73

O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. O'nun "ol" diyeceği gün herşey oluverir. Sözü haktır O'nun. Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur. Görüneni de görünmeyeni de bilendir. O, Hakimdir, herşeyden haberdar olandır.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Allah'ı bırakıp bize" dua ve ibadet ettiğimiz vakit

"fayda ve", terkedip bıraktığımız takdirde de

"zarar vermeyen şeylere mi ibadet edelim" âyetinde putlar kastedilmektedir.

"Allah bizi hidayete kavuşturduktan sonra ökçelerimiz üzerine gerisin geriye mi döndürülelim?" Yani, hidayete erdikten sonra sapıklığa mı geri dönelim?

"Filan kişi ökçeleri üzerine geri döndü" tabiri, arkasını dönüp giden hakkında kullanılır. Ebû Ubeyde der ki: İhtiyacını göremeyip karşılayamaksızın geri dönen kimse hakkında; "ökçeleri üzerine gerisin geri döndü" tabiri kullanılır. el-Müberred de der ki: Bu, hayırdan sonra ona şer geldi, anlamındadır.

(Ökçeler anlamına gelen âkâb'ın tekili olan akib'in) asıl anlamı, âkibet ve ukbâ'dan gelmektedir. Âkibet ve ukbâ ise, birşeyden sonra mutlaka gelmesi gereken şeyler hakkında kullanılır. Meselâ:

"Güzel âkibet takva sahiplerinindir" (el-A'raf, 7/128) âyeti de buradan gelmektedir. Ayağın ökçesi (akib'i) de buradan alınmıştır. (Ceza anlamına gelen) ukubet de buradan gelmektedir. Çünkü ukubet, işlenen suç ve günahın akabinde gelir ve ondan dolayı sözkonusu olur.

"Hani arkadaşları bize gel diye hidayete çağırdıkları halde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken, şeytanların saptırdıkları kimse gibi mi olalım?" âyetinde yer alan benzetme edatı, hazf edilmiş bir mastara sıfat olarak nasb mahallindedir.

"Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken şeytanların saptırdıkları" azdırıp, hevasını kendisine süslü, güzel gösterdikleri, heva ve hevesinin gereklerine çağırdıkları kimse gibi mi olalım?

Bir şeye doğru hızlıca gitmeyi ifade etmek üzere -heva kökünden gelen: fiilleri kullanılır. ez-Zeccâc der ki: Bu, nefsin hevâsı ile ilgisi bulunan iden gelmektedir. Şeytanın hevasını kendisine süslü gösterdiği kimse gibi mi olalım? demektir.

Cemaat ": Saptırdıkları" şeklinde çoğul failin müennes okunması esasına göre okumuşlardır. Hamza ise çoğulu müzekker yapma esasına göre; ": şeytanların saptırdıkları kimse" şeklinde okumuştur. İbn Mes'ûd'dan ise, ": Şeytanın saptırdığı kimse" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bu kıraat el-Hasen'den de rivâyet edildiği gibi Ubeyy'in Mushaf'ında da böyledir.

"Bize gel," bize uy anlamına gelmektedir. Yine Abdullah b. Mes'ûd'dan "Kendisini apaçık bir hidayete çağıran" şeklinde bir kıraat nakledilmiştir. el-Hasen'den de ": Şeytanların kendisini saptırdıkları kimse" diye okuduğu da rivâyet edilmiştir.

": Şaşkın şaşkın dolaşırken" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Bunun gayr-ı munsarıf oluşu ise müennesinin; şeklinde oluşundan dolayıdır. ": Sarhoş erkek, sarhoş kadın, kızgın adam, kızgın kadın" kelimeleri gibi. Şaşkın ise, işinin gereği olarak gitmesi gereken yönü bir türlü bulamayan kimse demektir. ": Tereddüt gösterdi, şaşırdı kaldı", demek olan fiilin mastarları da; şeklinde gelir. Çıkış yeri bulunmayan su birikintisine de "hâir" denilmesi buradan gelmektedir. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir ise, suyun biriktiği ve gidecek yer bulamadığı yer anlamına da gelir. Şair der ki:

"Çukur ve etrafı su ile dolu bir alanda bulunan bir dal..."

