık), anlamına geldiğini söylemiştir. Benim filanın nezdinde malım var, denildiği vakit bu şekilde söylenir. Buna göre bu kelime zarf olarak nasbedilmiştir. Diğerleri ise "kaf" ve "be" harflerini ötreli olarak okumuşlardır ki, bunun da anlamı, teminatçılar olarak şeklindedir. Buna göre bu kelime kefil anlamına gelen "kabil'in çoğuludur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Veya Allah'ı ve melekleri kefil olarak getiresin." (el-İsra, 17/92) Yani, bu hususta bize teminat versinler, demektir ki, bu açıklama el-Ferrâ''dan nakledilmiştir.

el-Ahreş; topluluklar halinde anlamına geldiğini söylemiştir ki, Mücahid de bu görüştedir. Her iki görüşe göre bu kelime hal olarak nasbedilmiştir. Muhammed b. Yezid ise "kaf" ile "be" harflerinin ötreli okunuşunun, karşı karşıya, karşılıklı anlamlarına geldiğini söylemiştir.

"Eğer gömleği önden yırtıldıysa" (Yûsuf, 12/26) âyetinde de bu anlamdadır. Kişinin ön ve arkasına "kubulü ve duburü" denilmesi de buradan gelmektedir. Ebû Zeyd de bu kelimenin karşı karşıya, yüz yüze anlamına geldiğini nakletmektedir. Buna göre ötreli okuyuş da mana itibariyle esreli okuyuş gibi olur ve her iki kıraat arasında bir fark olmaz. Bu açıklamayı da Mekkî nakletmektedir.

el-Hasen, ağırlığı dolayısıyla "be" harfinin ötresini hazfedip sakin olarakdiye okumuştur.

el-Ferrâ''nın (yani teminat vermek anlamına gelmesi) şeklindeki görüşüne göre, konuşmayanın konuşması sözkonusu olur. Aklı ermeyen varlıkların kefil ve teminatçı olarak gelmesi ise, onlara gösterilecek büyük bir mucizedir. el-Ahfeş'in (yani, varlıkların bölük bölük getirilmesi) şeklindeki açıklamasına göre ise, bir araya gelmeleri, alışmadık şekilde bütün türlerin toplanması anlamına gelir.

"... Onlar, yine de Allah dilemedikçe îman etmezlerdi" anlamındaki âyette yer alan birincisinden, (yani müstesna minh'den) olmayan bir istisna mahallindedir. Yani: Eğer Allah onların îman etmelerini dileyecek olsa müstesna. Buradaki istisnanın; yüce Allah'ın ezeli ilminde îman edecekleri önceden sabit olmuş mutlu kimseler oldukları da söylenmiştir. Bu âyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli vardır.

"Fakat onların çoğu bilmezler" hakkı bilmeyen kimselerdir. Tek bir mucize gördükten sonra daha başka mucizelerin gösterilmesini teklif etmenin câiz olmadığını bilmeyen kimselerdir, anlamına geldiği de söylenmiştir.

112

Biz her peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım sözler vahyeder (fısıldar). Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık, sen de onları iftiraları ile baş başa bırak.

Yüce Allah:

"Biz, her peygambere... kıldık" âyeti ile Peygamberini teselli etmektedir. Yani Biz seni bu kavimle mübtelâ kıldığımız gibi, aynı şekilde senden önceki bütün peygamberlere de

"ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık" diye buyurmaktadır.

Sîbeveyh, "kıldı" anlamına gelen Niteledi" anlamına geldiğini nakletmektedir. Düşman," birinci mef'ûl, Her peygambere" ise ikinci mef'ûl mahallindedir.

"İns ve cin şeytanlarını" ise "düşman" kelimesinden bedeldir. Bununla birlikte "(.......): Şeytanların birinci mef'ûl, Düşman" kelimesinin de ikinci mef'ûl olması da mümkündür. Şöyle demiş gibi olur; Biz, ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. el-A'meş de cin kelimesini Öne alarak Cins ve ins şeytanlarını" diye okumuştur ki, anlam birdir.

"Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı birtakım sözler vahyeder." Bunlarla cin şeytanlarının ins şeytanlarına fısıldadığı sözleri kastetmektedir. Onların fısıldadıkları sözlere "vahiy" adının verilmesi gizlice oluşundan dolayıdır. Onların olmadık şeyleri anlatıp göstermelerini ise "yaldızlı" diye nitelendirmesi bu fısıldayışlanın kendilerine süslü göstermeleri dolayısıyladır. Altına (süs anlamında): "Zulıruf" denilmesi de bundan dolayıdır. Gerçek olmayan şekliyle süslü ve güzel gösterilen her şey de zuhruf ismini alır. "Muzahraf" ise süslenen demektir. Suyun zuhrufları ise kolları demektir.

Aldatmak için" âyeti, mastar mef'ûl-i mutlak olarak mansubdur. Çünkü: "Onlardan kimi kimine... vahyeder" âyeti bu vahiy ve fısîldaşmalarıyla onları alabildiğine aldatırlar anlamındadır. Hal mahallinde olması da mümkündür.

Aldatmak (el-ğurur); batıl anlamındadır. en-Nehhâs der ki: İbn Abbâs'tan zayıf bir isnadla, yüce Allah'ın:

"Kimi kimine... fısıldarlar" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cinlerden her biri ile bir şeytan ve İnsanlardan her biri ile bir şeytan vardır. Biri öteki ile karşılaştığında şöyle der: Ben, bu adamımı şu işle saptırdım. Sen de onun bir benzeriyle adamını saptır. Diğeri de ona benzer bir şey söyler. İşte onların birbirlerine vahyetmeleri budur. İkrime, ed-Dahhâk, es-Süddî ve el-Kelbî de böyle demişlerdir.

en-Nehhâs der ki: Birinci görüşe (yani, cin şeytanlarının ins şeytanlarına vesvese verdiği şeklindeki açıklamaya) yüce Allah'ın şu buyuruğu deli) teşkil etmektedir:

"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde (vahiyde) bulunurlar."(el-En'âm, 6/121) İşte bu âyet, açıkladığımız bölümü beyan etmektedir.

Derim ki; Buna sahih sünnetten Hazret-i Peygamber'in şu âyeti de delâlet etmektedir: "Sizden kendisiyle birlikte cinden yandaşı (onu saptırmakla görevli şeytanı) beraber bulunmayan hiçbir kimse yoktur." Sen de mi Ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca, o da şöyle buyurdu: "Ben dahi böyleyim. Şu kadar var ki, Allah ona karşı bana yardım etti, ben de onun şerrinden kurtulabiliyorum. O bakımdan bana hayırdan başka bir şey emretmiyor." Müslim, Sıfatü'l-Münafikîn 69; Dârimî. Rikaak 25; Müsned, I, 257, 385, 397, 401. 460; ayrıca bk. Tirmizî, Rada' 17; Nesâî, İşre...-Nisâ 4; Dârimî, Rikaak Ğ6; Müsned, III, 309.

Buradaki; kelimesi, "mim" harfi ötreli ve üstün olarak rivâyet edilmiştir. Ötreli rivâyet, ben onun şerrinden kurtuluyorum, anlamındadır. Üstün rivâyet ise müslüman oldu anlamındadır. Hazret-i Peygamber: "Sizden... kimse yoktur" diye buyurmakta fakat şeytanlardan da kimse yoktur diye buyurmamıştır. Bununla birlikte, Hazret-i Peygamber'in bununla iki cinse de birisini zikrederek dikkat çekmiş olması muhtemeldir. O takdirde bu, yüce Allah'ın:

"Ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyeti türünden olur. (Soğuktan koruyacak elbiseler ise delaleti dolayısıyla zikredilrnemiştir). Ancak bu şekilde olma ihtimali uzaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Avf b. Mâlik Ebû Zer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Ey Ebû Zer, ins ve cin şeytanlarının şerrinden Allah'a sığındın mı?" Ebû Zer: Ey Allah'ın Rasulü, peki insin de şeytanları var mıdır? diye sordu, şöyle buyurdu; "Evet, hem de onlar cin şeytanlarından daha kötüdürler. Nesâî; Müsned , V, 178, 265.

Mâlik b. Dinar da der ki: İns şeytanı benim için cinlerin şeytanından daha zorludur. Çünkü ben, Allah'a sığındım mı cin şeytanı yanımdan uzaklaşır, gider, tns şeytanı ise bana gelir ve göz göre göre beni masiyetlere çeker.

Ömer b. el-Hattâb da (radıyallahü anh) bir kadını:

"Şüphesiz kadınlar sizler için yaratılmış reyhanlardır ve

Hepiniz reyhanı koklamayı arzularsınız."

diye bir beyit okuduğunu işitince ona: Şüphesiz kadınlar bizim için yaratılmış şeytanlardır, şeytanların şerlerinden Allah'a sığınırız diye cevap verdiği nakledilmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." Yani, aldatıcı yaldızlı sözleri birbirlerine fısıldaşamazlardı.

"Artık sen de onları... bırak" âyeti, tehdit anlamını ihtiva eden bir emirdir.

Sîbeveyh der ki: -Terketti anlamında-da denilmez, da denilmez. Bu iki fiil yerine; kullanmakla yetinmişlerdir.

Derim ki: Bu açıklama çoğunluk hakkında uygundur. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm’de bu İki fiilin de kullanıldığını görüyoruz:

"Kimseleri terket" (el-En'âm, 6/70);

"Onları bırak, terket" (el-En'âm, 6/91, 112 ) ve saire ile

"Seni terketmedi" (Duha, 93/3) diye buyurulmaktadır.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: Bir takım kimseler, ya cumaları terk etmekten vazgeçecekler..." Müslim, Cumua 40; İbn Mâce, Mesâcid 17; Dârimî, Salat 205; Müsned, I, 254, 335; II, 84. Artık bunu yaptılar mı, onlar terkedilmiş olurlar. Müsned, II, 163, 190. Bu gibi âyetlerde bu fiiller baştaki "vav" harfi ile birlikte kullanılmışlardır.

ez-Zeccâc der ki: "Vav" harfi ağır bir harftir. Terketti, fiilinde vav harfi olmamakla birlikte "vav" harfi bulunan diğer fiillerle aynı anlamı İfade ettiğinden "vav" harfi bulunan fiillerin kullanımı terk'edilmiş oldu. İşte, (Sîbeveyh'in) sözünün anlamı budur, yoksa bütün hallerde böyle olduğu anlamına gelmez.

113

Tâ ki, âhirete îman etmeyenlerin kalpleri ona meyletsin, bir de ondan hoşnut olsunlar ve kazanabildiklerini kazansınlar.

Yüce Allah'ın:

"Tâ ki... kalpleri ona meyletsin" âyetinde geçen;

"Tâ ki... meyletsin" anlamındadır. Fiilin son harfi "yâ"lı da kullanılır, "vav"lı da kullanılır. Aynı anlamı ifade eder. Şair der ki:

"Sen, sefîh kimsenin sapasağlam her sözden yan çizdiğini görürsün.

Buna karşılık onun şüpheye düşürücü sözlere kulak verdiğini de görürsün."

İçinde bulunanlar bir araya toplansın diye kabı eğdim, anlamındadır. Bu kelime, asıl itibariyle herhangi bir maksat dolayısıyla bir şeye meyletmek demektir. Batmaya yüz tutmuş yıldızlar hakkında kullanılan, tabiri de buradan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de:

"Çünkü kalpleriniz meyletmiştir" (et-Tahrim, 66/4) diye buyrulmaktadır.

Ebû Zeyd der ki: ifadeleri, o sana meylediyor anlamındadır. Hadîs-i şerîfte de: Kabı ona doğru meylettirdi, eğdi Ebû Dâvûd, Tahâre 38 ; Tirmizî, Tahâre 69 ; Nesâî, Tahâre 54; İbn Mâce, Tahâre 32; Muvatta’'; Tahâre 13; Dârimî, Vudû' 58: Müsned, V, 296, 303, 309. denilmektedir. Yani, kediye kabı eğdi anlamındadır.

(.......) ise, meyledip de yanında bulunanları elde etmek istedikleri akrabalığı hususunda filana ikramda bulundular," demektir. Dişi deve üzerine eğer takımları bağlandığı sırada birşeylere kulak verip dinlemek istiyormuşçasına başını sahibine doğru eğecek olursa, denilir. Zu'r Rimme der ki:

"Üzerine eğer takımlarını koyduğu vakit hemen ona yapışırcasına eğiliverir.

Nihayet ayaklarım üzengiye koyup da üstüne bindi mi çabucak yoluna koyulur."

Tâ ki... meyletsin" âyetindeki "lâm," "lâm'ı key" diye bilinir. Burada amel eden ise "vahyeder" fiilidir ki, takdiri şöyledir: Kendilerini aldatmak ve kalpleri ona meyletsin diye birbirlerine vahyederler, fısıldaşırlar. Bazıları, bu "lairTın "emir lâm"ı olduğunu iddia etmişlerse de bu bir yanlışlıktır. Çünkü, o takdirde sondaki "elif"maksuremin de hazfedilerek; şeklinde olması gerekirdi. Buradaki "lâm", "Lâm-ı key"dir. (Tâ ki anlamında)

Aynı şekilde

“Bir de ondan hoşnut olsunlar ve... kazansınlar" dakı lâm'lar da böyledir. Şu kadar var ki el-Hasen, "lâm" harflerini sakin olarak; diye okumuş ve tehdit anlamında bu "İam"ı "emir lâm"s olarak kabul etmiştir. Dilediğini yapabilirsin, demek

"Ve kazanabildiklerini kazansınlar" şeklindeki anlam, İbn Abbâs, es-Süddî ve İbn Zeyd'in açıklamasına göredir. Aynı fiil kullanılarak:

Aile halkı için kazanmak üzere çıktı," denilir. Bir kişi herhangi bir işe girişip onu yaptı mı, denilir.

hakkımda şüphe ile yaptığın bu iddiada bana iftirada bulunuyorsun," anlamındadır. Yaranın kabuğunu almayı ifade etmek üzere de denilir, yalan söyledi anlamındadır. Şair Ru'be der ki:

"Uydurulup yalan söyleyerek düzülen sözlere karşı fayda vermedi

Ne takvâlının takvası, ne afifin iffeti."

Asıl itibariyle bu, bir şeyden bir parça kesip almak anlamındadır.

114

"O, size Kitabı açık açık indirmişken Allah'tan başka bir hakem mi arayacakmışım?" Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun muhakkak Rabbin tarafından hak ile indirildiğini bilirler. Artık sakın şüphe edenlerden olma.

Yüce Allah'ın:

"Allah'tan başka bir hakem mi arayacak mışım" âyetindeki

"başka" anlamına gelen; kelimesi, arayacakmışım" anlamı verilen; ile nasbedilmiştir. Hakem" lâfzı ise, temyîz olarak nasbedilmiştir. Hal olarak nasbedildiği de kabul edilebilir.

Âyetin anlamı da şöyledir: Size geniş geniş açıklamalar ihtiva eden bu Kitabı indirmek suretiyle âyet ve mucizeler istemenize gerek bırakmamış olan O yüce Allah'tan başkasını mı ben sizin için hakim olarak arayacak mışını?

Diğer taraftan

"hakem" kelimesi, hakimden daha beliğ bir anlam ifade eder. Hak ile hüküm veren kimse hakem ismini almaya hak kazanır. Zira bu övgü de ta'zim sıfatıdır. Hakim ise fiile göre cereyan eden bir sıfattır. Hakk'tan başkasıyla hüküm verene de bu isim verilebilir.

"Kendilerine kitap verdiklerimiz" âyeti ile yahudi ve hıristiyanları kast etmektedir. Onlardan İslâm'a giren Selman, Suheyb ve Abdullah b. Selam gibileri olduğu da söylenmiştir.

"Onlar bunun" yani Kur'ân-ı Kerîm'in "muhakkak Rabbin tarafından hakk ile İndirildiğini bilirler." Onda bulunan her türlü va'd ve tehdidin hakk olduğunu bilirler. "Artık sakın şüphe edenlerden olma." Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri hususunda şüphe edicilerden olma.

Atâ der ki: Kendilerine Kitab verdiklerimiz ile kastedilenler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının ileri gelenleri, başkanları, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm)'dırlar.

115

Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir.

"Rabbinin sözü... tamamdır" âyetindeki "(.......). Söz" kelimesini Kûfeliler tekil okumuşlardır. Diğerleri ise çoğul olarak; (........): Sözleri şeklinde okumuşlardır.

İbn Abbâs, şöyle açıklamıştır: Rabbinin yaptığı tehditleri değiştirecek kimse yoktur. Sözler, bizzat kullanılan ibarelere raci de olabilir, va'd, tehdit ve bunlara benzer alakalı oldukları diğer hususlara da raci olabilir, Katade der ki: Sözlerden kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kimse onu değiştiremez, iftiracılar ona fazla bir şey ekleyemeyecekleri gibi ondan hiçbir şey de eksiltemezler.

"Doğruluk ve adalet bakımından" yani, va'd edip verdiği hükümler bakımından eksiksizdir. Kimse onun hükmünü geri çeviremez, sözünde durmaması sözkonusu değildir.

er-Rummanî, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hakkında hüküm verdiği şeylerde kimse sözlerini değiştiremez. Yani, her ne kadar kitap ehlinin lâfız itibariyle Tevrat ve İncil'i değiştirmeleri mümkün olsa bile onların bu değiştirmelerinin ehemmiyeti yoktur, Âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm'in delaletlerine tabi olmanın vücubunu ortaya koymaktadır. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm, onu nakleden şeylerle değiştirilmesi mümkün olmayan hakkın kendisidir. Zira hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı hakîm bir Rabb tarafından indirilmiştir.

116

Eğer sen, yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannederler, onlar ancak asılsız tahminlerde bulunurlar.

Yüce Allah'ın:

"Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna" yani, kâfirlere

"itaat edersen, seni Allah yolundan" yani, Allah'ın sevap ve mükâfatını almaya götüren yoldan

"saptırırlar. Onlar, ancak zannederler." âyetindeki anlamındadır. (Yani, zandan başkasına uymuyorlar). Yine

"onlar ancak asılsız tahminlerde bulunurlar" âyetinde de böyledir, Asılsız tahminlerde bulunurlar." kendi zanlarına göre kanaat belirtirler, ölçüp biçer, takdir ederler. Tahminde bulunmak da buradan gelmektedir. Asıl anlamı ise kesmek demektir. Şair der ki:

"Sen aramızda mızrakların parçalarını çubukların pürüzlerini düzeltip

Elleriyle arşınladıklarına benzediklerini görürsün."

Beyitteki Çubuk parçaları, çoğuludur. Haracını almak üzere hurma ağacındaki meyveyi tahmin etme İşini anlatmak üzere de denilir. Buna göre ise kesin olarak ifade edilmesi mümkün olmayan şeyi kestirip atan, kesinlikle ifade eden, demektir. Bunun câiz olmayışı ise, bu konuda kesin bilgi sahibi olmadığından dolayıdır.

Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride ez-Zariyat Sûresi'nde (51/10. âyetin tefsirinde) gelecektir.

117

Şüphe yok ki Rabbin yolundan sapanları da en iyi bilendir, O, hidayette olanları da en iyi bilendir.

"Şüphe yok ki Rabbin, yolundan sapanları da en iyi bilendir." Bazıları, buradaki "en iyibilen"in bilir anlamına kullanıldığını söylemiş ve buna da Hatem et-Taî'nin:

"Taylı'lar bizden ayrı bir antlaşmaya girdiler

Bizim ise onları yardımsız bırakmayacağımızı Allah en iyi bilendir,"

Beyti ile el-Hansâ'nın şu beyitini şahit olarak göstermişlerdir;

"Allah bilir ki onun tenceresi (ya da kalkanı) rüzgâr gibi (Sabahleyin) gider, yahut (akşamleyin.) yol alır."

Ancak, bu beyitlerde delil olacak bir taraf yoktur. Zira bu:

"O, hidayette olanları da en iyi bilendir" âyetine uygun düşmez. Çünkü bu âyetin asıl kipinin ifade ettiği anlam üzere olması muhtemeldir.

"Yolundan sapanları" âyetindeki; Kim, hangi anlamındadır. Buna göre bu, ref mahallinde olup, onu ref eden, Sapan," fiilidir.

“En iyi bilen" ile nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani, muhakkak Rabbin, insanlar arasında hangisinin yolundan saptığını en iyi bilendir. Mecrur olmasını gerektiren âmilin hazfı dolayısıyla nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir ki, Sapan kimseleri," demek olur. Bunu kimi Basralı nahivciler söylemiştir, güzel bir açıklamadır. Çünkü daha sonra: , hidayette olanları da en iyi bilendir" diye buyrulduğu gibi, en-Nahl Sûresi'nin sonlarında da şöyle buyrulmaktadır:

"Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da en iyi bilenin tâ kendisidir, O, hidayette olanları da en iyi bilendir," (en-Nahl, 16/125)

Âyet-i kerimede

"sapan" anlamındaki fiil, "saptıran" anlamında;diye de okunmuştur ki, bu kıraate göre mef'ûlün hazfedilmesi sözkonusu olur. Ancak birinci kıraat daha güzeldir. Zira, daha sonra: "O, hidayette olanları da en iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Şayet bu "sapma" fiili saptırma anlamındaki; 'den gelmiş olsaydı, o takdirde de; Ve O, hidayete iletenleri de en iyi bilendir," demesi gerekirdi.

118

Şayet O'nun âyetlerine Îman edenler iseniz, artık üzerlerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin.

Yüce Allah'ın;

"Artık üzerlerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" âyeti, şu sebeple inmiştir. Bazı kimseler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip: Ey Allah'ın Rasulü, biz kendimizin öldürdüklerini yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünü (yani, kesme dışında herhangi bir yolla ölenleri) yemiyoruz diye sordular. Bunun üzerine, yüce Allah'ın:

"Şayet... Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" âyetinden itibaren

"eğer onlara İtaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz" (el-En'âm, 6/121) âyetine kadar nâzil oldu. Bunu Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir. Tirmizî, Tefsir 6. sûre 6. Yakın bir rivâyet Ebû Dâvûd, Edâhî 13.

Atâ der ki: Bu, âyet-i kerîme, içilene, kesime ve yenilen herşeye Allah'ın ismini anmayı emretmektedir. Yüce Allah'ın:

"Şayet O’nun âyetlerine Îman edenler iseniz" âyeti O'nun hükümlerine inanan ve emirlerini uygulayan kimseler iseniz, demektir. Çünkü bu âyetlere îman etmek, onları alıp uygulamayı ve onlara tam anlamıyla bağlanıp itaat etmeyi gerektirmektedir.

119

Üzerine Allah'ın ismi anılanlardan yememenize sebep ne? Halbuki O size, -kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duyduklarınızı müstesna kılarak- neyi haram kıldığını ayrı ayrı açıklamıştır. Gerçekten bir çok kimse bilgisizce, hevâlarıyla saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın:

"Üzerine Allah'ın ismi anılanlardan yememenize sebep ne" âyetinin anlamı şudur: Kendi ellerinizle öldürmüş olsanız dahi üzerlerine Allah'ın ismini andıklarınızdan yememenize engel olan nedir?

"Halbuki O size... ayrı ayrı açıklamıştır." Size neyin helâl, neyin haram olduğunu açıklamış ve şüphe ve tereddütlerinizi gidermiştir.

"... Ne" takrir ihtiva eden bir sorudur. İfadenin takdiri şöyledir: Yani, sizin için bunlardan yememenize sebep teşkil eden nedir?. Buna göre, mastar takısı olan "ne", harf-i cer takdiri ile cer mahallindedir. Harf-i cer takdir edilmeksizin nasb mahallinde olması da mümkündür. O takdirde nasb eden de Size sebep ne" âyetinde yer alan ve "sizi alıkoyan" takririnde olan fiil manasıdır.

Daha sonra yüce Allah:

"Kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duyduklarınızı müstesna kılarak" âyeti ile istisnada bulunmaktadır ki, bununla raeyte (leş) ve buna benzer haram kılmış olduğu diğer bütün yiyecekleri kast etmektedir. Bakara Sûresi'nde (2/172-173. âyetler, 25. başlıkta) geçtiği gibi. Buradaki istisna, munkatı’ istisnadır.

Nafi' ile Yakub,

"Halbuki O size neyi haram kıldığını ayrı ayrı açıklamıştır" âyetinde her iki fiili de (ilk harflerini malum bina ile) üstün olarak okumuştur. Ebû Amr, İbn Âmir ve İbn Kesîr her iki fiilin de ilk harflerini ötreli olarak (meçhul olarak) okumuşlardır. Buna göre: Halbuki size neyin haram kılındığı ayrı ayrı açıklanmıştır, demek olur.

Kûfeliler ise, birincisini üstün, ikincisini de ötreli olarak okumuşlardır. Buna göre anlam: Halbuki O size neyin haram kılındığını ayrı ayrı açıklamıştır şeklinde olur. Atiyye el-Avfi ise, "sad" harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, bunun da anlamı, açıkça belli olmuş, ortaya çıkmıştır şeklindedir. Nitekim:

"Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açık seçik ortaya çıkmış bir kitaptır" (Hûd, 11/1) (Meal örnek gösterilen kıraate göre verilmiştir, "fe" harfi ötreli, sad'in şeddeli ve esreli olarak okunuşa göre meali ise: Sonra da geniş geniş açıklanmıştır anlamındadır). Ebû Ubeyde ise Medinelilerin kıraatini tercih etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: "O, size... açıklamıştır." Yani, gereği gibi beyan etmiştir. Bu ise yüce Allah'ın Mâide Sûresi'nde sözünü ettiği:

"Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyetinde sözü geçenlerdir.

Derim ki: Ancak bu görüş tartışılır. Çünkü, el-En'âm Sûresi Mekke'de inmiş, el-Mâide ise Medine'de İnmiştir. Henüz indirilmemiş âyetlere nasıl atıfta bulunabilir? Ancak "açıklamıştır" anlamındaki mazi fiil Açıklayacağı şeklinde muzari fiil anlamında olması halinde kabul edilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

"Gerçekten bir çok kimse bilgisizce, hevalarıyla saptırıyorlar" âyetinde,

"saptırıyorlar" anlamına gelecek şekilde "ye" harfini ötreli okuyuş, Kûfelilerin kıraatidir. Başkaları bunu "Gerçekten bir çok kimse bilgisizce hevâlârıyla sapıyorlar" anlamını verecek şekilde "ye" harfini üstün olarak okumuşlardır. Burada (kıraat farkına göre sapan veya saptıranlar), kastedilenler müşriklerdir. Çünkü onlar: Allah'ın kendi bıçağıyla kestiği, sizin kendi bıçaklarınızla kestiklerinizden hayırlıdır demişlerdi.

"Bilgisizce" yani, kesim konusunda bildikleri bir bilgiye dayalı olmaksızın... Zira kesimdeki hikmet, Allah'ın bizim için -kendiliğinden ölenden farklı olarak- haram kılmış olduğu kanı dışarı çıkmasını sağlamaktır. Bundan dolayı yüce Allah kesimin özel bir yerde yapılmasını bize meşru kılmıştır. Böylelikle kesim, hayvanda bulunan kanın -diğer azalarından farklı olarak- dışarı çıkmasına sebep teşkil etsin. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

120

Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah kazananlar, kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır.

Yüce Allah'ın:

"Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın" âyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının söylediği pek çok söz vardır. Bunların özü ise şudur:

"Açık olan"dan kasıt, yüce Allah'ın beden ile ilgili olup yapılmasını yasak kıldığı işlerdir.

"Gizli olan”dan kasıt İse, kalpte kararlaştırılan ve Allah'ın vermiş oluduğu emir ve yasaklara muhalefet etme karandır. Bu ise, (yani gizli olandan kaçınmak) ancak muttaki ve ihsan derecesine ulaşmış olanların erişebilecekleri bir mertebedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sonra da sakınıp îman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde..." (el-Mâide, 5/93) Bu da yine el-Mâide Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere üçüncü mertebeyi ifade eder.

Şöyle de açıklanmıştır: Cahiliye döneminde açıktan açığa işlenen zina ve gizli olarak dost edinmeler kastedilmektedir. Bizim baş tarafta sözünü ettiğimiz açıklamalar, her türlü günahı kapsayacak ve her türlü emri de yerine getirmeyi gerekli kılacak bir muhtevadadır.

121

Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, elbette bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına vahiyde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.

Yüce Allah'ın:

"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, elbette bir fisktır" âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Nuzûl Sebebi:

Ebû Dâvûd rivâyetle der ki: Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dediler: Biz kendi öldürdüklerimizden yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünden yemiyoruz (neden)? Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah:

"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" âyetini sonuna kadar indirdi. Ebû Dâvûd, Edâhî 13

Nesâî'nin de İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o, yüce Allah'ın:

"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" âyeti hakkında şöyle demiştir: Müşrikler, onlarla (yani mü’minlerle) tartışarak şöyle dediler: Allah'ın kestiğini yemiyorsunuz, fakat kendinizin kestiklerini yiyorsunuz. Nesâî, Dahâyâ 40.

Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yemeyiniz, çünkü siz onlar üzerine Allah'ın ismini anmış değilsiniz

İşte burada da usule dair bir mesele ortaya çıkmaktadır ki, o da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir:

2. Bir Sebebe Binaen Varidi Olmuş Lâfız:

Bir sebebe binaen vârid olmuş bir lâfız, yalnızca o sebebe münhasıran kabul edilir mi, edilmez mi? İlim adamlarımız derler ki: Şari'in umum lâfızlar için kullanılan sigalardan herhangi birisiyle (soru ve sebep sözkonusu olmaksızın) zikretmiş olduğu hususlarda umumun sözkonusu olduğu iddiasının doğruluğu su götürmez. Ancak, bir soruya cevap olmak üzere zikretmiş olduğu sigaya gelince, bu hususta usul-i fıkıhta bilinen etraflı açıklamalar vardır. Şu kadar var ki, soru sormaksızın bağımsız bir lâfız ile bir açıklamada bulunulacak olursa, bu da umumun kastedildiğinin sahih bir iddia olduğu şeklinde, birincisi gibidir.

Buna göre yüce Allah'ın:

"Yemeyin" âyeti, leşin yenilmesinin yasaklığı hususunda zahirdir. "Üzerinde Allah'ın ismi anılmamış olması" şeklindeki umumi hüküm dolayısıyla Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen de bunun kapsamına girer. Ayrıca yüce Allah'ın:

"Bir de Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen" (el-Bakara, 2/173) âyetindeki lâfız gereğince haram olmasını gerektiren Allah'tan başkasının ismi anıldığı için, bu umumi yasağın kapsamına girmektedir.

Müslümanın kesim esnasında ve av hayvanını salıvermesi sırasında kasten besmele çekmeyi terk ettiği hayvan bunun kapsamına girer mi, girmez mi? Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

3. Kesim Ve Avlanma Sırasında Müslümanın Besmeleyi Kasten Terketmesinin Hükmü:

Bu hususta ilim adamlarının birbirinden farklı beş ayrı görüşü vardır

1. Eğer besmeleyi unutarak terkedecek olursa, kestiği de, avladığı da yenilir. Bu, İshâk'ın görüşü olduğu gibi Ahmed b. Hanbel'den gelen rivâyetlerden birisi de böyledir. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, kestiği de avladığı da yenilmez. "el-Kitab"da Mâlik de, İbnü'l-Kasım da böyle demişlerdir.

Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'rtin ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Hasan b. Hayy'ın, Îsa'nın ve Esbağ'ın da görüşüdür. Saîd b. Cübeyr ile Atâ da bu görüşte olup en-Nehhâs da bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, daha güzel bir görüştür. Çünkü bir kimse eğer unutarak besmeleyi terkedecek olursa, onun kestiğine "fısk" ismi verilmez,

2. Kasten veya unutarak terkedecek olsa, kestiği de avladığı da yenilir. Bu, Şâfiî ve el-Hasen’in görüşü olduğu gibi, bu görüş İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, Atâ, Said b. el-Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, İkrime, Ebû İyad, Ebû Râfi’, Tavus, İbrahim en-Nehaî, Abdurrahman b. Ebi Leyla ve Katade'nin de görüşüdür.

ez-Zehravî, Mâlik b. Enes'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Kasten ya da unutarak besmele terk edilerek kesilen hayvanın eti yenilir. Bu görüş Rabia'dan da rivâyet edilmiştir. Abdulvehhab der ki: Besmele sünnettir. Kesen, bunu unutarak terkedecek olursa Mâlik ve arkadaşlarının görüşüne göre kesilen hayvanın eti yenilir.

3- Kasten ya da unutarak besmeleyi terkederse, onu yemek haram olur. Bu görüş de Muhammed b. Şirin, Abdullah b. Ayyaş b. Ebi Rebia, Abdullah b. Ömer, Nah', Abdullah b. Zeyd el-Hutamî ve en-Nehaî'nin görüşüdür. Ebû Sevr ile Dâvud b. Ali ve bir rivâyette de Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir.

4. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, yenmesi haram olur. Kadı Ebû'l-Hasen ile bizim mezhebimiz âlimlerinden eş-Şeylı Ebû Bekr de bu görüştedirler.

5. Eşheb der ki; Kasten besmeleyi terk edenin kestiği -besmeleyi hafife alan bir kişi olması hali müstesna- yenilir. Taberî de buna yakın bir görüş ifade etmiştir. Bunun delillerine gelince; yüce Allah:

"Artık üzerlerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" (el-En'âm, 6/118) diye buyurduğu gibi: "Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" diye buyurmakta, böylelikle her iki durumu da açıklayıp bu iki duruma ait hükümleri de izah etmektedir. Yüce Allah'ın;

"Yemeyin" âyeti haramlık ifade eden bir nehiy (yasak)'dir. Bunun kerahet ile yorumlanması câiz değildir. Çünkü, bu nehiy, kural gereği katıksız haramı da ihtiva etmektedir. Bunun kısımlara ayrılması, yani aynı zamanda hem haramlığın, hem de kerahetin kast edilmesi mümkün olamaz. İşte bu usul kaidelerinin en nefisleri arasında yer alır.

Unutana gelince, unutan kimseye yönelik bir hitap sözkonusu değildir. Zira, unutkanın muhatap alınmasına imkân yoktur. Dolayısıyla sözü geçen şart (Allah'ın ad) anılmaksızın kesilenlerden yememekVonun için vacip değildir.

Kasti olarak besmeleyi terk edene gelince, bunun için üç hal sözkonusudur: Ya hayvanı kesim için yatırdığı vakit besmele çekmeyi terkeder ve zaten benim kalbim Allah'ın isimleri ve tevhidi ile doludur. Ayrıca onu dilimle zikretmeye ihtiyacım yoktur der. Bu şekilde diyenin bu kanaati geçerlidir. Çünkü yüce Allah'ı zikretmiş ve ta'zim etmiş demektir.

Yahut da: Burası sarih bir şekilde besmele çekilecek bir yer değildir. Zira, hayvan kesimi Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadet (bir kurbet) değildir. Böyle diyenin durumu da kurtancıdır. Yahut da böyle bir kimse, ben besmele çekmem. Hem besmelenin ne ehemmiyeti var ki, der. Böyle diyen bir kimse bu işi hafife alan fasık kimsedir. Ve onun kestiği de hiç bir şekilde yenilmez.

İbnü'l-Arabî der ki; Ben, muhakkiklerin başı İmâmu'l-Harameyn'in şu sözünden dolayı hayret ediyorum: Yüce Allah'ı anmak, Allah'a yakınlaştırıcı ibadetlerde meşru kılınmıştır. Hayvan kesimi ise böyle yakınlaştırıcı bir ibadet değildir. Ancak bu iddia Kur'ân ve sünnete uygun değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Kanı akıtan (alet ile kesilen) ve üzerinde Allah'ın ismi anılandan ye."

Maksat, kalpte Allah'ın ismini anmaktır. Çünkü anmak (zikir) unutmanın zıttıdır. Unutmanın yeri de kalptir. Anmanın yeri de o halde kalptir. el-Berâ b. Azibe de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İster besmele çeksin, ister çekmesin, Allah'ın ismi her mü’minin kalbinin üzerindedir; denilse;

Şöyle cevap verilir: Zikir, hem dille, hem kalp ile olur. Arapların uygulaması ise, dilleriyle put ve heykellerinin ismini anmak şeklinde idi. Şanı yüce Allah ise, onların bu anısını, kendi adının dillerde anılmasını emrederek nesh etmiştir. Ve bu iş şeriatte yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki Mâlik'e: Bir kimse abdest aldığı vakit Allah'ın ismini anar mı diye sorulunca, O: Böyle bir kimse hayvan mı kesmek istiyor diye cevap vermiştir. Besmelenin gerekmediğini söyleyenlerin delil diye gösterdikleri: "Allah'ın ismi mü’min her kişinin kalbi üzerindedir" şeklindeki hadis ise, zayıf bir hadistir.

Bazı âlimler de kesilen hayvana besmele çekmenin vacip olmadığını, Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu hadisi delil göstererek ileri sürmüşlerdir: Hazret-i Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasulü, bazıları bizlere et getirmektedirler. Biz de onların üzerinde Allah'ın ismini anıp anmadıklarını bilmiyoruz, diye sormaları üzerine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Siz üzerine Allah'ın ismini anınız ve yeyîniz" diye buyurmuştur.

Bunu Dârakutnî, Âişe'den Dârakutnî, IV, 296; Buhârî, Zebâîh 21, Buyû’ 5, Tevhid 13, Ebû Dâvûd, Edahî 19; Nesâî, Dahâyâ 39; İbn Mâce, Zebâih 4; Muvatta’'; Zebâîh 1. rivâyet ettiği gibi, Mâlik de mürsel olarak Hişam b. Urve'den, o da babası yoluyla rivâyet etmiştir. Bu hadisin mürsel olduğu hususunda (Hişâm'a) muhalefet edilmemiştir. Mâlik, hadisin sonunda: Bu, İslâm'ın ilk dönemlerinde idi, diye açıklamaktadır. Muvatta’'', Zebâîh 1. Bununla:

"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" âyeti inmeden önce böyleydi, demek istemektedir.

Ebû Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Bu açıklama zayıf bir açıklamadır. Çünkü bizzat hadisin kendisinde bunu reddedecek işaretler vardır. Şöyle ki, Hazret-i Peygamber bu hadiste onlara yerken Allah'ın ismini anmalarını emretmektedir. İşte bu, âyet-i kerimenin Hazret-i Peygamber'e nâzil olmuş olduğuna delalet etmektedir. Söylediğimizin doğruluğuna delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bu hadisin sözünü ettiği olay Medine'de olmuştur. Yüce Allah'ın;

"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" âyeti ise el-En'âm Sûresi'nde olup Mekke'de indiği hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yoktur.

Yüce Allah'ın:

"Çünkü o elbetteki bir fısktır" âyetine gelince; İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, o bir masiyettîr anlamındadır. Fısk, sınırın dışına çıkmak demektir.

Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş' bulunmaktadır.

4. Şeytanlar Ve Dostları:

"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmesi için kendi dostlarına vahiyde bulunurlar" âyeti, vesvese verirler; onların kalplerine battî yollarla mücadele etmeyi telkin ederler, demektir. Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'ın yüce Allah'ın:

"Gerçekten şeytanlar... kendi dostlarına vahiyde bulunurlar"

âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah'ın kestiğini yemiyorsunuz da sizin kendinizin kestiklerini yiyorsunuz diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah:

"Üzerinde Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" âyetini indirdi. Ebû Dâvûd, .... 13; İbn Mâce, Zebaih 4.

İkrime der ki: Bu âyet-i kerimede şeytanlar ile Fars, mecusilerinden insanların günahta haddi aşmış olanlarını kastetmektedir, İbn Abbâs ve Abdullah b. Kesir derler ki: Hayır, kastedilenler cin (görünmeyen) şeytanlardır. Zaten cinlerin kâfirleri (müşrik) Kureyşlilerin dostlarıdır. Abdullah b. ez-Zübeyr'den de rivâyet olunduğuna göre ona şöyle denmiş: el-Muhtar (es-Sakafî); bana vahiy edilmektedir, diyor. Abdullah: Doğru söylüyor. Çünkü gerçekten şeytanlar kendi dostlarına vahiyde bulunurlar, diye cevap vermiştir.

Yüce Allah'ın:

"Sizinle mücadele etmeleri için" âyeti ile onların: Allah'ın öldürdüklerini yeriliyorsunuz da sizin kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz sözlerini kastetmektedir.

Mücâdele ise, ileri sürülen bir görüşü kuvvet ile delil getirmek suretiyle bertaraf etmektir. Bu kelime, güçlü bir kuş ismi olan "el-Ecde)"den alınmıştır. Bunun, yeryüzü demek olan "el-Cedâle"den alındığı da söylenmiştir. Kişi, âdeta getirdiği delil ile hasmını yere düşecek hale gelinceye kadar yenik düşürmüş ve kahretmiş gibi olur. Bunun ileri derecede bükmek anlamına gelen" el-cedl"den alındığı da söylenmiştir. Sanki tartışanlardan her birisi karşısındakinin belini koparıncaya kadar eğip bükmeye devam eder, gibidir. Mücadele (tartışma) hakkın zaferi için yapılırsa hak olur, batıla yardım için yapılırsa da batıl olur.

5. Müşriklere İtaat:

"Eğer onlara itaat ederseniz." yani, meyteyi helâl kabul etmek hususunda onlara uyarsanız,

"elbette sizde müşrikler olursunuz." Âyet-i kerîme şuna delildir: Kim Allah'ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl kabul edilecek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur.

İbnü'l-Arabî der ki: Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müşrik bir kimseye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fakat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhtd üzere sağlıklı bir şekilde devam ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belleyiniz. el-Mâide Sûresi'nde (5/79 ile 94-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

122

Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında ona onunla yürümesi için nûr verdiğimiz kimse, İçinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir? Kâfirlere, işledikleri işleri böylece süslü gösterildi.

Yüce Allah'ın:

"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz" anlamındaki âyetinde yer alan; Kimse... mi" deki "vav" harfini Cumhûr üstün olarak okumuştur. Başına da soru hemzesi gelmiştir. el-Müseyyebî, Nal'i' b. Ebi Nuaym'den, "vav" harfini sakin olarak okuduğunu rivâyet etmektedir. en-Nehhâs der ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Yani, dikkatle bakın ve düşünün ben, Allah'tan başka bir hakim mi arayacakmışım? (114. âyet-i kerimeye işaret etmektedir).

"Vav" harfinin sakin olarak kıraatinin şu anlama geldiği söylenmiştir: O, nutfe İken ölü idi. Biz de ona ruh üflemek suretiyle onu dirilttik. Bu açıklamayı İbn Bahr nakletmektedir. İbn Abbâs da şöyle demektedir; Kâfir iken kendisine hidayet verdiğimiz kimse gibi midir?... Âyet-i kerîme, Hamza b. Abdulmuttalib ile Ebû Cehii hakkında nâzil olmuştur.

Zeyd b. Eslem ve es-Süddî,

"kendisini dirilttiğimiz" ile kastedilen Ömer (radıyallahü anh)'dır.

"Karanlıklarda kalan kimse" ise, Ebû Cehil'dir -Allah'ın laneti üzerine olsun- demektedir.

Doğrusu; bunun, mü’min ve kâfir herkes hakkında umumi olduğudur. Şöyle de açıklanmıştır: Cahilliği sebebiyle ölü iken kendisini ilim ile dirilttiğimiz kimse... Kimi ilim ehli de bu açıklamanın doğruluğuna delalet eden Basralı şairlerden birisine ait şu beyitleri nakletmektedir:

"Bilgisizlik, bilgisizler için ölümden önce bir ölümdür,

Cesetleri kabirlerden önce kabirdir onların

İlimle hayat bulmamişsa bir kişi ölüdür,

Artık öldükten sonra dirilişe kadar onun için diriliş olmaz."

"Nûr" hidayet ve imanı ifade eder. el-Hasen ise Kur'ân demektir, diye açıklamıştır. Hikmet anlamına geldiği söylendiği gibi, yüce Allah'ın:

"Nurlarını önlerinde ve sağlarında koşar görürsün" (el-Hadid, 57/2) âyeti ile:

"Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) âyetinde sözü geçen nurdur, diye de açıklanmıştır.

"İnsanlar arasında ona, onunla" yani o nûr ile

"yürümesi için nûr verdiğimiz kimse... karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" Bu âyette yer alan;

“Kimse gibi midir" âyeti, anlamında olup, buradaki (ikinci "gibi" anlamını veren): fazladan gelmiştir. Meselâ, konuşma esnasında; Ben senin gibisine ikram ederim," ifadesi Sana ikram ederim" anlamındadır. Yüce Allah'ın "Cezası...öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan..." (el-Mâide, 5/95) ile;

"O'nun gibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şûra, 42/11) âyeti da böyledir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Hiç böylesinin misali karanlıklarda bulunan kimsenin misali gibi olur mu?

ile Gibi, aynı anlamdadır.

"Kâfirlere işledikleri işler böylece süslü gösterildi." Yani şeytan onlara putlara ibadeti süslü gösterdi ve kendilerine müslümanlardan daha üstün oldukları vehmini verdi.

123

Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelenleri kıldık. O yerlerde hilekârlıklar etsinler diye. Halbuki onlar, ancak kendilerine hilekârlık yaparlar da farkında olmazlar.

Yüce Allah'ın:

"Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelenleri kıldık" âyetinin anlamı şudur: Biz, kâfirlere işlediklerini süslü gösterdiğimiz gibi, aynı şekilde her ülkede de

"Onların İleri gelenleri kıldık." Günahkârlarını" lâfzı, "kıldık" anlamındaki fiilin birinci mef'ûlüdür- "İleri gelenleri" anlamındaki kelime de ikinci mef'ûldür. Mef'ûller arasında takdim ve tehir olmuştur.

"İleri gelenler" anlamı verilen "el-Ekâbir" kelimesi de "el-Ekber"in çoğuludur.

Mücahid der ki: Bununla kodamanlar kastedilmektedir. Başkanlar ve kodamanlar diye de açıklanmıştır, Özellikle onların anılması ise, bunların fesad işlemekte güçlerinin daha ileri derecede oluşu dolayısıyladır.

"Hilekârlık" anlamındaki "el-Mekr", doğru yola muhalefet hususunda hileye başvurmak demektir. Asıl anlamı bükmektir. Buna göre mâkir (hilekârlık yapan), istikametten büken, çeviren, yani ondan başkalarını alıkoyan demektir. Mücahid der ki: Her bir yokuş başında insanları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tabi olmaktan nefret ettirmek üzere dört kişi oturturlardı. Tıpkı kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin peygamberlerine yaptıkları gibi yaptılar.

"Halbuki onlar ancak kendilerine hilekarlık yaparlar." Yani bu hilekârlıklarının vebali onlara döner. Bu ise, hilekârlık yapanların hilekârlıklarına, yüce Allah'ın can yakıcı azâb ile karşılık vermesinden ibarettir,

"...da farkında olmazlar." Yaptıkları hilekârlıkların vebalinin kendilerine döneceğini bilmeyişleri konusundaki aşırı cehaletleri dolayısıyla bu durumun farkında değildirler, demektir.

125

Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır. Allah, îman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir.

Yüce Allah'ın:

"Allah, kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a açar." Yani, İslâm için kalbine bir genişlik verir. İslâm'a onu muvaffak kılar ve İslâm'ın sevap ve mükâfatını ona süslü gösterir.

Açmak, yarmak anlamına gelip, aklına genişlik vermek anlamında olduğu söylenmektedir. "Allah onun göğsüne genişlik verdi." yani, yapılan açıklamalar ile bu işte kalbine genişlik verdi, demektir. Bir işt açıkladım (şerh ettim), demek ise, onu beyan ettim, vuzuha kavuşturdum anlamındadır. "Kureyşliler de kadınları alabildiğine açıyorlardı" Hadisin tamamı için bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 45. demektir. Bu da az Önce geçen anlamı ile Kureyşliler kadın sırt üstü yatmış olarak cima ederdi, demektir. Buna göre "şerh" açmak demektir. Kapalı olan bir şeyi şerh ettim, denilir. Etin teşrih edilmesi (açılıp parçalanması) tabiri de buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Ben nice karaciğer ve bağırsak yedim de

Daha sonra kuyruk yağını parça parça edilmiş olarak sakladım."

Bir parça, bir dilim anlamında kullanılanda aynı kökten gelmektedir. Yine, çokça etli ve semiz olan kimseye de denilir.

"Kimi de saptırmayı" yani, yolun dışına çıkarmayı

"dilerse, onun da göğsünü daraltır." Bu, Kaderiyye'nin iddialarını reddetmektedir. Hazret-i Peygamberin sünnetinden, bu âyetin benzeri ifadeler şu hadîste zikredilmektedir:

"Allah kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde fakili (bilgili) kılar." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Buhârî, İlm 10, Fardu'l-Hums 7, l'tisaın 10; Müslim, İmare 175, Zeküt 98, 100; Tirmizî, Um 4; İbn Mâce, Mukaddime 17: Dârimî, Mukaddime 24, Rikaak î; Muvatta’, Kader 8; Müsned, I, 206, II, 95, 69..

Bu; ancak kalbe genişlik verilmesi ve kalbin nurlandırılmasıyla olur. Din ise ibadetlerin tümü demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Muhakkak, Allah katında makbul din İslâm'dır" (Âl-i İmrân, 3/19) diye buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberin hadisinden hitap deliline göre Allah, bir kimse hakkında hayır dilemeyecek olursa, onun kalbini daraltır ve onun kavrayışını körelterek dinde onu fakih (inceliklerini bilen) kimse haline getirmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rivâyete göre, Abdullah b. Mes'ûd şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasulü, hiç göğüs açılır, (şerh) edilir mi? O da şöyle buyurmuş: "Evet, kalbe bir nûr girer." Abdullah b. Mes'ûd: Peki, bunun bir alâmeti Var mı- diye sorunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuş: "Aldanış yurdundan uzak duruş, ebedilik yurduna dönüş ve ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlanış (bunun alâmetidir)." Suyûtî, ed-Dürru'l Mensur III, 354, 355.

İbn Kesîr, "dar" anlamına gelen ve şeddeli okunan kelimenin "ye" harfini şeklinde şeddesiz olarak okumuştur. Bu iki ayrı söyleyiştir. "Ye" harfleri şeddeli ve şeddesiz olarak okunabilen Kolay, yumuşak kelimeleri gibi. Nar'i' ve Ebû Bekr de yine "dar" anlamına gelen diğer kelimenin "radıyallahü anh" harfini üstün yerine (........) şeklinde esreli olarak okumuştur. Bunun da anlamı dar olup, mana tekrarlanmış olmaktadır. Lâfız farklı olduğundan dolayı tekrar güzeldir. Ancak, diğerleri "radıyallahü anh" harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu da; 'ın çoğulu olup, yine ileri derecede darlık anlamındadır. Birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaçlık" demektir. Çoğulu da; ) ...diye gelir. da buradan gelmekde olup, masiyetlere olan arzu ve düşkünlüğü dolayısıyla hevasını terkederek kendisini (gerektiğinde) sıkıntıya sokan kimse demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Bu kelime, birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaçlık yer, anlamındadır. Kâfirin kalbi de otlayan bir hayvan, ağaçları sık ve birbirine dolaşmış yere nasıl ulaşamıyor ise, hikmet ulaşmadığından dolayı böyle nitelendirilmiş gibidir.

Ömer b. el-Hattâb'dan bu anlamda bir açıklama rivâyet edilmiştir. Bunu da Mekkî, es-Sa'lebî ve başkaları zikretmektedir. Dar olan her bir şey hakkında; denilir. el-Cevherî der ki: Otlayan hayvanın kendisine ulaşamadığı, ağacı çok ve dar yer" demektir. "Onun da göğsünü daraltır" âyetinde "dar" anlamına gelen; kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Aynı anlamda olup, benzeri başka kelimeler de vardır. Bunu başkaları el-Ferrâ''dan nakletmektedir. "Harec", günah demektir. Yine harec, zayıflamış dişi deve demektir. Uzun deve anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklama da Ebû Zeyd'den nakledilmiştir.

O halde bu kelime müşterek bir lâfızdır, Yine harec, üzerinde ölülerin taşındığı, birbirine bağlanan tahtalar anlamına gelir. Bu anlamı, el-Esmaî'den nakledilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde kastettiği de budur:

"Eğer beni hastalık sırasında üzerinde taşınacağım tahtalar üzerinde

Deve sırtında ve kefen olarak kullanılacak elbiselerim rüzgâr ile dalgalandırıldığında görecek olursan..."

Bu tahtaların, kadınların naşı üzerine konulduğu da olur. Antere, bir deve kuşunu nitelendirirken şöyle demektedir:

Yavruları da onun başını takip edip gidiyorlar.

Sanki o (kanatlarını açarken) Onlar için bir naşın

Üzerinde bulunan ve çadır gibi gölge yapan tahtalar gibidir.

ez-Zeccâc der ki: Harec, darın da darı demektir. Filan kişinin göğsü harecdir denildiği vakit manası, kalbinde, içinde sıkıntı var demek olur. Buna göre "hariç", İsm-i faili olur, en-Nehhâs der ki: Hariç, ism-i faildir. Harec ise, bu fiilin sahibinin vasfedildiği mastardır. Nitekim Adaletli bir adam, razı olmuş (ya da; olunan) bir kişi," denildiği gibi.

Gökyüzüne tırmanıyormuş gibi" âyetini, İbn Kesîr yukarı çıkmak anlamında,den "sad" harfini sakin ve şeddesiz olarak okumuştur. Yüce Allah, imandan nefret edip kaçması, imanın kendisine ağır gelmesi bakımından kâfiri, güç yetiremeyeceği şeye kendisini koşan kimse gibi değerlendirmiştir. Tıpkı, semaya yükselmeye güç yetirilemediği gibi. "Sad" harfi şeddeli olarak; de aynı anlamdadır, bunun da aslı; dır. "te", "sad"a İdğam edilmiştir. Bu da Ebû Bekr ve en-Nehaînin kıraatidir. Şu kadar var ki bu, bir şeyi ardı arkasına yapmak anlamını ifade eder. Bu da yapana daha ağır gelir.

Diğerleri ise, "sad"dan sonra "elif"siz olarak ve "sad" harfini şeddeli okumuşlardır. Bu da (anlam İtibariyle) önceki gibidir. Ve güç yetiremeyeceği şeyî ardı arkasına yapmaya kalkışmak anlamındadır. (Ardı arkasına yapmak anlamı), Yudum yudum içiyor, kısım kısım içiyor" fiilleri de bu türdendir.

Abdullah b. Mes'ûd'dan, bunu; diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu kıraat ile; şeklînde okuyanların kıraati anlam itibariyle aynıdır. Her ikisinin de anlamı şudur: Kâfir kalbindeki sıkıntı dolayısıyla buna güç yetiremediği halde semaya zorla yükselmek, tırmanmak isteyen, bunu yerine getirmeye çalışan gibidir. Şöyle de açıklanmıştır; O, İslâm'dan uzaklaşmak amacıyla kalbi neredeyse semaya doğru yükselecek.

"Allah, îman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir," Onların bedenlerindeki kalplerine darlık verdiği gibi, murdarlığı da üzerlerine böylece bırakır.

Rics (murdarlık), sözlükte kokuşmak demektir. İbn Zeyd der ki: Azap demektir. İbn Abbâs da der ki: Rics, şeytanın kendisidir. Yani şeytanı onlara musallat eder.

Mücahid der ki: Rics, kendisinde hayır bulunmayan şey demektir. Aynı şekilde dilcilere göre rics, kokuşmuşluk demektir.

Âyet-i kerîme -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şu anlama gelmektedir: Allah, îman etmeyenlere dünyada lanet, ahirette de azap eder.

126

İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, âyetleri düşünüp öğüt alan bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık.

"İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur." Yani, Ey Muhammed, senin ve mü’minlerin üzerinde bulunduğunuz bu yol, Rabbinin, kendisinde hiç bir eğrilik bulunmayan dinidir.

"Biz, âyetleri düşünüp öğüt alan bir topluluk için uzun uzadıya açıkladık" beyan ettik.

124

Onlara bir âyet gelse: "Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla îman etmeyeceğiz" derler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok İyi bilendir. Yaptıkları hilekârlıklar yüzünden günahkâr olanlara Allah katında bir küçüklük ve şiddetli bir azap isabet edecektir.

Yüce Allah:

"Onlara bir âyet gelse... îman etmeyeceğiz derler" âyeti ile, onların bilgisizliklerinin bir başka türlüsünü açıklamaktadır. Kasıt onların; Mûsa'ya ve Îsa'ya peygamber oldukları için verilen mucizelerin benzeri bize verilmedikçe asla îman etmeyeceğiz, şeklindeki sözleridir. Bunun bir benzeri de şu âyette dile getirilmektedir:

"Hayır, onlardan herbirisi kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister..." (el-Müddesir, 74/52)

"Onlara... gelse" âyetindeki zamir, daha önce kendilerinden söz edilen ileri gelenlere râcidir. el-Velid b. el-Muğıre şöyle demişti: Eğer peygamberlik gerçek bir şey olsaydı ben ona senden daha lâyıktım. Çünkü, hem yaşça senden daha büyüğüm, hem de malım seninkinden çoktur. Ebû Cehil de şöyle demişti: Ona geldiği şekilde bize de vahiy gelmedikçe asla ona razı olmayacak ve ona ebediyyen uymayacağız. Bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, peygamberliği istememişlerdi. Ama, Cebrâîl ve melekler bize gelip senin doğru söylediğini haber vermedikçe biz de seni tasdik etmeyeceğiz demişlerdi. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü, yüce Allah:

"Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Yani, risaleti hususunda kimin güvenilir olduğunu, kimin buna ehil olduğunu çok iyi bilir. Buradaki Kime" kelimesi zarf değildir. Aksine, kelimenin kullanımında bir genişlik sağlanarak mef'ûlü bihin nasb edildiği gibi, mansub bir isimdir. Yani Allah, risaletine kimin ehil olduğunu en iyi bilendir. Bu âyetin asıl anlamı Allah, risaletini vereceği yerleri en iyi bilendir," şeklindedir. Daha sonra "be" edatı hazfedilmiştir. Diğer taraftan En iyi bilen" kelimesinin; lâfzında amel etmesi ve bunun, "nerede" anlamında zarf olması câiz değildir. Çünkü, o takdirde anlam şöyle olur: Allah o yerde en iyi bilendir. Ancak, Şanı yüce Allah'ın bu şekilde vasfedilmesi câiz olamaz. Bu kelimenin aslı ise, En iyi bilendir"in kendisine delalet ettiği mahzur bir fiil ile nasb mahallindedir. Ve belirttiğimiz gibi bu kelime burada zarf edatı değil, bir isimdir.

Küçüklük," zillet ve aşağılanmak, hoşa gitmeyen muameleye maruz kalmak demektir. "Sad" harfi ötreli olarak da bu anlamdadır. Mastarı ise,şeklinde gelir. Bu kelime, asıl itibariyle büyüklüğün sözkonusu olmadığı Küçüklükden gelmektedir. Sanki, zillet kişiye bizzat kendisini dahi küçük gösterir. Bunun asıl anlamının zillete razı olmak demek olan; 'den geldiği de söylenmiştir. Bu mastardan mazi fiilde "ğayn" harfi üstün, muzaride de ötreli olarak kullanılır. Mazisinde "ğayn" harfi esreli, muzariinde üstün olarak kullanıldığı da olur. İsm-i faili ise, şeklinde gelir. küçüklüğe, zillete razı olan kişi anlamındadır.

(......) da küçük olmak, küçüklük demektir. bitkisi uzamayan arazi demektir. Bu açıklamalar İbn es-Sikkît'den nakledilmiştir.

"Allah katında" anlamındaki; âyeti, Allah katından anlar nda olup, cer harfi hazfedilmiştir.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani; Allah'a karşı büyüklük taslayanlara küçüklük isabet edecektir. el-Ferrâ': Günah işleyenlere Allah'tan gönderilen bir küçüklük, zillet isabet edecektir, diye açıklamıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, günahkar kimselere, Allah katında sabit ve değişmez olan bir küçüklük isabet edecektir. en-Nehhâs der ki: Bu, bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Çünkü bu açıklamaya göre" Katında" kelimesi, yerli yerince (hakikat manasına) kullanılmıştır.

127

Rabbleri katında Dârusselâm onlaradır. Ve işlediklerinden ötürü de O, onların velisidir.

Yüce Allah'ın:

"Onlaradır" âyeti ile kastedilenler, (bir önceki âyet-i kerimede zikredilen) öğüt alanlardır.

"Dârusselâm" ise cennettir. Çünkü cennet "Darullah: Allah'ın yurdu"dur. Nitekim, Kâ'be, Beytullah'tır demek de böyledir.

Bunun selamet (esenlik) yurdu anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, içinde afetlerden uzak kalınan yurt demektir.

"Rabbleri yanında" âyetinin anlamı ise, O'nun nezdinde onlar için teminat altında olup lütfuyla onları kendisine ulaştıracaktır, demektir.

"O, onların velisidir" onların yardimcıları, onların muinidir.

128

Hepsini toplayacağı o günde: "Ey cin topluluğu, insanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz" (buyuracak). O zaman onların dostları olan İnsanlar da şöyle diyecek: "Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik." Şöyle buyuracak: "Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere içinde ebedî kalıcılar olarak ateş sizin barınağınızdır." Şüphesiz Rabbin Hakimdir, Âlîmdir.

Yüce Allah'ın:

"Onları toplayacağımız o günde" âyeti Bu şekildeki okuyuş Nafi kıraatidir. hazfedilmiş bir fiil takdiri ile nasbedilmiştir. Yani, Onları haşredeceğimiz günde deriz ki... takdirindedir.

"Hepsini" hal olarak nasbedilmiştir. Maksat ise, bütün yaratıkların hesaba çekilecekleri yerde toplanmaları ve durdurulmalarıdır.

"Ey cin topluluğu" izafet terkibi halindeki bir nidadır.

"İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz" âyeti; İnsanlardan çokça yararlandınız," demektir. Burada mef'ûle İzafe edilmiş mastar ile cer harfi hazfedilmiştir ki, buna da yüce Allah'ın:

"Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık" âyeti delalet etmektedir.

Bu, şöyle diyenlerin görüşlerini reddetmektedir: İnsanlardan yararlananlar cinlerin kendileridir. Çünkü insanlar onların telkinlerini kabul etmişlerdir. Doğrusu ise, onların herbirinin diğerlerinden yararlandığıdır. Arapça'da bu ifade; Birbirimizden yararlandık," takdirindedir.

Cinlerin insanlardan yararlanma şekli, insanların kendilerine itaat etmelerinden lezzet almaları, buna karşılık, insanların da cinlerin telkinlerini kabul etmek suretiyle lezzet almalarıyla ortaya çıkar, O kadar ki insanlar, cinlerin kendilerini azdırmaları ve saptırmaları sonucunda zina ettiler, içki içecek hale geldiler.

Denildiğine göre, Araplardan herhangi bir kimse yolculuk esnasında bir vadiden geçer de kendisine bir zarar gelmesinden korkacak olursa: Korktuğum herşeyden bu vadinin rabbine (sahibi olan cinne) sığınırım, dermiş. Kur'ân-ı Kerîm’de de:

"Doğrusu şu da var. İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlar. Böylece onların kibirlerini artırırlardı" (el-Cinn, 72/6) diye buyurulmaktadır. İşte insanların cinlerden yararlanmaları böyle idi.

Cinlerin insanlardan yararlanmalarına gelince, cinlerin insanlara yalan haberleri, kâhinliği ve büyücülüğü telkin etmeleriyle olmuştur. Şöyle de açıklanmıştır: Cinlerin insanlardan yararlanmaları, cinlerin korktukları şeyleri kendilerinden önleyebilecek güce sahip olduklarını itiraf etmeleri ile oluyordu.

Âyetin ifade ettiği mana ise, sapanları ve saptıranları azarlamak, âhirette herkesin gözü önünde onlara ağır sitemde bulunacağını bildirmektir.

"Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik." Yani, ölüme ve kabre ulaştık, şimdi de pişman olmuşlar olarak geldik.

"Şöyle buyuracak: Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere, İçinde ebedî kalıcılar olarak ateş sizin barınağınızdır." Sizin ikâmet edip kalacağınız yerdir. Buradaki istisna (müstesna), birincisinden (müstesna minhin türünden) değildir. (Munkatı'dır).

ez-Zeccâc der ki: İstisna kıyâmet gününe racidir. Yani onlar, Allah'ın dilediği, kabirlerinden haşredilmeleri ve hesaplarının görüleceği süre miktarı müstesna olmak üzere cehennemde ebedî kalacaklardır. Buna göre istisna munkatı'dır.

Şöyle de denilmektedir: İstisna, cehennemden yapılmıştır. Yani, kimi zamanlarda Allah'ın sizleri cehennem ateşinden başkasıyla azaplandırmayı dilediği vakitler müstesnadır.

İbn Abbâs da şöyle demektedir: İstisna îman ehlindendir. Buna göre cansızlar için kullanılan ism-i mevsul edatı olan "Şey canlılar için kullanılan; Kimse" anlamına kullanılmıştır.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu âyet-i kerîme bütün kâfirler hakkında (cennet veya cehennemlik olacakları hususunda) durmayı (hüküm vermemeyi) gerektirmektedir. Yani, bu âyet-i kerimeye göre, henüz ölmemiş kâfirler hakkında karar vermemeyi gerektirir. Çünkü, müslüman olabilirler.

Şöyle de denilmiştir:

"Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere" âyeti Allah'ın dünyada onların azapsız kalmalarını dilediği vakit müstesna olmak üzere, demektir.

Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği mana ile Hûd Sûresi'nde yer alan şu âyetin ifade ettiği mana birdir:

"Bedbaht olanlara gelince, onlar da ateştedirler..." (Hûd, 11/106) Yüce Allah'ın izniyle buna dair yeterli açıklamalar orada gelecektir.

"Şüphesiz Rabbin" gerek onları cezalandırmasında, gerekse bütün fiillerinde

"hakimdir" onlara ne kadar ceza vereceğini çok iyi bilen

"alimdir."

129

İşte Biz, kazanmakta oldukları yüzünden zâlimlerin kimini kimine böylece musallat ederiz.

Yüce Allah'ın:

"İşte Biz...zâlimlerin kimini kimine musallat ederiz"

âyetinin anlamı şöyledir: Size anlattığım şekilde onlar birbirlerinden yararlandıkları gibi, zâlimleri de birbirlerine musallat ederiz, biri diğerinin velisi olur. Yarın da onların biri diğerinden uzaklaşacaktır,

Buna göre

"musallat ederiz" âyeti, dost ve yardımcı yaparız, veli kılarız demektir. İbn Zeyd der ki: Biz, cinlerin zalim olanlarını, insanların zalim olanlarına musallat ederiz, demektir. Yine ondan nakledildiğine göre, zâlimlerin kimini kimine musallat ederiz ve o da diğerini helâk eder ve zelil kılar.

Bu açıklamaya göre bu âyet, eğer zulmünden vazgeçmeyecek olur İse, zalime yönelik, Allah'ın, üzerine bir başka zalimi musallat edeceği şeklinde bir tehdittir. İster kendisine, isteese yönettiklerine zulmeden herkes âyet-i kerimenin kapsamına girdiği gibi, ticaretinde insanlara zulmeden tacir de hırsızlık yapan da benzerleri de girmektedir.

Fudayl b. Riyad der ki: Sen, bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığını görecek olursan, dur ve bu husus Üzerinde hayret ederek dikkatle düşün.

İbn Abbâs da der ki: Allah bir toplumdan razı oldu mu, onların yönetimlerini en hayırlılarına verir. Bir topluma da gazap elti mi, onların yönetimlerini en kötülerinin emrine verir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "Kim bir zalime yardım ederse, Allah, o zalimi o kimseye musallat eder."

Âyetin su anlamda olduğu da söylenmiştir: Yarın nasıl ki onları kendilerini azaptan kurtarmaya gücü yetmeyen başkanları ile başbaşa bıracaksak, (dünyada da) onları seçip tercih ettikleri küfür hususunda birbirlerine bırakırız. Yani, âhirette onlara böyle davranacağımız gibi, dünyada da onlara böyle yaparız. Yüce Allah'ın:

"Onu döndüğü o yolda bırakır" (en-Nisa, 4/115) âyetinin: Onu kendisini teslim ettiği şeyle başbaşa bırakırız, anlamına geldiği de söylenmiştir.

İbn Abbâs der ki: Âyetin tefsiri şöyledir; Şanı yüce Allah, bir kavim hakkında kötülük murad edecek olursa, onların yönetimlerini kötü olanlarının eline verir. Buna, yüce Allah'ın şu âyeti de delâlet etmektedir:

"Size isabet eden her bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız sebebiyledir." (eş-Şûrâ, 42/30)

130

Ey cin ve İnsanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan, bugününüzün gelip çatacağını bildirip sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar: "Nefislerimize karşı şahitlik ederiz" diyecekler. Halbuki, dünya hayatı onları aldattı da, kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına şahid oldular.

Yüce Allah'ın:

"Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size... gelmedi mi?" âyeti şu demektin Onları bir araya toplayacağımız gün onlara şöyle diyeceğiz: Size birtakım peygamberler gelmedi mi... Görüldüğü gibi burada "onları haşredeceğimiz günü" anlamındaki ibare hazfedilmiştir. Onlar da kendilerini rezil edecek itiraflarda bulunacaklar.

"İçinizden" âyetinin anlamı ise, yaratılış, mükellefiyet ve muhatap alınmak bakımından sizin gibi olanlar, demektir. Cinler de muhatap alınan ve akıl eden varlıklardan oldukları için

"içinizden" diye tıuyrulmuştur. Her ne kadar peygamberler, insanlardan gönderilmiş ise de müzekkerin müennese tağlîb yoluyla (sîga müzekker) geldiği gibi, burada da hitapta insanlar cinlere tağlib edilmişlerdir.

İbn Abbâs der ki: Cinlerin elçileri, işittikleri vahiyleri kavimlerine tebliğ eden kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kavimlerine inzar ediciler olarak geri döndüler." (el-Ahkaf, 46/29)

Mukâtil ile ed-Dahhâk şöyle demektedir: Yüce Allah, İnsanlardan peygamberler gönderdiği gibi, cinlerden de peygamber göndermiştir. Mücahid de şöyle demiştir; Peygamberler (radıyallahü anhsul) insanlardan olur, nüzur (uyarıcılar) ise cinlerden olur. Bundan sonra da yüce Allah'ın:

"Kavimlerine inzâr ediciler olarak geri döndüler" (el-Ahkaf, 46/29) âyetini okudu. İşte İbn Abbâs'ın sözünün anlamı da budur. İleride el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyette) açıklaması geleceği üzere sahih olan da budur.

el-Kelbî der ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce rasuller, hem insanlara hem de cinlere gönderilirlerdi.

Derim ki: Bu iddia sahih olamaz. Aksine, Müslim'in Sahih'inde Câbir b. Abdullah el-Ensarî yoluyla gelen hadiste, şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş beş şey bana verildi: (Benden önce) her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderildiği halde ben, kırmızıya da siyaha da gönderildim." Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3; Nesâî, Ğusl 26; Dârimî, Salât 111. Siyer 28; Müsned, 304. el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyet-i kerimenin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir.

İbn Abbâs der ki: Peygamberler, insanlara gönderilirdi. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise cinlere ve insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Bunu da Ebû'l-Leys es-Semerkandî nakletmektedir.

Şöyle de denilmektedir: Cinlerden bir topluluk, peygamberlerin çağrılarına kulak verdikten sonra, kendi kavimlerine döndüler ve onlara İşittiklerini haber verdiler. Tıpkı Peygamberimiz ile birlikte cereyan eden durumda olduğu gibi. İşte bunlara peygamber olarak gönderildikleri nass ile tesbit edilmese dahi, onlara "Allah'ın Rasulleri" denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyrulmaktadır:

"O ikisinden de inci ve mercan çıkar." (er-Rahmân, 55/22) Halbuki, inci ve mercan onlardan birisinden çıkartılmaktadır. İnci ve mercan tatlı sudan (değil de) sadece tuzludan çıkar. İşte, peygamberler de cinlerden değil de yalnızca insanlar arasından gönderilmiştir.

Buna göre

"İçinizden" ifadesi, sizden bir türden demektir. Böyle bir tabirin câiz oluşu daha önce her ikisinden de söz edilmiş olmasından ötürüdür.

Şöyle de açıklanmıştır: Kullanılan ifadede peygamberlerin, hepsinden gönderildiğinin ifade edilişi, kıyâmet arasatının her ikisini bir araya getirecek olması ve mahrukat arasından onların hesaba çekilecek olmalarındandır. İşte onlar, sevap ve ceza hususunda kıyâmet arasatında tek bir hesap için toplanacaklarından dolayı o günde âdeta tek bir topluluk imişlercesine, kendilerine tek bir hitapta bulunulacaktır. Çünkü onlar da ilkin Allah'a kulluk için yaratılmışlardır. Sevap ve ceza ise kulluğa karşılık verilecektir.

Diğer taraftan cinler, asıl itibariyle ateş alevinden, bizim aslımız da topraktandır. Fakat onlar, hilkat itibariyle bizden farklıdırlar. Bununla birlikte onların kimisi mü’min, kimisi de kâfirdir. Bizim düşmanımız İblis, onların da düşmanıdır. Onların mü’minlerine düşmanlık eder, kâfirlerini de dost bilir. Onlar arasında da aynı şekilde Şia, Kaderiyye, Murcie gibi değişik fırkalar vardır ve kitap okurlar.

Nitekim yüce Allah, onlar hakkında Cin Sûresi'nde şu buyruklarıyla bazı niteliklerini bize bildirmektedir:

"Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zâlimleriz" (el-Cinn, 72/14);

"Gerçekten kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz, çeşit çeşit yolları izleyenler olmuşuz." (el-Cinn, 72/11) Bu açıklamalar yeri gelince görülecektir.

"Okuyan" kelimesi "Peygamberler"e sıfat ve ref mahallîndedir.

"Onlar: Nefislerimde karşı şahidlik ederiz, diyecekler." Yani, Peygamberlerin tebliğ ettiklerine karşı şahidlik ederiz.

"Halbuki dünya hayatı onları aldattı." Bunun, Allah tarafından mü’minlere bir hitab olduğu söylenmiştir. Yani, dünya hayatı bunları aldatmış bulunmaktadır. Bunun da anlamı şudur: Dünya hayatı onları aldattı ve devam edip duracağını sandılar. Îman ettikleri takdirde dünyanın ellerinden gideceğinden korktular.

"Kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına şahid oldular." Yani, kâfir olduklarını itiraf ettiler. Mukâtil der ki: Bu ise, organlarının şirk koştuklarına ve neler yaptıklarına dair aleyhlerine şahidlik edeceği zaman gerçekleşecektir.

131

Bu, Rabbinin, haberleri yokken ülkeler halkını haksız yere helâk edici olmadığından dolayıdır.

Yüce Allah'ın:

"Bu", Sîbeveyh'e göre ref mahallindedir. Yani, işte durum budur. ise, şeddelisinden muhafeftir. Yani, Biz bunu onlara şundan dolayı yaptık: Ben herhangi bir ülke halkım, zulümleri, yani şirkleri sebebiyle kendilerine peygamberler gönderip onlar da: Bize herhangi bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir, demedikçe helâk etmem.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben, herhangi bir ülkeyi, onlardan şirk koşanların şirki dolayısıyla helâk etmem. O takdirde bu yüce Allah'ın:

"Günahkâr hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez" (el-En'âm, 6/164) âyetine benzer. Eğer Allah, peygamberleri göndermeden önce onları helâk edecek olsa (bunu yapabilirdi). Çünkü O, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Nitekim, Hazret-i Îsa da şöyle dua edecektir:

"Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır." (el-Mâide, 5/118) Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti.

el-Ferrâ'

"Bu" lâfzının nasb mahallinde olmasını da câiz kabul etmiştir. O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: O'nun, bunu onlara yapmasının sebebi, haksız yere ülkeleri helâk etmeyişinden dolayıdır.

132

Herkese İşlediklerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların işlediklerinden habersiz değildir.

Yüce Allah'ın:

"Herkese" âyeti ile maksat cinler ve insanların herbirisinedir.

"İşlediklerine göre dereceleri vardır." Nitekim bir başka âyet-i kerimede yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bunlar, cin ve insanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler arasında üzerlerine söz (azap) kak olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar, hüsrana uğramış olanlardır." (el-Ahkaf, 46/18) Daha sonra şöyle buyrulmaktadır:

"Her biri için işlediklerine göre dereceler vardır. Tâ ki, kendilerine amellerinin karşılığı zulmedilmeksizin verilsin." (el-Ahkaf, 46/19)

İşte bu âyetlerde cinlerden itaat eden kimselerin cennette olacağına, İsyankârların da cehennemde olacaklarına, tıpkı insanlar gibi olduklarına delâletler vardır. Bu hususta yapılmış açıklamaların en doğrusu budur, bunu böyle bilmek gerekir.

"Herkese... dereceleri vardır" âyetinin anlamına gelince; itaat üzere amel eden herkese sevap ve mükâfatta dereceler vardır. Masiyet ile amel eden herkese de ceza hususunda derekeler (aşağı doğru inen azap basamakları) vardır.

"Rabbin, onların İşlediklerinden habersiz değildir." O, ne başka şeylerle oyalanandır, ne de yandandır.

Habersiz olmak (gaflet), başka işle uğraşmaktan dolayı bir şeyin dikkatinden kaçması demektir.

Onların işlediklerinden" âyetini İbn Âmir, (sizin işlediklerinizden anlamına gelecek şekilde) "ye" harfi yerine "te" ile okumuştur. Diğerleri ise "ye" ile okumuşlardır.

133

Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır. Rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi giderir, yerinize sizden sonra dilediğini halife yapar. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan yaratmıştır.

Yüce Allah:

"Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır." Yani Onun, yarattıklarına, yarattıklarının amellerine ihtiyacı yoktur.

"Rahmet sahibidir." O, dostlarına ve kendisine itaat edenlere rahmet ile ihsanda bulunur.

"Eğer dilerse sizi" öldürmek ve azap ile kökten imha etmek suretiyle

"giderir, yerinize sizden sonra dilediğini halife yapar." Yani, sizden daha iyi ve daha İtaatkâr İnsanları getirir.

"Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan yaratmıştır." Âyetindeki benzetme edatı olan "kef" nasb mahallindedir. Yani sizi, başka bir kavmin soyundan yaratmış olduğu gibi, sizden sonra dilediklerini sizin yerinize halife yapar.

Şu âyetler da buna benzemektedir:

"Eğer O dilerse ey insanlar, sizi yok eder. Başkalarını getirir" (en-Nisa, 4/1331; "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir..." (Muhammed, 47/38) Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sizin yerinize sizden başkasını getirir, sizinle onları değiştirir. Bu; Dinarına karşılık (onun yerine) sana bir elbise verdim," demeye benzer.

134

Gerçekten size va'dolunan hiç şüphesiz gelip çatacaktır. Siz âciz bırakamazsınız.

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten size va'dolunan hiç şüphesiz gelecektir" âyetinin, kötülük hakkında vaadlerde kullanılan; 'dan gelmesi muhtemeldir. Mastar ise;'dir. Maksat; ahiretteki azaptır. Böyle olduğu halde hayrın da şerrin de bulunduğu ve hayrın galip getirilmesi suretiyle kıyâmet kastedilmek üzere; Vaa'dettim fiilinden gelmesi de muhtemeldir. Nitekim bu anlamdaki açıklama, el-Hasen'den rivâyet edilmiştir.

"Sîz âciz bırakamazsınız." Yani, kurtulamazsınız. Filan kişi beni âciz bıraktı, derken, elimden kurtuldu, bana galip geldi, demek olur.

135

De ki: "Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın. Ben de yapacağım. Bu yurdun sonunun kimin olacağını yakında bileceksiniz." Şüphesiz zâlimler kurtuluşa eremezler.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın"

 yer alan;

“Bütün gücünüzle yapacağınız" kelimesini, âyetinde yer

Ebû Bekr çoğul olarak; diye okumuştur. Yol" demektir.

Yani siz, izlemekte olduğunuz yol üzere sebat gösterin, Ben de izlemekte olduğum yol üzere sebat göstereceğim.

Şayet: Onlar kâfir oldukları halde İzlemekte oldukları yol üzere sebat göstermekle emrolunmaları nasıl mümkün olur diye sorulacak olursa, cevap şudur: Bu, yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi bir tehdittir:

"Az gülsünler, çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/115) Yüce Allah'ın:

"Bu yurdun sonunun kimin olacağını yakında bileceksiniz" âyeti de buna delalet etmektedir. Yani, sahibinin dolayısıyla övgüye mazhar kılınacağı övülecek akibetin kime olacağını bileceksiniz. Yani, Dar-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kimin muzaffer olacağını, yeryüzüne kimin mirasçı olacağım, âhiret yurdunun (yani cennetin kimin olacağını) bileceksiniz.

ez-Zeccâc der ki " Dünyadaki İmkân ve iktidarınız" anlamındadır. İbn Abbâs, el-Hasen ve en-Nehaî de bunu; kendi tarafınız üzere; el-Kutabî de, kendi mevktiniz, yeriniz üzere diye açıklamışlardır.

"Ben de yapacağım" âyeti, ben de kendi imkânlarımla izlediğim yol üzere çalışacağım demek olup, bu anlamı veren; lâfzı halin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir.

"Bu yurdun sonunun kimin olacağını" anlamındaki âyette yer alan ve; Kim" anlamındaki ism-i mevsul anlamında ve nasb mahallindedir. Çünkü "bilmek" anlamındaki fiil, onun üzerinde cereyan etmektedir. Ref mahallinde olması da mümkündür. Çünkü, bir önceki soruda amel etmez, o takdirde fiil muallak olur. Yani: Güzel yurdun akıbetinin hangimizin olacağını bileceksiniz, demek olur. Yüce Allah'ın şu âyeti gibi:

"İki zümreden hangisinin daha iyi hesap ettiğini bilelim diye." (el-Kehf, 18/12) Hamza ve el-Kisâî de Kimin olacağını" şeklinde ("te" ile değil de) "ye" ile okumuşlardır.

136

Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da zanlarınca: "Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortaklarımızındır" dediler. Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar ortaklarına ulaşır. Ne çirkin hükmediyorlar!

Yüce Allah'ın:

"Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar" âyeti ile İlgili açıklıyacağımız tek bir konu vardır:

Yarattı, yaratır" demektir. Bu âyette bir hazf ve bir ihtisar (kısaltma) vardır. O da şöyledir: Onlar, putları adına... bir pay ayırdılar. Bu hazfe daha sonra gelen ifadeler delâlet etmektedir.

Bu da şeytanın onlara hoş ve süslü gösterdiği şeylerden idi. Nihayet kendilerine ait olan malın bir bölümünü kendi zanlarına göre Allah'a, bir diğer bölümünü de putlara ayırdılar. Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid ve Katade yapmıştır, Yaptıkları açıklamalar anlam itibariyle birbirine yakındır.

Onlar, Allah'ın kendileri için yarattığının bir bölümünü Allah'a, bir bölümünü de Allah'a ortak koştukları putlarına ayırmışlardı. Putlarına ayırdıkları şey, putlara ve onların bakıcılarına harcanmak suretiyle tükenip bitti mi, bu sefer "Allah'a" diye ayırdıkları miktardan tamamlarlardı.

Ancak, misafirlere ve yoksullara harcayarak Allah'a ayırdıkları bölüm bitti mi, onun yerine putlara ayırdıklarından koymazlardı ve şöyle derlerdi: Allah'ın buna ihtiyacı yoktur, bizim koştuğumuz ortaklar ise fakirdir. Bu da onların cehaletlerinden kaynaklanıyordu ve asılsız iddialarından idi.

Asılsız iddia (zu'm) ise yalan demektir. Kadı Şüreyh der ki: Her bir şeyin bir künyesi vardır. Yalanın künyesi ise, İddia ettiler" tabirini kullanmaktır. Onlar, bu hususlarda yalan söylüyorlardı. Çünkü buna dair şer'i bir hüküm inmiş değildi.

Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Kim Arapların cahilliklerini öğrenmek istiyor İse, el-En'âm Sûresi'nde 130. âyetten sonrasından itibaren:

"Bilgisizlik yüzünden evlatlarını beyinsizce öldürenler... gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır." (el-En'âm, 6/140) âyetine kadar olan bölümleri okusun.

İbnü'l-Arabî der ki: Onun bu söylediği gerçekten doğru bir sözdür. Çünkü onlar, âciz ve kısır akıllarıyla herhangi bir bilgiye ve herhangi bir âdil hükme bağlı olmaksızın, beyinsizce helâl ve haramı tespit ettiler, tasarrufta bulundular. Uydurma putlar ve ilahlar edinmek suretiyle giriştikleri cahilce tasarrufları ise daha büyük bir cehalet ve daha büyük bir günahtır. Çünkü, yüce Allah'a karşı haksızlıklarda bulunmak, mahlukata haksızlık yapmaktan daha büyüktür. Şanı yüce Allah'ın zatında, sıfatında ve yaratmasında bir ve tek olduğunun delili ise, bunun helâl, bunun da haram olduğuna dair delilden daha açık ve daha vazıhtır. Rivâyete göre, adamın birisi Amr b. el-As'a şöyle demiş: Sizler akıllarınızın olgunluğuna, yetkin düşüncenize rağmen taşlara taptınız. Amr şöyle demiş: O akıllara onları yaratan tuzak kurmuştu. İşte, Şanı yüce Allah'ın, Arapların bayağılıklarına ve cehaletlerine verdiği örnek budur. Allah, İslâm ile bunu gidermiş, Rasulünü göndermekle bunu iptal etmiştir. O halde, bize düşen bir daha ortaya çıkmamak üzere onu öldürmek ve bir daha anılmamak üzere onu unutmak idi. Şu kadar var ki, şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz, nassı ile bunu zikretti ve bunu geniş geniş açıkladı. Tıpkı, kendisini inkâr eden kâfirlerin küfrünü sözkonusu ettiği gibi.

Bundaki hikmet ise, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- evvela O'nun hükmü ezelî bir hükümdür. Küfür ve karıştırmanın kıyâmet gününe kadar ardı arkasının kesilmeyeceğine dair hükmü vardır.

Yahya b. Vessâb, es-Sülemî, el-A'meş ve el-Kisâî ise "ze" harfini ötreli olarak; Zanlarınca" diye okumuşlar, diğerleri ise aynı harfi üstün olarak okumuşlardır ki, bu da iki ayrı söyleyiştir.

"Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz" Yani yoksullara gitmezdi,

“..ne çirkin hükmediyorlar." Onların verdikleri bu hüküm ne kadar kötüdür! Zeyd b. Eslem der ki: Allah'a ait olan davarları kestiklerinde üzerlerine putlarının İsimlerinı anarlardı. Diğer taraftan putlarına ait olanları kesecek olurlarsa, üzerlerine Allah'ın ismini anmazlardı. İşte:

"Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama.," âyetinin anlamı budur. Dolayısıyla onların Allah'ın ismini terk edişleri yerilmelerine sebep teşkil eden bir davranış olup bu da üzerinde Allah'ın ismi anılmadık şeyleri yemeyi terk etmenin kapsamına giriyordu. (Yani, bu da yerilen bir davranış idi).

137

Böylece onların ortakları, müşriklerden bir çoğuna evlâtlarını öldürmeyi de hoş göstermiştir. Hem onları helâk etmek için, hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen onları yalan ve iftiralarıyla başbaşa bırak.

Yüce Allah'ın:

"Böylece onların ortakları, müşriklerden birçoğuna evlatlarım öldürmeyi de hoş göstermiştir" âyetinin anlamı şudur: Onların ortakları kendilerine, Allah'a bir pay, putlarına da bir pay ayırmayı süslü gösterdiği gibi, aynı şekilde ortakları müşriklerin birçoğuna çocuklarını öldürmeyi de süslü göstermişlerdir.

Mücahid ve başkaları derler ki: Fakir düşerler korkusuyla ortakları kendilerine kız çocuklarını öldürmelerini süslü göstermişlerdi. el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc derler ki: Burada "ortaklarından kasıt, putlara hizmetkârlık edenlerdir. Bunların insanlar arasından azıp haddi aşmış olanlar oldukları söylendiği gibi, şeytanlardır diye de açıklanmıştır.

Bununla, ashâb düşerler, ihtiyaç sahibi olurlar korkusuyla ve Savaşta yardımcı olamadıklarından ötürü kız çocukları diri diri gömmeye işaret etmektedir.