İbn Abbâs der ki: Âyetin anlamı şudur: Puta tapanın misali, kendisini davet eden cinlerin arkasından giderek sabahleyin de kendisini yolunu bulamayacağı ve helâk olmaya maruz kalacağı bir yerde bıraktığını gören kimsenin durumuna benzer. İşte böyle bir kişi, kaybolunacak yerde, şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir haldedir.

Ebû Salih yoluyla gelen rivâyette de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, Ebû Bekr es-Sıddîk'ın oğlu Abdurrahman hakkında nâzil olmuştur. Abdurrahman babasını küfre çağırıyordu. Onun anne-babası ve diğer müslümanlar kendisini İslama davet ediyorlardı. İşte yüce Allah'ın:

"Hani arkadaşları: Bize gel diye çağırdıkları halde" âyetinin anlamı budur. Kendisi ise bu çağrılan kabul etmiyordu.

Ebû Ömer der ki: Abdurrahman'ın annesi, Ki naneli el-Haris b. Ğanm'in kızı Um Ruman'dır. Abdurrahman, Hazret-i Âişe'nin anne-baba bir öz kardeşidir. Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman, Bedir'de ve Uhud'da kâfir olarak kavmi ile birlikte Savaşa katılmıştı. Kendisiyle çarpışacak er istemiş, babası onunla çarpışmak üzere ayağa kalkmak istediğinde -nakledildiğine göre- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "Senden mahrum olmak istemiyorum" diye buyurmuştu. Abdurrahman daha sonra müslüman olmuş ve güzel bir şekilde İslama bağlanmış, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte de Hudeybiye barışında hazır bulunmuştu. Siyer âlimlerinin söyledikleri budur. Onların naklettiklerine göre asıl ismi Abdu'l-Kâ'be imiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun ismini Abdurrahman diye değiştirmiştir. Hazret-i Ebû Bekir'in yaşça en büyük oğlu budur. Denildiğine göre, arka arkaya aynı soydan dört kişi, baba ve çocukları olarak Hazret-i Peygambere yetişmiş, sadece Ebû Kuhafe, onun oğlu Ebû Bekir, Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman ve Abdurrahman'in oğlu da Ebû Atik Muhammed'dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Ve biz âlemlerin Rabbına teslim olmakla emrolunduk. Bir de namazı dosdoğru kılın ve ondan korkun diye" âyetinde yer alan ": Teslim olmakla" âyetindeki "lâm", "lâm-ı key" diye bilinir. Biz, müslüman olalım ve namazı kılalım diye emrolunduk, demektir. Çünkü izafet harfleri birbirlerine atfedilebilir.

el-Ferrâ' der ki: Âyetin anlamı: : Müslüman olmakla emrolunduk, şeklindedir. Çünkü Araplar, aynı anlamda olmak üzere; : Sana gitmeni emrettim, derler.

en-Nehhâs da derki: Ben, Ebû'l-Hasen b. Keysan'ı, buradaki "lâm"ın "hafd lâm"ı (yani, harf-i cer olan lâm) olduğunu söylediğini dinledim. Bütün "lâm"lar ise üç türlüdür: "Hafd lâm"ı, "emir lâm"ı ve "te'kid lâm"ı. Bunun dışındaki maksatlarla kullanılan bir lâm edatı yoktur.

"İslâm" ihlâs demektir. Namazın dosdoğru kılınması (ikâmesi) ise, onu devamlı olarak gereği gibi ifa etmektir. Ayrıca; ": Bir de namazı dosdoğru kılın" âyetinin manaya atıf olması da mümkündür. Yani onu, hem hidayete hem de namazı dosdoğru kılın diye davet ederler. Çünkü, ": Bize gel"in anlamı; : Bize gel... diye (çağırırlar), seklindedir.