Şeytanlara

"ortaklar" adının verilmesi, Allah'a isyan hususunda şeytanlara itaat ederek, itaatin gereği bakımından onları Allah'la birlikte ortak koşmalarından ötürüdür. Denildiğine göre, cahiliyye döneminde kişi, Allah adına şöyle yemin edermiş: Şayet kendisinin şu kadar şu kadar erkek çocuğu olursa, mutlaka onlardan birisini kesip kurban edecektir. Nitekim, oğlu Abdullah'ı boğazlamayı adadığında Abdulmuttalib de böyle yapmıştı.

Diğer taraftan âyet-i kerimede dört kıraat sözkonusu olduğu da söylenmiştir ki, bu kıraatlarin en sahih olanı;

Böylece onların ortakları müşriklerden birçoğuna evlatlarını öldürmeyi de hoş göstermiştir" şeklindeki Cumhûrun kıraati olup aynı zamanda bu kıraat Harameyn ehlinin, Kûfelilerle Basralıların da kıraatidir.

Onların ortakları" kelimesi, Hoş göstermiştir," fiili ile ref olunmuştur. Çünkü ortakları, çocuklarını öldürmeyi hoş ve süslü göstermiş, fakat bizzat kendileri öldürmemişti. O bakımdan, Öldürmeyi" kelimesi de, Hoş gösterdi," fiili ile nasbedilmiştir, " Evlatlarını" kelimesi ise mef'ûle (burada "öldürme" kelimesine) izafe edilmiştir. Halbuki, mastarda aslolan faile izafe edilmektir. Çünkü, mastarın ifade ettiği fiili vücuda getiren fail olduğu gibi, onsuz da olmaz. Bununla birlikte mef'ûl olmayabilir.' Burada, lâfız İtibariyle mef'ûle izafe edilmiş olmakla birlikte; mana itibariyle faile izafe edilmiştir. Zira, ifadenin takdiri şöyledir:

Onların ortakları, müşriklerden birçoğuna çocuklarını öldürmeyi güzel göstermiştir." Daha sonra fail olan muzaf hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde hazfedildiği gibi:

"İnsan, hayır dilemekten usanmaz." (Fussilet, 41/49) Burada ise; O'nun hayır dilemesinden..." takdirindedir. Burada "he" zamiri duanın failidir. Yani insan hayır ile dua etmekten usanmaz demektir. İşte "müşriklerden bir çoğuna, onların ortakları, çocuklarını öldürmelerini süslü göstermesi" anlamındaki âyet da böyledir. Mekkî der ki: Bu, tercih edilen kıraattir. Çünkü bu kıratte Frab sahih olduğu gibi, Cumhûr tarafından kabul edilen kıraat de budur.

İkinci kıraate gelince, "Süslü gösterildi" şeklinde "ze" harfi ötreli olarak; Müşriklerin birçoğunu öldürmeleri" şeklinde "öldürme anlamındaki" mastar merfu' olarak; Evlatlarını" kelimesi esreli olarak, Onların ortakları" da merfu' olarak okuyan el-Hasen'in kıraatidir. (Bu kıraatin anlamı biraz sonra gelecektir.)

(Üçüncü kıraat) İbn Âmir ve Şamlıların kıraati: Hoş gösterildi şeklinde "ze" harfi ötreli olarak; Müşriklerden bir çoğuna evlatlarını öldürmeleri" âyetinde Öldürme mastarı ötreli ve Evlatlarını" kelimesi mansub olarak, Onların ortakları" kelimesini de esreli olarak okumuşlardır ki, bu Ebû Ubeyd'in naklettiği bir kıraattir.

(Dördüncü kıraat); başkası ise Şamlılardan Böylece... hoş gösterildi" şeklinde "ze" harfi ötreli olarak Müşriklerden bir çoğuna öldürmeleri" şeklinde öldürme mastarı merfu' olarak, Evlatlarını" esreli olarak, aynı şekilde; Onların ortakları kelimesini de esreli olarak okumuşlardır.

İkinci kıraat olan el-Hasen'in kıraati câiz bir kıraattir. Bu takdirde; Öldürme", meçhul bir fiilin nâib-i faili (sözde öznesi) olur. Onların ortakları ise, Hoş göstermiştir" fiilinin delâlet ettiği mahzuf bir fiil ile merfu' olur. Yani, Onların ortakları bu işi onlara süslü göstermiştir" takdirindedir.

Buna göre, Zeyd, Amr'ı vurdu anlamında; demek câiz olur. Slbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir:

"Düşmanlık sebebiyle küçük yaştaki çocuklar Yezid için ağlasın."

Görüldüğü gibi bu da; onun için küçük çocuk ağlasın, anlamındadır, (ve mef'ûl olan Yezid kelimesi mansub gelmesi gerektiği halde merfu' gelmiştir).

İbn Amir ve Ebû Bekr rivâyetiyle Âsım,

"Sabah akşam O'nu oralarda teşbih ederler, bir takım adamlar ki..." (en-Nûr, 24/36-37) diye okumuştur. Bu ifadenin takdiri de: Onu., adamlar teşbih

İbrahim b. Ebi Able de; diye okumuş olup anlamı:

"Ashâbı Uhdudu. o alevli ateş öldürdü" (el-Burûc, 85/4-5) anlamındadır.

en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd'in, İbn Âmir ve Şamlılardan naklettiği kıraat (üçüncü kıraat), ne konuşma dilinde, ne de şiirde câiz değildir. Nahivciler, sadece zarfın araya girmesi suretiyle muzaf" ile muzafun ileyhi birbirinden ayırmayı câiz kabul ederler. Çünkü, zarfın girmesi onları birbirinden ayırd etmiş olmaz. Zarf olmayan isimlerle ayırmak, bir lahn (yanlış söyleyiş) dir.

Mekkî de der ki: Bu kıraatlerde muzaf ile muzafun ileyhi birbirinden ayırdetmek sözkonusu olduğu için zaaf vardır. Zira böyle bir ayırma şiirde zarflar ile mümkün olur. Zarf çokça kullanılır. Mef ulun bih ile bunları birbirinden ayırdetmek ise, şiirde dahi uzak bir ihtimaldir. Kıraatte bunu câiz kabul etmek daha da uzak bir ihtimaldir.

el-Mehdevî der ki: İbn Âmir'in bu kıraati, muzaf ile muzafun İleyhi birbirinden ayırmayı kabul edenlerin görüşüne göredir. Şairin şu sözü de buna benzemektedir:

"Ben ona kısa mızrağımı öyle bir sapladım ki

Ebû Mezâde'nin genç develere mızrağını saplayışı gibi."

Görüldüğü gibi o, bununla (mef'ûlü olan "genç develer" anlamındaki kelimeyi) Ebû Mezâde'den sonra zikretmesi gerekirken önce zikretmiştir. Yine şair şöyle demiştir:

"Olduğu gibi devam edip gitmektedir, artık Abdu'l-Kayslılar da

Kalplerindeki kinlerini rahatlatmış bulunmaktadır."

(Burada da "kalplerinin kinleri" anlamındaki izafe yan yana gelip birîbirlerinden ayrılmaması gerektiği halde muzaf ile muzafun ileyhin arasına "Abdulkays" kelimesi girmiş bulunmaktadır).

Ebû Ganim Ahmed b. Hamdan en-Nahvi der ki: İbn Âmir'in kıraati Arapçada câiz değildir. Bu, alim birisinin bir yanılgısıdır. Alim bir kimse yanılacak olsa, ona tabi olmak câiz olmaz ve onun bu yanılgısı İcma esas alınarak reddedilir. Aynı şekilde âlimler arasında yanılan veya hata edenlerin de icma esas alınarak vazgeçmeleri gerekmektedir. Çünkü, böyle bir şey, doğru olmayan üzerinde ısrardan daha uygundur. Nahivciler ancak zaruret halinde şairin muzaf ile muzafun ileyhin arasını zarf getirerek ayrılmasını kabul etmişlerdir. Çünkü araya giren zarf onları birbirinden ayırmış sayılmaz. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Tıpkı yahudinin -bir gün eliyle kitabın kimisi yakın,

Kimisi uzak düşen kelimelerle yazılışı gibi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Develer bizleri hızlıca taşıyıp götürdüklerinden dolayı âdeta

Deve eğerlerinin geri taraflarından çıkan sesleT, piliçlerin sesleri gibiydi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Sâtidemâ adındaki dağı görünce döktü gözyaşlarını -Bugün- onu kınayana Allah iyilik versin."

el-Kuşeyrî der ki: Bazıları bunun çirkin olduğunu söylemişlerdir. Ancak, bunun çirkin olmasına imkân yoktur. Çünkü kıraat, eğer Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemTdan tevâtüren sabit olacak olursa, aksine o, çirkin değil, fasihtir. Diğer taraftan bu kabilden kullanımlar, Arap dilinde de geçtiği gibi, Hazret-i Osman mushafında; Onların ortakları" kelimesi "ye" ile yazılmıştır ki, bu da İbn Âmir’in kıraatine (doğruluğuna) delildir. Bu kıraatte de "öldürme" ortaklara izafe edilmiştir. Çünkü, bu işi onlara süslü gösteren ve yapmaya davet eden, onların Allah'a koştukları ortaklardır. O halde burada fiil, aslen gerektiği şekilde failine izafe edilmiştir. Şu kadar var ki, muzaf ile muzafun İleyhin arası başka kelimelerle ayrılmış ve mef'ûl takdim edilerek olduğu gibi mansub bırakılmıştır. Zira, mef'ûl mana itibariyle müteahhirdir. Muzafi da tehir edip onu hali üzre mecrur bırakmıştır. Zira öldürmeden sonra mütekaddim olarak gelmesi gerekirdi. İfadenin takdiri de şöyledir: İşte böylece müşriklerin bir çoğuna onların koştukları ortaklar, çocuklarını öldürmelerini süslü göstermiştir.

en-Nehhâs der ki: Ebû Ubeyd'den başkasının naklettiğine gelince; -ki, bu da dördüncü kıraattir- caizdir. Buna göre ise, "onların ortakları" anlamındaki kelime "evlatları" kelimesinden bedel olur. Zira onların evlatları, neseb ve mirasta onların ortaklarıdırlar. Bu dördüncü kıraate göre ise âyetin anlamı şöyle olur: Böylece müşriklerden bir çoğuna -miras ve nesebte- ortakları olan evlatlarının öldürülmesi süslü gösterilmiştir.

"Hem onları helâk etmek için, hem de" kendileri için beğenip seçtiği

"dînlerini kendilerine karma karışık etmek için." Yani, onlara batılı emreder ve dinleri hususunda onları şüpheye düşürürler. Halbuki daha önceden Hazret-i İsmail'in dini üzere idiler ve onun dininde çocukların öldürülmesi diye bir şey sözkonusu değildi. Böylelikle Hazret-i İsmail'in dininin üzeri örtülmüş olur. İşte bu şekilde dinlerini kendilerine karma karışık ederler.

"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı." Bununla yüce Allah, onların kâfir oluşlarının Allah'ın meşîetiyle olduğunu beyan etmektedir. Bu da Kaderiyye'ye bir redtir.

"Artık sen onları iftiralariyla başbaşa bırak." Bununla onların: Allah'ın ortakları vardır, şeklindeki sözlerini kastetmektedir.

138

Onlar, zanlarınca: "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım davarların da sırtları haram kılınmıştır" dediler. Bir takım hayvanlar da vardır ki, Allah'a İftira ederek üzerlerine O'nun ismini anmazlar. O, onları bu İftiraları yüzünden cezalandıracaktır.

Şanı yüce Allah, cahilliklerinin bir başka çeşidini sözkonusu etmektedir. Eban b. Osman

“Dokunulmaz" kelimesini "hâ" ile "cim" harflerini ötrelî olarak okumuş, el-Hasen ve Katade ise "hâ" harfini üstün, "cim" harfini sakin olarak okumuştur ki, aynı manada iki ayrı söyleyiştir. Yine el-Hasen'den, "hâ" harfini ötreli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir. Ebû Ubeyd, Harun'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Hasen, Kur'ân-ı Kerîm'in tümünde bu kelimenin geçtiği yerlerde "hâ" harfini ötreli olarak okumakla birlikte, yüce Allah'ın:

"Bir perde ve belirli bir sınır kıldı." (el-Furkan, 25/53) âyetinde ise "hâ" harfini esreli okumaktadır.

İbn Abbâs ve İbn ez-Zübeyr'den, bu kelimeyi şeklinde "cim" harfinden önce "radıyallahü anh" harfi ile okuduktan rivâyet edilmiştir. Ubeyy'in Mushaf'ında da böyledir. Bu hususta iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu kelime de cezbetmek, kendisine doğru çekmek anlamını veren kelimeleri gibidir. Diğer bir görüşe göre -ki bu daha sahihtir- bu okuyuş, 'dan gelmektedir. Bunun anlamı ise, darlık ve günah manasına gelen "el-Harec"in bir başka söyleyişidir. Bunun da manası, yasak ve haram demektir. "Filan kişi yasak ve haram olduğundan şüphe ettiği şeylere girmek hususunda kendisi aleyhine teharruc eder (İşi daraltır)" tabiri de buradan gelmektedir.

"Hicri dokunulmaz" lâfzı müşterek bir lâfızdır. Burada da yasak ve haram anlamındadır. Aslı, engellemek, menetmek demektir. Akla "hicr" denilmesi, çirkinlikleri yasak kabul edişinden dolayıdır. "Filan kişi hakimin hicri (hacri) altındadır" tabiri de hakimin onun için tayin ettiği kısıtlılık altındadır, demektir. Hacr altına almak ile hicr altına almak aynı şeydir. Hicr, akıl demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bunda akıl sahibi olanlar için bir yemin vardır değil mi?" (el-Fecr, 89/5) Hicr, aynı zamanda kısrak anlamındadır. Akrabalık anlamına da gelir. Şair der ki:

"Benden uzaklaştırmak istiyorlar onu, halbuki o,

Benim için oldukça yakındır ve benim yakın akrabamdır."

"İnsanın yakını" anlamında hicr ve hacr kelimesi kullanılır. Ancak hacr kelimesinin kullanımı daha çoktur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Onlar, bir takım davarları ve ekinleri dokunulmaz kabul ederek putlarına ayırdılar ve:

"Onları dilediğimizden başkası yiyemez" dediler. Burada, yiyebilecekler ise, putların hizmetkârlarıdır.

Daha sonra yüce Allah bunun, hakkında şer'i bir hükmün varid olmadığı bir tahakküm (indî, delilsiz olarak hüküm verme) olduğunu beyan etmektedir ki, "zanlarınca" diye buyurmuş olması da bundan ötürüdür.

"Bir takım davarların da sırtları haram kılınmıştır." Âyetiyle, daha önce putlarına ayırıp da onlar için Sâibe kıldıkları davarları kastetmektedir. Mücahid der ki: Bundan kasıt, Bahire, Vasîte ve Hâm'dır.

"Bir takım hayvanlar da vardır ki... üzerlerine O'nun ismini anmazlar." Bunlarla da ilahları için kestiklerini kastetmektedirler. Ebû Vail der ki: Sırtlarına binerek hacca gitmezler, demektir.

"Allah'a İftira ederek" yani, Allah'a iftira etmek için. Buna göre; İftira ederek" kelimesi, mef'ûlün leh olarak nasbedilmistir. Mastar (mef'ûlvi mutlak) olduğu için mansub olduğu da söylenmiştir. Allah'a iftira etmeleri ise, bize bunu Allah emretti demelerinden ötürüdür.

139

Ve dediler ki: "Şu davarların karınlarındakiler yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır. Şayet ölü (doğar) ise, onlar bunda ortak olurlar." (Allah) Onlara bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Muhakkak ki O, Hakîmdir, Alimdir.

Yüce Allah'ın:

"Ve dediler ki: Şu davarların karınlarındakiler, yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır." Bu onların cahilliklerinin bir başka çeşididir, İbn Abbâs der ki: Karınlarında olanlardan kasıt, süttür, Onlar sütü erkeklere helâl, dişilere haram kılmışlardı. Ceninler olduğu da söylenmiştir. Ceninleri bizim erkeklerimize helâldir, demişlerdi. Diğer taraftan bu davarlardan her hangi birisi ölecek olursa, onu da erkeklerle kadınlar beraber yerlerdi.

"Yalnız" kelimesinin sonundaki yuvarlak "te" harfi mübalağa ifade etmek içindir. Çok bilgin bir adam ve neseb bilgini kişi" kelimeleri de bunun gibidir ki, bu açıklamalar el-Kisâî ve el-Ahfeş'den nakledilmiştir. kelimesi, ötreli olarak okunuşu mübtedâsının haberidir. el-Ferrâ' ise der ki: Bu kelimenin müennes gelmesi

"davarlar" anlamındaki kelimesinin müennesliğinden dolayıdır. Ancak bu açıklama bazılarına göre bir yanlışlıktır. Zira, davarların karınlarında bulunanlar, onların türünden değildir. O bakımdan yüce Allah'ın:

"Bir yolcu kafilesinin biri onu alır" (Yûsuf, 12/10) âyetine benzememektedir. Çünkü bu ifade; Yolcu kafilesinden bir yolcu" takdirindedir. Şu kadar var ki, bu (el-Kisâî ve el-Ahfeş'in açıklamalarının) yanlış olmasını gerektirmez.

Nitekim el-Ferrâ' şöyle demektedir: Davarların karınlarında bulunanlar da onlar gibi davarlardır. O bakımdan "davarlar" müennes olduğundan dolayı o da müennes gelmiştir. Yani, davarların karınlarında bulunan davarlar yalnızca erkeklerimize helâldir, anlamındadır. Bunun, karınlarında bulunanların tamamı anlamında olduğu da söylenmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: lâfzı sütlere veya ceninlere racidir. O bakımdan müenneslik manaya binaen, müzekkerlik de nassa binaen gelmiştir. İşte bundan dolayı lâfız nazar-ı itibara alınarak; Kadınlarımıza haramdır" diye buyurulmuştur. Eğer manaya uygun lâfız kullanılacak olsaydı, denmesi gerekirdi. Bu görüşü de el-A'meş'in, sonda "te"siz olarak; Yalnız" şeklindeki kıraati desteklemektedir.

el-Kisâî de der ki: Bu kelimenin "te'li kıraati de "te"siz kıraati de aynıdır. Şu kadar var ki, sona gelen "te" mübalağa, içindir. Tıpkı -az önce geçtiği gi bi-: (Buyû'k bir dahi, büyük bir alim adam demek gibi). Katade ise bu keli meyi, şeklinde, 'ın sılası olan zarftaki zamirden hal olmak üzere okumuştur. Nitekim Evde ayakta duran kişi Zeyd'dir demeye benzer. Basralıların görüşü budur.

el-Ferrâ'ya göre ise, kat' üzere (önceki kelimenin sonunda vakıf yapılarak) mansub olur, Aynı şekilde Saîd b. Cübeyr'in; şeklindeki kıraati hakkında da bu açıklama yapılabilir.

İbn Abbâs ise, izafet terkibi şeklinde; diye okumuştur ki, ikinci bir mübteda olur. Haberi de Erkeklerimize... dir" şeklindedir. Cümk de bütünüyle 'nın haberi olur. Bununla birlikte İbn Abbâs'ın kıraatine göre bu kelimenin 'nın bedeli olması da mümkündür. Böylelikle bunda betş ayrı kıraat sözkonusu olmaktadır.'

"Kadınlarımıza haramdır" yani, kız çocuklarımıza haramdır, şeklindeki açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Başkası eşlerine ve hanımlarına haramdır, diye açıklamaktadır.

"Şayet ölü İse" âyetindeki Olur" kelimesi, "ye" ile de "te" İle de okunmuştur. Yani, bu davarların karınlarında bulunan ölü (meyte) olursa,

"onlar bunda ortak olurlar." Yani erkekler ve kadınlar onu ortaklaşa yerler. Burada; Bunda" denilmesinin sebebi, "meyte (ölü)" ile hayvanın kastedilişinden dolayıdır. Bu da "ye" ile kıraati pekiştirmektedir.

“Ölü" kelimesinin merfu' okunuşu, ölürse, yahut ölüm sözkonusu olursa, anlamını verir. Ölü şeklinde nasb ile okunması ise: Ve eğer o canlı ölü çıkarsa,, anlamını verir.

"Onlara bu yakıştırmalarının" yalan ve iftiranın "cezasını verecektir."

Yani, bundan dolayı onları azaplandıracaktır.

"Yakıştırmaları" kelimesinin nasbedilmesi, mecrur gelmesini gerektiren edatın hazf edilmesinden ötürüdür."Bu yakıştırmaları dolayısıyla (onları cezalandıracaktır)" anlamına gelir.

Ayet-i kerimede ilim adamının kabul etmeyecek olsa dahi, görüşünün tutarsızlığını bilip onu nasıl reddedeceğini bilsin diye kendisine muhalefet edenin görüşlerini bilmesi gerektiğine dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ve onun ashâbına söylediklerinin tutarsızlığını bilmeleri için çağdaşları olan ve kendilerine muhalif olanların görüşlerini bildirmiştir.

140

Bilgisizlik yüzünden evlâtlarını beyinsizce Öldürenler ve Allah'ın kendilerine İhsan buyurduğu rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar, gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır. Şüphesiz onlar sapmışlar ve doğru yolu da bulamamışlardır.

Yüce Allah, kız çocuklarını diri diri gömmeleri, Bahîra'yı ve diğer davarları kendi akıllarına dayanarak haram kılmaları sebebiyle büyük zarara uğradıklarını haber vermektedir. Onlar, akıllarıyla koydukları bu hükümler sonucunda fakir kalırlar, korkusuyla çocuklarını beyinsizce öldürdüler, diğer taraftan fakir düşmekten korkmaksızın, mallarından bir takım şeyleri kendilerine yasak kıldılar. Yüce Allah, bunun, onların görüşlerindeki çelişkiden kaynaklandığını, beyan etmektedir.

Derim ki: Araplar arasında yüce Allah'ın başka bir yerde zikrettiği gibi fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürenler vardı. Aynı şekilde onları öldürmekte herhangi bir gerekçe göstermeksizin, sırf beyinsizliklerinden ötürü çocuklarını öldürenler de vardı. Bunlar ise Rabialılar ve Mudarlılardı. Bunlar, hamiyetlerinden ötürü kız çocuklarını öldürürlerdi. Nitekim aralarından melekler Allah'ın kızlarıdır, diyenler ve böylelikle Allah'ın kızları kabul ettikleri melekleri, kızlarla bir tutanlar vardı.

Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashâbından bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona sormuş: "Ne diye üzüntülüsün?" Ey Allah'ın Rasulü demiş. Ben, cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah'ın o günahımı bana bağışlamayacağından korkuyorum. Hazret-i Peygamber Ona: "Bu günahını bana bildir" demiş. Adam: Ey Allah'ın Rasulü, ben kız çocuklarını öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürmeyip bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü, yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talib oldular. Ancak hamiyet (kıskançlık duyguları) beni sardı. Ne onu evlendirmeye gönlüm tahammül etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan filan kabileye, akrabalarımı ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da benimle gönder, dedim. Annesi bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve takılarla onu süsledi. Bu hususta kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisini kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Babacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum. Nihayet şeytan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. Kuyuda bana: "Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar orada durdum, sonra da geri döndüm. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, ashâbı da ağladı ve şöyle buyurdu: "Şayet cahiliyyede yaptıkları dolayısıyla her hangi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni cezalandırırdım."

141

Çardaklı ve çardaksız o bağları, tİsimleri çeşitli hurmaları, ekinleri, birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp yetiştiren O'dur. Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin. İsraf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmi üç başlık halinde sunacağız:

1. Yaratan Allah:

"Çardaklı" yani, çardaklar üzerinde yükseltilmiş bağları

"ve çardaksız" yükseltilmemiş

"o bağları... yaratıp yetiştiren" var eden

"O'dur."

İbn Abbâs der ki:

"Çardaklı" bahçelerden kasıt, üzüm bağlan, ekinler ve kavun türü yerde yayılan şeylerdir.

"Çardaksız bağlar"dan kasıt ise, hurma ağacı ve diğer ağaçlar gibi gövdeleri üzerinde yükselen ağaçlardır. Şöyle de açıklanmıştır: Çardaklılardan kasıt, ağaçları yükselenlerdir. Çünkü bu kelime, asıl itibariyle yükselmek anlamına gelen; dan gelmektedir.

Yine İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre, "çardaklılardan kasıt, İnsanların destekleyerek tesbit edip dallarını yükselttikleri ağaç türleridir. "Çardaksizlardan kasıt ise, düz ovalarda ve dağlarda yetişen meyvelerdir. Buna da Hazret-i Ali'nin bu anlamdaki kelimeleri; Yere dikilmiş ve dikilmemiş" anlamında "ğayn ve sîn" harfi ile okuyuşu delildir.

2. Tadlan Farklı Hurma Ve Ekinler:

Yüce Allah:

"Tİsimleri çeşitli hurmaları, ekinleri" âyetinde (hurmaları), aslında bağ ve bahçelerin kapsamına girmekle birlikte ayrıca özel olarak zikretmesi, üstün değerleri dolayisıyladır. Nitekim daha önce de bu türden açıklamalarımızı el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Kim Allah'a, meleklerine... düşman olursa" (el-Bakara, 2/98) âyetini açıklarken belirtmişdik.

"Tİsimleri çeşitli" yani, tİsimleri itibariyle kimisi oldukça hoş ve güzel, kimisi daha aşağı seviyede olmak üzere meyveler yaratmıştır. Yüce Allah'ın tad için "yenen şey" anlamına gelen; tabirini kullanması, meyvelerinin yenilmesi dolayısıyladır.

"Tİsimleri" kelimesi ise mübtedâ olarak merfu'dur. "Çeşidi" ise onun sıfatıdır. Ondan önce gelip mansub olan bir kelimenin de yanında yer alınca nasbedilmiştir. Nitekim Yanımda aşçı bir köle vardır," demek de bu kabildendir. Şair de şöyle demiştir:

"Kötülük yaygındır, bir kuyuda karşılaşır seninle,

Salih kadınların ise üzerlerinde kapalıdır kapıları."

Çeşitli" kelimesinin hal olarak nasbedildiği de söylenmiştir.

Ebû İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu, nahiv bakımından içinden çıkılması zor bir meseledir. Çünkü, şöyle denilmektedir: Onları yaratan Allah'tır. Fakat, onların meyveleri demek olan tİsimleri (kendiliklerinden) farklı ve çeşitli değildir. Buna şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah:

"her şeyi yaratandır" (el-En'âm, 6/102) buyruğunca bunları da yaratmıştır. Böylelikle yüce Allah bunları, tİsimleri farklı alarak yaratmış olduğunu bildirmektedir. Yani O, bunları yaratırken, meyvelerinde farklılığı, çeşitliliği takdir etmiş olarak yaratmıştır.

Sîbeveyh bunu şu sözleriyle açıklamaktadır: Ben, beraberinde yarın kendisiyle avlanacağı bir şahin bulunan bir adama uğradım" diyerek hal yapılır. NitekimEve mutlaka yiyenler ve içenler olarak gireceksinizdir" derken, bunu gerçekleştireceksiniz demek istemektedir. Üçüncü bir cevap da şu şekildedir: Allah bunları yarattığında bile tİsimleri çeşitli idi. Yani, eğer bunların yaratılış esnasında tİsimleri bulunsaydı dahi, bu tİsimleri farklı olacaktı.

Burada (hurma ve ekin tesniye olduğu halde) onlara uygun;

"İkisinin tİsimleri" demeyişinin sebebi, zamirin ikisinden birisine iade edilmesiyle yetinmiş olmasıdır. Yüce Allah'ın:

"Onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler" (el-Cum'a, 62/11.) âyeti de ikisine doğru yöneldiler anlamındadır. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

3. Allah'ın Varlığının Delilleri Ve Bize Lütufları:

"Birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen" anlamındaki âyetler, hal olarak nasbedilmiş olup buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. "Zeytinleri, narları" âyeti de öncekilere atfedilmektedir.

Bunların yaratılışında şu üç hususa delil getirilmektedir. Evvelâ, değişen şeylerin -önceden de geçtiği gibi- mutlaka bir değiştiricisinin bulunduğudur. İkinci olarak, bunlarda şanı yüce Allah'ın bize lütuflarına delil vardır. Çünkü O, bizi yarattığında dileseydi bize gıda yaratmayabilirdi. Gıda yarattığı takdirde de o gıdanın görünüşü güzel, tadı hoş olmayabilirdi. Bu şekilde yaratmış olsa dahi, devşirilmesi kolay olmayabilirdi. Baştan beri O, bunları bu şekilde yaratmak zorunda değildi. Çünkü, Allah'ın herhangi bir işi yapması, O'nun hakkında vacip olamaz. Üçüncü olarak da; ilahî kudrete delil vardır. Çünkü, aşağı doğru akmak özelliğine sahip olan su, bir ve tek ve gayblan bilen Allah'ın kudretiyle ağacın aşağı bölgelerinden yukarılarına doğru çıkabilmektedir. Nihayet, dallarının ucuna vardı mı, orada da ağacın cinsinden olmayan yapraklar var olur. Ayrıca, belli bir hacmi,"" parlak bir rengi, yeni bir mahsul ve lezzetli bir tadı olan meyveler de çıkar.

Peki, bunların tabiat ve cinsleri nerede kaldı? Nerede filozoflar ve onların sürdükleri delil ve açıklamaları? Acaba tabiat bu kadar sağlam ve güzel iş yapabilir mi? Yahut da bu hayret verici düzenlemeyi gerçekleştirebilir mi?

Kesinlikle hayır. Aklen, böyle bir şeyin tabiat tarafından yapılabilmesi, mümkün değildir. Bunları, ancak hay, alîm, kadir ve irade sahibi olan Allah yapabilir. Her şeyde varlığına delil bulunan ve her şeyin sonunda kudreti görülen Allah'ın şanı ne yücedir.

Âyetler Arası İlişki:

Bu âyetin, kendisinden önceki âyetlerle ilişkisi yönüne gelince: Kâfirler, Allah'a yalan iftirada bulunup onunla beraber ortaklar koşarak kendiliklerinden helâl ve harama dair hükümler koyduklarından ötürü, O da, her şeyi yaratanın kendisi olduğunu, bütün bu eşyayı kendilerine rızık olarak verenin O olduğunu belirterek, onlara vahdaniyetinin delillerini gösterdi.

4. İki Emir Ve İki Ayrı Hüküm:

Yüce Allah'ın:

"Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" âyetinde "yap" kipinde gelmiş iki fiil vardır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın:

"Yer yüzünde dağılın" (el-Cumua, 62/10) âyetinde olduğu gibi, mübahlık ifade eden bir emirdir, diğeri ise vücup ifade eder. Şeriatte mübahlık İfade eden emir ile vücup ifade eden emrin bir arada bulunmasına engel yoktur.

Yüce Allah, hakkın verilmesi emrini vermeden önce onlardan yeme nimetini zikrederek başladı ki, baştan beri nimet ihsan etmenin tekliften önce O'nun lütfundan ötürü gerçekleştiğini beyan etsin.

5. Mahsuldeki "Hakk"In Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları, bu hakkın ne olduğunun açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Enes b. Mâlik, İbn Abbâs, Tavus, el-Hasen, İbn Zeyd, İbnü'l-Hanefîyye, ed-Dahhâk ve Said b. el-Müseyyeb buradaki hakkın, farz olan zekât, öşür (onda bir) ve öşrün yarısı (yirmide bir) olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşü İbn Vehb ve İbnü’l-Kasım da Mâlik'ten bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak nakletmişlerdir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden bazısı da bu görüşü kabul etmiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre; bu âyet-i kerimenin Medine'de indiği de söylenmiştir.

Ali b. el-Hüseyin, Atâ, el-Hakem, Hammâd , Saîd b. Cübeyr ve Mücâhid ise, şöyle demişlerdir: Bu, zekâtın dışında, malda bulunan bir haktır. Allah, bu hakkın mendup olarak verilmesini emretmiştir. Bu görüş, İbn Ömer ve -yine-Muhammed b. el-Hanefîyye'den de rivâyet edilmiştir. Ayrıca Ebû Said el-Hudrî bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet etmiştir.

Mücahid der ki: Malını devşirdiğîn vakit, yoksullar yanına gelecek olurlarsa, sen onlara biçtiğin başaklardan bir miktar ver. Hurmalarını topladığın vakit onlara da salkımlardan bir miktar ver. Ekini toplayıp dövüp sallallahü aleyhi ve sellemurduğun vakit de onlara ondan bir miktar bırak. Onun, Ölçeğini de bilip öğrendin mi, bu sefer ondan zekâtını çıkartıp ver.

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre bu emir zekât emriyle neshedilmiştir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiş, zekâtı emreden:

"Onların mallarından bir sadaka (zekât) al" (et-Tevbe, 9/103);

"Namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyeti ise, ancak Medine'de nâzil olmuştur.

İbn Abbâs, İbnü'l-Hanefîyye, el-Hasen, Atiyye el-Avfî, en-Nehaîve Saîd b. Cübeyr'den de bu görüş rivâyet edildiği gibi, Süfyan da şöyle demiştir: Ben, es-Sü,ddî'ye bu âyet hakkında sordum da şu cevabt verdi: Bunu öşür ve öşrün yarısı(nı emreden zekât) neshetmiştir. Ben, bunu kimden naklediyorsun diye sorunca, o da: İlim adamlarından, diye cevapladı.

6. Yerden Yetişen Mahsullerin Zekâtı:

Yenecek olsun, olmasın yerin bitirdiği her şeyde zekâtın vacib olduğunu ileri süren Ebû Hanîfe, bu âyet-i kerîme ile Hazret-i Peygamberin: "Semânın suladığı mahsullerde öşür, deve sırtında taşınan veya (kuyudan) çekilen kovalarla sulanan mahsullerde de öşrün yarısı vardır" Aynen ve kimileri farklı lâfızlarla, aynı manada olmak üzere: Buhârî, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Ebû Dâvûd, Zekât 12; Tirmizî, Zekât 14; Nesâî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 17, Muvatta’'; Zekât 33: Müsned, I, 145, 111, 341, 353, V, 233. âyetinin umura ifade edişini delil olarak göstermiştir. Ebû Yûsuf da Ebû Hanîfe'den şunu nakletmiştir: Onun, ot, yonca, saman (eskiden ok yapımında, günümüzde de kurşun kalem tahtası yapımında kullanılan) farisi kamışı ve şeker kamışı müstesnâdır.

Fakat Cumhûr bu görüşü kabul etmemektedir. Çünü onlara bu hadisten maksadın nelerden öşür alınacağını ve nelerden öşrün yarısı alınacağını beyan etmektir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bildiğim kadarıyla ilim adamları arasında buğday, arpa, hurma ve kuru üzümde zekât vermenin vacip olduğu hususunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bir kesim ise, bunların dışında kalan (zirai mahsullerde) zekât olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş de el-Hasen, İbn Sirîn ve en-Nehaîden rivâyet edilmiştir.

Küfe âlimlerinden İbn Ebi Leylâ ve es-Sevrî, el-Hasen b. Salih, İbnü’l-Mübarek ve Yahya b. Vessab da bu görüşü benimsedikleri gibi, Ebû Ubeyd de bu kanaattedir. Bu, aynı zamanda Ebû Mûsa'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla da rivâyet edilmiştir ki, Ebû Mûsa'nın kabul ettiği görüş de bu idi. Ebû Mûsa, ancak buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden zekât alırdı. Bunu da Veki’, Talha b. Yahya'dan, o, Ebû Burde'den, o, babası yoluyla zikretmiştir.

Mâlik ve arkadaşları ise şöyle demişlerdir: Gıda olarak kullanılan ve uzun süre saklanabilen her şeyde zekât farzdır. Şâfiî de bu görüştedir. Ayrıca Şâfiî şöyle demektedir: Kuruyup saklanan ve yiyecek olarak kullanılan şeylerden zekât alınması vaciptir. Zeytinde ise zekât yoktur, çünkü o bir katıktır. Ebû Sevr de böyle demiştir, İmâm Ahmed'in ise bu konuda farklı görüşleri vardır. Bunların en kuvvetli olanlarına göre zekât, eğer vesk ile ölçülebilir ise, Ebû Hanîfe'nin dediği her şeyde zekât vaciptir.

Bu sebepten dolayı İmâm Ahmed, vesk ile ölçüldüğünden dolayı bademde zekâtın vacip olduğunu kabul ederken, satışı sayılarak sözkonusu olduğundan dolayı cevizde zekâtın olduğunu kabul etmemiştir. Buna da Hazret-i Peygamber'in: "Hurma veya tane türünden olanlarda, beş vesk'ten aşağısında sadaka (zekât) yoktur" Aynen ve benzer lâfızlarla; Buhârî, Zekât 4. 32, 42. 56: Müslim, Zekât 7; Ebû Dâvûd, Zekat 2; Tirmizî, Zekât 7; Nesâî, Zekât 5. 18, 21. 24; İbn Mâce. Zekat 6; Dârimî, Zekât 11; Muvatta’'". Zekât 1, 2; Müsned, II, 92, 402, 403 .. âyetini delil göstererek şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böylelikle zekâtın vacip olduğu mahallin vesk (ile ölçülen şeyler) olduğunu beyan etmiş ve kendisinden hakkın (zekâtın) çıkartılması gereken miktarı da açıklamıştır.

en-Nehaî'nin görüşüne göre de, yerden biten her şeyden zekât verilmesi vaciptir. Hatta toplayacağı on demet bakliyattan bir demet zekât verilir. Ancak bu hususta ondan farklı rivâyetler gelmiştir. Bu görüş aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz'in de görüşüdür. O, az olsun, çok olsun yerden biten her şeyden öşür alınması için (zekât memurlarına) talimat yazmıştır. Bunu da Abdurrezzak, Ma'mer'den, o, Simak b. el-Fadl'dan naklederek şöyle demektedir: Ömer (b. Abdilaziz), şunu yazdı... diyerek bu hususu zikretti,

Bu, aynı zamanda Hammâd b. Ebi Süleyman'ın ve onun öğrencisi Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.

İbnü’l-Arabî de "Akkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde bu görüşe meylederek şöyle demektedir: Ebû Hanîfe'ye gelince o, bu âyeti kendisine ayna tutmuş ve böylelikle hakkı görebilmiştir, diyerek Hanefî mezhebini destekleyici ve güçlendirici ifadeler kullanmıştır. Diğer taraftan "el-Kabes Bintâ Aleyhi el-İmâmu Mâlik b. Enes" adlı eserinde de şöyle demektedir: Yüce Allah:

"... Birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp yetiştiren O'dur" diye, buyurmaktadır. İlim adamları ise, yerin bitirdiklerinin tamamında mı, yoksa bir bölümünde mi zekâtın vacib olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Biz bu hususu daha önceden açıklamış bulunuyoruz. el-Ahkâm (Ahkâmu'l-Kur'ân) adlı eserimizde bunun özünü kaydettik. Buna göre zekât açıklamış olduğumuz gibi, taze bakliyatta (sebzelerde) değil de gıda olarak saklanabilen şeylerde sözkonusudur. Taifte nar, (bir çeşit) şeftali, turunç gibi meyveler olmakla birlikte, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlar hakkında herhangi bir şey söylemediği gibi sözkonusu da etmemiştir, halifelerden herhangi bir kimse de bunu zikretmiş değildir.

Derim ki: Her ne kadar bu görüşünü "Kur'ân Ahkâmı"nda zikretmemiş ise de bu mesele ile ilgili olarak sahih olan görüş budur. Yeşilliklerde (sebzelerde) her hangi bir zekât düşmediğidir. Âyete gelince; âyet hakkında muhkem midir, mensuh mudur, yoksa emir mendupluğa mı hamledilmiştir diye farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bunun, hangisine yorumlanacağını beyan edecek kafi bir delil de yoktur. Bu konuda bilinen ve meseleye kesinlik kazandıran delil ise, İbn Bukeyr'in "AWfedm"ında zikrettiği şu husustur. Küfe, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından ve Medine'de ahkâmın yerleşmesinden sonra fethedilmiştir. Herhangi bir kimsenin veya azıcık bir basireti olan bir kişinin şöyle bir vehme kapılması mümkün müdür: Böyle bir hüküm Medine'de askıya alındı, hicret yurdunda vahyin karargâhında, hatta Ebû Bekir'in halifeliği döneminde de bununla amel edilmedi de sonunda bununla amel edenler Kûfeliler mi oldu? Şüphesiz ki bu, böyle bir zanna sahip olanlar için ve bu görüşü kabul edenler hakkında bir musibettir.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği anlamlardan, buna delalet eden hususlardan birisi de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş olursun." (el-Mâide, 5/67) Acaba Hazret-i Peygamberin tebliğ etmekle, yahut açıklamakla emrolunduğu herhangi bir şeyi gizlediğini söylemek mümkün müdür? O, bundan çok çok uzaktır. Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım..." (el-Mâide, 5/3) İşte yeşilliklerden (sebze ve bakliyattan) bir şey almamış olması da dinin kemal indendir. Dârakutnî'nin rivâyet ettiğine göre Cabir b. Abdullah da şöyle demiştir: "Salatalık yetiştirdiğimiz bahçelerimiz onbinlerce (tane) ürün veriyordu da bunda hiç bir şey (zekât olarak) vacib olmuyordu." Dârakutnî, II, 100.

ez-Zührî ve el-Hasen de şöyle demişlerdir: Yeşil sebzeler, satıldığı takdirde ve bunların bedeli ikiyüz dirheme ulaşırsa zekâtları verilir. el-Evzaî de, meyvelerin bedeli hususunda bu görüştedir. Ancak, onların bu görüşlerinin, bizim sözünü ettiğimiz hususa dair delil olacak bir tarafı yoktur. Tirmizî de Muaz b. Cebel'den şunu rivâyet etmektedir: Muaz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yeşillikler (sebzeler) hakkında soru sormak üzere mektup yazdı, Hazret-i Peygamber de: "Onlarda (zekât olarak) bir şey düşmez" diye buyurmuştur. Tirmizî, Zekât 13.

Bu anlamdaki açıklamalar, Cabir, Enes, Ali, Muhammed b. Abdullah b. Cahş, Ebû Mûsa ve Hazret-i Âişe'den de rivâyet edilmiştir ki, Dârakutnî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bunların hadislerini zikretmektedir. Bk. Dârakutnî, II, 94-102.

Tirmizî de der ki: Bu hususta (yani bakliyatta zekât olmadığına dair) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan sahih her hangi bir rivâyet yoktur. Tirmizî, Zekât 13.

Ebû Hanîfe'nin arkadaşlarından bazıları da Salih b. Mûsa'nın Mansur'dan, onun İbrahim'den, onun el-Esved'den, onun da Hazret-i Âişe'den şöyle dediğine dair naklettiği hadisi delil göstermişlerdir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yerden biten bakliyatta zekât vardır." Ancak, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisi Mansur'un arkadaşlarından güvenilir her hangi bir kimse bu şekilde rivâyet etmiş değildir. Bu, İbrahim'in sözlerindendir. İbn Abdi’l-Berr. el-İstizkâr, XVII. 270-271.

Derim ki: Konu ile ilgili senetlerinin zayıflığı dolayısıyla, sünnetten delil getirme imkânı olmadığına göre, geriye sadece bizim sözünü ettiğimiz âyetin umumu ile Hazret-i Peygamber'in: "Yağmur suyu ile sulananlarda öşür vardır" âyetinin umumunu sözünü ettiğimiz şekilde tahsis etmekten başka bir yol kalmıyor. Ebû Yûsuf ve Muhammed de derler ki: Sebzelerin hiç birisinde -kalıcı meyvesi olanlar müstesna- zekât düşmez. Bundan tartılarak alınıp satılan zaferan ve benzeri şeyler müstesnadır, onda zekât vardır. Muhammed ise usfur (asrur.) ve ketende tohumu nazar-ı itibara alırdı. Eğer asfur tohumu ile keten tohumu beş veski bulacak olursa, elde edilen asfur ve keten tohuma tabi olur ve buna bağlı olarak ondan (sulama durumuna göre) öşür veya öşrün yarısı olarak zekât alınır.

Pamuktan alınacak zekâta gelince; Muhammed'e göre pamukta beş yükten aşağısında zekât düşmez. Yük ise üçyüz Irak mennidir.

Alaçehre (Yemen safranı) ve zaferanda ise, beş mennden aşağısında herhangi bir zekât düşmez. Bunlardan herhangi birisi beş menni bulacak olursa, (sulama durumuna göre) öşür veya öşrün yarısı zekât düşer. Ebû Yûsuf der ki: Şekerin kendisinden yapıldığı şeker kamışı da böyledir. Ancak bu şeker kamışının, haraç arazisinde değil de öşür arazisinde yetişmesi gerekir, o da zaferanda olduğu şekilde zekâta tabidir.

Abdülmelik b. el-Macişûn ise, bakliyat dışında kalan meyvelerin asıllarında zekât farz olduğunu kabul etmiştir. Bu ise, Mâlik'in ve arkadaşlarının kabul ettiği görüşe muhaliftir. Çünkü onlara göre, bademde de, cevizde de, fındıkta da ve buna benzer mahsullerde de zekât yoktur. İsterse bunlar saklanabilsinler. Aynı şekilde onlara göre erik, elma ve armutta da zekât olmadığı gibi, bu kabilden olup kurutulup saklanmayan şeylerde de zekât yoktur.

Ancak, incirde zekâtın olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik'in mezhebini takip eden Mağrib halkınca daha meşhur olan görüşe göre incirde zekât yoktur. Ancak, Abdülmelik b. Habib'in kanaatine göre Mâlik'in mezhebinde incirde zekât olması gerekir. Bunu da hurma ve kuru üzüme kıyasen söylemiştir. Bağdadlı Mâliki mezhebine mensub ilim ehlinden bir topluluk da -İsmail b. İshâk ve ona uyanlar- bu görüşe sahip olmuşlardır. Mâlik de Muvatta’''da şöyle demiştir: "Bizce ihtilafın sözkonusu olmadığı sünnet ile ilim ehlinden işittiğime göre, meyvelerin hiçbirisinde -nar, şeftali, incir ve bunların benzerlerinde- ve meyvelerden olması halinde benzemeyenlerinde de zekât yoktur." Muvatta’'', Zekât 36, bâb: 221.

Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: Mâlik, inciri de (zekâtı alınmayan) bu meyve kısımları arasına sokmuştur. Zannederim o, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- incirin kurutulup saklandığını ve gıda olarak kullanıldığını bilmiyordu. Eğer bunu bilmiş olsaydı, inciri de bu tür zekâtı alınmayan meyvelerin kapsamına sokmazdı. Çünkü incir, nardan çok hurma ve kuru üzüme benzemektedir. el-Ebherî ile onun arkadaşlarından bir topluluktan bana ulaştığına göre onlar, incirde zekât düştüğü doğrultusunda fetva vermişler ve bunun kendilerine göre kabul ettiği usule uygun Mâlik'in de görüşü olduğu kanaatinde imişler. Diğer taraftan incir, kile İle Ölçülen bir meyvedir. O bakımdan onda da beş vesk ve tartı olarak onun misli olan miktar nazar-ı itibara alınır. Bunlara göre incir hakkında da, üzerlerinde zekât düştüğü hususunda icma ile kabul olunmuş, hurma ve kuru üzüm gibi hüküm verilir.

Şâfiî der ki: Hurma ve üzüm dışında hiçbir meyvede zekât sözkonusu değildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu iki meyveden zekât almıştır. Bunlar da Hicaz bölgesinde saklanabilen bir gıda idiler. Yine devamla: Ceviz ve badem de saklanabilir. Fakat bunlarda zekâı yoktur. Çünkü bunlar bildiğim kadarıyla Hicaz bölgesinde gıda olarak kullanılmıyorlardı Bunlar bir meyve idiler.

Zeytinde de zekât yoktur. Çünkü yüce Allah:

"Zeytinleri ve narları" diye buyurarak, zeytini nar ile birlikte zikretmiştir. Narda da zekât yoktur. Aynı şekilde incir, gıda olarak ondan daha faydalı olmakla birlikte onda da zekât yoktur.

Diğer taraftan Şâfiî'nin, zeytinden zekât verileceği şeklinde Irak'ta (ki kadîm mezhebinde) ifade ettiği bir görüşü de vardır. Ancak, evla olan Mısır'daki görüşüdür. O bakımdan zeytin hakkında Şâfiî'nin görüşü muzdariptir (çatışma vardır). Ancak, Mâlik'in bu husustaki görüşünde ihtilaf yoktur. Bu da Şâfiî ve Mâlik nezdinde âyet-i kerimenin mensuh olmayıp muhkem olduğuna delalet etmektedir. Her İkisi de nardan zekât olmadığını ittifakla kabul etmekle birlikte (usullerine göre) narda zekâtı vacip görmeleri gerekirdi.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Eğer nar, (zekât kapsamı dışına) ittifak ile çıkmış ise, bununla âyet-i kerimenin umumunun kastedilmediği ortaya çıkmış ve ("biçildiği günde hakkını verin"dekî) zamirin anılan mahsullerden bir bölümüne racî olup bir bölümüne raci olmadığı anlaşılmış olur, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XVII, 271 vd.

Derinti ki: Yeşil, (taze sebze ve meyve)lerde öşrü vacip kabul edenler bunu delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah:

"Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" diye buyurmaktadır. Ondan önce sözü edilen şey ise, zeytin ve nardır. Bir cümle akabinde zikredilen bir hükmün (zamir ve benzerleri) ise, son olarak zikredilen hakkında sözkonusu olacağında da görüş ayrılığı yoktur. (Buna göre zeytin ve narda zekât düşer demek istemektedir). Bu açıklamayı el-Kiyâ et-Taberî yapmıştır.

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Cennet suyundan bir damla ile aşılanmamış hiçbir nar yortur. Ali (k.v)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Nar yediğiniz vakit onu ince zarı ile birlikte yeyiniz. Çünkü o, mideyi tabaklar (sağlamlaştırır). İbn Asakir de "Dimaşk Tariki" adlı eserinde İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Narı baş tarafından kırmayınız. Çünkü onda cüzzamın kendisinden yayıldığı bir kurtçuk vardır. İleride zeytin yağının faydalarına dair açıklamalar, inşaallah el-Mu'minun Sûresi'nde (23/20. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Zeytinde zekâtın farz olduğunu söyleyenler arasında, ez-Zührî, el-Evzaî, el-Leys, Es-Sevrî, Ebû Hanîfe, arkadaşları ve Ebû Sevr de vardır. ez-Zührî, el-Evzaî ve el-Leys derler ki: Ağaçta zeytin olarak (uzmanlar tarafından) tahmin edilir ve saf zeytinyağı olarak alınır.

Mâlik ise der ki: Böyle tahmin yoluna gidilmez. Bunun yerine yağı sıkıldıktan ve miktarı da beş veski bulduktan sonra öşrü (onda biri) zekat olarak alınır.

Ebû Hanîfe ve es-Sevrî ise bunun tanesinden zekât alınır, demişlerdir.

7. Mahsullerde Zekâtın Vücup Zamanı:

Yüce Allah'ın:

"Devşirilip biçildiği gün" âyetini, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, "hâ" harfi üstün olarak; şeklinde, diğerleri ise "hâ" harfi esreli olarak okumuşlardır ki, bu iki okuyuş da meşhur iki şivedir. kelimeleri de (hepsi de özellikle ağaçlardan salkım hafinde devşirilen meyveler hakkında kullanılır ve aynı anlamdadır) böyledir.

İlim adamları, mahsullerde zekâtın ne zaman vacip olduğu hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir:

1. Vücup zamanı, meyvelerin toplanma zamanıdır. Bu görüş Muhammed b. Mesleme'ye ait olup, buna gerekçe de "devşirilip biçildiği gün" âyetidir.

2. Olgunlaşma zamanıdır. Çünkü, olgunlaşma zamanından önce mahsul ne gıda ne yiyecek olur. Olsa olsa hayvan yemi olur. Olgunlaşıp Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği yeme zamanı geldi mi, Allah'ın verilmesini emrettiği hakkım da eda etmek icabeder. Çünkü nimetin tamamlanmasıyla nimete şükür etmek gerekir. Bu zekâtın verilmesi ise, -olgunlaştığı gün vacib olmuş olduğundan dolayı- hasad (toplanıp devşirilme) zamanıdır.

3. Toplanacak mahsulün tahmini tamamlandıktan sonra verilir. Çünkü, o vakit ondan ödenmesi gereken zekât miktarı tahakkuk eder. O bakımdan, tahminin tamamlanması da vücubu için bir şarttır. Bu hükmün asıl delili, koyunlardan zekât almak için zekât toplayıcısının gelişi ile koyunların zekâtının ödenmesinin vücubudur. el-Muğire bu görüştedir.

Sahih olan görüş ise, Kur'ân-ı Kerîm'in nasst dolayısıyla birinci görüştür. Ancak, Mâliki mezhebinde meşhur olan görüş ikincisidir. Şâfiî de bu görüştedir.

Bu görüş ayrılığının etkisine gelince; eğer zekât mükellefi, olgunlaşmadan sonra vefat ederse, onun mülkünden, yahut mahsulün tahmininden önce vefat edecek olursa, mirasçıların malından zekât verilir.

Muhammed b. Mesleme der ki: Tahminin önce yapılışı mahsul sahipleri için bir genişlik sağlamak maksadıyladır. Bir kimse tahminden sonra ve fakat toplanmasından önce zekâtını verecek olursa, bu olmaz. Zira, vücubundan önce zekâtını çıkarmış olur.

Tahmin ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

8. Mahsullerin Tahmini İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

es-Sevrî, mahsul tahmininde bulunmayı mekruh görmüş ve hiç bir şekilde câiz kabul etmemiş ve şöyle demiştir: Tahminde bulunmak, uygulanan bir şey değildir. O şöyle der: Ancak, bağ bahçe sahibinin eline geçirdiği mahsulün onda birini -beş veski bulması halinde- yoksullara vermesi gerekir, eş-Şeybanî de en-Nehaî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Günümüzde mahsul tahmininde bulunmak bir bid'attir.

Ancak Cumhûr, bundan farklı kanaate sahiptir. Diğer taraftan İse, kendi aralarında da farklı görüşleri vardır. Buyû'k çoğunluk, hurma ve üzümde tahminde bulunmanın câiz olduğu görüşündedirler. Çünkü Attab b. Esid'in rivâyet ettiği hadise göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini görevlendirmiş ve hurma ağaçlarının meyvesini tahmin ettiği gibi; alınacak üzümü de tahmin etmesini emretmiştir. Zekâtı ise, hurma ağacının mahsulü kuru -hurma olarak alındığı gibi- kuru üzüm olarak alınır. Bunu, Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Zekat 14; Tirmizî, Zekât 17; Nesâî, Zekât 100; İbn Mâce, Zekat 18.

Davud b. Ali de: Zekât için alınacak mahsulü tahmin etmek, hurma hakkında-caizdir. Üzümde câiz değildir, der ve Attab b. Esid'in hadisinin munkatı' olduğunu, sahih bir yolla muttasıl rivâyetinin bulunmadığını belirterek reddetmektedir. Bunu, Ebû Muhammed Abdulhak nakletmektedir.

9. Alınacak Mahsulün Nasıl Tahmin Edileceği:

Tahminin niteliğine gelince, hurma taze olarak ağaçta iken tahmin edilir, kurutulduğu vakit ne kadar ekşiteceği takdir edilir, bu eksilme de inildikten sonra geriye kalan ölçü alınır ve böylelikle bahçe tamamlanıncaya kadar her bir ağaçtan alınacak mahsuller birbirine eklenir. Üzüm salkımlarında da taze hurmadaki gibi yapılır.

10. Mahsul Tahmininde Kaç Kişi Yeterlidir:

Mahsul tahmininde de hakimde olduğu gibi tek kişi yeterlidir. Şayet alınacak hurma tahminden fazla olursa, bahçe sahibinin fazla miktar için ayrıca zekât vermesi gerekmez. Çünkü bu, yürürlüğe girmiş bir hükümdür. Bu görüşü Abdufvehhab ifade etmiştir. Tahminden az gelecek olursa, zekâtta da eksilme olmaz.

el-Hasen derki: Müslümanlar (in mahsulleri) hakkında tahminde bulunulur, ondan sonra da zekâtları bu talimine göre onlardan alınırdı.

11. Bahçe Sahibi Yapılan Tahmini Çok Bulursa:

Şayet bahçe sahibi tahminin çok olduğunu ileri sürecek olursa, tahminde bulunan kişi, bahçe sahibini tahmin edileni kendisi alıp kalanı vermekte muhayyer bırakır. Bunu Abdurrezzak nakletmektedir: Bize, İbn Cüreyc, Ebû Zübeyr'den haber verdiğine göre o, Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiş: İbn Revâha (Hayber yahudilerinden alınacak mahsulü) kırkbin vesk olarak tahmin etmiş, yahudileri bu hususta muhayyer bırakınca, kuru hurmanın tamamını almış ve ona (taze olarak) yirmi bin vesk vermişlerdi. Ebû Dâvûd, Buyû’ 35; İbn Mâce, Zekât 18; Muvatta’'; Musakaat 1.

İbn Cüreyc der ki: Ben, Atâ'ya şöyle dedim: Mahsulü tahmin eden kimsenin bu tahminini mal sahibi çok görecek olursa, İbn Revâha'nın yahudileri muhayyer bıraktığı gibi muhayyer bırakmak vazifesi midir? Şöyle dedi: Yemin olsun ki, evet. Zaten Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın sünnetinden daha hayırlı hangi sünnet (uygulama) olabilir ki?

12. Mahsulün Tahmin Edileceği Vakit:

Mahsul tahmini ancak meyvelerin olgunlaşmasından sonra olur. Çünkü, Hazret-i Âişe'den gelen hadiste şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), (Abdullah.) b. Revâha'yı yahudilere gönderirdi, O da, meyvesinden yenilmeden önce hurmanın ilk olgunlaşması ile birlikte ağaçlarından alıncak mahsulü tahmin eder, sonra da yahudileri ya bu tahminin karşılığını ödeyerek almak, yahut da tahmin edilen bu miktarı ona vermek hususunda muhayyer bırakırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, mahsullerin tahmin edilmesini emretmesi, mahsuller yenilmeden ve dağıtılmadan önce miktarının tesbit edilmesi maksadına binaendi. Ebû Dâvûd, Buyû' 35.

Bunu, Darâkutnî de İbn Cüreyc'den, o, ez-Zührî'den, o, Urve'den, o, Âişe yoluyla rivâyet ettikten sonra şunları söylemektedir: Ayrıca Salih b. Ebi Ahdar, ez-Zührî'den, o, İbn el-Müseyyeb'den, o da Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmiştir. Mâlik, Ma'mer ve Ukayl ise, bunu ez-Zührî'den, o, (Said) b. el-Müseyyeb'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mürsel olarak rivâyet etmiştir. Dârakutnî, 11, 134; Muvatta’', Musakaat 1.

13. Yapılan Mahsul Tahmininden Sonra Bir Miktarı Düşmek:

Tahminde bulunmakla görevli kişi, tahminini yaptıktan sonra, tahminin toplamından bir miktar düşmelîdir. Çünkü, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Sahih'inde el-Bustî, Sehl b. Ebi Hasme'den rivâyet ettiklerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururmuş: "Tahminde bulunduktan sonra, tahmininizi alın ve üçte birini de bırakın. Üçte biri olmazsa, hiç olmazsa dörtte birini bırakın." Tirmizî'nin tafzı bu şekildedir. Ebû Dâvûd, Zekât 15; Tirmizî, Zekât 17; Nesâî, Zekat 26; Dârimî, Buyû' , 76; Müsned, III, 448.

Ebû Dâvûd der ki: Tahminde bulunan kişi, üçte birlik bir miktarı, çoluk çocuğunun taze iken daldan yemesi için bırakır. Ebû Dâvûd, Zekat 15. Yahya el-Kattan da böyle dediği gibi, Ebû Hatim el-Bustî de şu açıklamada bulunmuştur: Bu haberin iki niteliği vardır. Birincisi, alınacak öşrün üçte veya dörtte biri kadarını bırakır, ikincisi, eğer bahçe bunu kaldırabilecek kadar büyük ise, öşrünü tesbit etmeden önce bizzat kuru hurmanın kendisinden bunu bırakır.

Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, tahminde bulunmakla görevli kişi, tahmin ettiği sırada hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden tahmin etmedik hiçbir şey bırakmaz.

Medineli âlimlerden kimisi ise, tahminde işi kolay tutmasını ve yoksullara bağışlanacak, akraba ve benzeri kimselere verilecekler için de bir miktar düşmesi gerektiğini rivâyet etmişlerdir.

14. Tahminden Sonra Mahsule Bir Âfet İsabet Ederse:

Şayet alınacak mahsulün tahmin edilmesinden sonra ve mahsulün toplanmasından önce, mahsule bir âfet isabet edecek olursa, ilim ehlinin İcmaı ile zekât düşer. Ancak, geri kalan beş vesk ve daha fazla bir miktar ise, bunun zekâtı alınır.

15. Zirai Mahsullerde Zekâtın Nisabt:

"Beş vesk'den daha aşağı miktarda zekât yoktur." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu husus böylece beyan edilerek gelmiştir. Çünkü bu, Kitapta mücmeldir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey îman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin" (el-Bakara, 2/267) diye buyurduğu gibi:

"Devşirilip biçildiği günde hakkını verin" diye buyrulmaktadır. (Zekât düşen nisab ve miktar beyan edilmemiştir). Daha sonra zekât verilecek miktar, öşür ve öşrün yarısı diye beyan edilmiştir. Diğer taraftan malın kendisinden zekâtın alınması gereken miktar da mücmel olduğundan yine Hazret-i Peygamber de-bunu beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: "İster hurma, ister tane olsun, beş vesk'ten aşağısında sadaka (zekât) yoktur." 6. başlıkta geçmişti. İşte bu, yeşillerde (taze tüketilen meyve ve sebzelerde) sadaka verilmeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü bunlar vesk ile ölçülen şeylerden değildir.

Buna göre kimin payına hurma ya da tahıllardan beş vesk'lik bir mahsul isabet ederse, onun zekât vermesi icabeder. Kuru üzümden de böyledir.

İşte buna ilim adamları tarafından nisab diye ad verilir. Vesk kelimesi, visk şeklinde de söylenir.

Vesk, altmış sa'dır. Sa' ise dört müd'dür. Bir müd ise, Bağdadî rıtıl ile bir tam üçte bir ntıldır. Buna göre beş vesk bin ikiyüz mud eder. Ağırlık itibariyle, bin altıyüz rıtla tekabül eder.

16. Her Bir Mahsul Tek Başına Beş Vesk Gelmiyorsa:

Bir kimsenin mahsul olarak elde ettiği hurma ve üzümün toplamı beş vesk yapıyor ise, icma ile zekât vermesi gerekmez. Çünkü bunlar İki ayrı çeşittir. Aynı şekilde hurmanın buğdaya, buğdayın kuru üzüme, devenin ineğe, ineğin de koyun türüne eklenmeyeceği üzerinde de fukahâ icma etmişlerdir. Ancak, keçi ve koyun türünün birbirine ekleneceği icma ile kabul edildiği gibi, buğdayın arpaya ve seli (diye bilinen, Hicazda yetişen buğdaya benzer kabuksuz arpaya) eklenip eklenmeyeceği hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır ki, bu bir sonraki başlığın konusudur.

17. Değişik Mahsul Türlerinin Birbirine Eklenmesi:

Mâlik, özel olarak ve yalnızca bu üçünde (yani buğdayın, arpa ve şelfe) mahsul miktarlarının birbirlerine eklenmesini câiz kabul etmiştir. Çünkü bunlar, menfaat itibariyle biribirlerine yakınlıkları ve yerden bitip biçilmeleri bakımından ortak özelliklere sahip olmaları dolasıyla birbirine yakın tek bir tür gibidirler. İsmen ayrı olmaları ise, -camış ile inek, keçi ile koyun türlerinde olduğu gibi- hüküm itibariyle birbirlerinden ayrı olmalarını gerektirmez.

Şâfiî ve başkaları ise derler ki: Bunlar, birbirlerine eklenmezler. Çünkü bunlar faklı türlerdir, nitelikleri ayrı ayrıdır, isimleri birbirini tutmamaktadır. Tİsimleri da değişiktir. Bu ise, onların ayrı olmalarını gerektirir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mâlik der ki: Bütün tahıllar tek tür kabul edilir, biri ötekine ilave edilir.

Şâfiî de şöyle demektedir: Ayrı bir isimle bilinen ve yaratılışı itibariyle de, tadı itibariyle de diğerinden ayrı ve farklı olan hiç bir tahıl çeşidi diğerine ilave edilmez- Ancak, her bir türün bir bölümü diğer bölümüne ifave edilir. Kalitelisi, kalitesiz olanına eklenir. Türleriyle hurma, siyahıyla kırmızısıyla kuru üzüm, esmer ve diğer türleriyle buğday gibi.

Bu, aynı zamanda es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Ebû Hanîfe'nin iki arkadaşı Ebû Yûsuf ve Muhammed ile Ebû Sevr'in de görüşüdür.

el-Leys der ki: (Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma dışında kalan) bütün tahıl ve taneliler zekât için biri diğerine eklenir.

Ahmed b. Hanbel de, önceleri altının gümüşe, ve tanelilerin de birbirlerine eklenmesi doğrultusunda görüş belirtmekten çekinirken, daha sonraları bu hususta Şâfiî doğrultusunda görüş beyan etmeye başlamıştur.

18. Mahsullerin Devşirilmesinden Önce Tüketilen Bölümlerinin Hükmü:

Mâlik der ki: Mahsulün olgunlaşacağının görülmesinden yahut da elle ovalanıp ayırd edilebilecek hale gelmesinden sonra mahsul, sahibinin tükettiği, onun hesabına kaydedilir. Aynı şekilde, hasadı esnasında ve toplandığı sırada mal Sahibinin mahsulden verdiği, yine derlendiği sırada zeytinden verdikleri de araştırılır, tesbit edilir ve onun namına hesap edilir. (Yani, mahsulün toplamı içerisinde kabul edilerek, zekâtı verilmesi gereken toplam mahsule eklenir). Ancak, fukahanın çoğunluğu bu hususta ona muhalefet ederler ve mahsulün dövülüp, tanesinden ayrılmasından sonra geri kalanlarının dışında her hangi bir bölümünde zekâtı vacip görmezler.

el-Leys de, taneli ve tahıl mahsullerin zekâtı hususunda nafakadan önce bunların zekâtı hesap edilir. Elle ovularak tanesi ayrılacağı sırada kendisinin ve ailesinîn yedikleri ise ayrıca hesap edilmez. Bunlar da hurma bahçesi sahiplerine kendilerinin yemesi için bırakılan ve tahmin esnasında hesaba katılmayan taze hurma gibidir.

Şâfiî de der ki: Mahsulü tahmin edecek kişi, bahçe sahibine, taze hurma olarak kendisinin ve ailesinin yiyeceği miktarı çıkarır ve bunu tahmine katmaz. Kendisinin, taze hurma iken yediği de hesaba katılmaz.

Ebû Ömer (b. Abdİ'l-Berr) der ki: Şâfiî ve onun görüşünü paylaşanlar, yüce Allah'ın:

"Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" âyetini devşirilmeden önce yenilen şeylerin hesap edilmeyeceğine delil göstermişlerdir. Yine, Hazret-i Peygamberin: "Mahsulü tahmin ettiğiniz vakit, üçte biri bırakın. Üçte biri bırakmayacak olursanız, hiç olmazsa dörtte biri bırakın" hadîsini delil göstermişlerdir. Mahsulün dövülüp ayıklanması esnasında hayvanların ve ineklerin yediklerinin hiç bir bölümü de, -Mâlik ve diğerlerine göre- zekâta tabi olacak mahsul toplam arasına katılmaz.

19. Mahsul Eh Geçmeden Önce Satılanların Durumu:

Bakla, nohut ve karaburçak türünden, henüz taze İken satılanların kuru olarak miktarları araştırılır ve tane olarak bunların da zekâtı verilir. Aynı şekilde henüz taze iken satılan meyveler de araştırılarak kuru miktarı tahmin edilir ve bu tahmine göre kuru üzüm ve kuru hurma alarak zekâtı çıkartılır. Zekâtın, bunların bedelinden verileceği de söylenmiştir.

20. Üzüm Ve Hurması Kurutulamayan Mahsuller:

Mısır'ın üzümü ve taze hurması gibi, hurması kurutulamayan mahsullere gelince -ki, yağı çıkartilamayan zeytininin hükmü de böyledir- bu hususta İmâm Mâlik şöyle demiştir: Zekâtı bedelinden verilir ve bu mahsullerin sahibi başkasıyla mükellef tutulmaz. Diğer taraftan bedellerin yirmi miskal veya ikiyüz dirheme varması da nazar-ı itibara alınmaz. Yalnızca elde edilen mahsulün beş vesk ve daha fazla miktara ulaşıp ulaşmadığına bakılır.

Şâfiî de şöyle demektedir: Aile halkı, hurmayı taze olarak yiyecek veya başkasına yedirecek olurlarsa, o da kuru hurma olarak ortalamasının (arazinin durumuna göre) onda biri veya onda birin yarısını (yirmide birini) zekât olarak ayırır.

21. Sulama Şeklinin Arazi Mahsulünden Alınacak Zekâta Etkisi:

Ebû Dâvûd, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Semanın (yağmurun), nehirlerin ve pınarların suladığı, yahut da başka bir su ile sulanmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar suya yakın bulunan mahsullerde öşür (onda bir zekât) vardır. Deve sırtında getirilen taşıma su ile sulananlarda ise öşrün yarısı vardır. Yer üzerinde akan bir sudan sulanıyor ise, aynı şekilde öşür vardır." Buhârî, Zekât 55; Müslim, Zekât 7, Ebû Dâvûd, Zekât 12; Nesâî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 11.

Bu hadiste geçen "şeyh" kelimesinin, yer üzerinde akan su anlamına geldiği İbnü's-Sikkit tarafından açıklanmıştır. Hadiste sözü geçen bu "şeyh" lâfzı ise Nesâî tarafından kaydedilen rivâyette yer almaktadır.

Eğer, arazi bu şekilde akan su ile sulanmakla birlikte sahibi, herhangi bir suya malik olmayıp, bunu kiralıyor ise, bu da -Mâliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre- yağmur suyu ile sulanıyor gibidir. Ebû'l-Hasen el-Lahmî'nin görüşüne göre ise bu, taşıma su ile sulanan gibidir.

Eğer, bir sefer yağmur suyu ile, bir sefer de kovalarla sulanıyor ise, Mâlik şöyle demiştir: Böyle bir durumda ekinin daha çok hangisinin etkisiyle tamamlanıp ve canlandığına bakılır ve ona göre hüküm verilir. İbnü’l-Kasım'ın Mâlik'ten yaptığı rivâyet budur. İbn Vehb'in ondan yaptığı rivâyete göre ise, senenin yarısı pınar suyu ile sulanıp daha sonra bu su kesilecek olur da senenin geri kalan bölümü taşıma su ile sulanacak olursa, zekâtının yarısını öşür olarak verir, diğerinin yarısını öşrün yarısı (yirmide bir) olarak verir. Bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onun zekâtı, canlılığı hangisiyle tamam olmuşsa ona göre verilir.

Şâfiî ise şöyle demektedir: Her bir bölümün kendi hesabına göre (sulama şekli göz önünde bulundurularak) zekâtı verilir. Meselâ, iki ay taşıma su ile sulanıyorken, dört ay da yağmur suyu ile sulanıyorsa, öşrün üçte ikisi yağmur suyu için, altıda biri ise taşıma su için zekât verilir. Aynı şekilde artan ve eksilen de bu esasa göre hesap edilir. Bekkâr b. Kuteybe de buna göre fetva verirdi.

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf ise şöyle demektedir: Böyle bir durumda, daha çok hangisi ise ona bakılır ve ona göre zekat verilir. Bunun dışındaki sulamaya itibar edilmez. Bu görüş, Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir. Tahavî der ki: Herkesin ittifakla kabul ettiğine göre, bir gün veya iki gün yağmur suyu ile sulayacak olursa, buna kibar olunmaz ve bunun için bir hisse ayrılmaz. İşte bu da çoğunluğun nazar-ı itibara alınacağına delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: İşte bunlar, bu âyet-i kerimenin hükümlerinin özetidir. Belki bizden başkası, Allah'ın kendisine ihsan edeceğine uygun olarak bundan daha fazlasını da kaydedebilir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (2/267. âyetin tefsirinde) bu âyetin anlamı ile ilgili gelen açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

22. Mahsullerin Nisabını Beş Vesk Olarak Tesbit Eden Hadis:

Hazret-i Peygamberin: "Tanede (tahılda) olsun, hurmada olsun «beş vesk'e baliğ olmadıkça- sadaka (zekât) yoktur" âyetini Nesâî rivâyet etmiştir. Nesâî, Zekât 23.

Hamza el-Kinanî der ki: Bu hadiste "tanede" ibaresini İsmail b. Umeyye'den başkası zikretmemiştir. İsmail ise, Said b. el-Âs'ın soyundan gelen Kureyşli ve sika (güvenilir) bir ravidir. (Hamza) devamla der ki: Bu sünneti de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashâbı arasından Hazret-i Peygamber'den, Ebû Said el-Hudrî'den başka bir kimse rivâyet etmemiştir. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Durum, Hamza’nın dediği gibidir. Bu, gerçekten önemli bir sünnettir. Herkes bunu kabul ile karşılamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bellenmiş ve sabit bir yolla Ebû Said'den başka hiçbir kimse rivâyet etmiş değildir. Cabir (radıyallahü anh) da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bunun bir benzerini rivâyet etmiş olmakla birlikte, onun bu rivâyeti gariptir. Ayrıca biz, bu sünneti Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği yoldan hasen bir isnadla da tesbit etmiş bulunuyoruz.

23. İsraf:

Yüce Allah'ın:

"İsraf etmeyin" âyetinde geçen "israf", sözlükte hata demektir. Bedevi'nin birisi, bir topluluğu kastederek: ": Sizi aradım ama yerinizi isabet ettiremedim (hata ederek bulamadım)" demiştir. Şair de şöyle demektedir:

"At(lı suvari)ler onları çiğnerken birileri dedi ki:

Oldukça hata ettiniz (aşın gittiniz). Biz de: Biz zaten böyle şeylere

alışkın kimseleriz, diye cevap verdik."

Harcamada İsraf; sallallahü aleyhi ve sellemurganlık demektir. Müsrif; Harre vak'asında (Yezid tarafından kumandan tayin edilen) Müslim b. Kutbe el-Murrî'nin lakabıdır. O, bu vak'ada oldukça aşırıya gitmişti. Ali b. Abdullah b. el-Abbas da der ki:

"O, müsrifin birlikleri ve o aşağılık kimselerin evlatları geldiği gün,

Bana engel oldular; korumamı gerekenleri korumama."

Âyet-i kerimede ise, herhangi bir şeyi haksız yere alıp da onu yine haketmcdiği bir yere koymayınız, demek istenmiştir. Bu açıklamayı Esbağ b. el-Ferac yapmıştır. Buna yakın bir açıklama da İyad b. Muaviye'nin şu açıklamasıdır: Kendisiyle Allah'ın emrini aştığın her şey, şeref ve israftır. İbn Zeyd der ki: Bu, yöneticilere bir hitaptır. Onlara şöyle diyor: Hakkınızdan fazlasını ve insanların vermeleri gerekmeyen şeyleri almayınız. Her iki anlamı da Hazret-i Peygamberin: "Sadaka (zekât) tahsili hususunda haddi aşan kimse, tıpkı zekâtı vermeyen kimse gibidir" Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 19; İbn Mâce, Zekât 14. hadisi ifade etmektedir.

Mücahid der ki: Eğer, Ebû Kubeys Dağı akın olup bir kişiye ait olsa, o da bunu Allah'a itaat uğrunda harcayacak olsa, bununla müsrif olmaz. Eğer, Allah'a masiyet uğrunda bir tek dirhem, yahut bir mud infak edecek olursa, müsrif olur. İşte bu anlamda Hatim'e: İsrafta hayır yoktur denince, o da Hayırda israf olmaz, demişti.

Derim ki: Ancak bu, zayıf bir görüştür. Bunu da İbn Abbâs’ın kaydettiği şu rivâyet reddetmektedir: Sabit b. Kays b. Şemmas, kendisine ait olan beşyüz hurma ağacını, hurmalarını topladıktan sonra aynı günde onları fakirlere pay edip dağıttı ve aile halkı için geriye bir şey bırakmadı. Bunun üzerine: "İsraf etmeyin" âyeti nâzil oldu ki, onun tümünü vermeyin, demektir.

Abdurrezzak da İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Muaz b. Cebel, hurmalarını topladı ve onları sadaka olarak dağıtmaya başladı, sonunda geriye bir şey kalmadı. Bunun üzerine: "İsraf etmeyin" âyeti nâzil oldu.

es-Süddî der ki: "İsraf etmeyin" mallarınızı (sadaka) olarak verip fakir oturmayın, anlamındadır.

Muaviye b. Ebi Süfyan'dan da rivâyet edildiğine göre kendisine: Yüce Allah'ın:

"İsraf etmeyin" âyeti hakkında sorulunca, o da şu cevabı vermiş: İsraf, yüce Allah'ın hakkını yerine getirmekte kusurlu haraket etmendir.

Derim ki: Buna göre malın tümünü sadaka olarak vermek ile yoksulların hakkının verilmesini engellemek aynı zamanda israf hükmü içerisindedirler. Âdil davranmak (dengeli olmak) ise böyle değildir. Âdil davranan kişi, sadakasını da verir, kendisi ve çoluk çocuğu için de birşeyler bırakır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "En hayırlı sadaka, geriye sahibinde bir varlık bırakandır." Buhârî, Zekât 18, Nafakat 2; Muzlim, Zekât 95; Ebû Dâvûd, Zekât 39; Nesâî, Zekât 53, 60; Dârimî, Zekât 21, 22; Müsned, II, 245, 278, 402..., III, 330, 346, 402, 434.

Ancak, kişi nefsî bakımdan güçlü, Allah'tan başkasına ihtiyacını arzetmeyen, Allah'a tevekkül eden, çoluk çocuğu bulunmayan, tek başına bir kişi ise malının tümünü sadaka olarak bağışlayabilir.

Aynı şekilde zekât ve buna benzer bazı hallerde maldan verilmesi gereken muayyen bir takım hakları da bu şekilde çıkartıp verir.

Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem der ki: İsraf, salaha geri döndürülmesi mümkün olmayan şeydir. Şeref ise, salaha geri döndürülmesi imkânı bulunan şeydir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: İsraf, sallallahü aleyhi ve sellemurganlık ve aşırı gitmektir. Şeref ise, gaflet ve cahillik demektir. Şair Cerir der ki:

"Onlar sekiz köle tarafından güdülen yüz tane deve verdiler.

Ve bu bağışları dolayısıyla ne başa kaktılar, ne de israf ettiler."

Buradaki (israf anlamı verilen) "şeref" kelimesi, gaflete düşmek, aldanmak anlamındadır. Hata anlamına geldiği de söylenmiştir. "Kalbi şerif olan adam" ise, kalbi gaflet içinde ve hatalı kimse demektir. Şair Tarafe de der ki:

"Kalbi gaflet ve hata içerisinde olan bir kişi

Bana sövüp saymayı, bulut suyuna karışmış bir bal olarak görür."

142

Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da (yaratan O'dur). Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, apaçık bir düşmanınızdır.

Yüce Allah'ın:

"Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da"

âyeti, daha önce geçen âyete atfedilmiştir. Yani O, ayrıca davarlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacak olanları da yaratmıştır. Buradaki

"davarlar (el-En'âm)" ile ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır:

1. el-En'âm'dan kasıt, özel olarak develerdir. İleride buna dair en-Nahl Sûresi'nde (16/5. âyetin tefsirinde) açıklamalar gelecektir.

2. En'âm, aslında yalnızca develer için kullanılır. Bununla birlikte beraberlerinde inek ve koyun türü de bulunursa yine En'âm diye anılırlar.

3. En sahih olan ise Ahmed b. Yahya'nın ifade ettiği şu görüştür: En'âm, yüce Allah'ın yenilmesini helâl kıldığı bütün hayvanlardır. Bu görüşün sıhhatinin delili de yüce Allah'ın:

"Size dört ayaklı davarlar (behimetü'l-en'âni) -size okunacak olanlar hariç olmak üzere- helâl kılındı" (el-Mâide, 5/1.) âyetidir. Bu da önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Yük taşıyacak (el-Hamûle)" yük taşıyabilen ve çalışabilen demektir. Bu açıklama İbn Mes'ûd ve başkalarından nakledilmiştir. Diğer taraftan bu lâfız, özel olarak deve hakkında kullanılır denildiği gibi, eşek, katır veya deve olsun, sırtında canlı taşınan her hayvandır diye de açıklanmıştır ki, bu açıklama Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. Bunlar üzerinde taşıdıklar) yükleri bulunsun veya bulunmasın farketmez. Amere der ki:

"Beni korkutan yalnızca ora ahalisinin yük taşıyacak hayvanları oldu

Yurtlarının ortasında develere yol olarak verilen bitkinin tanesini

kuru kuruya yiyen (binekler)."

Yük taşıyacak anlamına gelen "hamule" kelimesi, "fe" harfi fet halı olarak teûle veznindedir. Eğer fail anlamında kullanılırsa (bu vezinde) müennes ile müzekkeri arasında fark olmaz. Nitekim, korkak erkek ve kadın hakkında -bu vezinde-: Ferûka denilir. Haccetmemiş erkek ve kadın için de -yine aynı vezinde- "sarûra" denilir. Bunun çoğulu yapılmaz. Şayet mef'ûl anlamında kullanılırsa, o takdirde müzekker ile müennes arasında müenneslik "te"si ile fark gözetilir. "Sağmal hayvan ve sırtına binilen dişi hayvan" gibi. -"Hâ" harfi ötreli olarak- "humûle" ise, yükler anlamındadır. Yine "hâ" harfi ötreli fakat sonunda müenneslik "te"si olmaksızın, "humul" ise, üzerinde hevdeç bulunan develer demektir. Hevdeçin içerisinde kadınların olup olmaması farketmez. Bu açıklamalar Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. Döşek yapılacak olanlar" ile ilgili olarak, ed-Dahhâk şöyle demiştir: Yük taşıyacak olanlar anlamındaki hamule, deve ve inek türü için, "Döşek yapılacak olanlar" anlamı verilen "ferş" ise koyun için kullanılır.

en-Nehhâs der ki: Bu, görüşün sahibi lehine yüce Allah'ın bir sonraki âyet-i kerimede geçen " Sekiz çift" âyeti delil gösterilmiştir. Yüce Allah burada "yük taşıyacak, döşek yapılacak olanlar "den bedel olmak üzere, Sekiz" diye buyurmuştur.

el-Hasen de der ki: Hamule, deve türüdür, Döşek yapılacak olanlar da koyun türüdür. İbn Abbâs da der ki: Hamule, deve, inek, at, katır ve eşek türünden yük taşıyan her hayvana ad olarak verilir. Ferş (döşek yapılacak olanlar) ise, koyun hakkında kullanılır.

İbn Zeyd der ki: Yük taşıyacak anlamındaki hamule, sırtına binilenlerdir. Döşek yapılacak olanlardan kasıt ise, eti yenilip sütü sağılandır. Koyun, buzağı ve dana gibi. Bunlara "ferş: döşek yapılacak planlar" adının veriliş sebebi ise, bedenlerinin ufak olması ve bunların "ferş" diye bilinen ve insanların çiğneyip geçtikleri bir araziye yakın oluşlarından dolayıdır. Nitekim şair recez vezninde şöyle demektedir:

"Bana yük taşıyacak ve döşek yapılacak (hayvan)lan miras bıraktı.

Her gün sağmal olanlarının sütünü sağıp duruyorum."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Davarlarınızdan döşek yapılacak olanları ve yük taşıyacak olanlar ile

Perdeler arkasında gizlenen (genç yaştaki kadın)ları ele geçirdik."

el-Esmaî der ki: Ben, ferş kelimesinin çoğulunun kullanıldığını işitmedim. Bunun, mastar olup bu tür hayvanlara isim olarak verilmiş olması da muhtemeldir. el-Ferş ise, ev eşyaları arasında yere serilenler demektir. Yine bu kelime, yeri kaplayacak şekilde yayılan ekin hakkında da kullanılır. Geniş arazi anlamında da kullanılır. Devenin ayağında ferş ise, az miktardaki geniş tabanlılık demektir ki, bu da güzel bir özelliktir. İftiraş ise, yayılmak anlamındadır. O halde bu kelime müşterek bir lâfızdır. Şanı yüce Allah'ın:

"Döşek yapılacak olanlar" âyetinin bu anlamda kullanılması da mümkündür.

en-Nehhâs der ki: Bu iki kelime hakkında yapılan açıklamaların en güzeli şudur: Yük taşıyacak olanlardan kasıt, yük taşımak için müsahhar kılınmış olanlardır. Döşek yapılacak olanlardan kasıt ise, yüce Allah'ın, üzerinde oturulmak ve döşek olarak kullanılmak üzere yaratmış olduğu deriler ve yünlerdir.

Âyetin geri kalan bölemlerine dair açıklamalar ise, daha önceden (el-Bakara, 2/208. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

143

Sekiz çift (yaratmıştır) Koyundan iki çift, keçiden İki çift: "Erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin döl yataklarında sarınıp bürüneni mi, (hangisini) haram kıldı? Şayet doğru söyleyenler iseniz bana, bir bilgiye dayanarak haber verin."

Âyetin tefsiri için bak:144

144

Deveden de iki (çift), sığırdan da iki (çift yaram). De ki: "Onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yahut dişilerinin dol yataklarında sarınıp bürüneni mi, (hangisini) haram kıldı? Yoksa Allah bunu, size tavsiye ettiğinde hazır mıydınız? İnsanları saptırmak için bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez.

Bu âyetlere dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız:

1. Âyetin Nüzul Sebebi Ve "Çift: Zevç" Kelimesinin Anlamı:

Yüce Allah’ın:

"Sekiz çift" âyetindeki;

"Sekiz" kelimesi, mahzuf bir fiil ile nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çift -yaratmıştır-." Bu açıklama el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir: Bu kelime

"Yük taşıyacak, döşek yapılacak olanlar" (el-En'am, 6/142) dan bedel olmak üzere nasbedilmiştir.

el-Ahfeş Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bu, yeyiniz" mukadder fiili ile nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çiftin etlerini yeyiniz. Bu kelimenin;

"Size verdiği rızıktan" (el-En'âm, 6/142) anlamındaki âyette yer alan ism-i mevsulun nasb mahallinde olması dolayısıyla bedel olarak nasbedilmesi mümkündür. Aynı şekilde Mübâh olan şeyleri yiyiniz. Koyundan iki çift... olmak üzere sekiz çift" anlamında nasb edilmiş olması da mümkündür.

Âyet-i kerîme, Mâlik b. Avf ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Onların;

"Şu davarların karınlarındaki yavrular, yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır" (6/139) âyetinde işaret edilen sözleri söylemeleri üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile Peygamberin ve mü’minlerin dikkatlerini kendileri için helâl kıldığı şeylere çevirmektedir. Tâ ki, onlar da Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram kılanlar durumuna düşmesinler.

"(Çift anlamına gelen:) zevç" kelimesi, "(tek anlamına gelen) "ferd"in zıddıdır. Meselâ; Çift ya da tek" denildiği gibi, yine aynı anlamlarda olmak üzere; da denilir.

Buna göre, yüce Allah'ın:

"Sekiz çift", sekiz tek demektir. Araplara göre, bir başka teke ihtiyacı bulunan her bir tek şeye (tek başına dahi olsa) zevç denilir. O bakımdan kocaya zevç denildiği gibi, hanıma da zevç denilir. Zevç lâfzı, hem tek kişi hakkında, hem de iki kişi hakkında kullanılabilir. Meselâ; O ikisi, iki çifttir (yani, iki tek olup beraber çifttirler) ve iki çifttir" de denilir. Tıpkı; İkisi de bir birine eşittir" (dinilirken her iki kelimede de tesniye kullanıldığı, yada kullanılmayıp yalnızca zamirin tesnîyesiyle yetînilme halinde) olduğu gibi. Meselâ, bir erkek, bir dişiyi kastetmek üzere; İki çift güvercin aldım," demek de böyledir.

2. Koyun Ve Keçi Türleri De Haram Edilmemiştir:

Yüce Allah'ın:

"Koyundan iki çift" âyeti, yani erkek ve dişi demektir. "Koyun" (küçük baş) türünden yünleri olan koyun demektir. Bu kelime; ın çoğuludur. Müennesi, ' şeklinde, çoğulu da; ...diye gelir.