Yüce Allah'ın:

"Huzuruna varıp toplanacağınız yalnız O'dur" âyeti, bir mübteda ve haber cümlesidir. Aynı şekilde: "O gökleri ve yeri hak ile yaratandır" âyeti de böyledir. Yani, kendisine ibadet olunması gereken O'dur. Putlar değildir. "Hak ile" de hak kelimesi ile demek olup o, "ol" âyeti ile yaralandır, anlamındadır.

Yüce Allah'ın;

"Onun ol diyeceği gün her şey oluverir" de, "ol" diyeceği günü hatırla, yahut da ol diyeceği günden sakının, demektir. Ya da ol diyeceği günü iyi düşün, anlamına gelir. Bunun, yüce Allah'ın: " Ve ondan korkun" âyetine atf olduğu da söylenmiştir. el-Ferrâ' der ki: "oluverir" denildiğine göre bu, özel olarak Sûr için sözkonusu olacaktır. Yani, o gün Sûr'a ol diyecektir, o da oluverecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, insanların ölümü ve hayatı gibi dilediği herşey oluverir.

Bu iki açıklamaya göre "sözü haktır O'nun" âyeti, mübteda ve haberdir. Yüce Allah'ın:

"Sözü" anlamındaki;, ile ref olduğu da söylenmiştir. Yani, O'nun emrettiği şey olur, demektir. : Hak da "sözün"ün bir sıfatıdır. Bu açıklamaya göre ifade;

": O'nun hak sözü gerçekleşir" âyetinde tamam olur.

İbn Âmir ise, mansub olarak; diye okumuştur. Bu ise, hesabın ve ba's'ın (öldükten sonra dirilişin) ne kadar sür'atli olacağına işarettir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/117. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

"Sûr'a üfürüleceği günde mülk yalnız O'nundur." Yani, Sûra üfürüleceği gün her şeyin mülkiyeti, sahipliği yalnız O'nundur. Veya: Sûr'a üfürüleceği günde hak yalnız O'nundur. Bunun "O'nun ol diyeceği günü" âyetinden bedel olduğu da söylenmiştir. (O takdirde âyetin anlamı şöyle olur: Sûr'a üfürüleceği gün olan o günde mülk yalnız O'nun olacaktır.)

Sûr: Kendisine üflenilecek nurdan bir boynuzdur. Birinci üfürüş canlıların yok olması içindir. İkincisi ise yeniden yaratmak içindir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi Sûr'un çoğulu; şeklinde gelmez. Bu iddiaya göre -ileride açıklayacağımız üzere- ölülerin suretlerine (şekillerine) üfürülür manası verilir.

Çünkü Müslim, Abdullah b. Amr yoluyla gelen bir hadiste şöyle denildiğini rivâyet etmektedir: "... Sonra Sur'a üfürülür, onu işiten herkes mutlaka boynunu o tarafa doğru döndürür veya uzatarak kulak verir. Onun sesini İşitecek İlk kişi, develerinin su içtiği havuzu sıvayıp düzelten bir adam olacaktır. O da sair insanlar da baygın yere düşecekler, sonra yüce Allah, çisintiyi andıran bir yağmur yağdıracak. -Yahut da; indirecek ifadesini kullandı-. Bu yağmurdan insanların cesetleri bitecek. Sonra tekrar Sûr'a üfürülecek ve ansızın kalkıp bakınacaklardır,.." Müslim, Fiten 116.

Nitekim yüce Allah'ın Kitabında da:

": Sonra ona ikinci bir defa üfürülür" (ez-Zümer, 39/68) diye buyurulurken, (Sûr'un "suret" kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin aksine); (.......) denilmemiştir. Böylelikle Sûr'un "sûret"in çoğulu olmadığı anlaşılmış olmaktadır.