Şöyle de denilmiştir: Bu kelime, tekili bulunmayan çoğul bir isimdir. Çoğulunun; olduğu da söylenmiştir. Köle, köleler" gibi. Çoğul olarak; diye de söylenebilir. Nitekim "Arpa" kelimesinin diye kullanıldığı gibi. Burada, (koyun anlamındaki kelimede) "dad" harfi sonraki hemzenin esreli oluşuna tabi olarak esreli okunmuştur.

Talha b. Mûsarrif, Koyundan iki çift" âyetini hemzesi üstün olarak okumuştur ki, bu da Basralılarca Araplar tarafından kullanımı işitilmiş bir söyleyiştir. Kûfelilere göre ise, ikinci harfi boğaz harfi (harfü halk) olan bütün kelimelerde muttarid (hepsinde) uygulanan bir kaidedir.

Keçi" kelimesinde de üstün ve sakin okuyuş bu şekildedir. Eban b. Osman, mübteda olarak merfu' olmak üzere, Koyundan iki çift, keçiden iki çift" diye okumuştur. Ubeyy'in kıraatinde ise: Keçiden de iki" şeklindedir, çoğunluğun kıraati de böyledir. İbn Âmir ve Ebû Amr ise, "ayn" harfini üstün olarak okumuştur. en-Nehhâs derki: Araplarca çoğunlukla kullanım, Keçi, koyun kelimelerinin ikinci harflerinin sakin okunuşu şeklindedir. Buna, çoğul yaptıkları vakit; Keçiler" şeklindeki kullanımları da delalet etmektedir. Köle ve köleler" denildiği gibi. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Şeracâ b. Cermoğulları keçilerini sağmayı onlara bağışlar.

Ey şefkat ve merhamet sahibi, esirgeme şefkatini."

Koyun, koyunların çoğul şekli de böyledir.

Küçükbaş hayvanlardan olan; Keçi, koyun çeşidinden farklıdır. Bunlar, kıllı ve kısa kuyrukludur Bu kelime, bir cins ismidir.

(........) kelimeleri de bu şekildedir. Tekili ise; diye gelîr, Arkadaş, arkadaşlar, tacir, tacirler" gibi. Müennesi ise, ...diye gelir, ile aynı anlamdadır. Çoğulu da şeklindedir. Keçileri artıp çoğalan kavmi anlatmak üzere; denilir. ise, keçi sahibi demektir. Ebû Muhammed el-Fek'asî, sütleri fazla olan develeri ve darlık zamanlarda koyunlardan üstün tuttuğu develeri vasfederken şöyle demektedir:

"Keçiler sahibi azıcık azıkla yetindiği zaman (o develer),

Hiç de az olmayan ölçek ile süt verirler."

Yerin sert olan bölümü demektir. ise, sert ve çakılı bol yer demektir. da böyledir. de, kişi, işine ciddiyetle sarıldı, demektir.

"De ki: Erkeklerini mi..." âyeti,

"Haram kıldı" ile nasbedilmiştir.

“Yahut dişilerini mi" ise ona atfedilmiştir.

“Yahut... sarınıp bürüneni mi" âyeti de bu şekildedir.

“Erkeklerini mi" âyetinde, vasıl 'elif'i ile birlikte istifham ve haberi birbirinden ayırt etmek için bir med harfi daha gelmiştir. Bu gelen "hemze" nin hazf edilmesi de caizdir. Çünkü Yoksa" kelimesi, zaten istifham'a (soruya) delâlet etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Konaklama yerinden akşam mı gider, yoksa sabah erken mi?"

3. Tartışma Ve Kıyas:

İlim adamları derler ki: Âyet-i kerîme, Bahîre ve onunla birlikte sözü geçen davarlar hakkında ve müşriklerin:

"Şu davarların karınlarındakiler yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır" şeklindeki sözlerinde müşriklere karşı delil getirilmektedir.

İşte bu, ilmi konularda tartışmanın sözkonusu olabileceğine delildir. Çünkü yüce Allah, Peygamberine, onlarla tartışmasını ve iddialarının tutarsızlıklarını kendilerine açıklamasını emretmiştir.

Yine bu âyet, kıyas ve akıl yürütmenin kabul edildiğini de göstermektedir. Ayrıca bu âyette kıyas yapılan bir hususta eğer nass varid olmuş ise, kıyasa göre görüş belirtmenin batıl olacağına da delil vardır. Bu ifadede "nakz olacağına dair delil vardır" anlamında da nakledilmiştir. Çünkü yüce Allah onlara doğru kıyaslar yapmalarını emretmiş ve böylelikle müşriklerin gerekçelerini reddetmelerini buyurmuştur.

Âyetin anlamı da şudur: Onlara de ki: Eğer Allah erkekleri haram kılmış ise, bütün erkekler haramdır. Eğer dişileri haram kılmış ise, bütün dişiler haramdır. Eğer, dişilerin yani koyun ve keçilerin döl yataklarında bulunanları haram kılmış ise, doğan bütün yavrular erkek olsun dişi olsun haramdır. Hepsi de yavru olarak doğduklarına göre, hepsinde aynı gerekçe (illet) bulunduğundan dolayı, hepsinin haram olması gerekir. Böylelikle onların illetlerinin (ileri sürdükleri gerekçenin sebebinin) çürük olduğunu, sözlerinin tutarsız olduğunu ortaya koymaktadır. Şanı yüce Allah, onların bu kabilden yaptıkları işlerin kendisine bir İftira olduğunu bildirmektedir.

"Bana bir bilgiye dayanarak haber verin." Eğer öyle bir bilginiz varsa, ona dayanarak söyleyin. Bu yaptığınız haram kılma nereden gelmektedir? Yanlarında ise öyle bir bilgi yoktu. Çünkü onlar, ilahi kitabı okuyup bilen kimseler değillerdi.

"Deveden de İki (çift)..." âyeti ve sonrasında gelen âyetler da az önce geçenler gibidir.

"Yoksa Allah bunu size tavsiye ettiğinde hazır mıydınız?" Yani, siz Allah'ın bunları haram kıldığında tanıklık mı ettiniz. İleri sürülen delilin, onlar için bağlayıcı ve susturucu bir delil olduğunu görünce, iftiraya koyularak: Evet Allah böyle emretti, dediler. Bunun üzerine yüce Allah da;

"İnsanları saptırmak için bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir" diye buyurarak, onların söylediklerine, her hangi bir delil getirilemediği için yalan söylediklerini beyan etti.

145

De ki: "Bana vahyolunanlar arasında, yiyecek bir kimseye, haram olduğunu bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır: Ölü, akmış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Allah'tan başkasının adına boğazlandığından dolayı fısk olanlar. Kim mecbur kalırsa, zulmetmeksizin ve haddi açmaksızın, (yerse), şüphesiz Rabbin, Gafûrdur, Rahîmdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1. Âyette Ve Başka Âyetlerde Haram Oldukları Bildirilen Yiyecekler:

"De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" anlamındaki bu âyet-i kerimede yüce Allah haram kıldığı şeyleri bize bildirmektedir. Anlamı şöyledir: Ey Muhammed de ki: Bana vahyolunanlar arasında şu şeylerden başkasının haram kılındığını görmüyorum. Sizin kendi arzunuza dayanarak haram kılmaya kalkıştıklarımız değildir.

Âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir. O sırada İslâm şeriatinde bunların dışında haram kılınmış bir şey yoktu. Daha sonra Medine'de el-Mâide Sûresi nâzil oldu ve haram kılınan şeyler arasında boğulmuş, kafasına vurulmuş, yüksek yerden düşmüş, boynuzlanmış ve bunun sonucunda ölmüş hayvanlar ile, şarap ve başka şeyler de eklendi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Medine'de yırtıcı hayvanlardan azı dişleri bulunan her bir hayvan ile kuşlardan da pençeli hayvanların yenilmesini haram kıldı.

İlim adamları, bu âyet-i kerimenin hükmü ile yorumlanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler:

Birinci görüş: Kendisine işaret ettiğimiz bu âyet-i kerimenin Mekkî olduğu ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haram kıldığı her şey ile Allah'ın Kitabında haram kılanan şeylerin buna eklendiği şeklindeki görüştür. Bütün bunlar, şanı yüce Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla ortaya koymuş olduğu ve bunlara eklenen hükümlerdir. Gerek rey ehli, gerek fıkıh ve gerekse eser (hadis) ehli olan ilim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir.

Bunun bir benzeri de, bir kadının halası ve teyzesi ile birlikte haram kılınışını ifade eden Hadîs-i şerîf ile yüce Allah'ın:

"Geriye kalanları ise... size helâl kılındı" (en-Nisa, 4/24) âyeti ile birlikte ele alınışına benzer. Yine, yüce Allah'ın:

"Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde... bir erkekle bir kadın bulunsun" (el-Bakara, 2/282) âyeti ile birlikte; şahidle beraber bir yemin ile hüküm vermek de (bk. Bakara, 2/282. âyet, 27. başlık) buna benzemektedir.

Bir diğer görüş olarak; bu âyet Hazret-i Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişi bulunan her bir hayvanı yemek haramdır" hadisi ile nesh olunmuştur. Bu hadisi Mâlik rivâyet etmiş olup, sahih bir hadistir. Muvatta’', Sayd 13. Ayrıca; Buhârî, Zebaih 29, Müslim, Sayd 3. 12, 16; Nesâî, Sayd 28; İbn Mâce, Sayd 13; Muvatta’', Sayd 14; Müsned, II. 36, 418.

Bu âyetin muhkem olduğu ve bu âyette sözü geçenlerin dışında kalan herhangi bir şeyin haram olmayacağı şeklinde de bir başka görüş vardır. Bu ise, İbn Abbâs, İbn Ömer ve Âişe (radıyallahü anhüm) dan rivâyet edilen bi; görüştür. Yine bunlardan bunun aksi görüş de rivâyet edilmiştir.

Mâlik der ki: Bu âyet-i kerimede anılanların dışında, apaçık besbelli bir haram yoktur. İbn Huveyzimendâd da der ki: Bu âyet-i kerîme -âyette istisna edilen ölü, akmış kan ve domuz eti dışında- hayvan ve onun dışında kalan her şeyin helâl olduğunu ihtiva etmektedir. İşte bundan dolayı biz, yırtıcı hayvanlar ile insan ve domuz dışında kalan diğer hayvanların mubah olduğunu söylüyoruz.

el-Kiyâ et-Taberî der ki: Şâfiî, hakkında hükmü belirtilmeksizin geçen her şeyin helâl kılındığı ilkesini -delilin haramlığına delalet ettikleri müstesna- bu âyete bina etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır Âyet-i kerîme muayyen bir şey hakkında soru sorana cevaptır. O bakımdan gelen cevap da hususi bir cevaptır. Şâfiî'nin kabul ettiği görüş de budur.

Şâfiî, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu âyet-i kerimede bir takım şeyler sözkonusu edilmektedir ki, bunlar hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a soru sormuşlardı, o da bu şeyler arasından nelerin haram kılındığı şeklinde onlara cevap vermişti.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani ben, bana vahyolunanlar arasında, yani şu vahyin bana nâzil olduğu halde ve onun bu nüzul zamanında ... başka bir şey bulmuyorum. Bundan sonra ise vahyin gelip başka bir takım şeyleri haram kılmasını engelleyen bir husus ise bulunmamaktadır.

İbnü’l-Arabî bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğini iddia etmektedir. Halbuki bu âyet-i kerîme, çoğunluğun görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a:

"Bu gün sizin için dininizi tamamladım..." (el-Mâide, 5/3) âyeti nâzil olduğu günü nâzil olmuştur. Bundan sonra ise neshedici herhangi bir hüküm inmediğine göre bu âyet muhkemdir. O halde bu âyette haram kılınanlar dışında haram kılınmış bir şey yoktur, benim meylettiğim görüş de budur.

Derim ki: Ancak, böyle bir şeyi ondan başka bir kimsenin söylediğini görmedim. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr), el-En'âm Sûresi'nin, yüce Allah'ın:

"De ki: Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..." (el-Enâm, 6/151) âyeti ile başlayan üç âyet-i kerîme dışında Mekke'de indiği hususunda icma bulunduğunu nakletmektedir. Bu sûreden sonra ise, Kur'ân-ı Kerîmin birçok bölümleri nâzil olmuş ve pek çok sünnet varid olmuştur. Meselâ, Medine'de, el-Mâide Sûresi'nde içkinin haram olduğuna dair hüküm nâzil olmuştur. Aynı şekilde Hazret-i Peygamberin, yırtıcı hayvanların azı dişli olan her bir yırtıcı hayvanı yemeyi Medine'de yasaklamış olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İsmail b. İshâk der ki: işte bütün bunlar, yüce Allah'ın:

"De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnız şunlardır" âyetinin nüzulünden sonra Medine'de olmuş şeyler olduğuna delalet etmektedir. Çünkü bu âyet Mekke'de inmiştir.

Derim ki: İşte ilim adamları arasında görüş ayrılığının ortaya çıkış noktası budur. Bir gurup ilim adamı, azı dişli yırtıcı her bir hayvanın yenilmesi yasağını ihtiva eden Hadîs-i şerîflerin zahirini bir kenara bırakmıştır. Çünkü bu hadisler, âyet-i kerimeden sonra varid olmuştur. Âyetteki hasr ise, açıkça görülmektedir. O bakımdan, âyetin gereğini alıp kabul etmek daha uygundur. Zira, âyet-i kerîme ya kendisinden önceki âyeti nesh edicidir, yahut da sözü geçen o hadislere tercih edilmelidir.

Bunların dışında başka şeylerin de haram kılınmış olduğunu kabul edenler ise, el-En'âm Sûresi'nin Mekke'de hicretten önce nâzil olduğunu açıkça görmüş ve tesbit etmişlerdir. Bu âyet-i kerîme ile de Bahire, Şaibe, Vasile ve Hâm gibi kendiliklerinden haram kıldıkları şeyler hususunda cahiliyyenin kanaatlerini reddetmenin kastedildiğini de ortaya çıkarmışlardır. Bundan sonra ise, ehlî merkepler, katır etleri ve buna benzer bir çok yiyeceğin, yırtıcı hayvanlar arasından azı dişlilerin, kuşlardan da pençelilerin haram kılındığını tesbit etmişlerdir.

Ebû Ömer der ki: "Bu âyette zikredilenler dışında haram bir şey yoktur" diyenlerin görüşüne göre, üzerine kasten Allah'ın ismi anılmaksızın kesilmiş hayvanların haram olmaması, diğer taraftan müslümanlar cemaati tarafından haram kılındığı kabul edilen içkinin helâl kabul edilmesi gerekir. Üzümden yapılmış şarabın haram kılındığı hususunda müslümanların icma etmiş olmaları, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın el-En'âm Sûresi'nde haram kılınmış şeyler dışında, bu sûreden sonra Kur'ân-ı Kerîm'den nâzil olan âyetler arasından kendisine vahyolunanlarda haram kılınmış başka şeyler de bulduğuna dair açık bir delildir.

Yırtıcı hayvanların, ehlî merkeplerin ve katırların etleri hususunda Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Bir seferinde bunların haram olduğunu söylemiştir. Buna sebep ise, Hazret-i Peygamberin bu hususta varid olmuş nehiyleridir. Muvatta’''da bulunanlara göre, onun sahih olan görüşü de budur. Muvatta’', Sayd 13-14. Bir seferinde ise, bunların mekruh olduğunu söylemiştir. Müdevvene'sinde zahir olan görüş de budur. Çünkü âyetin zahiri bunu gerektirdiği gibi, İbn Abbâs, İbn Ömer, Âişe (radıyallahü anhüm) ile bunların yenilmesini mubah kabul edenlerden gelen rivâyetin zahiri de bunu gerektirmektedir. Bu aynı zamanda Evzaî'nin de görüşüdür.

Buhârî, Amr b. Dinar'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben, Cabir b. Zeyd'e şöyle dedim: Onlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ehlî merkeplerin etlerini yemeyi yasakladığını iddia ediyorlar. O da şöyle dedi: el-Hakem b. Amr el-Gıfarî, Basra'da bizim yanımızda böyle diyordu: Fakat, el-Bahr (okyanus gibi alim) İbn Abbâs bunu kabul etmeyerek: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu. Buhârî, Zebâih 28.

İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre ona, yırtıcı havyanların eti hakkında soru sorulmuş, o da: Bunlarda bir mahzur yoktur, demiş. Bu sefer ona: Ebû Sa'lebe el-Kuşerî'nin hadisi (hakkında ne dersin) diye sorulunca, şu cevabı vermiş: "Biz, Rabbimizin Kitabını bacaklarına işeyen bir bedevi Arabın naklettiği hadis dolayısıyla terketıneyiz."

en-Nehaî'ye de fil ve aslanın etine dair soru sorulmuş, o da bu âyet-i kerimeyi okumuş. el-Kasım da şöyle demiş: Âişe (radıyallahü anha), İnsanların, yırtıcı hayvanların azı dişli olanlarının hepsi haramdır, dediklerini işitince; bunlar helâldir der ve şu: "De ki: Bana vahyolunanlar anasında... haram olduğunu bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okur, sonra da şöyle dermiş: (İçinde et kaynayan) tencerenin suyu kandan dolayı sararırdı. Sonra da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu görür de bunun haram olduğunu söylemezdi.

Bu hususta sahih olan ise, bizim öncelikle söz konusu ettiğimiz ve bu âyet-i kerimeden sonra varid olan haram kılman şeylere dair âyetlerin bunlara ilave edilip bu âyette zikrolunanlara atfolduğudur.

Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî de "Ahkâmu'l-Kur'ân." adlı eserinde zikrettiklerine muhalif olarak "el-Kabes" adlı eserinde buna şu sözleriyle işaret etmektedir: İbn Abbâs'tan, bu âyet-i kerimenin son nâzil olan âyetlerden olduğuna dair bir rivâyet vardır. Ancak, mezhebimize mensub Bağdatlı âlimler şöyle demişlerdir: Bu âyette zikrolunanların dışındaki her şey. helâldir. Şu kadar var ki, yırtıcı hayvanların yenilmesi de mekruhtur. Ancak, değişik bölge fukahasına göre -Mâlik, Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Abdulmelik de bunlar arasındadır- yırtıcı hayvanlar arasında azı dişli olanların hepsi haramdır. Yüce Allah'ın:

"De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetinden sonra kendilerine dair delil varid olmak suretiyle bunlardan ayrı başka bir takım şeylerin de haram kılınmış olması imkânsız bir şey görülemez.

Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Müslüman bir kişinin kanı, ancak üç şeyden birisi ile helâl olur..." Buhârî, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25. 26; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 15; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mâce, Hudûd 1; Dârimî, Hudûd 2, Siyer 11; Müsned, 1, 61. 63. 65..., VI, 181, 214. diye buyurup, küfür, zina ve öldürmeyi zikretmiştir. Diğer taraftan bizim ilim adamlarımız şöyle derler:

Konu ile ilgili varid olmuş deliller gereğince öldürmenin on tane sebebi vardır. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şanı yüce Allah'tan kendisine ulaşan bilgiye uygun olarak haber verirdi. Dilediği hükmü silen, dilediğini sağlamlaştırıp nesh eden ve dilediğini takdir eden de O'dur, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği sabit olmuştur: "Yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olan her bir hayvanı yemek haramdır."

Yine Hazret-i Peygamberin yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olanları ve kuşlardan da pençeli olanları yasakladığı da rivâyet edilmiştir. Müslim Ma'n'dan, o, Mâlik'len rivâyet ettiğine göre: "Pençeli olan her bir kuşun yenilmesi yasak kılınmıştır" dediği rivâyet edilmiştir. Müslim, Sayd 15-16; Ebû Dâvûd, Et'ime 32; Tirmizî, Sayd 9, 11; İbn Mâce, Sayd 13: Dârimî, Edâhî 18; Müsned, I, 147, 244, 302..., III, 323: IV, 89, 90, 127. Şu kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir ve yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların haram kılınmış olması, mezhebin sarih görüşüdür ve Mâlik de Muvatta’''da "yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların yenilmesinin haram kılınışı" Muvatta’', Sayd 4. sah. diye başlık açmış, daha sonra da konu ile ilgili hadisi zikredip arkasından da şu ifadeleri kaydetmiş bulunmaktadır: "Bizde kabul gören durum da budur." Muvatta’', Sayd 11, Böylelikle uygulama ile rivâyetin birbirine mutabık olduğunu haber vermektedir.

el-Kuşeyrî der ki: Mâlik'in: "Bu âyet-i kerîme son nâzil olmuş âyetlerdendır" demesi, bizim şöyle dememize engel teşkil etmez: Bu âyetten sonra da bir takım şeylerin haram kılındığı sabit olmuştur. Allah, hoş ve temiz şeyleri helâl kılmış, murdar olan şeyleri de haram kılmıştır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olanlarının yenilmesini yasakladığı gibi, kuşlar arasından da pençeli olanların yenilmesini yasaklamış, ehlî merkeplerin etlerinin yenilmesini de Hayber fethi şuasında yasaklamıştır. Bu tevilin sıhhatine delalet eden husus İse, dışkının, sidiğin, tiksinti veren haşeralın ve ehlî merkeplerin -ki, bu âyette sözü geçmeyen hususlar arasındadırlar- haram kılındıklarına dair icmâ bulunmasıdır.

2. Haram Kılma Lâfzının Hazret-i Peygamber Tarafından Kullanılması Halinde İfade Ettiği Hüküm:

Yüce Allah'ın:

"Haram olduklarını..." âyeti ile ilgili olarak İbn Atiyye şunları söylemektedir:

Haram kılma lâfzı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından kullanıldığı takdirde, sözü geçen şey ile ilgili bu hükmün yasaklama ve men’in son sınırına kadar ulaşması mümkün olduğu gibi, aynı şekilde dildeki kullanımına göre nihaî sınıra varmayıp kerahet ve buna benzer bir sınırda durması da mümkündür. Bu lâfız ile birlikte te'vil âlimi ashâbın buna teslimiyeti, onların hep birlikte bu hususta icmaı karinesi bulunmakla birlikte hadislerin lâfızları bu hususta muzdarip değilse, şer'an onun bu haram kılmasının yasaklama ve men'in son sınırına kadar ulaşması gerekir ve onun bu şekildeki haram kılma ifadesi ile haram kılınanlar domuz, meyte (leş) ve akmış kan gibi olur. İşte, içkinin haram kılınış niteliği de budur.

Diğer taraftan haram kılma lâfzı ile birlikte hadis lâfızları arasında muzdariplik bulunup, hadisleri bilmekle birlikte İmâmlar, hadisin karanlık lâfzının hükmü hakkında görüş ayrılığına düşmüş olmaları gibi bir karine varsa, -Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvanın yenilmesi haramdır" hadisinde olduğu gibi-... diğer taraftan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvanın yenilmesini yasaklayan âyeti varid olmakla birlikte, ashâb ve onlardan sonra gelenler, banları, haram olup olmadıkları hususunda farklı görüşlere sahip iseler; işte bu sebepler dolayısıyla konuyu tetkik eden bir kimsenin haram kılma lâfzını kerahet ve buna benzer yasaklama anlamına yorumlaması mümkündür.

Diğer taraftan bazı haram kılma lâfızlarıyla birlikte te'vil karinesi de vardır. Hazret-i Peygamberin ehlî merkeplerin etlerinin yenilmesini haram kılması buna örnektir. Bu yasaklamada hazır bulunan ashâbın kimisi, necis olduğundan dolayı haram kıldığı te'vilinde bulundukları gibi, kimisi de insanların yük taşıyacakları merkeplerin yok olmaması maksadına binaen haram kılındığı şeklinde te'vil etmişlerdir. Daha başkaları ise, katıksız bir haram kılmadır, diye açıklamışlardır. Ümmet arasında da ehlî merkeplerin etlerinin haramlığı hususunda görüş ayrılığı bulunduğu sabit olmuştur.

İşte ilim adamlarından bu meseleyi dikkatle tetkik eden bir kimsenin buradaki haram kılma lâfzını, kerahet ve buna benzer yasaklayıcı hükümlere -kendi içtihad ve kıyasına göre- açıklaması mümkündür.

Derim ki: Bu, gerek bu konuda, gerekse daha önce açıkladığımız şekilde bu husustaki görüş ayrılığının sebebi ile ilgili olarak güzel bir açıklamadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Merkebin etinin yenilmeyiş sebebi, erkek merkeplerin birbirlerine cinsel bakımdan yaklaşmaları ve Lut kavminin işiniyapmalansuretiyle kötü özlerini ortaya koymuş olmalarıdır. O bakımdan onun hakkında ries (pislik) hükmü verilmiştir. Muhammed b. Sîrin de der ki: Hayvanlar arasında Lût kavminin yaptığı işi yapan domuz ve eşekten başka bir hayvan yoktur. Tirmizî (el-Hakim) bunu "Nevâdiru'l-Usul"de zikretmiştir. Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, I, 543-54'i. (2) Ebû Dâvûd, Et'ime 29,

3. Çeşitli Hayvanların Yenilmesi İle İlgili Hükümler Ve Bu Husustaki Görüş Ayrılıkları:

Amr b. Dinar, Ebû'ş-Şahsâ'dan, o, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Cahiliye dönemi İnsanları bir takım şeyleri yer, bir takım şeyleri terk ederlerdi. Allah da Peygamberini -salat ve selam ona- gönderip Kitabını indirdi, helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram kıldı. O bakımdan helâl, O'nun helâî kıldığıdır, haram da O'nun haram kıldığıdır. Hakkında susup bir şey -söylemediği ise afTedilmiştir. Daha sonra da şu:

"De ki... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu. Yani, haram olduğu açıklanmamış her bir şey, bu âyetin zahirine göre mubahtır,

ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdullah b. Abbas'tan: "Deki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetini okuyup şunları söyledi: O, meytenin yalnızca yenilmesini haram kılmıştır, Meytenin yenilen kısmı ise etidir. Deri, kemik , yün ve tüylerine gelince, bunlar helâldir.

Ebû Dâvûd da Milkam b. Telib'den, o, babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile arkadaşlık ettim. Yerde bulunan haşerelerin haram kılındığına dair (Ondan) bir şey işitmedim.K2)

Haşere ise, cerboa, büyük keler, kirpi gibi yerde yaşayan küçük hayvanlardır. Şair der ki:

"Ey Um Amr, biz fare bile yedik.

Garip olan sizin aranızda haşerat da yer."

Yani, yer yüzünde yürüyüp giden canlıları yer.

el-Hattabî der ki: Milkam'ın babasının söylediği: "Haram kılındıklarına dair bir şey işitmedim" şeklindeki ifadesi haşeratın mubah olduklarına delil değildir. Çünkü bu haram kılma hükmünü ondan başkası işitmiş olabilir. İlim adamları, cerboa, ada tavşanı ve bunlara benzer haşeratın yenilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Urve Ala, Şâfiî ve Ebû Sevr, cerboanın yenilmesi hususunda ruhsat bulunduğunu söylemişlerdir. Şâfiî der ki: Ada tavşanı yemenin bir mahzuru yoktur. İbn Sîrin, el-Hakem, Hammâd. ve rey ashâbı ise bunu mekruh görmüşlerdir. Yine rey ashâbı, kirpiyi de mekruh görürler. Mâlik b. lines'e kirpi hakkında sorulunca o, bilmiyorum diye cevap vermiştir. Ebû Amr'ın naklettiğine göre Mâlik, kirpinin yenilmesinde bir mahzur yoktur, demiş. Ebû Sevr de kirpi yemekte mahzur olmadığı görüşünde idi. Bunu Şâfiî'den de nakleder. İbn Ömer'e kirpi hakkında sorulunca, o da: "De ki: Bana vahyolunanla'r arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetini okudu. İbn Ömer'in huzurunda bulunan yaşlı bir zat bunun üzerine şöyle demiş: Ben, Ebû Hüreyre'yi şöyle derken dinledim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O, pis ve murdarlardan birisidir" diye buyurdu. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: Eğer Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu süylemişse, onun dediği gibidir. Bunu, Ebû Dâvûd nakletmektedir. Ebû Dâvûd, Et’ime 29.

Mâlik de der ki: Buyû'k keler, cerboa ve çöl keleri yemekte bir mahzur yoktur. Yine İmâm Mâlik'e göre, şer'i usule göre kesilecek olursa yılan yemek de caizdir. Bu, İbn Ebi Leyla ve el-Evzaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde zehirli yılanlar, akrepler, fareler, yıkına ağu veren diye bilinen zehirli kertenkeleler, kirpi ve kurbağanın da yenilmeleri caizdir. İbni'l-Kasım da der ki: Yeryüzü haşeratının, alwplerin ve orada yaşayan kurt ve solucanların Mâlik'in görüşüne göre yenilmesinde bir mahzur yoktur.

Bu hususta görüşünün lehine delil, Milkam b. Telib'in babasından naklettiği hadis ile, İbn Abbâs ve Ebû'd-Derda’nın şu sözleridir: Allah'ın helâl kıldığı şey helâldir, haram kıldığı şey de haramdır. Hakkında bir şey söylemeksizin geçtiği ise afv edilmiştir. Hazret-i Aîşe de fare hakkında: O haram değildir, demiş ve: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okumuştur.

Medineli ilim adamlarından bir topluluk ise, yer yüzünün zehirli zehirsiz haşeratından her hangi bir şeyin yenilmesini câiz kabul etmezler. Yılanları, kertenkeleleri, fareleri ve benzerlerini haram kabul ederler. Bu ilim adamlarına göre, öldürülmesi câiz olan hiç bir mahlukun yenilmesi câiz olmadığı gibi, görüşlerine göre şer'i usule uygun kesimin de bir etkisi olmaz. Aynı zamanda bu, İbn Şihab, Urve, Şâfiî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları ve başkalarının da görüşüdür.

Mâlik'e ve arkadaşlarına göre, yabani hayvanlar arasında hiç bir yırtıcı hayvan yenilmediği gibi, evcil kedi de yabani kedi de yenilmez, çünkü bunlar da yırtıcıdır.

Yine Mâlik şöyle demektedir: Sırtlan ve tilki de yenilmez. Bununla birlikte bütün yırtıcı kuşların, akbaba, kerkenez kuşu, kartal ve bunların dışında kalanların leş yesinler yemesinler, etlerinin yenilmesinde bir mahsur yoktur. el-Evzaî de der ki: Bütün kuşlar helâldir. Şu kadar var ki, ilim adamları, akbabayı yemeyi mekruh kabul etmişlerdir. Mâlik'in delili, ilim ehli arasında yırtıcı kuşların etini yemeyi mekruh gören kimseyi bulmadığıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen: "Hazret-i Peygamber, kuşlardan pençeli her bir kuşun yenilmesini yasaklamıştır" hadisini münker kabul etmiştir.

Eşheb'den ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Serî usule uygun olarak kesilmesi şartıyla filin yenilmesinde bir mahzur yoktur. Şa'bî'nin görüşü de budur. Şâfiî ise bunu kabul etmemektedir. Nu'man (b. Sabit, yani Ebû Hanîfe) ve arkadaşları ise, sırtlan ve tilki yemeyi mekruh görmüşler. Şâfiî ise bunların yenilmesine ruhsat vermiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas'dan sırtlan yediğine dair rivâyet nakledilmiştir.

Mâlik'in delili, yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan bütün hayvanların yenilmesinin yasak olduğunu bildiren hadisin umumî olup her hangi birisini tahsis etmemesidir. Nesâî tarafından sırtlan yemenin mubah görüldüğüne dair rivâyet edilen hadiste, Nesâî, Sayd 27. onu yasaklayan hadis ile tearuz teşkil edebilecek bir taraf yoktur. Çünkü bu, Abdurrahman b. Ebi Ammar'ın münferiden rivâyet ettiği bir hadistir. Abdurrahman ise, ilim (hadis) nakliyle meşgul bir kimse olmadığı gibi, kendisinden daha sağlam bir ravinin kendisine muhalefet etmesi halinde rivâyeti delil gösterilebilecek kimselerden değildir.

Ebû Ömer (b. Abdİ’l-Berr) der ki: Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların hepsinin yenilmesini yasaklayan hadis, tevatür derecesini bulacak kadar çeşitli yollardan rivâyet edilmiştir. Bunu, sağlam, sika ravilerin önderlerinden bir topluluk rivâyet etmiştir. Dolayısıyla İbn Ebi Ammar gibi birisinin hadisi ile bu rivâyetlere karşı çıkmaya imkân yoktur.

Yine Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Müslümanlar, maymun yemenin câiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) maymun yemeyi yasaklamıştır. Satışı da câiz değildir, çünkü sağladığı bir menfaat yoktur. Abdurrezzak'ın, Ma'mer'den, onun Eyyub'dan zikrettiği rivâyet dışında maymun yemeye ruhsat veren bir kimse olduğunu da bilmiyorum. Mücahid'e maymun yeme hakkında soru sorulmuş, o da: "Maymun, yenilmesi helâl kılınan dört ayaklı davarlardan değildir" diye cevap vermiştir.

Derim ki: İbnü'l-Münzîr şunu zikreder: Biz, Atâ'dan rivâyetimize göre Atâ'ya, maymun Harem bölgesinde öldürülürse hükmü nedir? diye sorulmuş, O da (o takdirde) onun hakkında adaletli iki kişi (fidyesi hususunda) hüküm verir, demiştir. Buna göre, Atâ'nın görüşüne göre maymun etini yemek caizdir. Çünkü, fidye cezası avdan başka hayvanları öldürenler hakkında vacip değildir.

er-Ruyanî'nin "Bahru'l Mezheb" adlı, İmâm Şâfiî mezhebine göre yazılmış eserinde şöyle denilmektedir: Şâfiî der ki: Maymunların satışı caizdir. Çünkü, maymun eğitilir ve eşyanın korunması için ondan yararlanılabilir. el-Keşfelî de İbn Şüreyh'den, maymunun satışının -ondan yararlanıldığı gerekçesiyle- câiz olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ona, peki ne şekilde ondan yararlanılır diye sorulunca, o da, çocuklar onunla eğlenip sevinirler, diye cevap vermiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Köpek, fil ve"azı dişli bütün hayvanlar kanaatimce maymun gibidir. Delili İse Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetinde bulmak gerekir. Başkasının âyetinde değil. Bazıları ise, Araplar arasında Kaf aslılardan bir topluluk dışında köpek eti yiyen kimselerin bulunmadığını iddia etmişlerdir.

Ebû Dâvûd, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), pislik yiyen hayvanı yemeyi, sütünü içmeyi yasaklamıştır. Ebû Dâvûd, Et'ime 24; Tirmizî, Et'ime 24; İbn Mâce, Zebâih 11, Bir başka rivâyette de şöyle denmektedir: Develer arasından pislik yiyenlere binilmesini ve sütlerinin içilmesini yasaklamıştır. Ebû Dâvûd, Et'ime 24.

el-Halimî Ebû Abdullah der ki: Pislik yiyen (el-Cellâle.) serbest bırakılıp salınmış hayvan ve tavuklar arasından pislik yiyenlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların etlerini yemeyi yasaklamıştır.

İlim adamları der ki: Etinde, yahut tadında pislik kokusu ortaya çıkan her bir hayvanın eti haramdır. Bu koku ortaya çıkmıyorsa helâldir. el-Hattabî der ki: Buradaki yasaklamaktan kasıt, tenzihi ve temizliğe riâyeti öngören bir yasaktır. Çünkü, pislik yiyen hayvan pislikle gıdalanacak olursa, pisliklerin kötü kokusu etlerine siner. Bu ise, çoğunlukla yediklerinin pislik teşkil etmesi halinde böyle olur. Eğer otlayacak ve ona yem olarak tane verilecek olur da az bir şey de pislik yiyor ise, bu gibilerine pislik yiyen (cellâle) denilmez. Böyleleri de serbest bırakılan tavuklar ile benzeri diğer hayvanlar gibidir. Bunlar, belki kısmen pislik yerler ama, çoğunlukla gıdası ve yemi pislikten başka şeylerdir. O bakımdan böylelerinin yenilmesi mekruh olmaz.

Rey sahipleri ile Şâfiî ve Ahmed şöyle demektedirler: Pislik yiyen bir hayvan, bir kaç günlük süre ile haps edilip pislik dışında ona yem verilmedikçe eti yenilmez. Elindeki pis kokuların gittiği kabul edildikten sonra yenilir. Bir hadiste rivâyet olunduğuna göre: "(Bu tür) ineklere kırk gün süreyle yem verilir, ondan sonra etleri yenilir."

İbn Ömer de (pislik yiyen) tavuğu üç gün alıkoyar, sonra keserdi. İshâk der ki: Eti iyice yıkandıktan sonra boylesini yemekte bir mahzur yoktur, el-Hasen ise pislik yiyen hayvanın etini yemekte bir mahzur olmadığı görüşünde idi. Mâlik b. Enes de bu görüşte idi.

(Ziraat) arazisine pisliğin (gübrenin) bırakılmasının yasaklanışı da bu kabildendir. Ashâbdan bazılarından şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (fey'den hissesine düşen) arazisini kiraya veriyorduk da, onu kiralayan kimseye oraya pislik atmamasını şart koşuyorduk. İbn Ömer'den nakledildiğine göre o, arazisini kiraya verir, fakat oraya pislik (gübre) atılmamasını şart koşardı. Yine rivâyet olunduğuna göre, adamın birisi pislik kullanarak arazisini ekiyor idi. Ömer (radıyallahü anh) ona şöyle demişti: Sen, insanlara kendilerinden çıkan şeyleri yediren bir kimsesin.

Atların yenilmesinin hükmü hususunda da farklı görüşler vardır. Şâfiî at yemenin mubah olduğunu söylemiştir, sahih olan da budur. Mâlik ise bunu mekruh görmüştür.

Katır ise, eşek ve attan doğmadır. Bunların birisinin eti yenir veya mekruhtur, -ki bu da attır- diğeri ise haramdır -ki, bu da eşektir-, O bakımdan haram kılan hüküm daha öne geçirilmiştir. Çünkü, helâl kılan hüküm ile haram kılan hüküm aynı şeyde bir arada bulunacak olursa, haram kılma hükmü öne geçirilir. Yüce Allah'ın izniyle, ileride bundan daha kapsamlı bir şekilde bu meseleye dair açıklamalar en-Nahl Sûresi'nde (16/8. âyet, 5- başlıkta) gelecektir. el-A'raf Sûresi'nde de (7/133- âyet, 3 ve 4. başlıklarda) çekirgelere dair hükümler gelecektir.

Halef ve selefin Cumhûru, tavşan yemenin câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Abdullah b. Amr b. el-As'dan ise bunun haram olduğuna dair rivâyet nakledildiği gibi, İbn Ebi Leyla'nın bunu mekruh gördüğü rivâyet edilmektedir. Abdullah b. Amr der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, ben de huzurunda oturduğum bir sırada tavşan getirildi, ondan yemediği gibi, onun yenilmesini de yasaklamadı. Tavşanın ay hali olduğunu iddia etti. Bunu da Ebû Dâvûd zikretmektedir. Ebû Dâvûd, Et'ime 26.

Nesâî de mürsel olarak Mûsa b. Taîha'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir adamın kızartmış olduğu bir tavşan getirildi ye: Ey Allah'ın Rasulü ben onda kan gördüm, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona ilişmedi ve yemedi. Yanında bulunanlara da: "Siz yeyiniz, benim canım onu çekseydi yerdim." Nesâî, Sayd 25.

Derim ki: Bunda tavşanın haram olduğuna delalet eden her hangi bir husus yoktur. Bu, olsa olsa Hazret-i Peygamber'in (keler hakkında söylediği): "Bu benim yaşadığım bölgede bulunmuyordu, o bakımdan ondan tiksinir gibi oluyorum" Buhârî, Et'ime 10, 14, Zebaih 32, Müslim, Sayd, 44; Ebû Dâvûd, Et’ime 27; Nesâî, Sayd 26; İbn Mâce, Sayd 16; Dârimî, Sayd 8: Muvatta’', İsti'zan 10; Müsned, I, 345; IV, 88-89. şeklindeki sözü kabilindendir.

Müslim de Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Biz, Mersu'z-Zahrân denilen yerden geçerken bir tavşanı ürküttük. Arkasından koşup gidenler oldu. Ancak, onu bir türlü yakalayamadılar. Ben ise onu arkasından yetişinceye kadar koştum. Onu alıp Ebû Talha'ya gerirdim, o da bunu boğazladı. Butun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gönderdi. Ben de onu alıp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a götürdüm, O da bunu kabul etti. Buhârî, Hibe 5, Zebâih 10, 32: Müslim, Sayd 53: Tirmizî, Et'ime 2; Nesâî, Sayd 25; İbn Mâce, Snye 17; Dârimî, Sayd 7; Müsned,II, 119. 171.

4. Bazı Kıraat Farkları Ve Kanın Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Yiyecek bir kimseye..." âyetindeki "vahyolunan" anlamındaki kelimeyi, İbn Âmir'in, hemzeyi üstün olarak; "Vahyetti" şeklînde okuduğu rivâyet edilmiştir. Ali b. Ebî Tâlib de "yiyecek bir kimseye" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ti" harfini şeddeli olarak okumuştur. Bununla şekline işaret etmektedir. Buradaki L'te" harfi, "u" harfine idğam edilmiştir.

Âişe (radıyallahü anha) İle Muhammed b. el-Hanefîyye ise, bunu;" Yiyecek bir kimsenin yediği" anlamında mazi fiil ile okumuştur

Yalnızca şunlardır: Ölü" ibaresindeki fiil, "ve" harlı ile de "te" harfi ile de okunmuştur. Yani, o yenilecek olan şey, yahut cüssesi veya şalisi ölü olması hali müstesnadır. Olması" kelimesi "ye" ile, Ölü kelimesi de merfü' olarak, yani ölmüş olması anlamında da okunmuştur.

"Akmış" anlamındaki: "el-Mesfuh" ise, akan, cereyan eden demektir ki, haram kılınan kan budur. Böyle olmayan kanlar ise bağışlanmıştır.

el-Maverdî, akmamış kanın, eğer karaciğer ve dalak gibi damarlar içinde ve donma özelliğinde ise helâl olduğunu nakletmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır..." İbn Mâce, Et'ime 31; Müsned, II, 97

Şayet bu kan, eğer damarlar içerisinde bulunmayıp donmayacak türder değilse, et ile birlikte bulunan ve akabilme özelliğinde olan kan ise, bunur haramlığı hususunda iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu gibi kan haramdır çünkü bu da ya akan kandandır veya onun bir parçasıdır. Özel olarak

"akan" kaydının zikredilmesi ise, karaciğer ve dalağın istisna edilmesi İçindir. İkinci görüşe göre ise, böyle bir kan haram değildir, çünkü haramlık öze olarak akan kan hakkında tahsis edilmiştir.

Derim ki: Sahih olan da budur. İmrân b. Cüdeyr der ki: Ben, Ebû Miclez'e kanın bulaştığı et ile kandan dolayı üzerinde kırmızı bir köpük yükselen tencerenin yemeği hakkında soru sordum da şu cevabı verdi: Bunun bir mahzuru yoktur. Çünkü Allah akmış kanı haram kılmıştır. Buna yakın bir açıklamayı Hazret-i Âişe ve başkaları da yapmıştır. İlim adamları da bu hususta icma etmişlerdir.

İkrime der ki: Bu âyet-i kerîme olmasaydı, müslümanlar yahudilerin ette damarları bulup takip etmeleri gibi, müslümanlar da öylece takip edeceklerdi.

İbrahim en-Nehaî de der ki: Damarlardaki yahut kemik iliğindekİ kanın bir mahzuru yoktur. Buna dair açıklamalar ile âyet-i kerimede sözü edilen ve zaruret halinde bulunanın hükmüne dair açıklamalar daha Önce el-Bakara Sûresi'nde (2/173. âyet, 20. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

146

Biz, yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Ancak, sırtlarına veya kararlarındaki bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışan ayrı. Bu (böyledir); onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1. İslâm'dan Önceki Ümmetlere De Bazı Yasaklar Konulmuştu:

Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine haram kıldığı şeyleri zikrettikten sonra

"Biz yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık" ile de yahudilere haram kıldığı şeyleri sözkonusu etmektedir. Çünkü, onlar: Allah bize herhangi bir şeyi haram kılmadı, aksine İsrail'in (Hazret-i Yakub'un) kenidisine haram kıldığı şeyleri biz de kendimize haram kıldık diyerek, Allah'ın haramlara dair hüküm indirdiğini yalanlamışlardı.

el-Bakara Sûresi'nde; "Yahudilerin ne anlama geldiğine dair açıklamalar (2/62. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu haramlar, yahudilere bela ve ceza olmak üzere emredilmiş mükellefiyetler idi. Burada onlara haram kılınan şeylerin başında tırnaklı olan her şey zikredilmiştir.

el-Hasen, "fe" harfini ötreli değil de sakin olarak; Tırnak diye okumuştur. Ebû's-Simal ise, "zı" harfini esreli, "fe" harfini de sakin olarak; diye okumuştur. Ebû Hatim ise, "zı" harfini esreli ve "fe" harfini sakin okuyuşu kabul etmemiş ve böyle bir kıraati zikretmemiştir. Ancak bu da bir söyleyiştir. Bu iki harfin esreli kıraati de vardır. Çoğulu ise, şeklinde gelir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. en-Nehhâs, el-Ferrâ''dan ayrıca; şeklinde çoğul yapıldığını da İlave eder. İbnü's-Sikkit der ki: Bir adamın tırnakları oldukça uzun ise denilir. Nitekim saçlan uzun bir kimse hakkında; denildiği gibi.