Sûra üfürecek olanın İsrafil (aleyhisselâm)'ın olacağını bütün ümmetler icma ile kabul etmişlerdir. Ebû'l-Heysem der ki: Sûr'un bir boynuz olacağını kabul etmeyen bir kimse, Arşı, Mizanı ve Sıratı inkâr eden ve bunları çeşitli şekillerde te'vile kalkışan kimse gibidir. İbn Faris der ki: Hadiste sözü geçen Sûr, kendisine üflenilecek boynuzu andıran bir şeydir. Sûr da "suretin çoğuludur, el-Cevherî ise der ki: Sûr, karn (boynuz) demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demiştir:

"İki ordunun karşı karşıya geldiği sabah,

onlara öyle şiddetlice tosladık ki,

iki boynuzla (sûrla) toslaşmaya benzemezdi."

"Ve Sûr'a üfürüleceği günde" (en-Neml, 27/87) âyeti de bu kabildendir. el-Kelbî der ki: Sûr'un ne olduğunu bilemiyorum. Bunun ": Taze hurma" gibi suret'in çoğulu olduğu da söylenmektedir. Yani Ölülerin ve ervahın (ruhların) suretlerine üfürülür demek olur.

el-Hasen ise, ": Suretlere üfürüleceği günde" diye okumuştur, şeklinde "sad"ın esreli okunuşu ise, suretin çoğulu olan; 'ın bir başka söyleyişidir. Bunun da çoğulu; şeklinde geldiği gibi "yâ" ile şeklindeki çoğul da bunun bir başka söylenişidir.

Amr b. Ubeyd de der ki: İyâd: ": Suretlere üfürüleceği gün" şeklinde okumuştur. Bu kıraat ile mahlukat kastedilir.

Derim ki: Bu âyet-i kerimede yer alan "Sûr'un" suretin çoğulu olduğunu söyleyenler arasında Ebû Ubeyde de vardır. Her ne kadar bu, ihtimal dahilinde ise, bizim Kitab-ı Kerîm’den ve sünnet-i seniyeden zikrettiğimiz delillerle red olunur. Aynı şekilde öldükten sonra diriliş için Sûr'a iki defa ütürülmeyecektir. Diriliş için yalnızca bir defa üfürülecektir. İsrafil (aleyhisselâm), boynuz şeklinde olan Sûr'a üfürecek. Şanı yüce Allah da suretleri diriltecektir, Kur'ân-ı Kerîm'de ise:

"Fakat Biz ona ruhumuzdan üfürdük" (et-Tahrim, 66/12.) diye buyurulmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Görüleni de görülmeyeni de bilendir" âyetinde yer alan; ": Bilen" kelimesi, 'in sıfatı olmak üzere merfu' okunur, Yani: Gökleri ve yeri yaratan, görüneni görünmeyeni bilen O'dur. Mübtedanın hazfi dolayısıyla merfu' olması da mümkündür. Bazı kıraat âlimlerinin; ": Üfürür" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Buna göre üfürmek fiilinin faili; ": Görünmeyeni bilen" olması mümkündür. Çünkü ona üfürmek, yüce Allah'ın emri ile olduğuna göre, bunun doğrudan Allah'a nisbet edilmesi de mümkün olur. ": Bilen" kelimesinin manaya hamledilmek suretiyle merfu olması da mümkündür. Nitekim Sîbeveyh (buna benzer olan) şöyle bir mısra nakletmektedir:

"Yezid için. ağlatısın (çünkü) bir davaya yardımcı olmak için çağrıldığında yardımcı olur o."

el-Hasen ile el-A'meş ise şeklinde ve "; O'nundur" âyetindeki "o" anlamına gelen "he" den bedel olmak üzere esreli olarak okumuştur.

73 ﴿