Mücahid ile Katade derler ki:

"Tırnaklılar" dan kasıt, parmakları birbirinden ayrı olmayan kara hayvanları ve kuşlardır. Deve, deve kuşu, ördek ve kaz gibi. İbn Zeyd ise, kasıt yalnızca develerdir, demektedir.

İbn Abbâs der ki: "Tırnaklılar"dan kasıt, deve ve deve kuşlarıdır. Çünkü deve kuşlarının da deve gibi tırnakları vardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt, kuşlardan pençeli olanlar, hayvanlardan da tek tırnaklı olanlardır. Çünkü, tek tırnağa (demek olan el-Hâfir'e) istiare yoluyla tırnak (anlamındaki zılV) da denilir. Tirmizî el-Hakim de der ki: Hafir de tırnaktır, mihleb (pençedeki tırnak) de tırnaktır. Şu kadar var ki, bunların her birisinin tırnağı kendisine göredir. İfadede istiare diye birşey de sözkonusu değildir. Nitekim her ikisinin de kesildiklerini ve bunlardan bir miktar kısaltıldığını, her ikisinin de tek bir cins olarak yumuşak ve gevşek kemik olduklarını görebilmekteyiz. Asıl itibari ile de bu şekilde gelişen gıdadan ibarettir. Ve insan tırnağı gibi kesilirler. Bu gibi hayvanların tırnaklarına "hâfir" adının veriliş sebebi ise, yere düşmesi suretiyle yeri hafr etmesi (kazması) ndan dolayıdır. Kuşun pençesindeki tırnağa "mihleb" denilmesine gelince, diğer uçan kuşları tırnaklarının iğne gibi sivri uçları ile yaralamasıdır. Tırnağa "zufur" deniliş sebebi ise, eşyayı ele geçirme imkânını bulmasıyla zafer buluşundan dolayıdır. Yani, insanoğlu ve kuş, onun sayesinde ele geçireceklerini ele geçirirler.

2. İsrailoğullarına Haram Kılınan İç Yağları:

Yüce Allah'ın:

"Onlara, sığır ve koyunun İç yağlarını da haram kıldık"

âyeti ile ilgili olarak Katade şöyle demiştir: Bununla işkembe üzerindeki iç yağı ile böbrekler üzerindeki yağlan kastetmektedir. es-Süddî de böyle açıklamıştır. İbn Cüreyc de der ki: Kemiğe karışmamış, yahut kemik üzerinde bulunmayan bütün iç yağlarını onlara haram kılmıştı. Buna karşılık böğürlerindeki yağlar ile kuyruk yağlarını da helâl kılmıştı. Çünkü kuyruk yağı usus denilen kuyruk sokumundaki kemiğin üzerindedir.

3. Haram Kılman İçyağlardan Îstisnâ Kılınanlar:

Yüce Allah'ın;

"Ancak, sırtlarına... yapışan müstesna" âyetindeki; lâfzı istisna olarak nasb mahallindedir." Sırtlarına" kelimesi ise, Yapışan" kelimesi ile merfu olmuştur.

Veya karınlarındaki bağırsaklarına" kelimesi ise, "sırtlar" kelimesine atfedilerek cep mahallindedir. Yani; Yahut karınlarındaki bağırsaklarına yapışan..." takdirindedir. Âyetteki kelimenin başına elif-lâm'ın gelmesi ise takdiri ifadedeki izafetin yerine gelmiştir. Buna göre "bağırsaklarına yapışan" iç yağları helâl kılınanlar arasında olur.

"(.......): Veya kemiğe karışan" âyetindeki; da aynı şekilde "yapışan'a atf ile nasb mahallindedir. İşte bu, bu husustaki görüşlerin en sahih olanıdır. el-Kisâî, el-Ferrâ' ve Ahmed b. Yahya'nın görüşü budur. Şu kadar var ki nazar (akıl yürütme ve kıyas)a göre; bir şeyin hemen kendisinden önce gelene atfedilmesi gerekir. Bundan tek istisna, bu atf ile mananın sahih olması veya bunun aksine herhangi bir delilin bulunması halidir.

Şöyle de denilmiştir: helâl kılınan şeylerde istisna, yalnızca sırılarına yapışanlardır. Yüce Allah’ın:

"...veya karınlarındaki bağırsaklarına yapışan, veya kemiğe karışan" âyeti ise haram kılınan şeylere atfedilmiştir. Bunun anlamı da şöyle olur: Onlara sığır ve koyunların iç yağlarını yahut karınlarındaki bağırsaklarına yapışanları veya kemiğe karışanları haram kıldık. Ancak sırtlarına yapışanlar müstesnadır, haram değildir.

Şâfiî, bu âyet-i kerimeyi, iç yağı yememek üzere yemin eden kimsenin sırtlardaki iç yağını yemek suretiyle yemini bozmuş olacağına delil göstermiştir, Çünkü şanı yüce Allah, onların sırtlarına yapışanları, genel olarak iç yağından istisna etmiştir.

4. Geçmiş Şeriatlerdeki Bu Hükümlerin Neshi;

Yüce Allah'ın: "Veya karınlarındaki bağırsaklarına" âyetindeki "Bağırsaklar," hayvanın pisliğini çıkardığı yerler demektir. İbn Abbâs ve başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. Tekili de; olur. Bu ismin veriliş sebebi ise, hayvanın dışkısının burada toplan maşıdır. Zibil diye bilinen de odur.

Bağırsaklar" kelimesinin tekili: şeklinde gelir. Tencere, kelimesinin çoğunlunun, diye gelmesi gibi, Bağırsak kelimesinin tekil ve çoğul itibariyle; Vuran, vuranlar" gibi olduğu söylendiği gibi; tekilinin; şeklinde geldiği de söylenmiştir. Gemi, gemiler" gibi.

Ebû Ubeyde der ki: "Bağırsaklar: Hâvâyâ" karın bölgesinde dairesel şekilde gelen şey demektir. el-Hâvâyâ'nın, karnın dairevi şekil aldığı yer anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da bağırsaklara bitişir. el-Hâvâyâ'nın, üzerlerinde iç yağı görülen bağırsaklar olduğu da söylenmiştir. Başka yerde bu kelime devenin hörgücü etrafında çevrelenen örtü anlamına gelir. Şair İmruu’l-Kays şöyle demektedir:

"Deve hörgûcü etrafında kumaşları doladılar ve üzerine güzelce kuruldular.

Irak dokuması süslü işlemeli kumaşları da iyice serdiler."

Şanı yüce Allah, bu âyette onlara yalanlarını reddetmek üzere Tevrat'la bu gibi şeyleri haram kıldığını haber vermektedir. Tevrat'taki bu haram kılmanın ifadesi ise: "Size ölü, kan, domuz eti ve tırnakları birbirinden ayrı olmayan her bir binek ile, beyazlığı görülmeyen bütün balıklar size haram kılınmıştır" şeklindedir. Daha sonra yüce Allah, bütün bunları Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriati ile nesh etti. Onlara, daha önce kendileri için haram kılınmış bulunan hayvanları mubah kıldı, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) İle zorluğu kaldırdı, bütün insanların, helâli ile, hamını ile, emir ve yasaklarıyla islâm dinine bağlanmaları zorunluluğunu getirdi.

5. Ehli Kitap Tarafından Kesilen Hayvanların, Kendileri için Haram Olan Bölümlerinin Bizim Tarafımızdan Yenilmesinin Hükmü:

Kitap ehli, davarlarını kesip, Tevrat'ta Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyleri yedikten sonra, haram kıldığı şeyleri bırakacak olurlarsa, bizim için helâl olur mu?

Mâlik, "Muhammed'in Kitabında,-. Bunlar haramdır derken, "el-Mebsuf'un sema yoluyla dinlenilen kıraatinde: Bunlar helâldir demiştir. İbn Nâfi de böyle demiştir. İbnü'l-Kasım ise, bunların yenilmesini mekruh görürüm demektedir.

Birinci görüşün açıklaması şudur: Onların dinlerine göre bunlar haramdır. Ve kesim esnasında bunların kendilerine helâl olmaları kasıtları yoktur. O bakımdan kan gibi bunlar da haram olurlar.

İkinci görüşün açıklamasına gelince; sahih olan budur. Çünkü yüce Allah, İslâm ile bu haram kılma hükmünü kaldırmıştır. Onların bu husustaki inanışlarının ise hiç bir etkisi yoktur, çünkü bu bozuk bir inanıştır. Bu açıklamayı da İbnül-Arabî yapmıştır.

Derim ki; Bunun sıhhatine delil olan hususlardan birisi de Buhârî ile Müslim'in Abdullah b. Muğaffel'den naklettikleri şu rivâyettir: Abdullah dedi ki: Bizler, Hayber Kasrı'nı muhasara altında tutmuştuk. Birileri içinde iç yağı bulunan bir torba attı. Onu almak üzere ileri atıldım. Bir de baktım ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımda duruyor. Ondan utandım. Buhârî'nin lâfzı ile rivâyet böyledir. Buhârî, Zebaih 23.

Müslim'in lâfzı da şu şekildedir: Abdullah b. Muğaffel dedi ki: Hayber günü içinde iç yağı bulunan bir torba elime geçti. Onu elime aldım ve: Bugün bundan kimseye bir şey vermeyeceğim dedim. Dönüp baktığımda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gülümser gördüm. Müslim, Cihâd 72.

İlim adamlarımız derler ki: Hazret-i Peygamberin tebessümü, İbn Muğaffel'in o torbayı almakta gösterdiği ileri derecedeki hırsı görmesinden ve cimrilik göstermesinden dolayıdır. Hazret-i Peygamber ona bu torbayı atmasını emretmediği gibi, ona herhangi bir şeyi de yasaklamadı.

Bu gibi şeylerin yenilmesinin câiz olduğunu Ebû Hanîfe, Şâfiî ve genel olarak ilim adamları da kabul etmektedir. Şu kadar var ki Mâlik, bu husustaki görüş ayrılığı dolayısıyla mekruh görmüştür. İbnü'l-Münzir, Mâlik'ten bunların haram olduğunu söylediğini de nakletmektedir. Mâlik'in, arkadaşlarının büyükleri bu kanaattedir.

Bu husustaki delilleri ise daha önce açıklanan delildir. Halbuki hadis onların aleyhine delil teşkil etmektedir. Eğer, yahudiler tırnaklı her bir hayvanı boğazlayacak olurlarsa, Esbağ der ki: Onların kestikleri arasından Allah'ın Kitabında haram kılınmış bulunanların yenilmesi de helâl değildir. Çünkü onlar, bunların haram kılınışını dini bir hüküm olarak kabul etmektedirler. Eşheb ve İbnü'l-Kasım da böyle demiştir. Şu kadar var ki, İbn Vehb bunların câiz olduğunu söylemiştir. İbn Habib de şöyle demektedir: Onlara haram kılınmış bir şeyin bu hükmünü biz kendi Kitabımızdan öğrenmiş isek, onların kestikleri arasından o şey bize helâl olmaz. Haram kılındığını yalnızca onların görüşlerinden ve delillerinden biliyor isek, kestikleri arasından böyleleri bizim için haram değildir.

6. Haram Kılmak Bir Cezalandırmadır:

Yüce Allah'ın: " Bu (böyledir)" yani, bu haram kılma böyledir. Buna göre bu edat burada ref mahallindedir. Yani, durum bu şekildedir demektir.

"Onları zulümleri yüzünden" zulümleri sebebiyle "cezalandırdık." Peygamberleri öldürdükleri, Allah'ın yolundan alıkoydukları, faiz alıp insanların mallarım batıl yollarla helâl kabul ettikleri için, onlara bir ceza olmak üzere bu hükümleri koyduk.

İşte bunda haram kılmanın ancak bir günah sebebiyle olduğuna bir delil vardır. Çünkü haram kılmak bir darlıktır. Genişlik terk edilip harama gidiş, ancak yapılanlardan dolayı sorumlu tutulmak halinde sözkonusu olur.

"Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz." Şu yahudiler hakkında kendilerine haram kıldığımızı belirttiğimiz etler ve yağlara dair haberlerimizde doğru söylüyoruz.

147

Seni yalanlayacak olurlarsa de "Rabbîniz geniş bir rahmet sahibidir. O'nun azâbı günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez."

Yüce Allah'ın:

"Seni yalanlayacak olurlarsa" âyeti şarttır. Cevabı ise:

"De ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir." Yani, rahmetinin genişliğinden dolayıdır ki O, dünyada sizi cezalandırmaksızın terketü. Sonra yüce Allah onlar için ahirette hazırlamış oluduğu azâbı haber vererek:

"O’nun azâbı günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez" diye buyurmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı şudur: Allah dünyada cezalandırmak isterse, O'nun cezası günahkârlar topluluğundan asla geri çevrilemez.

148

Müşrikler: "Allah dileseydi biz de babalarımız da ortak koşmazdık. Hiç bir şeyi de haram kurnazdık" diyeceklerdir. Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanladılar. De ki: "Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz her hangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz. Ve siz, yalnızca yalan uyduranlarsınız."

Yüce Allah'ın:

"Müşrikler... diyeceklerdir" âyeti ile ilgili olarak Mücahid şunları söylemiştir: Yüce Allah bununla Kureyş kâfirlerini kastetmektedir. Onlar:

"Allah dileseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık, hiçbir şeyi de haram kılmazdık" demişlerdi. Bununla da Bahire, Saibe ve Vasîle'yi kastediyorlardı.

Yüce Allah, gaybından neler söyleyeceklerini haber vermektedir. Getirilen deliller, onların görüşlerini çürütüp tuttukları yolun batıl olduğuna kesin olarak kendileri de inanınca, bu sözlerin kendileri için bir dayanak teşkil edebileceğini zannettiler.

Âyetin anlamı şudur: Allah dileseydi bizim atalarımıza bir rasul gönderir, o da onları hem şirkten, hem de Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarından vazgeçirir, bu davranışlarını yasaklar, onlar da bu işlerinden vazgeçerlerdi, biz de bu hususta onlara tabi olurduk.

Yüce Allah bu iddialarını red ederek:

"De ki: Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz her hangi bir bilgi var mı?" Yani, durumun böyle olduğuna dair elinizde bir deliliniz bulunmakta mıdır?

"Siz, ancak zanna uyuyorsunuz" bu sözleri söylerken haliniz nedir.

"Ve siz yalnızca yalan uyduranlarsınız." Aranızda zayıf kimselere delilinizin bulunduğu intibaı vermek üzere böyle yapıyorsunuz.

Yüce Allah'ın:

"Babalarımız da" âyeti Ortak koşmazdık" âyetindeki "ıuın"a (çoğul zamire) atfedilmistir. Burada; Biz de, babalarımız da" denilmeyiş sebebi ise, Koşmazdık'daki olumsuzluk takışırım zamirin te'kidi yerine geçmesidir. İşte bundun dolayı; ben de kalkmadım, Zeyd de kalkmadı, ifadesi" güzel bir ifadedir.

149

De ki: "Öyle ise, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır, Eğer dileseydi elbette hepinizi hidâyete erdirirdi."

Yüce Allah'ın:

"De ki: Öyleyse, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır" âyeti şu demektir: Kendilerine karşı delil getirenlerin ileri sürecekleri her hangi bir mazeretlerini bırakmayan ve üzerinde düşünenlerin şüphelerini ortadan kaldıran hüccet, O'nun hüccetidir. O'nun, bu hususa dair tam ve yeterli hücceti, kendisinin bir ve tek olduğunu, peygamberleri ve rasulleri göndermiş olduğunu açıklamasıdır. Allah'ın vahdaniyetini mahlukata bakıp üzerinde dikkatle düşünmekle açıkladığı gibi, peygamberleri de mucizelerle te'yid etmiştir. Böylelikle O'nun emrini, her bir mükellef yerine getirmek zorundadır. Onun ilmi, iradesi ve kelamı ise gaybdır, kul bunlara muttali olamaz. Allah'ın bu iş için beğenip seçeceği bir rasul olması hali müstesnadır. Mükellefiyet için, kulun emrolunduğu şeyi yapmak istediği takdirde, buna imkân bulması yel erildir.

Mutezile, yüce Allah'ın;

"Allah dileseydi... şirk koşmazdık" âyeti ile ilgili olarak, meseleyi karıştırarak şöyle demişlerdir: Allah, bu şekilde şirklerini O'nun meşîetinin bir sonucu olarak değerlendirenleri yermiş bulunmaktadır. Ancak, Mu'tezilenin bunu delil diye ileri sürmeleri batıldır. Çünkü Şanı yüce Allah, aynı zamanda hakkı araştırıp bulmak için göstermeleri' gereken gayreti terk ellikleri için de yermektedir. Diğer taraftan müşrikler bu sözü yalnızca alay ve oyun olsun diye söylemişlerdir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Dediler ki, Rahmân dileseydi biz bunlara ibadet etmezdik." (ez-Zuhruf, 43/20) Eğer onlar, bu sözleri ta'zim, saygı ve O'nu bilip öğrenmek kastıyla söylemiş olsalardı, bundan dolayı kendilerini ayiplamazdı. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmakladır:

"Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı" (el-En'âm, 6/107);

"...Onlar, yine de Allah dilemedikçe îman etmezlerdi" (el-En'âm, 6/111);

"Allah dileseydi hepinizi hidâyete erdirirdi." (en-Nahl, 16/9) Buna benzer âyetler da pek çoktur. Mü’mtnlerin bu sözü söylemeleri ise, onların yüce Allah'ı bilmelerinden ölürüdür.

150

De ki: "Haydi Allah bunu haram kıldı diye şahidlik edecek şahidlerinizi getiriniz." Şayet şahidlik ederlerse sen, onlarla beraber şahidlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete Îman etmeyenlerin hevâlarına uyma! Hem onlar Rabblerine (putları) denk tutarlar.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Haydi... şahidlerinizi getirin" âyeti: Sen, bu müşriklere, sizin haram kıldığınız şeyleri Allah'ın da haram kıldığına dair şahidlerinizi getirin, demektir.

“Haydi getirin" bir şeye çağırmak için kullanılan bir kelimedir. Tekili, çoğulu, erkek ve dişi olması hallerinde Hicazlılara göre farketmez. Şu kadar var ki, Necidliler bunu, şeklinde diğer fiillerde olduğu gibi, şahsa delâlet eden alâmeti de eklerler. Kur'ân-ı Kerîm ise, Hicazlıların şivesine göre nâzil olmuştur. Nitekim bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kardeşlerine: Haydi yanımıza gelin diyenleri..." (el-Ahzab, 33/18) Hazır et, yahut yaklaştır" demektir. Meselâ Yemeği getir" anlamındadır. Bu âyette: Haydi Şahidlerinizi getiriniz, demektir. Sonundaki "mim"in üstün okunuşu ise iki sakin harlın bir araya gelmesinden dolayıdır. Nitekim; Ey filan, bunu geri çevir" derken, "dal" harfi şeddeli olduğundan dolayı ötreli ve esreli okunuşu câiz değildir.

el-Halil'e göre bu kelimenin asb; ile buna ilave edilmiş 'den meydana gelmiştir. Daha sonra kullanış çokluğundan dolayı "he" harfinden sonraki "elif hazfedilmiştir.

Başkaları da şöyle açıklamaktadır: Bu kelimenin ash; 'e ilave edilmiş 'dır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime, lâfzı itibariyle; Haydi getir," manasına delalet etmektedir. el-Halil'in "Kitabu'l-Ayn"ında şöyle denilmektedir: Bu kelimenin aslı, yani; ben sana doğru geleyim mi? şeklindedir. Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullandılar, sonunda bu kelime; hazır et, getir manasına kullanılmaya başlanmış. Nitekim; Gel"; kelimesinin aslı yukarılarda olan birisinin aşağılarda olan birisine (yukarı doğru gel) şeklinde söylenilmesidir. Ancak Araplar, bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet daha aşağıda bulunan bir kimse de yukarıda bulunan kimseye: (Aşağı in anlamında) demeye başladı.

Yüce Allah'ın:

"Şayet şahidlik ederlerse" yani, onların kimi kiminin lehine şahadette bulunacak olursa,

"sen onlarla beraber şahidlik etme." Yani, bir kitaptan olmadıkça veya bir peygamber tarafından tebliğ edilmedikçe böyle bir şahadette bulunmayı tasdik etme. Bunlarda da zaten böyle bir şey yoktur, demektir.

151

De ki: "Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya İyilik edin. Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Hak ile olmadıkça Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte, akıl edersiniz diye size bunları emretti."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız:

1. Bu Âyetteki "Gelin" Fiili İle İlgili Açıklamalar:

Yüce Allah'ın:

"Gelin size... okuyayım" âyetindeki; Yaklaşın ve Rabbimin bana kesin olarak vahyettiğini -zan yoluyla ve sizin iddia ettiğiniz gibi yalan olarak değil- okuyun, demektir.

Daha sonra yüce Allah, neler okunacağını beyan etmek üzere; "Ona hiç bir şeyi ortak koşmayın" diye beyan etmektedir. Buradaki fiilin çekimi, erkek için; "Yaklaş, öne doğru gel," şeklinde, dişi için; erkek ve dişi tesniye için; erkek çoğul için; dişi çoğul için denilir. Yüce Allah da aynı fiili dişi çoğul için kullanarak şöyle buyurmaktadır:

"Gelin size meta vereyim." (el-Ahzab, 33/28)

Araplar "tekaddüm: öne geçme"yi bir çeşit yükselme (teali) ve yukarı doğru çıkma (irtifa) diye kabul etmişlerdir. Çünkü, bu fiilin ilk olarak kullanılışı halinde tekaddüm etmesi (öne geçmesi) emrolunan kişi sanki oturuyormuş da ona; Yüksel, gel; yani, ayağa kalkmak suretiyle kendini yukarı doğru kaldır ve öne doğru ilerle; denilmiş gibidir. Daha sonra bu kelimeyi duran ve yürüyen için de kullanacak hale gelinceye kadar anlamını genişletip durdular. Bu açıklamayı İbn eş-Şecerî yapmıştır.

2. 151. Âyet-i Kerîmeyle İlgili Bazı Nahiv Açıklamaları:

Yüce Allah'ın:

"Neleri haram kıldığını" âyetinde yer alan; ile ilgili uygun açıklama, Okuyayım" âyeti ile nasb mahallinde ve haberiyye olmasıdır. Yani: Gelin, Rabbinizin size haram kıldığını okuyayım," demektir.

Eğer; Size" kelimesinin; "Haram kıldığını" fiiline taalluk ettiğini kabul edersek, uygun açıklama budur. (Anlamı: ...size neleri haram kıldığını okuyayım, şeklinde olur). Çünkü, daha yakın olan fiil budur. Basralıların tercihi de budur.

Eğer bunun; Okuyayım" fiiline taalluk ettiği kabul edilirse, bu da güzeldir, çünkü önce geçen Fiil budur. (Bunun da anlamı: ...neleri haram kıldiğını size okuyayım, şeklindedir). Kûfelilerin tercihi de budur. Bu görüşe göre ifadenin takdiri de: Rabbinizin haram kıldığı şeyi size okuyayım," şeklindedir.

"ortak koşmayın" lâfzı geçen ilk fiilin aynı kökünden gelen bir fiil takdiri ile nasb mahallindedir. Yani, size şirk koşmamanızı okuyayım demektir. Bu da size şirk koşmanın haram kılındığını okuyayım anlamındadır. Bununla birlikte; Size" kelimesindeki iğra anlamı dolayısıyla nasbedilmiş olma ihtimali de vardır. O takdirde Size" kelimesi, kendisinden önceki ifadelerde, munkatı' olur. Yani, size düşen, şirk koşmayı terketmektir ve yine size düşen, anne babaya iyilik etmektir, çocuklarınızı öldürmemektir, kötülüklere yaklaşmamaktır. Nitekim birisine İşine bak," demek de böyledir. Yüce Allah'ın:

"Siz, kendinize bakın" (el-Mâide, 5/105) âyeti de böyledir. Bütün bu açıklamaları İbn eş-Şecerî yapmıştır.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: ... mama"dakİ...ma" kelimesinin, Neler"den bedel olarak nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani ben, size şirk koşmanın haram kılındığını okuyayım.

el-Ferrâ' da 'nın nehiy için olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü, ondan sonra diye bir daha nehiy gelmektedir. (Meâl, buna göre yapılmıştır).

3. Allah'ın Hükümlerini Açıklama Görevi:

Bu âyet-i kerîme, yüce Allah tarafından Peygamberine, bütün insanları Allah'ın haram kıldığı şeylere dair okuyacağı âyeti dinlemeye davet etmesi için bir emirdir. Ondan sonra gelecek olan ilim adamlarının da aynı şekilde insanlara tebliğde bulunmaları ve onlara, Allah'ın neyi haram, neyi helâl kıldığını açıklamaları gerekmektedir. Nitekim yüce Allah:

"Onu, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız... diye teminat almıştı" (Âl-i İmrân, 3/187) diye buyurmaktadır.

İbnü'l-Mübarek de şunu nakletmektedir: Bize, Îsa b. Ömer'in, Amr b. Murre'den haber verdiğine göre Amr, kendilerine şunu nakletmiş: Rabi' b. Haysem (Huseym de denilmiştir), kendisiyle oturan birisine şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan henüz mührü çözülmemiş bir sabitenin sana getirilip verilmesi seni memnun eder mi? O, elbette deyince: Ona, şu âyet-i kerimeyi oku:

"De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..." diyerek, üç âyetin yani, 153. âyetini sonuna kadar okudu.

Kâ'b el-Ahbar der ki: Bu âyet-i kerîme, Tevrat'ın başlangıcıdır: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..."

İbn Abbâs da der ki: Bu âyet-i kerimeler, yüce Allah'ın Âl-i İmrân Sûresi'nde sözünü ettiği muhkem âyetlerdir. Bütün insanlara gönderitmiş şeriatler, sözbirliği halinde bunları kabul etmiş ve hiçbir dinde bunlar asla nesh edilmemiştir,

Mûsa (aleyhisselâm)'a indirilmiş on kelime (emir)nin (bunlar), oldukları da söylenmiştir.

Bu âyetlerdeki ilgili on âyet şunlardır:

1. Allah'a ortak koşmayın

2. Ana-babaya iyilik yapın

3. Açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin

4. Gizlisiyle açığıyla hayasızlıklara yaklaşmayın.

5. -Hak olması hali dışında- Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın.

6. Ergenlik yaşına gelinceye kadar, -en güzel yol ile olması hali dışında- yetimin malına -kötü maksatla- ilişmeyin.

7 Ölçü ve tartıyı tastamam ve adaletle yapın.

8. Söz söylediğinizde -yakın akraba dahi olsa- adalette söz söyleyin.

9. Allah adına verdiğiniz sözü eksiksiz yerine getirin.

10. Benim bu dosdoğru yoluma uyun. Sizi bu yolumdan ayırıp birliğinizi dağıtacak başka yollara sapmayın.

4. Anne Baba'ya İyilik:

Yüce Allah'ın;

"Anaya babaya iyilik edin" âyetinde geçen ana-babaya iyilik (ihsanda bulunmak), onlara iyi davranmak, onları korumak, onlara gereken ihtİmâmı göstermek, emirlerini yerine getirmek, köle iseler kölelikten kurtarmak, onlara karşı zorbalık taslamayı terketmekle olur.

"iyilik etmek," mastar olarak nasbedîlmiştir. Onu nasbeden ise, lâfzından gizli bir fiil olup takdiri; Ana babaya güzelce iyilik edin," şeklindedir.

5. Fakirlik Korkusuyla Çocukları Öldürmek:

Yüce Allah'ın:

"Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin" âyetinde geçen

"imlâk: yoksulluk", fakirlik demektir. Yani, fakir düşmek korkusuyla çocuklarınızı diri diri gömmeyin. Size de onlara da rızık veren şüphesiz ki Benim.

Araplar arasında âyetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fakirlik korkusuyla kız çocukları da erkek çocukları da Öldürenler vardı.

Fakir düştü anlamına geldiği gibi, O'nu fakir düşürdü, şeklinde de kullandır. Buna göre fiil hem lazım, hem müteaddidir (geçişsiz ve geçişlidir).

en-Nakkâş'ın, Muerrec'den naklettiğine göre şöyle demiş: İmlâk, Lahımlıların şivesinde açlık demektir. Münzir b. Said ise bunun, infak (yani harcamak) anlamına geldiğini zikretmektedir. "Malını infak etti, harcadı," demektir. Nakledildiğine göre, Ali (radıyallahü anh), hanımına şöyle demiş: "Malından istediğin kadarını harca."

"Kalbinde olmadık şeyleri diliyle söyleyen" demektir. Buna göre (imlâk'ın kökünü teşkil eden) melâk, müşterek bir lâfızdır. Yeri gelince buna dair açıklamalar gelecektir.

6. Azl'in Hükmü:

Azli câiz kabul etmeyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Çünkü, çocukları diri diri gömmek diye bilinen "ve'd", mevcut olanı ve nesli ortadan kaldırır. Azl ise neslin esasını engellemektir. O bakımdan, bunlar birbirine benzerdir. Şu kadar var ki, canı öldürmek günah bakımından daha büyük, fiil olarak da daha çirkindir. Bundan dolayı bazı ilim adamımız şöyle demiştir: Hazret-i Peygamberin, azl ile ilgili olarak: "O gizliden gizliye ve'd'dir" Müslim, Nikâh 141; İbn Mâce, Nikâh 61; Müsned, VI, 361. i_ âyetinden haramlık değil de mekruh olduğu anlaşılmaktadır.

Ashâb-ı kiramdan ve diğerlerinden bir topluluk bu görüşü kabul etmişlerdir. Yine ashâb-ı kiramdan, tabiinden ve fukahadan bir diğer topluluk da mubah olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bunu yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur, çünkü kader neyse o olur." İbn Mâce, Nikâh 30 Yani, sizin böyle bir işi yapmamanızda sizin için bir günah sözkonusu olmaz. Öyle ki el-Hasen ve Muhammed b. el-Müsennâ, bu nehiyden azl'in yasaklanması ve bu işten vazgeçildiğinin istenmesi anlamını çıkarmışlardır. Ancak birinci te'vil daha uygundur. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah bir şeyi yaratmak istedi mi, ona hiçbir şey engel olamaz." Müsned, III, 49, 59

Mâlik ve Şâfiî derler ki: Hür kadından izinsiz azil yapmak, câiz değildir. Bu görüşleriyle inzalin, kadının lezzet almasının tamamlanması olduğunu ve çocukla kadının hak sahibi olduğunu kabul etmiş gibidirler. Ancak, cariye olarak kendisiyle ilişki kurulan kadından izin almak görüşünü kabul etmemişlerdir. Buna göre erkek, cariyenin izni olmaksızın da azil yapabilir. Zira, cariyenin sözü geçen hususlardan her hangi birisinde hak sahibi olduğu söylenemez.

7, Kötülüklerin Her Türlüsünden Uzak Durmak:

Yüce Allah'ın:

"Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın" âyetinin bir diğer benzeri de:

"Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın" (el-En'âm, 6/120) âyetidir. Yüce Allah "açığına" âyeti ile, bütün kötülük ve hayasızlık çeşitlerini yani masiyetleri yasaklamıştır. "Gizlisine de"

âyeti ile de kalbin ilâhî emre muhalefeti kararlaştırdığı şeyleri yapmayı yasaklamakladır. Açık ve gizli tabiri, hakkında kullanıldığı şeylerin bütün kısımlarını kapsamına almaktadırlar.

"Açık olan" ifadesi, " Kötülükler"den bedel olarak nasbedilmiştir. "Gizli olan" da ona atfeditmiştir.

8. Haksız Yere Canı Öldürmek Ve Öldürülmeyi Haklı Kılan Sebepler:

Yüce Allah'ın:

"Hak ile olmadıkça Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin" âyetinde yer alan; (.......): Can" kelimesinin başındaki elif ve lâm, cinsi marife yapmak içindir. Arapların; "(.......): însanları (yani insan türünü) dirhem ve dinar sevgisi helâk etti," demeleri gibi. Yüce Allah'ın: "(..........): Gerçekten insan, mal toplamaya düşkün, fakat vermekte cimri olarak yaratılmıştır" (el-Mearic, 70/19) âyeti de bunun gibidir, Nitekim ondan sonra gelen:

"Ancak, namaz kılanlar böyle değil" (el-Mearic, 70/22) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın:

"Asra yemin olsun, muhakkak insan (türü) ziyan içindedir" (el-Asr, 103/1-2) âyeti de böyledir. Çünkü, daha sonra:

"îman edenler... müstesna" (el-Asr, 103/3) diye buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme hayatı koruma altında bulunan nefsin -öldürülmeşini gerektiren haklı bir gerekçeyle olmadıkça- ister mü’min olsun, ister antlaşma-h (muâhid veya zımmi) olsun, öldürülmesini yasaklamaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ben, insanlarla, Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum. Her kim Allah'tan başka ilâh yoktur diyecek olursa, malını ve canını korumuş olur. Hakkıyla olması hali müstesna. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir." Buhârî, Zekat 1, Cihad 102, İ'tisam 2; İ....-Murteddin 3; Müslim, Îman 32-33; Ebû Dâvûd, Zekât 1; Tirmizî, Îman 1; Nesâî, Zekat 3, Cihad 1, Tahrimu'd-Dem 1.

Bu hak ise, bir kaç türlüdür. Bunlardan birisi zekât vermemek ve namazı terketmektir. Ebû Bekir es-Sıddîk, zekâtı vermeyenlere karşı Savaşmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır:

"Eğer tevbe edip namaz kılarlar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın." (et-Tevbe, 9/5) Bu husus da gayet açıktır.

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisiyle helâl olur: Zina eden evli, cana karşılık can ve dinini terk edip İslâm cemaatinden ayrılan." Buhârî, Diyat 6; Müslim, Kasame 25, 26; Ebû. Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizî Hudûd 15, Diyat 10; Nesâî, Kasâme 6,14, Tahrimu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mâce, Hudûd 1; Dârimî, Siyer 11, Müsned, I, 61, 63, 65..., VI, İSİ, 214.

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde, onlardan sonrakini öldürün." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, İmare öl.

Ebû Dâvûd da İbn Abbâs'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimi Lût kavminin işim' yaparken bulacak olursanız, faili de mef'ûlü de öldürünüz." Ebû Dâvûd. Hudûd 28; Tirmizî, Hudûd 24; İbn Mâce, Hudûd 12. İleride buna dair açıklamalar el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 3. başlıkta) gelecektir.

Yine Kur'ân-ı Kerîm'de (hak ile öldürülmenin bir başka sebebi) şöylece açıklanmaktadır:

"Allah'a ve Rasulüne karşı Savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri... dir." (el-Mâide, 5/33) Yine bir başka yerde;

"Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa..." (el-Hucurat, 49/9) diye buyurmaktadır.

Müslümanların (meşru halife etrafında birlik teşkil etmişken) birliğini bozmak isteyen, cemaat halinde etrafında toplandıkları İmâma muhalefet eden ve birliğini dağıtmaya çalışarak insanları ve malları talan etmek suretiyle devlet başkanına karşı ayaklanmak (bâğî) ve itaati kabul etmemek suretiyle yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların da hükmü, öldürülmeleridir. İşte yüce Allah'ın:

"Hak ile olmadıkça" âyetinin anlamı budur.

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Mü’minlerin kanları birbirlerine denktir. Onların en aşağıları dahi, onların sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır. Kâfire karşılık da bir müslüman öldürülmez. Ahdi içerisinde bulunan bir ahid sahibi de öldürülmez. Ebû Dâvûd, Diyar 11, Cihad 147; aynen bk. Buhârî, Diyât 24, 31, İlm 39; Nesâî, Kasâme 10, 13; İbn Mâce, Diyat 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 210, 211. Farklı iki din mensubu bir birine mirasçı olmaz." Ebû Dâvûd, Ferdiz 10; Tirmizî, Feraiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6: Dârimî, Feraiz 29; Müsned, II, 195.

Ebû Dâvûd ve Nesâî de Ebû Bekre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim ahidli bir kimseyi hakka uygun olmayan bir sebeple öldürecek olursa, Allah ona cennete girmeyi haram eder." Ebû Dâvûd, Cihad 153; Nesâî, Kasame 14; Dârimî, Siyer 61; Müsned, V, 36, 38.

Ebû Dâvûd'un kaydettiği bir başka rivâyette de şöyle demektedir: "Kim zimmet ehlinden birisini öldürecek olursa, cennet kokusunu almayacaktır. Şüphesiz cennetin kokusu yetmiş yıllık bir mesafeden alınır." Nesâî, Kasame 14; İbn Mâce, Diyat 32.

Buhârî'de hadisin ifadesi şöyledir: "...şüphesiz cennetin kokusu kırk yıllık bir mesafeden alınır." Buhârî ise bu hadisi Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan diye rivâyet etmektedir. Buhârî, Diyat 30, Cizye 5; Nesâî, Kasame 14; İbn Mâce, Diyât 32.

9. Allah'ın Emirleri:

Yüce Allah'ın:

"İşte bunlar" âyeti ile haram kılınan bu şeylere işaret edilmektedir. "Kef" ile "mim" harfleri hitap içindir. Bu iki harfin i'rabta mahalleri yoktur.

"Size bunları emretti" âyetinde geçen (ve mealde: emr diye karşılanan) vasiyet, güç yetirilen ve pekiştirilmiş emir demektir. Buradaki "keP ile "mim" harfleri ise nasb mahallindedir. Çünkü bu zamir, muhatap için kullanılan bir zamirdir. Yine: "Tavsiye etti, emretti" fiilinde de yüce Allah'a ait bir fail zamiri vardır.

Matar el-Verrak, Nafi'den, o, İbn Ömer'den rivâyetine göre Osman b. Affan (radıyallahü anh) evinde muhasara edildiği sırada, kendisini muhasara edenlerin önüne çıkarak şöyle dedi: Beni ne diye öldüreceksiniz? Şüphesiz ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi dolayısıyla helâl olabilir: Muhsan olduktan sonra zina eden bir adamın recm ile öldürülmesi gerekir. Yahut kasten birisini öldüren kimseye kısas uygulamak gerekir. Yahut, müslüman olduktan sonra irtidat eden kimsenin de öldürülmesi gerekir." Allah'a yemin ederim, cahiliye döneminde olsun, müslüman olduktan sonra olsun asla zina etmedim. Kimseyi de öldürmüş değilim ki, onun yerine öldürülmek suretiyle bana kısas uygulansın. İslâm'a girdiğimden beri de asla irtidat etmedim. Şüphesiz ki ben, 'Allah'tan başka İlah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna şahidlik ederim. İşte size sözünü ettiğim bu hususlar size -akıl erdiresiniz diye- (Allah'ın) tavsiye ettikleridir. Tirmizî, Fiten 1; Nesâî, Tahrimud-Dem 5.

152

Bir de yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz, kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz. Söz söylediğiniz vakit, akrabanız dahi olsa adaletli olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. İşte, düşünüp öğüt alasınız diye size bunları tavsiye etti.

10. Yetimin Malı:

Yüce Allah:

"Bir de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın" diye buyurmaktadır. Yani, onun lebine olacak ve malını artırıp çoğaltacak şekilden başkasıyla yaklaşmayın. Bu da malın astını gereği gibi korumak ve onun dallarının da meyve vermesini sağlamak suretiyle olur. Bu hususta yapılmış en güzel açıklama budur, çünkü, kapsayıcı bir açıklamadır. Mücahid der ki: "Bir de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın." Yani, malında ticarette bulunmaktan başka bir surette yaklaşmayın. Ondan herhangi bir şey satın almaman ve malından da borçlanman demektir.

11. Yetimin Reşitliğe Erdiğinin Tesbiti:

Yüce Allah'ın:

"Rüştüne erinceye kadar" güçleninceye kadar demektir. Güçlenmek ise, bedende de görülebilir, denemek suretiyle de anlaşılabilir. Güçlenmenin bu iki şekliyle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, burada bu kelime mutlak olarak kullanılmıştır.

en-Nisa Sûresi'nde ise yetimin hali, mukayyed olarak şöylece zikredilmektedir:

"Yetimleri, evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz..." (en-Nisa, 4/6). Burada da yüce Allah, hem bedeni gücü, hem de evlilik çağına erişmeyi, hem de bilgi sahibi olma gücünü bir arada zikretmiştir ki, bu bilgi sahibi olma gücü "onlarda reşitlik görmek" demektir.

Eğer, yetimde bilgi hasıl olmadan fakat güç husule geldikten sonra malı verilecek olursa, arzulan doğrultusunda malını tüketir ve malsız bir yoksul olarak kalıverir. Özellikle yetim hakkında bu şartın sözkonusu edilmesi, insanların ondan yana gaflette bulunmaları ve onun babalarının çocuklarını gözetip denemeleri imkânından mahrum olmasıdır. O bakımdan, babasını kaybetmiş olan bir kimsenin uygun zamanını tesbit etmek daha uygundur,

Rüştüne ermek, onun malına en güzel olandan başka bir yolla yaklaşmayı mubah kılan bir sebep değildir. Çünkü, baliğ olan kişi hakkında (kötü maksatla malına el sürmek şeklindeki) haramlık zaten sabittir. Özellikle yetimin zikredilmesi onun adına davacı olacak olanın Allah oluşundan dolayıdır.

Âyetin anlamı şudur: Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar en güzel olandan başka bir şekilde ebediyyen yaklaşmayın. İfadede hazfedilmiş ibareler de vardır. Yani, rüştüne erip onun reşitliğine erdiği anlaşılacak olursa, malını ona veriniz demektir.

İlim adamları, yetimin reşitliğe ermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Zeyd der ki: Bundan kasıt buluğa ermesidir. Medineliler de buluğa ermesi ve onun reşitliğine erdiğinin anlaşıimasıdır. Ebû Hanîfe'ye göre ise yirmi beş yaştır.

İbnü'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe'nin bu durumuna hayret edilir. Çünkü o, miktar ile tesbit edilen şeylerin kıyas ve akıt yürütme ile sabit olmayacağı, ancak nakil yoluyla sabit olacağı görüşündedir. Bu miktar ile ilgili hususları ise, zayıf hadisler ile tesbit etmektedir. Fakat o, vurup dövme diyarı (Bağdat) da kalmış, o bakımdan onun nezdinde müdelles hadisler çoğalmıştır. Eğer -Allah'ın İmâm Mâlik'e ihsan ettiği şekilde- (şeriat )'in madeni olan yerde kalmış olsaydı, ondan ancak ve ancak katıksız dine uygun görüşler ortaya çıkardı.

Şöyle de denilmiştir: Kûhûlet (olgunluk) yaşının sona ermesi, (âyet-i kerimede zikredilen) eşüd (mealde: reşklik)'in İleri dereceye vardığı dönemdir. Nitekim, Suhaym b. Vesil şöyle demektedir:

"Elli yaşındayım (kûhulet'in son sınırı); ben bütün

gücümü de toplamış bulunuyorum.

Türlü çeşitli işlerin başımdan gelip geçmiş olması,

işlerimi oldukça sağlam yapmama sebep oldu."

"Reşittik (güçlülük) çağı" tekildir, çoğulu gelmez, Nitekim kurşun anlamına gelen; kelimesi de böyledir.

Tekilinin şeklinde ve; Fels ve felsler"e benzediği de söylenmiştir. Kelime aslı itibari ile, günün yükselmesi demek olan; 'dan gelmektedir. Meselâ; Ona günün yükseldiği ve aydınlığının yayıldığı vakit geldim," denilir. Muhammed b. Muhammed ed-Dabî de Antere'nin şu beyitini zikrederdi:

"Onu, günün yükseldiği vakit gördüğümde sanki

Göğsü ve başı ıdlım (diye bilinen kırmızı bir boya veya yaprağı kına yapmak için kullanılan bir ağaç) ile boyanmıştı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Gündüzün yükseldiği vakit orada hevdeci içinde bir kadın dolaşır

İnce uzun bilekli ve uzun boylu bir kadın."

Sîbeveyh, tekilinin; olduğunu söylerdi. el-Cevherî de der ki: Bu, mana itibariyle güzel bir açıklamadır. Çünkü, Delikanlı gücüne kuvvetine erişti," denilir. Ancak, veznindeki kelimeler; şeklinde çoğul yapılmaz. (Buna benzer görülen);kelimesi ise'ın çoğuludur. Bu da Arapların; Sıkıntı günü ve rahatlık günü" tabirlerinden alınmıştır. Bunun çoğulunun; olduğunu ve bu bakımdan; Köpek, köpeklere" benzediğini, diğer taraftan; lâfzının tekil ve çoğulunun Kurt, kutlara benzediğini söyleyenlerin görüşüne gelince, bu sadece bir kıyastır. Nitekim "Ebabil" kelimesinin tekilinin; olduğunu söyleyerek bunu, kıyasen ileri sürmeleri de böyledir. Ancak, bu kullanış Araplardan işitilmiş değildir. Ebû Zeyd der ki: Bana sıkıntı isabet etti, anlamında, diye kullanılır. ise, kişi ile birlikte oldukça güçtü, kuvvetli bir binek bulunduğunu anlatan bir tabirdir.

12. Ölçü Ve Tartıyı Tam Yapmak:

Yüce Allah'ın:

"Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın" âyeti şu demektir: Alış veriş esnasında alırken ve verirken âdil olun. Çünkü, el-Kıst (tam ve doğru), adaletli, âdil demektir.

"Bîz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Ölçü ve tartıyı tam yerine getirmek hususunda fakatından fazlasını yüklemeyiz, demektir. Bu âyet, verilen emirlere muhalefet etmekten korunup sakınmanın insanın güç ve kudreti çerçevesinde olan kadarı ile söz konusu olmasını gerektirmektedir. İki ölçme arasında sakınılması mümkün olmayan farklar ile, insan kudretinin dışında kalan şeyler affedilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Keyl (ölçmek), ölçme aleti, ölçek anlamındadır. Meselâ; bu şu kadar keyldir denilirken, şu ölçektir, denilmek istenmektedir. Bundan dolayı (ism-i alet olan) mîzan: Tartı aleti, ona attedilebilmiştir.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Şanı yüce Allah, kullarının arasından pek çok kimsenin vermekle yükümlü olmadığı miktarda bir şeyi başkasına vermekten hoşlanmayacağını, cimrilik göstereceğini bildiği için, veren kimsenin hak sahibine hakkını tam vermesini emretmiş ve fazlasını vermekle mükellef tutmamıştır. Çünkü, fazlasını vermek halinde, sıkılır ve cimrilik gösterir. Diğer taraftan hak sahibine de hakkını almasını emretmiş, bununla birlikte hakkından daha azına razı olma mükellefiyetini getirmemiştir. Çünkü, hakkını az alması da onu rahatsız eder ve sıkar.

Mâlik'in, Muvatta’''ında Yahya b. Said'ten rivâyetine göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği kendisine ulaşmış: "Ganimetten hırsızlık, bir toplumda ortaya çıktı mı, mutlaka Allah kalplerine korku salar. Bir toplumda da zina yayıldı mı, mutlaka onlarda ölüm çoğalır. Bir toplum ölçü ve tartıyı eksik yaptı rm, mutlaka rızıkları kesilir. Bir toplum haktan başkasıyla hükmetti mi, mutlaka aralarında kan dökmeler yaygınlık kazanır. Bir toplum ahdi bozdu mu, mutlaka Allah üzerlerine düşmanı musallat eder." Muvatta’'', Cibâd 26; İbn Abdi’l-Berr. et-lstizkâr, XIV, 211 vd.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Sizler ey Arap olmayanlar topluluğu, sizden öncekilerin helakine sebep teşkil eden iki işin başına getirilmiş bulunuyorsunuz: Ölçü ve tartı.

13. Adaletle Söz Söylemek, Allah'ın Ahdine Bağlı Kalmak:

Yüce Allah'ın:

"Söz söylediğiniz vakit... adaletli olun" âyeti, hem hüküm verme halini, hem de şahitlikte bulunma halini kapsamaktadır.

"Akrabanız dahi olsa." Hak isterse akrabalarınızın ve benzerlerinin aleyhine dahi olsa. Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/135- âyetin tefsirinde) geçtiği gibi.

"Allah'ın ahdini yerine getirin." Bu da Allah'ın kullarına verdiği bütün ahidleri (emirleri) hakkında umumîdir. İki kişi arasında yapılan bütün akidlerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu ahdin Allah'a izafe edilmesi ise, onun gereği gibi korunması ve yerine getirilmesini emretmiş olması açısından sözkonusu olmuştur.

"Düşünüp öğüt alasınız." Gerektiği gibi ibret alasınız diye...

153

Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar. İşte, sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti.

14. Uymamız Gereken Dosdoğru Yol:

Yüce Allah'ın:

"Şüphesizki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun" âyeti büyük bir âyettir, yüce Allah bunu, önce geçen âyetlere atfetmiştir. Yüce Rabbimiz, bir takım emir ve nehiyler verdikten sonra, burada da onun yolundan başkasına uymaktan sakındırmaktadır. Bu âyet-i kerimede, ileride sahih hadisler ile selefin sözleriyle açıklayacağımız üzere kendi yoluna uymayı emretmektedir.

Ayet-i kerimenin başında yer alan; nasb mahallindedir. Yani

" Ve: Şüphesiz ki bu Benim.., yolumdur diye oku!" takdirindedir. Bu açıktama, el-Ferrâ' ve el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ferrâ' der ki: Cer mahallinde olması da mümkündür. Yani, " Size bunları ve bu benim yolumdur, diye tavsiye etti," takdirindedir. el-Halil ve Sîbeveyh'e göre takdiri ise; "Çünkü bu Benim... yolumdur" şeklindedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Muhakkak mescidler de Allah'a mahsustur." (el-Cinn, 72/18) diye buyurmaktadır.

el-A'meş, Hamza ve el-Kisâî de: "şüphesiz ki bu" şeklinde esreli olarak ve istinaf (yeni bir cümle başı) olmak üzere okumuşlardır. Yani, bu âyet-i kerimelerde sözü geçen hususlar Benim dosdoğru yolumdur, demek olur.

İbn Ebi İshâk ve Yakub ise, "nun" harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, burada şeddesiz okuyuş, şeddeli okuyuş gibidir. Şu kadar var ki, bunda zamiri şan diye bilinen bir zamirin hazfı sözkonusudur. Yani Ve işte bu..." takdirindedir. Buna göre ref mahallindedir. Nasb olması da caizdir, te'kid için fazladan gelmiş olması da mümkündür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Müjdeci gelip de..." (Yûsuf, 12/96)

Sırat ise, İslâm dininin kendisi demek olan yol demektir, "Dosdoğru" kelimesi de hal olarak nasbedilmiştir. Dosdoğru, hiçbir eğriliği büyrülüğü olmayan anlamındadır.

Bununla yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtası ile açıklamış ve açmış olduğu geniş bir yol olarak teşri buyurduğu, sonu da cennete ulaşan yoluna tabi olmayı emretmektedir. Bu yoldan bir çok yollar ayrılmıştır. Kim o doğru yolu izlerse kurtulur, kim bu ayrılan yollara koyulacak olursa, bu yollar kendisini cehenneme götürür. İşte yüce Allah:

"Başka yollara uymayın. Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar" uzaklaştırır, kaydırırlar diye buyurmaktadır.

Dârimî Ebû Muhammed Müsned'inde sahih bir îsnadla şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize AtVan haber verdi, bize Hammâd b. Zeyd anlattı, bize, Âsım b. Behdele, Ebû Vâil'den anlattı. Ebû Vâil, Abdullah b. Mes'ûd'dan dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bize bir çizgi çizdi, sonra şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra onun sağında bir takım çizgiler, solunda da bir takım çizgiler çizdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Bunlar da her birisinin başında ona çağıran bir şeytanın bulunduğu bir takım yollardır." Sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu. Dârimî, Mukaddime 23; Müsned, I, 435, 465.

Bu hadisi, İbn Mâce de Sünen'inde rivâyet etmiştir. Cabir b. Abdullah'tan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında idik. Bir çizgi çizdi. Sonra da onun sağında iki çizgi çizdi, solunda da iki çizgi çizdi. Daha sonra elini ortadaki çizgi üzerine koyup şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Sonra da şu:

"Şüphesiz ki, bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sîzi onun yolundan ayırırlar" âyetini okudu. İbn Mâce, Mukaddime 1; Müsned, III, .197.

Bu ayrı yollar, yahudilîği, Hıristiyanlığı, mecusiliği, diğer din mensuplarını fer'i meselelerde hevâlarının arkasından giden istisna olan bid'at ve dalâlet sahiplerini de; bunların dışında kalan, tartışmalarda işi aşırıya götüren ve kelamı meselelerde olmadık şekilde dalıp gidenleri de kapsamına alır. Çünkü, bütün bunlar, ayaklarının kaymasına maruzdurlar ve yanlış inanışlara sapmaları zannolunur. Bu açıklamaları ibn Atiyye yapmıştır.

Derim ki: Doğrusu da budur Taberî, "Kitabu Âdâbı'n-Nüfus"da şunu nakletmektedir: Bize Muhammed b. Abdulâlâ es-San'anî anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Sevr anlatti: Ma'mer'den, o, Eban'dan naklettiğine göre, adamın birisi İbn Mes'ûd'a şöyle sormuş: Sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) hangisidir?

İbn Mes'ûd şu cevabı verdi: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi onun başında bıraktı, onun bir ucu da cennetledir. Sağında bir takım yollar, solunda bir takım yollar vardır. O yolların başında oralardan geçenleri davet eden bir takım kimseler vardır Her kim bu yollara koyulacak olursa, o yollar sonunda onu cehenneme götürür. Her kim de dosdoğru yola koyulacak olursa, o da onu sonunda cennete ulaştırır. Daha sonra İbn Mes'ûd: "Şüphesiz ki, bu Benim dosdoğru yolumdur" âyetini okudu. Abdullah b. Mes'ûd ayrıca dedi ki; Kabzolunmadan önce ilmi öğreniniz. Kabzedilmcsi ise ilim ehlinin geçip gitmesidir. Gereksiz yere ince eleyip sık dokunmaya kalkışmaktan, gereksiz yere işi derinliğine kavramaya kalkışmaktan ve bid'atlerden çokça sakınınız. Size tâ İlkinden gelen kadim şeylere sarılmanızı tavsiye ediyorum. Bunu da Dârimî rivâyet etmiştir. Dârimî, Mukaddime 19, Hadis No: 15.

Mücahid de yüce Allah'ın:

"Başka yollara uymayın" âyetini, bid'atlere uymayın diye açıklamıştır.

İbn Şihab da der ki; Bu da yüce Allah'ın:

"Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar varya..." (el-En'âm, 6/159) âyetine benzemektedir. Bunlardan kaçmak gerekir, kaçmak. Kurtulmak gerekir, kurtulmak. Selet'-i salibin izlediği o sırat-ı müştekime, o dosdoğru yola yapışmak gerekir. İşte kârlı ticaret ondadır.

Hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Size neyi emrettiysem onu alınız. Ve size neyi yasaktadıysam ondan da uzak durunuz." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâîd, I, 158. Ayrıca bk. Müslim, Hacc 412; Nesâî, Menasik 1; İbn Mâce, Mukaddime 1; Müsned, II, 196, 247, 258, 31$, 355, 428, 448, 457, 482, 495, 508.

İbn Mâce ve başkaları da el-Irbad b. Sâriye'den şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize öyle bir vaazda bulundu ki, ondan dolayı gözler yaşardı, ondan dolayı kalpler korkuyla titredi. Ey Allah'ın Rasulü dedik. Bu, âdeta bir veda edenin öğüdüne benzemektedir. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: "Ben, sizi (hiç bir şüphe ve tereddüt gerektirmeyen) apaydınlık yol üzerinde bıraktım. Onun gecesi de gündüzü gibidir. Benden sonra bu yoldan helâk olandan başkası sapmaz. Aranızdan yaşayacak olanlar, pek çok ayrılıklar göreceklerdir. Size, benim sünnetimden ve benden sonra hidâyet bulmuş raşit halifelerin sünnetinden bildiğinize bağlı kalmanızı tavsiye ediyorum. Onlara dişlerinizle kavrarcasına sımsıkı sarılınız. Sonradan uydurma işlerden (bid'atlerden) de sakınınız. Çünkü, şüphesiz her bir bid'at bir sapıklıktır. Size itaat etmenizi tavsiye ediyorum. İsterse başınızdaki Habeşli bir köle olsun. Şüphesiz ki mü’min, burnuna halka takılmış deveye benzer. Nereye çekilirse oraya gider." Bu hadisi Tirmizî de bu manada rivâyet etmiş ve sahih olduğunu irade etmiştir. İbn Mâce, Mukaddime 6; Tirmizî, İlm 16; Ebû Dâvûd, Sünne 5, Dârimî, Mukaddime 16, Müsned, IV, 126, 127.

Ebû Dâvûd da şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize İbn Kesîr anlattı, dedi ki: Bize Sül'yan haber verdi, dedi ki: Adamın birisi, Ömer b. Abdülaziz'e mektup yazarak kader hakkında soru sordu. Ona şu cevabı yazdı: İmdi, ben sana Allah'a karşı takvalı olmayı, O'nun emrinde orta yolu izlemeyi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine tabi olmayı, O'nun sünnetinin uygulanagelişinden sonra bid'atçilerin ortaya çıkardıkları şeyleri -ki, onların bu gibi şeylerle uğraşmalarına gerek yoktur. Ümmet buna ihtiyaç bırakmamıştır- terk etmeni tavsiye ediyorum.

Sana cemaate bağlı kalmanı tavsiye ediyorum. Çünkü, cemaat Allah'ın izniyle senin için bir koruyucudur. Hem şunu bil ki, insanlar ne kadar bid'at ortaya çıkarmışlarsa mutlaka ondan önce, ya onun aleyhine delil olacak bir şey geçmiştir veya o hususta ibret teşkil edecek bir durum. Şunu bil ki sünneti, ona muhalefet etmekte ne kadar hata, ne kadar yanlışlık, ne kadar ahmaklık, ne kadar gereksiz yere derinlere dalmak istemenin miktarını bilen bir kimse ortaya koymuştur. O bakımdan sen de kendin için, başkalarının kendileri için razı olup beğendiği şeye razı ol. Onlar, bilerek durmuşlardır. İşin özüne nüfuz eden bir basiretle de bu gibi işlere dalmaktan kurtulmuşlardır.

Üstelik onlar işleri açığa çıkarabilmekte daha güçlü idiler. Sahip oldukları lütuf ve fazilet dolayısıyla da buna onlar daha lâyıktılar.

Eğer, hidâyet sizin Üzerinde bulunduğunuz yol olsaydı, o takdirde siz bu hususta onları geride bırakmışsınız demektir. Şayet sizler, bu gibi şeyler onlardan sonra ortaya çıkmıştır diyorsanız, şunu bilin ki, bunları ortaya çıkartanlar ancak onların yolundan başkasına tabi olup onlara uymaktan yüz çevirerek nefsine uyan kimselerdir. Şüphe yok ki onlar önde gidenlerdir. Bu hususta yeteri kadar konuşmuşlardır ve rahatlatacak kadarını anlatmışlardır. Onlar bu hususta, her hangi bir kusur eksik bırakmadıkları gibi, daha da açıklanması gereken bir şey de bırakmış değillerdir. Bazıları bu hususta onlardan geri kaldılar, o bakımdan hakka uzak düştüler. Bazıları da onlardan ileri geçmeye çalsştılar, fakat aşırıya gittiler. Onlar İse, bu ikisinin arasında ve dosdoğru bir yol üzere idiler... diyerek bundan sonra hadisin geri kalan bö-Kimünü nakletti. Ebû Dâvûd, Sünne 6.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de der ki: Size, ashâbın yoluna ve sünnete uymanızı tavsiye ediyorum. Çünkü, kısa bir süre sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ve onun bütün hallerinde ona uymaktan söz edecek bir kişi ortaya çıkarsa, (diğerlerinin) onu yereceklerinden, ondan uzaklaşıp gideceklerinden, onunla ilişkilerini keseceklerinden, onu zelil edeceklerinden, küçük düşüreceklerinden korkuyorum.

Yine Sehl der ki: Şunu bilin ki bid'at, ancak ve ancak ehl-i sünnetin elleriyle ortaya çıkmış üstünlük kazanmıştır. Çünkü onlar, bid'at ehline karşı çıktılar, onlarla konuşup tartıştılar. Böylelikle bid'atçilerin görüşleri de ortaya çıktı ve herkes arasında yaygınlık kazandı. Bunun sonucunda onları işitmedik kimseler de işitti. Eğer onları bırakıp onlarla konuşmamış olsalardı, onların her birisi kalbinde sahip olduğu inançlarıyla birlikte ölür gider, ondan hiçbir şey onaya çıkmaz ve o bid'atini beraberinde kabrine taşıyıp götürmüş olurdu.

Yine Sehl der ki: Sizden her hangi birinize, İblis, bir ibadet uydurup onunla kendisine ibadet ettirmedikçe, bir bid'at ortaya koymaz. Ancak ondan sonradır ki, İblis o kimseye bir bid'at çıkartır. Bu kişi de bid'at sözü söyleyip insanları ona çağırmaya başladı mı, İblis de o hususta o zilleti ondan çeker.

Yine Sehl der ki: Ben, bid'atçiler hakkında şu hadisten daha ağır bir hadis geldiğini bilmiyorum: "Allah, cenneti bid'at sahibine karşı perdelemiştir." Sehl der ki; Buna göre, yahudi de hristiyan da bid'atçilerden daha çok ümitvar olabilirler.

Yine Sehl der ki: Her kim dinîne ikramda bulunmak istiyor ise, sultanın huzuruna girmesin. Kadınlarla başbaşa kalmasın, heva ehli kimselerle de tartışmasın. Dârimî, Mukaddime 29; (Abdullah b. Mesudun sözü olarak). no: 307.

Yine Sehl şöyle demiştir: Tabi olun, bid'at çıkartmayın. Çünkü ona ihtiyacınız yoktur.

Dârimî'nin Müsned'inde nakledildiğine göre Ebû Mûsa el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ûd'a gelip şöyle demiş: Ey Abdurrahma'nın babası, ben az önce mescidde birşeyler gördüm. Fakat, onu yeni görüyorum. Bununla birlikte Allah'a yemin olsun ki, hayırdan başka bir şey de görmüş değilim. Abdullah, o da neymiş diye sorunca, Ebû Mûsa, ömrün yeterse göreceksin diyerek şunları anlattı: Ben, mescidde oturarak halka halka olmuş ve namazı bekleyen topluluklar gördüm. Ellerinde çakıl taşlan olduğu halde, her halkada bir kişi onlara yüz defa tekbir getirin diyor, onlar da yüz defa tekbir getiriyorlar. Yüz defa tehlil getirin diyor, onlar da tehlil getiriyorlar. Yüz defa teşbih getirin diyor, onlar da: Yüz defa teşbih ediyorlar.

Abdullah b. Mes'ûd: Peki onlara ne dedin diye sorunca, Ebû Mûsa, onlara bir şey demedim, senin görüşünü bekledim, senin vereceğin emri bekledim, dedi. Abdullah dedi ki: Sen bunun yerine ne diye günahlarını saymalarını emretmedin ve hasenatlarının hiçbir şekilde zayi olmayacaklarına dair teminat vermedin? Sonra o da kalkıp gitti ve biz de onunla birlikte gittik. Nihayet bu halkalardan birisine vardı, başlarında durdu ve şöyle dedi: Şu yaptığınızı gördüğüm şey nedir? Onlar: Abdurrahman'ın babası, tekbir, tehlil ve teşbihi kendileriyle saydığımız çakıl taşlandır, dediler. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd şöyle dedi: Siz kötülüklerinizi sayınız. Ben hasenatınızdan hiçbir şeyin zayi olmayacağına dair size teminat veriyorum. Ey Muhammed ümmeti, ne oldu size, ne kadar da çabuk helâka koştunuz? Yoksa siz, sapıklık kapılarını mı açanlarsınız? Onlar: Allah'a yemin olsun Ey Abdurıahman'ın babası, hayırdan başka bir isteğimiz yoktu dediler. Abdullah şöyle dedi: Nice hayır isteyen vardır ki, onu bir türlü isabel ettiremez. Dârimî, Mukaddime 23. I, no: 210.

Ömer b. Abdülaziz'den rivâyete göre, adamın birisi kendisine hevâ ve bid'at ehli hakkında bir husus sormuş, o da şu cevabı vermiş: Sen, bedevî Araplar gibi küttaba giden (ilk okuma yazma öğrenmeye çalışan) küçük çocuk gibi dinine bağlan ve bunun dışında kalan şeylerle oyalanma.

el-Evzaî de der ki: İblis, dostlarına sordu: Siz, Âdemoğullarını hangi yollarla yaklaşıp kandırıyorsunuz? Onlar: Her yoldan, dediler. Peki, istiğfar yönünden onlara yaklaşabiliyor musunuz? Onlar, heyhat! Bu tevhid ile birlikte olan bir şeydir, dediler, iblis şöyle dedi: Aralarında Öyle bir şey yaygınlaştıracağım ki, ondan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeyecekler. Evzaî dedi ki: O da aralarına bevaların arkasından gitmeyi yaygınlaştırdı. Dârimî, Mukaddime 30, H. no: 314.

Mücahid de der ki: Bilemiyorum, mazhar olduğum şu iki nimetin hangisi daha büyüktür: Allah'ın beni İslâm'a hidâyet etmesi mi, yoksa bu heva ve bid'atlerden beni esenliğe kavuşturmuş olması mı? Dârimî, Mukaddime 30, h. no: 515.

Şa'bî de der ki: Bu kimselere "hevfı sahipleri" deniliş sebebi, onların cehennemde uzun süre yuvarlanacak olmalarından Ötürüdür. (Hevâ ile yuvarlanma kelimelerinin aynı kökten geldiklerine işaret ediyor). Bu rivâyetlerin hepsi Dârimî'den nakledilmiştir.

Sehl b. Abdullah'a, Mu'tezile'ye mensup kimseler arkasında namaz kılmaya, onlardan kız almaya, onlara kız vermeye dair soru soruldu, şu cevabı verdi: Hayır, bunun iyi bir taralı olamaz. Onlar kâfirdir. Kur'ân mahluktur, el'an yaratılmış bir cennet yoktur, yaratılmış bir ateş yoktur, Allah'ın sıratı yoktur, şefaat yoktur, mü’minlerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in günahkârlarından hiç kimse cehennemden çıkmayacaktır, kabir azâbı yoktur, münker yoktur, nekir yoktur, âhirette Rabbimizin görünmesi de, fazladan ikramda bulunması da yoktur, Allah'ın ilmi mahluktur, İmâm tayin etmeye gerek yoktur, cum'a yoktur diyen, buna karşılık bütün bunlara îman edenleri tekfir edenler nasıl mü’min olabilir?

Fudayl b. İyad dedi ki: Bid'at sahibi birisini sevenin Allah, amelini boşa çıkartır, İslâm'ın nurunu da kalbinden alır.

Onun bu kabilden sözleri ve fazlası da geçmiş bulunmaktadır.

Süfyan es-Sevrî der ki; Bid'atı İblis masiyetten daha çok sever. Çünkü, masiyetten tevbe sözkonusu olur. Fakat bid'atten tevbe sözkonusu olmaz.

İbn Abbâs da der ki: Sünnet ehlinden olup sünnete çağıran, bid'atten de uzaklaştırmaya gayret eden bir kimseye bakmak dahi ibadettir.

Ebû'l-Âl-iyye der ki: Siz, ayrılığa düşmeden önce izlemekte oldukları o ilk işe yapışınız.

Âsım el-Ahvel der ki: Ben bunu el-Hasen'e naklettim, o da, o gerçekten sana güzel bir öğüt vermiştir. Allah'a yemin olsun ki, sana doğruyu söylemiştir, dedi.

Âl-i İmrân Sûresi'nde Hazret-i Peygamberin: "İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır" şeklindeki hadis ve bunun anlamı geçmiş bulunmaktadır. (Âl-i İmrân, 3/102. âyet, 2. başlıkta)

Aril ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Muhammed ümmetine fazladan ilave edilen bu fırka, ulemaya düşmanlık eden, fukahaya buğzeden bir fırkadır. Böylesi bir fırka geçmiş ümmetlerde hiçbir şekilde görülmüş değildir.

Rafi b. Hadic'in rivâyetine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Ümmetim arasında farkında olmadıkları halde, yahudi ve hıristiyanların kâfir oldukları gibi, Allah'a ve Kur'ân'a kâfir olacak bir topluluk olacaktır." Ben, Ey Allah'ın Rasulü, canım sana feda, bu nasıl olacak, diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bir bölümünü kabul edecekler, bir bölümünü inkâr edeceklerdir." Canım sana feda Ey Allah'ın Rasulü dedim. Nasıl bunu söyleyecekler? Şöyle buyurdu: "Yaratmasında, kuvvetinde, rızkında, İblis'i Allah'a denk koşacaklar ve diyecekler ki: Hayır Allah'tan, şer İblistendir." Ebû Rafi’ dedi ki: Peki, hem Allah'ı inkâr edecekler, hem de bunun üzerine kalkıp Allah'ın Kitabını okuyacaklar, imandan ve marifetten sonra da Kur'ânı inkâr mı edecekler? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Ümmetimin böylelerinden göreceği düşmanlık, kin ve tartışma (çok büyük olacaktır), işte bunlar, bu ümmetin zındıklarıdır" deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

en-Nisa Sûresi'nde bid'at ehli ve hevalarının arkasından giden kimselerle oturup kalkma yasağı, onlarla oturup kalkanların hükmünün de onlarla aynı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman... kendilerinden yüz çevir" (el-En'âm, 6/68, âyet).

Daha sonra yüce Allah, Medine'de inmiş bulunan en-Nisa Sûresi'nde bu şekilde davranıp Allah'ın verdiği emre muhalefet edenlerin cezasını açıklayıp şöyle buyurmaktadır:

"O, size Kur'ân'da şunu indirdi...O zaman siz de onlar gibi olursunuz." (en-Nisa, 4/140) Böylelikle onlarla beraber oturup kalkanları da onlara katmış olmaktadır.

Bu ümmetin önder İmâmlarından bir grup da bu görüşte olup onlarla işret etmek ve onlarla içli dışlı olmak maksadıyla bid'at ehliyle beraber oturup kalkan kimse hakkında bu âyetler gereğince hüküm vermişlerdir ki, bunlar arasında Ahmed b. Hanbel, el-Evzaî ve İbn Mübarek gibileri vardır. Onlar, işi bid'at ehliyle oturup kalkmak olan bir kimse hakkında şöyle demişlerdir: Böyle birisine onlarla beraber oturup kalkmaktan vazgeçmesi söylenir. Vazgeçerse mesele yok. Aksi takdirde onlar gibi değerlendirilir. Bununla hüküm bakımından onlar gibi değerlendirilir, demek istemektedirler.

Ömer b. Abdulaziz, içki içenlerle oturan kimselere de haddi uygulamış ve görüşüne de:

"Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" (en-Nisa, 4/140) âyetini okumuştur. Kendisine: Şöyle denildi: Bu adam, ben onlarla birlikte meseleyi onlara açıklamak ve onların yaptıklarını reddetmek için oturuyorum, diyor denilince, o da şu cevabı vermiş: Onlarla oturup kalkması yasaklanır. Eğer vazgeçmeyecek olursa, o da onlara katılır.

154

Sonra Biz, -güzelce uygulayanlara tamamlamak, her şeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere- Mûsa'ya kitabı verdik. Onlar, Rabblerine kavuşmaya îman ederler diye.

Yüce Allah'ın:

"Sonra Biz... Mûsa'ya kitabı verdik."

âyetinde (Mûsa ve kitap kelimeleri) iki mef'ûldür.

"Tamamlamak üzere" ya mef'ûlün lehtir, yahut mastardır.

"Güzelce uygulayanlara" âyeti, hem nasb ile, hem ref ile okunmuştur. Merfu olarak okuyanların kıraati, -ki Yahya b. Ya'mer ve İbn İshâk'ın kıraatidir-En güzel (ameli) olan o kimseye... tamamlamak üzere" takdirindedir.

el-Mehdevî der ki: Burada; O kimseye" ait olan mübtedâ hazfedildiğinden ötürü uzak bir ihtimaldir. Sîbeveyh ise el-Halil'den "Ben sana her hangi bir şey söyleyen bir kimse deği Hm," şeklinde bir kullanım işittiğini de nakletmektedir.

Buna göre nasbeden kimse, sılaya dahil mazi bir fiil olarak nasb ile okumuştur. Bu, Basralıların görüşüdür. el-Kisâî ve el-Ferrâ' ise, bunun ism-i mev sülünün sıfat ismi olmasını da uygun görmüşler ve bunlar; Kardeşin olan o kimseye yolum uğradı" diyerek, maille ve buna yakın lâfız lada bu ism-i mevsula sıtat yapmayı câiz kabul etmişlerdir.

en-Nehhâs ise bu, Basralılara göre imkânsız bir şeydir. Zira, burada tamamlanmadan önce ismin sıfatı olarak gelmektedir, demiştir. Basralılara göre mana şöyledir: Güzelce uygulayan kimseye (mealde olduğu gibi)...

Mücahid der ki: "Güzelce uygulayan mü’min kimseye tamamlamak ... üzere" anlamındadır.

el-Hasen ise, Güzelce uygulayana tamamlamak üzere" âyetinin anlamı hakkında şunları söylemektedir: Onların (İsrailoğullarının) arasında ihsan eden (güzel hareket eden) de vardı, ihsan etmeyen de vardı. Yüce Allah, Kitabı ihsan edicilere nimetini tamamlamak üzere indirmiştir. Bu görüşün sıhhatine delil ise, İbn Mes'ûd'un; " Güzelce uygulayanlara tamamlamak üzere" şeklindeki kıraatidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz, Mûsa'ya Tevrat'ı indirmeden önce, Allah'ın kendisine öğretmiş olduğu şeyleri güzelce uyguladığı için fazladan verdik.

Muhammed b. Zeyd ise der ki: "Güzelce uygulayanlara tamamlamak üzere" âyetinin anlamı şudur: Yani, yüce Allah'ın Mûsa'ya ihsan etmiş olduğu risalet ve benzeri diğer hususları tamamlamak üzere (Kitabı verdi) demektir.

er-Rabi' b. Enes de der ki: Mûsa'nın yüce Allah'a güzelce itaat etmesine karşılık tamam olmak üzere demektir. el-Ferrâ' da böyle açıklamıştır.

Şu açıklamalar da yapılmıştır: "Sonra" âyeti, ikincisinin birincisinden önce olduğuna ve Hazret-i Mûsa'nın kıssası ile ona kitabın verilişinin bundan önce cereyan ettiğine delalet etmektedir. O bakımdan "sonra"nın burada "vav" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, ve Biz Mûsa'ya da kitabı verdik. Çünkü, her ikisi de atıf harfidir.

Şöyle de açıklanmıştır: ifadenin takdiri şöyledir: Biz, Kur'ânı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirişimizden önce Mûsa'ya kitabı vermiştik.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı şudur; Gelin size önce Rabbinizin neyi haram kıldığını okuyayım. Sonra da Mûsa'ya tamamlamak üzere neleri verdiğimizi de okuyayım.

"Her şeyi ayrı ayrı açıklamak" âyeti, ona atfedilmiştir.

"Bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere" âyeti de ona atfedilmiştir.

155

İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki, merhamet olunasınız.

"İşte bu... bir kitaptır" âyeti mübteda ve haberdir.

"İndirdiğimiz mübarek" onun sıfatıdır. Yani, hayır ve bereketlen pek çok demektir. Kur'ân-ı Kerîm'den başka yerlerde; Mübarek kelimesinin hal olarak; şeklinde okunması da mümkündür.

"Öyleyse ona uyun" yani, içindeki hükümler gereğince amel edin.

"Ve sakının" yani, onu tahrif etmekten sakının

"ki, merhamet olunasınız." İlahi rahmeti olan kimselerden olabileşiniz ve azaba uğramayasınız.

156

"Bizden önce kitap yalnız İki topluluğa İndirildi. Ve biz, onların okuduklarından habersiz kimseler idik" demeyesiniz diye.

Yüce Allah'ın: " Demeyesiniz diye" âyeti nasb mahallindedir. Kûfeliler; demeyesiniz diye" takdirindedir, derler. Basralılar da şöyle demektedirler: "Demenizi istemediğimizden ötürü... onu indirdik" takdirindedir, derler.

el-Ferrâ' ve el-Kisâî de derler ki: Âyetin anlamı: "Ey Mekkeliler... demekten sakınınız," şeklindedir.

"Bizden önce kitap" yani, Tevrat ve İncil

"Yalnız iki topluluğa" yani, yahudilerle hıristiyanlara

"indirildi..." Fakat bize kitap indirilmedi.

"Ve biz onların okuduklarından habersiz kimseler idik." Onların kitaplarının okunuşundan ve dillerinden habersiz idik

"demeyesiniz diye."

Burada yahudi ve hıristiyanlara giden zamiri; "okuduklarından" diye ikil gelmesi gerektiği halde çoğul gelmesi, her bir taifenin başlı başına çoğul olmalarından dolayıdır.

157

Yahut: "Bize bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidâyet üzere olurduk" demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çevirenleri bu yan çizmeleri sebebiyle yakında pek kötü bir azapla azaplandıracağız.

"Yahut... demeyesiniz diye" âyeti, bir önceki âyet-i kerimede geçen;

"Demeyesiniz diye" âyetine atfedilmiştir.

"İşte size, Rabbinizden apaçık bir belge... gelmiştir." Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gelişinden sonra artık ileri sürebileceğiniz bir mazeret kalmamıştır. Beyyine (apaçık belge) ile beyan (açıkça anlatmak) aynı şeylerdir. Maksat, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'tır yüce Allah Ona

"beyyine" ismini vermektedir.

"Bir hidâyet ve bir rahmet" yani, ona tabi olan kimseler için o bir hidâyet ve bir rahmettir.

Daha sonra gelen:

"... daha zalim kim olabilir" âyeti, siz yalanlayacak olursanız sizden daha zalim hiçbir kimse olamaz, demektir.

"Yüz çevirenleri bu yan çizmeleri sebebiyle" âyetine dair açıklamalar daha Önceden (el-En'âm, 6/46. âyet) geçmiş bulunmaktadır.

158

Onlar, kendilerine meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, yahut Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün, daha önce îman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: "Bekleyin, biz de beklemekteyiz."

Yüce Allah'ın:

"Onlar... mı bekliyorlar?" âyetinin anlamı şudur: Ben, onlara karşı kesin delili ortaya koyduğum ve üzerlerine Kitabı indirdiğim halde yine îman etmediler. Peki bekledikleri nedir?

"Kendilerine meleklerin gelmesinden... başkasını mı bekliyorlar?" Yani, ölüm sırasında canlarını almak için meleklerin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?

"Yahut, Rabbinin âyetlerinden bir tanesinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?.." İbn Abbâs ile ed-Dahhâk derler ki: Rabbinin onlar hakkındaki öldürülme ve onun dışındaki emirleri demektir. Muzafun ileyh zikredilmekle birlikte muzaf kastedilebilir, yüce Allah'ın:

"O kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) yani o kasaba halkına sor anlamında olması gibi. Yine yüce Allah'ın:

"Ve kalplerinde buzağı içirildi onlara." (el-Bakara, 2/92) Buzağının sevgisi içirildi anlamındadır. İşte burada da âyet böyledir. Yani onlar, Rabbinin emrinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?

Emirden kasıt ise, Rabbinin cezası ve azabıdır.

Şöyle de denilmektedir: Bu âyet, yüce Allah'tan başkasının te'vilini bilmediği müteşabih âyetlerdendır. Buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde ve diğer,âyetlerde başka yerlerde geçen benzeri âyetler açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Yahut Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesinden" âyetinden denildiğine göre kasıt, güneşin bandan doğmasıdır. Bununla yüce Allah, dünyada kendilerine mühlet verileceğini beyan etmektedir. Artık kıyâmet başgösterdi mi, mühlet vermek sözkonusu olmayacaktır.

Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah'ın gelmesi, kıyâmet günü hesap için durulacak yerde mahlukatı arasında hüküm verip haklı ile haksızı ayırd etmek için gelişi demektir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (el-Hicr, 89/22)

Yüce Allah'ın gelişi ise, bir hareket, bir yerden bir yere intikâl yahut ayrılıp gitmek şeklinde olmaz. Çünkü, böyle bir şey ancak gelenin bir cisim yahut bir cevher olması halinde sözkonusu olur. Ehl-i sünnet İmâmlarının Cumhûrunun kabul ettiğine göre; onlar şöyle derler: yüce Allah gelir ve İner. Ancak O'na hiç bir şekilde keyfiyet nisbet etmezler. Çünkü,

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (eş-Şûrâ, 42/11)

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç şey ortaya çıktı mı, önceden îman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan hiç bir kimseye (sonradan) imanının faydası olmayacaktır: Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz." Müslim, Îman 249; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 9; İbn Mâce,..... 32; Müsned, II, 231, 313.

Safran b. Assâl, el-Muradî'den dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Batıda yetmiş yıllık mesafede tevbe için açık bir kapı vardır. Güneş o taraftan doğuncaya kadar asla kapanmaz." Hadisi, Dârakutnî, Dârimî ve Tirmizî rivâyet etmiş olup, Tirmizî, hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Deavat 98; İbn Mâce, Fiten 31: Müsned, IV, 240, 241; Dârakutnî, 1, 197.

Süfyan (hadisinde senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: "Şam tarafında, Allah'ın gökleri ve yarattığı gün yaratmış olduğu, açık -yani tevbe için açık- bir kapı vardır. Güneş oradan doğuncaya kadar kapanmaz" (Tirmizî) der ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, DenvîU 98.

Derim ki: Önceden de geçtiği gibi, Hariciler İle Mu'tezile, bütün bunları yalanlamışlardır.

İbn Abbâs'ın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle derken dinledim: Ey insanlar, şüphesiz recm haktır. Sakın ondan yana aldanışa düşürülmeyesiniz. Bunun âyeti (alameti) de şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) recm etti, Ebû Bekr recm etti. Biz de ikisinden sonra recm ettik. Bu ümmetten recini yalanlayacak, Deccali yalanlayacak, güneşin batıdan doğuşunu yalanlayacak, kabir azabını yalanlayacak, şefaati yalanlayacak ve kemikleri görününceye kadar derileri yandıktan sonra bir topluluğun cehennemden çıkartılmasını yalanlayacak kimseler gelecektir. Bunu, Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) zikretmiştir. İbn Abdi'l-Berr, el-ltizkâr, XXIV. 52-53.

es-Sa'lebî de uzunca bir hadiste Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu manada bir hadisini kaydetmektedir: "Yer yüzünde masiyetlerin çoğalacağı, iyiliğin (marufun) görülmeyeceği ve hiç bir kimseftin marufu emretmeyeceği, buna karşılık münkerin (kötülüğün) yaygınlaşıp kimsenin ondan alıkoymayacağı bir zamanda güneş gece bir süre Arş'ın altında alıkonulacaktır. Secde edip Yüce Rabbinden doğacağı yer ile ilgili olarak izin istediği her seferinde ona cevap verilmeyecektir. Nihayet ay da onun yanına gelecek, onunla birlikte secde edecektir. Nereden çıkacağı hususunda o da izin isteyecektir. Ancak, her ikisine de cevap verilmeyecektir, Nihayet güneş üç gece kadar, ay da üç gece kadar bir süre alıkonulacaktır. Bu gecenin uzunluğunu ise, yer yüzünde ancak teheccüd kılanlar anlayabilecektir. O günde ise onlar, müslüman beldelerin her birisinde oldukça az bir toplulukturlar. Nihayet güneşin de, ayın da üçer gecelik miktarı tamam olunca, yüce Allah onlara, Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı gönderir ve şöyle der: "Şanı yüce ve münezzeh olan Rabb sizlere, battığınız yerlere dönüp oradan doğmanızı emretmektedir. Artık bizim nezdinizde sizin ışığınız da, nurunuz da olmayacaktır."

Her ikisi de battıkları yerlerden simsiyah olarak çıkacaktır. Ne güneşin ışığı olacak, ne de ayın nuru olacak. Her ikisinin de misali, bundan önce tutuldukları vakti andıracaktır. İşte şanı yüce Allah'ın:

"Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman" (el-Kıyame, 75/9) âyeti İle:

"Güneş, tortop edilip dürüldüğü zaman" (et-Tekvir, 81/1) âyetinde anlatılan budur. Bu şekilde boynuzlu iki deve gibi yukarı kaldırılırlar. Güneş ve ay, göğün göbeğine -ki, orası yarısıdır- ulaştıklarında Cebrâîl onlara gelir, boynuzlarını yakalayıp onları tekrar batıya geri döndürür. Onları batı taraflarından batırmaz. Fakat, tevbe kapısından batırır, sonra tevbe kapısının iki kanadı da kapatılır. Daha sonra aralarındaki boşluk da kapatılır, âdeta ikisi arasında bir yarık yokmuş gibi olurlar. Tevbe kapısı da kapatıldı mı, artık bundan sonra hiç bir kulun bir tevbesi kabul olunmaz, bundan sonra işleyeceği bir iyiliğin de kendisine faydası olmaz. Bundan önce iyilik yapan bir kimse olması hali müstesna. Ona da bugünden önce yazılanların aynısı yazılmaya devam edilir. İşte yüce Allah'ın:

"Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün daha önce îman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez" âyetinde anlatılan budur. Bundan sonra güneşe ışığı, aya da nuru verilir, arkasından daha önce doğup battıkları gibi yine insanlar üzerine doğup batmaya devam ederler.

İlim adamları derler ki: Güneşin batıdan doğuşu esnasında îman edecek kimseye imanın fayda vermeyiş sebebi, nefsin bütün arzularının hareketsiz kalacağı, beden güçlerinin tamamının dineceği şekilde bir korkunun kalplere dolacağı, bunun sonucunda da bütün insanların, kıyâmetin yaklaşacağına olan kesin inançlarının, tıpkı her Lürlü masiyeti işlemeye çağıran gerekçelerin ölümün yaklaştığı esnada kesilmesi ve bedenlerinden bu isteklerin tamamıyla çekilmesi haline benzemesinden ötürüdür. İşte, böyle bir durumda bulunan kimsenin tevbesinin kabul edilmeyişi, tıpkı ölüm döşeğinde olan bir kimsenin tevbesinin kabul edilmeyişine benzer. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, can boğaza gelmediği sürece kulunun tevbesini kabul eder." Tirmizî, Deavat 98: İbn Mâce, Zühd 30: Müsned, II, 132, 153, III, 425. Can, boğazın başına gelmediği sürece tevbe kabul olunur. Tevbenin kabul olunmayacağı bu vakit ise, kişinin cennet yahut cehennemdeki yerini göreceği sıradadır. Güneşin batıdan doğuşuna şahit olan kimse de onun gibidir. Buna göre bu olayı gören, yahut görmüş gibi olan her bir kimsenin hayatta kaldığı sürece yapacağı tevbenin reddolunması gerekir. Artık, böyle bir kimsenin yüce Allah'a ve onun Peygamberine, vaadine dair bilgisi artık kesinlik kazanmış olur.

Eğer dünyanın ömrü insanların bu büyük olayın meydana gelişini unutacakları vakte kadar uzayıp gidecek ve yalnızca az bir istisna ile ondan söz edecek olurlarsa, o takdirde bu olaya dair haber has bir haber olur ve bu haberin mütevatirliği kesilmiş olur. İşte böyle bir dönemde İslâm'a giren, yahuv tevbe edenin tevbesi makbul olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Müslim'in Sahih'inde Abdullah (b. Amr)’dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şu ana kadar unutmadığım bir hadis bellemiştim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet alametleri arasında ilk meydana gelecek olan güneşin batıdan doğması ile kuşluk vakti dâbbe (tü’l-arz)’ın insanlara karşı çıkmasıdır. Bunların hangisi ötekinden daha önce olursa, öbürü de kısa bir süre sonra onun akabinde ortaya çıkacaktır." Müslim, Fiten 118; Ebû Dâvûd, Melahim 12; İbn Mâce, Fiten 32.

Yine Müslim'de Huzeyfe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir odada bulunuyordu, biz de ondan daha aşağıda bulunuyorduk. Bize dönüp baktı ve şöyle dedi: "Neden söz ediyorsunuz?" Biz, kıyâmetten dedik. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz on tane alamet ortaya çıkmadıkça kıyâmet de vuku bulmayacaktır: Doğu tarafında bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, batı tarafında bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, Arap yarımadasında bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, duman, Deccâl, dabbetü'l-arz, Ye'cuc ile Me'cuc, güneşin batıdan doğuşu ve Aden'in iç taraflarından insanları önüne kalıp sürükleyen bir ateşin çıkması." Şu'be dedi ki: Ve bana Abdulaziz b. Rufeyf anlattı, o, Ebû Tufeyliden, o, Ebû Seriha'dan bunun gibi bir hadis nakletti. Ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (buyurdu) diye söz etmedi. Onuncu alamet olarak da bir seferinde: Îsa b. Meryem'in nüzulü, (inmesi), diğerinde ise: İnsanları yakalayıp denize atacak bir rüzgâr diye ifade etti. Müslim, Fiten 39. 40; Ebû Dâvûd, Melahim 12; Tirmizî, Fiten 21; İbn Mâce, Fiten 28; Müsned, IV. 6, 7.

Derim ki: Bu hadis, alametlerin sıralanışında oldukça sağlam olarak rivâyet edilmiş bir hadistir. Bu alametlerin bir kısmı da vukua gelmiş bulunmaktadır ki, bunlar da bazı kara parçalarının yerin dibine geçmesidir. Ebû'l-Ferec el-Cevzî'nin naklettiğine göre Irak-ı Acemde ve Mağnb'de bu şekilde kara parçaları yerin dibine geçmiş ve bu sebepten ötürü de pek çok kimse helâk olmuştu. İbnu'l-Cevzî bunu, "Fukumu'l-Âsâr" adlı kitabında ve başkaları da zikretmiştir. İleride Dabbetül arz'dan en-Neml Sûresi'nde (28/82. âyetin tefsirinde), Ye'cüc ile Me'cüc'den de Kehf Sûresi'nde (18/94. âyetin tefsirinde) söz edilecektir.

Denildiğine göre kıyâmetin bu alametleri, tıpkı ipe dizilmiş boncuk gibi yıl be yıl arka arkaya gelecektir.

Denildiğine göre güneşin batı tarafından çıkışındaki hikmet şudur: İbrahim (aleyhisselâm) Nemrud'a:

"Muhakkak Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen onu batıdan getir (dedi). Bunun üzerine o kâfir olan şaşırıp kaldı" (el-Bakara, 2/258) demesi ile inkarcı ve yıldızlardan hüküm çıkaran müneccimlerin hepsinin, bunları inkâr etmeleri ve böyle bir şeyin olamayacağını söylemeleridir. Şanı yüce Allah da inkarcılara kudretini ve güneşin, O'nun mülkünde olduğunu, dilediği takdirde onu doğudan, dilediği takdirde de batıdan çıkartacağını göstermek için bir gün batıdan doğuracaktır.

Buna göre, îman ve tevbeleri reddolunacak olan kimselerin, bu hususu inkâr eden ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, güneşin bu şekilde doğacağına dair haberini yalanlayan kimseler olması muhtemeldir. Bunu tasdik edip doğrulayanların ise tevbeleri kabul olunur ve bundan önceki imanlarının da kendilerine faydası olur.

Abdullah b. Abbas'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu alametin geleceği vakit, hiçbir kâfirin ameli de tevbesi de kabul olunmaz. O gün yaşı küçük olan müstesna. Eğer, o kimse bundan sonra İslâm'a girecek olursa onun bu İslâm'a girişi kabul olunur. Günahkâr mü’min olup da günahından tevbe edenin de tevbesi kabul olunur.

İmrân b. Husayn'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Güneşin (batıdan) doğacağı vakitte insanların bir çoğunun helâk edileceği bir çığlığın kopacağı sırada, tevbe edenin tevbesi kabul olunmaz. İşte böyle bir zamanda müslüman olan, yahut tevbe eden ve helâk olan kimsenin tevbesi kabul olunmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edenin tevbesi kabul edilir. Bunu da Ebul-Leys es-Semerkandî Tefsir'inde zikretmektedir. Abdullah b. Ömer de der ki: Güneşin batıdan doğduktan sonra insanlar, yüzyirmi yıl daha kalacak, öyle ki hurma fidanlarını dahi dikeceklerdir, Allah gaybını en iyi bilendir.

İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr " Geldiğfgün" ibares(indek)i ("ye" harfini) "te" ile okumuştur. Nitekim:

"Yolcu kafilesinden biri onu alır" (Yusuf, 12/10) âyetindeki "ye" harfi de "te" ile okunmuştur, Parmaklarından birisi gitti (sözünde) "te" harfinin ilave edilmesi bu kabildendir. Şair Cerir de der ki:

"ez-Zübeyr (b. el-Avvam'ın öldürülme) haberi gelince,

Medine'nin surları alçaldı ve huşu ile eğilen dağlar (boyun eğdi)."

el-Müberred der ki: Buradaki müenneslik, müennes olan bir kelimeye yakınlığı dolayısıyladır. Aslının öyle gelmesi gerektiğinden dolayı değildir. İbn Sîrin de; "Fayda vermez" kelimesini ("ye" ile okuması gerekirken) "te" ile okumuştur. Ebû Hatim der ki: Bunun, İbn Sîrin'in bir hatası olduğu zikredilmektedir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta Sîbeveyh'in sözünü ettiği nahiv ile ilgili bir İncelik vardır. O da şudur: Îman ve nefis, her birisi diğerini kapsamına alır. îman , nefisten ve nefisle birlikte sözkonusu olduğundan dolayı, îman kelimesini müennes okumuştur. Ayrıca Sîbeveyh şu beyiti de nakleder:

"Esen rüzgârların yere saplanmış mızrakların üst taraflarını salladığı

Mızraklar gibi; onlar da öylece (salına salına) yürüdüler."

el-Mehdevî der ki: Eğer fiil müennese izafe edilmiş olup izafe olunan kendisine izafe edilenin bir bölümü, bir parçası, yahut onunla birlikte bulunuyor ise, müzekkere ait fiili, Arapların müennes olarak kullandıkları çokça görülür.

İşte, Zu'r-Rimme'nin söylediği (az önce nakledilen) beyiti bu şekildedir. O da burada müennes olan "rüzgârlar" anlamındaki kelimeye izafe edilmesi dolayısıyla "rüzgârların esişi" anlamındaki kelimeyi müennes olarak kullanmıştır. Çünkü, esme işini yapan rüzgârlardır.

en-Nehhâs der ki: Bu konuda bir başka görüş daha vardır. Îman, mastar olduğu için müennes kabul edilmiştir. Nitekim müennes mastarın da müzekker olarak kabul edildiği olur yüce, Allah'ın şu âyeti de bu kabildendir:

"Artık her kime Rabbinden bir öğüt gelir de..." (el-Bakara, 2/275.) Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Onunla birlikte oluşumuz hususundaki mazeret, bizi mazur göstermiştir."

(Burada da müzekker olan mastara ait olan fiilin müzekker gelmesi gerekirken, müennes geldiği görülmektedir). Ancak görüşlerden birisine göre, buradaki "özür" kelimesi de müennes olan; "Mazeret" anlamında kullanıldığından dolayı müennes zikredilmiştir.

"De ki; Bekleyin, bizde" başınıza gelecek olan azâbı "beklemekteyiz."

159

Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin - onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.

Yüce Allah'ın:

"Dinlerini parça parça edip..." âyetinde, Hamza ve el-Kisâî, "fe" harfinden sonra bir "elif" İlave ederek; Ayrılıp" diye okumuşlardır. Bu, aynı zamanda Ali b. Ebî Tâlib (k.v)'ın da kıraati olup Ayrılmak'tan gelmektedir. Dinlerini terkedip çıkıp gidenler demek olur.

Hazret-i Ali, şöyle derdi: Allah'a yemin ederim, onlar dinlerini parça parça etmediler. Kendileri dinlerinden ayrıldılar.

Diğerleri ise, "re" harfini şeddeli olarak ("fe"den sonra "elif koymaksızın) okumuşlardır. Şu kadar var ki en-Nehaî bu kelimeyi; Ayırdılar," diye şeddesiz (ve elifsiz) olarak okumuştur. Yani, bir bölümüne îman ettiler, bir bölümünü de inkâr ettiler demek olur.

Bu âyetle kastedilenler, Mücahid, Katade, es-Süddî ve ed-Dahhâk'a göre, yahudi ve hristiyankirdır. (Kur'ân-ı Kerîm'de) ayrılık içerisinde olmakla vasfedilmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler" (el-Beyyine, 98/4);

"Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler..." (en-Nisa, 4/150)

Bu âyetlerin müşrikleri kastettiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimisi putlara, kimisi de meleklere tapınıyorlardı.

Âyetin, bütün kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın emretmemiş olduğu her bir şeyi uydurup bid'at utarak ortaya çıkanın da dinini parçalamış olur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şu:

"Dinlerini parça parça edip..." âyeti hakkında bunların, bu ümmetten olup bid'at ve şüphe ehli ile dalâlet ehli kimseler olduğunu beyan ettiğini rivâyet etmektedir. Taberanî, el-Evsat, I, 384; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 2.

Bakiyye b. el-Velid rivâyet etmektedir: Bize, Şu'be b. el-Haccâc anlattı, bize, Mücâhid, en-Nehaî'den anlattı, o, Şüreyh'ten, o, Ömer b. el-Hattâb 'den rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'ye şöyle demiştir: "Dinlerini parça parça edip, kendileri de fırka fırka ayrılanlar, bu ümmetin bid'at sahipleri, heva sahipleri ve dalâlet sahipleridir. Ey Âişe, her günah işleyenin bir tevbesi vardır. Bid'at sahipleriyle hevâ sahipleri müstesnadır. Onların tevbeleri yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar." Taberânî. es-Sağîr, s.243; el-Heysemî. Mecmau'z-Zevâid, I. 188.

Leys b. Ebi Süleym'in, Tâvus'dan rivâyetine göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Dinlerinden ayrılan..." diye okuduğunu rivâyet etmektedir. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur; III. 4(......) 2.

“Fırka fırka" tabiri çeşitli fırkalar, çeşitli hizipler anlamındadır. Aynı iş etrafında birleşmiş, biri diğerinin görüşüne tabi olan topluluklara; Fırkalar" denilir.

"Senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" âyeti ile onlardan uzak kalıp ilişkileri kesmeyi emretmektedir. Bu da Hazret-i Peygamber'in şu âyeti ile dile getirilmektedir: "Bizi aldatan bizden değildir." Müslim, Îman 16; Ebû Dâvûd, Buyû' 50; Tirmizî, Buyû’ 74, İbn Mâce, Ticarât 36; Dârimî, Buyû' 10: Müsned, II. 50, 242. 417, HI, 466, IV, 45. Yani biz, böyle bir kimseden uzağız, beriyiz. Şair de şöyle demektedir:

"Bir aralanın günah işlemesine (ahdini bozmasına) gayret edecek olursan.

şunu bil ki, Ne ben sendenim, ne sen bendensin."

Yani, senden uzaklaşırım, seninle ilişkilerimi koparırım, demektir.

Hiçbir ilişki" kelimesi, haberde gizli bulunan zamirden hal olarak nasb mahallindedir. Bu açıklamayı Ebû Ali (el-Farisî) nakletmiştir. el-Ferrâ' ise şöyle demektedir: Bu, bir muzaf'ın hazfı üzeredir.

Yani: Onlara gelecek ceza hususunda senin hiç bir müdahelen yoktur, sana düşen yalnızca uyarmaktan ibarettir.

"Onların işi ancak Allah'a aittir." Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yönelik bir teselli ifadesidir.

160

İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.

Yüce Allah'ın: " İyilikle gelene" âyeti, mübtedâ ve şarttır. Cevabı ise

"Bunun on misli vardır" âyetidir. Ona bunun on misli hasenat vardır," demektir. Burada "hasenat" kelimesi hazfedilmiş, onun sıfatı olan "misli" anlamındaki kelime yerine geçmiştir.

"Emsal; misilleri, katı" kelimesi, "misl"in çoğuludur. Sîbeveyh der ki: "Yanımda on neseb bilgini vardır" bu şekilde bir ifade ile; " Yanımda neseb bilgini on adam vardır" anlamında kullanıldığını nakletmektedir.

Ebû Ali de der ki:

"On misli" âyetinde müennesliğin güzel düşmesi, "emsal: misilleri, katı" kelimesinin müennese izafe edilmiş olmasından dolayıdır. Müennese izafe edilenin, anlam itibariyle bizzat kendisi olması halinde, böyle bir kullanım güzeldir.

Yüce Allah'ın:

"Yolcu kafilesinden birisi onu alsın" (Yûsuf, 12/10) âyeti (fiilin "ye" harfi ile değil de "te" harfi ile okunuşuna göre) ile "Parmaklarımdan birisi gitti," İfadesinde olduğu gibi.

el-Hasen, Saîd b. Cübeyr ve el-A'meş ise, diye okumuş olup bu da: Ona, onun misli on hasene vardır," takdirindedir. Yani, ona lehine verilmesi gerekenin on katı mükâfat vardır. Burada takdirin onun için işlediği hasenatın on misli vardır anlamında olup, mislin kapsamına, on katına ulaşmasının kastedilmesi de mümkündür.

Burada sözü geçen

"iyilik: hasene"den kasıt imandır. Yani her kim lâilâhe İllallah şahadetini yapmış olarak gelirse, dünyada hayır namına işlediği her bir amele on misliyle sevap verilecektir.

"Bir günah" yani şirk

"İle gelen de, ancak onun misliyle cezalandırılır."

Onun cezası da ebediyyen cehennemde kalmaktır. Çünkü şirk en büyük günahtır, cehennem de en büyük cezadır. Yüce Allah'ın:

"Uygun bir ceza olmak üzere" (en-Nebe’, 78/26) âyeti de böyledir. Yani, o ceza amele uygundur. İyilik ise, böyle olmayacaktır. Çünkü, yüce Allah'ın bu hususta açık nassı bulunmaktadır. Haberde de şöyle denilmektedir: "İyilik on katı ve daha fazlasıyla karşılık görecektir. Kötülük ise bir katıyla cezalandırılacaktır. Ve bununla birlikte bağışlayabilirim de. O bakımdan, bir katları on katlarından daha baskın gelene yazıklar olsun,"

el-A'meş de Ebû Salih'ten şöyle dediğini nakletmektedir: âyet-i kerimedeki iyilik (hasene) den kasıt, lâilâhe İllallah'tır. Günah (seyyie, kötülük) den kasıt ise şirktir.

"Ve onlara zulmedilmez." Yani, amellerinin sevabı eksilmez. el-Bakara Sûresi'nde bu âyete (2/245- âyet, 4. başlık ve devamı ile 281. âyet, 4. başlıkta) ve bunun Allah yolunda infaktan ayrı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Bundan dolayı bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: On katıyla mükâfat sair iyilikler içindir. Yediyüz katıyla mükâfat ise Allah yolunda infak içindir. Bunda havas ile avamdan olmak arasında fark yoktur. Kimisi de şöyle demiştir; Avam için on katıyla mükâfat vardır, havas için ise yediyüz katıyla ve sayılamayacak kadar çok kat fazlasıyla mükâfat sözkonusudur.

Ancak, bu konuda söz söyleyebilmek için delile ihtiyaç vardır. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü, Hureym b. Fâtik'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan naklettiği hadis bunu gerektirmektedir ki, o hadiste şöyle denilmektedir: "Kimi hasene de on katıyladır. Kim bir iyilik yaparsa ona on misli verilir. Kimi İyilik (hasene) de yediyüz katıyla mükâfatlandırılır, bu da Allah yolunda harcamaktır." Bk, Müsned, IV, 321, 345, 346.

161

De ki: "Hiç şüphesiz, Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dîne, Hanif olan İbrahim'in dinine İletti. O, müşriklerden olmadı."

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın Dosdoğru Yolu:

Yüce Allah, önce kâfirlerin apaçık bir şekilde tefrikaya düştüklerini beyan etti:

"De ki: Hiç şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola... iletti"

âyetinde de Allah'ın kendisini dosdoğru bir din olan İbrahim'in dinine ilettiğini beyan etmektedir.

"Bir dine" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Bu, Kutrub'dan nakledilen açıklamaya göredir. el-Ahfeş'ten nakledilen görüşe göre ise bu, " Beni... iletti" ile nasbedilmiştir. Yani beni... bu yola iletti. Başkası ise şöyle demektedir: Bu, manaya hamlederek nasbedilmiştir. Çünkü,

"beni iletti" bana... bildiğini öğretti anlamındadır.

"Dosdoğru yol" anlamındaki lâfzın "sıraf'tan bedel olması da mümkündür. Yani: Beni dosdoğru bir yola... dine iletti. Bir fiil takdiri ile mansub olduğu da söylenmiştir. Sanki: ... dinime tabi olunuz, dinimi bilip tanıyınız, demiş gibidir.

"Dimdik ayakta duran" âyetini, Kûfeliler ve İbn Âmir "kap harfini esreli, şeddesiz ve "yâ" harfini üstün olarak; "Tokluk" gibi mastar olarak, fakat dine sıfat olmak üzere okumuşlardır. Diğerleri ise, "kaf harfini üstün, "ye" harfini ise esreli ve şeddeli olarak okumuşlardır ki, bu iki farklı söyleyiştir. Buradeki "ye" harfinin aslı ise, "vav" harfidir. Daha sonra "vav" harfi "ye" harfine idğam edilmiştir, "ölü," kelimesi gibi. Âyet; Hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru bir din, anlamındadır.

"İbrahim'in dinine" âyeti,

"dinden" bedeldir.

"Hanif olan" âyeti ise, ez-Zeccâc,

"İbrahim"den hal olduğunu söylemiştir. Ali b. Süleyman ise: Kastediyorum, kelimesinin takdiri ile mansubdur demiştir.

162

De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah İçindir.

Âyetin tefsiri için bak: 163

163

"O’nun hiç bir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim."

2. "Her Şeyim Âlemlerin Rabbi Allah İçindir":

"De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim" âyetinde geçen namaz anlamındaki "salâf'ın türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3- âyet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Buradaki "namaz'ın gece namazı olduğu söylendiği gibi, bayram namazı olduğu da söylenmiştir. "Nûsuk: (mealde: ibadet)"in "nesike"nin çoğulu olup kesilen hayvan demektir. Mücahid, ed-Dahhâk, Saîd b. Cübeyr ve başkaları da böyle demiştir. Yani, hac ve umre sırasında kestiğim kurbanlar da Allah içindir. el-Hasen: Dinimin ibadetleri anlamındadır, der. ez-Zeccâc der ki: Benim ibadetim Allah içindir, demektir. Nitekim, yaptığı ibadet ile yüce Allah'a yaklaşan kişi anlamındaki "Nâsik" de buradan gelmektedir.

Kimileri de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede geçen "nusuk" bütün iyi ameller ve itaatlerdir. Kendisini ibadete vermesini anlatmak üzere; "Filan kişi ibadet etti, o, abiddir" sözünden alınmadır.

"Hayatım" yani, hayatım boyunca bütün işlediklerim

"ve ölümüm" yani, vefatımdan sonra yapacağım bütün vasiyetlerim

"âlemlerin Rabbı olan Allah içindir." Yani, bütün bunlarla yalnız kendisine yaklaşmayı maksat olarak gözetirim.

Şöyle de açıklanmıştır: "Hayatım ve ölümüm... Allah içindir." Yani, O'nun için yaşar, O'nun için ölürüm.

el-Hasen "İbadetim." kelimesini "sin" harfini sakin olarak okumuştur. Medineliler de hayatım kelimesini, idraç ile okuduklarında "ye" harfini sakin olarak okurlar. Herkes ise, bunu üstü n olarak okur. Çünkü o takdirde iki sakin bir araya gelmiş olur. en-Nehhâs der ki: Yûnus müstesna nahivcilerden hiç kimse bunu câiz görmez. Yûnus'un bunu câiz görmesi ise, önceki harfin "elif oluşundan dolayıdır. Bundaki uzatma harfi olan "elif" ise, hareke yerini tutmaktadır. Nitekim Yûnus: "İkiniz Zeyd'i vurunuz," şeklindeki söyleyişte "nûn" harfini sakin okumayı câiz görmüştür. Nahivcilerin bunu uygun görmeyişleri ise, iki sakinin bir arada bulunup ikincisinde idğamın sözkonusu olmayışından dolayıdır. Medine halkının kıraati ile okuyup de lahndan da kurtulmak isteyen kimse, " (......): Hayatım" kelimesi üzerinde vakıf yapar. Böylelikle bütün nahivcılere göre lahn yapmamış olur.

İbn Ebi ishâk, Îsa b. Ömer ve Âsım el-Cehderî ise, "elifsiz olarak ve ikinci "yâ'yı şeddeli olmak üzere; diye okumuşlardır ki, bu da Yukarı Mudarlıların söyleyişidir. Onlar; Kafam, asam" diye kullanırlar. Dilciler de şöyle bir mısra naklederler:

"Benim isteğimi bırakıp gittiler de kendi hevâlarına hızlıca koştular,"

Nitekim bu mısra diğeri ile birlikte tam bir beyit olarak (el-Bakara, 2/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3. Şâfiî'nin Namazda İftitah Tekbirinden Sonra, Fâtiha'dan Önce Okuduğu Dua:

el-Kiyâ et-Taberî der ki: yüce Allah'ın:

"De ki: Hiç şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola... iletti" âyetinden itibaren: "De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir" âyetine kadar olan bölümü Şâfiî, namaza bu yüce zikir ile başlamaya delil göstermiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberine bunu emretmiş ve bunu Kitabında indirmiştir. Daha sonra da Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edilen şu hadisi zikretmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza başladığında şöyle derdi:

"Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan var edene hanif olarak yönelttim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir... Ve ben müslümanlardanım."'

Derim ki: Müslim, Sahih'inde Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza kalktığında şöyle derdi:

"Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratana hanif olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Muhakkak benim namazım, İbadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben müslümanların ilkiyim. Allah'ım Sen melik (mutlak egemen)sin. Senden başka ilâh yoktur. Sen benim Rabbimsin. Ben de senin kulunum. Kendime zulmettim. Günahımı itiraf ediyorum. Bütün günahlarımı bana bağışla. Çünkü hiç şüphesiz Senden başka günahları bağışlayacak yoktur. Beni ahlakın en güzeline ilet. Ahlakın en güzeline Senden başka hiç bir kimse iletemez. Ahlakın kötüsünü benden uzak tut. Onun kötüsünü Senden başka benden kimse uzak tutamaz. Buyû'r Allah'ım. İşte Senin emrin için huzurundayım. Hayır tamamıyla Senin elindedir. Şer ise Sana nisbet olunamaz. Sen mübareksin, yücesin. Senden mağfiret dilerim, Sana tevbe ederim." Müslim, S...-Müsâfirin 2; Tirmizî, Deavat 32, Nesâî, İftitah 17; Dârimî, Salât 33.

Bu hadisi, Dârakutnîde rivâyet etmiş olup, sonunda şöyle demektedir: Bize, en-Nadr b. Şumeyl'den ulaştığına göre -ki o, dil ve diğer alanlarda ilim adamlarındandı- şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Şer ise Sana nisbet olunamaz" sözünün anlamı şudur: Şer, kendisiyle sana yaklaşılacak amellerden değildir, demektir. Dârakutnî, I, 297-298. Mâlik der ki: Namazda tevcih (yani veccehtü diye başlayan bu duayı okumak) insanlara vacip değildir. Onlara vacip olan tekbir getirmek, sonra da kıraattir.

İbnu'l-Kasım der ki: Mâlik, İnsanların kıraatte, önce söyledikleri "Subhânekallahumme ve bihamdike..." duasının okunması gerektiği görüşünde değildi. "Muhtasara ma Leyse fil Muhtasar" adlı eserde de şöyle denmektedir: Mâlik, bu hususta hadisin sahih olması dolayısıyla kendisi için özel olarak bu görüşte olmakla birlikte, bunu okumanın vacip oluşuna inanırlar korkusuyla insanların bunu okuması gerektiği görüşünde değildi.

Ebû'l-Ferec el-Cevzî de der ki: Hocamız fakih Ebû Bekr ed-Dineverî'nin arkasında çocukluğum sırasında namaz kılıyordum. Benim bu şekilde hareket ettiğimi görünce şöyle dedi: Yavrucuğum, fukaha, İmâmın arkasında Fâtiha okumanın vücubu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bununla birlikte iftitah duasının (yani, iftitah tekbirinden sonra okunacak duanın) sünnet oluşunda ihtilaf etmemişlerdir. O bakımdan sen, vacip olanla uğraş, sünnetleri bırak.

Mâlik'in bu husustaki delili, Hazret-i Peygamberin namaz kılma şeklini Öğrettiği bedevî araba söylediği şu sözlerdir: "Namaza kalktığında tekbir getir, sonra da Kur'ân oku." Buhârî, Ezan 95, 122; Müslim, Selat 45; Ebû Dâvûd, Salât 144; Tirmizî, Mevâkitu's-Salat 110; Nesâî, İftitah 7, Müsned, II, 437. Hazret-i Peygamber. Ebû Hanîfe'nin söylediği gibi, bu bedevî araba Subhaneke'yi oku demediği gibi, Şâfiî'nin söylediği gibi veccehtüvechi'yi oku da dememiştir. Ubey (b. Kâ'b)'a da: "Namaza başladığın vakit ne okuyorsun" diye sormuş, O da: Önce Allahu ekber dedim, sonra da Elhamdülillahi rabbil alemin... diyerek okudum demiş Muvatta’', N.... 37. ve burada ne veccehtü okumaktan, ne de subhaneke okumaktan sözetmiştir.

Ali (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunları söylediğini haber vermiştir, denilecek olursa, biz de şöyle deriz: Hazret-i Peygamber'in bunu tekbirden önce söyleyip sonra da tekbir getirmiş olması da muhtemeldir. Bu, bize göre hasen bir iştir. Nesâî ve Dârakutnî'nin rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza başladığında önce tekbir getirir, sonra da: "Muhakkak benim namazım ve ibadetim..." diye hadiste nakledileni Nesâî, .... 16, Dârakutnî, I. 298. okurdu, denilecek olursa; biz de şöyle deriz: Biz bunu, gece kılınan nafile namazı hakkında yorumlarız. Nitekim, Nesâî' nin Kitabında Ebû Said'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin namaza başladımı:

"Seni teşbih ve tenzih ederim Allah'ım. Senin hamdinle başlıyorum. İsmin ne mübarektir, şanın ne yücedir! Senden başka hiçbir ilâh yoktur" Nesâî, İftitah 17, Dârakutnî, I. 298. derdi. Yahut da biz bunu mutlak olarak nafile hakkında kabul ederiz. Çünkü nafile, hüküm itibariyle farzdan daha hafiftir. Zira, kişinin nafile namazı ayakta da, oturarak da, binek üzerinde de kılması, yolculuk esnasında kıbleye de, başka tarafa da yönelerek kılması caizdir, o bakımdan onun işi daha kolaydır.

Yine Nesâî, Muhammed b. Mesleme'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nafile namaz kılmak üzere kalktığında önce "Allahuekber" deyip; "Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'a yüzümü yönelttim. Ve ben müşriklerden değilim. Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim. Allah'ım Sen melik (mutlak egemenisin, Senden başka ilâh yoktur. Seni teşbih ve tenzih ederim. Sana hamd ile başlarım... der, sonra da okurdu." Nesâî, İftitah 17.

İşte bu hem nafile namaz hakkında, hem de farz namaz hakkında açık bir nasstır. Eğer bu duanın farz namazda tekbirden sonra okunduğu sahih olarak sabit olmuş olsa dahi bu, câiz oluşuna ve müstehaplığına hamledilir. Sünnet olan ise, tekbirden sonra kıraate geçmektir. İşlerin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan kişi bu duayı okuyacak olsa dahi-, "Ve ben müslümanların ilkiyim" dememelidir. Bu ise bir sonraki başlığımızın konusudur.

4. Veccehtü Duasında, Neden: "Ve Ben Müslümanların İlkiyim" Denilmez:

Çünkü, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) müstesna, hiç bir kimse müslümanların ilki değildir. İbrahim ve diğer peygamberler ondan önce değil midir diye sorulacak olursa, derim ki: Bu soruya üç türlü cevap verilebilir:

1. Hazret-i Peygamber manen bütün mahlukatın ilki olarak yaratılmıştır. Nitekim Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Biz dünyada sonradan gelenleriz, kıyâmet gününde ilkleriz. Ve bîz, cennete ilk girecek olanlarız." Müslim, Cumua 20-21; Nesâî, Cumua 1.

Huzeyfe (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadisle de şöyle denilmektedir: "Biz dünya ehli arasında (ümmet olarak) sonuncularız. Kıyâmet gününde ise bütün mahlukattan önce haklarında hüküm verilecek olan ilkleriz." Müslim, Cumua 22; Nesâî, Cumua 1.

2. Hazret-i Peygamber, yaratılış itibariyle onlardan önce olduğundan dolayı onların ilkidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani Biz, peygamberlerden ahidlerini almıştık. Senden de, Nûh'tan da..." (el-Ahzab, 33/7) Katade der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben, yaratılış itibariyle peygamberlerin ilki, gönderiliş itibariyle onların sonuncusuyum." "Âdem henüz ruh ile ceset arasında iken ben Peygamberdim' anlamında: İbn Sa'd, Tabakat, VII, 60. İşte bundan dolayı burada Hazret-i Peygamber'in ismi Nûh ve sair peygamberlerden önce zikredilmiştir.

3. O, kendi dinine tabi olan müslümanların ilkidir. Bu açıklama, İbnü'l-Arabî'ye aittir. Bu, Katade'nin ve başkalarının da görüşüdür.

Diğer taraftan "ilk" kelimesi hususunda ve rivâyetler arasında farklılık vardır. Belirttiğimiz gibi kimi rivâyetlerde bu sabittir, kimilerinde de bu sabit değildir,

İmrân b. Husayn der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Fatıma, kalk ve kurbanının yanında hazır bulun. Çünkü onun kanının İlk damlası ile birlikte İşlemiş olduğun bütün günahların sana bağışlanır," Sonra da şöyle de:

"Muhakak benim namazım ve kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç bir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim." İmrân der ki: Ey Allah'ın Rasulü, bu yalnız senin ve ehl-i beytin için midir, yoksa genel olarak bütün müslümanlar için midir? Hazret-i Peygamber: "Hayır, genel olarak bütün müslümanlar içindir" diye buyurdu. Hâkim, el-Müstedrek, IV, 222; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IV, 17.

164

De ki: "Allah her şeyin Rabbi iken ben Ondan başka bir Rabb arar mıyım hiç? Herkesin kazandığı yalnız kendisine (ya da: aleyhine)dir. Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinize olacaktır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir."

Yüce Allah'ın:

"De ki: Allah her şeyin Rabbi" yani maliki

"iken, ben O'ndan başka bir Rabb arar mıyım hiç?" âyeti ile ilgili, rivâyete göre, kâfirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediler: Ey Muhammed, haydi dinimize geri dön, bizim putlarımıza ibadet et. Şu tutturduğun yolu da terket. Dünyanda da âhiretinde de karşılaşmayı umduğun her türlü sorumluluk, mükellefiyet ve yükü üstlenmeyi biz tekeffül ediyoruz, Bunun üzerine bu âyeti kerîme nâzil oldu.

Âyet-i kerîme, takriri ve azarı gerektiren bir soru ile başlamaktadır.

"Başka" kelimesi,

"Arar mıyım?" kelimesiyle nasb olmuştur.

"Rabb" kelimesi de temyizdir.

Yüce Allah'ın:

"Herkesin kazandığı yalnız kendisine ya da aleyhinedir" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1. Kötülük Kişinin Aleyhinedir:

Yüce Allah'ın: "Herkesin kazandığı yalnız kendisinedir" âyetinin anlamı şudur: Sizin bu yolda olmanızın, Allah'tan başka Rabb aramam halinde bana fayda sağlamaz. Çünkü, her bir nefis, kazandığı kötülükleri kendi aleyhine kazanır. Yani, yapmış olduğu masiyetler, işlemiş olduğu günahlardan dolayı, ondan başka kimse sorumlu tutulmaz.

2. Fuzulî'nin Satışları Ve Vekâlet:

Muhalif kanaatteki bazı ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi fuzulî'nin alışverişinin sahih olmayacağına delil göstermişlerdir. Şâfiî'nin görüşü budur. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ise şöyle demektedirler: Âyetten kasıt, dünya ile ilgili ahkam müstesna, sevap ve cezanın yüklenilmesidir. Buna delil ise yüce Allah'ın -biraz sonra da geleceği gibi-:

"Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez" âyetidir. Bize göre, fuzulî'nin satısı, mal sahibinin bu satışı geçerli kabul etmesine bağlıdır. Eğer kabul ederse câiz olur. İşte Urve el-Dârikî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri olmaksızın ona ait malı satmış, onun adına satın almış ve tasarrufta bulunmuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu geçerli kabul etmiştir. Ebû Hanîfe de bu görüştedir.

Buhârî ve Dârakutnî de Urve b. Ebi’l-Ca'd'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünden bir takım mallar geçerken bana bir dinar verip şöyle buyurdu: "Ey Urve, bu davarların (sahiplerinin) yanına git ve bu dinar ile bize bir koyun satın al." Ben de o malları getirenlerin yanına gittim, pazarlık yaptım. Bir dinara iki koyun satın aldım. Onları önüme katıp güttüm -yahut arkamdan sürükledim dedi-. Yolda bir adam karşıma çıktı, benimle pazarlık yaptı, ben de ona iki koyundan birisini bir dinara sattım ve diğer koyunu ve bir dinarı da Peygamber'e getirip şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasulü, İşte bu (İstediğiniz) koyun, bu da sizin dinarınız. Bana: "Nasıl yaptın?" diye sorunca, ben de ona olanları anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Allah'ım, sağ elinin alış verişlerinde sen ona bereketler İhsan buyur." Kendimi Küfenin Künase (denilen pazarında )'sinde durur gördüm ve ailemin yanına varmadan kırk bin (dirhem) kâr ediyordum. Lâfız Dârakutnî'nindir. Buhârî, Menâkıb 28; Ebû Dâvûd, Buyu' 27; Tirmizî, Buyû’ 34: Müsned, IV, 370; Dârakutnî, III, 10.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, ceyyid bir hadistir. Bu hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın her iki koyuna da sahih bir şekilde malik olduğunun sabit olduğu görülmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Peygamber Urve'den bir dinarı geri almaz ve onun yaptığı alış verişi geçerli kabul etmezdi.

Yine bu hadiste vekâletin câiz oluşuna da delil vardır. İlim adamları arasında bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Müvekkil, vekil tayin ettiği kimseye: Şunu satın al diyecek olsa, o da kendisine vekâlet verilenden fazlasını satın alacak olursa, acaba bu satın alma bağlayıcı mıdır, değil midir? Meselâ bir kimse birisine: Bu dirhem ile şu nitelikte bir okka et al diyecek olsa, o da bir yerine, aynı dirhem ile ve belirtilen nitelikte döıt okka satın alacak olursa, Mâlik’in ve arkadaşlarının kabul ettiğine göre, eğer o niteliğe ve türüne uygun düşüyor i'se (vekil tayin eden) hepsini almakla mükelleftir. Çünkü (vekil) iyilik yapmış bir kimsedir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Aldığı fazla miktar müşteriye aittir. Ancak, bu hadis onun aleyhine bir delildir.

Hiç bir nefls başkasının (günah) yükünü yüklenmez" yani, ağırlık taşıyan hiç bir kimse bir diğerinin yükünü taşımaz. Bu da hiç bir kimse başkasının günahından sorumlu tutulmaz, demektir. Aksine, her bir kişi, kendi günahından sorumlu tutulur ve günahının cezasını çeker.

"Vizr: Yük"ün asıl anlamı ağırlıktır. Şanı yüce Allah'ın:

"Ve biz senden sırtından o ağır gelen yükünü kaldırdık" (el-İnşirah, 94/2) âyeti de buradan gelmektedir. Bu âyet-i kerimede "vizr" ise günah anlamındadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." (el-En'âm, 6/31) Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

el-Abfeş der ki: "Yük taşıdı, taşıyor" denilir. Mastar olarak; da denilebilir. Nitekim "Yastık" (esreli "vav" yerine hemze ile) denildiği gibi.

Âyet-i kerîme el-Velid b. el-Muğire hakkında nâzil olmuştur. O şöyle diyordu: Haydi benim yoluma uyunuz, ben de sizin (günah) yüklerinizi taşıyayım. Bunu İbn Abbâs zikretmektedir. Âyet-i kerimenin, cahiliye dönemi Araplarının bir kimseyi babasının yahut oğlunun, yahut da onunla antlaşmalı olan kimsenin işlediği suçtan dolayı sorumlu tutmaları şeklindeki tutumlarını reddetmek üzere nâzil olduğu da söylenmiştir.

Bu âyet-i kerimede kastedilen hususun âhirette gerçekleşecek olması da muhtemeldir. Bir önceki âyet-i kerîme de böyledir. Dünyada İse, bazan kimisi diğerinin günahından dolayı sorumlu tutulabilir. Özellikle itaatkârlar isyankârları günahlarından alıkoymayacak olurlarsa. Nitekim, daha Önce yüce Allah'ın:

"Siz, kendinize bakın" (el-Mâide, 5/105) âyeti hakkında Hazret-i Ebû Bekir'in rivâyet ettiği hadiste geçtiği gibi. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Bir de içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmakla kalmayacak bir fitneden de sakının" (el-Enfal, 8/25);

"Bir kavim kendi Özlerindekini değiştirmedikçe, şüphesiz Allah da o kavmin halini değiştirmez." (er-Rad, 13/11)

Zeyneb bint Cahş da şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasulü, salihler aramızda bulunduğu halde helâk edilir miyiz? Hazret-i Peygamber:" Zina (çocukları) çoğalırsa evet" diye buyurdu." Buhârî, Enbiya 7, Fiten 4. 28; Müslim Fiten 1, 2; Tirmizî, Fiten 23; İbn Mâce, Fiten 9: Müsned, VI. 428,

İlim adamları der ki: Bunun anlamı, zina mahsulü çocuklar artarsa şeklindedir. zinanın bir adıdır.

Şanı yüce Allah da Rasulünün ifadesi ile hata yolu ile öldürmenin diyetinin âkile tarafından ödenmesini farz kılmıştır. Tâ ki, haksızca akıtılan kanlara gereken saygı gösterilerek, hür ve müslüman bir kimsenin kanı heder olmasın. İlim ehli kimseler de bu hususta aralarında hiç bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın bunu icma ile kabul etmişlerdir. İşte bu da bizim (dünyada bazı kimselerin diğer bazılarının cürmünden sorumlu tutulacağı şeklinde ki.) sözlerimize delildir.

Âyette sözü geçen bu durumun dünyada olması da mümkündür. Yani, Zeyd'in, Amr'ın yaptığından sorumlu tutulmaması ve her hangi bir suçu fiilen işleyen her kişinin suçunun sorumluluğunu bizzat yüklenmesi anlamında olması da muhtemeldir.

Ebû Dâvûd, Ebû Rimse'den şöyle dediğini rivâyet eden Babamla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğru yola koyuldum. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) babama: "Bu senin oğlun mudur" diye sordu, babam: Kâ'benin Rabbi hakkı için evet dedi. Hazret-i Peygamber: "Gerçekten?" diye sordu, o, evet buna şahidlik ederim dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benim babama olan ileri derecedeki benzerliğimden, bununla birlikte de babamın benim hakkımdaki bu yemininden gülercesine tebessüm etti, sonra şöyle buyurdu: "Ama şunu bil ki, onun sana karşı cinayeti olmaz, senin de ona karşı cinayetin olmaz." Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez" âyetini okudu. Ebû Dâvûd, Diyât 2: Nesâî, Kasame 41; Dârimî, Diyât 25: Müsned, II, 227.

Bizim, önce söylediklerimize yüce Allah'ın:

"onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" (el-Ankebut, 29/13) âyeti ile karşı çıkılamaz. Çünkü bu husus, yüce Allah'ın bir diğer âyet-i kerimedeki şu âyetinde de açıklığa kavuşturulmaktadır:

"Onlar kıyâmet gününde kendilerinin günahlarını tamamen yüklendikten başka, bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir kısmını yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25)

Buna göre sapıklıkta önder olup, o sapıklığa başkalarını çağıran ve bu hususta kendisine uyulan kimse; hiç şüphesiz saptırdığı kimselerin de günah yükünü taşıyacaktır ve saptırılanların da günah yükünden her hangi bir şey eksiltil meyecektir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- açıklaması gelecektir.

165

O, sizi yeryüzünün halîfeleri yapan ve size verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası pek çabuk olandır ve muhakkak O, mağfiret ve rahmet edendir.

Yüce Allah'ın:

"O, sizi yer yüzünün halifeleri yapan...dır" âyetinde geçen; kelimesi, "halife" kelimesinin çoğuludur. 'ın çoğulu olduğu gibi. Geçip giden kimselerden sonra gelen herkes bir halifedir. Yani O, sizleri geçmiş ümmetlere ve önceki nesillere halef kılmıştır, eş-Şemmâlı der ki:

"Ölüm gelip onları buluyor, beni ise bırakıp geçiyor

Ve ben, onların, birinin diğerine devrettiği diyarlarda onların yerine kalıyorum,"

"Kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır." Yani, yaratmakta, rızıkta, güç ve kuvvette, verilen geniş imkânlarda,' lütuf ve İlimde.

“Derecelerle" kelimesi ise, harf-i cerrin düşürülmesiyle nasbedilmiştir. " Derecelere (yükseltir)," anlamındadır.

" Sizi sınamak için" âyeti ise, "Keylam"ı diye bilinen (ve sonrasında mahzuf bir "key" var sayılan) edat ile nasbedilmiştir.

Sınamak (ibtilâ); denemek demektir. Yani, sonunda sevap veya cezanın sözkonusu olacağı amellerinizi ortaya çıkarmak için (kiminizi kiminize derecelerle Üstün kılandır).

O, her zaman için İlmiyle buna muhtaç olmayandır. Ama O, varlıklıyı zenginliğiyle sınamış, ondan şükretmesini istemiştir. Darlık içinde olanı da fakirlikle sınamış ve ondan da sabretmesini istemiştir.

"Sizi sınamak için" âyetinin, kiminizi kiminizle sınamak için... anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Biz, kiminizi kiminiz için imtihan (sebebi) kıldık." (el-Furkan, 25/20) İleride açıklaması gelecektir.

Daha sonra yüce Allah:

"Şüphesiz Rabbin" kendisine isyan edenler için "cezası pek çabuk olandır" diye onları tehdit etmektedir.

"Ve muhakkak O" kendisine itaat edenler için de

"mağfiret ve rahmet edendir."

Şanı yüce Allah, mühlet vermekle vasfedilmiş olmasına rağmen ve cehennem azâbı da âhirette olmakla birlikte "cezası pek çabuk olandır" diye buyurmasının sebebi, gelecek olan her şeyin yakın olmasından dolayıdır. Bu anlamda O'nun cezası pek çabuk gelir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Kıyâmetin işi ise ancak bir göz kırpmak gibidir. Yahut o, daha da yakındır" (en-Nahl, 16/77);

"Onlar, onu uzak görürler, Biz ise onu yakın görüyoruz." (el-Meâric, 70/6-7)

Aynı şekilde yüce Allah, dünya yurdunda da hakeden kimselere cezası pek çabuk olandır. O takdirde bu âyet, bu yönüyle günah işleyen kimseler için bir sakındırma olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Cenab-ı Allah'a hamd-ü senalarla, Muhammed'e, onun aile halkına ve ashâbına da pek çok salât ve selâmlarla, el-En'âm Sûresi(nin tefsiri) burada sona ermektedir.

0 ﴿